19 Aralık 2013 Perşembe

Karasu: Balbay CHP, Cemaat Görüşmesi Sonrasında Serbest Bırakıldı

Türkiye’de son dönemde yaşanan gelişmeleri değerlendiren Koma Civakên Kurdistan (KCK) Yürütme Konseyi üyesi Mustafa Karasu, CHP’li vekil Balbay’ın hangi görüşmelerden sonra serbest kaldığına, Kürt milletvekillerinin neden serbest bırakılmadığına, Cemaat-AKP çatışmasının perde arkasına ve İstanbul merkezli gelişen yolsuzluk ve rüşvet olaylarının ne anlama geldiğine yönelik önemli ve çarpıcı açıklamalarda bulundu.

Türkiye gündemine dair ANF’nin sorularını yanıtlayan KCK Yürütme Konseyi üyesi Mustafa Karasu, Kürt milletvekillerin serbest bırakılmamasının güncel siyasal boyutu kadar tarihsel nedenlerinin de olduğunu, cumhuriyet tarihi boyunca kanunların Türkiye’nin batısında farklı Kürdistan’da farklı uygulandığını söyledi. Hükümet Sözcüsü Hüseyin Çelik’in BDP’li vekillerin bırakılmamasından sonra cemaate yaptığı göndermeyi samimi bulmadıklarını ifade eden Karasu “Eğer hükümet olarak böyle düşünüyor olsalardı, yasa çıkarıp bir saatte Kürt vekilleri bıraktırırlardı” dedi.

Balbay’ın, CHP’lilerin cemaat ile ABD’de gerçekleştirdiği görüşmeden sonra serbest bırakılmasına dikkat çeken Mustafa Karasu, “Balbay’ın bırakılmasının CHP-Cemaat dirsek temasının sonucu olduğunu ve cemaatin merkezinde olduğu paralel devletin hükümete yönelik geliştirdiği hamle kapsamında geliştiğini” söyledi.

Karasu, son dönemde yaşanan yolsuzluk ve rüşvet operasyonu, emniyet müdürlerinin görevden alınması ve cemaat ile AKP arasında yaşanan çatışmaları, cemaatin merkezinde olduğu paralel devletin hükümeti tümden kontrol altına alma hamlesi ve buna karşı AKP’nin geliştirdiği karşı hamleler olarak değerlendirdi.

Anayasa mahkemesi bireysel başvuru sonucu verdiği kararla CHP’li milletvekili Mustafa Balbay’ı serbest bıraktı. Kamuoyunda da bu kararın emsal teşkil edeceği ve BDP’lilerin de serbest bırakılacağı şeklinde bir beklenti oluştu. Ancak mahkeme Kürt parlamenterlerin serbest bırakılması talebini ret etti. Bu kararı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Az çok demokratik geleneği olan ülkelerde böyle bir beklenti doğaldır. Ama Türkiye demokratik olmadığı gibi, normal bir ülke değil. Bundan dolayı böylesi bir beklenti yanılgıydı. Her şeyden önce bu vekillerin tutuklu kalmaları normal değildi. Şu an tutuklu olan binlerce Kürt siyasetçinin hiçbirisi herhangi hukuki bir gerekçeyle tutuklanmadılar. Bunların tutuklanmasına yol açacak hiçbir neden yoktu. Hepsi politik nedenlerle tutuklandılar. Bu tutuklamalarda AKP ve cemaat ortak bir anlayış ve pratik içindeydi. Şu an tutuklu olan vekiller ise, AKP hükümeti tarafından bir nevi ‘niye tutukluları milletvekili adayı gösterdiniz? O zaman içeride kalmalarına da katlanırsınız’ yaklaşımıyla adeta burun sürtme biçiminde bir siyasetle milletvekilleri zindanda bırakıldı. Bilinçli olarak bunu yaptılar. Hukuka uydurarak milletvekillerini içerde tuttular, tutuyorlar. Milletvekillerini içeride tutmayı siyasal mücadelenin bir parçası olarak gördüler. Yoksa milletvekillerini cezaevinde tutacak bir neden yoktu.

Öte yandan bir kişi milletvekili seçilir seçilmez tutukluysa, serbest bırakılır biçiminde Türkiye tarihinde bir gelenek vardı. Eğer kesinleşmiş ağır bir cezası yoksa milletvekillerinin bırakılması biçimindeki gelenek demokrasi açısından doğruydu. Çünkü halkın temsilcilerinin içeride tutulması, halkın iradesine bir saygısızlıktır. Çünkü seçime girmeleri önünde bir engel olmadığına göre, seçildikten sonra cezaevinde tutulmaları hukuken de kabul edilecek bir durum değildir. Kaldı ki Kürt milletvekilleri herhangi bir ceza almamışlardı. Sadece belli iddialar vardı. Bu iddialar da temelsiz, AKP tarafından muhaliflerini içeride tutmayı hedefleyen siyasi iddialardı. Nitekim bu milletvekillerini şu ana kadar politik nedenlerle içeride tutmaya devam ediyor. Tutuklu MHP’li vekil Engin Alan ceza aldı ve cezası Yargıtay’da onandı. Diğer milletvekilleri açısından onaylanmış bir ceza da yoktur.

2009 seçimleri sonrası kamuoyunda önemli beklentiler oluşmuştu ki siyasi soykırım operasyonları başlatıldı. Şimdi de benzer bir süreç mi yaşanıyor?

Kürt vekillerin hangi koşullarda tutuklandığı da bilinmektedir. 2009 seçimlerinden sonra herkes AKP’nin Kürtlerin iradesini dikkate alarak demokratik çözüm, demokratikleşme doğrultusunda adım atmasını beklerken; 14 Nisan siyasi soykırım operasyonları gelişti. Hem de Kürt Özgürlük Hareketi'nin 13 Nisan’da seçim öncesi süren ateşkesi resmileştirmesinden bir gün sonra bu siyasi soykırım operasyonları yapıldı. AKP bu seçimlerden kazançlı çıkacağını düşünüyordu ama öyle olmadı. Seçimden DTP çok etkili ve kazançlı çıktı. Yüze yakın belediye başkanlığını kazandı. O zaman devlet ve hükümet toplanarak “biz bu düzeyde örgütlü ve politikleşmiş bir halkın iradesini kıramazsak, onlar üzerinde siyasi baskı kuramazsak, onların bu örgütlülüğünü ve kararlılıklarını geriletmezsek; böyle bir halka -ki bu düzeyde DTP’ye yöneliş vardı- kendi düşündüğümüz Kürt çözümünü kabul ettiremeyiz” kararına varıp kendi öngördükleri kimi bireysel haklara dayalı Kürt çözümünü bu halka kabul ettirmek için bu halkın iradesinin kırılması ve örgütlülüğünün dağıtılmasını hedefleyen siyasi soykırım tutuklamalarını gerçekleştirdiler.

Dolayısıyla tutuklanmalar bir siyasi hedefi gerçekleştirmek için planlı yapılan bir saldırı olmuştur. Bu yönüyle Kürt sorunu söz konusu olduğunda esası kararları ve uygulamaları belirleyen hukuk ilkeleri, yasa ve anayasalar değildir. O andaki siyasi projelerdir. Kürt halkı üzerinde yürüttükleri kültürel soykırım politikasıdır. Atacakları adımların Kültürel soykırım konusunda hangi sonuçları alıp almayacağıdır önemli olan. Özellikle cumhuriyetle birlikte Kürtler üzerinde izledikleri politika budur.

‘HUKUK TÜRKİYE’DE BAŞKA KÜRDİSTAN’DA BAŞKA UYGULANIYOR’

Siz milletvekillerinin bırakılmamasının sadece güncel hukuki bir sorun olmadığını, cumhuriyetin kuruluşundan beri uygulanana bir planın parçası olduğunu mu söylüyorsunuz?

Yani Kürtler sözkonusu olduğunda hukuktan bahsetmek, hukuki kararlar beklemek Cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte Kürtlere ayrı bir anayasa ve yasalar uygulanmaya başlanmıştır. Bunun en somut ifadesi Şark Islahat Planı’dır, Tunceli Kanunlarıdır. İstiklal Mahkemesi kanunlarıdır. Şark Islahat Planı şu an herhangi bir uluslararası mahkemede değerlendirilse, planlı bir soykırım yasası olarak kabul edilir ve Türkiye bu konuda yargılanır. 1926’da böyle bir plan hazırlanmış ve Kürdistan'da uygulanmıştır. Bu planın amaçları, hedefleri, felsefesi ve uygulamaları Türk devletinin Kürdistan'daki anayasası ve yasası olmuştur. Milletvekillerinin bırakılmamasının güncel nedenleri var, ama bir de bu yönlü tarihsel nedenleri vardır. Bu, Türk devletinin tarih boyunca Kürtlere uyguladığı özel yasalardır. Dersim’de de böyle olduğunu biliyoruz. ‘Tunceli Kanunları’ Kürtlere yönelik bu özel savaş ve yasalar çerçevesinde çıkmıştır. Bu kanunlar çıkarılarak Kürtler üzerinde fiziki ve kültürel soykırım politikaları izlendi. Jandarma, polis, savcı ve hakimler Türkiye’nin batısında uyguladığı ölçüleri Kürdistan’da uygulamıyor, farklı uyguluyorlar. Farklı ölçülere göre iddiada bulunuyor, farklı ölçülere göre cezalar veriyorlar. Bu, tarih boyunca böyle olmuştur.

'KÜRDE HUKUK YOKTUR'

Size yakın tarihten bir örnek vereyim. Biz 1990’da cezaevindeydik. Özal bir yasa çıkardı. Bu yasayla Türkiye solundan siyasi tutukluların çoğunluğu serbest bırakıldı. O yasaya göre bizim de çıkmamız gerekiyordu. Avukatlar, bütün hukukçular böyle düşünüyordu. Cezaevindekilerin çoğu da böyle bir beklenti içine girmişti. Cezaevindeki insanlar yıllar içinde yasaları da biraz öğrenirler. Bir hukukçu gibidirler. Bir yasa çıktığında bu yasa nedir, anayasa ile ilişkisi nedir, AİHM ile ilişkisi nedir? gibi konularda yorumlama güçleri vardır. O zaman tıpkı şimdi Balbay’ın bırakılmasından sonra olduğu gibi ‘Kürt tutsaklar da bırakılır’ biçiminde genel bir eğilim, beklenti vardı. Aradan kısa bir süre geçti ve mahkemeler Kürt tutsaklar açısından ret kararı verdi.
Türkiye solundan tutsaklar çıkarken, Kürt siyasi tutsakların hepsi cezaevlerinde bırakıldılar. Bu yaklaşımı anlamamak, sömürgeci hukuku, Türk devletinin Kürtlere yönelik uyguladığı özel hukuku anlamamak, 90 yıllık cumhuriyet tarihini bilmemek demektir. Türkiye’de şöyle oluyorsa Kürdistan’da böyle olur. Yasa, anayasa Türkiye’de uygulandığı gibi Kürdistan’da uygulanır demek kendini kandırmadır, gaflettir. Türk devletinin Kürtler üzerindeki soykırım politikalarını ve bunun hukuka yansımasını bilmemektir. Türkiye’de ve Kürdistan’da kimi çevrelerde ve kişilerde hala böyle yanılgılar var. Böyle düşünülürse Türk devletine karşı doğru bir mücadele verilemez. Türk devletine karşı yürütülen mücadele başarılı olamaz. Eğer mücadelende başarılı olmak istiyorsan mücadele ettiğin gücü tanıyacaksın.

‘CHP’LİLERLE CEMAATİN DİRSEK TEMASI SONUCU BALBAY BIRAKILDI’

Hükümet sözcüsü Hüseyin Çelik, BDP’li vekillerle ilgili kararı eleştirdi. Çelik’in cemaati işaret ettiği yönünde değerlendirmeler var? Çelik’in değerlendirmesini siz nasıl okuyorsunuz?

Hüseyin Çelik’in değerlendirmesi cemaate yönelik açık bir göndermedir. ‘Bunun hükümetimizle bir alakası yoktur. Cemaat savcı ve hakimlerde etkilidir, onlar bırakmıyorlar’ biçiminde bir değerlendirmeyi ifade ediyor. Savcı ve hakimler içinde ve poliste cemaatin örgütlenmesinin olduğu doğrudur. AKP hükümeti döneminde buralara daha fazlasıyla sızmıştır. Bu yönüyle cemaatin Kürt milletvekilleri konusunda farklı bir tavır alma gerçeği mevcut durumun bir kısmını ifade edebilir.

Bu açıdan Mustafa Balbay’ın bırakılmaması, ama Kürt milletvekillerinin bırakılmaması bu çerçevede bir izahata kavuşabilir. Son dönemlerde cemaat ile CHP arasında bir dirsek teması var. Bir ilişki var, görülüyor. ABD’ye gittiğinde Kılıçdaroğlu’nun kendisi olmasa da bazı CHP’lilerin onlarla görüştüğü söyleniyor. Balbay’ın bırakılmasının bundan sonra olması tabii ki dikkat çekicidir.

ÇELİK’İN AÇIKLAMASI ALDATMACADIR

Ama Kürt milletvekillerinin bırakılmamasını Hüseyin Çelik’in dediği gibi açıklamak toplumu ve demokrasi güçlerini, Kürt halkını kandırmaktır. KCK operasyonları adı altında siyasi soykırım operasyonları başladığı dönemde de böyle haberler yaydıklarını biliyoruz. İşte ‘hükümetin değil de cemaatin yaptığı bir operasyondur’ gibi göstermek istemişlerdi. Bu doğru değildi. Çünkü siyasi soykırım operasyonlarını cemaatle hükümet birlikte yapmışlardı. MİT, savcılar, polisler ve hükümet ortaklığıyla demokratik siyasetçiler zindana atılmıştı. 14 Nisan operasyonlarındaki hükümetin tutumu, daha sonraki tutuklamalar ve DTP’nin kapatılması, milletvekillerin milletvekilliğinin düşürülmesi, belediye başkanlarının tutuklanması süreci düşünülürse; AKP’nin bu sürece tam destek verdiği görülür. Hiçbir AKP’li, başbakan, hükümet yetkilisi o süreçte ‘bunlar niye tutuklanıyor, bu yanlıştır’ demedi. Kaçamak cevaplar verenler oldu, ama açık karşı çıkanlar olmadı. Aksine AKP bu operasyon kararını veren organların içinde yer aldı. Kürt Özgürlük Hareketi'ni zayıflatmanın bir yolu olarak düşündüler. Dolayısıyla Çelik’in, ‘bizimle ilgili değildir’ açıklaması bir aldatmadır. Kuşkusuz cemaat siyasi soykırım operasyonların psikolojik ortamını hazırlamış, daha sonra da hükümetle birlikte bu operasyonları gerçekleştirmişlerdi. Bu tür operasyonları cemaat hararetle savunmuştur. Hatta geç olduğunu bile düşünmüşlerdir. Ancak böyle olması bile Hüseyin Çelik’in açıklamalarını mazur göstermez. Eğer böyle düşünüyor olsalardı hükümet olarak açık tavır alırlardı ve gerekirse bir yasa çıkarıp bu milletvekillerini bir saat içinde bıraktırabilirlerdi. Ancak hükümetin milletvekillerin içeride tutulması konusunda cemaatten daha az hevesli olmadığını biliyoruz. Belki KCK tutukluları konusunda cemaat katıdır, ama milletvekilleri konusunda esas tutumun hükümetten geldiği bilinmektedir. Eğer hükümet açık olarak tutumunu ortaya koysaydı cemaate bağlı savcılar bu düzeyde açık bir tutum göstermezlerdi.

‘CEMAAT İLE AKP ARASINDA BİR KAVGA SÜRMEKTEDİR’

Kürt milletvekillerinin bırakılmaması cemaat ve AKP ilişkisi açısından ne ifade ediyor?

Kuşkusuz cemaatle AKP arasında bir kavga sürmektedir. Cemaatin devlet içinde örgütlendiği ve paralel bir devlet haline geldiği de bir gerçektir. Aslında bu yönüyle devlet içinde yasadışı bir örgütlenmeye sahiptirler. Bu yönüyle devlet açısından da, demokrasi açısından da, hükümet sorumluluğu açısından da, şeffaflığı önleyen gizli kapaklı işler yapmaya ikan sunma açısından da bu örgütlenmenin sorunlu olduğu açıktır. Bunun hiçbir biçimde savunulacak yanı yoktur. Ancak dün ittifak halindeyken bu durumu görmeyenlerin şimdi kıyamet koparmaları da anlaşılır değildir. Dün kirli işler konusunda ittifak yaparken bir birine sahip çıkanlar, şimdi çıkar çatışmasına girmişlerdir, birbirlerinin açıklarını yakalamaya çalışmaktadırlar. Cemaat ve AKP Kürt meselesinde daha önce açıktan ittifak içindeydi, şimdi ise kapalı ittifak sürüyor. Zımni ittifak içindeler. Örneğin, her ikisinin de Kürt sorununda bir çözüm politikası yoktur. Kürt Özgürlük Hareketi'ni tasfiye etme konusunda hemfikirdiler. Kürt milletvekillerin, belediye başkanlarının ve siyasi tutukluların bırakılmasını istemiyorlar. Belli nüanslar olsa da, özünde Kürtlere karşı ortak tutum içindeler. Faklı bir politika söz konusu olsaydı, AKP hükümeti şimdiye kadar bunu ortaya koyabilirdi.

Zaten kendileri de Kürt sorunu hükümet politikası değil, devlet politikasıdır diyorlar. Bunun içinde cemaat de var, asker ve sivil bürokrasinin bir kesimi de var. Devlet içindeki asker, sivil bürokrasi de, paralel devlet denilen cemaat de, AKP hükümeti de Kürt sorununun çözümü konusunda hala bir zihniyet değişimini yaşamış değildir. Bu konuda bir projeleri veya uygulamaları yoktur. Kültürel soykırımı ortadan kaldırmayacak, kültürel soykırım eşiğini aşmayacak bazı ufak-tefek adımlar atarak Kürt sorununun çözümü konusunda üzerinde oluşan baskıyı hafifletmek istiyorlar. Kütlerin mücadelesi karşısında teşhir olduklarından dolayı, kültürel haklar vb. konularda yumuşama yapmak istiyorlar.

Ama Kürtleri, siyasi temsilcilerini muhatap alma, sorunu Kürtlerle çözme yaklaşımı yoktur. Cemaat de, AKP de çözüm için herhangi bir siyasi gücü muhatap almaya gerek yoktur, diyor. İmralı’da yapılan görüşmeleri sadece çatışmasızlık ve gerillanın silahsızlandırılması için gerekli görüşmeler olarak belirtiyorlar. Bu nedenle hükümetin Kürt sorununu çözmekten ziyade seçime kadar oyalayarak zaman kazanma ve Kürtlerin mücadelesini yumuşatarak seçimi kazanmayı hedefleyen bir politika izlemektedir. Kendine göre fırsatını bulduğunda da tasfiyeyi gerçekleştirecek darbeyi indirmeyi düşünmektedir. Kürt Halk Önderi ve Özgürlük Hareketi Kürt sorununun demokratik çözümü için yirmi yıldır adımlar atmakta ve hamleler yapmaktadır. Bu adımlar ve hamlelerle toplum ve devlet çözüme hazırlanmaya çalışılmaktadır. Yine bu adım ve hamlelerle Kürt tarafının makul bir çözüme hazır olduğu gösterilmektedir.

‘PARALEL DEVLETİN MERKEZİNDE CEMAAT VAR’

AKP'li bakan oğullarının da içinde olduğu 50’den fazla kişi rüşvet ve yolsuzluk yaptıkları iddiasıyla gözaltına alındı. Emniyetlerde görevli müdürler de görevden alınıyor. Türkiye siyasetinde neler oluyor? Yaşananları Cemaat ile AKP hesaplaşması olarak değerlendirmek mümkün mü?

Bir süredir Önder APO da, hareketimiz de Türkiye’de bir paralel devlet oluşumundan söz ediyor, bunun merkezinde cemaatin olduğunu da çok boyutlu değerlendiriyordu. Geçmişte de derin devlet kavramıyla devlet içindeki odak ve yapılanmalardan söz edilirdi. Derin devlet kavramını da özellikle 1980’lerden sonra en fazla Önder Apo ve hareketimiz dile getirmiştir. Devlet içinde kendilerini Atatürkçü olarak tanıtan belli güç odaklarının olduğunu, onların toplumu, devleti yönettiğini, hükümetlerin bir örtü olduğunu söylüyorduk. Bunlar zamanla doğrulandığı ve herkes tarafından kabul edildiği gibi, Önder APO’nun cemaatin de içinde olduğu paralel devlet tanımlaması doğrulanmış bulunmaktadır.

Bu durum AKP iktidarını nasıl etkiler?

Bilindiği gibi AKP, uluslararası konjonktür ve iç siyasi koşulların elverişli olduğu bir ortamda dış güçlerin ve kimi iç odakların desteğiyle iktidar oldu. AKP'nin iktidar olmasında ve iktidarını yakına kadar sürdürmesinde ABD ve Avrupa’nın desteği belirleyici olmuştur. Eski iktidar odaklarının geriletilmesinde bu desteğin belirleyici etkisi olduğu bilinmektedir. Kuşkusuz Türkiye'deki iç siyasi etkenler ve yirmi yıldır süren savaşın yarattığı ekonomik ve siyasi etkenler de AKP'nin iktidar olmasına uygun zemin sunmuştur. ANAP, DYP, DSP, MHP gibi partiler bizimle yürüttükleri savaşta yıpranmıştı. Öte yandan savaşın yarattığı ve biriktirdiği ekonomik yükün 2001 krizi ve yapılan devalüasyon bu partilerin üzerine yıkılması ve savaş döneminde Türkiye halkının da baskı altına alınması durumu AKP'nin iktidar olmasını sağladı. AKP, böylesi bir ortamda uluslararası güçlerin yanı sıra iç güçlerin desteğiyle de geldi. AKP güçlü bir demokrasi mücadelesiyle iktidara gelen bir parti değildir. Kuşkusuz İslamcılar da mevcut rejime muhalif duruş içindeydiler. Ama sosyalistler ve Kürtler gibi Türkiye cumhuriyeti tarihinde güçlü bir demokrasi mücadelesi vermemişlerdi. Dolayısıyla demokratik siyasal mücadeleyle iktidara gelmediler. Konjontürün el vermesiyle kolayca iktidarı ellerinde buldular. Güçlü bir demokrasi mücadelesiyle iktidara gelmediği için kendisini destekleyen iç ve dış güçler karşısında zayıf kaldılar. Kürt sorununu çözerek, Türkiye'yi demokratikleşerek de kendini güç yapma basiretini ve yeteneğini de ortaya koyamadı. Bu temelde kendisini topluma güçlü dayandıran bir siyasi hareket haline gelemedi.

Son dönemde yaşananları cemaatin merkezinde olduğu paralel devletinhükümeti tümden kontrol altına alma hamlesi olarak görüyoruz.

AKP bu karakteriyle son zamanlarda özellikle dış politikada ABD’yi ve İsrail’i rahatsız eden politikalar izledi. Bilindiği gibi, AKP’nin iktidara getirilmesinde dış politika etkili olmuştu. Çünkü o dönemde ABD, Irak üzerinden Ortadoğu’ya müdahale edecekti. Böyle bir dönemde İslami yüzü olan AKP’nin iktidarda olmasını kendi politikasının bir enstrümanı olarak uygun görüyordu. Ama AKP, son zamanlarda özellikle Mısır politikasında ABD ile ters düştü. Daha sonraları Suriye politikasında da aynı durumu yaşadı. Bu durum, AKP ile bazı uluslararası güçleri karşı karşıya getirdi. Böyle olunca ABD’ye daha fazla bağlı ve ABD'nin bölge politikalarında çok önemli bir enstrüman olarak hazırlanan ve kullanılan Fethullahçılarla AKP hükümetinin arası bozuldu. Kuşkusuz iç nedenleri de var. Kapitalist dünyada yaşıyoruz. AKP hükümeti döneminde zamanla önemli bir rant oluştu. Özelikle savaşı durdurmamızdan ve 2001 krizinin halkın sırtına yüklenmesinden sonra ekonomik verilerin iyileşmesine uygun bir zamanda AKP iktidara geldi. Rant kavgasına yol açacak önemli düzeyde bir birikim oluştu. Ekonomik birikim ve Kapitalist modernite koşullarında bu Türkiye de önemli bir rantla paylaşım konusu oldu. AKP hükümeti kendini demokratikleştirerek güç yapmaktan çok yandaşlarına rant dağıtan bir iktidar haline geldi. Bu da tabii ki Türkiye’deki rant üzerinden kavgayı pekiştirdi. İçerde sermaye güçleri arasında bir çekişme açığa çıkardı. Diğer yandan Fethullahçılar ile AKP’liler arasında hem iç hem de dış politikada belli farklılıklar açığa çıktı. Böyle olunca AKP ile Fethullahçılar arasında siyasi çekişme yoğunlaştı. Biz bunu cemaatin merkezinde olduğu paralel devletin hükümeti tümden kontrol altına alma hamlesi olarak görüyoruz. Yani bir rüşvet ve yolsuzluk operasyonu ya da temiz eller operasyonu değildir. Kirlenmiş iki gücün güç savaşı olarak değerlendirmek doğrudur. Eğer sorun rüşvet ve yolsuzluksa Fetullahçıların AKP’lilerden aşağı kalır yanı yoktur. Fetullah’a bağlı şirketlerin, holdinglerin bu on yıldaki servetlerinin ne kadar arttığı araştırılırsa, cemaate yakın insanların ekonomik durumlarındaki gelişme ortaya konulabilirse bu gerçek rahatlıkla görülür.

Daha önce yeşil Ergenekon diyordunuz. Paralel devletle kastınız bu mu? Paralel devlet, derin devletin yeni biçimi mi oluyor?

Geçmişte Ergenekon gibi oluşumlara derin devlet deniyordu. Şimdi de cemaatin merkezinde bulunduğu yeşil Ergenekon oluşturulmuştur. Aslında yeşil Ergenekon’u AKP ile cemaat birlikte oluşturmuşlardır. Biraz ortaklıkları vardı. MİT, cemaatin paralel örgütlenmesinin farkındaydı. Ama ittifak içinde olduklarından ses çıkarılmıyordu. Şimdi görülüyor ki bu ittifak şiddetli bir çekişmeye sahne olmuştur. Cemaatin örgütlenmesi derin devletten çok paralel devlet tanımına denk düşmektedir.

Kuşkusuz bu da bir yönüyle derin devleti ifade etmektedir. İşte mevcut hükümetle paralel devlet iç ve dış politikadaki farklılıklar sonucu karşı karşıya gelmiştir. Yoksa sorunu sadece dershaneler üzerinden düşünmek yanlış olur. Sorun sadece dershaneler olsaydı bunun dış boyutları, bölgesel boyutları olmasaydı, içerdeki ekonomik ve diğer siyaset etkenleri olmasaydı dershaneler sorunu çok kolay çözülürdü. Fetullahçılar kendileri açısından önemli de olsa dershanelerin kapatılmasını böyle bir kavga noktasına getirmezlerdi. Ancak karşı karşıya getiren birçok etkeni olduğu için Fetullahçılar böyle bir hamle yapmıştır. Bu da açıkça hükümete yönelik bir hamleydi. Aslında bu hamleyi MİT müsteşarına yönelik olarak başlatıp yaygınlaştıracaklardı. Ama AKP o dönemde bugünkü gibi yıpranmadığı için fetullahçılar o girişimi ileriye götürmemişlerdi. Hükümet de durumun ciddiyetini görerek belirli yasalar çıkararak paralel devletin hamlesinin önünü almışlardır. O hamle aslında polisi ele geçiren Fetullahçıların MİT’i de ele geçirerek devlet içine daha köklü yerleşme hamlesiydi. Fetullahçılar şimdi bu düzeyde bir hamleyi yapma fırsatını yakaladıklarını düşünmüşler ve harekete geçmişlerdir. Anlaşılıyor ki, bu operasyonları uzun süredir hazırlamışlardı.

‘CHP İLE FETHULLAHÇILARIN İLİŞKİLENMESİ DE BU HAMLENİN BİR PARÇASIDIR’

Bu hamle sadece Fethullahçıların değil, Fethullahçılara dayanan bir burjuvazinin ve onların kimi ittifaklarının ve dış destekçilerinin AKP hükümetini, terbiye etme, terbiye olmuyorsa da iktidardan düşürme ve kendi projelerini uygulayacak yeni bir iktidar yaratma hamlesidir. CHP ile Fethullahın ilişkilenmesi de böyle sürecin parçasıdır. Hükümet de ciddi bir hamleyle karşı karşıya geldiğini görerek bir karşı hamle yapmıştır. Anlaşılıyor ki, fazla uzlaşma zemini kalmamıştır. Her ne kadar Erdoğan’ın kendini çok akıllı sanan danışmanı bir uzlaşma kapısı bıraksa da, paralel devletin hamlesi bir ulaşma yaratamayacak düzeyde AKP'yi köşeye sıkıştırmıştır. Emniyet müdürlerinin görevden alınması, soruşturma heyetiner iki savcının atanması bu çekişmenin artarak sürecini gösteriyor.

Erdoğan’ın danışmanı bu süreç kaybet kaybet olarak kanılamasa da paralel devlet kendisinin kazanması ve AKP'nin kaybetmesine dayanan bir hamle yaptığı açıktır. Bu çekişme süreceğe benziyor. AKP mi daha etkili olur, yoksa Fethulahçılar mı daha etkili olur? Şu anda bir şey söylemek mümkün değil. Ama buradan şu sonuç çıkabilir: Türkiye’de ulusalcılar, belirli kesimler zaten alternatif olmaktan çoktan çıkmış durumdalar. Türkiye’nin ne siyasal sorunlarını ne de ekonomik ve toplumsal sorunlarına cevap olacak bir yaklaşımları söz konusu değildir. AKP hükümeti de 12 yıl gibi uzun bir zamanı doğru kullanmamış, demokratikleşme ve Kürt sorununun çözümü doğrultusunda adım atmadığı için kendisini demokratik siyasetin kalıcı bir gücü haline getirmemiştir.

Sadece dış güçlerin, Fethullahçıların, ve çeşitli güçlerin desteğini alarak iktidarını sürdürme tercihi yapmıştır. Daha doğrusu zihniyeti ve politikası başka karakterde bir iktidar haline gelmesine imkan vermemiştir. Paralel devlet ve asker-sivil bürokrasiyle yaptığı ittifakla iktidarını bir ekonomik rant dağıtma organı haline getirmiştir. Öte yandan Ergenekoncuların bir kesimi ve Fethullahçılarla anlaşarak onların isteği doğrultusunda hareketimizin yürüttüğü mücadeleyi frenleme ya da kimi yumuşamalarla, paketlerle -Önderlik buna yozlaştırıcı paketler dedi- işin özünü ortadan kaldıran, demokratikleşme ve Kürt sorununun çözümü konusunda ortaya çıkan birikimi çarçur edip hem bu paralel devletin hem de devletin bir kesiminin dediklerini yaparak toplumun taleplerini karşılamadı. Bu nedenle de mevcut durumda artık iktidarının sonuna doğru gelmiş bulunmaktadır. AKP 12 yılı doğru kullanamadı. Bundan sonra da çözüm için adım atması zor görünüyor. Zaten doğru politikalar üretemediği, topluma ve demokratikleşmenin getirdiği toplumsal güce dayanmadığı için bu noktaya geldi.

‘TÜRKİYE SİYASETİNDE YENİ ALTERNATİFLER ORTAYA ÇIKABİLİR’

AKP’nin toplumsal sorunları çözemediğini ve mevcut durumda iktidarının sonuna geldiğini söylüyorsunuz. Alternatif bir güç olarak gördüğünüz bir odak var mı?

Paralel devletin Türkiye’nin sorunlarını çözmesi mümkün değildir. Kürt sorununa yaklaşımı ortadadır. Kürt sorununda çözümsüzlüğü sürdürerek Türk devletinin dış güçlerin çıkarlarına göre şekillenmesini sağlayan bir karaktere sahiptir. Demokratik karaktere sahip olmayan ve hegemonya peşinde koşanların izleyeceği politika da tabii ki böyle olacaktır.

Cemaatin merkezinde olduğu paralel devlet, dış güçlerin bir ayağı olarak Türkiye’de hegemon olmak istiyor. 90 yıl Kemalistler mi yönetti Türkiye’yi, 90 yıl da biz yönetelim diyorlar. Son yıllardaki pratikleri bu gerçekliklerini açık biçimde ortaya koymuştur. Kısa sürede etkinliğini arttırabilirler, hatta kendilerine bağlı bir iktidar da oluşturabilirler, ama paralel devlet denen bu güçlerin Türkiye’nin sorunlarını çözmesi mümkün değil. Bunlar dikkate alındığında gerçek demokrasi güçlerinin, radikal demokratların tek çözüm ve alternatif olduğu bir ortam ortaya çıkmış bulunuyor.


Özellikle bu olayla birlikte Türkiye'deki rejimin bir yolsuzluk rejimi olduğu çok güçlü bir biçimde ortaya konulabilir. Toplum kapitalist modernist sistemin nasıl bir sömürü ve yolsuzluk sistemi olduğunu görebilir. Yine AKP ve cemaat gibi güçlerin İslami maske altında nasıl bir rant ve yolsuzluk rejimi oluşturduklarını gösterilebilir. Bu çerçevede de halk gerçek radikal demokratik güçlerin etrafında toplanabilir. Eğer HDP gibi güçler ve radikal güçler gerçekten güçlü bir demokrasi hareketi yaratabilirlerse, politik olarak çözüm üretebilirlerse Türkiye’de yaşanan bu durum onlara büyük bir fırsat veriyor. Bu yönüyle bu süreçte gerçek demokratların, sosyalistlerin, aydınların, demokratik İslami güçlerin geniş yelpazede bir demokrasi programında bir araya gelerek Türkiye’de gerçekten de yeni bir alternatif, bir siyasi güç ortaya çıkarmaları mümkündür. İşte bu gün yaşadığımız paralel devletin yarattığı sorunları dış güçlerin yarattığı sorunları, AKP gibi demokrasi mücadelesi sonucu değil de dış ve iç konjonktürden yararlanarak iktidar olup iktidarı rant bölüştürme olarak gören siyasi güçler yerine, Türkiye’nin demokratikleşmesi ve Kürt sorunun çözümünü sağlayacak yeni alternatifler ortaya çıkabilir.