24 Mayıs 2018 Perşembe

Türkiye Borç Krizine Doğru

Alp ALTINÖRS
Dolar kuru kontrol edilemeyen bir şekilde yükseliyor. Türk Lirası dünyanın neredeyse tüm para birimleri karşısında (örneğin, Suriye Lirası dahil!) değer kaybediyor. Ekonomik çöküş, ilk sinyalini bir mali kriz biçiminde veriyor. Dolar kurunun önlenemeyen bir yükselişle 5 TL'ye yaklaşmasıyla birlikte Türkiye bir borç krizine sürükleniyor. Dolar cinsinden alınan borçların ödenemeyeceği bir sürece doğru gidiliyor. Kredi bulmak, borç almak hem çok daha güç, hem de maliyetli artık. Sermaye maliyetleri yükseliyor. Bu krizin reel üretim alanına yansımaması imkansızdır.
WASHINGTON-LONDRA RÜZGARIYLA GELEN ÖYLE GİDER
2001 ekonomik krizinin ardından, Washington ve Londra'nın, özellikle de mali sermaye çevrelerinin onayı ve ittirmesiyle iktidara gelen Recep Tayyip Erdoğan ve AKP bu kez tam tersi bir rüzgarla karşı karşıya. 2002-2013 döneminde yoğun yabancı sermaye girişleri ile sermaye maliyetinin ucuzlaması, Merkez Bankası faiz oranlarını %50'lerden %6.5'a kadar düşürmüştü. Bu düşük maliyet, Erdoğan'ın dolaysız temsilcisi olduğu orta burjuva katmanın (MÜSİAD ve bir aşamaya kadar da TUSKON) ekonomik çıkarlarını yansıtıyordu. Konya-Kayseri sermayesi büyümek istiyordu. TÜSİAD'a yetişmek ve geçmek, tekelleşmek, emperyalist sermayeye entegre olmak istiyordu. En vahşi yöntemlerle sömürdüler, doğa katliamları yaptılar, semirdiler, palazlandılar. Eski mücahitler, müteahhit oldu. İnşaatlar, yollar, köprüler onlar içindi, devlet ihalelerinden onlar yararlandı. Nihayet yerli ve milli (!) silah sanayii bu gruplara tahsis edildi. Ne var ki, Erdoğan sadece onları besleyemezdi. Bütün kaynakları onlara akıtamazdı. Onları beslerken, TÜSİAD'ı da misliyle beslemek ve büyütmek zorundaydı. Ve tabii ki Türkiye'nin ürettiği değerlerin aslan payını İngiliz ve Amerikan mali sermayesine sunmak zorundaydı. Dolayısıyla Erdoğan “kendi” orta burjuvazisini semirtirken, “Batıcı” tekelleri de iki üç misli semirtmek zorunda kaldı. Aradaki uçurum kapanmadı. Bu dönem işçi sınıfının omzundaki sömürü boyunduruğunun katmerleştiği, yeni çalışma yasasıyla taşeronlaşmanın teşvik edildiği, sendikaların altının boşaltıldığı, özelleştirmelerle kamu varlıklarının peşkeş çekildiği, TÜSİAD'ın, TOBB'un her istediğinin yasa olduğu dönemdir. Birlikte sömürmüş, birlikte yağmalamışlardır.
2008 küresel ekonomik krizinin ardından ABD, ekonomisini kurtarmak için karşılıksız dolar basmaya başladı. Doların değeri düştü. Ancak ucuz dolarların ABD'ye girişi engellenerek (böylece ABD'de enflasyon yükselmedi) bunlar özellikle dünya piyasasına salındı. Ucuz dolarlar Amerika'nın mali-ekonomik sömürgelerinde, keza Çin, Hindistan gibi ülkelerde adeta kapışıldı. Ne var ki, Çin, Hindistan, Güney Kore gibi ülkeler ucuz dolara dayanarak 21. yüzyılın sanayi yapılanmasına stratejik yatırımlar yaparken, AKP iktidarı Türkiye'de ithalatı teşvik etti. Nasılsa ucuza dışarıdan alınabilirken, aynısını üretmeye ne gerek vardı! Dahası AKP kaynak bolluğunu özellikle inşaat sektörüne yönlendirerek, mega inşaat projeleriyle kaynakları betona gömdü. Yapılan yol, köprü inşaat projeleri yeniden üretim sağlamadığı gibi, büyük bir konut balonunun oluşumuna da yol açtı. AKP çevresini çürüttü. Türkiye ekonomisi beton-rant temelinde gerçek üretimden (özellikle de teknoloji üretiminden) koparıldı. Çin, Hindistan bu yıllarda sanayiyi en ileri teknoloji temelinde geliştirirken, Türkiye'de sanayinin milli gelir içindeki payı geriledi. Ayrıca, Merkez Bankası faizlerinin %6.5'lara kadar çekilebilmesinin ekonomik temeli de ucuz dolardı.
AMERİKAN DOLARI GÜÇLENİNCE BETON-RANT EKONOMİSİ ÇÖKTÜ
Nihayet Obama yönetimi kayagazı çıkarımları yoluyla (ki başlı başına bir doğa katliamıdır) Amerikan ekonomisini canlandırdı. ABD ekonomisi canlanmaya başladı. Bu kez, Amerikan merkez bankası faizleri yükselterek dünya piyasasına saldığı ucuz dolarları toparlamaya başladı. Dolar yeniden değerlenmeye başladı. FED'in her faiz artırımı Türkiye gibi ülkelerde nefesler tutularak izlenmeye başladı. Ancak hiçbirisi Türkiye kadar etkilenmedi bu süreçten.
