22 Ağustos 2014 Cuma

Demokratik Modernitenin Gelişme ve Zafer Kazanma İmkanı Her Zamankinden Fazladır


ABD işbirlikçi, ajan İslam temelinde Ortadoğu'yu kontrol etme politikası izlemiştir. Mısır’da, Tunus’ta, Libya’da bu politikayı yürütmüştür. Ancak bu politikası çökmüştür. Bundan dolayı ABD şimdi önünde engel olan tüm güçleri yıpratacak bir strateji izlemektedir.

Mustafa Karasu
 
Irak'ta yaşananlardan sonra Ortadoğu'daki gelişmeler daha kapsamlı ele alınmaya başlanmıştır. Ortadoğu'daki gelişmeler son on yıllarda çok karmaşık bir karakter gösteriyordu. Ortadoğu'da III. Dünya Savaşının yaşanmasından söz ediliyordu. Gelinen aşamada bırakalım III. Dünya Savaşını, neredeyse bin yılların hesaplaşmasının yapıldığı bir siyasal durum ortaya çıkmıştır.
Ortadoğu'da kelimenin tam anlamıyla bir kaos yaşanmaktadır. Hiçbir güç kendi önünü göremediği gibi, mevcut siyasal koşullarda çözüm gücü olabilecek aktörler de söz konusu değildir. Çözüm gücü olamayanlar şimdi “acaba kaos ve kriz içinde çıkarlarımızı nasıl koruruz” biçiminde politikalara yönelmektedirler. Şu anda Ortadoğu politikasında dikkat çeken en temel konu budur. Kuşkusuz Önder Apo'nun önderliğinde özgürlük ve demokrasi mücadelesi yürüten Kürt Özgürlük Hareketi ideolojik, teorik ve toplumsal temel olarak bu gelişmelere çözüm gücü olabilecek bir güçtür. Önder Apo’nun devletçi ve iktidarcı sistemleri tüm tarihi içinde çözümlemeye tabii tutup devlet dışı çözümleri ortaya koyması, güçlü bir ideolojik ve politik hazırlığı ifade etmektedir. Devletçi sisteme karşı alternatif siyasal yapılanmaların nasıl olacağı ortaya konulmuştur. Dolayısıyla devletçi sisteme karşı alternatif güç olma konusunda belli bir hazırlık söz konusudur. Ancak gelinen aşamada Ortadoğu'nun mevcut sorunlarına çözüm getirecek bir pozisyona kavuşmadığından çözüm politikası olmayan güçler bu durumdan yararlanarak kendilerini etkin kılmaya çalışmaktadırlar. 

Şu açıktır ki, Ortadoğu'daki gelişmeleri sadece güncel durumlarla ifade etmek mümkün değildir. Devletçi sistemin toplumlar tarafından kabul edilmemesi yanında, kapitalist modernist sistemin son iki yüzyılda Ortadoğu halklarına yaşattıkları da bugün ortaya çıkması kaosta en temel etkendir. Emperyalist kapitalist  modernitenin Ortadoğu'da yaşanan sorunlara çözüm bulamaması, hatta her müdahalesinin sorunları daha da ağırlaştırması, klasik iktidarcı devletçi güçlerin halklar üzerinde otorite olma gücünü kaybetmeleri, Ortadoğu'da yaşananların daha kapsamlı ortaya konulmasını gerektirmektedir. Her şeyden önce devletçi iktidarcı sistem ilk çıktığı coğrafyada can çekişmektedir. Artık toplumlar binlerce yıldır kendilerine büyük acılar çektiren iktidarcı devletçi sistemin egemenliği altında yaşamak istememektedirler. Bin yıllardır egemen olma ve sorunları kat kat yığan karakterleriyle teşhir olan iktidarcı devletçi sistemi toplumlar artık kaldıramaz duruma gelmiştir. Özellikle de son iki yüzyılda devletçi sistemin ulus-devlet karakterine bürünerek sorunları daha da ağırlaştırması, devletçi sistemi tarihin hiçbir döneminde olmayacak kadar krize sokmuştur. Artık devletçi iktidarcı sistemlerle toplumların siyasal, sosyal, ekonomik, kültürel sorunlarına çözüm bulmak mümkün olamamaktadır. Ortadoğu'da yaşanan gelişmeler de bunu göstermektedir. 

Kuşkusuz devletçi sistemin krizi yanında insanlığın ilk toplumsallaştığı, daha doğrusu insanlaştığı coğrafyada bu derin toplumsallığın tarih içinde oluşturduğu ahlaki ve kültürel değerler, özelikle de kapitalist modernitenin son iki yüzyılda Ortadoğu coğrafyasına dayattığı toplumsallığın parçalanması üzerinde şekillendirilmek istenen siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel sisteme tepki göstermektedirler. Kapitalist modernitenin bölgede toplumsallığın dağıtılması üzerinden kendini hakim kılmak istemesi, bunun için de bireyciliği ve tüketim toplumunu her türlü yol ve yöntemlerle geliştirmeye yönelmesi, Ortadoğu'nun tarihsel toplumsallığına çarpmış bulunmaktadır. Mevcut durumda yaşanan krizin bir yönü de maddi uygarlıkla manevi uygarlık arasında yaşanan bir çatışmadır. Manevi uygarlığın yarattığı toplumsallığın gücü, kapitalist modernitenin Ortadoğu'ya sokmak istediği bireycilik ve tüketim toplumunu reddetmektedir. Bireycilik ve tüketim toplumunun getirdiği toplumsal çözülmeyi, ahlaki çöküntüyü reddetmektedir. Yaşanan krizin önemli bir boyutunu da böyle görmek gerekmektedir. Toplumsallığın direniş gücünün ne kadar büyük olduğu, toplumsallığın yarattığı kültürel direnişin ne kadar büyük bir  güce sahip olduğu Ortadoğu coğrafyasında çok iyi görülmektedir. 

Ortadoğu’ya dayatılan işbirlikçi İslam
 
Kapitalizm toplumsallığı çözmeden yaşayamaz. Kapitalizm ancak toplumsallığın ölümü üzerinden yaşayan bir güçtür. Nasıl ki kanser hücreleri insan bünyesindeki diğer hücreleri yiyerek yaşıyorsa, kapitalizm de toplumsallığı yiyerek varlığını sürdürmektedir. Bu yönüyle de toplumun tümden ölümünü getirecek bir işlev görmektedir. Ortadoğu'nun tarihsel toplumsallığı, toplumsallığın gücü bunu hissederek, bunu fark ederek, bununla uyuşmazlık ve karşıtlık içinde bir direniş göstermektedir. Eğer bugün bütün müdahalelere rağmen Ortadoğu'da sorunlar çözülmüyorsa, daha da derinleşiyorsa, bunun nedeni, kapitalist modernitenin Ortadoğu toplumsal gerçekliğine ters karakteridir. Toplumsallığı derin bir kült haline getirmiş Ortadoğu halkları kapitalist moderniteyi de ve bu eksende yaşamını sürdürmek isteyen iktidarcı devletçi otoriter sistemleri de kabul etmemektedir. Ortadoğu'da yaşanan siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel sorunlar böyle bir kapsam içinde değerlendirilirse anlaşılabilir ve çözüm yolları bulunabilir.
Ortadoğu'da yaşanan kaos ortamında yeni iktidar ve devlet kurma hevesinde olan çeşitli sapkın güçler Ortadoğu toplumlarının bu toplumsal karakterini, toplumsal kültürünü, toplumsallığın bu gücünü, toplumsallığın bu tepkisini kullanarak kendilerini etkin kılmaya çalışmaktadırlar. Toplumsallığın kapitalist moderniteye gösterdiği tepkiye arızi, sapkın bir toplumsallık anlayışıyla sahiplenip kendilerini Ortadoğu'da güç yapmaya çalışmaktadırlar. Ortadoğu'da mevcut krizi ve kaosu tanımlarken toplumsallıktan sapmayı ifade eden bu güçlerin dayandığı siyasal, sosyal ve kültürel ortamı da iyi görmek gerekmektedir. Kuşkusuz bu güçlerin Ortadoğu'nun sorunlarına bırakalım çözüm bulması, daha da ağırlaştırması gerçeği bulunmaktadır. Demokratik karakterde doğru bir toplumsallık anlayışı ortaya çıkmadığı müddetçe bu tür akımların kendilerini var etme koşulları da bulunacaktır.
Kapitalist emperyalist modernist sistem dinlerin bu toplumsal karakterini ve direncini görerek Ortadoğu halklarının içine ajan bir İslam sokarak ya da işbirlikçi İslam’ı yaratarak kendini Ortadoğu'da etkin kılmak istemiştir. Yaşadığı sorunları ve bölgenin kültürel karakterinin kendisine karşı gösterdiği direnci bir ajan İslam hareketiyle çözebileceğini düşünmüştür. Türkiye'de Fetullahçılar gibi hareketleri on yıllardır desteklemektedirler. Yeşil kuşak politikası ve projesi çerçevesinde soğuk savaş döneminden bugüne kadar belirli İslami çevrelerle ilişki kurmuşlardır. İki kutuplu dünya sisteminin dağılmasından sonra ortaya çıkan boşluktan yararlanan ve kendine radikal İslam diyen güçlerin toplumlar içinde etkili hale geldiğini gören Amerika, işbirlikçi İslam, ajan İslam projesini kendisi açısından daha da gerekli görmüştür. Bu çerçevede ortaya çıkan Arap halkların tepkisini kullanarak, yönlendirerek işbirlikçi ajan İslam temelinde Ortadoğu'yu kontrol etme politikası izlemiştir. ABD Mısır’da, Tunus’ta, Libya’da böyle bir proje doğrultusunda politika yürütmüştür. İşbirlikçi, kendine ajanlık yapacak İslam üzerinden kapitalist modernist hakimiyeti kurmak istemiştir. Ancak kısa sürede bu temelde Ortadoğu'da kendisini hakim kılma isteğinin büyük bir yanılgı olduğunu görmüştür. Ortadoğu toplumlarının tarihten gelen toplumsallığının gücünü görememesi, sorunun şu ya da bu gücün siyasal tepkisi olarak görmesi bu yanılgının temelidir. Sadece bazı güçlerin siyasal tepkisi, güncel ve dönemsel çıkarlarından öte,  Ortadoğu halklarının kapitalist modernist sisteme, tüketim toplumuna karşı toplumsallığın tepkisi söz konusudur. Bu açıdan kendine göre ajan olabilecek, politikasına koşturacağı işbirlikçi güçlerle Ortadoğu'yu kontrol altına alma politikası çökmüştür. İki kutuplu dünya siyasal sisteminin ve bölgedeki iktidarların dağılmasından sonra toplumsallık kültürü daha da canlanmış, daha da dinamik hale gelmiş, bundan da çeşitli güçler yararlanarak ABD'nin düşündüğü işbirlikçi ajan projesini boşa çıkaran hamleler içine girmişlerdir. ABD'nin işbirlikçi ajan projesi tutmadığı gibi, halkların canlanan toplumsal dinamizmini kötüye kullanan sapkın gruplar bu çözümsüzlük ortamında kendilerini alternatif göstererek güç olmaya başlamışlardır. Çözümsüzlük bataklığından beslenmişlerdir. Bunun sonucu da birçok yerde toplumun kapitalist moderniteye, bireyciliğe, tüketim toplumuna, kapitalist emperyalist sistemin on yıllardır Ortadoğu ve İslam halklarına yönelik üstenci, oryantalist bakış açısına tepki duymasını değerlendirmişlerdir. 

ABD bu durum karşısında iki yol izlemiştir. Bir taraftan Türkiye ve Mısır gibi kendisi açısından önemli yerleri sağlam tutmaya, politikalarına destek verici hale getirmeye çalışırken, diğer taraftan halkların kapitalist moderniteye karşı tepkisine dayanarak kendini güç yapmaya çalışan sapkın güçleri de birbirine vuruşturarak, çarpıştırarak güçten düşürme politikası izlemektedir. Bir taraftan onları parçalayıp birbirine vuruşturmak isterken, diğer taraftan mevcut kimi iktidarları bunlarla savaştırarak hem kendi ihtiyaçlarına cevap vermeyen klasik iktidarcı devletçi güçleri zayıflatmayı, hem de yeni ortaya çıkan sapkın bu hareketleri yıpratmayı hedeflemektedir. Ortadoğu'daki etkinliğini yaşanan kriz ortamında bu yol ve yöntemlerle sürdürmeye çalışmaktadır. ABD gelinen aşamada Ortadoğu'da yaşanan sorunlara çözüm bulma yerine, kriz ortamında kriz yönetimi gerçekliği altında önünde engel olan tüm güçleri yıpratacak bir strateji izlemektedir. Şu anda Ortadoğu'da izlenen politikaları esas olarak bu çerçevede değerlendirmek mümkündür.

Türkiye, KDP, IŞİD ortak cephede 

Bu çözümsüzlük ya da hiçbir çözüm politikası olmayan güçlerin birbirlerine karşı yürüttükleri savaş ortamında Ortadoğu halklarına tek bir çözüm gücü Kürt Özgürlük Hareketi’dir, Önder Apo'nun ortaya koyduğu demokratik ulus projesidir. Çözümsüzlüğü esas alan güçlerin bulunduğu bu ortamda böyle bir çözüm alternatifinin varlığı önümüzdeki dönemde Ortadoğu'daki siyasal gelişmelerin boyutunun nerelere varacağını da göstermektedir. Kapitalist modernite önünde engel gördüğü tüm güçleri yıpratan, zayıflatan bir politika izleyecektir. Bu açıdan hem alternatif bir güç olan hareketimizi yıpratacak, hem de halkların toplumsallığına dayanarak kapitalist modernitenin bölgedeki etkinliği konusunda sorun çıkaran hareketleri etkisiz hale getirme politikası izleyecektir.
Bu yönüyle görülmektedir ki Kürt Özgürlük Hareketi gelecek dönemde bölgedeki kriz ortamında halkları yıpratarak Ortadoğu'yu yönetme politikası izleyen kapitalist modernist güçler ve Ortadoğu halklarının toplumsal karakterini kullanarak kendisini etkin kılmak isteyen sapkın güçlerle karşı karşıya gelecektir. Hareketimiz mevcut kaos ortamında tek alternatif güç olduğundan bu güçler bölgede varlıklarını korumak için hareketimizin gelişmesini ve Ortadoğu'da sorunları çözen bir güç olmasını engellemeye çalışacaklardır. Dolayısıyla kendini kriz ortamında etkin kılmak isteyen kapitalist modernist sistemle bu ortamın yarattığı sorunlardan yararlanarak kendini güç etmek isteyen çeşitli gruplar ve örgütlerle Kürt Özgürlük Hareketi'nin karşı karşıya gelmesi kaçınılmaz gözükmektedir. 

Yakın zamanda ortaya çıkan IŞİD’in hem Suriye'de hem de Irak'ta etkin olmak istemesi ve en son Musul’u ele geçirerek Irak’ın özellikle Sünni bölgelerinin tümüne yakınına hakimiyet kurması, Ortadoğu'da kriz durumunu daha da derinleştirmiş, yeni bir aşamaya ulaştırmıştır. IŞİD adı altında Musul’u ele geçiren güçler tabii ki mevcut siyasal ortamdan yararlanmışlardır. Ancak bu mevcut siyasal ortamdan yararlanırken Türkiye ve KDP ile ilişki içinde olmuşlardır. Türkiye, Irak Sünnileri ve KDP ortak hareket ederek, ittifak halinde Irak’taki Maliki iktidarına karşı bir hamle yapmışlardır. Zaten son aylarda büyük bir çatışma ve çekişme içindelerdi. Bu çatışma ve çekişme içinde Türkiye, KDP ve Iraklı Sünniler böyle bir ittifakla ortak hareket etmişlerdir. Suudi Arabistan, Katar ve Ürdün gibi ülkeler de dolaylı ve dolaysız olarak bu cephe içinde yer almışlardır. Irak'taki Maliki iktidarını zayıflatma ve böylelikle hem Irak'ta, hem de bölge politikalarında etkin olmak için IŞİD şemsiyesi altında Irak'taki bütün muhalif güçleri harekete geçirmişlerdir. Bunun sonucu Musul’da ve Irak’ın diğer yerlerinde olduğu gibi kolay başarılar elde edilmiştir. Musul zaten savaşmadan saf değiştirmiştir. Türkiye, KDP, eski Saddam yanlıları ve IŞİD bir nevi Sünni bir cephe kurarak Irak'taki Maliki hükümetini zayıflatmışlar ve bugünkü çıkmazla karşı karşıya getirmişlerdir. Bu yönüyle Irak’ta yaşananları sadece IŞİD örgütüyle sınırlı görmek yanlıştır. Saddam yanlıları vardır, Tarık Haşimi’nin içinde bulunduğu grup dahil yeni ortaya çıkan Sünni muhalif örgütler böyle bir hareketin içinde yer almışlardır. Bu güçler birleşik hareket etmişlerdir ve sonuçta da Irak’ın fiili olarak üçe bölünmesi durumu ortaya çıkmıştır. 

Kuşkusuz sadece Irak üçe bölünmemiştir, Irak’ta Sünni cephenin etkili olması Suriye politikalarını da yakından etkileyecektir. Nitekim Suriye bu olaydan sonra IŞİD'e karşı saldırılarını arttırmıştır. Daha önce El Nusra, Özgür Suriye Ordusu ve çeşitli muhaliflerin Türkiye, ABD ve diğer güçlerden destek alarak Esad rejimini geriletme, yıkma ve bu temelde Suriye'de etkili olma politikalarına karşı, Esad rejimi IŞİD’le bu güçlerin çatışmasından yararlanarak kendini ayakta tutma politikası izlemiştir. ABD yakın döneme kadar nasıl ki Esad rejimiyle bütün İslami güçleri çatıştırarak her iki gücü yıpratıp kendi politikasına çekmek istemişse, Esad da yakın zamana kadar İslami güçleri birbiriyle çatıştırarak Suriye'de pozisyonunu güçlendirme politikası izliyordu. Bu çerçevede IŞİD’le açık bir savaş içine girmiyordu. Hatta zımni bir çatışmasızlık içindeydiler. Ancak son Irak'taki gelişmelerden sonra IŞİD’e yöneldiği anlaşılmaktadır. IŞİD'in Irak'ta dengeler içinde yer almasının ve Sünni kabarışın Suriye'deki etkisini kırmak açısından bir saldırı içine girdiği görülmektedir. 

Irak’ın 3’e bölünmesiyle sorunlar çözülmüyor 

Mevcut durumda Irak'taki rejim ayakta kalabilir mi, Irak’ın birliğini koruyabilir mi? Şu andaki pozisyonuyla bunu gerçekleştirmesi mümkün değildir. Ancak hem askeri hem de siyasi radikal hamleler yapabilirse kendi konumu güçlendirebilir; Irak’ın dağılmasının önüne geçebilir. Eğer böyle bir performansı göstermez, Sünnileri ve Kürtleri bir arada tutacak daha sonuç alıcı  politikalar izlemezse Irak’ın dağılması kaçınılmazdır. Mevcut ayrılık demokratik bir anlayış ve zihniyetle olmadığından Sünni-Şii çatışması, yine Kürt-Arap çatışması biçiminde ortaya çıkacak yeni gerilim ve çatışma etkenlerini canlı tutan bir parçalanma ve bölünme durumu ortaya çıkacaktır. 

Mevcut durumda öyle üçe bölünmeyle herkesin kendi konumuna razı olacağı bir durum ortaya çıkmayacaktır. Eğer Sünniler Irak’ta bir hamle yaparlarsa Bağdat’ı Şiilere bırakmak istemeyeceklerdir. Çünkü Bağdat kimin elinde olursa Irak coğrafyasında o etkin olacaktır. Bağdat’ın hala böyle bir   konumu vardır. Bu açıdan ya Bağdat üzerinde Şiilerle Sünniler anlaşacaklar, yeni bir Irak siyasi rejimi ortaya çıkacaktır ya da Sünnilerle Şiiler bir nevi İsraillilerle Filistinlilerin Kudüs üzerinde yürüttüğü savaş gibi Bağdat üzerinde de savaş yürüteceklerdir. Bu kesindir. Bağdat konusunda bir uzlaşma olmadan Şiilerle Sünnilerin ne bir arada yaşayacağı yeni bir Irak kurulabilir, ne de Şiiler ve Sünniler ayrılsa bile bu ayrılık çatışmayı durdurabilir. Bu yönüyle Irak'ta önümüzdeki dönemde çatışmaların artacağı beklenebilir. 

Irak'taki mevcut durumun ortaya çıkmasında tabii ki KDP'nin Türkiye ile birlikte Irak'taki Sünni kesimlerle ittifak yapmasının etkisi olmuştur. KDP bu nedenle Musul’da direnmemiş, Kürtlerin tümünün göç etmesine göz yummuştur. Anlaşılıyor ki IŞİD’le, Saddam yanlılarıyla, yine Tarık Haşimi çevresiyle KDP arasında bir anlaşma vardır. Bu anlaşma içinde Türkiye'nin olduğu da anlaşılmaktadır. Bu anlaşma da Musul Sünnilere bırakılacaktır, Kürtler çekilecektir. Irak Sünnileriyle Kerkük konusunda zımni bir uzlaşma yapıldığı, bu çerçevede Kerkük’ün Kürtler tarafından kontrol edilmesine ses çıkarmadıkları anlaşılmaktadır. Her ne kadar Musul’da ve Kerkük’te peşmergeler savaşıyor denilse de bunlar bilinçli olarak abartılan haberlerdir. Öyle KDP alanında peşmergelerle IŞİD'in, Sünni grupların çatıştığı söylemleri doğru değildir. Kuşkusuz Sünni cephe bir olmadığından dolayı farklı grupların çeşitli yerlerde KDP ile gerilimler yaşaması durumu ortaya çıkmış olabilir. Ama esas olarak KDP ile bu güçler arasında bir çatışmasızlık pozisyonu vardır. KDP peşmergeye IŞİD’le çatışma içine girmeme, çatışmadan kaçınma talimatı vermiştir. Bu gerçeklik ortaya koymaktadır, ortaya çıkan kimi çatışmalar, kimi gerilimler mevzi çatışma ve gerilimleridir; bir genel politikanın sonucu ortaya çıkan gerilimler değildir. Genel anlamda ise Musul’la çevresindeki Kürtler arasında zımni bir anlaşma yapıldığı, bu zımni anlaşma çerçevesinde her iki tarafın pozisyon aldıklarını söylemek gerekmektedir. 

Kerkük merkezinin Kürtlerin hakimiyeti altında olması konusunda herhangi bir sorun yok. Ama Kerkük’ün dışındaki Araplarla Kürtlerin birlikte yaşadığı belirli bölgelerde IŞİD’le YNK güçleri arasında kimi çatışmalar olmaktadır. Ama bu çatışmalar da abartıldığı gibi değildir. Oralarda da belirli bir zımni anlaşma vardır, çatışmasızlık durumu vardır. IŞİD, Sünni cephe esas olarak yoğunlaşmasını Bağdat ve Maliki iktidarı üzerinde yapmaktadır. Şu anda KDP ile ya da Güney Kürdistanlı güçlerle bir mütareke durumunu yaşamaktadırlar. Bu gerçekliğin görülmesi gerekir. Ancak ileride durum böyle mi olur, böyle mi devam eder? Kuşkusuz böyle devam etmez.  Çünkü Irak Sünnileri Irak Şiilerinden daha milliyetçi bir karaktere sahiptirler. Çünkü kapitalist modernitenin Ortadoğu'ya girdiği dönemde kapitalist modernitenin, ulus-devletçiliğin, yani milliyetçiliğin Ortadoğu'ya girdiği ve kökleştiği dönemde Irak'ta Sünniler hakim olmuşlardır. Bu açıdan Sünniler içindeki Arap milliyetçiliği Şiiler içindeki Arap  milliyetçiliğinden daha derindir. Bu yönüyle de bugün Irak Sünnileriyle Kürtler arasında belirli bir uzlaşma, zımni anlaşmalar olsa bile bunlar geçicidir, bunun da böyle görülmesi gerekmektedir. 

Irak Sünnileriyle Kürtler arasında uzlaşma geçicidir 

Bu ortamda KDP'nin ve diğer Kürt gruplarının politikaları; Irak’ın demokratikleşmesi temelinde kendilerini ve varlıklarını güvenceye alma yerine, bu tür çatışmalardan yararlanarak,  çeşitli dış güçlerin desteğiyle bir devletçik kurma doğrultusundadır. Bu nedenle bu ortamda Kerkük üzerinde hakimiyet kurmalarını kendileri açısından önemli görmektedirler. Devletçiğe yönelmede önemli bir adım olarak değerlendirmektedirler. 140. Maddenin pratikleşmesi olarak ele almaktadırlar. IŞİD ve Baasçıların hamle yaparak Irak’ın belli bölgesinde etkinlik kurarak Maliki rejimiyle çatışma içine girmelerinden yararlanarak kendi pozisyonlarını güçlendirme politikası izlemektedirler. Kuşkusuz 140. Madde üzerinde gerilim vardı. Aslında Kürtler zaten fiili olarak Kerkük’ü yönetiyorlardı. Kerkük’ün Kürtler tarafından ağırlıklı olarak yönetilmesi konusunda merkezi hükümetin de yapacağı bir durum yoktu. Sadece Kerkük çevresinde bazı noktalarda askeri güçleri vardı. Böylelikle Kerkük’ü kontrolünde tutmak istiyorlardı. Bu durumla birlikte merkezi Irak  hükümetine bağlı askeri güçlerin de varlığı kalmamıştır. Böylelikle Kerkük Kürdistan federasyonuna bağlanmış bir duruma gelmiş bulunmaktadır. Kuşkusuz Kürtlerin Irak'ta bulundukları bütün coğrafyalarda kendi kendilerini yönetmeleri haklarıdır. Bu yönüyle Kerkük’ü yönetmeleri de haklarıdır. Ancak mevcut durum bir demokratik ulus anlayışı içinde bütün etnik ve dinsel toplulukların birbirlerinin farklılığını kabul ederek her grubun kendi bulunduğu bölgede kendi kendini yönetmesi zihniyetinin politikasının sonucu ortaya çıkmamıştır. Gerilimler, çatışmalar sonucu ortaya çıkan bir durumdur. Bu açıdan da bundan sonra da belirli düzeyde gerilim alanı olmaya devam edecektir.  

Görünüşte Kürtlerin bir kazanç elde ettiği düşünülebilir. Kerkük’e Kürtler hakim olmuştur, ancak bir bütün olarak ve uzun vadeli düşünüldüğünde Kürtlerin Kerkük dahil bulundukları tüm alanlarda kendi kendilerini yönetmelerini sağlayacak, sadece Güney Kürdistan'da değil, Rojava’da, Rojhilat’ta, Bakur’da Kürtlerin yaşadığı bütün coğrafyada, illerde, ilçelerde, hatta köylerde kendi kimlikleriyle, kültürleriyle kendilerini yönetecekleri özgür ve demokratik yaşamı gerçekleştirecekleri doğru stratejisi böyle midir? Bu tartışmalı bir konudur. Çünkü Kürtler İran'da, Irak'ta, Suriye'de, Türkiye'de bu topluluklarla iç içe yaşamışlardır. Bu yönüyle sınır çekmek, sınır çekerek tüm Kürtlerin özgür ve demokratik yaşamını garantiye almak mümkün değildir. Aslında bütün toplulukların ister Kürt olsun, ister Türk, Fars, Arap olsun kendi kimlikleriyle, kültürleriyle özgürce yaşayacağı tek model demokratik ulustur. Demokratik ulus dışındaki tüm etnik ve ulusal, dinsel etkinlik kurma çabaları mutlaka bir yerlerde birilerinin diğerlerini tasfiye etmesi, etnik ve inançsal soykırım yaratmasıyla sonuçlanır. Çünkü mevcut durumda farklı etnik ve dinsel toplulukların sorunlarını demokratik ulus modeli dışında çözme politikası sürekli gerilim yaratacak ya da etnik ve dinsel toplulukların belirli alanlarda kültürel soykırımlarıma uğratılmaları ve zorla göç ettirilmeleri gibi durumlar ortaya çıkaracaktır. Tüm bunların önüne geçecek; hiçbir kültürel soykırıma, göçertmeye, ötekileştirmeye, baskı ve zulme fırsat vermeyerek özgür ve demokratik yaşamı sağlatacak tek proje demokratik ulus projesidir. Bu proje temelinde Kürtler bulundukları her yerde daha kazançlı çıkacaklardır. Bu proje Türkiye, Suriye, İran ve Irak'ta uygulandığında tüm Kürtler bulundukları coğrafyada özgür ve demokratik yaşama kavuşacaklardır. Ya da Kürdistan coğrafyası gerçek bütünlüğüne, gerçek büyüklüğüne ve birliğine ancak bu temelde ulaşır. Bu gerçekliğin özellikle görülmesi gerekir.
Öte yandan Kürtlerin Ortadoğu'da varlıklarının ve özgürlüklerinin güvenceye  alınmasının yolu herhangi bir dış destek ya da uluslararası ve bölgede yaşanan çelişkilerden yararlanarak kendini var etmek değildir. Ya da bir sınır çekerek kendi varlığını ve özgürlüğünü sağlayacağını düşünmek değildir. Bunlar Ortadoğu'nun binlerce yıllık tarihi ve yakın tarihi siyasal gelişmeleri düşünüldüğünde Kürtlerin özgür ve demokratik yaşamı açısından kalıcı güvence teşkil edemezler.  Kürtlerin özgür ve demokratik yaşamının en temel güvencesi, bölge ülkelerinin ve bir bütün olarak Ortadoğu'nun demokratikleşmesi ve özgür yaşam ortamına kavuşmasıyla mümkündür. Özcesi, Ortadoğu'nun demokratikleşmesi, tek tek ülkelerin demokratikleşmesi, bu temelde Kürtlerin özgür ve demokratik yaşam sorunlarının çözümü Kürtler açısından en doğru çözümdür, en fazla kazandıran çözümdür. Özellikle de ezilmiş bir topluluk olarak bütün temel haklarına bulundukları her yerde kavuşmasını sağlayacak olan böyle bir projedir. Bunun dışındaki her proje Kürt’ün bütünlüklü  özgürlükçü ve demokratik yaşamını sağlamayacak, bir parçasında belki bazı imkanlar ortaya çıkacak, ama birçok yerde de Kürt’ün kültürel soykırıma uğraması, asimilasyonla yok edilmesi gibi sonuçlar ortaya çıkaracaktır. 

KDP’nin politikası Kürtleri zayıf düşürüyor 

Nitekim en somut örnek Türkiye! Türkiye neredeyse Güneybatı’yı tümden asimilasyona ve kültürel soykırıma uğratmıştır. Kuzey Kürdistan'ın  Kuzeyi ve belirli bölgelerde bu yönlü politikalar izlemektedir. Türk devleti Kürt’ün kendi kimliğiyle yaşamını bazı yerlerle sınırlı tutmaya çalışmaktadır. Milliyetçi yaklaşımlar, devletçi yaklaşımlar da egemen güçlerin bu yönlü politikalarına hizmet edecek bir karaktere sahiptir. Bu tür anlayışların sonucu Kürtler ancak sınırlı alanlarda kendilerinin kimliğiyle, diliyle, kültürüyle yaşama kavuşurlar. Devletçi ve milliyetçi zihniyet Kuzey Kürdistan'ın yarısının yok edilme durumuyla karşı karşıya gelmesini sağlayacak sonuçlar ortaya çıkarır.

Bu açıdan bir devletçiğin Kürtler açısından doğru bir çözüm olacağı yaklaşımı Ortadoğu'nun tarihsel toplumsal gerçekliğine çok fazla uymamaktadır. Kuşkusuz Kürtler Güney Kürdistan'ın bulundukları her yerinde, Kerkük’te, Xanekin’de sadece buralarda değil, şu anda KDP'nin terk ettiği Musul’da da kendi özgür ve demokratik yaşamlarına kavuşmalıdırlar. Musul’un en azından üçte biri Kürt’tür, çevresi Kürt’tür. Şimdi belli yerlerde hakim olma adına  Musul’daki Kürtlerin haklarının, hukuklarının bir tarafa itilmesi, buralardan neredeyse vazgeçilmesi, özgürlükçü ve demokratik bir yaklaşım değildir. Tamamen belirli alanlardaki hakimiyet kurmaya yönelik milliyetçi, ulus-devletçi bir yaklaşımdır. Kürtlerin tümünün hak ve hukukunu savunan bir yaklaşım olmamaktadır. Bu yönüyle Irak genelinde demokratik ulus çizgisinde her toplumun kendi bulunduğu alanda özgür ve demokratik yaşamını savunacak bir siyasal model ortaya çıkarılsaydı, bunun Kürtlere kazandırdıkları katbekat fazla olurdu. Şu anda KDP belirli güçlerin desteğiyle bir devletçik olma peşindedir. Bu konuda kimlerle anlaşmıştır, nasıl bir sonuç çıkacaktır yakında görülecektir, ama ortada şöyle bir yanlış durum vardır, paradoks vardır: Özellikle KDP şahsında izlenen yanlış politika vardır. Kürtlerin her parçadaki haklarını ve hukuklarını güvenceye alma, her parçadaki Kürtlerin haklarını her yerde savunmak açısından Kürtlerin bir ulusal kongre etrafında ulusal birliğin gücüne dayanması gerekirken, belli dış güçlere dayanarak bir şey elde etme yaklaşımı vardır. Bu durum Kürtleri zayıf düşürmektedir. 

KDP'nin politikası Kürtleri sadece Kuzey Kürdistan'da değil, Doğu Kürdistan'da da, Batı Kürdistan'da da, Güney Kürdistan'da da zayıf düşürmektedir. Kuşkusuz  çeşitli güçlerle ittifak yapılabilir, politika izlenebilir, taktik ilişkiler içine girilebilir, ama stratejinin esasını çeşitli güçlerle bu tür ilişkilere dayandırmak değil de, Kürtlerin birliğine dayanan bir yaklaşımla strateji uygulamak, taktik ilişkilere girmek Kürtlere daha çok kazandıracaktır. Kürtler kendi birlikleri temelinde çeşitli ilişkilere girdiklerinde özgür ve demokratik yaşamlarını güvenceye alma stratejisine daha kolay ve daha etkin ulaşacaklardır. Bu açıdan KDP'nin Kürtlerin haklarını ve hukuklarını savunma konusundaki yaklaşımları yanlıştır. Hep bir yerlere dayanarak kendine yer açmaya çalışmaktadır. Aslında KDP'nin bu tavrı KDP'nin kuruluşu sırasındaki bölge siyasal koşullarına göre şekillenmiştir. O dönemde Kürtler güçsüzdür. Güçsüz oldukları için de KDP ve YNK örneklerinde görüldüğü gibi şuraya-buraya dayanmışlardır, şuraya-buraya dayanarak varlıklarını sürdürmek istemişlerdir, şuraya buraya dayanarak politika izlemişlerdir. Belki o günün koşullarında belli dönemde anlamı olan bu yaklaşımların bugün gerçekten anlamı yoktur. Kürtlerin çıkarını temsil etmeyen, aleyhinde olan bir yaklaşımdır.
Kürtler 40-50 yıldır büyük mücadele vererek Ortadoğu'da güç olmuşlardır, Ortadoğu'da örgütlü güç haline gelmişlerdir. Kürt halkı önemli bir bilinç düzeyine ulaşmıştır. Demokratik toplumcu karaktere kavuşmuştur. Yani elli-altmış yıl öncesinin Kürdistan'ı yoktur. Elli-altmış yıl öncesinin KDP gibi örgütlerin zayıflığı nedeniyle belirli güçlerle ilişki kurma ihtiyacıyla şekillenen politika bugün Kürt gerçeğine uymamaktadır. Bu politika Kürt’ün kırk-elli yıldır yürüttüğü mücadeleye uymayan, Kürt gerçeğini anlamayan, buna dayanmayan, buna dayanarak politika yapmayan bir yanlış yaklaşımın ürünüdür. Bu yanlış ve Kürtlerin bugünkü gerçeğiyle uyuşmayan politik tarzın bırakılması gerekmektedir. Kürt kırk-elli yıl önceki Kürt değildir. Artık askeri gücü de vardır, siyasi gücü de vardır, ekonomik gücü de vardır. Bölgede artık Kürtler var olmadan istikrar sağlanamaz, yeni bir siyasi sistem kurulamaz. Eskiden bunlar olabilirdi, Kürtleri kendine yedekleyebilirlerdi; ama artık Kürtler bu durumda değildir. Bırakalım yedeklenmeyi, Ortadoğu'da inisiyatif alabilecek ve Ortadoğu politikasında en etkili hale gelebilecek bir ulusal-toplumsal gerçeğe ulaşılmıştır.

Kürtlerde demokratikleşme bilinci, demokratik zihniyet çok gelişkindir. Ne Türklerde, ne Araplarda, ne Farslarda olmayacak demokratik ve özgürlük bilinci Kürtlerde vardır. Kürtler buna dayanarak doğru politikalarla inisiyatif alabilir, bütün Ortadoğu'nun politikalarında etkin hale gelebilirler. Türkiye'nin politikalarında, İran’ın, Irak’ın, Suriye’nin politikalarında etkin hale gelebilirler. Kürtler artık böyle bir ideolojik ve siyasi güce ulaşmıştır. KDP hala bu gerçekliği görmeden elli yıl önce babasından öğrendiği politikalarla işleri yürütmeye çalışmaktadır. Bu, Kürtlerin çıkarını savunmak değildir. Bu Kürtlerin  demokratik toplum gücüne dayanmayan, Kürt halkına dayanmayan, sadece dış güçlere ya da bölgedeki denge çatışmalarına dayanan politika yapmaktır ki, bunun güvencesi de yoktur, geleceği de yoktur. Esas dayanılması gereken güç Kürtlerin kırk-elli  yıldır yürüttükleri mücadeleyle ortaya çıkardıkları halk gerçekliği ve Kürtlerin birliğine dayalı ortaya çıkan güç olmalıdır. Bu birliğe dayanılırsa o zaman diğer güçlerle yapılan politikalar anlamlı hale gelir, değerli hale gelir, Kürtlere kazandırır. Kürtlerin birliğine dayanıldığında tüm diplomatik ilişki ve girişimler Kürtlerin etkin olmasında rol oynar. Ama şimdi ortaya çıkan Kürt halk gerçeği dikkate alınmadan yapılan politikalar Kürt’ü zayıf düşürmektedir, politikasız bırakmaktadır ve gelecek açısından tehlikelerle karşı karşıya getirmektedir. 

Ulusal birliğe göre politika üretmek Kürtlere kazandırır 

Öte yandan bugün sadece Güney Kürdistan değil, bütün parçaların özgür ve demokratik yaşamını güvenceye alacak imkanlar ortaya çıkmıştır. KDP şimdi sadece Güney parçasını dikkate alarak, hatta bütün parçalardaki özgürlük ve demokratik yaşam mücadelesini kendi kuracakları küçük Kürdistan’a feda eden politikalar izlemektedir. Bu, çok tehlikeli bir yaklaşımdır. Nitekim Türkiye'nin KDP ilişkileri bu çerçevededir. Türkiye KDP ilişkilerini PKK düşmanlığı üzerine kurmuştur. Bu nedenle Türkiye ile KDP ilişkileri bu kadar sıkıdır. Türkiye hala bütün politikalarını, bütün ilişki ve ittifaklarını Kürt Özgürlük Hareketi'ni tasfiye etme, Kürtleri etkisiz kılma üzerine kurmuştur. KDP'nin kara kaşına kara gözüne hevesli olduğu için değil; KDP üzerinden  Kuzey Kürtlerini, Kürt Özgürlük Hareketi'ni nasıl etkisizleştiririm politikası ekseninde ilişkiler kurmaktadır. Bir nevi 1960’larda KDP'nin Türkiye ile girdiği ilişkiler çerçevesinde Kuzey Kürdistan'daki gelişmeleri engellemesinin bir benzeri yaşanmaktadır. 1960’lı yıllarda dünyanın her tarafında ulusal kurtuluş hareketleri gelişirken, en geri topluluklar bile büyük bir mücadele geliştirirken, hatta ulusal kurtuluş mücadelelerini sonuca ulaştırırken Kuzey Kürdistan'da amiyane deyimle yaprak bile kımıldamamıştır. Her tarafta ulusal kurtuluş hareketleri gelişirken, Türkiye'de devrimci demokratik hareket çok güçlü biçimde gelişirken, Kuzey Kürdistan'da sadece DDKO gerçeğinde olduğu gibi sınırlı bir durum, hareket, kıpırdama ortaya çıkmıştır. Kaldı ki bu kıpırdamaya zemin olan zihniyet dünyasını temsil edenlerden Sait Kırmızıtoprak Türkiye'nin isteğiyle katledilmiştir. Türkiye Sait Kırmızıtoprak ve onun gibi düşünenleri kendisi için tehlikeli gördüğünden KDP eliyle onları saf dışı etmiştir. Türkiye bu politikayı bugün güncelleştirmeye çalışmaktadır. Kuşkusuz eskisi gibi yapmamakta, sadece İstihbarat örgütleriyle kurulan ilişkilerden öte, çok boyutlu yeni ilişkiler kurarak Kürt Özgürlük Hareketi'ni etkisizleştirmek istemektedir. 

 Bu açıdan mevcut KDP'nin Irak ve Ortadoğu genelinde izlediği politika yanlıştır. Türkiye eksenli bir politikanın Kürtlere fayda getirmeyeceği açıktır. Çünkü Türkiye hala Kürt düşmanlığında öncüdür. Kürtlerin sadece Kuzey’de değil, Rojava’da, Doğu’da, her tarafta özgür ve demokratik yaşamını kazanmaması için çaba göstermektedir. Bu konuda gerektiğinde İran’la da Suriye ile de rahatlıkla ilişki kurabilmektedir. Başka konularda çatışsalar bile, sıra Kürt konusuna geldiğinde ortak davranabilmekte, birbirlerinin Kürt politikasını gözetmektedirler. Türk devletinin hala Kürtleri kültürel soykırıma uğratmak isteyen bir siyasi sömürgecilik politikası izlediği gerçeği ortadayken AKP ittifakına dayanan bir politika izlemesi yanlıştır. Bu politika, Kuzey Kürtlerini güçsüz düşürmektedir. Hatta Kuzey Kürdistan'daki Kürt sorununun çözümünü güçlendiren değil, zayıflatan etkendir. Bazen KDP ya da sözcüleri biz de sorunun çözümünü istiyoruz deseler de, KDP ile ilişkileri Türkiye'nin sorunu çözmesine değil, sorunun çözümsüzlük politikasında ısrar etmesine neden olmaktadır. Bu gerçekliğin görülmesi gerekir.

Bu kadar gelişme varken, Ortadoğu'da yeni dengeler kurulmak istenirken mevcut kaos ortamından Kürtlerin güçlü çıkması açısından ulusal birlikleri çok önemlidir. Ulusal birliğe dayanarak politika üretmek; Türkiye'ye değil, Suriye'ye değil, şu bu güce değil, Kürtlerin birliğine dayanarak politika üretmek önemlidir. Ancak öyle olursa o zaman İran ilişkisi, Türkiye ilişkisi, Suriye ile Irak ile ya da Batıyla, Avrupa, ABD ile Rusya ile kurdukları ilişkiler Kürtlere kazandırır. Yoksa mevcut anlayışla kurulan ilişkiler Ortadoğu'da etkin olan, aktör olan güçlerin yedeğine düşme gibi bir durum ortaya çıkarır. Bu da sonuçta Kürtlerin bütün parçalarındaki özgür ve demokratik yaşamına güç kazandırmaz. Belki Güney Kürdistan'daki bazı şehirler KDP'nin ya da bazı grupların, Güneyli siyasi güçlerin kontrolüne girebilir, ama izlenen yanlış politikalar diğer parçalardaki özgürlük ve demokrasi mücadelesini güçlendirmez. Kaldı ki böyle bir durumda da Güney Kürdistan varlığını ne kadar sürdürebilir, özgür ve demokratik yaşamını ne kadar güvenceye alabilir bu da kuşkuludur. Bu açıdan Güney Kürdistan'ın da özgür ve demokratik yaşamının güvenceye alınması ve mevcut kazanımların sürdürülmesi açısından da KDP'nin bütün parçaların çıkarlarını gözeten ve ulusal birliğe dayanan bir politika yürütmesi gerekir. Güney Kürdistanlı siyasi güçlerin böyle bir yaklaşım içinde olmaları hem genel ulusal çıkarlar hem de Güney Kürdistan'ın geleceği açısından önem arz etmektedir. Yoksa bencil, sadece birkaç şehri kontrol etme, petrol gelirlerini elde etme, bunun üzerinden yaşama gibi yaklaşımlar tarih ve toplum karşısında bu güçleri sorumlu duruma düşürür.

KDP-Türkiye ilişkileri ciddi tehlikeler taşıyor 

Türkiye mevcut gelişmelerden doğru sonuç çıkarmıyor. Her ne kadar çözüm süreci açısından bir çerçeve yasasından söz edilse de politikalar esas olarak Kürtlerin özgür ve demokratik yaşamına saygı duyan, Kürt sorununun demokratik olma temelinde gerçekleşmesi ve kalıcı çözüme ulaşmasını sağlayan bir yaklaşım içinde değildir. Önder Apo ve hareketimiz Türkiye'ye uzun dönemden beri Misak-i Milli’nin güncelleşmesi temelinde bir politika izlenmesi çağrısı yapmaktadır. Yani Kürtlerin tasfiyesi üzerinden, Kürtlerin soykırıma uğratılması üzerinden değil, Kuzey Kürdistan'da Kürt sorununu çözerek bütün Kürtlerle demokratik ittifak içinde bir Ortadoğu politikası izlemesinin daha doğru olacağını vurgulamaktadır. Bu açıdan Kürt sorunun çözümü Türkiye'ye de kazandıracaktır. Ama Türkiye Kuzey Kürdistan'da Kürt sorununu çözerek, bu temelde Güney Kürdistan’la, Rojava’yla, Güney Kürdistan’la, yine Doğu Kürtleriyle ilişki kurarak sınırları değiştirmeden Misak-i Milli’yi güçlendirip demokratik Türkiye temelinde Ortadoğu'da etkin olma politikası yerine, Kürtleri tasfiye ederek otoriter bir Türkiye olmaya çalışmaktadır. Bu temelde Osmanlı ya da yeni Selçuklu diyebileceğimiz otoriter olmaya dayalı yeni bir Ortadoğu perspektifiyle hareket etmektedir. Bu tabii ne Kürtler tarafından ne de demokrasi güçleri tarafından kabul edilebilecek bir yaklaşımdır.
Kuşkusuz Türkiye Güney Kürdistan’la ilişki kurabilir, Güney Kürdistan Türkiye ile ilişki kurabilir; ama bu ilişki Kuzey Kürdistan'da Kürt sorununun çözümü temelinde olduğu takdirde doğrudur ve anlamlıdır. Yoksa tehlikeli bir ilişkidir. Biz Türkiye'nin kendi Kürt sorununu çözerek hem Güney Kürdistan'daki, hem Rojava’daki Kürt siyasi güçleriyle ilişki içinde olmasını, ekonomik, sosyal, kültürel ilişki temelinde sınırlara dokunmadan Misak-i Millinin güncellenmesini doğru buluyoruz. Bu, demokratik bir politikadır, demokratik etki politikasıdır. Demokratik gücüne dayanarak bölgede etkili olma politikasıdır. Böyle etkinlik yanlış değildir. Bu etkinlik demokrasi etkinliğidir, ekonomik, sosyal, kültürel yaşamın demokratikleşmesi etkinliğidir ki, buna karşı çıkmak mümkün değildir. Bu emperyalist yayılmacılık değildir, yeni Osmanlıcılık değildir ya da Selçuklunun hakimiyet alanlarını genişletip bölgeye hakim olma yaklaşımı değildir. Bu, demokratik zihniyet temelinde demokratik bir model temelinde etkide bulunmaktır. Ya da demokratik bir model olarak ortaya çıkan büyük ekonomik, sosyal ve kültürel gelişmeye dayanarak bir etkide bulunmaktır ki, bu da karşı çıkılacak değil, kabul edilecek, bütün Ortadoğu halklarına kazanç ve yarar getirebilecek bir etkidir. Ama Türkiye gelinen aşamada böyle bir perspektifle, böyle bir vizyonla  değil, Kürt Özgürlük Hareketi'ni nasıl sınırlarım, nasıl etkisizleştiririm, nasıl zayıflatırım, böylelikle bu sorundan kurtulup kendimi bölgede güç yaparak siyasi ve askeri alanda nasıl etkili olurum biçimindeki bir yayılmacı, hegemon anlayışı temsil etmektedir ki, bunun Kürtler tarafından da bölge halkları tarafından da kabul edilmesi mümkün değildir. 

KDP'nin geçmişte PKK karşıtlığı üzerinden parlamento açıp Güney’de bir siyasi sistem kurmasına benzer bir durum eğer KDP mevcut politikalarından vazgeçmezse yine gündeme gelebilir. 1992’de PKK karşıtlığı üzerinden Güney’de siyasi bir otorite haline gelme politikası PKK'ye saldırma temelinde devletini kurma biçiminde kendini ortaya koyabilir. Kürtlerin birliğine dayanarak değil de, dış güçlere dayanarak ya da dış güçler arasındaki çelişkilerden yararlanarak kendini güç yapma politikası bu tür tehlikeli ve bütün Kürdistan açısından onarılması zor olan sonuçlar yaratabilir. KDP-Türkiye ilişkileri mevcut durumda böyle bir tehlikenin olasılık dışı olmadığını göstermektedir. KDP-Türkiye ilişkilerine dayanan politikalar sadece Kürdistan’ın geneli açısından değil, Güney Kürdistan’ın geleceği açısından da çok ciddi tehlikeler taşımaktadır. 

Bu politikalar karşısında Önder Apo'nun demokratik ulus projesini her yerde savunmak gerekmektedir. Bölgede yaşanan mevcut gelişmeler ve derinleşen kaos ortamında da hem Kürtlerin özgür ve demokratik yaşamını korumak, hem de demokratik ulus projesinin, bu doğru projenin bütün Irak, Suriye ve bütün Ortadoğu'da etkin kılınmasını sağlayacak adımlar atılması gerekmektedir. Bu yönüyle Kürtlerin böyle bir ortamda Irak'ta da, Suriye'de de, Türkiye'de de, İran’da da aktifleşmesi gerekmektedir. Rojava’da bunun en doğru yolu, Rojava’daki devrimci demokratik güçlerin Suriye’nin devrimci demokratik güçleriyle birleşerek bir demokratik ulus modeliyle demokratik Suriye’nin yaratılmasıdır. Bu açıdan ancak demokratik bir Suriye'de varlıklarını sürdürebilecek Alevi Araplarla, yine dış güçlerin ve içteki otoriter ve gerici güçlerin baskısı altında bulunan Sünni Arap toplumuyla bir demokratik ittifakta buluşmak önemlidir. Yine İslam’ın toplumsal değerlerine saldıran, tüketici ve bireyci kapitalist modernist politikalara dayanarak Ortadoğu halklarını güçsüz duruma düşüren kapitalist modernizme, emperyalizme, dış güçlere karşı çıkan hem radikal demokratik hem de sol güçlerle Suriye'de bir araya gelmek gerekmektedir. Farklı inanç ve etnik topluluklar olan Süryaniler, Ermeniler, Dürziler, İsmailer gibi toplulukları bir araya getirerek, kadını, özgür ve demokratik yaşam özlemi olan gençliği yanına çekerek Suriye'de demokratik bir ittifak temelinde yeni bir Suriye yaratmak önemlidir. Suriye'de mevcut kriz ve kaostan ancak toplumun istikrarı, özgür ve demokratik yaşamını sağlayacak yeni bir siyasal projeyle çıkılabilir. 

Bu konuda Rojava devrimci güçleri daha aktif olabilir. Rojava devrimini sadece askeri güçle savunarak ya da Rojava’ya kapanarak ayakta tutmak zordur. Rojava devrimini savunmayı, Rojava devrimini güçlendirmeyi devrimi bütün Suriye’ye taşırıp Suriye’yi bu devrim temelinde yeniden şekillendirmekle sağlayabiliriz. KDP'nin Irak'ta olduğu gibi Türkiye ile ittifak yapıp Cizre’nin belirli bölgesini kontrol ederek kuracakları Kürdistan'a dahil etme hesapları ne Rojava halkı açısından ne de Suriye geneli açısından doğru olan politikalardır. Bu açıdan da özellikle de Irak’taki durumlar görülerek Suriye'de gerçekten de demokratik ulus projesini etkili kılmak, güçlendirmek, pratikleştirmek bugün daha da imkanlı hale gelmiştir. Birçok gücü demokratik ulus çizgisinde Rojava devriminin Suriye’ye taşırılması ve demokratik Suriye’nin oluşması konusunda ikna etmek, bir araya getirmek, bunun için bir mücadele gücü ortaya çıkarmak eskisinden daha da olanaklı hale gelmiştir. Bu yapıldığı takdirde sadece Rojava devrimi değil, bütün Suriye halkı kazanacaktır. Suriye'de gerçekleşecek demokratik ulusa dayalı demokratik bir devrim ve bu temelde oluşacak demokratik Suriye sadece Irak açısından değil, bütün Ortadoğu açısından iyi bir model olacaktır. 

Yaşanan kriz İran’ı tehdit ediyor 

Ortadoğu'da yaşanan gelişmeler her zaman İran’ı ilgilendirmiştir. Bölge dengelerinin oluşmasında İran’ın pozisyonu her zaman önemli olmuştur. Hatta İran Ortadoğu dengelerinin kurulmasında her zaman bir köşe taşı niteliği taşımıştır. İran, bölge dengeleri içinde şöyle ya da böyle yer almadan Ortadoğu'da göreceli de olsa istikrar sağlamak mümkün değildir. Bu açıdan İran’ın durumu ve İran üzerindeki politikaları bölgedeki siyasal gelişmeleri her zaman yakından ilgilendirmiştir. İran, yakın zamana kadar Ortadoğu'daki krizlerden ve sorunlardan beslenip kendi varlığını sürdürürken, şimdi Ortadoğu'da yaşanan kriz İran’ı da tehdit eder duruma gelmiştir. 35 yıldır bölge istikrarsızlığından yararlanarak yaşamını sürdüren İran, gelinen aşamada göreceli bir istikrar temelinde yaşamını sürdürme çizgisine gelmiştir. Bu yönüyle kapitalist modernist sistemle belli bir uzlaşı arayışı içine girmiştir. IŞİD’in Irak’taki etkinliğiyle birlikte bir süredir İran’ın siyasi pozisyonunu güçlendiren Irak şimdi siyasi pozisyonunu zayıflatır duruma gelmiştir. Normal koşullarda Irak’ın zayıflamasını kendi çıkarına görebilecek olan İran, mevcut durumda Irak’ın parçalanmasının kendi üzerinde de etkide bulunacağını düşünerek kaygıyla yaklaşmaktadır. Bu nedenle ABD ve Batıyla ilişkilerini düzeltme eğilimi hiçbir dönemde olmadığı kadar İran’da gelişmiş bulunmaktadır. Özellikle Türkiye'nin Ortadoğu'da Sünni mezhep yanlısı politika izlemesi İran’ı rahatsız eder durumdadır. İran, dışarıda kendisine yönelik gelişen yönelimleri Kürtlerle anlaşma ve belli bir demokratikleşme yaşamayla aşabilecekken, bu konumdan uzak olması, İran’ın giderek daha krizli bir siyasal sürece gireceğini göstermektedir. Bu da başta Kürtler olmak üzere demokrasi güçlerinin hazırlıklı olmasını gerektirmektedir. Ya İran’ın demokratikleşmesi temelinde ya da demokratikleşmeyen İran’ın yaşayacağı sorunlar ortamında inisiyatif alarak İran’ı demokratikleştirme temelinde sorunlarını çözeceklerdir.
Türkiye'de Kürt Özgürlük Hareketi'nin ve demokrasi güçlerinin yürüttüğü mücadeleyle önemli bir demokratik birikim ortaya çıkmıştır. Gerçekten de Türkiye'deki demokratikleşme birikimi  bölgedeki birçok ülkeden fazladır. Hem Kürtlerin en büyük parçası olan Kuzey Kürdistan'da Kürtlerin demokratik bilinci bütün parçalardakinden daha fazladır, hem de Türkiye halkının on yıllardır yürüttüğü mücadele Türkiye'de önemli bir demokrasi ve özgürlük birikimi ortaya çıkarmıştır. Eğer bunu doğru değerlendirilirse Türkiye'yi demokratikleştirmek ve Ortadoğu açısından bir model haline getirmek mümkündür. Ama bu modellik Demirel’in ya da Erdoğan’ın modelliği değildir. Bölge ülkeleri üzerinde hakimiyet kurma modeli değildir. Ya da Ortadoğu'ya kapitalist modernite ajanlığı yapacak, kapitalist moderniteyi taşıracak bir model değildir. Kuşkusuz maddi uygarlığın temsilcisi ABD, Avrupa Türkiye üzerinden Ortadoğu'yu fethetmek istemektedirler. Türkiye’yi Ortadoğu'yu fethetmede beşinci kol olarak, koç başı olarak kullanmak istemektedirler. Böyle bir yaklaşım vardır. Gerçekten de Ortadoğu'da Batı için, ABD için bu yönlü rol oynayacak en uygun ülke Türkiye’dir. Diğer yandan da hem Batının, Avrupa’nın bu yönlü hegemonik politikalarına karşı çıkacak, hem de Ortadoğu'da halkların toplumsallığını saptırarak sapkın bir toplumsallık temelinde Ortadoğu'daki kaosun derinleşmesinde rol oynayan güçlere karşı doğru alternatifi temsil edecek ve doğru bir model olacak bir Türkiye gerçeği vardır. Eğer Türkiye'nin demokrasi güçleri ve Kürt Özgürlük Hareketi bu gerçeği iyi görür, HDP somutunda olduğu gibi Türkiye'nin demokratikleşmesinde güçlü bir hamle yapabilirlerse, bu pratikleşebilirse gerçekten Türkiye'nin Ortadoğu'nun kaderini değiştirecek, geleceğini belirleyecek bir rol oynaması söz konusu olacaktır. Tabii bunu söylerken Ortadoğu'nun geleceğini pozitif anlamda belirleyecek bir rolden söz etmekteyiz. 

Tabii bu rolü oynamada da Kürtlerin varlığı çok çok önemlidir. Bugün Önder Apo'nun projesi, düşüncesi kesinlikle Ortadoğu için tek çözüm seçeneğidir. Hem ideolojik olarak, hem toplumsal ve siyasal yapılanma olarak çözüm Önder Apo'nun demokratik ulus ve demokratik özerklik projesinde vardır. Demokratik konfederal temelde bütün toplulukların demokratik özerk yaşaması Ortadoğu'daki sorunların çözümü için tek yoldur. Bu açıdan demokratik ulus anlayışının Türkiye'de, Ortadoğu'da hakim kılınması belirttiğimiz demokratik konfederalizme dayalı demokratik özerkliği sağlatacaktır. Demokratik özerklik ülkelerin, toplulukların birbirinden kopmasını değil, etnik ve dinsel toplulukların, bütün toplulukların  birbirine daha fazla yakınlaşmasını, daha fazla bir bütün hale gelmesini sağlayacaktır. Bütünlük böyle bir demokratikleşmeyle olacaktır. Demokratik topluma dayalı farklılıkların birbirini tamamladığı, kimliğini ve özgürlüğünü tanıdığı, her farklılığın kimliğini ve özgürlüğünü demokratik özerklik biçiminde yaşadığı bir Türkiye'de, bir Ortadoğu'da bütünleşme daha fazla gerçekleşecektir. 

HDP bütün Türkiye’nin partisidir 

Türkiye çözüm sürecine yasal çerçeve olacak tasarıyı meclise bir bütünleşme projesi olarak sunmuş. Bütünleşme  projesi ancak ve ancak Kürtlerin özgür ve demokratik yaşamını tanımakla mümkündür. Öyle söylenildiği gibi terör sorununu çözeceğiz demek, PKK geldi bu birliği bozdu, PKK'yi tasfiye eder birliği sağlarız demekle bütünleşme sağlanamaz. Kürtleri yine Türkiye içinde etkisiz bir hale getiririz, bütünlüğü böyle sağlarız yaklaşımı sakattır. Bu yaklaşımla ne Kürt sorunu çözülebilir, ne Türkiye'nin birliği sağlanabilir ne de Ortadoğu'da birlik ve bütünleşme sağlanabilir. Ortadoğu'da birlik ve bütünleşme nasıl gerçekleşecek? Türkiye'nin projesi ve anlayışıyla gerçekleşebilir mi? Türkiye Kürt sorununu çözerek birliğini sağlarsa Ortadoğu'da gerçekten sorunların çözülmesi temelinde Ortadoğu halklarının birliği ve dayanışması sağlanabilir. Herkes Türkiye gibi  yaparsa Türkiye'de de savaş ve gerilim devam eder, Ortadoğu'da da  savaş ve gerilim devam eder. Bu bakımdan bütünleşme projelerini de doğru ele almak gerekir. Bütünleşme projeleri, her türlü etnik ve dinsel kimliğin kendi kimliği ve kültürüyle kendini örgütleyerek, her farklı topluluk kendi demokratik toplumuna dayanarak demokratik konfederalizm temelinde demokratik özerk yaşamlarını sağlamayla başarılı olabilir. Böylelikle de  bütün sorunlar çözülecek, hiçbir etnik ve dinsel topluluk diğerinden rahatsız olmayacak, bu temelde tam demokrasi, radikal demokrasi yerleşecek, emekçilerin de kadının da gençliğin de bütün farklı toplumsal kesimlerin de sorunları çözülecektir. Ama bu, belirttiğimiz gibi gerçek anlamda bir bütünleşme zihniyetiyle olabilir. Bu yönüyle Türkiye'de yeni çıkarılmak istenen müzakere çerçevesi yasası doğru ele alınırsa rolünü oynayabilir. Yoksa sorunları derinleştirmekten, ileride daha büyük sorunlara, gerilim ve çatışmalara yol açmaktan başka bir sonuç vermez.

Bu çerçevede Türkiye'deki HDP projesini önemsemek gerekiyor. Sadece Türkiye'de değil, Suriye'de de, Irak'ta da, İran’da da bir HDP projesine ihtiyaç vardır. HDP gibi bütün farklı etnik ve dinsel toplulukları bir arada toplayacak bir genel partiye ihtiyaç vardır. Tabii ki HDP’nin Kürdistan'da, Karadeniz’de, Ege’de farklı örgütlenmeleri bulunabilir. Nitekim Karadeniz’in HDK’si, Ege’nin, Akdeniz’in, Kürdistan’ın, Trakya’nın kendine göre bir HDK’si olur. Yerel HDK’ler HDP’nin toplumsal zeminini sağlayacak kurumlaşmalar ve kongreler olur. Böyle olursa gerçekten de toplumun siyasete, toplumsal yaşama katıldığı radikal demokrasi gerçekleşir. Bu açıdan HDP projesi çok önemsenmelidir. Gerçekten de Türkiye'nin demokratikleşmesini ve Kürt halkının özgürlüğünü isteyen herkes bu projeye destek vermelidir. Kürt sorununun demokratik çözümü bu projenin güçlenmesiyle gerçekleşecektir. Kürt sorununun çözümünün gerçekleşmesinde bu partinin rolünü herkes görmelidir. Bu, geçici bir rol değildir; sadece Kürtlerin partisi değildir, sadece Karadeniz’in partisi değildir, bütün Türkiye'nin partisidir. Bütün Türkiye'ye yönelik siyaset yapacaktır, ama temel sorunlarla yakından ilgilenecektir, Kürt sorunuyla ilgilenecektir, Alevi sorunuyla ilgilenecektir, emekçi sorunlarıyla ilgilenecektir, her türlü etnik ve dinsel toplulukların sorunlarıyla ilgilenecektir, kadın sorunuyla ilgilenecektir, gençliğin sorunuyla ilgilenecektir. Bütün sorunları kendi sorunu olarak görecektir. En başta da Kürt sorunu gibi, Alevi sorunu gibi Türkiye'nin temel sorunu haline gelen toplulukların sorunlarına çözüm bulmak önemlidir. Bunlarla yakından ilgilenmek bir Kürt partisi ya da bir Alevi partisi olmayı gerektirmez. Türkiye'nin hangi partisi olursa olsun Türkiye'nin bu en temel sorunlarıyla ilgilenmek zorundadır. Zaten AKP şimdi sabahtan akşama kadar Kürtlerle, Kürt sorunuyla ilgili değil midir?  Ya da her fırsatta Alevilerle ilgili değerlendirmeler yapmıyor mu? Demek ki Türkiye'nin en temel sorunları bunlar, bunlar hükümetin önüne geliyor. O zaman tabii ki HDP de bu temel sorunları önceliğine alacak ve çözmeye çalışacaktır. Kuşkusuz Türkiye'nin tüm diğer bölgelerinin sorunlarını da kendi gündemine alacak, bu konuda sorunları çözmeye çalışacak örgütlenmeler yaratacaktır. 

Halkların Demokratik Partisi kongresini yaptı, bu önemli bir gelişmedir. Bazı sorunlar olduysa da bunların zamanla aşılacağını düşünüyoruz. Çünkü Halkların Demokratik Partisi radikal demokratik bir partidir. Burada sadece bireyler ve şahsiyetler değil de örgütlü toplumlar da yer alır. HDP, örgütlü toplum gerçeğini de kabul etmek durumundadır. Sadece bireylere dayanan bir kitle partisi değildir. Artık böyle bir kitle partisi anlayışı yoktur. Kuşkusuz toplumunun tümünü kucaklayacak bir parti olmalıdır. Toplumun bütün kesimlerini kucaklayacak bir parti olmalıdır. Azınlık egemenler dışında, birey olarak değil, örgütlü güçler olarak, örgütlü topluluklar olarak örgütlenen bir demokratik toplum partisi olmalıdır. Zaten kitle partisi kavramı yerine, demokratik topluma dayalı parti demek daha doğrudur. Çünkü yeni demokrasi zihniyeti esas olarak örgütlü toplulukları esas alan karaktere sahiptir. Sosyal olabilir, siyasal olabilir, inançsal olabilir ama örgütlü toplulukları esas almak radikal demokrasinin gereğidir. HDP örgütlü topluluklara dayalı bir parti olursa gerçek radikal demokrat olur. Yoksa sadece bireylerin örgütlenmesine dayalı bir parti artık eskide kalmıştır. Radikal demokratikleşmeye dayalı parti bütün toplulukların tabandan örgütlenerek kendi kimliğiyle, kültürüyle farklılığıyla örgütlenerek oluşturduğu demokratik topluma dayalı partilerdir. Bu temelde örgütlenen partiler komünal demokratik partiler olabilir, demokratik sosyalist partiler olabilir. Bu açıdan da HDP'nin önümüzdeki dönemde böyle bir radikal demokratik parti olma gerçeği çerçevesinde çalışması, kendini örgütlemesi ve böyle bir topluma dayanarak etkili siyaset yapması gerekmektedir.

HDP projesine karşı hem Kürt cenahından hem Türkiye cenahından olumsuz yaklaşımlar bulunmaktadır. Aslında her iki cenahtan milliyetçi ve ulusalcı kesimler HDP projesinden rahatsızdır. HDP projesine karşı çıkmaktadırlar. Bu, bir yönüyle devletin halklar arası birliği engelleyerek Kürt sorununu çözümsüz bırakma politikasının parçası olarak gündeme gelirken, diğer yandan halkların kardeşliğine değil de dış güçlere dayanan işbirlikçilikle Kürtlerin haklarının savunulacağını düşünen milliyetçi güçler tarafından gündeme getirilmektedir. Kuşkusuz sol ve sosyalizm düşmanlığı da HDP projesine karşıtlığın diğer bir nedenidir. Bu tür yaklaşımlara karşı nereden gelirse gelsin tutum almak, HDP projesini Kürt sorununun çözümü ve Türkiye'nin demokratikleşmesi açısından stratejik bir proje olarak görmek gerekmektedir. Önder Apo’nun yeni paradigmansa dayalı Kürt sorununu çözümü ancak böyle bir projeyle gerçekleşebilir.

Demokratik güçler mezhep savaşına karşı durmalı 

Kuşkusuz HDP’dir, Kürt Özgürlük Hareketi’dir, bütün demokratik siyasi güçlerin bu dönemde en temel hassasiyetlerinden biri de mezhepler arası savaşın önüne geçmek olmalıdır. Mezhepçiliğe karşı siyasal tutum takınmamak gerekir. Belirli siyasal tutumların içinde belirli inanç toplulukları yer alabilir; ama bu kesinlikle bir mezhebin diğer mezhebe karşı savaş açması, bir mezhebin diğer mezhebi geriletmesi, zayıflatması biçimindeki bir yaklaşım olmamalıdır. Sadece siyasi programlar ekseninde bir ilişkilenme olabilir. Yoksa mezhepçiliğe ve inanç karşıtlaşmasına dayalı yaklaşımlar karşı devrimci bir yaklaşımdır; insanlık dışı bir yaklaşımdır. Ortadoğu'da şu anda en karşı devrimci yaklaşım mezhep savaşları başlatmaktır, mezhep savaşları içinde yer almaktır. Mezhep savaşları kadar tehlikeli, gerici bir durum yoktur. Mezheplerin gözü kördür. Mezhep savaşlarının olduğu yerde özgürlükçü ve demokratik her türlü eğilim ezilir. Mezhepçilik kadar tehlikeli bir şey yoktur. Milliyetçilik ne kadar tehlikeliyse mezhepçilik de o kadar tehlikelidir. Kuşkusuz mezhepler tehlikeli değildir. Mezhepleri karşı karşıya getirmek tehlikelidir. Etnik çatışmalara taraf olmamak kadar mezhepçilikte de taraf olmamak gerekir. Zaten Ortadoğu'daki bugünkü sorunların bu düzeyde çıkmaz hale gelmesinin nedenlerinden biri de milliyetçilikle mezhepçiliğin iç içe geçmesidir.

Kapitalist modernite Ortadoğu'ya girip mezhepçilikle milliyetçiliği iç içe geçirerek soykırımlara, halkların birbirlerini katletmesine neden olmuştur. Bugün Ortadoğu'daki sorunların en büyük kaynağı mezhepçilikle milliyetçiliğin iç içe geçirilmiş olmasıdır. Mezhepler belirli bir kültürü, farklılığı ifade etmektedir. Bir anlamları vardır. Nasıl ki her dinin bir toplumsal işlevi varsa, mezheplerin de vardır. Mezhepleri yok saymak, ortadan kaldırmak yanlıştır. Ama mezhepçiliğin fanatikleşmesi, milliyetçilikle bütünleşerek diğer mezheplerin ortadan kaldırılması ya da milliyetçiliğin diğer mezhepleri yanına alarak farklı hakları yok etmeye çalışması Ortadoğu halkları açısından çok gerici, çok tahripkar, çok yıkıcı bir durumdur. Bu açıdan özgürlükçü güçlerin, demokratik güçlerin, sosyalist güçlerin mezhepçilik savaşına karşı durmaları, halkların mezhepçilik tuzağı içine  sokulmalarının önüne geçmeleri gerekir. Belki de önümüzdeki dönem demokratların, sosyalistlerin, özgürlükçü güçlerin temel görevlerinden biri bu tür mezhepçi saflaşmaya karşı çıkmaları, mezhepçiliğe dayanan çatışmaların karşısında olmalarıdır. Bu konuda toplumu bilinçlendirerek toplumun mezhepçi ve milliyetçi çatışmalardan uzak tutarak halkların özgürlük ve demokratik yaşamlarına güç vermelidirler. Bu temelde de özgür ve demokratik yaşamın gerçekleşmesini sağlayarak bütün mezhep savaşlarının, bütün etnik savaşların zeminin ortadan kaldırılması gerekmektedir. 

Bütün etnik ve dinsel savaşların zeminin ortadan kaldırılması radikal demokrasi mücadelesinden geçer. Demokratik ulusa dayalı demokratik özerklik sistemini kurmaktan geçer. Toplumsal ve ekonomik yaşamın komünal ekonomik temelde kurumlaşmasından, inşasından geçer. Bu açıdan da Ortadoğu'da kapitalist modernitenin iki yüzyıllık yarattığı tahribatlara, yine tarihten bugüne devletçi iktidarcı modernitelerin toplumlar üzerinde yaşattığı büyük acılar karşısında demokratik modernite çizgisinin alternatif çizgi haline getirilmesi çok önemlidir. Demokratik modernite çizgisi de devletçi ulusa karşı demokratik ulus, kapitalist modernist, bireyci, endüstriyalist, doğayı tahrip eden, doğayı ve toplumu bir sömürü malzemesi olarak gören kapitalist modernist zihniyete karşı eko-endüstriye dayalı demokratik komünalizmi yaşamsallaştırmak, bütün Ortadoğu'da halklarının gerçekleştirmesi gereken görev haline gelmiştir. 

Bu kaos ortamında beklemek Kürtler için tasfiye anlamına gelir 

Türkiye'de mevcut durumda iki gündem var. Birincisi; Kürt Özgürlük Hareketi'nin yürüttüğü şu anda yaşanan çatışmasızlık durumunun ne olacağı konusudur. Kürt Özgürlük Hareketi'nin çatışmasızlık konumu Türk devleti, AKP hükümeti tarafından değerlendirilecek mi? Kürt sorununun çözümü için adım atılacak mı, atılmayacak mı, bu önemli bir gündem maddesidir. Bu konuda Kürtler istim üzerindedir. Ortadoğu'da böyle yoğun gelişmelerin yaşadığı dönemde adım atılmasını beklemektedirler. Ortadoğu'nun bu çatışma ortamında Kürtler önlerini görmek istemektedirler. Özgür ve demokratik yaşamları konusunda adım atılmasını beklemektedirler. Yoksa bu kaos ortamında beklemek Kürtler için ölüm anlamına gelir. Kürtler için tasfiye anlamına gelir. Bu açıdan Kürtler sorunları demokratik siyasal yollardan çözmek istiyorlar. Demokratik siyasal çözüm temelinde Türkiye'nin model olmasını, bir model olarak Ortadoğu'da etkin olmasını istiyorlar. Sadece Türkiye'deki Kürt sorununun çözümünde değil, bütün Ortadoğu'da Kürt sorununun çözümünde öncü, aktif bir rol oynamasını istiyorlar. Ama böyle bir yaklaşım yoksa bu, Kürt halkının özgürlük mücadelesinin tasfiye edilmesi, yok edilmesi anlamına gelir. Kürtlere yönelik böyle bir politika aynı zamanda Türkiye'nin hegemon, baskıcı bir rejim yönünde tercih kullanması, baskıcı hegemonik karakterini bundan sonra sadece Kürtler üzerinde değil, bütün Ortadoğu halkları üzerinde sürdürmesi anlamına gelir ki, bunun bütün Ortadoğu halkları tarafından da, demokrasi güçleri tarafından da kabul edilmeyeceği açıktır. Böyle bir hegemonik zihniyete karşı Kürtler de demokrasi güçleri de  mücadeleyi yükseltirler. Türkiye’yi demokratikleştirip Kürt sorununu çözme temelinde Ortadoğu’da model olmasını, inisiyatif kullanarak gerçekleştirmeye yönelirler. Çünkü Türkiye'nin de, Ortadoğu'nun da Kürt sorununu çözmüş ve demokratikleşmiş böyle bir Türkiye'ye ihtiyacı vardır. 

Erdoğan ile İhsanoğlu arasında hiçbir fark yok 

Türkiye'deki diğer önemli bir gündem de cumhurbaşkanlığı seçimleridir. Kuşkusuz kimin seçilip seçilmeyeceği önemli değildir. Önemli olan bu seçimlerin demokratikleşmenin  parçası olup olmamasıdır. Yoksa mevcut hegemonik siyasi güçlerin, partilerin birbirleriyle yürüttükleri  kavganın, iktidar kavgasının bir parçası olan cumhurbaşkanlığı seçimi de, cumhurbaşkanı da Kürtleri ve demokrasi güçlerini fazla ilgilendirmez. Kürtler ve demokrasi güçleri bu seçimlerin demokrasi açısından bir anlamı olup olmadığına bakarlar. Şu anda mevcut durumda cumhurbaşkanlığı seçimleri Türkiye'nin demokratikleşmesi ve Kürt sorununun çözümü projesinin bir parçası değildir. Kesinlikle bir demokratikleşme adımı, demokratikleşme fırsatı değildir. Bir iktidar mücadelesi, güç gösterisi haline getirilmiştir. Bir taraftan Erdoğan, bir taraftan CHP ve MHP’nin adayının seçime girmesi, Türkiye'deki hegemonik güçlerin, iktidarcı devletçi sömürücü güçlerin kendi pozisyonlarını güçlendirme mücadelesi yürüttükleri dışında başka bir anlam taşımamaktadır. Şu andaki pozisyonları bunu göstermektedir. Bu durum karşısında tabii ki Kürtlerin, Alevilerin, bütün demokrasi güçlerin, farklı etnik ve dinsel toplulukların kendi adaylarını ortaya koyup onun etrafında birleşmeleri gerekir. 

Erdoğan ile İhsanoğlu arasında ne fark vardır! Bu ikisi arasında hiçbir fark yoktur. Kürtler için, demokrasi güçleri için tercih edilecek  bir yanları yoktur. Çünkü aralarında hiçbir fark yoktur. Herhangi bir tercih  kesinlikle hegemonik güçlere yedeklenme anlamına gelecektir. Türkiye'deki herhangi bir hegemonik gücün kendisini daha da güçlendirmesi anlamına gelir. Bu açıdan böyle bir seçimde Kürtler hiçbir hegemonik zihniyeti güçlendirmek istemezler. Bu bakımdan demokrasi güçleri, Kürtler, Aleviler, sol güçler, emekçiler, kadınlar, gençler gerçekten alternatif bir aday ortaya koymalıdırlar. Çünkü AKP'nin ve CHP’nin adayı da aynı zihniyet ve vizyondadır. Zaten Türkiye'deki sorunlar bu nedenle çözülmüyor. Türkiye'nin alternatif bir zihniyete, alternatif bir seçeneğe ihtiyacı var. Bu seçeneğin gösterilmesi gerekir. Bu seçeneğin güçlü bir alternatif olduğu ortaya konulmalıdır. Birinci turda da, ikinci turda da Kürt demokratik güçleri, Aleviler, demokrasi güçleri, solcular, emekçiler, kadınlar, gençler kendi adayları etrafında toplanmalıdır. Birinci turda toplanmalı, hatta ikinci tura kalarak kendi adaylarını seçtirebilmelidirler. Birinci turda ikinci tura kalma mücadelesi verebilmelidirler. İlk önce hedef bu olmalıdır. Kesinlikle şu ya da bu partiye yedeklenecek bir yaklaşım içinde olunmamalıdır. Birinci turda kesinlikle ikinci tura kalınmalı, ikinci turda da hangi aday kalmışsa onunla cumhurbaşkanlığı yarışı olmalıdır. Böylelikle hegemonik güçlerle demokrasi güçlerinin adayı yarışma içinde olur, bu Türkiye'nin demokratikleşmesi mücadelesine güç katar; demokratikleşmenin zeminini güçlendirir. Bu açıdan cumhurbaşkanlığı seçiminin birinci turunda bu aday desteklenebilir, ikinci turunda şu aday desteklenebilir hesapları yapmadan sonuna kadar demokrasi güçleri kendi adayları etrafında çalışmalarını yürütmeli, kendi adaylarını güçlendirmelidirler. Bu tercihin Türkiye'nin güçlü bir seçeneği olduğunu herkese göstermelidirler. Bundan daha değerli bir çalışma olamaz. Bundan daha değerli özgürlük ve demokrasi çalışması olamaz. Bu bakımdan cumhurbaşkanlığı seçiminde de tüm demokrasi ve özgürlük güçleri iradeli bir tutum göstermelidirler. Kendi alternatif ve özgür seçeneklerini muğlaklaştırmamalıdırlar. Başka bir gücün yedeğine sokmamalıdırlar. 

Yıllardır sol CHP’nin yedeğine giriyor. Bundan kurtulmak gerekir. Ya da bazı çevreler AKP'nin yedeğine düşüyor, bundan kurtulmak gerekir. AKP'nin ya da CHP’nin yedeğine düşerek elde edilecek bir kazanım yoktur. Alternatif gücü ortaya çıkarmak önemlidir. Alternatif gücü, duruşu ortaya çıkarmak önemlidir. Bu açıdan da cumhurbaşkanlığı seçiminde Kürtler kimden yana olacak, demokrasi güçleri kimden yana olacak tartışmasının içine girilmemelidir. Kürtlerin, demokrasi güçlerinin şundan, bundan yana olma pozisyonları yoktur, aksine başka güçler gelip demokrasi ve özgürlükçü güçlerden yana olmalıdırlar. Bunların adaylarını desteklemelidirler. Bir yan olunacak durum varsa demokrasi ve özgürlükçü güçlerden yana olma durumu olabilir. Yoksa başka güçlerden yana olma, onların adayını destekleme gibi bir tutumları olamaz, olmayacaktır da.

ROJAVA DEVRİMİ KAZANACAK, ORTADOĞU’DA HALKLARIN DEMOKRATİK ve ÖZGÜR YAŞAMININ ÖNÜ SONUNA KADAR AÇILACAKTIR


İngiltere ve Fransa Ortadoğu’yu 25’e böldü, küresel hegemonyayı buna dayandırdı. Herhalde ABD de 40-50’ye bölecek, daha çok parçalayıp zayıf düşürerek Ortadoğu’yu çelişki ve çatışma içerisinde yönetmeye çalışacak. Böylece hem parçalanmış, küçültülmüş güçler İsrail’in güvenliği için tehlike olamayacaklar, hem birbiriyle daha yoğun çelişki ve çatışma içinde oldukları için dış bir büyük güce bağlanmaya ihtiyaç duyacaklar. Bu yeni politikanın sonucu ABD’ye, küresel kapitalizme daha fazla bağlanacaklar.
Duran Kalkan



Ortadoğu’daki siyasal gelişmeler dendiğinde anlamamız ve esas almamız gereken, gelişmelerde çok önemli belirleyiciliği olan Rojava Devriminin ortaya çıkardığı çözüm alternatifini boğmak için çok yönlü bir ittifak halinde Irak Şam İslam Devleti Örgütü denen gücün geliştirdiği saldırılar oluyor. Bu saldırılar şimdi Kobanê’de yoğunlaşmış bulunuyor. Dört koldan Kobanê Demokratik Özerk Yönetimine, özgürlük güçlerine, halkına karşı çete saldırıları yürütülüyor. Buna karşı da Kobanê halkının, kadınlarının, gençlerinin YPG ve YPJ öncülüğünde geliştirdikleri kahramanca bir direniş söz konusudur. Halk varlığını ve özgür yaşamını bu temelde korumaya ve savunmaya çalışıyor. Bedeli ne kadar ağır olursa olsun özgür yaşam için ödüyor. Varlık ve özgür yaşam irade ve iddiasını güçlü bir biçimde ortaya koyuyor. Gerçekten de günümüzün “kahramanlık” denen insan erdemi Rojava’da Kobanê direnişinde yaşanıyor. Her türlü ikiyüzlülüğe, alçaklığa, vahşete, katliama karşı, insan kafasıyla top oynayacak kadar vahşileşmiş, alçalmış bir saldırganlığa karşı Kobanê halkı insanlık ve özgürlük savunusunda, ülke ve gelecek savunusunda büyük kahramanlıklar yaratıyor. İnsanlığa ibret olacak duruşlar, tutumlar gösteriyor. İnsanın olumlu yanlarını en üst düzeyde açığa çıkartıyor. 


Böyle bir vahşi saldırganlık nereden geliyor? Kimler tarafından geliştiriliyor? Yürütenlerin amacı nedir? Kısaca Kobanê’de ne yapılmak isteniyor? Böyle bir direniş neyle, nasıl yürütülüyor? Kobanê’de insanlık katliamına karşı insanlığın varlık ve özgürlük duruşu sergileniyor. Sadece Kürtlerin değil, Ortadoğu halklarının değil özgür insanlığın kalbi Kobanê’de atıyor. Günümüzde insanca olan her şeyi içeriyor, temsil ediyor. Dört parça Kürdistan’da, yurtdışında Kürt halkı büyük bir seferberlik halinde Kobanê’deki Kürt toplum yaşamının özgürce olmasını sağlamak için büyük bir destek sunuyor. Rojava Devrimi, Kobanê direnişi özgür Kürt ruhunun, bilincinin, örgütlülüğünün, bu temelde demokratik Kürt toplumsallığının, ulusallığının gelişmesine öncülük ediyor. Yeniden ruh kazandırıyor. Özgürlük ruhu, direniş ruhu, paylaşım ruhu, dayanışma ruhu kazandırıyor. Kendi geleceğini kendi direnişiyle yaratma bilinci kazandırıyor. Ulus olmanın, demokratik toplum olmanın özelliklerini ortaya çıkarıyor. Bu ruhla, bilinçle, pratikle sadece Kürtler değil Ortadoğu’nun demokratik, özgürlükçü güçleri de yakından ilgilidir. Saldırganlığı kınıyorlar, halk direnişini heyecanla destekliyor, selamlıyorlar. Özgür insanlık dünyanın dört bir yanında bu büyük devrimci direnişe gücü oranında destek veriyor. 


Bugün Kobanê direnişinde fiili temsiliyetini bulan Rojava Özgürlük Devrimi, insanlığa yeni bir yön çizmede, özgür ve demokratik yaşamı yürütmede öncülük görevi yerine getiriyor. Yeni bir umut, yeni bir ışık, özgür ve demokratik gelecek için! Dolayısıyla Ortadoğu’da kördüğüm olmuş iktidarcı ve devletçi uygarlığın yarattığı sorunların çözümünde, yaşanan kriz ve kaosun aşılmasında da Rojava Özgürlük Devrimi çıkış yolunu gösteren en temel güç oluyor. Böylece Apocu çizginin teori ve taktiğinin günümüz insanlığı için ne kadar aydınlatıcı, özgürleştirici olduğu açığa çıkıyor. Bu temelde Önder Apo’nun düşüncesini, savunmalarında yeni geliştirdiği Demokratik Modernite çizgisini daha yakından inceleme, anlama durumu gelişiyor. Böyle bir çizginin çözümleyici pratiği olan Rojava Devrimi’ne ilgi daha çok artıyor. Hemen herkes bu devrimin çözümleyici, çare olucu, devlet ve iktidar sisteminin yarattığı toplumsal sorunların çözümünde temel bir alternatif olduğu konusunda birleşmiş bulunuyor. Buradan ders çıkarma, bunu örnek alma yönünde gelişmeler yaşanıyor.


Küresel kapitalizm IŞİD’e ‘yürü ya kulum’ dedi 


NY Times'a göre IŞİD'in Suriye ve Irak'ta kontrol ettiği alanlar
Bütün bu yeni durumlar ve önemli gelişmeler, Önder Apo’nun 42 yıldır büyük bir çabayla, düşünce ve eylemle yaratmaya çalıştığı siyasal ve toplumsal devrimin Rojava’da, Kürdistan’ın küçük bir parçasında ete kemiğe bürünmesi, hayata geçmesi oluyor. PKK’nin, 15 Ağustos’u esas alırsak 30 yıllık, zindan direnişini esas alırsak 32 yıllık, Hilvan-Siverek’i esas alırsak 36 yıllık destansı direnişinin pratikleşmesi 19 Temmuz 2012 Rojava Özgürlük Devrimi ile somutlaşmış bulunuyor. Şimdiye kadar teori ve eylem olarak var olanın şimdi toplum yaşamına dönüşmesi oluyor. Bu bakımdan da bölgedeki gelişmelerde belirleyici etkisi bulunuyor. Hem halkları bilinçlendirme, özgürlük ve demokratik mücadelesine çekme bakımından, hem de Ortadoğu’da yaşanan çelişki, çatışmaların ortaya çıkmasında belirleyici rolü var. Irak’taki son IŞİD saldırılarını da bu temelde ele almak gerekmektedir. Kuşkusuz sadece bununla izah edemeyiz, ancak Haziran 2014’te IŞİD’in Irak’ta hamle yapmasında Rojava’da gelişen özgürlük devriminin çözümleyiciliği ve saldırılar karşısında gösterdiği direnişin önemli bir rolü olmuştur. Hem zeminin oluşmasında hem de böyle bir hamle yapacak gücü bulmasında Rojava Devrimi rol oynadı. Rojava Devrimi’ne karşıtlık bu koşulları oluşturdu. Rojava Devrimi’nin gücü, birçok gücün IŞİD’e destek vermesini sağladı. Deyim yerindeyse küresel kapitalizm, “yürü ya kulum” dedi, IŞİD de yürüdü. Yoksa iki günde Irak’ın ortasını ele geçirmek öyle kolay mıydı? Musul saldırısıyla IŞİD’in başlattığı hamlenin kendi gücüyle gerçekleşmesi mümkün değildi. Arkasında kapitalist modernist sistemin dolaylı ya da dolaysız desteği bulunmasaydı bunların gerçekleşmesi mümkün değildi. 


Irak'ta Mezhepler Haritası (Kaynak NY Times)
Peki bunlar nasıl oldu? Ne oldu ki, dünyada birbiriyle bu kadar çatışan iki güç bir araya geldi? ABD-İsrail ile El Kaide kol kola oldu? Nasıl oldu ki, iki günde Musul’dan Tikrit’e kadar Irak’ın Sünni-Arap bölgesinin hepsini IŞİD diye bir örgüt ele geçirdi? Bunun arkasında hangi güçler var, hangi amaçlar var? Bu durumun Rojava Özgürlük Devrimi ile bağı ne? Kürdistan’ın diğer parçalarında Apocu çizgide PKK’nin yürüttüğü özgürlük mücadelesinin gelişmesinin bunda payı ne? Bunları anlamamız gerekli. Rojava Devrimi’nin anlamına, derinliğine böyle varmış oluruz. Ortadoğu’da yaşanan 3. Dünya Savaşına nasıl bir demokratik barış alternatifi olduğunu, beş bin yıllık devletçi-iktidarcı sistemin krizinin yarattığı Ortadoğu kaosuna nasıl bir demokratik çözüm getirdiğini görebiliriz, anlayabiliriz. Rojava Devrimi’nin büyüklüğünü ancak bu biçimde görebiliriz. 


Bu devrime saldıran El Kaidecilik denen küresel provokasyon gücünün de aslında nereden beslendiğini, ne anlama geldiğini daha doğru anlayabiliriz. Böyle doğru bir anlayış sahibi olmaya da ihtiyaç var. Çünkü saptırılıyor. Kimisi İslam adına hareket ettiğini söylüyor, kimisi geleneğin direndiğini söylüyor. İslamın belirli değerlerine seslenerek kullanmak istemesi, İslam adına hareket ettiği ve direndiği anlamına gelmiyor. Ortada böyle şeyler yok, bunların hepsi uydurma. Gerçekten de küresel bir provokasyon gücü var. Kapitalist modernite sisteminin egemen güçleri ihtiyaç duydukları saldırıları ve çatışma zeminini bunlarla sağlıyorlar. Küresel sermaye kendisinin yarattığı herkese rol biçiyor, görev veriyor, işlem yaptırıyor. ABD bir biçimde bunu yapıyor, İsrail başka biçimde, AB başka biçimde yapıyor. Ama bunların bağlı olduğu sistem aynısıdır. Hepsine ulus üstü sermaye denen küresel kapitalizm yön veriyor. Bu sisteme bağlı güçler, onun çıkarı doğrultusunda hareket ediyorlar. Dolayısıyla Kobanê direnişi ve onun gerçekleşmesine neden olan Rojava Özgürlük Devrimi bunun aydınlatılmasına neden oluyor. Rojava Devrimi’ne saldırı karşısında bu güçlerin tutumu bile bu gerçekliği ortaya koyuyor. 


IŞİD'in İlan ettiği ''İslam Devleti'' Haritası(Kaynak NY Times)
Böyle büyük bir devrimin ikinci yıl dönümünü yaşıyoruz. Rojava Özgürlük Devrimi üçüncü yılına giriyor. 19 Temmuz 2012’de Kobanê’den başlayan bir kıvılcımdı. Uygun koşulları iyi değerlendirdi, kısmen de konjonktürden yararlandı. Fakat esas olarak Rojava halkının gücüne dayandı, Kürdistan özgürlük mücadelesinin gücüne dayandı, Önder Apo’nun bizzat yürüttüğü çalışmaların ortaya çıkardığı sonuçlara dayandı. Böylece insanlık için yeni bir umut kaynağı olan özgürlük hamlesi ortaya çıktı. Rojava Devrimi dediğimiz budur ve bu, Kürdistan devriminin kıvılcımıdır. Kürdistan özgürlük devriminin 40 yıldır yaşanan pratiğinin Kürdistan’ın bu en küçük parçasında, bir ucunda pratikleşmesi, somutlaşmasıdır. Böylece önderlik çizgisinin, PKK çizgisinin de pratikte kazandığı zafer oluyor. PKK mücadelesinin nasıl bir pratiğe dönüştüğünü, bunun nasıl bir özgür yaşam ve halk direnişi gerçeği olduğunu iki yıllık direniş içinde Rojava Devrimi kanıtlamış bulunuyor. 


19 Temmuz devrimiyle birlikte Rojava halkı daha özgür yaşama adım attığı andan itibaren de bölgesel, yerel, küresel gericiliğin saldırılarına maruz kalmıştır. Bu anlamda bir yandan Demokratik Modernite inşası, özgür demokratik toplum inşası gerçekleştirilmeye çalışılırken, diğer yandan bunu engellemeye çalışan saldırganlara karşı direniş yürütüyor. Son bir yılda IŞİD denen küresel provokasyon gücünün vahşi, ölçü tanımayan katliam ve saldırılarına karşı bir halk direnişi, gerilla direnişi, yediden yetmişe halkın seferber olduğu bir direniş olarak sürüyor. 


19 Temmuz devriminin ikinci yılı IŞİD ağırlıklı saldırıya karşı büyük bedeller verilerek yürütülen kahramanca direnişle geçmiştir. Halk böyle bir direniş içerisinde bilinç aldı, örgütlendi. Örgütlü yaşamı inşa çalışmaları böyle bir direnişle iç içe geçti, yürütüldü. Devrim üçüncü yılına girerken bu saldırının Kobanê’de odaklandığını görüyoruz. Bu durumun devrime karşıtlıkla bağı var. IŞİD’in Irak saldırısına yol açan planlamayla, küresel kapitalizmin bölgeye yönelik müdahale planıyla bağı var. Öyle dar, basit değil; Kobanê çevresindeki çete güçlerinin canlarının sıkılmasıyla ortaya çıkan bir saldırı yaşanmıyor. Tersine belirttiğimiz düzeyde geniş bağları var. 


Suriye'de savaşan tarafların ilk dönemlerde denetiminde bulunan alanlar (doğuluğunu yitirmiş  bir haritadır)
Bir devlet krizi, uygarlık krizi ve sistem krizi yaşanıyor 


Batı Kürdistan'da son dönemlerde yaklaşık olarak oluşan YPG savunması altındaki alanlar...
Peki bu durumu nasıl anlamalıyız? Devrim de, devrime karşı gerçekleştirilen saldırılar da Ortadoğu ve Kürdistan tarihiyle bağlantılıdır. İnsanlık tarihiyle bağları var. Toplumsallaşmakla, Neolitik devrimle, tarım-köy devrimiyle, kadın devrimiyle bağlantılıdır. Böyle bir devrimi yaşayan toplum içerisinden ortaya çıkıyor bunlar. Kürdistan geneli ve Rojava’da böyle bir toplumsallığın yarattığı ahlaki-politik duruş, demokratik değerler, özgürlükçü yaşam ölçüleri var. Aslında direnen bunlardır. Diğer yandan Ortadoğu’da yaşanan 3. Dünya Savaşı’nın ve bunun Kobanê’de yoğunlaşmış halinin de devletçi-iktidarcı sistemin mantığıyla, içeriğiyle, gelişimiyle bağı var. Devletçi ve iktidarcı sistem Mezopotamya’da doğup gelişen ve dünyaya yayılan bir sistemdir. Bugünkü çatışmalar böyle bir sistemin yarattığı zeminde yaşanıyor. Yine bu sistemin bugün yaşadığı krizden söz ediliyor. Bir devlet krizi, uygarlık krizi ve sistem krizi yaşanıyor. Ortadoğu’da yaşanan çatışmaların, yapılan askeri ve siyasi hamlelerin böyle bir krizden çıkma mücadelesiyle ilişkisi var. Daha somut olarak; 1. Dünya Savaşı ardından oluşturulan Ortadoğu statükosu ile bağı var. Bu statükoyu 1. Dünya Savaşı’nın galipleri olan İngiltere ve Fransa oluşturmuştu. Karşıt görünüp savaştıkları güç Almanya ve onunla müttefik olan Osmanlı İmparatorluğu’ydu. Almanya’yı yeniden yapılandırdılar, Osmanlı’yı da parçalayıp yeni bir Ortadoğu şekillendirdiler. 


1. Dünya Savaşı sonuçlanırken karşı karşıya oldukları güç Ekim Devrimiydi, Türkiye’de gelişen Kemalist hareketti. Onlarla da belli bir çatışma yaşadıktan sonra 1922-25 arasında uzlaştılar. Bugün yeni bir dünya savaşına yol açmış olan siyasi statüko böyle bir çatışma ve uzlaşma sonucunda ortaya çıktı. Bu statükonun iki boyutundan söz etmek gerekmektedir. Birincisi, Kürdistan üzerindeki kültürel soykırımı hedefleyen inkar ve imha sisteminin oluşturulması, ikincisi, Arap aleminin bölünerek ikinci sınıf toplum boyutuna düşürülmesidir. Her iki durumu da kapitalist modernitenin küresel hegemonya oluşturabilmek için Ortadoğu’da yarattığı statüko ortaya çıkardı. İki toplum da kendisine dayatılan bu statükoyu kabul etmedi. Kürtler bu durumu anladıktan itibaren, fırsat buldukları her yerde ve zamanda buna karşı direndiler. Kültürel soykırımı hedefleyen inkar ve imha sistemine karşı Kuzey’de direndiler, Doğu’da direndiler, Güney’de direndiler. Bu direnişler 20. yüzyılın ilk yarısında katliamlarla bastırıldı. İkinci yarısında da ABD, İsrail ve İran’ın desteğiyle yürütülen güneydeki direnişin 1975 Cezayir Anlaşması ile yenilgiye uğramasından sonra yeni bir durum ortaya çıktı. PKK’nin doğuşu bu yeni durumu ifade ediyor ve temsil ediyor. Bugüne kadar da 40 yılı aşkın süredir kesintisiz olarak bu direniş sürüyor. Parça parça, bölge bölge gelişen, tepki olarak ortaya çıkan bu direnişler PKK ile birlikte bilinçli, örgütlü, ülke ve ulus bütünlüğüne sahip özgür ve demokratik yaşamı hedefleyen bir hareket haline gelmiş bulunuyor. Bu hareket Kuzey Kürdistan’da doğdu, Kürdistan’ın diğer parçalarına adım adım yayıldı.


Bu hareketin doğuşu Önderliksel bir doğuş olarak gerçekleşmiştir. İdeolojik grup aşaması ardından partileşme gerçekleşti. Bu temelde gelişen siyasal ve toplumsal mücadeleye karşı gerçekleştirilen 12 Eylül faşist askeri rejimine karşı zindanda, yurtdışında direndi. Bu direnişleri 15 Ağustos 1984 Gerilla Atılımı ile büyük bir özgürlük mücadelesine dönüştürdü. 1984’ten bugüne geçen 30 yıl boyunca da yaşanan bütün gelişmeleri bu direniş belirliyor. Her gelişme bu direnişin sonucu olarak, gerilla öncülüğünde Kürt halkının yaşadığı direnişin sonucu olarak ortaya çıkıyor. Bu gelişmelerin bir kısmını bu direniş doğrudan yaratıyor, bir kısmı da Özgürlük Hareketi’ne karşı küresel sistemin yürüttüğü mücadele içerisinde ortaya çıkıyor. Yani direnişin dolaylı etkisi olarak gerçekleşiyor. Güney Kürdistan’daki ayrı devlet ilan etme hazırlıkları da bu temelde ortaya çıkıyor. Dolayısıyla PKK direnişiyle 1. Dünya Savaşı’nın sonunda ortaya çıkartılan Ortadoğu statükosu Kürdistan’da Kürt halkı tarafından reddedilmiştir. Her ne kadar 20. yüzyıl ilk yarısındaki direnişler ezilerek bu siyasi statüko, yani Kürdistan’ın parçalanması gerçekleştirilmeye çalışılmışsa da, PKK’nin direnişiyle bu sınırlar fiilen işlemez kılınmıştır. Gerilla bu sınırların altında, üstünde, sağında, solunda kendini var ediyor. Böylece küresel kapitalizmin hegemonya kurabilmek amacıyla Ortadoğu’da yaratmaya çalıştığı siyasi statükonun dayanmaya çalıştığı Kürdistan’ı bölen sınırlar gerilla tarafından Ortadoğu’nun birliği,  bütünlüğünü sağlama köprüleri haline getiriliyor. 


Rojava Devrimi bu gelişmenin, mücadelenin bir öncü kıvılcımı oldu. ABD desteğinde IŞİD’in Irak saldırısı ve ardından gelen Kobanê saldırısı böyle bir gelişmeyle kesinlikle bağlantılıdır. Irak’ta olanlar da, Suriye’de olanlar da, Rojava’da olanlarla, PKK’nin yarattığı gelişmelerle bağlantılıdır. İkinci boyut, Arap toplumunun ikinci sınıf toplum haline düşürülmeyi hazmetmeme konusudur. Bu da bir gerçek; Araplar da tarihin eski toplumudurlar. Sümer devletçi uygarlığının yaratılmasında rol oynayan toplumdurlar. İslam devrimi gibi dünyanın dört bir yanında yayılma gücüne sahip, etkinliğini bin beş yüz yıldır sürdüren büyük devrim hareketini yaratmış bir toplumdur. Kendi içinden peygambersel öncülük çıkarmayı başarmış bir toplumdur. Bir kültürü, toplumsallığı var. Tarihin en kadim toplumlarından birisi olma özelliğini taşıyor. Böyle bir toplumun 1. Dünya Savaşı ardından 22 devlete bölünerek Türkiye ve İran’ın baskısı altında ikinci sınıf konuma düşürülmesi, bu toplum tarafından kabul edilmemiştir. Dolayısıyla böyle bir bölünmeyle kendine biçilen rolü de kabul etmemiştir. Her ne kadar “devlet oldunuz, Osmanlı’dan, İran’dan kurtuluyorsunuz” denilse de gerçeğin öyle olmadığını kısa sürede anlayan ve itiraz geliştiren bir toplum olmuştur. Arap milliyetçiliğinin 20. yüzyılda çok güçlü şekilde gelişmesi böyle biçilmiş bir statüye toplumun duyduğu tepki sonucu olmuştur. Milliyetçiliğin gelişmesi bir taraftan kapitalist sistemin askeri, siyasi yayılmasıyla bağlıyken, diğer yandan toplumun ikinci sınıf olmayı hazmetmeyen, kabul etmeyen psikolojisinin dışa vurumudur. Kurulan yeni Ortadoğu düzeni ve sınırları cetvelle çizilen ulus-devletler sorunlarına çare olmayınca, kısa sürede böyle bir statünün ve düzenin kendisini ikinci sınıf olmaktan kurtarmaya, özgür iradeli tarihine yakışan bir toplum haline getirmeye yetmediğini görünce hayal kırıklığına uğradı, değişik biçimlerde arayışlar gelişti. 


El Kaideciliğin sahte bir İslam söylemiyle kendini bu kadar etkili kılması da buradan kaynaklanmaktadır. Aslında küresel kapitalizm Arap toplumundaki bu psikolojiyi iyi fark etti, gördü, anladı ve onu Ortadoğu’da yeşil kuşak projesi temelinde Sovyetler Birliğine karşı, onun güneyden kuşatılması temelinde kullanmaya çalıştı. Sovyetler Birliği’nin Güney Asya’ya, sıcak denizlere inmesini böyle bir politikayla önlemek istedi. El Kaidecilik denen akım aslında bu politikanın ürünü olarak doğdu. Suudi kaynaklıdır, Afganistan’da ortaya çıkmıştır ve başlangıcı Sovyetler Birliği’nin Afganistan’a dönük yayılmasına karşı, onu yenilgiye uğratmak üzere ABD saldırıları içerisinde olmuştur. ABD siyasetleriyle doğrudan bağı vardır. Zaten büyük ölçüde Suudi’nin ve çevre Arap güçlerinin petrol dolarına dayanıyorlar. Böylece küresel sermayenin önemli bir gücü konumundadırlar. Rolleri provokasyon yapmaktır. Bunlarla Arap toplumu biraz etkilenmek ve gerektiğinde kullanılacak biçimde elde tutmak hedeflendi.


25 yıldır 3. Dünya Savaşı yaşanıyor 


Sovyet sisteminin kuşatılması başarılıp giderek çöküşü sağlanınca ortaya Ortadoğu’da gerçekleşecek yeni statüko temelinde yeni dünya düzenini kurmayı hedefleyen 3. Dünya Savaşı geliştirildi. Dolayısıyla şu an yaşanan gelişmelerin 1990’ların başından itibaren, esas itibariyle Körfez Savaşı’yla başlayan ve 25 yıldır devam eden, herkesin de 3. Dünya Savaşı olarak tanımladığı savaşla bağı var. Sovyetler Birliği’nin hep “biz barış gücüyüz” iddiası olmuştu. 1. Dünya Savaşı’nın Ekim Devrimiyle sona erdirildiğini söylediler. 2. Dünya Savaşı’nda Hitler faşizmini de böyle bir anlayış ve ruhla yenilgiye uğrattılar. Onu yenilgiye uğratacak gücü, enerjiyi burada topladılar. Pratik bu Sovyet teorisini, söylemini doğruladı. Diğer birçok bakımdan Sovyet teorisi sosyalizmi doğrulanmazken ya da yetersiz kalırken, bunun sonucunda Sovyet sistemi çözülür, çökerken aslında barışın korunmasında Sovyet söylemleri gerçekçi çıktı. Sovyetler Birliği’nin çözülüşü ardından ABD Yeni Dünya Düzeni Stratejisi temelinde 20. yüzyılda kurulmuş düzeni ve şekillenmeyi tasfiye etmek ve küresel kapitalist hegemonyayı daha güçlendirmek üzere Körfez Savaşı’yla birlikte bir saldırı harekatı başlattı. 25 yıldır böyle bir savaş yaşanıyor. 


Bu savaş ulus üstü sermayenin serbest ve güvenli dolaşması temelinde daha çok kazanmasını sağlatmak isteyen küresel kapitalist modernite güçleri ile sınırları, gümrük duvarlarını güçlendirmiş ulus-devlet statükosu arasındaki savaştır. 3. Dünya Savaşı başka amaçları olan bir savaş değildir. Aslında saldıran küresel kapitalizmdir. Bölgenin, Ortadoğu’nun statüsünde değişiklik yapmayı, sermayenin daha rahat ve daha fazla kar etmesini amaçlıyor. Bunun içinde mevcut sınırları katılaştıran ulus-devlet diktatörlükleri yerine sistemin ihtiyaçlarını karşılayacak rejim değişiklikleriyle Büyük Ortadoğu Projesi dediği yeni bir egemenlik statüsünü Ortadoğu’da kurmak istiyor. Bu temelde 25 yıldır ABD ve müttefiklerinin bölgeye dönük çok yönlü müdahaleleri ve saldırıları olmaktadır. 


Bu savaş en çok toplumlara zarar verdi. Halklar da bu devletçi-iktidarcı uygarlık sisteminin krizinden doğan savaştan kurtulmak üzere demokratik devrimi teori ve pratikte geliştirmeye çalışıyorlar. PKK’deki gelişim, Önder Apo’nun evrensel bir önderlik haline gelmesi bu çatışmadan Demokratik Ortadoğu Devrimi’ni çıkartacak bir teorik çizgiye ulaşması bunu ifade ediyor. Benzer arayışlar diğer toplumlarda da var. Türkiye’de, İran’da, Arabistan’da aydınlar, düşünürler, sanatçılar, siyasetçiler arasında benzer bir arayış var. Herkes Ortadoğu’daki statüyü ve kendi durumunu beğenmeyerek bir arayış içine girmiştir. Bu arayışta en ileri teorik çözümlemeye ulaşan güç Önder Apo oldu. Çünkü sistem gericiliği, köleliği en çok Kürdistan’da derinleştirmişti. Dolayısıyla özgürlük ve kurtuluş en çok Kürdistan’da gerekliydi. Bu statüyü en çok reddeden Kürtler oldu. Nitekim 20. yüzyıl boyunca ağır bedeller ödeyerek en fazla direnen, cesaret ve fedakarlık gösterenler de Kürtler oldu. Dolayısıyla da alternatif çözümü Kürt Özgürlük Hareketi yarattı, onun Önderliği yarattı. Bu da anlaşılır bir durumdur. 


3. Dünya Savaşı’nın gelişen pratik adımlarına bakmak lazım. Çünkü gelişen olaylar bu 25 yıldaki olaylarla sıkı sıkıya bağlantılıdır. Saddam’ın bahane olduğu Körfez Savaşı tıpkı El Kaide’ye karşı savaş nedeni olan 11 Eylül gibi bir provokasyondu. Saddam Hüseyin rejiminin de öyle bir karakteri vardı. Serüvenci bir Arap milliyetçiliğiydi Irak Baasçılığı. Belki de Bismark’ın Almanya’da yaptığına benzer biçimde zorla Arap bölünmüşlüğünü ortadan kaldırıp birlik yaratma hayali güdüyordu. Küresel sermaye güçleri, ABD bu ruh halinden, anlayışından yararlandı. Onu Kuveyt’e girmeye teşvik etti, ardından da buna karşı Saddam Hüseyin yönetiminin işgalinden Kuveyt’i kurtarmak üzere bir savaşı gündeme getirdi. Buna dayanarak Ortadoğu’nun stratejik alanlarına silahlı güç koydu. Ortadoğu’dan böyle bir savaşı yürütmek üzere yeni ittifak güçleri ortaya çıkardı. Saddam Hüseyin kuvvetlerine askeri saldırıyla ağır darbe vurup Kuveyt’ten çıkardı. Böylece 1991 Ocağından başlayan ve Mart ayına kadar süren Körfez Savaşı Irak’ı fiilen üçe böldü. Saddam Hüseyin’in siyasi, askeri, ekonomik gücünü ciddi biçimde darbeledi. 36. paralelin kuzeyini, 32. paralelin güneyini güvenlikli alan haline getirdi, Saddam Hüseyin’in kara ve hava güçlerinin saldırılarına kapattı. Böylece Saddam Hüseyin’i Irak’ın ortasında, Bağdat ve çevresindeki bir yönetim derekesine düşürdü.


Kürt gerillacılığı Filistin direnişi içinde boy verdi 


Irak’ın kuzeyinde Kürt bölgesinin bir bölümünde yeni bir siyasi-askeri sistem, Kürt devletçiliği geliştirilirken, güneyde de Şiiler kendilerini yöneten bir sistemleşmeye gittiler. ABD Körfez Savaşıyla yarattığı siyasi duruma dayanarak Kürdistan ve Filistin devrimlerine müdahalede bulundu. 1992’den itibaren Çevik Güç Operasyonu temelinde PKK’ye karşı başlatılan saldırılar bunu ifade ediyor. Bu saldırı 92 Güney Savaşı ile başladı, uluslararası komploya kadar devam etti. Diğer yandan Körfez Savaşı’nda Saddam Hüseyin yönetimine destek veren neredeyse tek Arap gücü Yaser Arafat başkanlığındaki Filistin yönetimiydi. Oslo süreci ve Ortadoğu Barış Projesi adı altında Filistin devrimini de tasfiye etmeyi amaçlayan bir süreç geliştirdiler. Ortadoğu’yu yönlendiren Filistin devrimini adım adım erittiler. Filistin devrimi sadece Arap alemine değil, bütün Ortadoğu’ya yön veriyordu. Ulusal Kurtuluş Hareketleri içerisinde önemli bir yeri vardı. Biz de o devrim zemininde ilk eğitimlerimizi gördük ve Kürt gerillacılığı Filistin direnişi içinde boy verdi. Tuhaftır ki, şimdi Kobanê’de saldırı yoğunlaşırken Gazze’de de yoğunlaştı! Belki tesadüf olabilir ama bu kadarı da çok tesadüf görünmüyor. Bundan 35 yıl önce Kürtler Filistin direnişi ortamına gidip destek alırken, bugün de Filistin ve Kürdistan üzerindeki çatışmalar eş zamanlı yürüyor. 3. Dünya Savaşı’nın birinci dönemi açısından durum böyledir. 


Körfez Savaşı’nın sonuçları üzerinde yürüttüğü mücadele ile ABD bazı kazanımlar elde etti ama istediği sonuçlara ulaşamadı. Ne Kürdistan’da ne Filistin’de ulaşabildi. Buna dayanarak Balkanlarda, Kafkaslarda, Doğu Avrupa’da, Afrika’da ve Asya’da bir dizi siyasi ve askeri saldırı yürüttü. Aslında körfez Savaşı’ndan sonra Irak’ı parçalayıp Ortadoğu’da bir denetim kurdu. Bunun üzerine dünya genelinde 20. yüzyılda kendisine karşı Sovyetler Birliği ile ittifak içinde ortaya çıkan siyasi güçleri tasfiye etmeye, dengeleri tümden kendi kontrolüne alıp denetimini küresel düzeyde kurmaya çalıştı. Küresel düzeyde belli sonuçları alsa da Ortadoğu’da istediği sonuca ulaşamadı. Büyük Ortadoğu Projesinin içini dolduracak düzeyde bir siyasi güce ve etkinliğe kavuşamadı. Bir çözümsüzlük ve çıkmaz içindeyken 11 Eylül İkiz Kule saldırısı oldu. Adeta yenilmekte olan ABD’nin imdadına yetişti. 11 Eylül 2001’de İkiz Kule saldırısıyla bir ikinci döneme başladı. ABD yönetimi İkiz Kule saldırılarını vesile ederek ikinci bir Ortadoğu saldırısını planladı ve gündeme getirdi. Önce Afganistan’a, ardından Irak’a saldırdı, askeri müdahalede bulundu. 2003 baharında Saddam Hüseyin yönetimini yıktı. Afganistan ve Irak savaşının sonuçlarına dayanarak bölgenin bütün güçlerine siyasi, askeri, ekonomik müdahalelere yöneldi. Suriye’ye, İran’a ve PKK’ye yöneldi. 2002-2004 tasfiyeciliği dediğimiz saldırı aslında ABD’nin böyle bir müdahalesinin parçası olarak ortaya çıktı. PKK’ye yansıması böyle oldu. Öncesinden zaten uluslararası komployu planlamış, 15 Şubat 99’da Önderlik esaret altına alınmıştı. Hem bu komploya dayanarak, hem de Afganistan ve Irak savaşlarının ortaya çıkardığı sonuçlar üzerinden Kürdistan Özgürlük Devrimi’ni parçalayıp tasfiye etmeyi hedefledi. 


Afganistan ve Irak’ın işgali, ardından Türkiye ve Irak’ı ittifak haline getirerek Suriye ve İran’a müdahale arayışları bazı sonuçlar verse de ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi çerçevesinde yeni bir hegemonik sistem kurmasına yetmedi. Halkların özgürlük ve demokrasi arayışları da Ortadoğu’nun statükoculuğu da buna karşı direndi. Karmaşık ve çelişkili bir çatışma içerisinde ABD müdahaleleri hedeflediği başarıya ulaşmadı. Çıkmaz ve çaresizlik içine girdi. Böyle bir ortamda 2011 başında gelişen Arap Baharı denilen isyan hareketleri ortaya çıktı. Aslında bunlar Arap milliyetçiliğinden çözüm bulamayan, ABD müdahalelerinin de çözüm yerine Arap toplumunu daha çok aşağılayan yaklaşımına karşı Arap toplumunun kendisine dayatılan ikinci sınıf toplum olma durumunu tersine çevirme direnişleri olarak tarih sahnesine çıktılar. Örgütlü olanlar da vardı ama esas itibariyle daha çok bu toplumsal psikolojiye dayalı kitle direnişleri olarak gelişti.


İngiltere ve Fransa Ortadoğu’yu 25’e böldü, ABD 40-50’ye bölecek 


Tunus’ta, Mısır’da, Libya’da iktidarlar devrildi. Yemen’de iktidar değişikliği ortaya çıktı. Suriye’ye sıçradı ve bir iç savaş hali ortaya çıktı. Şu anda Suriye’de bir kilitlenme yaşanmaktadır. ABD böyle bir hareketi kendi çözümsüzlüğü için çıkış alanı olarak değerlendirmek istedi. Bir umut gibi gördü. Suriye’de daha önce Körfez Savaşıyla, yine Afganistan ve Irak savaşlarıyla ulaşmak istediği sonuca ulaşmak istedi. Suriye’deki sistemi aşarak en azından Arap aleminde tam bir egemenlik kurmayı hesapladı. Arap toplumunun isyanını bu doğrultuda kendi çıkarı için değerlendirmek istedi. Çok kısa sürede ABD’nin bu çabaları da başarısızlıkla sonuçlandı. Yeni bir tıkanma ve çözümsüzlük yaşanmıştır. Tunus’ta kısmi bir istikrar ortaya çıksa da diğer alanlarda bir çıkmaz yaşanmaktadır. Mısır’da Hüsnü Mübarek yönetimi devrildi, ardından İhvan-ı Müslim’in yönetimi oluştu. Ne var ki İhvan-ı Müslim ABD’nin beklediği gibi uyumlu bir yönetim olmadı. Aksine ABD’nin bölge politikalarını zorlayan bir pozisyon ortaya çıktı. Bunun sonucu askeri darbe yaparak Mısır’ı elde tutmak zorunda kaldı. Mısır’ın yanında Libya da paramparçalılığı yaşamaktadır. ABD’nin müdahale edip sistem kurmak istediği Irak’ta Sünni toplumun yönetimden dışlanması başından beri bir siyasi krizi süreklileştiren etken haline gelmiştir.


Suriye’de çatışmayla bütün bunlara çözüm bulabilir miyim, arayışında olduysa da sonuç alamadı. Ne kadar güç-destek verdiyse de kendi istediği doğrultuda çatışmaları yönetemedi. Esad yönetimini değişikliğe uğratamadı. Sonunda Cenevre Konferanslarıyla Suriye’de çözüm bulmak istedi. Ancak Cenevre-2’yle birlikte bu arayışlar iflasla sonuçlandı. Bizzat konferansı toplayan kişi iflas ettiğini ilan etti ve görevden çekildi. Suriye’de ABD politikaları tam bir kördüğüm içinde çözümsüzlüğü yaşamaktadır. Bu, ABD’nin 90’dan itibaren Körfez Savaşı’yla başlayan saldırılarının başarısızlıkla sonuçlanması anlamına geliyordu. O zamana kadar mevcut bireysel diktatörlük ifade eden rejimleri değiştirerek rejim değişikliği temelinde ulus üstü sermayenin biraz daha rahat dolaşıp daha fazla kar sağlayacağı bir Ortadoğu sistemi yaratmayı hedefliyordu. Bu stratejisi başarısızlıkla sonuçlandı, hiçbir yerde yeni sistem kuramadı. Bu noktada bir değişiklik arayışı içine girdi. IŞİD saldırıları ABD’nin bu çözümsüzlüğü, çaresizliği ortamında yeni çare arayışı, yeni stratejiye yönelimini gösteriyor. IŞİD saldırılarıyla belli amaçlar hedeflenmesi tamamen küresel sermaye politikasının hayata geçirilmesiyle, ABD politikalarıyla bağlıdır. Rejimleri değiştirerek Ortadoğu’da hegemonya kurma stratejisi başarısız kalınca bu sefer mevcut devlet sistemlerini parçalayarak, sürekli kriz ve çatışma ortamında kendi etkinliğini sağlatacak sınır değişikliklerine yönelerek Ortadoğu’da hegemonya kurma stratejisine yöneldi. 


IŞİD saldırıları ve Irak’ta ortaya çıkan durumu ABD-İsrail politikalarının uygulanması olarak görmek lazım. IŞİD eliyle yapıldı ama yaptıranlar bunlar. ABD’nin bunu yaptırmış olması bir strateji değişimini ifade ediyor. Değişen strateji de sınırların değiştirilmesi, Ortadoğu siyasi coğrafyasının yeniden çizilmesi anlamına geliyor. İngiltere ve Fransa Ortadoğu’yu 25’e böldü, küresel hegemonyayı buna dayandırdı. Herhalde ABD de 40-50’ye bölecek, daha çok parçalayıp zayıf düşürerek Ortadoğu’yu çelişki ve çatışma içerisinde yönetmeye çalışacak. Böylece hem parçalanmış, küçültülmüş güçler İsrail’in güvenliği için tehlike olamayacaklar, hem birbiriyle daha yoğun çelişki ve çatışma içinde oldukları için dış bir büyük güce bağlanmaya ihtiyaç duyacaklar. Bu yeni politikanın sonucu ABD’ye, küresel kapitalizme daha fazla bağlanacaklar.


Bu yöntemle Ortadoğu’nun devrimci demokrat potansiyeli ve yeni bir demokratik uygarlık geliştirme gücü yok edilecektir. Bu potansiyel tüketilerek Demokratik Ortadoğu Devriminin önüne geçilmiş olacaktır. Önder Apo’nun planladığı, öngördüğü, teorik olarak geliştirdiği Demokratik Ortadoğu Devrimi toplumların bölünüp parçalanması ve yaşayacakları iç çatışmalarla sabote edilmiş olacaktır. Demokratik devrimi yapacak potansiyel güçler eritilip yok edilecektir. Bu bir karşı devrimci hamle, karşı devrimci saldırıdır. IŞİD saldırılarının Ürdün-Amman’da planlandığı açığa çıkmıştır. IŞİD adıyla oluyor ama ardında 8-10 örgüt var. Bu planlamaya İsrail öncülük etmiş. Ardından ortaya çıkan sonuçları kabul ettiğini İsrail açıkladı.


Bu saldırıların arkasında Baas Rejiminin kalıntıları ve Tarık Haşimi’nin de yönetimde olduğu örgütlenmeler var. Bunlar IŞİD’le ortak hareket etmektedirler. İsrail ve ABD IŞİD hamlesiyle Suriye’yi bölüp parçalamaktadır. Artık ne Suriye’de ne de Irak’ta eskiye dönmek mümkündür. Irak ve Suriye parçalandı. ABD Irak’ın bütünlüğünden yanayız deyince, sanki bu saldırıların arkasında ABD yokmuş gibi algılanıyor, o görüşler doğru değil. ABD herhalde “ben yaptım” demeyecekti! İsrail öyle der, ABD başka bir şey söyler. Fiilen yapar, sözde tersini söyler. Bu da ABD stratejisinin, küresel kapitalizm stratejinin uygulanması oluyor. Sonucu ortaya çıkınca da “ne yapalım, bölünmüş” diyerek sonucu kabul ettirmeye çalışacak.  Çünkü “ben böldüm” dese herkes ABD karşısında bir ittifak oluşturmaya yönelir. 


ABD  parçalayacak, körükleyecek, çatıştıracak 


ABD Ortadoğu’da yürüttüğü 3. Dünya Savaşı’nda stratejik değişim yapıyor. Bunu sadece Suriye ve Irak’la sınırlandırması düşünülmemeli. Türkiye ve İran böyle kaldıkça Suriye ve Irak’ta yeni bir sistem oluşturması mümkün değildir. Türkiye ve İran’ın müdahaleleriyle Suriye ve Irak’taki çıkmazı ABD’ye yaşattılar, başarısız kıldılar. Bölgenin hegemonik güçleri bunlar. Bunlar değişmeden sadece Suriye ve Irak’la Ortadoğu’da yeni bir sistem kurmak mümkün değil. Dolayısıyla bu bir bölgesel plandır. ABD ve müttefikleri bölgeyi daha fazla parçalamaya karar vermiş oluyorlar. Çelişkileri daha çok körükleyecekler, daha çok çatışma içine sokacaklar. Böylece Demokratik Ortadoğu Devriminin zeminini kurutmaya çalışacaklar. Ortadoğu’da alternatif bir demokratik uygarlığın doğuşunu, gelişimini önleyecekler. Ortadoğu’da Demokratik Modernite devriminin gerçekleşmesini engellemiş olacaklar. ABD politikalarını böyle anlamak gereklidir. 


IŞİD’i saldırıya geçirdiler, Suriye ve Irak’ı böldüler, ardından IŞİD’i kontrol altına almaya çalışacaklar. Çünkü kendini İslam aleminin sahibi gören, böyle olduğunu iddia eden IŞİD tehlikeli hale gelebilir. Nitekim “Bütün İslam toprakları benimdir” diyor. Sünni mezhebe dayanıyor, Şiiliği, diğer dinleri ve inançları katletmeyi hedefliyor. Böyle olunca başta Güney ve Batı Kürdistan olmak üzere, İslam aleminin tümüne yayılmayı hedefliyor. IŞİD’in liderini halife ilan ederek yeni bir Hilafet rejimi geliştirmeye çalışıyorlar. Eğer böyle olursa İsrail ve küresel hegemonya için Irak ve Suriye’den daha tehlikeli hale gelirler. Öyle ki, çevre ile hep çatışma içine giren, gerginlik yaratan bir güç olmalı ama çok büyük, İsrail’i tehdit edecek, bölgede egemenlik kuracak bir güç de olmamalıdır. ABD’nin çıkarına olan budur. Bunu yaratmak için birinci aşamada IŞİD’le Irak ve Suriye’yi böldü, ikinci aşamada ise IŞİD’i kontrol altına almak isteyecek. Hemen böyle bir arayışa girdiler. Aslında öncesinden bunun olup olmayacağını incelediler, olacağına kanaat getirdikten sonra böyle bir ilk hamleyi yaptılar. Şimdi ikinci aşamaya geçtiler. Bunun için herhalde Esad yönetimi ile uzlaşacaklar; Şam’da, Latkiye’de bir Alevi devleti olmasını öngörecekler. Suriye’de Sünni kesimlerin (İslami Cephe’nin, ÖSO’nun, İhvan-ı Müslimcilerin) belli bir etkisi var. Bunları da belli alanlarda güç yapacaklar. Belki de bunları, hegemonik sistemin etkinliğini en az sorunla sürdürdüğü Ürdün’le birleştirecekler. Bağdat ve güneyinde bir Şii bölgesi ve devleti ortaya çıkarılacak. Doğuda zaten İran var. Böylece doğudan, güneyden ve batıdan IŞİD kuşatılmış olacak.


Rojava Devrimi’ni tasfiye planı KDP-AKP planıdır 


Geriye kuzey kalıyor; kuzeyden IŞİD nasıl kontrol altına alınır? Kuzey’de de Kürtler eliyle kontrol sağlanmak isteniyor. Güney Kürdistan’da devlet ilan etmek böyle bir planın parçası olarak gündeme geliyor. Yoksa ne Barzani’nin ne Talabani’nin hazırlığından dolayı değil. Tamamen ABD planları bunu gerektiriyor. Bu doğrultuda Güney Kürdistan’da bir devlet ilanına gidilmeye çalışılıyor. Böyle bir ilan durumu bu temelde gündeme geliyor. İşte bu noktada henüz daha bu  proje pratikleştirilmeden genel plan içerisinde KDP-AKP ittifakına rol veriliyor. Kuzeyden IŞİD Kürtlerle kontrol edilecekse, kuşatılacaksa, bunu kuşatacak Kürtlerin KDP öncülüğünde birliğinin yaratılması hedefleniyor. KDP’nin AKP ile birlikte böyle bir stratejisi var. Öyle anlaşılıyor ki, kısa vadede ABD’yi de böyle bir plana ikna etmiş görünüyorlar. 


IŞİD’i kontrol altına almak için Rojava’nın bazı bölgelerinin içine alındığı Güney Kürdistan’a dayalı bir Kürt devleti ilan etmek öngörülüyor. Bunun için Rojava Devrimi tasfiye edilecek ve Rojava’nın çoğu terkedilecek. Kobanê saldırısı buradan ortaya çıktı. Aslında bu, üç ay önceki bir plandı. 30 Mart yerel seçimleri öncesinde bir deneme yaptılar. O zaman bu saldırı planı direnişle boşa çıkarılınca bu amaçları ertelenmiş oldu. Önce Rojava’yı tasfiye edip sonra Irak’a IŞİD’i saldırtacaklardı. İlk plan öyleydi. Kobanê direnişi bu planı kırınca yenilediler, planı değiştirdiler. IŞİD’i Irak’ın Sünni Arap bölgesine saldırttılar. Oradan alınan sonuçlara göre şimdi yeniden Rojava Devrimi’ni tasfiye planını gündeme koymuşlardır. Bu plan AKP-KDP planıdır, ABD’nin de bir süreliğine destek verdiğini görüyoruz. Ancak çok uzun süreli destek vereceğini düşünmemek lazım. Bu planın da hedefi şu: Kobanê’yi düşürecekler, Kobanê kırılırsa Efrîn etkisiz hale gelmiş olacaktır. Bunun sonucu Cezîre yalnız kalacak KDP’ye teslim edilecek. 


Kobanê, Rojava Devrimi’nin ilk kıvılcımlandığı, başladığı, Önder Apo’nun 1979’da Türkiye dışına çıktığı yer. Bir de orta halka oluyor. Orta halka koparıldı mı, Cezire ile Efrin arasında bağ kalmıyor. Böylece IŞİD Cezire’ye saldıracak, Cezire yönetimini ağır darbeleyecek, KDP kurtarıcı olarak devreye girecek. Qamişlo, Cezîre ve petrol bölgesi Rimelan Başur’a bağlanacak. Böylece bir devlet ilan edecekler. Kürt petrol emirliği böyle oluşacak. KDP ve AKP planı, Kobanê’ye dönük gelişen saldırı bu temelde gerçekleşmektedir. Bunu başarırlarsa Suriye’nin ve Irak’ın Kürt bölgelerinden oluşmuş bir devletle de IŞİD’i kuzeyden kuşatmaya alacaklar. 


Bu iki aşama başarıldı mı, üçüncü aşama gelecektir. Bu sefer bu bölme-parçalama politikasının İran ve Türkiye’ye dönük bölümleri gündeme getirilecektir. Eğer ABD Ortadoğu’da sınırları değiştirme stratejisini esas alırsa bunda Türkiye ve İran’ın durumu da önem kazanacaktır. Böyle bir stratejinin uygulanmasında Kürtlerin pozisyonu, stratejik konumu çok çok önemlidir. Kürtlere bunu yaptıramazsa kimseyle yapamaz. O nedenle ilan edilmiş bir Kürt devletine dayanarak İran’ı ve Türkiye’yi bölmeye çalışacaklar. Güneyde Kürt devleti oluşturanlar, Kürdistan’ın daha büyük parçaları olan Doğu ve Kuzey Kürdistan’da Kürt inkarı ve imhası politikasını yürütemeyeceklerdir. Böyle bir ortamda Kuzey ve Doğu’nun inkar ve imhayı kabul etmesi ve statüsüz yaşaması söz konusu olamayacaktır. Dolayısıyla üçüncü aşamada çatışma İran ve Türkiye sahasına kayacaktır. 


Böyle bir plana, IŞİD’le bölgeye yapılan müdahaleye ve Kobanê saldırısına İran ve Türkiye’nin nasıl tutum takınacağı önem kazanmış bulunmaktadır. IŞİD’in Irak’ta saldırısı ve ortaya çıkan durum İran’ın bölgedeki konumunu zayıflatmaktadır. İran, Irak, Suriye, hatta Lübnan’ın da içinde yer aldığı Şii kemeri İran için çok önemliydi. Bu nedenle IŞİD’in saldırılarına çok sert tepki göstermesi bekleniyordu. Beklendiği kadar tepki gelmedi. Bağdat’ı savunmak dışında Maliki yönetimine destekte bulunmadı ve ABD’ye uzlaşma çağrısı yaptı. Demek ki, İran da Irak’ın parçalanmasından çok rahatsız değil. Belki de bunu kendisinin yararına görüyor. Parçalanmış Irak güçten düşmüş Irak oluyor. Şimdiye kadar batı sınırında güçlü bir Irak, İran için savaş gerekçesi olmuştu. Irak parçalanmış olursa böyle bir tehditten kurtulmuş olacak. Bunun için İran bu bölünmeden yana rahatsız görünmüyor. Şiileri zaten kendine bağlayacaktır. Sünni yönetimi İran’dan uzaklaştırmış olacaktır. Güney Kürdistan’ı, KDP ile YNK’yi denetim altına almış. Bunların etkin olduğu bir devleti hem IŞİD’e karşı, hem PKK ve PJAK’a karşı kullanabileceğini umut ediyor. O nedenle Güneylilerin ‘kuracağız’ dediği devletten fazla bir korkusu yok. 


Diğer yandan Şiiler arası çatışma ve çelişki de var: Necef ve Kum Şiiliği Şii mezhebinde bir öncülük çatışması yaşıyor. Necef tarihsel ve ideolojik bakımdan daha kuvvetli ve topluma daha yakın. Eğer bu güç Irak’ın tümünü içeren bir siyasi-askeri güç haline gelirse Şiilik Irak’ta daha güçlü olur, İran ikinci plana düşer. Ama böyle bir parçalanma Irak Şiiliğinin askeri ve siyasi gücünü zayıflatır ve böylece İran’ın Şii mezhebindeki liderliği güçlenmiş olur. Bu noktada İran’ın mevcut durumdan çok rahatsız olmadığı anlaşılıyor. Kaygısı ve onun için önemli olan Güney Kürdistan’daki durumdur. Güney Kürdistanlı örgütleri iyi tanıdığı, onlarla gizli anlaşmaları olduğu için onlara dayanarak PJAK’ı etkisiz kılmayı umut ediyor. Böylece Doğu Kürdistan’da olası bir mücadele gelişimini engelleyebileceğini düşünüyor. 1980’li yıllarda Doğu Kürdistan’da gelişen ayaklanma ve direnişi KDP yoluyla bastırması hala hafızalardaki tazeliğini korumaktadır.


Türkiye’nin planı ne? 


Türkiye’nin durumu da ilginçtir. Bu gelişmelerin yaratılmasında Türkiye çok fazla pay sahibi oldu. Suriye’ye savaş açtı, kendine göre bir siyaset izlemek istedi. Maliki yönetimiyle hep çatışmalı oldu.  Bugün Irak’ta yaşananlarda önayakların başında gelmektedir. Güney Kürdistan yönetimiyle en sıkı ekonomik, siyasi ilişkiler içine girdi. Güney Kürdistan’ı bir yeni sömürge gibi kullandı ve devletin altyapısı olacak kurumların oluşmasında rol aldı. Siyasi olarak da o düzeyde destek verdi, şimdi de destek veriyor. Dikkat edilirse IŞİD saldırısından sonra açıklama yapan güçlerden birisi de Türkiye yönetimi oldu. AKP sözcülerinin “Kürdistan bizim kardeşimizdir” sözleri dikkat çekiciydi. Böyle daha iyi oldu, işlerimizi daha iyi yürütürüz, demektedirler. Zaten AKP siyasi olarak Güney Kürdistan’la ilişkiler üzerine kuruludur. AKP politikasının dayanağı olan Güney Kürdistan yönetimiyle daha sıkı ekonomik iş birliği de gelişir. Petrol ticaretini daha fazla geliştiriyorlar. Türkiye’nin böyle bir politika yürütmesinde Güney Kürdistan’la yürütülen ekonomik ve mali ilişkilerin dürtüsü de var. İkincisi, KDP güçlenirse ona dayalı olarak PKK’yi tasfiye etmeyi hedefliyorlar. Zaten ‘’teröre karşı ortak mücadele’’ dedikleri budur. Hem Rojava’da devrime ortak saldırı yürütüyorlar, hem de Kuzey’de birlikte Türkiye KDP’sini örgütlüyorlar. Örgütledikleri bu parti cumhurbaşkanlığı seçiminde Tayyip Erdoğan’ı destekliyor. Sözde PKK Kürtlüğüne alternatif Kürtlük AKP Kürtlüğü oluyor, Tayyip Erdoğan Kürtlüğü! İşi bu noktaya kadar götürdüler. Bu biçimde PKK’nin gerileyeceği, Kürdistan Özgürlük Devrimi’nin tasfiye edileceği hesabını yapıyorlar. 


Türkiye’deki yönetim yaklaşımı budur. Kuşkusuz bu yaklaşım Milli Güvenlik Kuruluna ve devlete aittir. MHP ve CHP’nin bir kesimi buna karşıdır. Bu durumun Türkiye’yi böleceği endişesini taşıyorlar. ABD’nin arkasında olduğunu söylüyorlar. ABD’yi biraz daha iyi tanıdıkları için bundan endişe duyuyorlar. Endişeleri daha çok milliyetçi karakterdedir. Esas olarak bazı demokratik çevreler bu konuda daha duyarlılar ve doğru bir düşünce ve tutuma doğru ilerliyorlar. “Bu durumda Türkiye’nin tutumu ne olmalı” diye değerlendiriyorlar. Irak’ı bölerek, Kürdistan devleti ilan ettirilerek belli ki bazı maddi çıkarlar sağlanabilir. Ama bunun Türkiye’ye yansıması ne olacak? Bu konuda iki şey öngörülüyor; birincisi, Türkiye bölünebilir, ikincisi, faşist diktatörlük daha da katmerli hale gelir. ABD politikaları uygulanırsa Türkiye’nin gideceği nokta kesinlikle burasıdır. Buna karşı demokratik çevreler daha yüksek sesle muhalefet ediyorlar. Önder Apo’nun geliştirdiği Demokratik Siyasi Çözüm Projesi’ne ilgi, eğilim daha fazla gelişiyor. Yine demokratikleşme ve Kürt sorununu çözme hedefiyle ortaya çıkan Halkların Demokratik Partisi’nin etkili bir demokratik siyasi hareket haline gelmesinin zemini de güçleniyor. Böyle bir yön de var.


Türkiye demokratik çevrelerinde ve toplumunda gelişen Kürt Halk Önderi’nin projesiyle Kürt sorununun çözümü ve Türkiye’nin demokratikleşmesi eğilimini sınırlandırmak, böyle bir gelişmenin HDP’yi güçlendirmesini önlemek için AKP’nin bu son yasayı çıkardığı anlaşılıyor. “Biz de yeni bir adım atıyoruz, çözümden yanayız” demeye getiriyorlar. Böyle bir yola girerler mi, bunu gelişmeler gösterecek. Önder Apo da gelişmelerin hangi yöne evrileceğini bu yasadan sonra atılacak adımlara bağlı olduğunu vurguladı. Eğer heyetler oluşur, müzakere takvimi ortaya çıkartılırsa mevcut yasa muğlak olmaktan çıkıp, söz olmaktan çıkıp fiiliyata dönüşebilir. Önder Apo bunu şart koştu. Hem de seçimden önce yasanın anlam ifade edebilmesi için bu adımların atılması gerektiğini belirtti. AKP yasayı çıkardı, böyle bir hava yarattı. Cumhurbaşkanı seçimi için biraz daha Kürt oyu almak istiyor. Diğer yandan ise Irak’taki gelişmelerin Türkiye’de demokratik güçlerde yarattığı Kürt sorununun çözümü doğrultusundaki eğilimin önünü almak, bu yönlü demokrasi eğilimini de kendine kanalize etmek istiyor. ‘Terörü Sona Erdirme Toplumsal Bütünlüğü Sağlama’ isimli yasanın işlevi ve mevcut hali bu düzeydedir. Bunun ötesine geçebilmesi gerçekten de Irak’taki, Ortadoğu’daki gelişmeleri karşılayan bir çözümün yaratılarak yeni bir Türkiye vizyonunun ortaya çıkarılması Önder Apo’nun istemlerinin yerine gelmesine bağlıdır. Eğer heyet oluşturur, müzakere takvimi belirlenir ve bu konuda adımlar atılırsa o zaman bu yasa önemli bir adım haline gelir. Türkiye’deki yönetim tarzında önemli bir değişimi ifade edebilir. 


Türkiye’de geçmişte ciddi ve önemli bir değişiklik 2 Ağustos 2002’de idamı kaldıran ve müebbet hapse çeviren Bülent Ecevit hükümetinin çıkardığı yasa olmuştu. Bu, Türkiye tarihindeki en demokratik adımdı. Bunu da özgürlük hareketimizin mücadelesi ve Önder Apo’nun öncülüğü sağlatmıştı. Buna Önder Apo ‘Gül Devrimi’ dedi. İstanbul merkezli devlet yönetiminde önemli bir değişimi ifade etti. O zamana kadarki devletin yönetim felsefesinin özü, 12 Eylül cuntasının şefi Kenan Evren’in sözlerinde dile gelen “asmayalım da besleyelim mi?” anlayışında olduğu gibi idama, öldürmeye, katliama dayalı bir yönetim gerçeğini ifade ediyordu. Bu yönetim anlayışında kırılma ve değişim 2 Ağustos 2002’de idamın yasalardan çıkartılması adımı oldu. Şimdi eğer mevcut yasaya dayalı olarak müzakereler başlatılırsa, Önder Apo’nun şart koştuğu yerine getirilirse işte o zaman bu yasa da Türkiye tarihi açısından ikinci önemli ve ciddi bir adım haline gelecektir. Sadece asmayıp da beslemeyle yetinmeyecek, muhalefetiyle konuşup tartışarak bir demokratik uzlaşma yaratılarak sorunları çözme ortamı ortaya çıkarılacaktır. Bu da yeni bir devlet yönetim tarzı olacaktır. Böyle bir yönetim tarzı da tabii ki Türkiye’nin demokratikleşmesi, devletin demokrasiye duyarlı hale gelmesini ifade edecektir. Bu, Kürt meselesinin çözümünü başlatır; diğer sorunların çözümünü geliştirir, Türkiye’yi de demokratikleştirir. İşte o zaman ABD’nin Irak ve Suriye’yi bölerek bir Kürt devleti kurdurtması temelinde geliştirmek istediği Türkiye ve İran’ın bölünmesine dayalı proje yerine, Türkiye demokratikleşerek ve Kürt sorununun demokratik yöntemle çözerek Ortadoğu’yu demokratikleştirecek ve halkların kardeşlik içinde birliğini sağlayacak yeni bir siyasi alternatif sunulmuş olur.


Bunun büyük bir devrim değeri var, demokratik değeri var. Önder Apo sabırla çatışmaya girmeden demokratik siyaset yöntemini kullanarak kendi teorisinin uygulanmasını, ABD’nin Demokratik Ortadoğu Devrimini engelleme çalışmasına karşı bir proje olarak geliştiriyor. Türkiye’de attıracağı demokratikleşme adımlarını Kürdistan ve Ortadoğu’ya yayarak ABD stratejisini boşa çıkartmayı hedefliyor. Kürdistan Özgürlük Devrimini ve Demokratik Ortadoğu Devrimini geliştirecek adımları böylece ortaya çıkarma çabası harcıyor. Bu çabalar Türkiye’de gerçekten karşılık bulacak mı, yoksa sadece oy almak ve Ortadoğu’daki gelişmelerde ABD, AKP, KDP ve İsrail’in içinde olduğu farklı bir Ortadoğu politikasında yer almak için bir zaman kazanma fırsatı olarak mı kullanılacak, bunu da yakında göreceğiz.


Ya daha ağır faşizm ya da demokratikleşme 


Mevcut durumda Irak’ı bölmeye, Güney’i devletleştirmeye en çok çalışan Türkiye eğer demokratik siyaset izlemez, Türkiye’yi demokratikleştirme temelinde Kürt sorununu çözmezse bu, Türkiye için baltayı ayağına vurmak gibi bir durum olacak. Bunun sonucu Türkiye daha fazla emperyalist saldırıya maruz bırakılacak, bölünmeye ve parçalanmaya gidecektir. Dolayısıyla Önder Apo’nun ortaya koyduğu çözüm projesi dışında hiç bir yol Türkiye’yi kurtaramaz. Bu bakımdan Türkiye şöyle bir noktaya geldi; ya daha ağır faşizm ya da demokratikleşme ve Kürt sorunun çözümü temelinde Ortadoğu’da yeni bir öncülük rolüyle Türkiye’den başlayarak Ortadoğu’yu demokratikleştirme sürecinin geliştirilmesi. İkisinin ortası artık kalmadı. Türkiye şimdiye kadar jeopolitik konumunu, siyasi ve diplomatik imkanlarını kullanarak, daha doğrusu tüketerek hep ortada yürümeye çalıştı. Ama bundan sonra ortada yürümesi zordur. AKP söz konusu adımları atar, önünü açarsa belki ömrünü biraz uzatır. Eğer öyle yapmazsa belki ömrünü uzatır ama kendisinin akıbeti de Turgut Özal ve Süleyman Demirel’den pek farklı olmaz. AKP’nin gitmesi, aslında yapılamayan demokratikleşme rolünün yeni güçler tarafından yapılmasının önünün açılması anlamına gelir. HDP gibi yeni demokratik güçlerin gelişmesi ve güçlenmesi ortaya çıkar, Türkiye’nin sorunlarını demokratik yöntemle çözecek bir konuma kavuşurlar. Türkiye’nin demokratikleşmesi ve Kürt sorununun çözümü böyle gelişir. AKP’nin çözümsüz politikaları Türkiye açısından böyle bir gelişmenin yaşanabileceğini şimdiden ortaya koymaktadır.


Rojava Devrimi turnusol kağıdı gibidir


 Şu anda yaşanan gelişmeler karşısında Kürtlerin tutumu ne olmalı, hangi etkenlerden oluşmalıdır? Mevcut gelişmeler tarihsel olarak da, güncel olarak da Kürdistan’daki siyasal durumla bağlantılı yaşanmaktadır. Güncel olarak da bu durum Kürtler açısından hem önemli fırsatlar, imkanlar sunuyor, hem de ciddi tehlikelerle karşı karşıya bırakıyor. Bu iki etkenden hangisinin öne çıkacağı Kürtlerin göstereceği tutuma bağlı olacaktır. Eğer özgürlükçü tutum etkili olur ve Kürt toplumunun potansiyeli devrimci demokratik temelde harekete geçirilirse gelişmeler başta Kürtler olmak üzere tüm bölge halklarının yararına olur.  


Gelişmelerin Kürtlerin ve bölge halklarının yararına olması açısından da Kürt ulusal birliğinin geliştirilmesi ve bunun bütün parçalarda etkin kılınması önem kazanmaktadır. Eğer böyle olmazsa, dar milliyetçi, çıkarcı, parçacı yaklaşımlarla, hegemonik yaklaşımlarla bu fırsat ve imkanlar halklarımızın çıkarına değerlendirilemez, dolayısıyla da daha çok olumsuzluklar ve tehlikeler öne çıkar. KDP’nin mevcut politikaları böyle bir tehlike arz ediyor. Demokrasiye kapalı, demokratik birliği engelliyor, hegemoniktir, merkezidir, hepsi benim olacak diyor. IŞİD’in Irak saldırısı olana kadar seçimlerin yapılması üzerinden 10 ay geçmesine rağmen Güney Kürdistan’da hükümet bile kuramamışlardı. IŞİD saldırdıktan iki gün sonra KDP diğer partilere bazı tavizler verdi ve hükümeti kurabildi. Aslında verilen tavizler de, kurulan hükümet de AKP açısından Kürdistan’ın diğer parçalarında kendi hegemonyalarını kurmak amaçlıdır. Bu çok tehlikeli bir politikadır. Bu politika, Rojava halkının iradesini ve bu iradenin gerçekleştirdiği devrimi tanımamaya götürüyor. Bakur’da AKP ile Kürtler aleyhine bu kadar işbirliği yapmaya götürüyor. Bunlar kesinlikle tehlikeli politikalardır. Kobanê saldırısı bu politikaların sonucu olarak doğdu. IŞİD’in Kobanê’ye saldırısı arkasında kesinlikle bu politikalar var. Hepsi Türkiye üzerinden oluyor, bunu herkes de söylüyor. KDP hala Rojava Devrimi aleyhinde her türlü çalışmayı yapıyor. Bunun Kürtlükle, yurtseverlikle, demokratlıkla hiçbir alakası yoktur. 


Bugün Kobanê’ye saldıran güçleri destekleyenlerin Kürtlüğünden şüphe etmek lazım, insanlığından da şüphe etmek lazım. Kim ki, direnen Kobanê halkının özgürlük kuvvetlerinin yanında değilse, kalbi onlarla atmıyorsa, elindeki imkanları onlarla paylaşmıyorsa o en gerici, faşist, basit bir çıkarcıdır. Bu tutumlarla ne demokrat, ne yurtsever olunur. O bakımdan Rojava Devrimi turnusol kağıdı gibidir. Kobanê direnişi turnusol kağıdı gibidir. Nasıl ki bundan 32 yıl önce zindanda direnmek, 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucuna girmek bir netleştiricilik rolü oynadı, her şeyi aydınlattı, turnusol gibi herkesin rengini belirlediyse, şimdi Rojava Devrimi de, Kobanê direnişi de aynı rolü oynuyor. 14 Temmuz ruhu Kobanê’de yaşıyor, 14 Temmuz direnişçiliği Rojava’da, Kobanê’de pratikleşiyor. Bunu net söyleyebiliriz. Kimin ne olduğu, hangi politikanın kime ne tür hizmetlerde bulunduğunun en iyi görüleceği yer Rojava Devrimi’dir. Mevcut politikaların nasıl sonuçlanacağının belirleneceği yer de Rojava olacaktır. Bu bakımdan ister ABD politikaları olsun, ister İran, Türkiye politikaları, ister KDP’nin politikaları olsun, bütün bunların nereye varacağı Rojava’daki mücadele ile belirlenecektir. Rojava Devrimi üçüncü yılına girerken böyle bir kilit haline gelmiş  durumdadır. Aslında Kürdistan’ın kilidi, Ortadoğu’nun kilididir. Rojava’da yürütülen mücadelenin sonucuyla Ortadoğu’da özgürlüğün, demokrasinin kapısı mı açılacak, Kürtler bunun öncüsü mü olacak, yoksa yeni insanlık suçları mı işlenecek, vahşi katliamlar,  soykırımlar mı yaşanacak, bunu Kobanê’deki direnişin sonucu belirleyecektir.

ABD’nin Rojava politikası 


Rojava Devrimi nasıl bir alternatif sundu, aydınlatıcı olduysa, şimdi Kobanê direnişiyle bu devrimi savunmak da böyle bir rol oynayacaktır. Kobanê Direnişiyle Rojava Devrimi’ni üçüncü yılda daha ileri götürmek Rojava Devrimi’nin yarattığı sonuçları daha da geliştirmek anlamına gelecektir. ABD şu an KDP politikalarına onay veriyor ama bu destek sonsuz olmayacaktır. Eğer Kobanê direnişi zafere giderse, Rojava Devrimi kendini daha fazla örgütler ve direncini arttırarak IŞİD saldırılarını kırarsa, bu durum ABD politikalarında da zorunlu değişimi getirecektir. ABD’nin bu kadar çok KDP yanlısı olma, onun dışındaki güçleri reddetme tutumu izlemesi kendi politikaları açısından da çok mümkün gözükmüyor. Aslında siyasi ortama yansıyanlar da durumu böyle gösteriyor. Sanki KDP’ye belli bir şans tanınmış,  “yaparsan yap!” yapamazsan, IŞİD saldırılarını kıran Rojava Devrimi’ni tanır, IŞİD’i bu yolla da kontrol etme politikası izlerim yaklaşımı içindedir. KDP’nin ve AKP’nin dolaylı ve dolaysız desteklediği IŞİD saldırıları kırılırsa ABD Rojava Devrimi’ni tanıma temelindeki siyasi seçeneği devreye sokacaktır. O zaman KDP devleti IŞİD saldırıları temelinde Rojava’nın bir kısmını kontrol etme durumunda olmayacak, dolayısıyla Güneyle sınırlı kalacaktır. Şu an Türkiye ve KDP tarafından AKP bir süreliğine ikna edilmiş görülüyor. Sanki bu iki güç “bize fırsat tanıyın! Bu Rojava’yı yıkarsak o zaman size daha çok hizmet ederiz” yaklaşımı içindedirler. Belki de Mesut Barzani’nin son Türkiye ziyaretleri de bu amaçladır. Tam bilemiyoruz, cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde niye gidildi? Kuşkusuz bu ziyaretle seçimde Erdoğan’a destek verilmiş oluyor. Ama  sadece bununla sınırlı olmadığı görülüyor. Belki de Rojava ve Kobanê’ye yönelik saldırıları nasıl sonuca götüreceklerini tartışmak için bu buluşma gerçekleşmiştir. 


Kürt demokrasisinin gelişmesi, Kürt birliğinin oluşması, dolayısıyla Kürt Ulusal Kongresi’nin toplanması Rojava’ya yaklaşıma ve devriminin iradesini tanımaya bağlıdır. 2013 yazında son aşamaya gelen Ulusal Kongre eğer gerçekleşmediyse Rojava politikalarının sonucunda oldu. IŞİD’in Rojava Devrimi’ni yenilgiye uğratacağını umut ettiğinden Rojava iradesini tanımadı; bu temelde de Ulusal Kongre’nin yapılmasını engelledi. Şimdi kongre olacak mı, bilemiyoruz. Önder Apo, hareketimiz olması için çalışıyor. Bunun gerçekleşmesi için KDP’nin Kürdistan üzerinde hegemonya kurma, her şeyi kendi egemenliği altına alma yaklaşımlarından ve politikalarından vazgeçerek demokratik karakterde davranması lazımdır. İkincisi, Rojava Devrimi’nin iradesini demokratik olmak, özellikle Kürt Vietnamı dediğimiz Kürt Filistini dediğimiz Rojava Devrimi’nin iradesinin kesinlikle tanınması gereklidir. Yeni bir devrim yılına girerken işte Rojava böyle bir kilit role gelmiş durumdadır. Rojava ve Suriye’de, hatta bölgede özgürlük ve demokrasi çözümünün çıkması bu direnişin, devrimin derinleştirilmesine, Kobanê, Afrin ve Cezire’deki çete saldırılarının kırılmasına bağlıdır. 


Rojava Devrimi iki yıllık bir tecrübeye sahiptir. Acemilik dönemini belli bir ölçüde aştı. Halk nasıl örgütlenip, direnileceğini öğrendi, halk özgür yaşamı tattı. Bu anlamda her türlü saldırıyı yenebilecek güçtedir. Diğer yandan bir avuç işbirlikçi, çıkarcı dışında Kürtlerin tümümün kalbi, desteği kendi yanlarındadır. Tüm demokratik güçler destek veriyor. Rojava halkı ve direnişi yalnız değildir. Üçüncü yılında çok daha büyük destek görüyor. Devrimi derinleştirme ve direnişi zafere taşımanın fırsatları, imkanları her zamankinden fazladır. Sadece Rojava’da değil, bütün Suriye ve Ortadoğu’da Önder Apo çizgisinde demokratik devrimi geliştirme ve başarma şansı artmıştır. IŞİD saldırıları ve bölgede yaşanan çatışmalar devrimin imkanlarını daraltmak bir yana, Önder Apo çizgisinde devrimi gerçekleştirme zeminini daha da güçlendirmiş bulunmaktadır. Tam da Önder Apo’nun paradigması doğrultusunda demokratik devrimi gerçekleştirme zemini güçlenmiş ve zamanı gelmiştir. 


Bu büyük fırsatlar ortamında kuşkusuz devrimi başarıya götürecek bilince, duyarlılığa, tutuma ve iradeye ihtiyaç vardır. Gerçekten de bu noktada 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu direnişinin derslerinden yararlanmaya ihtiyaç vardır. Direniş neyle başarılıyor, devrim neyle zafere gidiyor? Bu sorulara en iyi cevap 14 Temmuz ruhunda, 14 Temmuz direnişçiliğinde bulanabilir. 14 Temmuz Direniş tarzı ve ruhu Kürdistan devriminin tarzı ve ruhudur. O da Kürdistan devriminin tarzı olan zor koşullarda mücadele etme ve başarma tarzıdır. Bu çerçeveden bakıldığında Rojava Devrimi’ni derinleştirme ve başarıya götürmenin çizgisi, 14 Temmuz çizgisidir. Başka bir çizgide ve tarzda Rojava Devrimi’ni başarıya götürmek mümkün değildir. Bu nedenle 14 Temmuz ruhunu, tarzını iyi anlamak, bunu Rojava Devrimiyle bağlantılandırmak ve özümsemek çok önemlidir. Rojava Devriminde 14 Temmuz ruhunda var olan devrimci yaklaşımı, kararlılığı, direnişi çok iyi göstermek gerekmektedir. 14 Temmuz direnişçiliğinde olduğu gibi, koşullar ne kadar zor olursa olsun, direnme ruhu, cesaret ve fedakarlık yüksek olduğunda çeteler karşısında başarılı olunur; ama biraz zayıflık gösterildi mi çeteler cesaretlenir ve saldırılarını arttırır. 


Kobanê’de ilk önce bazı hatalar yapıldı. Bizim silah gücümüz yok, imkanlarımız az, bir ay zor dayanırız gibi 14 Temmuz ruhuyla ve Kürdistan devriminin tarzıyla uyuşmayan eğilimler görüldü. Bu tür yanlış yaklaşımlar doğru ve anlamlı değildi. 14 Temmuz ruhunu ve Kürdistan devriminin tarzını anlamadan söylenmiş ezbere sözlerdi. Devrimin özgürleştirici, harekete geçirici büyük gücü, iradesi yeterince görülebilmiş değildir. 14 Temmuz ruhu ve Kürdistan devriminin tarzı esas alındığında Kobanê halkının yıllarca direnecek gücü vardır. 


19 Temmuz Rojava Devrimi’nin ikinci yıldönümü yaşanırken, 14 Temmuz direnişinden ders çıkarmak, kendimizi sorgulamak ve yenilemek gibi özeleştirel sorgulamadan geçirmeye ihtiyaç var. Böyle davrananlar ve yapanlar üçüncü yılda büyük zaferler kazanabilirler. Rojava Devrimi böyle bir çizgide yönetilirse değil KDP-AKP’nin saldırısı, değil IŞİD saldırıları dünya gericiliği birleşip saldırsa da Rojava halkını yenilgiye uğratamazlar, Kobanê halkını yenilgiye uğratamazlar. 14 Temmuz ruhu ve Kürdistan devriminin tarzı esas alındığında Kürdistan halkının hiçbir parçada yenilgiye uğratılması mümkün değildir. Sömürgeci güçler o şanslarını kaybetmişlerdir. Artık Kürt’ü yenilgiye uğratma devri kapanmıştır. Önderlik çizgisi ve PKK mücadelesiyle Kürt halkı bilinçlenme ve örgütlenme gibi bir gelişmeyi yaşadı. Bu gelişme de en büyük kuvveti, gücü oluşturuyor. Eğitim ve örgütlenmeden, bilinç ve örgütten alınan güç doğru kullanılırsa Kürdistan devrimi her parçada yenilmezdir.

Kaynak: serxwebun.org
http://www.serxwebun.org/index.php?sys=naverok&id=400