26 Eylül 2014 Cuma

Baskın Oran: Türkleri Niye Bıraktılar?

Baskın Oran, Musul konsolosluk çalışanlarının nasıl serbest bırakıldığını yazdı. 
'IŞİD ile AKP hükümeti arasında bu denli yakın bir ortaklık var' diyen Oran, Musul Konsolosu'nun nasıl olup da 101 gün boyunca teleonu sakladığını sordu.

Baskın Oran'ın Radikal'de yayımlanan 'Musul: Telefonun fısıldadığı sır' başlıklı yazısı şöyle:

Rehine olayı patladıktan hemen sonra Başbakan Erdoğan bir telefon işinden bahsetmişti de inanmamıştım. Ama Başkonsolos doğruluyor. Bu telefon olayı galiba zurnanın zırt dediği delik.

Hepimize büyük geçmiş olsun. Şükür kurtuldular. Kurtaranlar sağ olsun. Fakat şimdi AKP iktidarı biri yakın geleceğe diğeri yakın geçmişe ilişkin iki ana soruya cevap vermek zorunda:

1) Türkiye’nin artık IŞİD karşıtı koalisyona bir biçimde katılması gerekmeyecek mi?


2) Nasıl oldu da, herkesin kafasını uçuran IŞİD Türkleri bıraktı?

ARTIK TÜRKİYE’NİN ELİ RAHATLAMADI MI?
Birinci sorunun cevabı nispeten kolay: Türkiye’nin harekata katılarak Ortadoğu bataklığına saplanmasını haklı olarak istemeyen çok insan var. Ayrıca Erdoğan’ın elinde, Henri Barkey’nin de hatırlattığı  iki katılmama gerekçesi henüz duruyor: IŞİD’i terörist sayanların sadece % 70,7 olduğu Türkiye’de bu örgüt terörist eylemler yapabilir. Ve Süleyman Şah Türbesi’ni her an zapt edip yeni bela açabilir. 


Yalnız, tatsızlık şurada ki, bu iki ürkütücü gerekçenin ikisini de AKP politikası üretti.

Bir kere; Esad’ı düşürtmek için, ülkenin çeşitli yerlerinden IŞİD’e katılmaları vs. görmezden gelerek insanları şartlandırdı.


İkincisi, Türbe, Türkiye-Suriye sınırı boyunca uzanan Kürt-yoğun bölge Rojava’da. AKP, şu anda IŞİD çeteleri buranın merkezindeki Kobani’ye (Ayn el Arab) saldırdığı halde kılını kıpırdatmıyor. Kıpırdatmaması bir şey değil, IŞİD’in kafa kesmesine yardıma gidenler için kevgir ettiği sınırı, bir taş atımlık mesafedeki akrabalarını kurtarmak isteyen Türkiyeli Kürtlere Berlin Duvarı ediyor. Gaz ve basınçlı su sıkarak.


Sonuç: Hem Türbe’yi IŞİD’e fiilen zimmetlemiş oluyoruz, hem de, Urfa Suruç’un hemen karşısındaki Kobani düşerse Rojava ikiye bölünecek ve biz Suriye sınırı boyunca IŞİD’le komşu olacağız Allah’ın izniyle; nasılsınız inşallah.

TÜRKLERİ NİYE BIRAKTILAR?
İkinci ana soruya, daha doğrusu sorulara gelelim:


Nasıl oldu da herkesin kellesini kopartan IŞİD, Türkleri salıverdi? Hem de bu kadar büyük avantajdan vazgeçerek?


Bu bırakma olayı neyin sonucu? Tabii ki; 2010 sonuna kadar çok iyi götürülmüş Türk dış politikasının, 1923’ten bugüne uğradığı en büyük fiyaskonun son halkası. "Allah bizi sevindirmek istedi, bu canları önce kaybettirdi, sonra buldurdu"yu hatırlatıyor.


Kim bunun sorumlusu? Kendi kendine mi oldu? Fıtrattan mıdır?

MUSUL’DA KALINACAK DİYE KİM KARAR VERDİ?
Başımıza açtığımız bu belada esas oğlan kim? AKP iktidarı mı, Başkonsolos Öztürk Yılmaz mı? Soruyorum, çünkü Yeni Şafak’tan Abdülkadir Selvi, Ahmet Hakan’a mülakatında Başkonsolosu sorumlu tutuyor: “(…) olay büyük ölçüde oradaki Başkonsolosumuzdan kaynaklanıyor. Defalarca uyarıldığı, THY tahliye için uçak gönderdiği halde tehlikeyi görmedi”. Ahmet Hakan afallıyor. Selvi’nin cevabı: “Bence kendisini aşırı güvende hissetti”. Döneceğiz; devam edelim:

Neçirvan Barzani, Aslı Aydıntaşbaş’a konuşurken, sanki Selvi’yi doğruluyor: “Musul’daki olayların yaşandığı gece Sayın Davutoğlu’yla birkaç defa görüştüm. Bizden oradakilere göz kulak olmamızı istedi. Konsolosunuzu iki defa arayıp ne yapabileceğimizi sordum. Tahliye teklif ettim. Ama iyi durumda olduklarını ve yardıma ihtiyacı olmadığını söyledi. Doğrusu çok şaşırdık”.

Burada Başkonsolosun tahliyeyi reddi neye dayanıyor acaba? Kendi başına mı karar verdi, yoksa Ankara’dan aldığı talimatı mı uyguluyor?


TC Dışişleri’nde disiplin TSK’nın hemen ardından gelir. Diplomata Ankara’dan, hele böyle bir durumda, “Boşalt orayı!” talimatı gidecek de, genç diplomat boşaltmayacak, çoluk-çocuğu bile tahliye etmeyecek. Dışişleri’ni biraz bilen herkes için durum fazlasıyla net: “Kal olduğun yerde!” emri Ankara’dan gitti.

Gitti de, acaba böylesine korkunç bir şey nasıl yapılabildi ve 76 milyon birden rehine bırakıldı?


Herhalde, “IŞİD bunları rehine alsın da, Sünni kardeşlerimize karşı operasyona katılma mecburiyetinde kalmayalım” denmemiştir artık.


Ama galiba, “Yeni Türkiye büyük devlettir, korkup diplomatını tahliye etmez. Üstelik herkesin boşalttığı bir sırada biz kalırsak büyük prim yaparız, şanımız olur” dendi.

Tabii, şuna güvenerek: “Ben bu cihatçılara o kadar silah, ilaç, lojistik yardımı yaptım; benim adamlarıma zarar vermezler”.
Aralarında nasıl bir ilişki vardı ki böylesi bir sıcaklık oluştu? Türkiye isimli 700 yıllık bir devlet tecrübesi açısından nasıl bir güvendir bu?

ZIRT DİYEN DELİK: TELEFON MESELESİ
Herhalde hadisenin etkisini üzerinden atamamasındandır, Başkonsolos bazı şeyler anlatıyor. Mesela diyor ki: “Beni makam odamın önüne götürdüklerinde silahı doğrulttu kafama, açacaksın dedi. Kesinlikle açmadık kapıyı. 'Öldürün dedik' sonuçta onu da o anda göze almadılar. Kadınlara, çocuklara, bayrağımıza, ülkemize en ufak bir şey olursa, bizi öldürün dedik."

Yani, bu kana susamış katiller kilide bir kurşun sıkıp açıvermiyorlar da, Başkonsolostan anahtar istiyorlar, onun da “Bayrağımıza birşey olursa öldürün bizi!” demesi üzerine bu kapı açılamadan kalıyor. Mantığımı biraz fazla zorluyor.

Ama beynimi esas kurcalayan, cep telefonu meselesi.
Rehine olayı patladıktan hemen sonra Başbakan Erdoğan bir telefon işinden bahsetmişti de inanmamıştım. Ama Başkonsolos doğruluyor:


“Rehineyken 101 gün boyunca üzerimde telefon vardı. Cumhurbaşkanımız, Başbakanımız, Dışişleri Bakanımızla sürekli görüşüyorduk. Ama o telefonu iyi sakladık. Çünkü sürekli aranıyoruz. Telefonu ele geçiremedikleri için çok kızıyorlardı".

Katiller çok kızıyorlar, çünkü telefon olduğunu biliyorlar, ama ele geçiremiyorlar.


Dahası, “Bir sabah kalktığımda baktım ve bana yalnızca kalan terliklerimdi. O da, onların verdiği. Zor bir süreçti. Bedeniniz dışında size ait hiçbir şey kalmıyor. Bazen onu da kontrol altında tutamıyorsunuz” diyen bir insan telefonu kontrol altında tutabiliyor.


Bu telefon olayı galiba zurnanın zırt dediği delik. İki izah biçimi olabilir:

a) Zayıf ihtimal: Başkonsolos, bu katiller kendisine kelle uçurma videoları oynatırken telefonu 101 gün boyunca saklamak gibi çok cesur bir başarıya imza attı.

Yine de olabilir. İşlemediği bir suçtan müebbet küreğe çarptırılan Henri Charrière’in o alabildiğine ilginç otobiyografik romanı “Kelebek”ten biliyoruz ki bazı şeyler, epey özel yöntemler kullanma pahasına, gardiyanlardan gizlenebilir. Ama Charrière parasını koyduğu ilaç tüpünü saklıyordu. Hem cep telefonu biraz fazla hacimli, hem de bunun bir de şarj aleti var. Ha, Başkonsolos 101 gün boyunca şarj işini ne yaptı?

b) Daha güçlü ihtimal: IŞİD katilleri kendisinin telefon kullanmasına izin verdiler. Türkiye’de değil tutuklananlara, gözaltına alınanlara bile verilmeyen ayrıcalık. Neden acaba?

KAÇINILMAZ MANTIKİ SONUÇ

Benim mantığım şöyle der: Demek ki IŞİD ile AKP hükümeti arasında bu denli yakın bir ortaklık var.


Ne denli ve nasıl olduğunu bana sormayın, büyüklerimize sorun. Ben sadece işin teorisini okumuş-okutmuş ve şimdi iyi gazete kıraat eden biriyim. Tahlillere ipucu vermeye çalışıyorum.

Son anda hayret notu: Rehinelerden özel harekatçı Veysel Can konuştu: "Başkonsolosumuz, o zaman Dışişleri Bakanı olan Ahmet Davutoğlu ile görüştü. Onun talimatıyla çatışmadık ve teslim olmak durumunda kaldık. IŞİD militanları bizi Türkiye'ye teslim edeceklerini söyleyip sınıra getirdi. 4 saat bekledikten sonra MİT görevlileri geldi".

Yarabbi aklımı koru. Hani bütün operasyonu "MİT uydudan izleyip yönetmiş ve kotarmış"tı? Yahu, bütün olayda doğru olan bir yön varsa bulsak da, onu yazıp çizsek, yorulmasak?

Ben size bu haber üzerine yapılacak resmî açıklamayı da şimdiden vereyim: "Medyada böyle bir haber çıkmıştır, gerçeklere aykırıdır, özel harekat polisimizin söyledikleri Paralel Yapı tarafından çarpıtılmıştır".

 
Bu haldeyiz.


Kaynak: http://www.demokrathaber.net/guncel/baskin-oran-turkleri-niye-biraktilar-h38594.html

24 Eylül 2014 Çarşamba

KCK: Ortada Bir Çatışmasızlık Durumu Kalmadı


KCK Yürütme Konseyi, Türk devleti ve AKP Hükümeti’nin süreci anlamsızlaştıran ve boşa çıkaran her şeyi yaptığına dikkat çekerek, "IŞİD’in Kobanê’ye saldırtılmasıyla birlikte ortada bir çatışmasızlık durumu kalmamıştır. Bakur’da çatışmasızlık, Rojava ve Başur’da savaş politikası kabul edilmeyecektir“ dedi. KCK, Türk devletinin gerillanın geri çekilmesi dayatmasında bulunmasına da sert tepki gösterdi; "Kürt Özgürlük Hareketi'nin gündeminde gerillanın geri çekilmesi gibi bir durum yoktur. Müzakereye geçilip Kürt sorununun çözümünde ciddi pratik adımlar atılmadan böyle bir adımın atılması söz konusu olmayacaktır“ ifadesini kullandı.

Kongra Gel ara dönem toplantısındaki kararları da hatırlatan KCK, "Yürütme Konseyimiz AKP'nin halkımıza karşı her yerde çok boyutlu yürüttüğü savaşa karşı mücadeleyi her alanda ve her türlü yöntemle yükseltme kararı almıştır“ diye belirtti.

KCK Yürütme Konseyi, Türk devletinin DAİŞ çetelerine verdiği destek, Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın başlattığı “demokratik çözüm süreci”, Türk devletinin geri çekilme dayatmasına ilişkin önemli açıklamalarda bulundu.

KCK açıklamasında Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın 2012 yılı sonbaharında çatışmasızlık çağrısı yaptığı, 2013 Newrozu’nda ise bu çatışmasızlık konumunu resmileştirdiği çağrısında esir asker, polis ve devlet görevlilerinin de serbest bırakılmasını istediği hatırlatıldı.

KCK, 2013 Newrozu ve sonrasındaki gelişmeleri şu sözlerle hatırlattı:

“Hareketimiz Önderliğin çağrısına derhal uymuş, esirleri serbest bırakmış, gerillanın Medya Savunma Alanlarına çekilmesi hazırlıklarını başlatmıştır. Çatışmasızlık tam sağlanmış, gerillalar da peyderpey üslerinden ayrılarak Medya Savunma Alanlarına çekilmiştir. Önder Apo tüm bu adımları İmralı’da yapılan diyaloglar temelinde atmıştır. Türk devlet yetkilileri bu adımlar atıldığında karşılığının olacağı ve Kürt sorununun çözümünde adımlar atılacağı taahhüdünde bulunmuştur. Önder Apo, Türkiye halklarının Kürt sorununun çözümünü istediğini; Kürdistan, Türkiye ve bölge koşullarının da Kürt sorununun çözümüne uygun olduğu gerçeğinden hareketle bu adımların karşılık bulacağını düşünmüştür. Bu açıdan da Türk devletini ve toplumunu çözüme hazır hale getirecek adımların atılmasını tüm Türkiye halklarının çıkarına olduğunu görmüş ve 2013 Newroz deklarasyonunu yayınlamıştır.

Önderliğimizin 2013 Newrozu’nda milyonların şahitliği önünde okunan Türkiye ve Ortadoğu demokrasisi manifestosu niteliğinde olan demokratik siyasal çözüm deklarasyonu, Kürtler ve Türkler başta olmak üzere tüm Ortadoğu halklarında heyecan yaratmıştır. Kürt sorununun çözümü temelinde Türkiye'nin demokratikleşmesine dayanan demokratik Ortadoğu vizyonu tüm halkların geleceğe umutla bakmasını sağlatmıştır. Kürt Halk Önderi bu tarihi sorumluluğu yerine getirmiş, Türk devleti tarafından da karşılık verildiği takdirde Ortadoğu halklarının kara kaderine son verileceği bir durum ortaya çıkmıştır.

Böyle bir gelecek açısından Kürt Özgürlük Hareketi olarak üzerimize düşen sorumluluğu ve fedakarlığı yerine getirmede hiçbir tereddüt gösterilmemiştir. Birçok çevre tarafından çözüm için hangi adımlar atıldı ki çatışmasızlık konumuna geçiyorsunuz, üs bölgelerinden çekiliyorsunuz, denilmiş; bu adımları atmamız karşısında şaşılmıştır.

AKP ATILAN ADIMLARI ZAYIFLATMA OLARAK ELE ALDI

Türkiye'nin siyaset sosyolojisini ve toplumsal psikolojisini dikkate alarak bu adımları attığımızda, AKP hükümetinin de oluşan siyasal ortamda adım atacağı düşünülmüştür. Sorumlu ve rasyonel düşünüldüğünde AKP hükümetinin de bu yönlü adımlar atacağı beklenilmiştir. Tüm halklar, demokrasi güçleri ve demokratlar da böyle bir beklenti içine girmişlerdir. Dünya kamuoyunda da Kürt sorununun çözüleceği yönünde bir kanaat oluşmuştur. Çünkü Kürt Halk Önderi ve Özgürlük Hareketimizin cesaretli adımları ve makul yaklaşımları böyle bir düşünce ve beklentinin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Artık bu koşullarda bu sorun çözülür ve Türkiye demokratikleşir yargısı ve eğilimi gelişmiştir.”

Ancak AKP Hükümeti’nin tüm bu adımlara karşın, “kılını dahi kıpırdatmadığı”nı belirten KCK, “Sanki otuz yıldır süren çatışmasızlığın son bulması ve gerillanın geri çekilmesi önemsizmiş gibi davranmıştır. Öyle ki, attığımız büyük tarihi adımlar karşısında Başbakan yardımcısı Bülent Arınç gerillanın geri çekilişi için ‘Cehenneme kadar yolları var’ demiştir. Halklarımıza duyduğumuz sorumluluk gereği demokratik siyasal çözüm için attığımız adımları daha önceleri de olduğu gibi özel savaş mantığı ve psikolojik savaş yöntemleriyle Hareketimizi zayıflatma doğrultusunda ele almıştır. Böylece bir çözüm politikası olmadığı, çözümsüzlükte ısrar eden politikaları sürdüreceği anlaşılmıştır” ifadesini kullandı.

Bu politikalar karşısında AKP hükümetini uyarmak ve durumun ciddiyetini hatırlatmak amacıyla gerilla güçlerinin geri çekilmesinin durdurulduğunun altını çizen KCK, “böylece AKP hükümetine çözüm için adımlar atılmadığı takdirde mevcut tutumunun kabul edilmeyeceği vurgulu biçimde hatırlatılmıştır. Ancak AKP hükümetinin amacı çözüm değil, sadece çatışmasızlık ortamında toplumsal desteği alıp iktidarını sürdürmek olduğundan, gerillanın geri çekilmesinin durdurulması biçimindeki uyarımız karşısında da ciddi bir yaklaşım içine girmemiştir. Çatışmasızlığın devamını sağlayacak psikolojik savaş yol ve yöntemlerine başvurma dışında hiçbir şey yapmamıştır. Sürekli çözüm sürecinden söz edip bir şeyler olacak algısını yaratarak zaman kazanma ve oyalamayı esas almıştır” dedi.

AKP ÇÖZÜM SÜRECİNE HİÇ GİRMEDİ

KCK, Öcalan ve Kürt Özgürlük Hareketi’nin demokratik siyasal çözüm için atılabilecek tüm adımları attığını, şimdiye kadar da bu adımların sonuç vermesi için gerekli duyarlılık içinde olduğunu; AKP hükümetinin ise başından beri çözüm sürecine girmediğini vurgulayarak sözlerini şöyle sürdürdü:

“AKP Hükümeti Hareketimizin attığı adımlara süreci geri dönülmez hale getirecek hiçbir karşılık vermemiştir. Dolayısıyla Hareketimizin attığı adımlar ve gösterdiği çabalar AKP'yi çözüm sürecine sokmaya yetmemiştir. Geçen iki yıl AKP açısından hiçbir biçimde bir çözüm süreci olmamıştır. Sadece toplumsal desteği almak için çözüm sürecinden söz etmiş; ancak pratikte ise Önder Apo'nun başlattığı süreci anlamsızlaştıran ve boşa çıkaran her şeyi yapmıştır.

YILLAR ÇARÇUR EDİLDİ

Çatışmasızlık, tarafların bulunduğu pozisyonda kalmasını, sorumlu davranarak mutabakat, anlaşma ve çözüm için adımlar atılmasını gerektirmektedir. AKP, mütareke olarak ifade edilen çatışmasızlık ortamında demokratik siyasal çözüm için değil, bir savaş hazırlığını ifade eden pratik içinde olmuştur. Savaş sürecinde yapamadığı karakol, askeri amaçlı yol ve barajların yapımını hızlandırmıştır. Buna karşı Kürt halkının çatışmasızlığı korumak için gerçekleştirdiği demokratik protesto eylemlerine şiddetle saldırmış, birçok gencin ölümüne yol açmıştır. Önder Apo’nun başlattığı demokratik siyasal çözüm sürecinin ruhuna ters davranarak Kürt Halk Önderi’nin samimiyetini ve sabrını istismar etmiş, kötüye kullanmıştır. Özgürlük Hareketimizin defalarca yaptığı uyarıları ve Önder Apo’yla yapılan diyalog koşullarını da dikkate almamış, "ben hiçbir adım atmam, istediğim gibi davranırım" sorumsuzluğu içinde olmuştur. Hareketimiz AKP hükümetinin bu politikadan vazgeçmesi ve demokratik çözüm için adımlar atması çağrısını içeren birkaç deklarasyon yayınlamasına rağmen bunları da kaâle almamıştır. İki yıllık çatışmasızlık süreci oyalama ve zaman kazanma söylemleriyle boşa geçirilmiştir. Öyle ki, Kürt sorununun çözümünü isteyen birçok çevre bile ‘bu nasıl bir süreç, anlayamadık’ diyerek AKP'nin politikalarına yönelik kaygılarını dile getirmişlerdir. Biz Hareket olarak bu sürecin içindeyken hükümet yetkilileri hiçbir adım atılmadığı halde her gün ‘süreç iyi gidiyor’ diyerek toplumu aldatma yoluna gitmiştir. AKP hükümeti Önder Apo’nun sabrını ve Hareketimizin sorumlu davranışını böyle ele alarak yılları çarçur etmiştir.”

KCK, Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın çözüm önerilerini yerine getirerek çözüm sürecine girmek yerine iktidarın "gerilla güçlerinin Kuzey Kürdistan’dan çıkarılması" dayatmasında bulunmasına da sert tepki gösterdi.

ADIM ATMADAN ÇEKİLİN DEMEK KENDİNİZİ TASFİYE EDİN DEMEKTİR

“Geri çekilme olacak, ondan sonra yol haritası olacak” türünden bir dayatmanın çıkmazda ısrar olduğunu ifade eden KCK açıklamasında şunlar belirtildi:

“Halklar ve kamuoyu AKP hükümetinin hiçbir adım atmaması ve sorumsuz davranmasına rağmen Hareketimizin her türlü sorumluluğu ve samimiyeti gösterdiğini bilmektedir. 12 yıllık AKP hükümetinin 8 yılında çatışmasızlık içinde kalarak hiçbir hükümete tanınmayan şans AKP hükümetine tanınmıştır. Merhum Turgut Özal’ın ateşkesi bir ay daha uzatmamızı rica etmesi dikkate alındığında tutumumuzun ne anlama geldiğini ortaya koyduğu gibi, AKP hükümetinin ne düzeyde sorumsuz olduğunu da gözler önüne sermektedir.

Hareketimiz 2013 yazında gerilla güçlerini Türkiye sınırları dışına çıkarma iradesi göstermiş, ancak buna da hiçbir değer verilmemiştir. Bu açıdan geri çekilme olacak, ondan sonra yol haritası gündeme gelecek gibi AKP yandaşı basında çıkan haberler kabul edilmeyecek bir dayatmayı içermektedir. Kürt sorunu gibi sorun alanlarında en son atılacak bir adımı koşul gibi ileri sürmek arabayı atın önüne koşmak ve çıkmazda ısrar etmektir. Hiçbir adım atmamışken, psikolojik savaş dışında çözüm için bir irade ortaya koymamışken, halkımıza zor, baskı ve şiddet uygulayacak birçok unsur varlığını sürdürürken, halkımızın varlığını kabul edip savunmasını sağlayacak gerçek bir demokratikleşme olmamışken gerillanın geri çekilmesi dayatmasında bulunmak, açıkça çözüm için hiçbir adım atmıyorum, şimdiye kadar boşuna mücadele ettiniz, varlığınızı koruma ve özgürlüğünüzü sağlama iddiasından vazgeçin ve kendinizi tasfiye edin anlamına gelmektedir. Böyle bir istekte bulunmaya da hiç kimsenin hakkı yoktur; haddine değildir.

DİYALOG BİLE KURMAYAN NASIL MÜZAKERE YAPACAK?

Demokratik siyasal çözüm için büyük çabası ve olağanüstü sabrına rağmen gerilla güçlerini çektirme çağrısı yap denilmesi, Önder Apo’ya saygısızlıktır; Önder Apo'ya yönelik bir hakarettir. Kürt halkının varlığını tanıyanlar, Kürt halkının iradesine saygılı olanlar böyle bir tutum içinde olamazlar. Sürece ve Önder Apo'ya böyle bir yaklaşım sadece çözümsüzlükte ısrar etme anlamına gelmemekte, diyaloğu da anlamsızlaştırmaktır. Diyaloğa bile ciddi yaklaşmayanların müzakere yapması ve çözüm için adım atması mümkün değildir.

Önder Apo büyük bir fedakârlık yaparak AKP hükümetinin adım atması koşullarını yaratmak için çatışmasızlığı sağlamış, gerillanın geriye çekilmesi iradesini ortaya koymuştur. Buna doğru yaklaşmayanların gerillanın geri çekilmesini istemesi, daha doğrusu dayatmada bulunması anlamsız hale gelen çatışmasızlığı tümden ortadan kaldırma anlamına gelmektedir.”

KCK, Türk devletinin DAİŞ çetelerine verdiği açık desteğe de dikkat çekti. “Zaten IŞİD’in Kobanê’ye saldırtılmasıyla birlikte ortada bir çatışmasızlık durumu kalmamıştır” diyen KCK, “Bizzat Türk devleti ve AKP hükümeti çatışmasızlığı ortadan kaldırmış, Özgürlük Hareketi'ne karşı yürüttüğü psikolojik savaşı askeri bir saldırı haline getirmiştir. Kobanê’de sadece Rojava Devrimine değil, tüm Kürt halkına yönelik bir saldırı yürütülmektedir” belirlemesinde bulundu.  

“Kürt Özgürlük Hareketi'nin gündeminde gerillanın geri çekilmesi gibi bir durum yoktur. Müzakereye geçilip Kürt sorununun çözümünde ciddi pratik adımlar atılmadan, Kürt sorununun kalıcı bir çözüme kavuşacağı kesinleşmeden böyle bir adımın atılması söz konusu olmayacaktır. Hiçbir dayatma da böyle bir adımın atılmasını sağlatamayacaktır” uyarısında bulunan KCK açıklaması şöyle devam etti:

“Hareketimizin çatışmasızlığın sürdürülmesinin anlamsızlaştırıldığı, bunun sürdürülmesine gerek kalmadığını tartıştığı bir dönemde gerillanın geri çekilmesini dayatmak bir psikolojik harekat olmaktadır. AKP hükümeti bu tutumuyla müzakere yapmadan, çözüm için ciddi hiçbir adım atmadan çatışmasızlığın sürmesini sağlamaya çalışmaktadır. Böylece 2015 seçimlerine çatışmasızlık ortamında girip seçimi kazanarak iktidarını güçlendirmeyi hesaplamaktadır.  Gerillanın geri çekilmesi dayatması böyle bir planın psikolojik savaş boyutu olmaktadır.

DAİŞ’İN KOBANÊ’YE SALDIRTILMASI BARDAĞI TAŞIRAN SON DAMLAYDI

Böyle bir psikolojik savaşla çözümsüzlükte ısrar edilerek tasfiye saldırısında bulunulması karşısında Hareketimizin mücadelesiz kalarak bu oyalama hesabına yol vermesi mümkün değildir. AKP hükümetinin Hareketimizi çatışmasızlık ve mücadelesizlik içinde tutup kendini güçlendirerek tasfiye politikalarını derinleştirme ve saldırısını boyutlandırma stratejisi ve uyguladığı taktikler kabul edilmeyecektir. Çatışmasızlığı anlamsızlaştıran politikalarına, Kobanê’ye saldırıyla birlikte çatışmasızlığı ortadan kaldırmasına gereken tutum alınıp karşılık verilecektir. Kürt Özgürlük Hareketi'ni tasfiye etme saldırısını Rojava’da tırmandıran ve Kobanê’de olduğu gibi Kürtlere karşı savaşı her türlü askeri, siyasi, lojistik destekle IŞİD’e ihale eden AKP hükümetinin bu politikasına karşı sessiz kalınmayacaktır. Bakur’da çatışmasızlık, Rojava’da ve Başur’da savaş politikası kabul edilmeyecektir. Kaldı ki Bakur’da sağlanan çatışmasızlık özel savaş ve psikolojik harekat zemini olarak kullanılmaktadır. Böyle bir özel savaş ve toplumları aldatma politikasına son verilecektir.

Bakurê Kürdistan’da hiçbir adım atılmazken, özel savaş yönelimleri ve psikolojik harekatlarla Özgürlük Hareketi tasfiye edilmek istenirken IŞİD’in, Kobanê gibi sadece Türkiye’ye kapısı bulunan küçük bir özerk bölgeye saldırtılması bardağı taşıran son damla olmuştur.”

SURUÇ’TA SALDIRI DAİŞ SALDIRISINA ORTAKLIKTIR

KCK Yürütme Konseyi, Suruç’taki devlet terörüne de tepki gösterdi. “Suruç ve Urfa halkının Kobanê’de bulunan akrabalarına manevi yardım yapmasına bile binlerce polis ve asker yığarak saldırtan bir devletin tüm Kürdistan halkına karşı bir savaş yürütmüş olduğu tartışmasız bir gerçektir” diyen KCK, “Suruç ovasında halka yönelik yapılan vahşi saldırganlık bir annenin ve babanın çocuğuna, bir çocuğun zor durumda olan kardeşlerine yaptığı yardıma yapılan saldırıdır. Bunu da hiçbir vicdanın, ahlakın, değerin kabul etmeyeceği ve bu tutuma isyan edeceği açıktır. Şu anda Bakur, Başur, Rojhilat ve Rojava’da tüm Kürdistanlılar Türkiye'ye karşı büyük bir isyan ve öfke patlaması içindedir. Bir Kürt şehri kuşatma ve katliam tehdidi altındayken Türk devletinin akrabalarının manevi yardımına koşan halka bile saldırması, tüm Kürt halkına karşı bir savaş ilanıdır. IŞİD saldırısına ortaklık anlamına gelen bu saldırı da tüm dünyada böyle anlaşılır. Biz de böyle anlamakta ve gereğini yapma kararlılığında bulunmaktayız” dedi.

İNSANSIZLAŞTIRMA VE ROJAVA DEVRİMİNİ BOĞMA HEDEFLENİYOR

KCK Türk devletinin bu saldırılarla Kürdistan’ı insansızlaştırma ve tampon bölge kurmayı hedeflediğine de şu sözlerle dikkat çekti:

“Türk devleti ve AKP hükümeti IŞİD’i saldırtıp Kürdistan'ı insansızlaştırmak istediği gibi, sınırı geçerek akrabalarının yanına gelen insanları bahane edip tampon bölge oluşturmayı hedeflemektedir. Türk devleti ve AKP hükümeti üç yıldır yürüttüğü Rojava Devrimi düşmanlığını şimdi de böyle bir tampon bölge yaratmayla sürdürmek istemektedir. Şimdiye kadar El Nusra ve IŞİD gibi çetelere her türlü destek vererek ve Suriyeli Arapların Türkiye'ye gelişini teşvik ederek Suriye'deki iç savaşı yaygınlaştıran AKP hükümeti, şimdi de Rojava Kürdistan halkını yerinden yurdundan ederek bunun üzerinden tampon bölge yaratmaya çalışmaktadır. Bu tampon bölgeyle Rojava’yı insansızlaştırmak, Rojava Devrimini boğmak ve faşist IŞİD çetesini kullanarak Suriye üzerindeki etkinliğini arttırmak istemektedir. Bunun için de her türlü kirli ilişki, yol ve yöntemi kullanmaktadır. Tampon bölgeyle Kürt halkına ve onun iradesi olan Kürt Özgürlük Hareketi'ne karşı yürütülen savaşı tırmandırmayı ve derinleştirmeyi hedeflemektedir.

Türkiye bugün Ortadoğu'da en kirli politikaları, yol ve yöntemleri devreye sokarak sorunları boyutlandıran ve kapsamlılaştıran bir ülke haline gelmiştir. Her yerde sorun yaratıp ondan sonra ‘durumdan vazife çıkartmak’ Türkiye'nin temel politikası haline gelmiştir. AKP hükümeti istihbarat teşkilatının dış operasyonlar bölümünü fazlasıyla genişletmiş ve bu departmana her türlü kirli yol, yöntem ve komploya başvurma yetkisi ve inisiyatifi vermiştir. Artık Ortadoğu'da her taşın altında AKP'nin mezhepçi Türkiye’si çıkmaktadır.”

ASKERİ VE SİYASİ HER TÜRLÜ MÜCADELE

KCK; son olarak geçtiğimiz günlerde Medya Savunma Alanları’nda gerçekleştirilen KONGRA GEL 7. Ara dönem toplantısında ulaştıkları kararları da hatırlatarak demokratik kamuoyunu AKP’nin Kürt halkına savaş açan politikalarına karşı tutum almaya çağırdı:  

“Türkiye’nin Ortadoğu'daki tüm politikalarını Kürtleri ezme ve yok etme üzerine kurması konusunu değerlendiren Kongra Gel 7. Ara Dönem toplantısı, AKP hükümetinin Önder Apo’nun başlattığı demokratik siyasal çözüm politikası ve bunun için iki yıldır sürdürdüğü çatışmasızlığı Özgürlük Hareketi'ni tasfiye etme ve Kürtler üzerindeki kültürel soykırımı tamamlama yönünde kullanma politikasını kapsamlıca değerlendirmiştir. 7. Ara Dönem Toplantısı, AKP hükümetinin Önder Apo'nun çabalarını istismar ettiği ve çatışmasızlığı anlamsız hale getirdiği kararına vararak Yürütme Konseyine AKP'nin bu politikasına karşı her türlü tutumu alma ve mücadeleyi geliştirme yetkisi vermiştir. Önder Apo'nun müzakerenin başlatılması ve Kürt sorunun çözümü için yaptığı çağrılara karşı gerilla güçlerinin sınır dışına çıkarılmasının dayatılması çözümsüzlükte ısrar etme olarak değerlendirilmiş, AKP'nin bu politikaları karşısında Yürütme Konseyimize siyasi ve askeri olarak her türlü adımı atma ve Kürt halkına yönelik uğursuz ve kirli politikaları boşa çıkarma görevini yüklemiştir.

Yürütme Konseyimiz bu yetki doğrultusunda gereken değerlendirmeleri yaparak çatışmasızlığın AKP tarafından  ortadan kaldırıldığı ve Kürt halkına yönelik bir savaş açıldığı tespitine varmış, AKP'nin halkımıza karşı her yerde çok boyutlu yürüttüğü savaşa karşı mücadeleyi her alanda ve her türlü yöntemle yükseltme kararı almıştır.

Tüm halkımızı, Türkiye halklarını, demokrasi güçlerini ve tüm dünya demokratik kamuoyunu AKP'nin bu politikalarına karşı tutum almaya, Özgürlük Hareketimizin Türkiye’yi demokratikleştirme ve Kürt halkını özgürleştirme için yükselteceği mücadeleye destek vermeye çağırıyoruz.”

ANF

19 Eylül 2014 Cuma

Haluk Gerger: IŞİD Türkiye Adına Kürtlere Karşı Savaşıyor


Araştırmacı yazar Haluk Gerger, Türkiye'nin IŞİD'le herhangi bir sorunu olmadığını ifade ederek “IŞİD'li ya da IŞİD'siz Ortadoğu Türkiye'nin işine yarıyor” dedi.  IŞİD'in Türkiye adına Kürtlere karşı bir vekalet savaşı yürüttüğüne dikkat çeken Gerger, IŞİD'in tamamen bitirilmesi durumunda bir kara harekatı ya da tampon bölgenin gündeme gelmesi ihtimali olduğunu belirtti. Gerger, bu durumda, Türkiye'nin askeri bir varlıkla Suriye/Rojava'da bulunma hayalinin de gerçekleşeceğini söyledi. "Türkiye'nin açmazları var" diyen kesimleri uyaran Gerger, "Ortada çelişki var ancak Türkiye'nin bu çelişkileri aşacak planları da var" dedi.
Türk devleti, ABD'nin başını çektiği "uluslararası koalisyonun" IŞİD'e karşı yürüteceğini duyurduğu mücadelede aktif olarak yer almayacak. ABD Dışişleri Bakanlığı'na bağlı Yabancı Basın Merkezi tarafından yapılan açıklamaya göre, koalisyonda 38 ülke var. Bunların arasında beklenildiği gibi Türkiye yok. 
Ancak Rojava Kürdistanı sınırına "tampon bölge" kurulması yönünde Genelkurmay Başkanlığı'nda bir hazırlık çalışması olduğu yönündeki bilgi ana akım medyada yer aldı. Bu konudaki iddia Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından da doğrulandı.
Bu durumda Türkiye'nin ABD'nin "IŞİD ile mücadele" planında yeri var mı yok mu? Türkiye'nin planları ne? 
Bu sorulara araştırmacı yazar Haluk Gerger yanıt verdi.
"Türkiye'nin IŞİD ile bir sorunu yok. Asıl üzerinde durulması gereken nokta bu" diyen Gerger, bu değerlendirmesini şöyle açıkladı: "Türkiye'nin Ortadoğu'ya ilişkin politikasının iki ayağı var. Biri, Amerikan stratejisine eklemlenmiş olmaktan kaynaklı. İkinci; kendi özel meselesi; Kürt sorunu. Bu ikisini anlamadan Türkiye'nin Ortadoğu siyasetini anlamak mümkün değil. Amerikan stratejisine eklemlenmenin yarattığı sonuç; soğuk savaş dönemindeki yeşil kuşak gibi Amerika'nın bu son dönemde yaratmaya çalıştığı Sünni eksen, Türkiye'ye de yansıdı. Türkiye'nin El Nusra, Özgür Suriye Ordusu ya da IŞİD gibi muhalif silahlı gruplarla ilişkilerinin bir temeli bu. Ama bu tek başına meseleyi çözmüyor. İkinci boyutuna gelmemiz gerekiyor. Bu da; Kürt meselesi. ABD'nin İran ve Suriye'ye saldırıları, 'Bölgede, özellikle de Rojava dolayısıyla Suriye'ye bir askeri müdahale imkanı kapısı açar' diye Türkiye'nin Kürt siyaseti stratejisi bağlamında işine geldi. Türkiye'nin Suriye siyaseti esas olarak buydu. Muhalif gruplarla ilişki kurmak Türkiye'nin işine geliyordu. Çünkü; Suriye muhalefeti Kürtlere karşıydı, özünde Arap milliyetçiliği vardı. Türkiye bakımından Rojava ekseninde Kürtler üzerinde iyi bir baskı unsuruydular. Kendisinin yapamadığı askeri baskıyı kendisi adına vekaleten IŞİD ve benzerleri yapıyordu. IŞİD, Türkiye adına Kürtlere karşı vekalet savaşı yürüttü, yürütüyor."
'TÜRKİYE IŞİD'İN VARLIĞINDAN VE GÜÇLENMESİNDEN MEMNUN'
Türkiye'nin IŞİD'in varlığından ve güçlenmesinden memnun olduğunun altını çizen Gerger, Türkiye'nin "IŞİD" diye bir sorunun olmadığını vurguladı ve ekledi: "IŞİD'in güçlenmesi, Türkiye ile ilişkilerinin iyi olmadığı Şii ağırlıklı Bağdat'ı zora sokuyor. Ayrıca İran ve Kürtler'i de zora sokuyor. Bu manada ortada bir IŞİD sorunu yok. Ancak ABD'deki vites değişikliği nedeniyle gündeme gelen 'IŞİD'le mücadele' planı yüzünden ortaya bir sorun çıkıyor ve Türkiye iki arada bir derede kalıyor. Çünkü, Amerika'ya eklemlenme IŞİD'le mücadele getiriyor ama Kürt meselesi IŞİD'le mücadeleyi gerekli kılmıyor."
Gerger'e göre, Türk devleti var olan çelişkiyi çözecek planlara sahip. 
IŞİD'le mücadeleye bütün olanakları ile katılmayan Türkiye'nin böylece IŞİD'in sürdürdüğü baskının devamından yana rahat olduğunu kaydeden Gerger, ABD'nin zorladığı IŞİD ile mücadeleye gelince var olan çelişkiyi ise şöyle çözdüğünü anlattı: "Türkiye IŞİD'le mücadelenin etkin olacak bir kara harekatını zorunlu kıldığını biliyor. Bir sonuç vermeyecek olan hava harekatını dışarıdan zevkle seyrediyor. Bugün için hava harekatına 'tamam' diyor. Böylece Amerika'ya 'tamam' demiş oluyor. Orada da bir sorun yok. Ama eğer iş büyüyüp bir kara harekatına dönüşürse o zaman da Türkiye, 'En zor ihtimal, ben de kara harekatına katılırım. Yıllardır bir askeri varlıkla Suriye'de yani Rojava'da bulunma ihtimali ortaya çıkar. Bu benim için iyidir' diye düşünüyor. Bu olmadığı durumda, eskiden olduğu gibi Türkiye'nin B planı hazır. O da; tampon bölge oluşturmak."
'TAMPON BÖLGE KARA HAREKATINA DOLAYLI KATILMAK'
"Tampon bölge"nin kara harekatına dolaylı olarak katılmak anlamına geldiğini belirten Gerger, "Kapıdan girmeden bacadan girmiş olacak" dedi.
Araştırmacı yazar Haluk Gerger, Türkiye'nin IŞİD'in kalması ya da tamamen bitirilmesi durumuna ilişkin planlar hazırladığının altını çizdi ve ekledi: "Türkiye açısından, IŞİD kalırsa iyidir. Kürtler üzerinde baskı devam eder. Kürtleri mahkum ve mecbur bırakmaya yarar. Eğer işler, kara harekatını da içeren daha büyük bir yok etme savaşına dönerse o zaman fırsattan istifade bu sefer de bir tampon bölge oluşturur. Bu da bu sefer yine Kürt meselesinde Türkiye'ye muazzam bir avantaj sağlar. Yeni bir baskı aracı ve Kürtleri kontrol etme imkanı doğmuş olur. Demek ki IŞİD her iki manada, kalsa da bir büyük savaşla yok edilse de Türkiye bakımından sorun oluşturmuyor. Sorun da bu; sorun oluşturmaması" dedi.
Gerger, Türkiye'nin var olan çelişkiyi kendi lehine çözecek planlara sahip olduğunu söyledi, "Bu planlar tutar tutmaz, o ayrı mesele. Ancak 'Türkiye'nin açmazları var' savlarına karşı dikkatli olunmalı" dedi.

17 Eylül 2014 Çarşamba

‘Yeni Türkiye’ Nereye Evriliyor?

Haluk GergerEski TC’yi ayakta tutan temel iç güç Gladyo, artık emperyalizme de yük olmuştu. Araya öyle çelişki ve çatışkılar girmişti ki, “efendiye hizmet” imtiyazı yitirilmiş, işbirlikçi için tasfiye çanları çalmaya başlamıştı. Böylece, “Yeni Türkiye”nin, emperyalizmin denetim ve gözetiminde, yeni aktörlerce ve yeni bir toplumsal/ideolojik zemin üzerinde inşası başlatıldı.

Haluk Gerger

Bugünün iktidar sahiplerinin dillendirdiği “Yeni Türkiye” olgusu bir gerçekliğe işaret ediyor. Kuşkusuz henüz tamamlanmamış bir gidişten söz ediyoruz ama sürecin ilerlediği de kesin. “Yeni Türkiye”nin mimarlarınca çok mesafe katedildi. İnşasının bütünüyle tamamlanmasının kansız yolu, AKP iktidarının 2015 seçimlerinde bir biçimde anayasayı değiştirebilecek parlamento tablosunu oluşturabilmesiyle açılacak. Çatışmacı yol ise her türden, yasal-siyasal-sosyal vb., düzenlemelerle, olupbittilerle, yeniyi, bu etapta bir anayasa değişikliğine ihtiyaç duymaksızın, fiilen dayatmak.

“Yeni Türkiye”ciler “eski TC”den müşteki olanlara ve onun enkazı üzerinden daha geniş kesimlere bir seçenek sunuyorlar ve toplumun önemli bir bölümü bunu kabul ediyor. “Eski TC” giderek bir seçenek olmaktan çıkarken, Kürtler ve bir kısım Sol, “Radikal Demokrasi/Demokratik Cumhuriyet” projesiyle muhalefet boşluğunu doldurmaya çalışıyorlar ama henüz bu gidişatı durdurmaya yetecek durumda değiller. Bugün seçenek oluşturabilecek güçte bir devrimci-sosyalist muhalefetten de söz etmek mümkün değil. Emperyalizmden kaynaklanan desteklerini ve silahlı-silahsız bürokrasi payandalarını büyük ölçüde yitirmiş “Eski”nin “Kemalist-Ulusalcı-Faşist” defans bloğunun durumunun da pek parlak olmadığı ayrıca belirtilmeli.  Tüm bu nedenlerle gidişatı, henüz tamamlanmamış olsa da, ciddiye almak gerek. Yukarıda özetlenen tablo uyarınca yapılması gereken, öncelikle, “Eski” ile “Yeni”nin iyice tanımlanması. Nereden nereye doğru gidildiğini kavrayabilmek için ilk yapılması gereken bu.


‘Eskinin serancamı’
Birinci Cumhuriyet, bir iç ve dış birlikteliğin toplumsal mühendislik ürünüydü. “Dış güçler,” Osmanlı’yı yıkan uluslararası ittifaktı, yani İngiliz-Fransız sömürgeciliğiydi. Bu bakımdan, Ortadoğu düzenini oluşturan Sykes-Picot düzenlemesi içinde düşünmek gerekir Kemalist Cumhuriyeti. Kemalist dirençle uzlaşan sömürgeciler açısından bu Cumhuriyet herşeyden önce Devrimci Sovyetler Birliği ve karmaşa içindeki Ortadoğu (giderek Asya-Afrika sömürge dünyası) ile Batı arasında bir “tampon bölge” işlevi görecekti. Ülkenin sırtı Ortadoğu’ya, yüzü ise Batı’ya dönük olacaktı. Zaman içerisinde denetim altında istikrara kavuşunca da  (bağımlı kapitalist konsolidasyon) daha ileri görevlere koşulacaktı. Nitekim, İkinci Paylaşım Savaşı sonrasında, Soğuk Savaş ortamında ve politik-ekonomik düzlemde liberal kapitalizme geçiş hamleleriyle, önce Batı’nın sıçrama tahtasına, lojistik destek, ucuz asker ve silah depolama alanına, giderek, jandarmasına-tetikçisine dönüştürüldü, Batı’nın temel saldırı mekanizması NATO’ye entegre edildi.

İçerde ise Kemalist kurucu kadronun toplumsal mühendisliğinin temel iki hedefi, İttihat ve Terakki’yle başlayan “Türkçülük”ü olgunlaştırarak millet inşa etmek ve devlet öncülüğünde sermaye birikimi aracılığıyla bir (Türk) burjuvazi yaratmak idi.

Bu süreçte, yeni rejimin temelleri atılırken, aynı zamanda, üzerinde yükseldiği zeminde çatlaklar, çürük alanlar, çürüme noktaları oluşmaya başladı ve toplumsal muhalefetin/hoşnutsuzluğun tohumları da atılmış oldu. Dış bağlantıların ve burjuvazi yaratmaya yönelik birikim politikalarının kaçınılmaz sonuçları olarak ortaya çıkan çarpık, azgelişmiş ve bağımlı kapitalizm, kendi başına, çürük ve çürümeye eğilimli zemini oluşturmaktaydı. Hikmet Kıvılcımlı’nın deyişiyle “cin olmadan adam çarpmaya kalkan finans-kapital”, doğası gereği, dışarıya biat ederken kendi halkına “kıyıcılaşan” bir özle tarih sahnesine çıktı.

Her bakımdan birikimsiz burjuvazi devlet fideliğinde hayat bulurken bir doğum lekesi olarak bürokrat niteliklerle doğuştan tutucu, hatta karşıdevrimci oldu. Bu sınıf, kendi hakimiyetini kuracak tarihsel geçmişe, dinamizme, meşruiyet kaynaklarına, birikim ve deneyime sahip olmadığından, egemen ideoloji olarak Kemalizmin, kurumsal olarak da Silahlı Kuvvetler’in vesayetini kabul etti. Ayrıca, emperyalizme sığındı, onun hizmetine koşularak yönetim olanaklarını buldu. Kemalist devlet kapitalizminin bürokrasisi ise, suni ilhak kaynaklı konumu gereği, çarpık, yolsuzlukla malul, kapkaçcı burjuvalaşma eğilimleriyle halkın karşısında konumlandı. Böylece de, yönetemeyen birikimsiz burjuvaziyle bütünüyle sermaye birikiminin hizmetine koşulmuş ve sınıf atlamaya temayüllü zalim bürokrasi, daha baştan, “halk düşmanı” karakterle bozuldular. Bu konumlarıyla da, antidemokratik-militarist-şovenist bir projeye imza attılar birlikte.

‘Batılılaşma-modernleşme’
Burjuvazi yaratma sürecinde; devlet zoruna dayalı angaryayla işçileştirilen emekçiler, jandarma dayağı, ağa sömürüsü ve vergi tahsildarlarıyla inletilen yoksul köylü milyonlar, aslında ilk potansiyel “iç düşmanlar” olarak algılandılar ve bu korkuyla baskıcı devletin mekanizmaları yaratıldı.

Türkçülük ile; Anadolu’nun tüm kadim halkları, tanım gereği, “iç düşman” sayıldılar, asimilasyon saldırısıyla milyonlar bastırıldı, sindirildi ama düzeni çürüten bir yaygın muhalefetin de tohumları atılmış oldu, sistem bir de böyle bozulup salt şiddete dayanan karakterini perçinledi.


Tepeden inme “Batılılaşma-modernleşme” ile; milyonların hayat tarzıyla, inançlarıyla, toplumsal bellekleriyle, kılık-kıyafetten okuma-yazmaya yaşam biçimleriyle, onur ve haysiyetleriyle, tarihleri ve uygarlık miraslarıyla hoyratça oynandı. Horlanan, aşağılanan, maddi-manevi şiddete maruz bırakılan geniş kesimler, laikliğin ve resmi dinin dayatmasıyla da baskılandılar ve bir başka yaygın toplumsal muhalefet zeminini oluşturdular. Onlardan duyulan korku da, yeni rejimin baskıcı, şiddete dayalı antidemokratik eğilimlerini körükledi.  Bu yapay, çok boyutlu (milli, dini, mezhepsel ve sınıfsal) Zor’a ve somürüye dayalı, bağımlı, geri yapılanma -eski TC- sonunda, kendi şiddeti ve yapısal krizleri içinde çürüdü…


Çürüyen gövde, nihayet siyasal/toplumsal zeminini 2002 genel seçimleriyle yitirdi, fiilen çöktü. O seçimlerde, eski dört başbakanın (Ecevit, Erbakan, Yılmaz, Çiller) önderliğindeki partilerinin toplamının oy oranı yüzde 20’yi bile bulamadı. Başbakan olarak seçimlere giren Ecevit’in partisinin oy yüzdesi 1.22 oldu ancak.


Yerine, alışılagelmiş emperyalizm destekli askeri-faşist bir yönetim dahi kurulamadı; zemin o denli çürümüş ve tahrip olmuştu. Ayrıca, emperyalizmin konumu, gücü, öncelikleri, çıkar hesapları da değişmişti. Eski’yi ayakta tutan temel iç güç Gladyo, kurucusu ABD tarafından tasfiye edildi. Eski TC artık emperyalizme de yük olmuştu. Araya öyle çelişki ve çatışkılar girmişti ki, “efendiye hizmet” imtiyazı yitirilmiş, işbirlikçi için tasfiye çanları çalmaya başlamıştı. Böylece, “Yeni Türkiye”nin, emperyalizmin denetim ve gözetiminde, yeni aktörlerce ve yeni bir toplumsal/ideolojik zemin üzerinde inşası başlatıldı.

Sözünü ettiğimiz “yeni zemin”in, üst belirleyici emperyalizm faktörünü bir yana bırakırsak, nesnel ve öznel koşullarla içiçe olarak, iki ayağı üzerinde durmak gerekir.

Yeninin toplumsal zemini
Önce büyük burjuvaziye bakmak doğru başlangıçtır. “Eski”nin büyük burjuvazisi, yukarıda özetlediğimiz badireleriyle boğuşur, geçmişin ağır yüklerini taşırken, bu sınıf içinde yeni bir tabaka yükselmekteydi. “Yeşil Sermaye” ya da “Anadolu Kaplanları” da denen ve Müslüman İş Adamları Derneği (MÜSİAD) adıyla eskinin örgütü TÜSİAD karşısında saf tutan bu kesim/tabaka, çok temel iki noktada eski ağabeylerinden ayrılmaktaydı. Birincisi, bu tabaka, eskinin, ideolojik-kurumsal vesayet altındaki Batıcı laik-kozmopolit-işbirlikçi-modernleşmeci konumuna karşı, Anadolu muhafazakarlığına, kozmopolit tarafı törpülenmiş milliyetçiliğe ve popüler İslam’a dayalı kendi ideolojisini hakim kılma imkanlarına sahipti. Bu özelliği onu hem dinamik bir güce kavuşturuyor, hem de, resmi ideolojiye olan vesayeti kırabildiği ölçüde, onun kurumlarına karşı özerkleştiriyordu. Böylece de, toplumla ilişkilerinde eskiye göre muazzam yol ve ön alabiliyor, büyük etkiye, desteğe sahip oluyordu.

Soğuk Savaş koşullarının esaretinde harekat alanı çok sınırlanmış eskiye karşı yeni koşullarda bu sermaye gurubu, özellikle Ortadoğu’da sıkışmış emperyalizme yeni işbirlikçilik kapıları açma imkanları sunmaktaydı. Salt Militarist-tetikçi görevler yerine, tarih, kültür ve hayata bakışı Ortadoğu halklarıyla “paylaşan”, bu mirası “yumuşak güç” olarak devreye sokabilen, bölgede pazar ve hegemonya iddiasına sahip olan “Truva Atı-Taşeron” rolüne hevesli bu işbirlikçi yükselen kesim, ihtiyaçları bakımından emperyalist odakların ve beynelmilel sermayenin yeni gözdesi olmaya adaydı.  Öyle de oldu. Böylece onun siyasal temsilcisi/hizmetlisi AKP’nin de önü açıldı. Daha doğrusu, aynı madalyonun iki yüzü, ekonomik ve siyasal iktidar yapılanmasının tarafları, birbirlerinin önünü aça aça, ortak sinerji yarata yarata “yeni Türkiye”ye yelken açtılar.
 
“Yeni Türkiye” kurucularının kuşkusuz halk kesimleri içinde de geniş bir başka toplumsal zemini var. Bu kadronun, “Eski”den müşteki olan bütün sınıf ve tabakaları, etnik ve dinsel, kültürel yapıları, belirli ölçülerde arkasında toplamada ve iktidara yürüyüşünde seferber etmedeki başarıyı görmek gerekir.


Bu destek nasıl açıklanabilir?
Türkiye’nin 2000’li yılların başında yaşadığı çok boyutlu, ekonomik, sosyal, politik, büyük bunalımların doruk noktasına ulaştığı sırada yapılan seçimlerde, taze, denenmemiş, örgütlü ve çürüyen yapı dışında mütalaa edilen AKP’nin zaferi şaşırtıcı değil ama büyüyerek süregelen desteği ayrıca incelemek gerek.
 
AKP iktidarı sırasındaki ekonomik büyümenin önemli bir faktör olduğu kuşkusuz. Bu büyümeye eşlik eden sosyal harcamalar da önemli. Geniş yığınlar bakımından büyümenin çürük altyapısı ya da gelir dağılımındaki adaletsizlik yanında “sosyal harcamalar”ın geçici aldatmacalardan olması ve benzeri mülahazalar yığınların davranışları bakımından her zaman çok da önemli, anlamlı, tayin edici olmayabiliyor.

Bu bağlamda vurgulanması gereken nokta, işçiler ve emekçiler bakımından Türkiye’deki sınıflaşma olgusudur. Sınıf bilincinin gelişmediği yerlerde, işçi ve emekçiler en fazla “dar gelirli yurttaşlar”, bir partinin yandaşları ve seçmenleri olarak politik sahnede yerlerini alırlar. Bu, hiç kuşkusuz, farklı davranış kalıpları, ideolojik konum, talepler ve beklentiler demektir, politik tavırlar da buralardan kaynaklanır. Türkiye’deki yoksulların, “biraz kömür ya da makarnaya oylarını sattıkları” horlaması yerine esas olarak sınıflaşmanın eksiklikleri üzerinde durmak daha doğrudur. Ürettiğinin ve konumunun ayırdında olan sınıf bilinçli bir işçinin “hak” iddiası ile hayat gailesi içinde çırpınan dar gelirli bir mütedeyyin vatandaşın “sosyal yardım”a, “seçim rüşveti”ne, “yoksulluk kapanı”na, “eşitsizlik”e, “devlet baba”ya, “sadaka” ve “biat”a bakışları arasındaki fark, AKP oylarının sayısal üstünlüğüyle doğrudan ilişkilidir elbette. “Sadaka kültürü”nden “sınıf mücadelesi” ve “üretenin hakkı”na geçişin köprüsü “sınıf bilinci”dir ve o da bugünün Türkiye’sinde yerlerde sürünmektedir.

Buna koşut olarak, Türkiye’de işçi ve kent emekçilerinin köylülükle bağları kopmuyor. Evrensel olarak bir afete dönüşmüş tüketim çılgınlığı ve yıkıcı iletişim-propaganda teknolojisinin gelişimi, neoliberalizmin ideolojisizleştirme saldırısı gibi nedenler, özellikle örgütlü ve görece yüksek ücretli işçiler arasında küçükburjuva eğilimleri körüklüyor. Sınıf bilincinden yoksun işçi ve emekçilerin tutuculuğun, hatta gericiliğin devşirme kaynağı olması sıklıkla görülen bir olgu.

Çarpıklık hükmünü icra ediyor
12 Eylül’ün silahlı talanı, Özal’ın “sivil” yağması ile birlikte gelişen üç haneli enflasyonunun ve ardından gelen Kirli Savaş’ın yarattığı insani tahribatın, moral yıkımın, sosyal çürümenin, toplumun kendilerini olumsuz etkilerden koruma imkanları en kısıtlı yoksul kesimleri vurması kaçınılmazdı. AKP’ye verilen destekte bunun etkilerini de görmek mümkün.

Türkiye’de çarpık “burjuva demokrasisi” başından beri elinde “oy” kozu olan seçmen ile uhdesinde “devlet imkanları/rantı” bulunduran adaylar/partiler arasında bir rüşvet ilişkisi biçiminde kurgulanmıştı. Bu çarpıklık hükmünü icra ediyor sadece. Belki buna “Müslümanlık ahlakı’ ve “cemaat dayanışması” gibi geleneksel faktörlerle bir meşruiyet örtüsü ekleniyor sadece. Ve, sonuçta, karşılığını da yığınsal destek olarak devşiriyor “Yeni Türkiye”nin mimarları.

1979 İran Devrimi, bir ölçüde 1980’lerdeki Afganistan trajedisi, ardından Sovyetler Birliği’nin çöküşü, hep birlikte, birey ve toplumsal yapıların sadakat/aidiyet odaklarında radikal değişikliğe neden oldular. Siyasal İslam’ın, milliyetçilikle birlikte yükselişi ve sınıf/sınıf mücadelesi olgularının geri plana düşmesi de “Yeni Türkiye” sürecine uygun zemin oluşturdu. Seçeneksiz bırakılmış, krizler, çalkantılar içinde ambale olmuş toplumlar ve sınıfların “kolay yutulur lokma”lar olması yeni ve Türkiye’ye özgü değil kuşkusuz. Böyle durumlarda, çaresizlik, çıkışssızlık, güvensizlik ve korkuya boyun eğmeye, devlet ve iktidara biata, ya da, aynı kapıya çıkmak üzere, anomiye, apolitizme yol açıyor. Yükselen milliyetçilik ve dinsel bağnazlık, bütün sınıfları keserek genişliyor, Türkiye’de de geniş tabanlı yeni bir tür Türk-İslam sentezi oluşuyor, “Yeni Türkiye”nin sosyal-ideolojik altyapısını oluşturuyor, Erdoğan’ın şahsında ete kemiğe bürünüyor.

Etnik, milli, dinsel, sınıfsal aidiyetler
Bu noktada bir başka yaşamsal önemde gerçekliğe daha dikkat çekmek gerekmektedir. “Eski Türkiye”nin pek çok düzlemde ezilmiş, horlanmış, yoksul ve yoksun bıraktırılmış milyonları, uzun süre büyük zulüm gördüler. Bir tür işgal altında yaşamak zorunda bırakıldılar ve etnik, milli, dinsel, sınıfsal aidiyetlerinden dolayı büyük acılar çektiler. Bu ezilen yığınlar, büyük oranda, şimdi “Yeni Türkiye” kurmaya koşulanlara destek veriyorlar. Bu insanların büyük bölümü şimdi kendi öz devletlerine, iktidarlarına, hatta burjuvalarına, işadamlarına kavuştuklarını sanıyorlar, kendilerini “kurtulmuş” addediyorlar. Bu insanlar “kendi kapitalizmleri/düzenleri” algısını yaşamak, o büyük yanılsama çemberinden geçmek durumundaydılar. Dolayısıyla, henüz “kırk katır mı, kırk satır mı“ ikileminin ayırdında değiller ve ancak yaşayarak, kendi deneyimleriyle öğrenecekler, “kendilerinin” saydıklarının ne kadar yabancı, ne kadar uzak, ne kadar düşman olduğunu. Öğrendikçe özgürleşecekler. Özgürleştikçe, kendileri kendi düzenlerini inşa etmeye başlayacaklar… Kızmak yerine anlamak gerek…

Elbette, Lenin’in anlatımıyla söylersek, “insanlar her zaman aldatılmanın ve kendi kendini aldatmanın saf kurbanları olmuşlardır ve herhangi bir ahlaki, dini, politik sosyal safsata, açıklama ve vaadin arkasında şu ya da bu sınıfın çıkarlarını aramayı öğrenmedikleri sürece kurban olmaya devam edeceklerdir.” Marks’ın belirttiği gibi, kapitalizmin kaçınılmaz sonucu olarak her yerde “bir uçta varlık birikirken, öte uçta da cehalet, değer yitimi, moral çöküntü birikiyor.” Yoksul yığınlar, işçi, köylü ve emekçiler acımasız dünyaya “kurban” ediliyorlar…

Bu çerçeve içinde, “Yeni Türkiye”yi belki en iyi dört kavram üzerinden anlamaya çalışmaya başlayabiliriz.

Anomali ve Restorasyon
Başbakan Davutoğlu, “Yeni Türkiye”yi, “anomali” ve “restorasyon” kavramları ile örtük biçimde tanımlıyor.

“Anomali” kavramını kullanırken “Eski”yi kastediyor, yani onu “normal olandan bir sapma”, “sürmesi gerekenden bir savrulma” olarak görüyor.

“Eski TC”den geçişi, yani “sapma/savrulma”dan “normal olan”a dönüşü de “restorasyon” kavramıyla tanımlıyor. “Restorasyon”un bir anlamı, “eski haline getirmek.” Politik literatürde “restorasyon”, eski kral/padişahın yeniden tahta çıkmasını ya da eski rejimin yeniden ihdasını anlatıyor. O’nun “Osmanlıcılık” düşlerini de gözönüne alınca, geride bir “rejim değişikliği” ve buna bağlı olarak devlet ve toplum yaşamının bütün kritik alanlarında köklü yapısal dönüşüm heveslerinin yeni iktidar sahiplerinin gönlünde yattığı açıkça görülebiliyor, bu iki kilit kavramın kullanımından.


Sovyetler Birliği’nin tasfiyesi ve Rusya Federasyonu’nun kurulması sürecinde de bu iki kavram çok kullanılmıştı. Sovyet karşıtlarına göre, Sovyetler Birliği “anormal”di ve Rusya ile Rus halkı kapitalist restorasyonla “normalleşme”ye dönüş yapmıştı. Burada geçiş, Cumhuriyet’ten Çarlığa değil, “sosyalizm”den kapitalizme idi. Yani, salt bir rejim değişikliği değil, çok daha kapsamlı bir toplumsal dönüşüm sözkonusuydu ve “devlet yapısı” onun sadece bir parçasıydı. Rusya, tarihsel kökenlerine geri dönmüştü; bütün kurumlarıyla, ekonomisi, siyaseti, sosyal yapısı, kültürel yönü, hayat projesi ve ahlakıyla. Yeni Rusya’da “özel mülkiyet”, “ilkel birikim” dönemlerini hatırlatan “vahşi kapitalizm” uygulamaları, muazzam bir özelleştirme yağması, belki de son ikiyüz yıldır ilk kez bir ülkede “ortalama ömür süresi”nin düştüğü bir sosyal yıkım ve Putin-Medvedev düetiyle sahnelenen  otoriter başkanlık sistemi, yeni düzenin yapıtaşları oldu…

“Yeni Türkiye”de de elbette Osmanlı Hanedanı’nın restorasyonu değil murat edilen. Rusya’nın yeni çarları benzeri, Sultan kişi ve yanındaki Şura erbabı çerçevesinde, bir rejimin, sosyo-kültürel mekanizmaları, ideolojisi, değerler sistemi ve dünya görüşüyle, hayat tarzıyla yeniden yapılandırılması, reenkarnasyonu, yeni koşullara uygun biçimde yeniden inşasıdır sözkonusu olan. Buna tekabül eden “eski”yse, Osmanlı’nın Düvel-i Muazzama’nın oyuncağı olduğu çöküş-çürüme zamanındaki zavallı varoluştur. O zamanlarda da, “Bütün İslam Alemi” yakıştırmasının içi boş, zemini çürük şaşaası ile Payitaht’ta görkemli bir duruş sergileniyor, “Merkezi Hükümet”in aczi öteki millet ve dinlere “muhtariyet,” “hoşgörü,” “ademimerkeziyetçiliğe gidiş” olarak pazarlanıyordu. Parasız askerliğe ve savaşa can havliyle çaresiz sürüklenişin adı da, paylaşım savaşında pay kapmak, genişlemek, büyümek olarak yutturuluyordu. Böylece, Sultan ve eteklerindeki biat şürekası kendilerini ve zavallılaşmış halkı kandırıyorlardı. “Yeni Türkiye”, bu karikatürün karikatürü olmanın adıdır aynı zamanda.

Zıvanadan çıkmış hırsların ülkesi

Aslında, Türkiye’nin resmi ideolojisi, bir başka ifadeyle Türk Siyonizmi’nin adı, “Fetih Ruhu”dur. “Eski TC”de, devlet organizasyonunu da belirlediği için, bunun en kapsamlı versiyonu olan Kemalizm egemen ideolojiydi. “Yeni TC”, asıl resmi ideolojinin Kemalist versiyonundan kopuyor ve yerine yeni versiyonunu yerleştiriyor. Ama “resmi ideoloji” bakımından bir kopuşma sözkonusu değil.

Türkiye’nin ilkel ve bağımlı burjuvazisi eskiden sıkışınca, periyodik-yapısal yönetememe krizlerine girince, emperyalizmle işbirliği içinde, askeri çağırıyordu imdadına. “Yeni Türkiye’de ise, “tek adam cuntası” nihai merci olacak çare arayışında ve silahlı-silahsız bürokrasiyi, kişiye tapınan yığınları o geçirecek harekete. Restorasyon, bir anlamıyla da işte bu yeni reçete sermayenin yapısal hastalıklarına.

Unutmamak gerekir ki, “başkanlık sistemi” Türk burjuvazisi ve onun siyasal hizmetlilerince yıllar öncesinden dillendirilmekteydi. Süleyman Demirel’in uzun süre bu geçişin çığırtkanlığını yaptığı belleklerdedir. Bundan 10 yıl önce, 20 Aralık 2004 tarihli nüshasında “sermayenin amiral gemisi” Hürriyet gazetesinde, “eski”nin büyük burjuvazisinin koçbaşı Rahmi Koç şöyle dile getirmişti özlemlerini: “En iyisi akıllı bir diktatör. Ama, bu devirde mümkün değil. İkinci en iyi ise başkanlık sistemi.” TÜSİAD ile MÜSİAD, başta devlet rantı, pek çok konuda ağır silahlarla çatışıyorlar ama “Başkan baba”larının özleminde buluşuyorlar, birleşiveriyorlar. Buna kapitalizmde “joint venture” (ortak iş pişirmek) deniyor.

Yıllar önce, Kızıl Bayrak Dergisi’nde bu konuda şöyle yazmıştım: “AKP, şimdi, sadece, egemenlerin uzun zamandır gündeminde olan, kotarmak için fırsat kolladıkları bir imkanı, elbette kendine yontarak, gündeme taşıyor. Bu hamlenin tutup tutmamasının önemi yok. Önemli olan, düzenin, çözemediği yapısal sorunlarının ağırlığı altında, er ya da geç bu yola tevessül edeceği gerçeği. Bu genel yönelişin adı, tek kelimeyle, bir diktatör arama sürecidir. Halkın bu diktatörü seçmesinin yeğlenmesiyse, egemenlerin, vesayetçi bir darbe yerine, ‘meşruiyet’ denen incir yaprağına ihtiyaç duymalarındandır. Bu gidişin, konjonktüre göre, şarlatan bir halife Padişah’ın ya da demagog bir faşistin sistemi korumak üzere görevlendirilmesiyle sonuçlanacağı kesindir; zaten amaç da budur.” “Yeni Türkiye”de restorasyon rejiminin mekanizmalarında, her koşul altında, “burjuva konsolidasyon” da besleniyor.

Erdoğan’ın zamanı yakaladığı kuşkusuzdur… “Başkanlık” sorununa geçmeden, bir başka kavram üzerinde incelemeyi sürdürmek gerek. Bu da “istişare” kavramıdır.

İstişare
Erdoğan’ın, burjuva demokrasisinin olmazsa olmaz niteliği “kuvvetler ayrılığı” prensibinden hazzetmediği biliniyor. Bunu salt bir kişisel kavrayış sorunu ya da kapris, ve hatta tek başına yönetme hevesi, dikta eğilimleri olarak ele almamak gerek. Kuşkusuz bunların hepsi mevcut ama asıl mesele bu kurumsal özerkliği onun havsalasının almaması gerçeğidir. Bu, bir dünya görüşü, hayat tarzı ve felsefesi olarak stratejik önemdedir; Erdoğan’ı Erdoğan yapan ve onun aracılığıyla da “Yeni Türkiye”yi belirleyen, biçimlendiren dinamiği burada da aramak gerekmektedir.

Bu noktada da “istişare” kavramı karşımıza çıkmaktadır. “Yeni Türkiye”nin “başkanlık rejimi” ile istişare kavramı arasında gerçekten Erdoğan’ın, Davutoğlu’nun ve AKP sözcülerinin sık sık vurguladıkları gibi, organik bir bütünlük vardır. Bir başka ifadeyle, onların yönetim felsefesi ve liderlik anlayışının doğal/kaçınılmaz yöntemi ve tarzıdır istişare.


Erdoğan, istişareyi kendi mezhebine uygun biçimde anlıyor, kendine özgü verdiği anlam ve uygulamayla da onu bildik “danışma”dan bilinçli olarak ayırıyor, özel bir yönetme yöntemi olarak kullanıyor. Buna göre, tezgah şöyle kuruluyor: İmam, şura, meşveret, istişare… Gönülleri okşamak için meşveret ve istişare… Ama öyle herkesle de değil, sadece ehliyle…Sonra da İmam’dan nihai karar, ötekilerden itaat, ahaliden de biat, sorgusuz sualsiz şükretmek…

Prof Dr. Ahmed Kılıçkaya şöyle anlatıyor: “Demokraside istişare neticesinde karar çoğunluğun görüşü doğrultusunda alınmak zorundadır. Zira çoğunluğun görüşü halkın iradesini ifade eder. Onun için öyle olmak zorundadır. İslam’da ise halife yönetim işlerinde istişare eder. Ancak o iş ya da konunun ilgili tarafları ile istişare eder, herkes ile değil… Eğer halife, şeri hükümlerden birisini kanun yapmak istiyor- sa o konuyu fakihler ile istişare eder. Eğer idari yani ümmetin meşru maslahatlarının tanzimi ile ilgili bir kanun belirleyecek ise o kanunun alanındaki uzman kişilerle istişare eder. Bu ve benzeri konularla istişare ettikten sonra kararı kendisi verir. Zira Allahu Teala’nın emri de bu doğrultudadır…Görüldüğü gibi yönetim işlerinde meşverette bulunmak / şûraya başvurmak hem müslümanların vasfı olarak zikredilmiş hem de Resulullah’ın şahsında ümmetine emredilmiştir. Ancak şûra, sadece danışmaktır, ‘görüş almaktır’ ‘karar vermek’ değil!.. ‘Karar vermek’ ise ‘danışana’ bırakılmıştır, şûra / danışma meclisine değil!.. Nitekim Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem’in uygulaması da bu doğrultuda olmuştur.” (http://www.islamiyontem.net/index.php/demokras-asla-slam-le-badamaz)

İstediği kişiyi seçti
İmam-Cemaat rejiminin gönüllerde yatan “demokrasi”si bundan öte değildir. Olsa olsa koşullar takiyyeyi zorunlu kılar, günahı da münafıkların boynunadır.

Aslında uygulama da gözlerimizin önünde: Daha geçenlerde Başbakan Ahmet Davutoğlu tarafından açıklandı. AKP gurup toplantısında Davutoğlu, Erdoğan ile yapılan istişarede Bakanlar Kurulu’nun seçimini, parti yönetiminin değiştirilip yenilerinin atanmasını, bütün kritik görevlendirmeleri nasıl öngördüklerini, “herşeyi beş günde bitireceğiz dedik ve bitti” diye açıkladı ve gerçekten de her şey milyonların gözü önünda olup bitti. “Tartışma enerji tüketir” diyen bir anlayışın sahibi personel de zaten istişare ile Başbakan seçilmişti. Erdoğan, istişare yapmıştı ama kimin kimi önerdiğini, en çok kimin önerildiğini sadece o biliyordu. Ve sonunda da, istediği kişiyi seçti, açıkladı. Ardından yüzlerce delege toplandı, istişare sonucuna göre parmak kaldırdı, iş bitti. Demek ki, istişare, tartışma ve katılımın yerine geçiyor, sokak ağzıyla, istişare, “beş dakkada Beşiktaş” eliçabukluğunun adı oluyor.

Açıktır ki, istişare, demokrasinin, katılımın, demokratik karar alma mekanizmalarının karşıtıdır, anti-tezidir; demokratik değerlere karşı büyük bir aldatmacanın, yanılsamanın adıdır. İstişare, “Yeni Türkiye”de tek adam yönetiminin, ağızlara bir parmak bal çalması, dikta rejiminin kamuoyuna dönük sahte güleryüz gösterisi yapmasıdır.

“Yeni Türkiye”nin dökülmek istendiği kültür-uygarlık kalıbı budur…

Fütuhat
Bir başka belirleyici-açıklayıcı kavram da “Fetih Ruhu”dur. İlk tesbit, ilkokul kitaplarında var: Türkler Orta Asya’dan geldiler Anadolu’ya ve fethettiler, ilhak ettiler “kısrak başı gibi uzanan” coğrafyayı. Sonunda da, Orta Asya’dan gelip oranın yerli halklarını, yani bağcıları, kovmaktan beter ettiler. Anadolu, kimi halkların hapisanesine, kimilerinin de mezarlığına dönüştürüldü.

“Yerli” olmayanların ancak “ecdadın kanları” üzerine inşa ettikleri “millet ve devlet”e, yani “eski TC”ye Anadolu coğrafyası, Lozan’da Düvel-i Muazzama ile yapılan anlaşmayla verildi. Onun için, “Lozan Türkiye Cumhuriyeti’nin tapusudur” denmekte.

İlk bakışta tuhaf bir durum; “tapu ile vatan”ın yanyana getirilmesi. Bir Alman’a ya da Fransız’a, Nijeryalı ya da Mısır’lıya sorsanız tuhaf kaçar gerçekten. Ama fetihçi-ilhakçı toplumlarda “kapu gibi tapu” hemen çıkartılır ortaya. Amerika’lıya sorun, size hemen “Kızılderililer”den, kabile liderlerinin imzasıyla-mühürüyle (aslında kanlarıyla yerlilerin) tescil edilmiş “satış belgeleri”ni koyarlar önünüze devlet arşivinden. Bir İsrail’liye sorun; o da Filistinlilerin (terör belasına) “sattıkları toprakların, evlerin, çiftliklerin devlet tapu idaresindeki belgelerini, “şapkadan tavşan çıkarır” gibi, gösteriverir. Bizim hesap da öyle; üstelik onca devletle tasdik edilmiş en kuvvetlisi tapuların…

Böyle olunca, aslında, Türkiye’nin resmi ideolojisi, bir başka ifadeyle Türk Siyonizmi’nin adı, “Fetih Ruhu”dur. “Eski TC”de, devlet organizasyonunu da belirlediği için, bunun en kapsamlı versiyonu olan Kemalizm egemen ideolojiydi. “Yeni TC”, asıl resmi ideolojinin Kemalist versiyonundan kopuyor ve yerine yeni versiyonunu yerleştiriyor. Yani, “resmi ideoloji” bakımından bir kopuşma sözkonusu değil, çünkü “eskisi” gibi “yenisi” de aynı objektif olgu, aynı tarihsel gerçeklik üzerinde inşa ediliyor. Dolayısıyla, “TC”lerin genetik yapısı gibi, resmi ideolojileri de, değişmemiş oluyor, aynı kalıyor.

Erdoğan ve Fetih
Kemalistler, bu bakımdan oldukça mahcuptular, bir anlamda inkarcıydılar. Bu nedenle de çok uğraştılar; “Güneş Dil Teorisi”yle, Hititlerin Türklüğünü kanıtlamağa kalkmakla, Kürtleri “kart-kurt dağ Türkü” yapmakla, Ermeni “Ani Harabelerine ‘anı’ harabeleri” demekle, nice garabete imza attılar. Albert Memmi bu psikolojiye “gaspçının meşruiyet arayışı” diyor.

“Yeni TC”de, durum farklı olacak gibi. Bakın Memur-Sen’in bir toplantısında Erdoğan’ın yaptığı konuşmadan kimi satıbaşlarına:

“- Fetih zorla almak değildir, gasp etmek hiç değildir. Fetih engelleri ortadan kaldırmaktır. Fetih hem kapılardaki hem gönüllerdeki kilitleri kırıp atmaktır. Fetih şehir surlarını aşmak değil gönüllerin etrafına örülmüş surları aşmak gönüllere ulaşmaktır.

– Fetih ve Fatih ruhunun örselenmesine asla müsaade etmeyeceğiz. Fetih kelimesini iyi öğrenmenizi ve fetih ruhunu son nefesinize kadar taşımanızı sizlerden rica ediyorum. Fetih, gönüller yapmak, ekmeğini yoksulla paylaşmak, komşunun hatırını sormak yetimin başını okşamaktır.

– Medeniyet fetihle mümkün olur. Fetih varsa medeniyet vardır, Fatih varsa medeniyet vardır.”

Elbette, Amerikalılar da yerlilere uygarlık götürmüştü, İsrail’liler de ilkel Filistinli Araplara Batı medeniyetini taşımıştı, onları adam etmişti… Erdoğan’ınki de o hesap…

Birlik Vakfı’nın İstanbul’un fethinin 561. Yıldönümü nedeniyle düzenlediği bir toplantıda da şunları söylemiş “Lider”:

“Fethin manasını çok iyi öğrenmek fetih ruhunu çok iyi anlamak Fatih ufkunu vizyonunu özellikle de onun bizlere emanet bıraktığı fetih şuurunu çok iyi kavramak zorundayız. Bizim millet olarak tarihimizle aramıza set çekmek istediler ecdadımız ile aramızdaki bağı koparmak istediler bizi kendi öz değerlerimize kendi öz kültürümüze yabancılaştırmak istediler, fetih kavramının içini boşaltmak fetih kavramını olumsuz göstermek için asırlar boyuna sinsice mücadele verdiler. Fetih işgal değildir sevgili gençler gasp etmek değil, ilhak değildir, zorla ele geçirmek değildir fetih açmaktır. Fetih köhnemiş kilitleri açmak pas tutmuş kapıları aralamak surlardan ziyade kalplere şehirlerden ziyade gönüllere girebilmektir. Fetih zalime dur diyebilmek zulme itiraz edebilmektir. Unutmayın her yeni başlangıç bir fetihtir. Ülkesi için yeni aydınlık kapıları aralamak fetihtir.”

Anlaşılan, “Yeni TC”nin Anadolu’dan Ortadoğu’ya kutlu yürüyüşünün bir ideolojik temeli de bu “Ruh” olacak… “Eski”yle “Yeni”nin özde buluşmasının yanı sıra “Yeni”nin arşa çıkmış bir “Lider” peşindeki serüvenlerine de hazır olmak gerek bu durumda… Evet, TC’nin “yenisi”nde de bu ruha aykırı davranırsanız düşman olursunuz, hain sayılırsınız, afedersiniz daha kötüsünü de söylerler “Ermeni” derler, Allah korusun, karanlık mahfillerin mahallelerindeki şuralardaki istişare ve meşveretle katliniz bile vacip olabilir…


Başkanlık
“Yeni Türkiye” rejiminin yaşamsal temeli ve stratejik doruğu, kuşkusuz, “Başkanlık”tır. Bu kurumun projedeki konumunu/anlamını kavramak, yeni Türkiye’yi anlamakta kilit işlevi görecektir.

Erdoğan’ın zihninde, İslam Fıkıhı’ndaki “Devlet Başkanlığı” kurumu, yani “İmamet” yatmaktadır. O’nun “kuvvetler ayrılığı”nı bir türlü havsalasına sığdıramaması ve stratejik bir “Sorun” olarak görmesinin ardında bu zihniyet yatmaktadır. O’na göre, yargısıyla, ordusu, üniversitesi, emniyetiyle, medyası, meclisi, ve hükümetiyle “iktidar erki” bir bütündür ve başında da mutlak yetkiyle Devlet Başkanı bulunmalıdır. Bu makam, Allah’ın vekaletiyle ve günün koşularında ümmetin, halkın-hakkın, oyuyla “Lider”e tevdi edilmiştir. Bundan sonrası teferruattır ve Biat’a girer. “Kuvvetler ayrılığı” batıldır, İslam’da aslolan “içiçe geçmiş kuvvetler uyumu”dur.

Erdoğan, içmeye ve içkinin “nerede zıkkımlanılacağı”na; yenecek ekmeğin rengine; çalışma ofisinden vapurdan insanları dikizlerken kılık ve kıyafetlerine, birbirleriyle konuşma biçimlerine, yürüyüşlerine; yapılacak çocuk sayısına, hayatın bireysel ve kamusal tüm alanlarına buyurgan ilgisini gösterirken, sadece muhteris liderlerin kişisel kaprislerinin bir örneğini vermiyor, aynı zamanda, samimi olarak belki de, cemaatinin dinen buyurulduğu gibi, sağlığına, ahlakına, talim ve terbiyesine de sorumluluk hisseden bir İmam gibi davranıyor. Bakın Erdoğan’ın eski partisi Saadet Partisi’nin yetkililerinden biri nasıl anlatıyor bu zihniyeti ve kaynaklarını:

“İslam fıkhında liderliğin adı: Büyük imamlık, halife, emir, başkan ve imam lafızları ile ifade edilir.

a) İmam Maverdi bu liderliği şöyle tarif ediyor: “Dini koruma ve Dünyayı din ile idare etmekte peygamberliğe vekâlet etmektir (El- Ahkamu’s Sultaniye Syf 5)”

b) İmam-ul Harameyn bu konuda şöyle diyor: “İmamet, tam bir önderlik; Din ve dünya işlerinde özel ve tüzel her Müslüman ile alakası bulunan bir başkanlıktır.”

c) İmam-ı Nesefi, “Dini emirleri uygulamada bütün ümmetlere vacip olmak üzere Hz. Peygambere vekâlettir.”

d) İbn-i Haldun ise şöyle diyor: “Uhrevi maslahatlarla ilgili olan dünyevi maslahatlar konusunda şer’i esaslara göre tüm insanları sevk ve idare etmektir. Zira dünya işlerinin hepsi Allah katında ahiret maslahatına yöneliktir. Gerçekte imamet-liderlik, dini korumada ve dünyayı din ile idare etmede şeriat sahibine vekâlet etmektir. (Mukaddime syf 190)”

Bilmeliyiz ki, İslam bilginlerine göre bir teşkilatın fertleri ile lideri arasındaki söz-leşme olan biat şöyle tarif edilir. ''Bey’atın, itaate dair söz-ahid vermekten ibaret olduğunu bilin. Bey’at eden kimse sanki benim işime ve Müslümanlarla alakalı hususlara bakmayı sana havale ettim, bu gibi şeylerde katiyen seninle çekişmeyeceğim, hoşlansam da hoşlanmasam da emirlerine itaat edeceğim diye emiri ile muahede (sözleşme) yapmıştır'' (Mukaddime – cilt1- syf 293)’…

''Resulullah (sav) Efendimiz bu konularda aşağıda zikrettiğimiz Hadisi Şeriflerde şöyle buyuruyor: “Kim bana itaat ederse şüphesiz Allah’a itaat etmiş olur. Her kim benim emirime itaat ederse şüphesiz bana itaat etmiş olur. Kim emirine (liderine, başkanına) isyan ederse şüphesiz bana isyan etmiş olur (İbn Mace-Cihad- 39).” “(http://www.ajans5.com/detay/2010/08/09/islam-da-liderlik.html)”

İmamet-Cemaat
Erdoğangillerin liderlik anlayışı, aynı zamanda, Türk budununun kadim “Devlet Baba”sına da uyuyor, yeniden yaratan “ulu önderlik”e de, şefkatle cezalandıran Çarlar’a da, hem seven hem döven Führerler’e de, maceracı fırıldak Duçeler’e de… Erdoğan, sık sık tekrarladığı “tek millet-tek devlet-tek dil-tek bayrak” sloganında ifade edilen “tekçi” idealini, eskisinde hep eksik gördüğü yanılmaz “tek lider” ile şahsında taçlandırmayı, doruğuna ulaştırmayı düşlüyor, bunu ilahi bir diyalektikle devlet ve millet bakımından geriye gidip ''eskinin restorasyonuyla ileriye doğru bir sıçrama'' olarak görüyor.

Erdoğan’ınki, özünde, paternalizmin ötesinde bir dinsel/aşiretsel/cemaatvari görev/yetki/sorumluluk anlayışı. Engellileri, farklı cinsel tercihlere sahip olanları ve benzerlerini itlaf etmeyi hedefine koyan Faşizmin ırkın sağlığı anlayışını da akla getirmiyor değil bir yanıyla da.

Bu kurum, aynı zamanda, bir yanıyla, Yeni Türkiye’de, Sermaye’nin sadece alışılagelmiş tepeden ineniyle değil, aşağıdan bizzat halk katlarından gelen bir “demirden yumruk”la da mücehhez hale gelmesinin aracı. Bir başka yanıyla da, tekelci mülkiyetin herşeyden önce tam kontrol talebinin bir yanıtı kurulmak istenen İmamet-Cemaat ilişkisi.

Aslında konu özel olarak da Erdoğan değil. Sonuçta O da bir fani. O kuruyor bunu ama uzun vadeli, 1000 yıllık bir proje olarak tasarlanıyor “Yeni Türkiye.” Ondan sonra da bu makam bu haliyle dolacak yeni rejimde. Şunu kesinlikle söyleyebiliriz ki, Türkiye gibi ülkelerde, bu rejim, en iyisinden şarlatan Peronlar üretir. Daha kötüsü için de Esad ya da Saddam’a, onlardan da Salazarlara, dilerseniz Mussolinilere, Hitlerlere kadar yolunuz vardır…

Yolun sonu nereye?
Nedir biz fani kulları bekleyen model-lider? Önder/Çoban ve havarilerinin indirmeyi hesapladıkları kutsal metinde, yani yeni anayasada, nasıl ifade edilecektir şimdilik tam olarak bilemiyoruz…

Yine de sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: “Yeni Türkiye”, “kırk katır”dan “kırk satır”a geçiş anlamına gelmektedir. “Kurbanlık koyun” olmak istemeyenlerin, artık seksen küsur yıl sonra “katırlarla çiğnenmekten satırlarla doğranmaya” geçerken derlenip toparlanmasının tam zamanıdır.

“Ben diktatör olacağım da sen böyle konuşabileceksin” diye kükreyenin günü geldiğinde belki “kelleler vurula” komutunu duymayız ama popülist biat kültürünün boğucu teksesliliğinde konuşmanın, düşünceyi ifade etmenın; istişare şuralarının kurumsal yapılanmasında parlamentoların, tartışmanın, örgütlenmenin; kişi kültüne biat etmenin ritüellerine indirgenmiş seçimlerde oy vermenin, anlamlarını yitireceği günlere işaret etmek abartma mıdır göreceğiz.


Toplumsal aymazlık ve körlük bir kere her yanı sarıp sarmalamasın. “Halkımız neylerse güzel eyler” diyen ve Türkiye Sol’u içinde mebzul miktarda bulunan keskin söylemli gizli popülist-milliyetçilere de hatırlatalım ki, dönemin her bakımdan-teknik beceri, politik bilinç, ideoloji, örgütlülük- en ilerisi Alman İşçi Sınıfı faşizme engel olamadı… Alman KP Genel Sekreteri için onbaşı eskisi cahil soytarı Hitler’in iktidara gelişi komünistlerin iktidara yürüyüşlerinin başlangıcı olacaktı, hayatının sonu oldu. Sosyal Demokratlar içinse komünistlerin işini bitirecek sonra da tıpış tıpış gidecektı Hitler ama o onları zindana, sürgüne, mezara yolladı…

Yeni Türkiye, sınıfsal ve milli çıkar dinamikleriyle ve Emperyalist-Siyonist işbirlikçiliğiyle, Ortadoğu üzerine bir karabasan gibi çökecektir. Ana hedefin Kürtlerin salt bugünü değil, milli hak ve çıkarları bağlamında gelecek kuşakları, istikbali olacağı kesindir. Kürt coğrafyasının bütününde “hegemonik genişlemeyle tasfiye” hedefi özel bir saldırganlık türü olarak ortaya çıkacaktır.

Bu yol kıyamet yoludur. İç-dış çelişkilerini, içiçe geçmiş ekonomik-politik-sosyal krizlerini bir biçimde genişleyerek aşmaya çalışmak sermaye devletlerinin yazgısıdır ve nice felaketlerin kaynağıdır. Çapulcu kapitalizmin azgelişmiş ülkelerinde bu türden saldırgan maceralar daha da olumsuz sonuçlar doğurur. Tek adama bağlı sınıf diktatörlüklerinde, denetimin frenlerinden azade kişisel kaprislerle kıyamete sürüklenmenin kışkırtıcı dinamikleri daha fazla çalışır. Demokratik teamül ve işleyiş mekanizmaları olmayan ülkelerde bu durum epilepsi krizi geçiren sürücünün elinde “frenleri boşalmış” biçimde yokuş aşağı ivmelenen bir kamyonun gidişine benzer. Zıvanadan çıkmış hırsların, komplekslerin, hayallerin, gerilik ve gericiliğin uçurumlarında bir yeni yaşam bekliyor toplumu.

İşte “Yeni Türkiye”nin önündeki tablo budur.