Türkiye düşük teknolojili sanayisi nedeniyle, ara malı ve makineleri dışarıdan (dolarla) ithal etmek zorundadır, ki bu, sanayide üretilen katma değerin büyük kısmının dışarıya uçmasına neden olurken, sanayi şirketlerini devasa dolar borçlarıyla yüz yüze bırakmaktadır. Dahası, AKP dönemine kadar halen tarımda kendisine yeterli bir ülke olan Türkiye, bu dönemde yaşanan tarım-kıyımı ile gıda ithalatçısı bir ülke haline geldi. Bu da cari açığı büyüten etkenlerden birisi oldu.
Bu döngü, ancak yoğun yabancı sermaye akışıyla ayakta tutulabilirdi. Ancak AKP emperyalist sermayenin taleplerini karşılamakta ayak diremeye başladı. Zira temsil ettiği orta burjuva tabaka (artık sadece MÜSİAD) faizlerde böyle bir yükselişi kaldıramazdı. Faizlerde artış TÜSİAD grubunu fazlaca etkilemeyecektir. Büyük tekeller için esas sorun döviz borçlarıdır (dolayısıyla dolar kurudur). Faizlerde ciddi bir artış, konut balonunda bir patlamaya yol açarak müteahhitleri iflasa sürükleyecektir. Oysa aynı artış, döviz kurunu düşürerek en büyük tekellerin döviz borçlarını hafifletecektir.
İşte AKP iktidarının ilk 10 yılında geçerli olan hem orta burjuvaziyi hem de tekelci burjuvaziyi büyütme formülü böylece sona ermiştir. Erdoğan ya faiz artırımı kararı alarak kendi kapitalist grubunu yıkıma sürükleyecek, ya da döviz kuru kontrolsüzce yükselerek tüm ülkeyi yıkıma götürecektir.
MALİ SERMAYEDEN BU SEFER ERDOĞAN’A DESTEK YOK
Erdoğan'ın seçimlere bir ay kala mitingleri bırakıp yurtdışı gezilerine ağırlık vermesinin ardında bu gerçek yatıyor. Ama Londra'da mali sermaye fonlarıyla yaptığı toplantı tam tersi bir rol oynamış görünüyor. Erdoğan'ın burada seçildiğinde faizleri daha da düşüreceğini ilan etmesi, dolar kurunun ani yükselişinin ardındaki etkenlerden birisi gibi görünüyor. Bu Bekir Bozdağ'ın ilan ettiği üzere “bir komplo” da değil. Tersine İngiliz ve Amerikan mali sermaye grupları Erdoğan'ın en büyük destekçileri oldular. OHAL'e, KHK'lara, ihraçlara, Kürt halkına yapılan bütün baskılara karşın Erdoğan'ı desteklediler. Zira o, bir “Güçlü Adam” olarak emperyalist sermayenin işlerini yürütüyordu. Dünya Bankası'nın tam da 23 Haziran günü 1 milyar dolarlık bir krediyi onaylaması da buna işaret etmektedir. Ne var ki, Türkiye, olağan yollarla kredi alamayan bir ülke olmaya doğru giderse, seçim sonrasında karşımıza çıkartılacak olan yeni bir IMF programı olacaktır.
23 Mayıs itibariyle, Türkiye artık bir mali krize yuvarlanmıştır. Merkez Bankası'nın 3 puanlık faiz artırımı da buna çare olamaz. Ödemeler zincirinde bir kopma yaşanacak, borçlar ödenememeye başlayacak ve nihayet bu kriz reel üretim alanına yansıyarak ekonomik bir krize dönüşecektir. Merkez Bankası rezervlerindeki erime, Türkiye'nin borç alma kapasitesini azaltacaktır.
İŞÇİDEN EZİLENDEN YANA TOPLUMSAL BİR EKONOMİ PROGRAMI
Erdoğan bu günden itibaren bütün seçim kampanyasını “dış güçler bize operasyon çekiyor Reis'i yedirmeyin” eksenine oturtacaktır. Muhalefetin seçimi kazanabilme kapasitesi bu zeminde iktidara güçlü yanıtlar üretebilme kapasitesine bağlıdır. Özellikle de muhalefet, seçmenlerin büyük çoğunluğunu oluşturan borçlu, güvencesiz, yarınından emin olamayan işçi-emekçi kitlelere güven ve umut veremediği sürece “mevcudun muhafazası” saikiyle oylar iktidar partisine gidebilir. Ama Türkiye siyasi tarihi, böyle büyük devalüasyonların sağ iktidarların altını oyduğunu ve çoğunlukla bir iktidar değişimiyle sonuçlandığına da tanıktır. Ekonomik iflas karşısında çaresiz kalan bir iktidarın salt eldekini koruma motivasyonuyla alacağı oylar onu ayakta tutmaya yetmeyebilir.
Ne var ki, işçi sınıfı ve ezilenlere dayanan bir ekonomi programı ortaya konulmadığında Erdoğan gitse dahi, Türkiye'nin önüne yeni bir IMF programı konabilir. Bu bakımdan özellikle HDP'ye çok büyük görevler düşmektedir. 7 Haziran'da ilan ettiği Büyük İnsanlık programının ekonomi başlıklarının gerisine düşmeden, krizin yükünün üretenlerin üzerine yıkılmasına izin vermeyen bir program izlemek, en yoksul seçmen tabanına sahip parti olarak özellikle HDP'ye düşer. Beton-rant ekonomisine karşı yeniden üretken bir ekonomiyi kurmak, borç köleliğini ortadan kaldırmak. emekçilere güvenceli bir yaşam sağlamak ancak böyle bir programla mümkün olabilir.

Hiç yorum yok: