30 Mart 2013 Cumartesi

KCK: Geri Çekilme Yasal Zeminin Yaratılmasıyla Mümkün

KCK Yürütme Konseyi Başkanlığı, Kuzey Kürdistan’dan ''gerillaların geri çekilmesi için yasal zemin yaratılması gerektiği ve somut bazı adımların atılmasının sürecin kalıcı ve sağlıklı gelişebilmesi açısından zorunlu olduğunu'' duyurdu.

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın Amed Newroz’unda yaptığı açıklamasıyla Kürdistan, Türkiye ve Ortadoğu halklarının kardeşlik, barış ve özgürlük mücadelesinde tarihi bir dönemeci ifade eden yeni bir sürecin başlangıcını ilan ettiğinin kaydedildiği açıklamada bunun ardından KCK’nin 23 Mart tarihinden itibaren ateşkes konumuna geçildiğini duyurduğu belirtildi. AKP hükümetinin henüz Kürt tarafından gelen adımlara denk düşen nitelikte somut adımlar atmadığını ifade eden KCK, “Başbakan Erdoğan’ın bir televizyon kanalında yayınlanan bir programda güçlerimizin silahlarını bırakarak sınır dışına çekilecekleri yönündeki açıklamaları inanıyoruz ki, ilgili tüm taraflarca dikkatle izlenmiştir. Her şeyden önce Erdoğan’ın kullandığı dil ve üslup sanki her şey tek taraflı ve kendi inisiyatifinde gelişebilecekmiş gibi yanlış ve olumsuz bir algı yaratmaktadır. Oysa süreç tek taraflı değil, Önderliğimizle devletin yaptığı görüşme ve müzakereler sonucunda karşılıklı adımların atılmasıyla ancak gelişebilecektir. Erdoğan’ın iddia ettiği tarzda bir geri çekilme durumu Hareketimizin gündeminde değildir. Devlet tarafından gerekli adımların atılması, bu temelde yasal ve olumlu bir zeminin yaratılması sonucunda güçlerimizin geri çekilme durumunun gündeme gelmesi mümkün olacaktır. Bunun için gerilla güçlerimizin ikna olabileceği somut bazı pratik adımların atılması sürecin kalıcı ve sağlıklı gelişebilmesi açısından zorunludur” açıklamasında bulundu.

ÜSLUBA DİKKAT EDİLMELİ

Erdoğan’ın Kürt sorununun ismini bile anmadan sürekli “terör“ ve “terörist“ kavramlarını kullanması Hükümetin süreç karşısındaki samimiyeti ve ciddiyeti konusunda kuşku ve soru işaretleri yarattığına da işaret edilen açıklamada bu tür üslup ve yaklaşımların barış ve çözüm sürecine hizmet etmediğinin altı çizildi.

ÇÖZÜMÜ GELİŞTİREN TUTUMLAR ESAS ALINMALI

Erdoğan’ın Kürt Halk Önderi Öcalan’ın tutukluluk koşullarına ilişkin de değerlendirilmelerde bulunan açıklamada şunlar belirtildi: “Türkiye devleti mevzuatında her tutuklu ve hükümlünün televizyon, havalandırma vb. haklardan yararlanma durumu vardır. Önderliğimizin bu haklardan on dört yıl gecikmeli olarak yararlanmasını Erdoğan’ın sanki Önderliğimizden bir şeyler alma karşılığında izah etmesi ve bunu bir lütuf olarak yansıtması belirtmek durumundayız ki, ne sürecin ruhuna denk düşmekte, ne de politik ahlakla bağdaşmaktadır. Bir başbakanın aslında son derece insani ve doğal bir hak olan televizyon izleme vb. bazı durumları suiistimale açık bir zihniyetle yorumlayıp tepki yaratacak algılara neden olması ne başbakan olma konumuyla ne de bu hassas ve kritik sürecin ruhuyla örtüşmemektedir. Zira içine girilen süreç bütün bunların ötesinde halklarımızın geleceğini doğrudan belirleyecek kadar önemli bir süreçtir. Ortada Kürt sorunu ve Türkiye'nin demokratikleştirilmesi gibi tarihi önemde ciddi bir sorun varken, çözümü geliştiren bir tutumun esas alınması ve buna uygun tarihsel bir sorumlulukla yaklaşılması sürecin olumlu yönde gelişmesi açısından önemlidir.”

ULUDERE RAPORUNA SERT TEPKİ

KCK ayrıca Uludere raporunun Türk Meclisinde kabul edilmesine de tepki gösterdi. Roboski’de 34 Kürt’ün açık bir insanlık suçu işlenerek katledildiğinin ifade edildiği açıklamada “Katliamın faillerini açığa çıkarmak göreviyle oluşturulan İnsan Hakları Komisyonunun failleri ortaya çıkarması gerekirken, AKP devletini aklamayı esas alarak hareket etmesi ve katliamda kasıt yok yönündeki açıklaması ikinci bir katliam anlamına gelmektedir. Özellikle AKP’nin oylarıyla mecliste bu raporun kabul görmesi bu hukuksuzluk ve katliamın doğrudan AKP Hükümeti tarafından gerçekleştirildiği gerçeğini ortaya koymaktadır. Bu açıdan Roboski katliamının hesabı sorulmadan devletin bu tarihi sorumluluk altından çıkması mümkün değildir. Kürt halkının, Türkiye’deki demokratik, yurtsever ve aydın çevrelerin bunun hesabını sormaya devam edeceği açıktır” denildi. 

ANF

Ortadoğu Devrimi 21 Mart 2013’te Başladı



Ortadoğu Devrimi 21 Mart 2013 tarihinde başladı.

Neden ve niçin 21 Mart?

Neden ve niçin bir bayram günü?

Neden ve niçin Türkiye, Kürt veya başka bir ülke veya ulus adı değil de bir bölge, Ortadoğu?

Niçin böyle çok riskli, kendini gelecek konusunda bağlayan bir önermeyi başlığa koyduk?

Bu niçinler anlaşıldığında niçin böyle riskli bir başlık koyduğumuz da anlaşılacaktır. Veya tersinden bu riskli başlığı niçin koyduğumuz anlaşıldığında, Ortadoğu Devrimi’nin niçin 21 Mart 2013’te başladığı da anlaşılacaktır.

Ama önce biraz sabır.

Oku ileriye fırlatmak için yayı geri germek; İleriye sıçramak için geriye gidip hız almak gerekir. 

Önce gerilere, çoook gerilere gidelim. Çünkü çok büyük bir hız almak ve büyük bir sıçrama yapmak gerekiyor. Devrimler tarihin birikimlerinden aldıkları büyük hızlarla gerçekleşirler; Devrimleri anlatan teoriler de öyle olmak zorundadır.

*

21 Mart, kuzey yarı kürenin ılıman iklim kuşağında, hem baharın başlangıcı, hem de gece ve gündüzün, aynı uzunlukta bulunduğu bir tarihtir.

Ve bu tarih bir bayramdır?

Neden böyledir?

Bu çakışmanın ardında bir başka zorunluluk vardır. Ama o zorunluluğun ardında da çok başka bir kozmik rastlantı vardır.

Önce 21 Mart’ın (İlkbaharın) nasıl mümkün olduğundan başlayalım.

Dünya kendi etrafında, güneşin etrafında döndüğü hayali düzleme dik değil, 21 derecelik bir eğimle döner. Mevsimler bu nedenle vardır. Gece ve gündüzün uzunlukları bu nedenle hem mevsimlere hem de bulunulan paralel dairesine göre değişir. Eğer bu eğiklik olmasaydı, bütün bu mevsimler, gece ve gündüz uzunluklarının değişimleri olmayacaktı.

Peki, neden ekseni “eğiktir” Dünya’nın?

Bunu bize Ay’ın neden ve nasıl var olduğuna ilişkin teori açıklamaktadır.

*

Ay’ın doğuşuna ilişkin üç teori bulunuyordu. Habbecik Teorisi; Yakalama Teorisi; Çarpma Teorisi. Bunlar içinde en çılgıncasının doğru olduğu son yıllarda kesinleşmiş gibidir.

Habbecik teorisi kabaca, Dünya eskiden daha hızlı dönüyordu ve henüz kabuğu soğuyup katılaşmamıştı, bu henüz sıvı yeryüzünde dönüş esnasında med ve cezir dalgalarının yayılış hızı dönüş hızından daha yavaş olduğundan, bu dalgaların yükselişi üst üste binerek bir habbecik oluşturmuş, bu habbecik de dünyadan kopmuştur biçimindeydi.

Bir küvete veya leğene su koyun, elinizle küçük küçük dalgalar yapmaya çalışın, farklı frekanslarla denerseniz belli bir frekansta o küçük dalgaların, karşı kıyıdan yansıyanlarla da üst üste binip suyun küvet ya da leğenin kenarından taştığını görebilirsiniz. Uygun adımla yürüyen askerlerin köprüleri yıkmasını da açıklayan bu yasaların, Ay’ın oluşunu açıklamadığı bugün artık neredeyse kesinleşmiş bulunuyor. Yani Ay güneşin çekiminin yarattığı Med dalgalarının çakışmasının yarattığı bir habbecikten oluşmadı.

İkinci teori, yakalama teorisiydi. Buna göre, Ay, Güneş Sisteminin başka bir yerinde oluşmuş bir küredir. Bir şekilde yörüngesinden fırlamış ve çeşitli gezegenlerin ve güneşin çekim gücü etkisi altında uzayda başıboş dolaşırken ve tesadüfen Dünya’nın yakınından geçerken, Dünya tarafından yakalanmıştır. Bunun da doğru olmadığı artık biliniyor. Çünkü Ay’dan getirilen taşlar, Ayı oluşturan maddenin Dünya’dakiyle özdeş olduğunu gösterdi.

Üçüncü ve en çılgın teoriye göre, Dünyanın oluştuğu dönemin daha ilk başlarında, Merih büyüklüğünde bir gezegen Dünyaya çarpmıştır, bu çarpışmadan uzaya dağılan tozlar Dünya’nın etrafında bir süre döndükten sonra, tıpkı güneşin etrafında gezegenlerin oluşması gibi Ay da oluşmuştur.

Son yıllarda toplanmış bütün veriler ve yapılan hesaplar bu çılgınca teorinin doğru olduğunu kanıtlamaktadır. Ve bu teori aynı zamanda Dünya’nın neden eğik olduğunu da bir yan ürün olarak açıklar. Dünyanın kendi etrafında dönüş ekseninin eğriliği o çarpmanın izidir.

Ve de Dünya eğik olarak döndüğü için mevsimler vardır günlerin uzunlukları değişir.

O gezegen dünyaya çarpmasaydı, dünya eğik olmayacaktı, eğer dünya eğik olmasaydı, yeryüzünün ekvatordan kutuplara kadar bütün paralellerinde her zaman hep aynı ısı bulunacaktı ve dolayısıyla mevsimler olmayacaktı. Çünkü güneşin ışınları hep aynı eğimde  geleceklerdi. Gün ve gece arasındaki farklar hiç değişmeyecekti. Dolayısıyla ne mevsimler olacaktı ne de gece ve gündüzün eşit olduğu istisnai günler bulunacaktı. Deliye her gün bayram gibi, her gün 21 Mart gibi aynı uzunlukta olacaktı.

Hatta şimdiki eğiklikte bile, eğer neolitik devrim ekvator bölgesinde olsaydı 21 Mart’ın özel hiçbir anlamı olmayacaktı. Çünkü orada mevsimler yoktur ve gece ile gündüz de hep aynı uzunluktadır.

Ve de ilk neolitik devrim güney yarı kürede olsaydı (İnka'lar orada çok daha sonra Lama ve Patates’e dayanan başka bir Neolitik devrim yaptılar) orada ilkbahar burada sonbahar olduğundan, 21 Mart değil, 23 Eylül bir bayram olacaktı.

Buraya kadar, mevsimlerin ve ilkbaharın niçin ve nasıl mümkün olabildiğini gördük.

Biraz da bayramların niçin ve nasıl mümkün olabildiği üzerine birkaç söz etmek gerekiyor.

Bu da diğer yazının konusu olsun.

Adım adım günümüze ve geleceğe doğru gidelim.

21 Mart diye tanımladığımız tarihte gece ve gündüzün aynı uzunlukta olması ve kuzey yarı küresinde baharın başlaması, fiziksel ve biyolojik bir olgulardır, ama Bayram Toplumsal bir olgudur. Bayram’ın olabilmesi için önce Toplum dene varlık ve hareket biçiminin olması gerekir.

Yanlış olarak biyolojik bir tür olarak insanın varlığının ortaya çıkışıyla toplumun çıkışı birbirine bağlı aynı sürecin iki yüzüymüş gibi görülür. Herhangi bir sosyoloji kitabının giriş bölümünü açın toplumu insanlar arası ilişki olarak tanımlayacaktır. Bu son derece yanlış ve yüzeysel bir kavrayıştır.

İnsan türü (Homo) yeryüzünde yuvarlak hesap üç milyon (3.000.000) yıldan beri var. Bu üç milyon yıl boyunca Homo (İnsan) türünün birçok alt türleri bir arada var oldular. Bunlardan biri de en son yine akılda kalması için yuvarlak hesap üç yüz bin (300.000) yıl önce ortaya çıkan bizim de içinde bulunduğumuz Homo Sapiens bile son otuz bin (30.000) yıl öncesine kadar yeryüzünde birçok başka insan türüyle birlikte yaşıyordu. (Neandertal İnsanı, Florensis İnsanı, Denisova İnsanı gibi farklı insan türleri vardı. Bunları Homo Sapiens’in yok etmesi epey bir zaman almıştı.)

Diğer insan türleri, Toplum’u bilmiyorlardı, sürü olarak yaşıyorlardı ve zaten tam da onun için yok oldular. Homo Sapiens, yani bizimle tümüyle aynı özelliklere sahip tür de yeryüzünde var oluşunun en azından dörtte üçlük ilk bölümünde sürü olarak yaşamıştı. Toplum denen varlık ve hareket biçimi ortaya çıkmamıştı.

Toplum’un ortaya çıkışı, şunun şurası yetmiş bin (70.000) yıl öncesine dayanır. Yani fiziğin konusu olan evren nasıl 13,7 milyar yıl önce “Büyük Patlama”dan beri varsa; Biyolojinin konusu olan canlılar yeryüzünde nasıl dört milyar yıldan beri varsa, Sosyolojinin konusu olan Toplum da yuvarlak hesap yetmiş bin (70.000) yıldan beri vardır.

Taş balta toplumun varlığının bir kanıtı değil; taş balta yapıp kullanabilen bir canlı türünün varlığının kanıtıdır. Taş balta bir üretim aracı değildir. Toplum yoksa üretim ve Emek de yoktur. (Bu noktada Engels’in Maymunun İnsanlaşmasında Emeğin rolü’nden söz etmesinin yanlışlığını da görüyoruz.)

Toplum yaşam araç ve yöntemleri değiştiğinde kendi örgütlenmesini değiştiren bir canlı türüdür.
Taş balta var olduğu sürece ise, toplum olmadığından, toplum biçimi değişmemiş ama tam da bu nedenle, canlının kendisi biyolojik değişimini sürdürmüştür.

Taş balta, alet ve ateş, bu türün varoluşunu ve evrimini sürdürdüğü bir Niş (Yaşam alanı) oluşturmuşlardır. İnsan türleri de bu nişte var olup evrilmişlerdir. Bu nedenle Toplum ortaya çıkana kadar insan tür değiştirmiş ve birçok insan türleri ve sürüleri yeryüzünde aynı zamanda var olabilmişlerdir.

Ama Toplum’un ortaya çıkışıyla birlikte, aynı türün toplum biçimini, (toplum türünü) değiştirmesi başlamıştır. Ve sürüden topluma ilk geçenler, Toplum olmanın, yepyeni bir hareket ve var oluş biçiminin kendilerine kazandırdığı üstünlükle bütün diğer insan tür ve homo sapiens sürülerini muhtemelen sadece onların yaşam alanlarını yok ederek değil; onları avlayarak, yiyerek yok etmişlerdir.

Yani bizler hepimiz bu diğer insan türlerini ve diğer homo sapiens sürülerini yok etmiş, bu “jenosit suçunu” işlemişlerin ahvadıyız. Varlığımız diğer türlerin ve topluma geçememiş Homo Sapiens sürülerinin yokluğunu belirlemiştir.

Nasıl canlılık, hayat, fizik varoluştan farkıyla tanımlanabilirse, örneğin kendi benzerini yapan karmaşık moleküllerdir şeklinde. Toplum da ancak diğer canlılara göre farklılığıyla tanımlanabilir. Toplum, yaşam araçlarını ve yöntemleri değiştiğinde organizasyonunu değiştiren bir canlı türüdür diye tanımlanabilir.

Yani Toplum bir canlı türüdür. Ama değişimi başka, yepyeni yasalara bağlı bir canlı türü. Hayat da fiziksel bir varoluş türüdür ama değişimi başka, yepyeni yasalara bağlı bir fiziksel varoluş. (Bu toplum tanımı, ekoloji ve sosyolojiyi (doğa ve toplumu) aynı kavram sistemi içinde kavramayı ve toplamayı da sağlamaktadır bir yan ürün olarak.)

Sürü ile toplum birbirinden tamamen farklıdır. Sürü bir iş ve güç birliği demektir. Basit toplamdır. Elbette bütün parçalarının toplamından fazla bir şey olduğu için bu fazlayı, bu ek gücü içerir. Ama sürüde, parçanın bütüne tabi olması; eksi ile eksinin çarpımının artı sonuç vermesi gibi, cebirsel bir birlik yoktur. Toplumda ise parça bütüne tabidir. Parçanın bütüne tabi olması, parçaların tek başına var olamaması ve varlıklarını sürdürememesi anlamına gelir.

Doğa parçanın bütüne tabi olduğu cebirsel birlikleri, tam da bu üstünlüğü nedeniyle, birbirinden bağımsızca ve bir çok kez keşfetmiştir.

Bizzat bugünkü tek hücrelerin çoğu aslında çok daha basit canlı türlerinin karmaşık bir birlik oluşturmalarından başka bir şey değildir. Bugünkü hücre çekirdeği, Mitokondri gibi organeller bir zaman başka canlılardı. Bizzat çok hücreli canlıların kendisi, hücrelerin cebirsel birlikler oluşturmalarından başka bir şey değildirler. Hatta en bilinenleri arı, karınca, termit olan koloniler de de yepyeni bir canlı türüdürler. Yani karınca, termit ve arılar değil, bunların kolonileri, “Devletleri” bir tek canlıdırlar.

Termitler hamam böcekleri ile akrabadırlar ve arılar ve karıncalardan tamamen farklı bir türdürler. Bu iki tür birbirinden bağımsızca keşfetmiştir bu cebirsel birlikleri. Ama sadece bu kadar da değil, doğa memelilerde bile, çıplak köstebek denen Afrika Boynuzu’nda yaşayan memeli hayvanlarda da arı ve termitlerden tamamen bağımsız olarak cebirsel birliği keşfetmiştir. Bu cebirsel birliklerde, tek birey var olamaz. Bunun için de koloni olarak üreme ve koloninin bir tek canlı olması söz konusudur.
Ama hepsinde ortak olan şudur, biyolojik bir işbölümü, farklı bireylerin farklı uzmanlaşmaları ile cebirsel birlikler var olabilir.

Eğer toplum insan türünün var oluşuyla birlikte ortaya çıkmış olsaydı bu parçanın bütüne tabi olabildiği varlık ancak uzmanlaşma ile mümkün olabilirdi. Dolayısıyla Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sındaki gibi biyolojik ve ruhsal olarak olarak da farklılaşmış, karınca ve arılardaki gibi bir “kast” sistemi olarak var olabilirdi. İşbölümü ve Kastlar ise sosyolojik olarak çok sonraları ortaya çıkmışlardır.

Toplumdaki bütün bireyler, arı, karınca veya çıplak köstebeklerden farklı olarak, aynıdır. Bir işbölümü çok sonra toplumsal bir fenomen olarak ortaya çıkar, biyolojik bir işbölümü ile farklılaşma yoktur. Bu nedenle, insan türünün son 70.000 yıl öncesine kadar sürüler halinde, basit topluluklar halinde yaşadığını söyleyebiliriz ve bütün bulgular da bunu doğrulamaktadır.

Sürülerin elbet kültürleri vardır. Kültür öğrenilebilen ve öğretilebilen özelliklerdir. Neredeyse bütün memelilerde, nispeten uzunca bir çocukluk ve bakım geçiren canlı türlerinde, yavruların oyun oynadığı (öğrendiği) türlerde kültürden söz edilebilir. Hatta farklı sürülerdeki kültür farklılıklarını bile gözlemlemektedir araştırmacılar.

Muhtemelen insan sürülerinin çok gelişmiş bir kültürleri ve bu kültürü aktarmak için araçları vardı. Zaten insan türünü yaratan, genetik olarak değil, öğrenilebilir ve öğretilebilir olarak aktarılabilir olanın, yani kültürün varlığıdır. İnsanın mimikleri, dili, erken doğumu, uzun bakımı vs. hepsi hem kültürün gelişiminin ürünüdürler hem de kültürü geliştirmişlerdir.

Ama dikkat!..

Kültürün varlığı henüz toplumun varlığı değildir. Sürülerin de kültürü olabilir ve de vardır. Kültür öğrenilebilir olandır. Kültür olmadan ve belli bir noktaya gelmeden toplum var olamazdı. Toplum olmadan kültür olabilirdi ve vardır. Kültür, genetik değişiklikler gerektirmeden adaptasyon sağlama ve bunu aktarabilme özelliğidir. Ama bu özellikler henüz toplumun var oluşu, yani cebirsel, parçanın bütüne tabi olduğu bir birliğin, bu yepyeni canlı türünün ortaya çıktığı anlamına gelmez.

Elbet çok karmaşık bir kültürün varlığı olmadan toplumun ortaya çıkışı düşünülemez ve toplum ortaya çıktığı andan itibaren, kendi ortaya çıkardığı yepyeni sosyolojik varlıkların bilgisinin öğrenilmesi ve aktarılmasıyla da kültürün karmaşıklaşıp gelişmesine çok büyük bir atılım yaptırmış olmalıdır. Örneğin hukuku, ahlakı, yasakları, sanatı olmayan bir sürünün kültürü her şeyden önce bu kavramlardan yoksun olur. Ama ihtiyaç olduğunda o kavramları oluşturacak yapı da ortada olmalıdır. Yani yapısıyla tıpkı bizimki gibi bir dil, ama kavramları henüz toplumsal var oluşun kavramlarını içermeyen bir dil.

(Yeryüzündeki en ilkel kabilenin en ilkel gibi görünen dili bile, en modern toplumun tüm karmaşıklığını öğrenme ve aktarmayı sağlayacak yapıya sahiptir sadece bu kavramları yoktur. Ama bu kavramları yaratacak potansiyel hepsinde vardır. (Geçenlerde böyle ölü bir kabile dili üzerinden böyle bir deneme de başarıyla yapıldı.) Toplum ortaya çıkmadan önce de bütün yok olan Homo Sapiens sürülerinin benzer bir durumda olduğu var sayılabilir.)

Özetle, toplum, tıpkı arılar, termitler, çıplak köstebekler gibi, cebirsel bir birlikten oluşan bir canlı türüdür ama bireylerin biyolojik işbölümüne ve uzmanlaşmasına dayanmayan değişik bir canlı türüdür. Yaşam araç ve yöntemlerini değiştirdiğinde, organizasyonunu (sınırlarını ve yapısını) değiştiren bir canlı türüdür.

Peki, biyolojik bir işbölümünün gerektirdiği bir zorunluluk olmadan, parçanın bütüne tabi olması nasıl olabilir?

Parçanın bütüne tabi olması, yaptırım demektir. Her şeyden önce sınırları çizili bir topluluk demektir. Ama birleştirme ancak ayırmakla mümkün olur. Sınır çizmek, birleştirmek olduğu kadar bölmektir. Bu sınır çizilmeden, toplum var olamaz. Bu aynı zamanda yasak demektir. Yasak (birleştirme -  bölme) ve yaptırım (parçayı bütüne tabi kılma) olmazsa olmaz koşuludur. Toplumsal bir sınıf ise fiziksel veya biyolojik sınırlardan farklıdır. Fiktif bir sınırdır. Ritüeller, dövmeler, acılı topluma kabul törenleri, hasılı bir dine kabul edilme ve toplumsal olmak aynı şeydir.

İşte Din dediğimiz şey tamı tamına budur. Din toplumun sınırlarını çizer, yaptırımları belirler. O halde toplum, Din ile ortaya çıkmıştır. Sanat, Anlak, Hukuk vs. hepsi din içinde var olabilirler ve anlaşılabilirler. Din toplumsal ilişkilerin örgütlenmesinin ta kendisidir. Yani Marksizm'in şu üstyapı dediği şeyin ta kendisi. Toplumun yaşama araçları değiştiğinde, toplumsal ilişkilerinin örgütlenmesi, yani dini de değişir. Bu örgütlenmesinin dayandığı ilkeler değişir. Bu değişimler de tamı tamına devrimlerdir.

O halde insanı bir zamanlar sürü halinde yaşamış insan türlerinden farklı olarak toplumda yaşayan insanı, bir dinden olan hayvan olarak tanımlayabiliriz.

İnsan düşünen hayvandır, insan sosyal hayvandır, insan gülen hayvandır, insan alet yapan hayvandır gibi bütün tanımlar, sürüler halinde yaşamış bütün insan türlerini ve homosapiens sürülerini de kapsayan bir tanımlardır. Bunlar biyolojik bir tür olarak insanın özellikleridir. Sosyolojik bir varlık olarak insanın özelliği ise onun bir dininin olmasıdır. İnsan sosyolojik olarak dinsiz olamaz. Yani yasak ve yaptırım olmadan İnsan sosyolojik olarak var olamaz. Ama yasak ve yaptırım, yani din, yani parçanın bütüne tabi olduğu sınırları çizilmiş birlik, yani toplum olmadan insan türü var olabilir ve yakın zamana kadar da vardı.

O halde, iki insan kavramını birbirinden ayırmak gerekiyor. Biyolojik bir tür olarak insan (bunu küçük harfle yazalım) bir de sosyolojik olarak İnsan (bunu da büyük harfle yazalım). Biyolojik olarak insan olmak sosyolojik olarak İnsan olunduğu anlamına gelmez. Sosyolojik olarak İnsan, aynı topluluk sınırları içinde aynı yaptırımlara tabi olandır. Zaten neredeyse bütün dinler de (dinin insanların özel sorunu olduğunu söyleyen dindeki modern toplumun dini dahil) kendi dininden olmayanı insan olarak görmez. Biyolojik olarak elbet insan olduğunu bilir.

Kavramaları böyle tanımladığımızda,buradan şu sonuçları çıkarabiliriz: Toplum bir soyutlamadır. Nasıl canlılık ya da hayat somut canlı türlerinden oluşursa, toplum da somut topluluklardan oluşur. Somut toplulukların sınırlarını ve iç ilişkilerini belirleyen şeye Din deriz.

Toplumun yaşam araçları ve biçimi değiştikçe onun sınırlarını ve yaptırımlarını tanımlayan ilkeler de değişir. Yani toplumsal organizasyon da değişir. Bu üstyapı ya da toplumsal organizasyon değişimleri din değişimlerinden başka bir şey değildir. O halde, devrimler dinden dine geçişler, din değiştirmeler biçiminde gerçekleşir. O halde tarih her şeyden önce devrimler tarihi ise, her şeyden önce dinler tarihi olmak zorundadır.

Tabii burada tıpkı insan kavram gibi Din kavramının da farklı anlamlarını birbirinden ayırmak gerektiği sorunuyla karşılaşıyoruz.

Din toplumsal ilişkileri düzenler, topluluğun sınırlarını çizer, tüm üst yapıdır dediğimizde,  dini sosyolojik olarak tanımlamış oluruz. Ama din inançtır, kişinin özel sorunudur şeklinde dini tanımlamak, hukuki bir tanımdır, bir dinin (modern toplumun dininin) bir din olarak kabul edilebilme koşulunu sunar ama bu koşulun kendisi bizzat bir dinin sınırlarını çizer. Yani dini inanç olarak kabul edenler bu topluluğa dahil olabilirler, bu dindendirler demiş olur.

Yani bugün bizler arasında yaygın olarak kabul gören ve bilinen din tanımı, Dinin inanç olduğuna dair tanım, dinin ne olduğunu sosyolojik olarak tanımlamaz, hukuken den kabul edilebilmenin koşulunu tanımlar. O halde bizler dinin ne olduğunu bilmiyoruz. Dinin ne olduğunu bilmediğimiz için, Tarih’i ve ondaki devrimleri açıklayamıyoruz, anlayamıyoruz; ama yanı zamanda günümüzü anlayamıyoruz demektir.

Din’in ne olduğunun doğru bir sosyolojik tanımı olmadan he tarih ne de sosyoloji bir bilim olamaz. Tarih ve Toplum doğru olarak açıklanamaz. Dolayısıyla da doğru bir program geliştirilemez.

Görüldüğü gibi, tarihin hatta tarih öncesinin derinliklerine gitmek, bizi günümüzün en canlı ve can alıcı sorunlarıyla ve kavramlarıyla karşılaştırdı. Bu ayrıca bize, Tarih’in nasıl anlatıldığının ve kavrandığının aslında günümüzü ve geleceği nasıl kurmak istediğimizi gösterdiğini; bugünün ve geleceğin nasıl şekilleneceğinin, tarihin nasıl anlatıldığına ve anlatılacağına bağlı olduğun da gösterir. Aslında bunca geçmişe gittiğimizde geleceği ve bugünü şekillendirmeye çalıştığımız görülür.

Ama bu yukarıda açıklanan Din, kültür, Din kavramları çok yenidir ve bu anlamda bizim tarafımızdan tanımlanmış ve keşfedilmişlerdir.

Her doğru teori aynı zamanda çözülememiş, çok ilgisiz gibi görünen başka sorunların cevabını da verir. Örneğin ayın var oluşunu açıklayan teorinin dünyanın eğikliğini ve mevsimleri de açıklaması gibi.

Kültür, Toplum, Din kavramlarının bu yeni tanımlaması ve açıklaması, sadece günümüzün sorunlarını çözmez, bugünle çok ilgisiz gibi görünen başka teorik sorunları da çözer.
Bunların bir kaçını sıralayalım.

Son 70.000 yıl öncesine kadar insan türleri bile değiştiği halde, bu türlerin kullandığı taş balta neredeyse değişmeden kalmıştır veya çok can sıkıcı bir ölçüde çok yavaş ve küçük değişiklikler geçirmiştir. Bugünkü insan türü olan Homosapiens bile 300.000 yıldan beri var olduğuna göre, en azından 300.000 yıldır bizden biyolojik ve ruhsal olarak hiç farklı olmayan bir insan türü yer yüzünde var olmasına rağmen, 70.000 yıl önce ne oldu da ondan sonra aletlerde adeta patlarcasına bir değişim görülmektedir?

Keza sanat eseri denebilecek dizilmiş deniz kabuklarına falan da 70.000 yıldan beri rastlanabiliyor (tabii bu rakam yuvarlak bir rakamdır birkaç on bin yıl ileri ve geri gidebilir). Yani sanat, o varsa ahlak vs. de var demektir, da 70.000 yıldan beri ortaya çıkmış bir şeydir.

Ve nihayet, son araştırmalar, yeryüzündeki bütün Homo Sapienslerin, yani bizlerin 70.000 yıl önce yaşamış, “Mitokondriyal Havva”  denen kurmaca bir kadının çocukları olduğunu gösterdiğine göre, 70.000 yıl önce ne olmuştur da, bütün diğer en azından 230.000 bin yıl boyunca yeryüzüne dağılmış bulunan diğer Homo Sapiens’ler yok olmuşlardır?

Bizim son iki yüzyıldaki ve özellikle Ortadoğu’daki insanların korkunç acılar çekmesine yol açan ulusun ne olduğunu anlama girişimimiz, buradan ulusun aslında bir din olduğu sonucuna ulaşmamız; sonra dinin ne olduğunu araştırırken aslında Din’in din olmadığını bulmamız ve buradan Toplum kavramına ulaşmamız. Toplum’u tanımlamak için çabalarımız; Toplum ve onun somut var oluş biçimini ayırmamız; Kültür ve Toplum kavramlarını ayrıştırmamız vs. Bu on binlerce yıl öncesinin hala çözülemeyen bilmecelerini de bir vuruşta çözmektedir.

Yukarıdaki üç sorun birbiriyle ilgisiz gibi ele alınıp açıklamalar sunulmaktadır arkeolog ve antropologlarca. Örneğin, hepimizin mitokondriyal Havvanın çocukları olmamız ve neredeyse 1000 kişilik bir popülasyondan gelmemiz, şişe ağzı teorisiyle açıklanmaya çalışılmaktadır. Yani bir doğa felaketiyle yeryüzündeki bütün insanlar ölmüş sadece Afrika’nın bir yerlerinde 1000 kişilik bir popülasyon yaşayabilmiştir bu nedenle böyle hepimiz oradan geliyoruz. Bu doğa felaketi olarak da 70.000 yıl önce Endenozya’da patlamış bir Süper Volkan’ın etkileri sayılmaktadır.

Hâlbuki ilk kez sürüden topluma 70.000 yıl önce geçildiğine ilişkin teorimiz (Muhtemelen Afrika’da bir yerlerde (bir olasılık bugün San halkının yaşadığı Güneybatı Afrika’da, “Tanrılar Çıldırmış Olmalı” filmi o bölgede geçiyor ve San’lar oynuyordu. Sanların dili ve genleri bu yönde veriler sunuyor) hem bunu hem de sanat eserlerinin çıkışını ve aletlerin hızlı gelişmesini de açıklayabilmektedir. Toplum ortaya çıkmıştır 70.000 yıl önce “patlama” budur.

Din’in ortaya çıkışı; yani Sürü’den Toplum’a geçiş, yani parçanın bütüne tabi olmasının sağladığı muazzam güç (ruh) ve üstünlük, basit toplamdan öte cebirsel bir toplam; eksinin eksiyle çarpımının artı sonuç vermesi; bu ilk geçen popülasyona bütün diğer popülasyonlar karşısında muazzam bir üstünlük sağlamış, bu da hem diğer insan türlerine ait popülasyonların hem de diğer Homo Sapiens popülasyonlarının yok olmasına yol açmış olmalıdır. Toplum’un kazandırdığı bu güçtür Ruh da özünde.

Bu aynı zamanda, Kıvılcımlı gibi, bu konularda çok düşünmüş ve yazmış büyük bir Marksistin de Din’in köklerinin insan beyninin derinliklerinde olduğunu söyleyen (İhsan Eliaçık’ın da benimsediği) önermesinin yanlışlığını da göstermektedir.

Dinin kökleri insan beyninin derinliklerine değildir, yani bir Din geni yoktur. Hikmet Kıvılcımlı, Totem ve Tabu’yu, yani ilk yasakların ortaya çıkışını insan türünün ortaya çıkışına götürerek oradan yasaklar aracılığıyla bilinç, bilinç altı zıtlığı üzerinden insanın ortaya çıkışını açıklamaya çalışmıştır. Dolayısıyla bu zıtlığın, insan beyninin biyolojik yapısında bir karşılığı olduğunu var saymıştır. 

Buradan hareketle dinin köklerinin İnsan beyninin derinliklerinde bulunduğunu söyler. Ama bu teoriyi hiçbir olgu desteklememektedir.

Kıvılcımlı’nın Din’i anlama çabası, Din’in ortaya çıkışını birkaç milyon yıl öncesine götürürken, bizim çabamız, 70.000 yıl öncede açıklamaktadır. Din, biyolojik değil, toplumsal bir olgudur ve toplum ve din birlikte ortaya çıkmıştır. Toplumsuz Din, Dinsiz Toplum olamaz.

Bu sonuç aynı zamanda günümüzü ve ulusları ve ulusçuluğu da açıklamaktadır.

Dinsiz toplum olamaz ise, bu günkü toplumun bir dini olmalıdır. Bu din nedir? Modern toplumun dini, din olmadığını söyleyen, Din’in insanların inancı olduğunu söyleyen bir dindir. Çünkü İnanç kavramı sosyolojik değil bir hukuki kavramdır. Yani ancak dini inanç olarak kabul edenler (Kişisel bir sorun olarak kabul edenler) bu dinden olabilir demektedir.

Ama inanç (Özele ilişkin) diye bir hukuki kategorinin olabilmesi için, Özel ve Özel olmayan (Politik) diye normatif bir ayrımın olması gerekir. O halde Modern toplumun dini, her şeyden önce özel ve politik ayrımıdır.

Politik olanı bir ulusla tanımlamak da, yani ulusçuluk da bu dinin bir biçimidir, en gerici biçimidir. Karşı devrimci biçimidir.

Burada teori ve kavramlar harika bir biçimde hem günümüzün en can alıcı sorunlarını açıklamakta; hem de günümüzle hiç ilgisiz gibi görünen on binlerce yıl öncesinin; insan türlerinin yok oluşu; sanatın ortaya çıkışı; aletlerdeki hızlı değişimin başlaması gibi; açıklamaktadır. Tıpkı modern fiziğin kavramlarının atom altı parçacıkları da galaksileri ve kara delikleri de açıklaması gibi.

Başlığımızdaki “Ortadoğu Devrimi ve 21 Mart 2013’te Başladı” önermesi, ancak bu teorik derinliklerde anlaşılabilir.

İlk yazımızda, “devrimler (Şimdi bunların Dinden dine geçişler olduğu sonucuna da ulaştık, yani dinden dine geçişler de denebilir) tarihin derinliklerinden aldıkları büyük hızla gerçekleşirler; Devrimleri (Dendin dine geçişleri) anlatan teoriler de öyle” demiştik.

Devrimler dinden dine geçişler olduğuna göre, teori de dinleri ve onların çıkışını ve geçişleri açıklayan bir teori olmalıdır. 

Din ve ortaya çıkışı anlaşılmadan Devrimler ve Ortadoğu Devrimi anlaşılamazdı.

Yayı germeye, ileri atlamak gerilemeye ve için hız almaya devam edelim.

DEVAM EDECEK...
 

Demir Küçükaydın

30 Mart 2013 Cumartesi 


Kitapları İndirmek İçin:

Videolar: