20 Ocak 2013 Pazar

AKP Yeni Haçlı Seferlerinin Ajan Partisidir

Tunus’tan başlayıp Mısır’da süren, Bahreyn, Yemen’e kadar sıçrayan halk hareketlerinden sonra siyasal islamla ilgili birçok değerlendirme yapılmıştır. Suriye’deki muhalefetin de önemli bir bölümü İhvan-ı Müslim’in merkezinde olduğu siyasal islamcılardır. Libya’da da siyasal islamcılar belirli bir güce ulaşmışlardır. ‘Arap Baharı’ olarak tanımlanan Arap dünyasındaki halk hareketlerinin gündeme gelmesiyle siyasal islamcı hareketlerin Arap dünyasındaki hareketlenme içinde etkin yer almalarının dayandığı tarihsel ve güncel nedenler vardır. 

Kuşkusuz Arap halklarının ayağa kalkışı özellikle son iki yüzyıldır kapitalist modernitenin Ortadoğu’ya girmesiyle birlikte yarattığı sorunlara karşı bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. Özellikle son yüzyılda Arap halkları hem dış güçlerin müdahaleleri hem de despotik iktidarlar altında çok acılar çekmiştir. Arap halklar Osmanlı İmparatorluğu altında da kuşkusuz baskı altındaydılar. Türk etnisitesinin hakim olduğu Osmanlı devleti Arapların gelişimi üzerinde de olumsuz etkide bulunmuştur. Özellikle de Osmanlı İmparatorluğu’nun gerilemeye girmesi ve Türk etnisitenin giderek imparatorluk içinde ağırlığını göstermesi Arap toplumlarında da rahatsızlıkları artırmıştır. Bunun sonucu Araplar 19. yüzyılda Osmanlı-Türk hakimiyetine karşı direnişe geçmişlerdir. Zaten birçok yönüyle Türk kültür ve sosyal yaşamından daha ileri bir düzeyi yaşayan Arap toplumsal yapısı çok kısa sürede Osmanlı imparatorluğunu Arap topraklarında etkisizleştiren bir direniş ortaya çıkarmıştır. I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı’nın dağılmasıyla birlikte Araplar üzerindeki Osmanlı egemenliği son bulmuştur. 

                                Yeni haçlı seferi 

Ancak Osmanlı egemenliğinin son bulmasından sonra Araplar huzura ve rahata kavuşmamışlardır. Amiyane deyimle yağmurdan kaçarken doluya tutulmuşlardır. Özellikle de İngilizlerin ve Fransızların desteklediği Arap iktidar blokları cetvelle çizilmiş devlet sınırları içinde Arap toplumu üzerinde yeni bir baskı rejimi kurmuşlardır. Zaten kapitalist modernist sistem özellikle de 19. yüzyıldan itibaren kendi modernist değerlerini Ortadoğu’ya sokmaya başlamıştır. Ortadoğu’nun ve kültürel islamın tarih içinde ortaya çıkardığı ve halkların toplumsallık içinde yaşamasını sağlayan toplumsal ve kültürel değerler geriletilerek, kapitalist modernitenin bencil, bireyci, sömürüyü esas alan değerleri hakim kılınmaya çalışılmıştır. Öyle ki, kapitalist modernite bin yıl önce Haçlı Seferleri’yle teslim alamadığı Ortadoğu dünyası ve islami topluluklarını kapitalist modernizmin ekonomik, sosyal ve kültürel anlayışıyla teslim alma süreci başlatmıştır. Aslında kapitalist modernizmin Ortadoğu dünyasına yönelik harekatını yeni koşullarda bir Haçlı Seferi olarak değerlendirmek yanlış olmayacaktır. 

Arap halkları, kendileri üzerinde egemenlik ve diktatörlük kuran diktatörler şahsında iki yüzyıldır yeni koşullarda sürdürülen Haçlı Seferlerine karşı bir isyan başlatmıştır. Arap Baharı denen bu isyan Arap coğrafyasının, Arap toplumunun uyanışını, ayağa kalkışını, yeni bir ruh kazanmasını ifade etmektedir. Arap halklarının ayağa kalkışından sonra baştaABD veAvrupa olmak üzere birçok güç müdahale ederek bu hareketleri yönlendirmeye, kendi çıkarları doğrultusunda yeni iktidar blokları çıkarmaya çalışsalar da bu hareketler esas olarak halkın zulme, baskıya karşı mücadelesi olarak görülmelidir. Çıkışında, başlatılmasında dış güçlerin rolünden söz edilemez. Ancak halkların harekete geçişinden hemen sonra ABD ve Avrupa Arap halklarının bu ayağa kalkışını yönlendirerek kendi çıkarları doğrultusunda bir Ortadoğu düzeni kurmada kullanmaktadırlar. Bunun için de uzun yıllardır ilişkide oldukları siyasal islamcıları iktidara getirme ve onlara dayanarak Ortadoğu’da egemenliklerini kurmayı hedeflemişlerdir. Kapitalist modernite ve onun II. Dünya Savaşı sonrasındaki temsilcisi olanABD, bütün askeri, siyasi, ekonomik, kültürel saldırılarına rağmen Ortadoğu’da hakimiyetini kuramamıştı. Özelikle Sovyetlerin dağılıp soğuk savaş döneminin bitmesinden sonra Ortadoğu dengelerinde sistemi zorlayan hareketler ortaya çıkmıştır. Eskiden sosyalizme ve radikal küçük burjuva hareketlere yönelen toplumsal muhalefet, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra ağırlıklı olarak islamcı hareketlere meyil göstermiştir. Bunların içinde kapitalist modernist sisteme karşı tepkisel, radikal gruplar da ortaya çıkmıştır. Bunların bazı yerlerde güç oldukları ve sistemi rahatsız ettikleri de görülmüştür. 

Geçen süreçte ABD’nin ve Batı dünyasının gördüğü en temel gerçeklik şu olmuştur: Ortadoğu’nun kültürel ve sosyal gerçekliğine yabancı, ondan uzak iktidarların, egemen güçlerin toplumlar üzerindeki meşruiyetini sürdürmesi zordur. Özellikle Batı’yı taklit eden, onun modernist değerlerini esas alan iktidar blokları artık toplum tarafından benimsenmemekte, toplumlara yabancılaştığından toplumların tepkisini almakta, bu da ABD’nin dayandığı işbirlikçi iktidarların varlığını sürdürmesini zorlaştırmaktadır. Bu açıdan 20. yüzyıldaki dış destekle ayakta kalan iktidar bloklarının, özellikle de kapitalist modernist sistemin değerlerini alan ve onların maketi olan iktidar bloklarının meşruiyetlerinin kalmadığı görülmüştür. Bu gerçeklik ABD ve kapitalist sistem açısından Ortadoğu toplumlarının sosyal ve kültürel yapısından uzak olmayan, ama kendilerine işbirlikçilik yapacak ve kapitalist modernizmin değerlerine islami kimlik ve söylem altında Ortadoğu’ya taşıracak kesimlerin iktidara getirilmesini gerekli kılmıştır. Ancak böyle işbirlikçi siyasal islamcı güçlere dayanarak Ortadoğu’da yaşayacaklarını anlamışlardır. Arap Baharı’ndan sonra ABD’nin, Avrupa’nın işbirlikçi siyasal islama destek vermesi bu nedenledir. 

Siyasal islamcıların tabii ki köklü bir tarihleri vardır. İslam, tek tanrılı dinler içinde kısa sürede devletçi, iktidarcı bir karaktere bürünmüştür. Hıristiyanlıktan, yahudilikten ve diğer dinlerden çok erken iktidarla tanışmıştır. Zaten dört halife döneminde de bu iktidar mücadelesi belirli düzeyde ortaya çıkmıştır. Ancak iktidarcı, devletçi siyasal islamın kendini açık hissettirdiği dönem Emeviler dönemidir. Özellikle Şam merkezli Arap egemen sınıflarına dayanan kesimler islamı kendi çıkarlarının, kendi iktidar arzularının bir aracı yapmışlardır. Kerbela da aslında iktidar islamıyla kültürel islamın ilk büyük kavgasının gerçekleştiği yerdir. Daha doğrusu iktidar islamın kültürel islamı katlettiği yerdir. Kerbela’da Ehlibeyt’in katledilmesi, Şam merkezli iktidar olmak isteyen tüccar kesimlerin islamın “yeni sahipleri” haline gelmesi bunu ifade etmektedir. Tarih içinde de islam önemli oranda siyasetin aracı haline getirilmiştir. Emevilerden Abbasilere, Osmanlılara, hatta İran’daki imparatorluklara kadar bir siyasal islam gerçeği ortaya çıkmıştır. Bu açıdan iktidar islamcılığın tarihsel olarak çok köklü dayanakları bulunmaktadır. 

                        AKP ABD’nin taşeronudur 

Bu açıdan siyasal islam olgusu yeni bir durum değildir. Kapitalist modernite ve Batı’nın, yine kapitalist modernitenin bir versiyonu olan reel sosyalizmin desteklediği iktidarlar döneminde siyasal islamcılar geriletilmiş gibi gözükse de, sürekli bir iktidar arzusu, isteği içinde oldukları ve bunun mücadelesini verdikleri de bir gerçektir. Hatta bazı ülkelerde zaman zaman mevcut iktidar blokları içinde yer de almışlardır. Siyasal islamcıların yeniden canlanmaya başladığı dönem ise soğuk savaş dönemidir. Reel sosyalizm ile ABD’nin başını çektiği Batı bloğu arasındaki mücadele döneminde Sovyetler Birliği’nin sınırındaki islam ülkeleri ve Sovyetler Birliği içindeki islam toplulukları soğuk savaş mücadelesinin bir parçası haline getirilmiştir. Bu yönüyle NATO Türkiye, İran, Pakistan, Afganistan ve Araplar içinde belirli islamcı güçleri desteklemiştir. Komünizm karşıtlığı üzerinden çeşitli islami çevrelerle, özellikle iktidar hevesi ve hırsı içinde olan islami topluluklarla ilişki içine girmiştir. Onları Sovyetlere karşı yürütülen siyasal, sosyal ve kültürel mücadele içinde kullanmaya çalışmışlardır. Buna en somut örnek, Türkiye’de 1950’ lerde geliştirilen komünizme karşı mücadele dernekleridir. Komünizme karşı mücadele dernekleri adı altında Türkiye toplumu Sovyetler Birliği’ne karşı kışkırtılmıştır. Böylelikle Sovyetler Birliği’nin güneyindeki islami topluluklara dayanan ülkelerde sosyalizmin gelişmesini, etkili hale gelmesini engellemeye çalışmışlardır. Türkiye’de de, Arap dünyasında da, Afganistan, Pakistan ve İran’da da böyle antikomünist bir yeşil kuşak yaratmayı hedeflemişlerdir. Sovyetlerin güneyinde yeşil kuşak projesiyle Sovyetlerin yayılmasını engelleme, sınırlama, gerektiğinde bunları Sovyetler Birliği’ne karşı kullanma stratejisi izlenmiştir. Bu stratejisinin gereği ABD Arap dünyasında da birçok islami grupla, islami çevreyle ilişkilenmiş, onları işbirlikçisi, hatta ajanı konumuna getirmiştir. Bu açıdan ABD’nin siyasal islamcılarla ilişkisi eskilere dayanmaktadır. Arap halklarının ayağa kalkışıyla birlikte bu ilişkilerini kullanarak bu uyanışı kendi çıkarları doğrultusunda, kendine işbirlikçilik yapacak iktidar bloklarını hakim kılmada değerlendirmeye çalışmaktadır. 

Türkiye’de siyasal islamcılarla ilişki daha planlı bir biçimde sürdürülmüştür. 1980 askeri darbesiyle birlikte siyasal islamın devlet içine alınması konusunda yeni bir dönem başlamıştır. Bunun tamamen ABD’nin Türkiye ve bölge planlarıyla bağı vardır. Türkiye ABD’nin NATO’daki müttefikidir; Ortadoğu’daki en büyük işbirlikçisidir. ABD 1990’ların başından itibaren Ortadoğu’ya aktif müdahale etme süreci başlatınca bölgedeki en büyük işbirlikçisi olan Türkiye’de siyasal islamcı bir gücü iktidara getirerek bölgedeki müdahalesine dayanak oluşturmuştur. Ortadoğu’ya kapsamlı bir müdahale sırasında Türkiye’nin istikrarlı olması ve kendi politikalarına destek vermesi stratejik değerdedir. Bu nedenle Ortadoğu’ya Irak üzerinden müdahale etmeden önce Türkiye’de ciddi rahatsızlıkların olmaması, islami çevrelerin örgütlenerek ABD’nin Ortadoğu’ya müdahalesine zorluk çıkarmaması için Türkiye’de bir siyasal islamcı gücün iktidara getirilmesini önemli görmüştür. Bunun sonucu Ecevit hükümeti dağıtılarak AKP iktidarının önü açılmıştır. Eğer Irak’a müdahale sürecinde iktidarda AKP hükümeti olmasaydı Türkiye çok karışırdı. Türkiye üzerinden islamcı çevrelerin ABD’ye karşı tepkisi gelişirdi. Böylece Türkiye Irak’a müdahale sırasında ABD’ye kolaylık sağlayan değil de zorluk çıkaran bir ülke konumunda olurdu. Türkiye’de işbirlikçi siyasal islamcı bir iktidarı destekleyerek ABD’nin bölgedeki müdahalesine Türkiye’den gelecek tepkilerin önünü almıştır. Tepkilerin önünü aldığı gibi müdahalede Türkiye’yi çok rahat kullanmıştır. ABD askerlerinin Türkiye üzerinden müdahale edilmesi mecliste onaylanmamış olsa da Türkiye Irak müdahalesinde işgalci güçlere en fazla destek veren ülke konumunda olmuştur. Böylece toplumdan ve islami çevrelerden gelen tepkileri engellediği gibi, onları sistem içileştirmiştir. AKP hükümeti bu konumuyla devrimci demokratik güçlerin ABD’nin Ortadoğu müdahalesine tepki göstermesinin de önünü almıştır. 

Ecevit hükümetten niye düşürüldü, niye ölüme sürüklendi sorularının cevabı nettir. Ecevit’in öldürülmesiyle birlikte ABD’nin bölgedeki taşeronu olacak AKP iktidarının önü açılmıştır. Çünkü Ecevit duruşuyla, tutumuyla ABD’nin bölgedeki müdahalesine zorluk çıkarabilirdi. Dikkat edilirse Ecevit hükümetinin düşürülmesinde en başta da MHP kullanılmıştır. Çünkü MHP birçok bağla ABD’ye bağlıdır; ipleri ABD’nin elindedir. Her ne kadar onlar kendilerini dış güçlerin karşıtı ve hiç kimseye bağlı değil gibi gösterse de gerçek bu değildir. MHP’nin ilk kuruluşundan itibaren CIA’nın denetiminde olduğu, yine MİT üzerinden CIA tarafından kontrol edildiği bilinmektedir. Bu yönüyle de Ecevit hükümetinin düşürülmesinde esas olarak MHP’ye rol verilmiştir. 

ABD, AKP hükümeti şahsında tarihindeki en önemli işbirlikçi iktidarı bulmuştur. Zaman zaman aralarında bölge politikaları konusunda kimi sorunlar çıksa da ABD bölgeye müdahalesinde AKP iktidarını önemli düzeyde kullanmıştır. Her ne kadar ABD Türkiye ile İsrail arasında çıkan bazı sorunlardan rahatsız olsa da, Türkiye’nin Arap dünyasında belirli düzeyde etkili olmasını kendi çıkarına gördüğünden bunu ciddi bir sorun yapmamıştır. Eğer Türkiye ile İsrail arasındaki kimi sürtüşmeleri ABD çok ciddi sorun yapmamışsa bunun nedeni, kendi politikaları doğrultusunda Türkiye’yi kullanmasına bu imajın yardım etmesidir. Nitekim bazı çevreler Türk devletinin İsrail’le girdiği ağız dalaşının bilinçli yaptırıldığını söylemektedir. Hatta AKP hükümetinin İsrail’e yönelik bu söyleminin arkasında bir ABD oyunu olduğu iddia edilmektedir. Bu iddianın doğru olup olmadığı konusunda bir şey diyemeyiz, ama AKP iktidarının İsrail’le girdiği bu sürtüşmeden sonra daha fazla ABD işbirlikçiliği yaptığını, ABD’nin politikalarına daha fazla endekslendiğini biliyoruz. 

AKP’nin İran’la ilişkilerinin bozulması, NATO füzelerini Türkiye’ye yerleşmesi, Suriye ile kavgalı hale gelmesi, Hamas’ın giderek ABD’nin politikalarını gözeten bir siyasi güç haline gelmesi ABD’nin AKP’yi nasıl kullandığını göstermektedir. Yine Türkiye’nin NATO’nun Libya’da ne işi var dedikten bir hafta sonra NATO’nun saldırı üssü haline gelmesi, AKP hükümetinin tamamen ABD’nin bölgedeki taşeronu haline geldiğini kanıtlamaktadır. 

AKP bugün Türkiye’de kapitalist modernizmin has temsilcisi haline gelmiştir. Erbakan dönemindeki o radikal siyasal islamcı karakterini kaybetmiştir. Erbakan döneminde siyasal islamcılar toplumsal ve kültürel olarak, siyasal ve ekonomik değerler olarak belirli düzeyde kapitalist modernizme karşı bir tutum gösteriyorlardı. Şimdi AKP tamamen kapitalist modernizmin ajanı haline gelmiştir. AKP döneminde kapitalist modernist değerler Türkiye’ye daha fazla yerleşmiştir. Bir islamcı yazarın dediği gibi AKP’liler kapitalizme abdest aldırmışlardır. Artık türban ya da islami figürler tamamen bir biçime dönüştürülmüştür. Nitekim türbanlı ya da tesettürlü denenler en lüks arabalara sahipler, en pahalı elbiseleri giymektedirler. Artık eşarpları da gömlekleri de tesettür olarak giydikleri de markadır. Öyle islami toplumun insanlarının inançları dolayısıyla giydiği sade elbiseler değildir. Bugün AKP’nin tabanıyla üst kesimi arasında büyük bir uçurum vardır. AKP toplumu dağıtan bireyciliği ve çıkarcılığı geliştiren bir siyasal güç haline gelmiş bulunmaktadır. Kapitalist modernitenin iki yüzyıldır Ortadoğu’da yapamadığını, yine Türkiye’de tam başaramadığını şimdi siyasal islamcılar eliyle yapmaktadır. Buna en somut örnek Türkiye’deki AKP iktidarıdır. AKP bu rolü sadece Türkiye’de değil, bütün Ortadoğu’da oynamak istemektedir. Ortadoğu’ya kapitalist modernist değerlerin taşıyıcılığını, ajanlığını ve siyasal olarak da taşeronluğunu yapmaya soyunmuştur. 

ABD AKP eliyle Ortadoğu’ya kendi değerlerini sokmak isterken, Türk devleti de, AKP de, yeni yetişen burjuvazi de ABD’nin bu politikaları üzerinden Ortadoğu’yu siyasal, ekonomik olarak fethetmeye çalışmaktadırlar. Dün Osmanlı’nın kendi gücüyle girip fethetmeye çalıştığı Ortadoğu’yu şimdi ABD’nin taşeronluğu temelinde fethetmek istemektedir. Kendi başına Ortadoğu’yu fethetme gücü gösteremeyen Türkiye bugün ABD ve Batı ajanlığıyla, taşeronluğuyla bunu hedeflemektedir. 

AKP hükümetinin zaman zaman Filistinlilere sahipleniyor gibi gözükmesi, İsrail’e tepki göstermesi, Ortadoğu halklarının islami duygularına seslenmesi tamamen Türkiye’de yeni yetişen burjuvazinin ya da yeşil renge boyanmış kapitalist modernizmin AKP hükümetinin bu söylemiyle, bu üslubuyla Ortadoğu’ya girmek istemesini ifade etmektedir. AKP’nin ve Erdoğan’ın söylemlerinin esası Arap dünyası ve Ortadoğu halklarına karşı kullanılan bir psikolojik savaşı ifade etmektedir. Kendi yüzünü gizleyip toplumları aldatarak bölgeye egemen olmanın önünü açmaya çalışmaktadır. Tarihte bu hep silahlarla yapılırdı, silahlı güç esastı, ama bugün ABD de, Avrupa da toplumlara giderken ideolojik, kültürel saldırısıyla gitmektedir. Kuşkusuz gerektiğinde silahlı gücünü kullanmaktadır. Zaten silahlı gücüyle, siyasi gücüyle toplumlar ve ülkeler üzerinde baskı kurmaktadır. Buna dayanarak da ideolojik, kültürel değerleriyle yol açıp ülkeleri, toplumları fethetmeye çalışmaktadır. Bugün de AKP hükümeti kimi ekonomik ve siyasi imkanlarıyla tüm Ortadoğu’yu fethetmenin peşindedir. 

           Ortadoğu en tehlikeli saldırıyla karşı karşıyadır 

Suriye ise Türkiye’nin bu politikaları açısından stratejik öneme sahiptir. Zaten Suriye’nin bu stratejik önemi nedeniyle daha düne kadar sıfır sorun diyerek İran’la, Suriye’yle kol kolayken, hatta iki devlet tek hükümetten söz edilirken ABD’nin bölgede yeni düzeni kurmada ısrarlı olduğunu görünce hemen çark etmiştir. ABD’nin Suriye’ye yönelik saldırısında öncülük yapmak istemiştir. Nasıl ki Osmanlı imparatorluğu 1517 Ridaniye Savaşı’yla Suriye’nin kapılarını açmış, Suriye üzerinden bütün Arap dünyasını kontrol etmişse, Türkiye de aynı ayak izlerinden giderek Ortadoğu’yu kontrol etmeyi hesaplamaktadır. Bu defa ABD desteğiyle kendine göre siyasal ve ekonomik olarak Suriye’yi kontrol edip bu kapıdan girerek bütün Arap dünyasını fethetmeyi etmeyi hedeflemektedir. Bir yönüyle Türkiye ABD’ye, Batı’ya benden daha iyi taşeron bulamazsınız, benim üzerimden bütün Ortadoğu’yu fethedebilirsiniz; böylelikle hem siz hem biz Ortadoğu’nun bütün değerlerini birlikte sömürebiliriz, demektedir. Türkiye açıkça ABD’ye; Ortadoğu dünyasını kendi siyasal, sosyal, kültürel, ekonomik egemenliğinize alabilirsiniz; bundan beni de yararlandırırsanız ben de sizin bölgedeki taşeronunuz olarak bu egemenliğinizin sürmesine çok büyük destek veririm, demektedir. Bugün Türkiye bir taraftan NATO’nun parçası olarak ABD’nin bölge politikalarının taşeronluğunu yürütürken, diğer taraftan da tarihinden gelen egemenlikçi kültür ve Osmanlı zihniyetiyle yeni Osmanlıcılık biçiminde, ama dış güçlerin desteğiyle kendini Ortadoğu’da etkin kılmaya çalışmaktadır. 

Bu durum, Batı’nın, kapitalist modernitenin yeni Haçlı Seferleri yaparak son iki yüzyılda fethedemediği Ortadoğu’yu bu defa içten Türkiye gibi bir ajanla ve Arap dünyasındaki kimi siyasal islamcı işbirlikçileriyle Ortadoğu’yu teslim alması anlamına gelmektedir. Binlerce yıldır Batı’ya karşı direnen bir Ortadoğu kültürü gerçeği vardır. Yine direnen Ortadoğu değerlerine islamın çıkışıyla birlikte yeni kültürel değerlerin eklenmesi bu direnişin bugüne kadar sürmesini sağlamıştır. Şimdi kapitalist modernite Türkiye’deki siyasal islamcı işbirlikçisine dayanarak bu direnişi kırmak istemektedir. Bu açıdan Ortadoğu tarihindeki en tehlikeli saldırıyla karşı karşıyadır. Tarihinde hep direnen, teslim olmayan Ortadoğu bu defa direncini içten kırmak isteyen çok tehlikeli bir saldırıyla karşı karşıyadır. Dıştan bir türlü kırılamayan bu saldırı,Türkiye’nin taşeronluğu ve kapitalist modernitenin türevi olan, kapitalist modernitenin yeşile boyanmasını ifade eden kimi işbirlikçi siyasal islamcılarla gerçekleştirilmek istenmektedir. 

Gelinen aşamada AKP’ye de, AKP’ye benzeyen Arap dünyasındaki işbirlikçi siyasal islamcılara da islamcı demek mümkün değildir. Onlara atfedilen islamcılık onların bütün özelliklerini örten bir kavram olmaktadır. Bu açıdan bundan sonra şimdiye kadar işbirlikçi siyasal islam olarak tanımladığımız bu kesimlere yeni bir ad vermek gerekmektedir. Bunları yeni bir kavramla ifade etmek daha doğrudur. Kesinlikle artık islamla alakaları kalmamıştır. İslama saldırı olan, islamı fethetmeye yönelen, kültürel islamın direncini kırmaya yönelen ve bu konuda kapitalist modernizmin en büyük ajanı olan kesimlere artık işbirlikçi de denilse islamcı denilebilir mi? Kültürel islamı yok etmeyi hedefleyen, bu saldırıların içinde yer alanlara islamcı denilebilir mi? Bu açıdan bunlara modernizmin Ortadoğu toplumları içindeki ajanları biçiminde uygun bir tanımlama bulmak, bunların gerçekliğini ifade etmek açısından daha doğru olacaktır. 

Ortadoğu’da oynanan oyunun bir parçası da siyasal islamın şii ve sünni kanatlarının birbirine düşman edilmesidir. Bugün Ortadoğu’da şialık ve sünniliğin karşı karşıya getirilme durumunu da kapitalist modernizmin bir oyunu olarak görmek gerekiyor. Her ne kadar sünni iktidar güçleriyle şii iktidar güçleri arasında tarihsel olarak bir kavga olsa da bugünkü karşı karşıya getirmenin arkasında kapitalist güçleri vardır. Bu tarihsel kavgayı kışkırtıp bunun üzerinden Ortadoğu’da egemenliğini sürdürmek istemektedir. 

Kuşkusuz sünni dünya içinde çeşitli kesimler sünniliği kendi iktidarlarının ideolojik aracı haline getirmişlerdir. Böylelikle devletler kurmuşlar, imparatorluklar kurmuşlar ve toplumlar üzerinde egemenliklerini bu ideolojik araçla sürdürmeye çalışmışlardır. Yine İran’da da Farslar şialığı kendi iktidarlarının ideolojisi haline getirmişlerdir. Artık şialık Fars egemenlerinin bölgede hakimiyet kurmalarının ideolojik aracıdır. Toplumları egemenlik altında tutmanın aracıdır. Şialığa inanmış toplumları ayakta tutmak, onları etkilemek için Fars egemenleri şialığı temel bir ideolojik kurum olarak kullanmaktadırlar. Bu açıdan hem sünni islam dünyasında hem şia islam dünyasında sünniliği ve şialığı iktidar aracı olarak kullanan, bu yönüyle birbirlerine karşı bir mücadele içinde olan güçler vardır. Tarih içinde Ortadoğu üzerindeki Arap-Fars kavgası aslında şia-sünni kavgasına dönüşmüştür. Daha sonra bu kavgaya Türk devleti de girmiştir. 

Türk devleti de sünniliği kendi iktidar ideolojisi haline getirerek, halifeliği İstanbul’a taşıyarak kendi egemenliğine, bölgede yayılmasına bir ideolojik araç olarak değerlendirmiştir. Osmanlı’nın bunu yaptığın biliyoruz, şimdi bunu AKP yapmak istemektedir. Nasıl ki Osmanlı 1517’ de Ridaniye Savaşı’nı kazanıp ondan sonra Mısır’a gidip orada halifeliği alarak sünni islamın bulunduğu tüm alanları fethetmişse, şimdi de sünni islamın hamisi olmaya soyunup Suriye kapısından girip bu hedefe ulaşmak istemektedir. Suriye’de İhvan-ı Müslim’i ve diğer siyasal islamcı kesimleri desteklemesi, sünniliği önümüzdeki dönemde bölgede yayılmasının ideolojik aracı haline getirmek istemesiyle ilgilidir. Bundan sonra sünniliğin hamisi olma gibi pozisyonunu sürdürecektir. Nitekim şimdi Irak’ta da bir nevi sünnilerin hamisi olması rolüne soyunmuştur. Öyle ki sünni islamın hamisi olma rolüyle Güney Kürdistan’ı bile kontrol etmeye çalışmaktadır. Güney Kürdistan’daki bir kısım sünni partilerin bizzat Türkiye tarafından finanse edilip desteklendiği bilinmektedir. Güney Kürdistan’daki sünniler içinde Türkiye, Suudi Arabistan ve İran’ın mücadele ettiği görülmektedir. İran her ne kadar şia mezhebinden olsa da kimi sünni çevreleri de etkilemeye çalışmaktadır. Türkiye’de Hizbullahçıları kontrolünde tuttuğu gibi. 

                     Türkiye’nin oyunu bozulmalı 

Ortadoğu’da önümüzdeki dönemde bir şia-sünni çekişmesinin yaşanması beklenebilir. ABD ve çeşitli güçler bunu körükleyeceklerdir. Zaten ABD ve çeşitli dış güçler Ortadoğu’daki bütün çelişkileri körüklemeyi, bunun üzerinden politika yürütmeyi bir tarz haline getirmişlerdir. şii-sünni çekişmesini kışkırtarak, Kürt sorununu çözümsüz bırakarak ortaya çıkan çatışmalardan yararlanmak ister. Nerede bir çatışma kaynağı varsa oraya el attıkları bilinmektedir. Şia-sünni çekişmesinin de tarihsel kökleri olduğundan bu farklılığın her an kışkırtılmaya ve bunun üzerinden de dış güçlerin kendilerini etkili kılmak istemesi yaşanabilir. Bu yönüyle mezhep çelişkilerinin gündeme getirilmesi tehlikelidir. Buna karşı kesinlikle tutum alınması gerekmektedir. Hiçbir toplum, Araplar, Kürtler, Türkler, Farslar bu oyuna gelmemelidir. Artık Ortadoğu’da barış isteniyorsa, huzur içinde yaşanmak isteniyorsa dış güçlerin kışkırtmalarına gelmemek kadar, farklılıkları kabul etmek de önemlidir. Sünnilerin şiileri, şiilerin sünnileri kabul etmesi gerekiyor, Türklerin Kürtleri, Farsların Kürtleri kabul etmesi gerekiyor. Özcesi Ortadoğu’daki farklılıkların temel demokratik haklarını kabul eden bir siyasal yaklaşım benimsemeye ihtiyaç vardır. İşte o zaman dış güçlerin Ortadoğu’da kullanacakları hiçbir malzemesi kalmaz. Farklılıkları kabul eden bir demokratik zihniyet kesinlikle Ortadoğu’da barışın ve huzurun gelişmesine hizmet eder. İster etnik farklılıklar olsun, ister dinsel farklılıklar olsun, ister kültürel farklılıklar olsun, Ortadoğu halkları da artık bunları zenginlik olarak görüp olduğu gibi kabul etmelidir. Onların farklılıklarından gelen doğal haklarını, özgünlüklerinin özerkliklerini kabul ederek Ortadoğu’nun barış, özgürlük ve demokrasi coğrafyası haline getirilmesini sağlamak gerekmektedir. Artık bu yaklaşıma sahip olmadan Ortadoğu’da huzuru, demokrasiyi ve barışı getirmek mümkün değildir. 

Ortadoğu halkları dış güçlerin bu tür farklılıkları kışkırtma politikasını görerek doğru politikayı benimsemelidirler. Türkiye’nin yaptığı gibi dış güçlerin desteğini alarak farklılıkları ezmek ya da dış güçlerin desteğini alarak Suriye, İran, Irak ya da başka güçler karşısında güç kazanmaya çalışmak Ortadoğu’ya ne huzur ne barış ne de demokrasi getirebilir. Bu açıdan tüm toplumların Ortadoğu’daki mezhep çatışmalarına cesaret vermemeleri ve bu tür politikaların içinde olmamaları gerekir. Kim dinleri iktidarlarının ideolojik aracı haline getirirse, buna dayanarak kendini yaşatacağını sanırsa tuzağa düşmüş olur. Bugün belki bazı avantajlar elde edebilir, ama yarın bu kullandığı araç nedeniyle çok ciddi sorunlarla karşılaşır. 

Bu açıdan Türkiye’nin sünniliğin hamisi olması, böylelikle sünni toplumları kışkırtması oyunun da bozulması gerekir. Türkiye kesinlikle dış güçlerin bölge politikalarını kendi açısından değerlendirerek bölgede etkinliğini arttırmak istiyor. Sünniliğin hamisi olursam Irak’ta etkili olurum, Suriye’de etkili olurum, Ortadoğu’da etkili olurum diye düşünüyor. Bu çok tehlikeli bir politikadır. Dinin iktidara araç haline getirilmesi, yayılma aracı haline getirilmesi aslında dinlere yapılan en büyük saygısızlıktır, hakarettir, saldırıdır. ZatenAKP hükümeti sadece iktidar aracı ve sömürü için dini kullanmaktadır. Yoksa şu andaki siyasal, ekonomik, sosyal, kültürel zihniyetiyle islamiyeti içten fetheden, bütün islami değerleri yok etmeye yönelik Batı’dan gelen yeni Haçlı Seferlerinin ajanı ve taşeronu konumundadır. Kültürel islamı korumak açısından da islamı iktidarın ve bölgede yayılma aracı olarak kullanmak isteyen Türkiye gibi güçlerin karşısında olmak gerekir. Tarih içinde Ortadoğu’da oluşmuş toplumsallılığı ve bunun yarattığı değerleri kapitalist modernitenin ajanlığını yaparak ortadan kaldırmak isteyenleri islam olarak da görmemek gerekir, sünni islamın hamisi olarak da görmemek gerekir. Sünnilik de yapıyor dememek lazım. Aslında bunların yaptıklarının tümü sünniliği de, şialığı da, onların kültürel değerlerini bitirmeye yönelik bir ajan faaliyetidir. Özcesi bunları toplulukların inançlarını sömüren, ama dinin –ister sünnilik olsun ister şialık olsun– kültürel değerlerini ortadan kaldırmaya yönelik kapitalist modernite ajanları olarak görmek ve tutum almak gerekir.

YPG'ye Teslim Olan Asker Sayısı 134'e Çıktı

Günlerdir Halk Savunma Birlikleri (YPG) kuşatması altında bulunan Suriye rejim ordusu taburundan 31 asker daha firar ederek YPG güçlerine teslim oldu. Girkê Legê'de YPG güçlerine teslim olan asker sayısı 60'a çıktı.
 
GIRKÊ LEGÊ - Suriye'nin Girkê Legê'ye bağlı Girzîro'da 11 gündür Halk Savunma Birlikleri (YPG) kuşatması altında olan Suriye ordusu taburundan askerler firar ederek YPG güçlerine teslim olmaya devam ediyor. Edinilen bilgilere göre dün akşam saatlerinde 31 asker daha firar ederek YPG güçlerine teslim oldu. Böylece firar ederek YPG güçlerine teslim olan asker sayısı 60'a çıktı.

YPG, firar ederek kendilerine teslim olan askerlerin sayısı ile akıbetleri konusunda henüz bir açıklama yapmadı.

Heseke eyaletine bağlı Dêrika Hemko yakınlarında bulunan Girkê Legê'ye bağlı Girzîro köyündeki olaylar 9 Ocak günü başlamış, Baas rejim ordusu ile rejim yanlılarının baskılarına karşı yardım talebi üzerine bölgede önlemlerini arttıran YPG güçleri, rejim askerleri ile destekçilerinin Girzîro köyünü terk etmelerini istemişti.
YPG'nin talebine ateşle karşılık verilmesi üzerine 10 Ocak günü gün boyu çatışmalar meydana gelmiş, 15 Ocak gününe kadar aralıklarla devam eden çatışmalarda YPG kaynaklarına göre 1 asker yaşamını yitirirken 8 rejim yanlısı da yaralanmıştı.

Çatışmalarla birlikte YPG güçleri, rejim asker ve yanlılarını köy içerisinden çıkarırken, 200'ü aşkın rejim askeri ve yanlısının bulunduğu taburu kuşatma altına almıştı. Tabur kuşatma altında tutulmaya devam ediliyor.

Suriye Ordusu, Batı Kürdistan Halk Savunma Birlikleri (YPG) kuşatması altında bulunan Girzîro köyü bölgesini helikopterlerle bombaladı. Bombardıman ardından yer yer çatışmaların yaşandığı bölgedeki rejim ordusu taburundan kaçarak YPG'lilere teslim olan asker sayısı 134'e çıktı.

Suriye ordusu, 11 gündür Halk Savunma Birlikleri (YPG) kuşatması altında olan Batı Kürdistan'ın Girkê Legê'ye bağlı Girzîro köyü çevresini helikopterlerle bombaladı. Öğle saatlerinde gerçekleşen bombardımanda can kaybı konusunda bir bilgi edinilemedi.

Bombardıman ardından, yer yer çatışmaların yaşandığı bölgedeki rejim ordusu taburundan bulunan askerler gruplar halinde taburdan kaçarak YPG'lilere teslim oldu.

ANF muhabirinin bildirdiğine göre, dün akşam saatlerinde 31 asker firar ederek YPG güçlerine teslim olurken, bugünkü bombardıman ardından teslim olan asker sayısı 134'e yükseldi.

Heseke eyaletine bağlı Dêrika Hemko yakınlarında bulunan Girkê Legê'ye bağlı Girzîro köyündeki olaylar 9 Ocak günü başladı. Baas rejim ordusu ile rejim yanlılarının baskılarına karşı yardım talebi üzerine bölgede önlemlerini arttıran YPG güçleri, rejim askerleri ile destekçilerinin Girzîro köyünü terk etmelerini istedi.

YPG'nin talebine ateşle karşılık verilmesi üzerine 10 Ocak günü gün boyu çatışmalar meydana geldi. 15 Ocak gününe kadar aralıklarla devam eden çatışmalarda YPG kaynaklarına göre 1 asker ölürken, 8 rejim yanlısı da yaralandı. Çatışmalar sırasında 4 asker teslim olurken 7 rejim yanlısı ise YPG'liler tarafından esir alındı.

Çatışmalarla birlikte YPG güçleri, rejim asker ve yanlılarını köy içerisinden çıkarırken, 200'e aşkın rejim asker ve yanlısının bulunduğu taburu kuşatma altına aldı. Tabur kuşatma altında tutulmaya devam ediliyor.

DİHA

Sürdürülemez Kapitalist Krizin Topoğrafyası

Temel Demirer  


"İnsanın yapabileceği
                                            en devrimci şey
                                            olan biteni yüksek
                                            sesle haykırmaktır."[2]
Krizin içindeyiz.

Krizle sarsılıp, savruluyoruz.

Her gün, her an krizin "sonuçları"ndan etkileniyoruz.

Vs., vd'leri...

Bunlar böyleyken; hâlâ krizi "tartışıp", "konuşuyoruz".

"Hâlâ" dememek için sürdürülemez kapitalist krizin topoğrafyasını çıkarmak gerekiyor.

Bunun için de "Kara parçasının doğal engebe ve özelliklerini kâğıt üzerinde çizgilerle gösterme işi" veya "Bir arazi yüzeyinin tabii veya suni ayrıntılarının meydana getirdiği şekil. Bu şeklin kağıt üzerinde harita ve tablo şeklinde gösterilmesiyle ilgili ölçme, hesap ve çizim işlerinin hepsi," olarak tanımlanan topoğrafik faaliyetin (özelden genele, genelden de özele!) ayrıntılandıran bütünselliğine muhtacız.
Evet, evet sürdürülemez kapitalizmin III. Büyük Bunalım'ına ilişkin ayrıntılandırılmış kapsayıcı bir topoğrafik döküme ihtiyaç var.
Hem de Eduardo Galeano'nun, "Tarih bize mumya gösterilir gibi, tanıdığımız, sevdiğimiz ve acısını çektiğimiz gerçeklikten uzak, zamandan kopmuş tarihler ve veriler olarak öğretilir. (...) 

Olabileceğimizden habersiz olalım diye olduğumuz şey bizden gizlenir ve bize yalan söylenir..."

Claude Bernard'ın, "Aradığını bilmeyen, bulduğunu anlayamaz..."
Mevlânâ'nın, "Artık önemli olan bir şeyler bilmek değil; bilgiye nasıl ulaşılacağını bilmektir... "Bir veri tabanına değer kazandıran şey, inşa ediliş şekli değil, içindeki bilgilerdir... "Düşünmeden öğrenmek faydasız, öğrenmeden düşünmek tehlikelidir... "Ji bo daqutandina mixekî divê ku bi çendin car bê lê dan/ Bir çiviyi çakabilmek için defalarca vurmak gerekir... "Ne kadar bilirsen bil, anlatabildiklerin karşındakinin anlayabildiği kadardır... "Ne kadar okursan oku, bilgine yakışır şekilde davranamazsan cahilsin demektir... "Aptallık yama kabul etmez... "Gece neye gebeyse onu doğurur... "Bozuk düzen çürümüş bir köktür. Çürümüş bir ağaç meyve vermez... "Bir mum diğer mumu tutuşturmakla ışığından hiçbir şey kaybetmez", uyarılarını göz ardı etmeden...

O hâlde, neo-liberalizmin başyapıtı "Yeni Dünya Düzen(sizliğ)i" ("YDD") hâlinin topoğrafyasıyla başlayalım kapitalizmin sürdürülemez vahşetini anlama girişimine...

I-) "YDD" HÂLİ

Küreselleşme bağlamında ele alınması gereken "YDD", "ama"sız/ "fakat"sız kapitalizmdir.

Küreselleşmeyi alkışlayanlar, ondan "demokrasi" ve "yeni bir dünya" umanlarda; dolaysız bir biçimde "YDD"nin devreye soktuğu "tahribat"tan, "eşitsizlik"ten, "yoksulluk"tan, "gıda krizi"nden velhasıl-ı kelâm tüm sonuç ve görüntülerinden sorumludurlar.

I.1-) TAHRİBAT!

Umberto Eco, 'Günlük Yaşamdan Sanata' başlıklı yapıtında,[3] "Yeni bir Ortaçağa doğru" gidildiğinin altını çizerken; hiç de haksız değildir.

Onun bu saptamasında itiraz edilebilecek bir şey yoktur.
Ortaçağda yaşadığımız bir gerçektir. Tabii ölümünü içinde taşıyan bu kesitin bir toplumsal veba olduğu unutulmadan, unutturulmadan.
Siz bakmayın "YDD" hâlini; 'Bilim Dünyası Medya Merkezi'nin Sözcüsü Eric Karran'ın, "Kapitalizm böyle bir şey. Yapabileceğimiz hiçbir şey yok," diyerek "olağan"laştırmasına!

Kapitalizm açılığı, kırımı, krizi "olağan"laştıran olağanüstü, irrasyonel bir toplumsal cinnet hâlidir.

Birkaç örnek sıralayayım!

i) 'Dünya Sağlık Örgütü'nün (WHO), yasadışı organ mafyasının, her yıl 10 bin karaborsa organ satışı gerçekleştirdiğini bildirdiği; bu rakamın da, saat başı bir organdan fazlasının satıldığını gösterdiği verili "durum"a ilişkin olarak, "Dünyamız aslında kimsenin arzulamadığı şeylere sahne oluyor," diyor Franz Josef Radermacher de...

ii) "Dünyada, her sene ortalama 1 milyon çocuk seks ticaretine kurban gitmektedir, parayla alınıp satılarak veya kaçırılarak seks turizminin, pornografinin ve fuhşun bir parçası hâline getirilmektedirler. 5 yıl öncesine kadar çocuk seks turizminin yaşandığı yerler Tayland, Kamboçya, Hindistan ve Filipinler iken, bu iğrenç "turizm" şimdi Kosta Rika, Brezilya, Meksika ve Orta Amerika'da da yaygınlaşmıştır. Araştırmalara ve tahminlere göre Kamboçya'daki 800 bin fahişenin üçte birini çocuklar oluşturuyor. Çocuk fahişelerin sayısı Tayland'da 800 bin, Endonezya'da 400 bin, Hindistan ve Filipinler'de 100 bin, Brezilya'da ise 500 bin gibi korkunç sayılarla ifade ediliyor.

Çocuk seks ticaretini, dünyadaki çatışmalardan, savaşlardan ve insan kaçakçılığından ayrı düşünmek mümkün değildir. Örneğin Kosova Savaşı'ndan sonra, çeteler ailelerden 1000 Amerikan Doları'na aldıkları çocukları Yunanistan ve İtalya'da iki katına satmışlardır.

Araştırmalara göre, Hindistan'da fuhuş yapan çocukların yaşları 14-16 arasındayken, günümüzde 10-14'e kadar düşmüştür. Kamboçya'da köylerde 7-8 yaşındaki kızlar çocuk İngilizce'leriyle oral seks ve cinsel ilişki pazarlığı yapmakta, Sri Lanka'daki genelevlerde 6 yaşındaki çocuklara rastlanmaktadır"...

iii) Dünyada her yıl binlerce insanın ağır hak ihlâlleri nedeniyle yaşadığı ülkelerden göç etmek zorunda kalmasından ötürü, dünyada 12 milyon vatansız insan varken; Göç ve göçmen kaçakçılığında dönen tahmini para yıllık yaklaşık 303 milyon 520 bin doları buluyor...

iv) 'Research and Reports in Tropical Medicine'de yayımlanan iki araştırma, Afrika'da satılan, WHO tarafından onaylanmış ilaçların büyük bir bölümünün düşük kaliteli olduğunu gösterdi. Yetkililer ve WTO tarafından kullanımına izin verilmeyen ilaçların yüzde 13'ünün testlerden geçemediği açıklandı...

v) 'Uluslararası Çalışma Örgütü'ne (ILO) göre, dünyada şu an 21 milyona yakın kişi modern köleliğin bir tipine maruz kalıyorken; 'Uluslararası Af Örgütü' (AI) de, silah ticaretine dikkat çekerek her yıl 500 bin kişinin silahlı şiddet nedeniyle hayatını kaybettiğini açıklıyor...

vi) 2010-2015 dönemi tahminlerine göre dünyada doğuşta beklenen yaşam süresi 69 yıl. Doğuşta beklenen yaşam süresinin en yüksek olduğu ülkeler arasında Japonya 83.7 yıl, Avustralya 82.1 yıl, İtalya 82 yıl ve İsveç 81.7 yıl ile dikkat çekiyor. Doğuşta beklenen yaşam süresinin en düşük olduğu ülkeler arasında ise Mozambik 51 yıl, Afganistan 49.3 yıl ve Kongo Demokratik Cumhuriyeti 48.9 yıl ile bulunuyor. Doğuşta beklenen yaşam süresi 74.6 yıl olan Türkiye, 186 ülke arasında 75. sırada yer alıyor...
 
Bavyera'nın 'Tutzing Akademisi', "Liberal piyasa ekonomisinin fikir babaları küreselleşmenin bütün dünyaya refah artışı bahşedeceğini söylüyorlardı. Aradan yıllar geçti ama milyarlarca insan hâlâ fakirlik çekiyor, içecek su bulamıyor, tıbbî bakımdan ve eğitimden yoksun yaşıyor. Hâlâ devam eden ekonomik kriz de, kapitalizmin dertlere deva olamayacağının kanıtı niteliğinde... 30 yılda dünya çok değişti. Ancak milyarlarca insan hâlâ yoksul, içecek sudan, eğitimden ve bakımdan yoksun. Gelecek ise karanlık," saptamasının altını çiziyor...

Görünen odur ki, sermayenin birikim sorununu küreselleşmeyle aşmak için milyarlarca insanı fakirleştiren kapitalizm, insanlığın derdine derman değil. Şirketler büyümeyi sürdürürken milyarlarca insan hâlâ fakirlik çekiyor, içecek su bulamıyor, tıbbi bakımdan ve eğitimden yoksun yaşıyor, demokrasinin içi boşaltılıyor, çevre tahribatı artıyor.

"Serbest piyasa ekonomisi yoksulluğu ortadan kaldıramamakta, işsizliği azaltamamaktadır. Aksine işsizlik çok önemli sorun olarak ortaya çıkmakta, işçi ücretleri de düşmektedir."[4]

I.2-) YOKSULLUK, AÇLIK!

Tüm bunlar da yoksulluğun büyümesine; açlığın derinleşmesine yol açıyor.

Birleşmiş Milletler (BM) 'Tarım ve Gıda Örgütü' (FAO), dünyada 1 milyara yakın insanın açlık sorunu yaşamakta olduğunu açıklamıştı.
BM Çocuk Fonu UNICEF'in Genel Müdürü Anthony Lake, dünyada her gün ortalama 19 bin çocuğun, genellikle önlenebilir sebeplerden öldüğüne dikkat çekerken; Dünya Bankası verilerine göre dünyanın en yoksul -1) Haiti, 2) Ekvator Ginesi (Orta Afrika), 3) Zimbabwe (Güney Afrika), 4) Demokratik Kongo Cumhuriyeti (Orta Afrika), 5) Swaziland (Güney Afrika), 6) Eritrea (Somali), 7) Madagaskar (Hint Okyanusu), 8) Burundi (Doğu Afrika), 9) Sierra Leone (Batı Afrika), 10) Sao Tome and Principe (Orta Afrika)- 10 ülkesinde açlık büyüyor, kronikleşiyor.

Evet Güney'in yoksul ülkeleri kıtlığa sürükleniyor. Afrika ülkesi Nijer, açlıktan en fazla etkilenen ülkeler arasında. Nijer'de 6 milyon çocuk açlık sınırında yaşıyor. Sahra altı ülkelerde ciddi boyutta yetersiz beslenme söz konusu.

'Çocukları Kurtarın Örgütü'nden Justin Forsyth, Nijer'de çocukların açlıktan öldüğünü açıklarken; Nijer'de gıda fiyatları dört katına çıktı. Yoksullar karınlarını topladıkları bitkilerle "doyurma"ya çalışıyor.

Örneğin 'BBC'nin yayımladığı bir belgeselde, Afrikalı 3 insan, az önce avlanmış 15 kadar aslanın olduğu bölgeyi önce kolaçan ediyor. Sırtlarındaki oklarla aslanlara doğru yaklaşan adamlar, vahşi hayvanları, kanlar içindeki antilopun yattığı bölgeden uzaklaştırmaya çalışıyor. Afrikalı kabile üyeleri, canlarını riske atma pahasına aslanlara yaklaşmaya devam ediyor. Beklemedikleri ani çıkış karşısında aslanlar kenara çekilirken, oklarına sarılan kabile üyeleri ise ölmüş antilopun etrafını çevreliyor. Adamlardan biri parçalanmış eti sırtına yüklerken, diğerleri de aslanlardan gelebilecek saldırıya rağmen kendilerinden emin adımlarla oradan uzaklaşıyor...[5]

Güney'de durum bu denli vahim!

Sadece Güney değil; Kuzey'deki hâl de hâl değil...

Örneğin Almanya'da yoksulluk artışa geçerken; bu durum her ülkede olduğu gibi en çok göçmenleri etkiliyor. Eski Doğu ve Batı Almanya arasındaki fark ise hâlâ sürüyor, Almanya'nın doğusundaki eyaletlerde yoksulluk yüzde 19.5'e, Batı eyaletlerinde ise yüzde 14'e çıktı...

Ayrıca 'The Guardian'ın araştırması, İngiltere'de artan yoksulluğun en çok çocukları etkilediğini ortaya koydu. Öğretmenlerin büyük çoğunluğu okula aç gelen öğrencileri doyurmak için okula yiyecek götürüyor. Öğretmenlerin yüzde 83'ü sabah okula aç gelen öğrenciler gördüklerini söylerken, yüzde 55'i ise öğrencilerin en az dörtte birinin yeterince beslenmeden okula geldiğini belirtiyor. Öğretmenlerin yarısından fazlası ise okula aç gelen çocuk sayısının iki yılda daha da arttığına işaret ediyorlar...

Ve "rüya" diye sunulan ABD...

315 milyonluk ABD nüfusunun17 milyonluk kısmı, yani Amerikan toplumunun yüzde 5.5'i açlık çekmektedir. Gıda maddesi almak için parası olmadığı için, üç ayda, en azından bir tam gün, hiçbir şey yemeden geçirmiştir.

ABD nüfusunu oluşturan 33 milyonluk diğer bir kesim ise, ancak, düşük kaliteli besinlerle karnını doyurmaktadır...

ABD nüfusunun 17 milyonu çocuk olmak üzere, 50 milyondan fazlası içinde yaşadığı sefaletten dolayı, "Güvenli gıda alma" koşullarından mahrumdur.

'Birleşik Devletler Tarım Departmanı'nın Eylül 2012 verileri, ABD vatandaşlarının içinde bulunduğu şartların, Sahra Altı Afrika ülkelerindeki koşullara benzemediğini, ABD ekonomisinin, dünyanın en büyük ekonomisi olduğunu göstermektedir.

Bush yönetiminin 2001-2008 döneminde, yaşamını idame ettirmesi, gıda yardımına veya bir hayır kuruluşunun dağıttığı yemeğe bağlı olup, uygun yiyecek maddesi almaktan yoksun kalan ABD vatandaşı sayısı 33 milyondan, 49 milyona yükselmiştir. Obama yönetimi döneminde bu sayı 50 milyona çıkmıştır.

2001'de yardıma muhtaç vatandaşların ABD nüfusuna oranı yüzde 12.2 iken, bu yönetim dönemine gelindiğinde, muhtaç vatandaşın oranı yüzde 16.4 olmuştur. Bu insanlar arasında, takriben 17 milyon kişinin çok düşük düzeyde gıda güvenliği vardır; başka bir değişle, bu insanlar açlık çekmektedir...

ABD Tarım Bakanlığı'nın, ülkede yiyeceğe ulaşma sıkıntısı çeken insan sayısının 2011'de 2010'a oranla 800 bin artığını bildirdiği raporda, ABD'lilerin yaklaşık yüzde 5.5'inin "yiyecek güvenliğinin düşük olması"ndan muzdarip olduğu belirtildi. "Son derece düşük yiyecek güvenliği", parasızlık nedeniyle öğün atlanması ya da tüm gün boyunca yemek yenmemesini ifade ediyor.

1995'te açlık raporu hazırlamaya başlayan Tarım Bakanlığı'nın verilerine göre 2008'den sonra ülkede "aç yaşayanların" oranı yüzde 16.4 civarında seyretmeye başladı. Raporda açlık oranlarının siyahî nüfusun yoğunlukta yaşadığı ülkenin güney bölgesinde daha yüksek olduğu da belirtildi...

I.3-) EŞİTSİZLİK!

Yoksulluğu büyütüp, açlığı derinleştirerek eşitsizliği de uçuruma çeviren "ürküten rakamlar" tablosu, ana hatlarıyla şöyle:

i) Dünya nüfusunun yüzde yirmisi, gezegenin kaynaklarının yüzde seksenini kullanıyor.[6]

ii) Dünya'da, Güney ülkelerine yönelik yardımın 12 katı, askerî giderlere harcanıyor.[7]

iii) Günde 5.000 insan kirli içme suyu yüzünden ölüyor. Bir milyar insan temiz içme suyuna ulaşamıyor.[8]

iv) 1 milyara yakın insan açlık sınırında yaşıyor.[9]

v) Dünya'daki tahıl ticaretinin yüzde 50'si hayvan besini ya da biyolojik yakıtlar için gerçekleştiriliyor.[10]

vi) Ekilebilir arazilerin yüzde 40'ı, uzun süreli zarar görmüş durumda.[11]

vii) Her yıl, 13 milyon hektar orman yok oluyor.[12]

viii) Dört memeliden biri, sekiz kuştan biri ve hem karada hem suda yaşayabilen her üç canlıdan biri soyunun tükenmesi tehdidi altında. Canlı türleri doğal oranlarının 1000 katı hızlı bir şekilde ölüyor.[13]

ix) Balık avlama alanlarının dörtte üçü, tükenmiş durumda. Bu bölgelerdeki balıklar ya tükenmiş ya da tehlikeli boyutta azalmış oranda.[14]

x) 15 yılın ortalama sıcaklıkları bu güne kadar kaydedilen en yüksek sıcaklıklar.[15]

xi) Kıta buzulu, 40 yıl öncekinden yüzde 40 daha ince.[16]

KARŞILAŞTIRMALI VERİLER (ABD doları)[17]

"Gelişmekte olan ülkeler"in ("GOÜ") 1980'deki dış borçları: 618 milyar 2007'deki dış borçları: 3.3 trilyon

Irak Operasyonunun ABD'ye maliyeti: 3.3 trilyon "GOÜ"lerin 1980-2006 arasında ödediği toplam faiz:7.7 trilyon

Krizde bankalara sağlanan yardım (yaklaşık): 5.3 trilyon Dış borç batağı altındaki ülke sayısı: 42

Dış borç batağındaki ülkelerin yıllık ödediği dış borç faizi: 37.5 milyar Exxon-Mobil şirketinin 2007 kârı:39.5 milyar

Kuzey ülkelerinin silahlanma için yıllık harcaması: 625 milyar 

Afrika ülkelerinin 1980-2006 arasında ödedikleri faiz: 675 milyar

Kenya'nın dış borcu (2005) 7 milyar Wal-Mart'ın 2007 kârı: 11.3 milyar

Bu tabloya ilişkin olarak şu da eklenmeli: Eşitsizlik kader değil, kültürel ve siyasal bir tercihtir. Hele hele dünya nüfusunun en zengin yüzde 1'i dünyadaki gelir kaynaklarının büyük bir kısmının yönetimini ele geçirmiş durumdayken!

Evet dünya bugün hiç olmadığı kadar fazla sayıda milyardere sahip. 'Forbes' dergisine göre, bunların sayısı 1226'yı buluyor. Ancak bu yüzde 1'lik kesime dahil olmak için milyarlara sahip olmanız gerekmiyor. 2010 yılı itibarıyla ABD'de vergi öncesi yıllık kazancı 350.000 dolar, İngiltere'de ise 149.000 Sterlin'i bulanlar, yüzde 1'e girme şansını yakalıyor.

Hatırlanacağı üzere: XX. yüzyılın başlarında kaynaklar benzer şekilde yine azınlığın elinde toplanmıştı. Bunların çoğu rantiye dediğimiz miras yoluyla zengin olanlar ve toprak sahipleriydi. O tarihten sonra en azından ABD, İngiltere, Kanada ve Avustralya'da en zenginlerin gelirden aldıkları pay U şekilli bir eğri çizmeye başladı. Büyük Bunalım'dan ve II. Dünya Savaşı'ndan sonra düşüşe geçen eğri, 1970'li yılların sonlarına doğru plato yaptı. 30 yıldır da tırmanışta...

Dahası bu yüzde 1'i oluşturanların yapısı da tümüyle değişti. Bugün en zenginlerin pek çoğu artık rantiye değil; ya girişimci ya da üst düzey yönetici. Örneğin İngiltere'de bunların üçte ikisini finans sektöründe çalışanlar, ABD'de üçte birini şirket yöneticileri, yüzde 14'ünü finans sektöründe, yüzde 16'sını ise sağlık sektöründe çalışanlar oluşturuyor. Berkeley'deki Californiya Üniversitesi'nden ekonomist Emmanuel Saez'e göre, toplam olarak ABD'de en zengin yüzde 1, ulusal gelirin beşte birini evine götürüyor!

En tepedeki zenginlerin gelirlerinin niçin bu kadar artış gösterdiği konusu tartışmalı olmakla birlikte, küreselleşme ve teknolojinin etkisinin önemli bir rolü olduğu tartışmasız kabul görüyor. Saez, sosyal kavramlardaki değişikliklerin de bunda etkili olabileceğini söylüyor. Bir zamanlar yönetici ücretlerindeki artışlara getirilen üst sınırın son günlerde kaldırılmış olmasının, zengin-yoksul arasındaki adaletsizliği iyice derinleştirdiğine dikkat çekiyor.

Küresel açıdan bu yüzde 1'lik kesimin öneminin de değiştiği görülüyor. Dünya nüfusunun daha yoksul olan yarısı, dünya zenginliğinin yalnızca yüzde 1'lik bir payına sahip. Örneğin ABD'de yılda 350.000 dolar tutarında bir gelirle bir kişi, dünyanın en zengin yüzde 1'ine dahil olabiliyor. Bu da o kişinin kazancının dünya ortalamasının 300 katı olduğu anlamına geliyor.

Bu dramatik rakamlar, en zenginlerle diğerlerinin arasının iyice açıldığının net bir göstergesi. yüzde 1'lik kesim yalnızca maddi zenginliğin zirvesinde değil, gittikçe derinleşen bir uçurumun kıyısında da geziniyor.[18]

Konuya ilişkin birkaç veri daha ekleyelim:

İlki: Wall-Mart'ı kuran ailenin serveti, ABD nüfusunun en alt gelir grubunu oluşturan yüzde 40'lık bölümünden (yani 120 milyon insanın) kazancıyla aynıdır (90 milyar dolar)...

İkincisi: 'Bloomberg Billionaires'in açıkladığı listeye göre dünyanın en zengin adamı 74.2 milyar dolarlık servetiyle Meksikalı Carlos Slim. Microsoft'un kurucusu Bill Gates ise 63 milyar dolarlık servetiyle ikinci sırada bulunuyor. Listenin 5'inci sırasında 40.1 milyar dolar servetiyle Oracle'ın Kurucusu ve CEO'su Larry Joseph Ellison, 6'ıncı sırasında ise 37.3 milyar dolar servetiyle IKEA'nın patronu Ingvar Kamprad yer alıyor...

Üçüncüsü: 'The Boston Consulting Group' tarafından yayımlanan '2012 Küresel Varlık Raporu'na göre, dünyada bireylerin sahip olduğu toplam finansal varlıklar 2011'de yüzde 1.9 artarak, 122.8 trilyon dolara yükseldi. 2011'de global servet Kuzey Amerika'da yüzde 0.9, Batı Avrupa'da yüzde 0.4, Japonya'da yüzde 2 azalırken, Brezilya, Hindistan, Çin ve Rusya gibi gelişmekte olan ülkelerde yüzde 18.5 arttı. Dünyada finansal varlıkları 1 milyon doları aşan hane sayısı 12.6 milyona ulaşırken, bu kesim dünyada bireylerin sahip olduğu finansal varlıkların yüzde 40'ını elinde tutuyor...

Söz konusu tabloya dair 'Yeni Şafak' yazarı Fevzi Öztürk dahi şunları itiraf etmeden edemiyor:

"Dünyanın en büyük sorunlarından biri de gelir dağılımındaki 'aşırı' dengesizlik ve adaletsizliktir. Bu temel bir sorun olmakla birlikte, hâlihazırda uygulanan hiçbir politika gittikçe daha da bozulan bu tabloyu düzeltecek durumda değildir...

50 yıldır hızla küreselleşen dünyada yoksulluk ve gelir dağılımı adaletsizliği dünyanın zengin kuzeyi, fakir güneyi, az gelişmişi, gelişmişi demeden tüm dünya sathına sirayet etmiştir.
Ve bugün... Dünyamız tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar gelir adaletsizliğini yaşamaktadır.

Artık gelir dağılımındaki aşırı adaletsizlik ekonomik bir sorun değildir.

Bu adaletsizlik istatistiklerden çıkan sonuçların yansıtıldığı tabloların çok ötesindedir...

Bu mesele; yerkürenin sosyal bir sorunudur...

Araştırma şirketi Wealth-X'in 'ultra servet' raporuna göre; 1 yıl içinde dünyadaki dolar milyarderlerinin sayısı yüzde 9.4 artarak 2 bin 160 kişiye, toplam servetleri de yüzde 14 artarak 6,2 trilyon dolara ulaşmış.

Alman hükümeti tarafından hazırlanan zengin-fakir raporuna göre, son 20 yılda Almanya'da toplumun en fazla yüzde onunu teşkil eden zenginler servetlerini iki misli artırmışlar. Küresel ekonomik krizin başından bu yana ise, 2007 ve 2012 yılları arasında servet miktarlarını 1.4 trilyon Avro artırarak 10 trilyon Avro'ya yükseltmişler.

Bu kriz de öncekiler gibi onlara yaramış...

2011 Dünya Açlık Endeksi raporuna göre; dünyadaki 4 çocuktan biri yetersiz beslenirken, her bir dakikada 5 çocuk açlıktan ölüyor..."[19]

Evet, evet kapitalistler (ve onların çanak yalayıcıları) bile yarattıkları tablodan "rahatsız"dır...

I.4-) GIDA KRİZİ!

Çünkü yeni bir gıda krizi gündemdedir; bunlar böyleyken üstüne üstlük...

Dünya piyasalarında, mısır, soya fasulyesi, buğday ihracatının yaklaşık yarısını gerçekleştiren ABD'yi etkisi altına alan, 1956'dan bu yana görülmemiş şiddetteki, ekim ayına kadar sürmesi beklenen kuraklık gıda fiyatlarını hızla artırmaya başladı. Perşembe günü, mısır ve soya fasulyesi fiyatları beş haftada yüzde 50 artarak, 30 ülkede ayaklanmalara yol açan 2007-2008 gıda krizinde ulaştıkları tepe noktaları geçtiler.[20]

'Rabobank' gıda stratejisti David Nelson'a göre, bugün durum 2007-2008 krizinden daha vahim. Çünkü "bu kez fiyatları heç fonların spekülatif hareketleri değil gerçek, üretimden kaynaklanan baskılar artırıyor."

'Oxfam' politika danışmanı Ruth Kelly, "ABD'de mısır rekoltesini düşüren sıcak dalgası ve biyoyakıta (mısırdan yapılıyor-yn.) olan büyük talebin temel gıda fiyatlarını gittikçe daha yüksek düzeylere çektiğine" dikkat çekiyor. ABD Tarım Bakanlığı'ndan Richard Volpe, "Bu fiyat artışlarından ilk önce sığır ve tavuk eti, süt, yumurta fiyatları etkilenecektir," diyor.[21]

Dünya gıda borsalarında önü alınamayan fiyat artışları özellikle yoksul ülkelerde açlık tehlikesini tetiklerken uluslararası otoriteler 2008 sonrasında Arap dünyasının yaşadığı isyanların benzerlerinin patlamasından endişe ediyor. FAO, özellikle tahıl fiyatları endeksinde (FAO Cereal Price Index) 2012 Temmuz'unda 260 puan ile 2008 Nisanı'ndaki tüm zamanların en yüksek değeri olan 274 puana yaklaşıldığına dikkat çekti. Bunun üzerine, sadece azgelişmişlerin değil reel ücretler düzeyi sürekli gerileyen bazı metropollerin de "açların isyanı"na sahne olabileceği yorumları güç kazandı.

FAO endekslerine göre, Batı Avrupa ve Kuzey Amerika hanehalkı bütçelerinde gıda harcamalarının toplam harcamalar içindeki payı yüzde 10-15 iken, bu oranlar, Hindistan, Rusya ve Çin'de toplam hanehalkı bütçesinin yüzde 30 ile 45'i arasında. Afrika ve Asya'nın birçok kesiminde ise bu oran yüzde 50'lerin çok üzerine çıkıyor.
Kuraklıkla daha da büyüyen sorunun, ithalatçı yoksul ülkeler açısından tam bir trajediye karşılık geldiği gözleniyor. Uzmanlara göre, "gelişmekte olan ülkelerin" tahıl ve yağlı bitki tohumları ithalatının yükselen fiyatlara karşı duyarlığı çok yüksek. Kuzey ve Orta Afrika ile Güneydoğu Asya'da gıda ürünleri fazla işlenmeden tüketime gidiyor. Bu da hammadde fiyatlarında artışların hemen yansımasına neden oluyor.

Bu durumda dünya gıda fiyatlarının daha da artması kaçınılmaz görünüyor. Gelirinin yüzde 75'inden fazlasını gıda harcamalarına ayıran yoksul ülkelerin halk sınıflarını yeni bir açlık dalgası bekliyor.

George Soros'la birlikte epeydir piyasalara akıllı yatırım olarak "tarım arazisi" salık veren ve yüzde 1200 kazandırdığını söyleyen, kendisi de dünyada verimli toprak toplayan spekülatör Jim Rogers, "Böyle giderse gıda fiyatları artarsa hepimiz aç kalacağız," kehanetinde bulunuyor...

Jim Rogers, CNBC-e'deki kehanetinde "Çiftçiler son 30 yıldır açlar, dünya intihar eden on binlerce Hintli çiftçinin farkında değil, İngiltere en yüksek intihar oranı çiftçiler arasında," sözlerini ediyor!
OECD Ekonomi ve Çevre bölümü direktörü Anthony Cox'e göre, "Dünya gıda krizine hazırlanıyor"ken; 'Save the Children'e göre, giderek yaygınlaşan gıda kriziyle dünyada her dört çocuktan biri kronik olarak yetersiz besleniyor.

Geçerken bir hatırlatma: 2007 ve 2008 yıllarında dünya çapında gıda fiyatlarındaki yüksek artışlar bir küresel krize dönüşmüş, siyasi ve ekonomik istikrarsızlıklara, gelişmemiş ve gelişmekte olan ülkelerde sosyal huzursuzlara neden olmuştu. Bu krizin nedeni olarak tarım ürünleri üreten ülkelerdeki kuraklıklar ve petrol fiyatlarındaki artışlar gösterildi. İşte o dönemde yaşananlar:[22]

BANGLADEŞ Başkent Daka'da 10 bin işçi gıda fiyatlarındaki artışlar ve düşük ücretleri protesto etti. Birçok işçi polisle çıkan olaylarda yaralandı. Yeni bir gıda krizinin yaşanması durumunda 150 milyon nüfuslu ülkenin 30 milyonu açlık tehdidiyle karşı karşıya kalabilirler.

BREZİLYA Nisan 2008'de hükümet pirinç ihracını durdurdu. Bu durumun nedeni ise ülkedeki tüketicileri korumak olarak gösterildi.
MISIR 8 Nisan 2008'de gıda fiyatlarının artışına karşı düzenlenen protestoda polisin açtığı ateş sonucu bir gösterici öldü. Ülkede gıda fiyatları, özellikle ekmeğin fiyatı katlandı.

HAİTİ Artan gıda fiyatları yüzünden Başbakan görevinden alındı. 2007 sonlarından bu yana pirinç ve diğer gıda fiyatlarında yüzde 50 artış yaşandı.

Bu noktada Özlem Yüzak, "Küresel bir gıda krizi hızla yaklaşıyor," derken; Sadık Çelik de ekliyor: Toplumsal çalkantılar ve siyasi krizler kapıda..."

II-) KAPİTALİZMİN (SÜRDÜRÜLEMEZLİK) KRİZİ

Tüm bunların nedeni; elbette Ege Cansen'in, "Artık hepimiz ezberledik, kriz 'milli gelirin düşmesi' yani fakirleşmek demektir," formülasyonundaki vülgerlikle sınırlanması mümkün olmayan kapitalist sürdürülemezlik krizidir.

Ergin Yıldızoğlu'nun, "Kapitalist uygarlığı Titanic'e benzettir"ken; "Bir şeyler dağılıyor, merkez çöküyor." "Dünyanın düzeninin dokusu çözülüyor," diye betimlediği kapitalizmin "kriz içinde kriz" sarmalında; Erinç Yeldan'ın ifadesiyle, "Büyük durgunluktan büyük belirsizliğe" doğru ilerleniyor.

"Ekonomi dünyasının kâhini" diye anılan Nouriel Roubini'nin, 2013 için felaket uyarısında bulunduğu güzergâhta Uğur Gürses'e göre, "2009'da tanık olduğumuz küresel resesyona bir yenisini ekleme yolunda, ikinci bir dibe doğru hızla ilerliyoruz."

Bu ufukta siz bakmayın Ege Cansen'in, "Bundan kabaca 4 yıl önce bir küresel ekonomik kriz çıkmıştı. İktisat dünyasının büyük ustaları, 'bugünlerde yaşanan kriz 1929 Buhranı kadar ciddidir' şeklinde değerlendirmeler yaptılar... Ne mutlu ki olaylar o istikamette gelişmedi. Küresel kriz, korkulduğu gibi küresel çapta bir tahribat yaratmadan kısa süre sonunda bitti"; veya Finansbank Yönetim Kurulu Üyesi Prof. Dr. Mustafa Aysan'ın, "Sosyalizm battı, kapitalizm krizde. Üçüncü yola ihtiyaç var. Türkiye 1930'larda bunu yaptı. Üçüncü yola ve bu yolun başarısına ihtiyaç var. Bu, Atatürk'ün ekonomi politikasıdır," zırvalarına!

Prof. Dr. Gülten Kazgan'ın, 2008'de tepe noktasına ulaşan krizi 1870, 1929 ve 1970'deki gibi "uzun vadeli dalgalanmalar gösteren krizler" arasında saydığı verili durumda, "Kapitalizmin krizden çıkmak için arzuladığı, daha fazla üretimin, daha fazla tüketimin tüm diğer krizlerin daha da ağırlaşmasını getirecek olması, genel bir uygarlık kriziyle karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor."[23]
Kolay mı?

Uluslararası Para Fonu (IMF) Başkanı Christine Lagarde'ın kanaatine göre "ufukta kara bulutlar" var. IMF Başekonomisti Olivier Blanchard, "İnsan, her şey her an yine çok kötü olabilir diye düşünmeden edemiyor," diyor.[24]

IMF'nin ekonomik krizin yayılması üzerine hazırladığı 'Spillover Report'da, küresel bazda uygun politikaların geliştirilmediği ve gerekli tedbirlerin alınmadığı takdirde krizin etkisinin diğer bölgelere de yayılabileceği uyarısında bulunup, "Finansal şoklar, sınırlı politika alanı dünyayı krizin yayılmasına doğru götürüyor" ifadesi kullanıldı.

IMF'nin 'Systemic Banking Crises Database: An Update/ Sistemik Banka Krizinde Son Durum' başlıklı raporunda, IMF uzmanları, Luc Laeven ve Fabian Valencia, 1970 ile 2011 yılları arasındaki mali krizlerin toplu bir dökümünü verirken; 2012'den daha tehlikeli bir "kriz ayı" ile karşı karşıya kalınacağına dikkat çekildi.

'The Economist'in yorumuna göre "ufuktaki en büyük bulut, kaçınılmaz olarak Avrupa". Avrupa'da 2008-2009 döneminin şiddetine ulaşma olasılığı yüksek bir resesyon derinleşiyor.[25]
Ayrıca Avrupa Merkez Bankası (ECB) Baş Ekonomisti Peter Praet, hâlihazırda Avro Bölgesi'nde yaşanan krizin 2008'de ABD'de ortaya çıkan ve küresel ekonomiyi alt üst eden yatırım bankacılığı krizini mumla aratabileceği konusunda uyarılarda bulundu.
Söz konusu uyarılar haksız değil.

Çünkü Paul Krugman'ın, "Çöküş tüm hızıyla sürüyor," diye betimlediği verili tabloda IMF Başekonomisti Oliver Blanchard, küresel ekonominin 2008'de başlayan finansal krizinden çıkabilmesinin 10 yıl süreceğinden söz ediyorsa da; yine Prof. Paul Krugman, "Kemer sıkacağız, piyasalara güven gelecek, o zaman ekonomi büyüyecek" savının bir mitoloji olduğunun ortaya çıktığını, ekonomik modelin öldüğünün artık genel kabul gördüğünü vurguladıktan sonra, ortada yeni bir modelin olmamasından hareketle "Artık bir zombi ekonomisinde yaşıyoruz. Ama zombilerin terörü ne zaman bitecek belli değil," diye ekliyor.

Çünkü Yunanistan, İspanya ve Portekiz zincirleriyle Avro bölgesini peşinden sürüklerken; Avro bölgesi de uluslararası borç piyasalarıyla bağlı olduğu dünya ekonomisini dibe çekiyor...

'The Washington Post'tan Robert J. Samuelson'un, Georgetown Üniversitesi'nden Prof. Shambough'a dayanarak yaptığı, birbirini güçlendiren "üç kriz dinamiğine" ilişkin özeti şöyle:

Birinci kriz, banka krizi: Bankaların sermaye tabanları çok zayıfladı, zararlarını karşılayamayacak düzeylere geriledi. Bu koşullarda yeni kaynak yaratmak, borçlanmak çok zorlaştı.

İkincisi, bankaları ayakta tutmaya çalışan devletlerin mali krizi.
Üçüncüsü ekonomik büyüme krizi, diğer bir deyişle resesyon/depresyon: Bankalar kredi vermekte isteksiz davrandıkça, devlet, bankaları kurtarmanın maliyetini halka yıkan önlemleri dayattıkça, basınç üretimi, yatırımları olumsuz etkiliyor, işsizliği yoksulluğu arttırıyor.

Ekonomik büyümenin daralması, hem devleti borç ödemek için gerekli kaynaklardan yoksun bırakıyor, hem de bankalara borçlu kişilerin, şirketlerin borçlarını ödemelerini zorlaştırıyor. Böylece, bankaların krizi => hükümetlerin mali krizi => ekonominin krizi => bankaların kriz => hükümetlerin krizi... sürüp gidiyor.[26]
Bu bağlamda dünya ekonomisi, özellikle 2007'den bu yana içine düştüğü krizi bir türlü atlatamıyor. Dünya ekonomisinde beklenen büyüme oranları gerçekleşemezken, dünyanın en büyük ekonomisine sahip olan ülkelerde çarklar durmuş durumda.

İngiltere'de 50 yılın resesyonuyla tanışıp; Çin ekonomisi inişe geçerken; Japonya'da dev ticaret açığı büyüyorken; veriler ekonomik kriz içinde olağan, sıradan bir "genel olarak yavaşlama" olgusundan öte bir duruma işaret ediyor. Dünyanın önde gelen ekonomileri "senkronize" (eşzamanlı) olarak yavaşlıyor. Bu tehlikeli bir konjonktürün varlığına işaret ediyor.

"Senkronize yavaşlama" ile "dünya ekonomisinin yükünü sırtında taşıyan" BRIC ülkelerinin büyüme motorunun tekliyor. BRIC ülkeleri, Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin'in için bir dönemi sona eriyor.

Dünya ekonomisinde "kaçacak" hiçbir yer kalmadı. Bir senkronize resesyon çıkmaması neredeyse olanaksız denecek kadar zor. Dünya ekonomisi, hâlâ bocalıyor ve batmaya devam ediyor...
ABD ve AB merkez bankalarının yeni parasal genişleme önlemleriyle ekonomik verileri bir araya koyunca, dünya ekonomisinin, 2008'dekinden daha sert bir mali kırılmaya doğru ilerlediğini düşünmek olanaklı...

Bu durum kaçınılmaz olarak işçilere, emekçilere yansıyor...
BM'nin '2012 Dünya Ekonomik Görünümü ve Beklentiler' raporunda, Avrupa'daki borç krizi ile yüksek işsizlik oranlarının bu yıl küresel ekonomiyi yavaşlatacağı uyarısı yapılırken; ILO, dünya genelinde 2012 yılında yüzde 12.7 olan 15-24 yaş arası genç işsizliğin 2017'de yüzde 12.9'a yükseleceğini açıkladı. Bu da 73.3 milyon gencin işsiz olacağı anlamına geliyor.

Columbia Üniversitesi Profesörü Joseph Stiglitz'e göre, binlerce dolar borçlanarak mezun olan gençler işsizlikle karşı karşıyayken; '2011 berbattı diyorsanız, bir de 2012'yi görün' diyen ekonomist, geçici bir süre işsiz kalan orta yaşlıların erken emekliye ayrıldığını fark etti. Arkadaşları ya da ailesiyle kalanların da sokağa düşmenin sınırında olduğunu söylüyor.

'Dünya Ekonomik Görünüm Veri Tabanı' verilerine göre, 2012 yılında 79 ülke içinde en fazla işsizlik oranı yüzde 24.2 ile İspanya'da olacakken; İspanya'yı yüzde 23.9 ile Sırbistan, yüzde 23.8 ile Güney Afrika, yüzde 19.4 ile Yunanistan, yüzde 19 ile Ermenistan izleyecek. Tunus'ta işsizlik yüzde 17, İran'da yüzde 16.7, Letonya'da yüzde 15.5, İrlanda ve Litvanya'da yüzde 14.5, Portekiz'de yüzde 14.4, Gürcistan'da yüzde 14.1, Slovakya'da yüzde 13.8, Hırvatistan'da yüzde 13.5, Ürdün'de yüzde 12.9, Bulgaristan'da yüzde 12.5, Macaristan ve Mısır'da yüzde 11.5, Estonya'da yüzde 11.3, Kolombiya'da yüzde 11, Sudan'da yüzde 10.8, Türkiye'de yüzde 10.3 oranlarında seyrediyor.

G-8 ülkelerinde, en yüksek işsizlik oranı yüzde 9.9 ile Fransa'dayken; onu G-8 üyelerinden İtalya yüzde 9.5 ile, İngiltere yüzde 8.3 ile, ABD yüzde 8.2 ile, Kanada yüzde 7.4 ile, Rusya yüzde 6 ile, Almanya yüzde 5.6 ile, Japonya ise yüzde 4.5 oranıyla izliyorlar.

Bu arada ILO'nun istihdam piyasası uzmanı Ekkehard Ernst, işsizlik oranının İspanya'da 2014 yılına kadar yüzde 27.7'ye, 15-24 yaşlarındaki gençler arasında ise yüzde 51.3'e çıkabileceğini kaydetti. Portekiz'de de aşırı bir artış olabileceğini söyleyen Ernst, 17 üyeli Avro Bölgesi'nde ortalama işsizlik oranının ise yüzde 13'e çıkabileceğini ifade etti.

ILO'nun tahminlerine göre, Almanya'da şu anda yüzde 6.8 olan işsizlik oranı 2014 yılında yüzde 9'a yükselecek...

Bunlar, tam da böyleyken; Yunus Salış'ın, "Krizden çıkmanın önceliği, daha özerk ve özgül şartların sağlanmasıdır. Bunun başında merkezi devletin küresel ve bölgesel alanda tasfiyesi gelir,"[27] hezeyanı artık hiçbir derde deva olmadığı gibi, bir anlamda ifade etmiyor!

"Bu kriz, bu kapitalizmin sürdürülemez olduğunu gösteriyor (yoksa, tanımı gereği kriz kavramını kullanamazdık). Bu kapitalizm bu krizle birlikte bitmiştir. Bu kapitalizm bu krizden çıkamaz!

Kapitalizm bu krizden bir başka kapitalizme dönüşerek, bu kapitalizmin yerini bir başka kapitalizme bırakmasıyla çıkabilir. Ama, bugün, gündemde bir başka kapitalizm yok! Öyleyse, 'Bu krizden çıkış yok!' tümcesi bugün doğru bir önermedir. 'Bu krizden çıkış yok' önermesi doğruysa, kapitalizmden çıkış yolları, uzun bir aradan sonra yeniden gerçekten düşünülebilir."[28]

Tam da bu nedenle Nihal Kemaloğlu'nun, "Kapitalist sistemin bütün krizleri aslında yayılmacı/sömürgeci sistemin yeni alanlara saldırı ve hamle hâlinin diğer adıydı," dediği militarizm dört yanı kaplıyor; yeniden paylaşım dalaşı devreye giriyor...

Sonra 'The Financial Times'tan Stephen King'in, '1930'ların Hayaletleri Geri Geldi' başlıklı yazısında, hâlâ "şu veya bu biçimde Büyük Depresyon'da olduğumuzu" saptayıp, "Büyük Durgunluk" denen şeyin "Büyük Buhran"a dönüştüğüne dikkat çektiği; Uğur Gürses'in de, "Ekonomik olarak küçülmelerin olduğu dönemlerle sağ kanattaki politik aşırılık arasında bağ var," diye betimlediği ırkçılık, milliyetçilik yükseliyor.

Bu elbette "kendiliğinden" oluşan bir durum değil; krizle doğrudan ilişkilidir.

Küresel krizin sonuçlarından her ülke farklı farklı etkileniyor. Finansal kriz, ABD'de patladı ve ABD finans piyasaları ile entegre hâle gelmiş Batı Avrupa, Japonya gibi merkezlerin finans piyasalarına bulaştı; bu ülkelerde yaşayanları anında etkiledi. Merkez ülkelerde 2008'de sıfır büyüme yaşandı, ardından 2009'da yüzde 3.6 daraldı ekonomiler. 2010 yılı yüzde 3.2 büyüme ile toparlanma yılı oldu, ama 2011 büyümesi yüzde 1.5'te kaldı ve 2012 için IMF öngörüsü yüzde 1.6. Bunlar iç açıcı sonuçlar değil...
Sokaktaki insan açısından yaşanan durumun tercümesi şu: Büyüme yok, iş yok. Kemer sıkma var, eldeki avuçtakinden olma, sosyal güvencesizlik, göreli yoksullaşma var...

Merkez partileri çökmüş ya da çökmenin eşiğindeki ülkeler için kaçınılmaz sonuç, radikal kanatların yükselişi. Neo-liberalizmin ömrünü uzatacak programların dışına çıkamayacak merkez solun peşine takılan işçi hareketleri, sadece zaman ve kan kaybedecekler. Bunlar içinde yeni bir yaşam paradigması inşa etmeyi başaranlar ise kitleleri peşlerinden sürükleme ve yaklaşan barbarlığa karşı sosyalizmi bir siyaset seçeneği yapmayı deneyebilirler.

Tersi durum, Yunanistan'daki Altın Şafak türü faşist güruhların tüm dünyada boy atmasına fırsat verir. Alman devrimci Clara Zetkin'in dediği gibi, "Faşizm, proleter devrimi gerçekleştirememiş proletaryanın çekmeye mahkûm olduğu ceza," olarak hepimizin önüne geliyor.

Kolay mı? Büyük krizler, kelimenin kadim Yunanca'daki anlamına uygun biçimde, kapitalizmin geleceği için gerçek karar anlarıdır. Bugün yeniden böyle bir döneme girmiş bulunuyoruz. Depresyonlar sadece ekonomik olaylar değildir, başta politika ve askeri alan olmak üzere, depresyonun "çözümü" çeşitli alanlarda yapılacak mücadelelerle belirlenir.

Solda yaygın ama son derece zararlı bir düşünce tarzı, kapitalizmin kendi krizlerinden yararlanarak kendisini yeniden yapılandırdığı, bu kez de öyle olacağıdır. Bu düşünce, süreç bittikten sonra ulaşılan noktayı sanki baştan kaçınılmazmış gibi sunduğu için yanlıştır. 1930'lu yılları örnek olarak alacak olursak, İspanya devriminden başlayarak savaş sonu Akdeniz ülkelerinde yaşanan devrimci yükselişlere kadar bir dizi girişim başarıyla sonuçlansaydı, Büyük Depresyon'un çözümü Bretton Woods düzeni değil belki de uluslararası komünizm olacaktı. Aynı derecede önemli olan bir ikinci nokta da şudur: Kapitalizmin çözümünden bu denli hafif tarzda söz etmek, o çözümlerin geçmişte nasıl barbarlıklarla dolu olduğunu unutmakla mümkündür ancak. Unutulmasın, Uzun Depresyon kapitalizmin emperyalist aşamaya geçişi sayesinde, Büyük Depresyon ise faşizm ve İkinci Dünya Savaşı sayesinde kapitalist "çözüm"lere kavuştu!

İçinden geçtiğimiz Büyük Depresyon sınıf mücadelelerini şimdiden, neredeyse beklenmedik bir hızla kışkırtmıştır.[29]

III-) "ABD, ÇİN, RUSYA" MI? DEDİNİZ!

Verili sürdürülemezlik ABD'yi derinden sarsarken; toplumsal sonuçlar 'Wall Street İsyanı', vb'leriyle ortaya çıkıyor.

Sorunun temelinde kapitalizmin 50-60 senelik uzun devreler hâlinde yaşadığı yapısal nitelikli bir birikim krizi olduğu artık tüm çıplaklığıyla ortada duruyor. 1970'li yıllarda sanayi üretiminde kâr oranları hızla gerilerken, kaçınılmaz krizlerini finansallaşma ile aşmaya çabalayan kapitalizm, XXI. yüzyılın bu yeni on yılında çareyi tekrardan kumarhane kapitalizminin geliştirmeye çalıştığı yeni rant oyunlarında ve savaş endüstrisinin yeni teknolojilerinde bulmaya çalışıyor.

Rakamlar kapitalizmin söz konusu dönüşümünü net olarak belgeliyor: 'McKinsey Enstitüsü'nün verileri, küresel piyasalarda finansal varlıkların 1980'de 12 trilyon dolar iken, 2009 itibarıyla 241 trilyon dolara çıktığını; aynı dönemde ABD'de finans sektörünün toplam kârlar içindeki payının yüzde 10'dan yüzde 30'a yükseldiğini belirtiyor.

Amerikan Merkez Bankası'nın (Federal Reserve) verilerine göre, 1980'de milli gelirin yüzde 20'si düzeyinde olan finans sektörü borçları, 2007'de milli gelirin yüzde 116'sına ulaşmış durumdayken; ABD'nin 15 trilyon doları bulan ve Amerikan ulusal gelirinin yüzde 120'sine ulaşan borç stoku global ekonomiyi etkiliyor...

Uluslararası Değerlendirme Kuruluşu 'Fitch Ratings', ABD'de mali uçurumun global ekonomik toparlanma için en büyük tehdit olduğunu açıklarken; mali sıkılaştırma durumunda 2013'te global ekonomi büyüme oranının en azından yarı yarıya azalacağını vurguluyor...

ABD Merkez Bankası Başkanı Ben Bernanke, ekonomik toparlanmanın ücretlerden çok kârları arttırdığını ve pek çok Amerikalının hâlâ geleceğe güvenle bakamamalarının nedeninin bu olabileceği vurgusuyla, "Gayri safi yurtiçi hasıla'da (GSYH) kârların payı alışılmamış bir yükseklikte. Ücretlilere giden gelir payı ise normalden düşük" derken verilere göre tüketici harcamaları yavaşlıyor...

Tüm bunlar ABD'nin içinde debelendiği sarmalı somutlayıp; ABD'de 'Invictus Consulting Group'un 2012 tarihli araştırması, 758 finans kuruluşunun önümüzdeki iki yıl boyunca stres testlerini geçemeyeceğini ortaya koyarken; mali spekülasyon ve yolsuzluklar tam istim devam ediyor!

Örneğin ABD'de verdikleri usulsüz konut kredileri ve el koydukları konutlar nedeniyle haklarında soruşturma açılan beş banka, iddiaların düşürülmesi için 25 milyar dolar ödemeyi kabul etti. 'Reuters'e göre, anlaşmayı imzalayan beş banka, Bank of America, Wells Fargo, JPMorgan Chase, Citigroup ve Ally Financial, kamunun açtığı usulsüz konut kredisi davalarından muaf olacak!

Analistlerin, ülkede zengin ve yoksul arasındaki uçurumun giderek derinleştiği, yoksul sayısının her geçen gün arttığı ve 142 milyon civarında olan nüfusun da giderek düştüğünü vurguladığı Rusya'da işler -Putin totalitarizmine rağmen- yolunda değil...

Ayrıca "Çin de mi krize girecek?" sorusu büyürken; "Çin'in ciddi şekilde bir resesyona doğru gittiğini düşünenlerin sayısı artıyor," diyor Servet Yıldırım...

Çin'in resesyonu; krizin ikinci dibinin dibine denk düşen bir açmaza işaret etmektetir!

IV-) AB HAYALETİ

Gelelim 'Avrupa'nın Ayıbı/ Europas Schande' başlıklı dizelerinde Günter Grass'ın;

"Piyasada itibarın yok, kargaşanın eşiğindesin,/ Uzağındasın sana doğduğun beşiği sunan ülkenin/
Ruhunla aradığın bulduğun sanılan değerler/ artık hurda bile sayılmıyor, etmiyor beş para./
Borçlu diye boyunduruğa vurulmuş bir ülke azap içinde,/ Varlığını ona borçlu olduğun dilinden düşmezdi oysa./
Bu memleket mahkûm edildi yoksulluğa; onun zenginlikleri/ artık müzelerinde özenle sakladığın ganimetin senin/
Adaları bol bu ülkeyi silah zoruyla zapteden üniformalılar/ Hölderlin'den şiirler de taşırdı sırt çantalarında./
Sabrın kalmadı artık bu ülkeye; ama albayları/ Senin bir zamanlar tahammül ettiğin müttefiklerindi/
Halkın hakları elinden alınmış bir ülke artık burası,/ Güç sahiplerinin kemerlerini gittikçe daha fazla daralttıkları/
Sana inat, siyahlar giymiş Antigone; ve geçmişte hep/ konuğu olduğun halk, boydan boya bürünmüş yasa/
Krezus'un akrabası ise değerli her şeyi çoktan kaçırmış dışarı/ altın gibi parıldayan akçeleri senin kasalarında yatmakta/
Denetici kılığındaki soytarılar "İç hepsini, iç artık!" diye bağırmakta,/ ama Sokrates tasını dopdolu geri veriyor öfkeyle sana/
Ellerinden Olimpus'u almak istediğin tanrılar/ sana ait olan her şeyi lanetleyecek bir gün, koro hâlinde
Düşünce dünyası seni yaratan bu ülke olmadan,/ sen de ruhsuz bir hiçe dönüşeceksin, Avrupa," diye tarif ettiği AB hayaletine!
Günter Grass'ın dizelerinden sonra fazla bir şey söylemek gereksiz de lsa; yine de sıralayalım...

Avrupa'da birbiri ardına gelen kurtarma paketleri işe yaramıyor, kriz yayılıyorken; ECB yönetiminden Başekonomisti Peter Praet, Avro Bölgesi krizinin 2008'de ABD'de Lehman Brothers'la başlayan finansal krizden çok daha ağır bedeller ödetebileceği vurgusuyla, Avro krizinin Lehman'la karşılaştırıldığında çok daha derin ve yapısal sorunları barındırdığının altını çiziyor.

Ancak iş bununla sınırlı değil...

Behlül Özkan, "Ortak Avrupa Projesi tehlikede"; Deniz Gökçe, "Avrupa için iyimser olmak zor," derlerken Ümit İzmen de ekliyor:
"Avro'nun devam edip etmeyeceği, bunun AB ve dünya ekonomisi üzerindeki etkilerinin ne olacağını kimse bilmiyor.

İşler iyi gitmiyor. Dünyada panik psikolojisi gelişiyor.

Avro, çöküşün sınırlarında geziniyor. Birçok ülkenin merkez bankaları Avro rezervlerini elden çıkarmaya başladı..."

Gerçekten de Avro bölgesi ekonomilerinin finansal durumlarının sürdürülebilirliğine dair endişeler giderek artıyorken; George Soros'un desteklediği 'Yeni Ekonomik Düşünce Enstitüsü' (INET) yayımladığı raporda, "Avrupa uyurgezer hâlde ölçülemez boyutlarda bir felakete doğru yürüyor. Bir domino diğerini düşürüyor. Hiç bitmeyecek bir kriz fikri son bulmalı," uyarısını dillendiriyor...

Uyarı boşuna değil; 'Uluslararası Finans Enstitüsü'nün "gizli raporu"na göre Yunanistan'ın temerrüde düşerek iflası domino etkisi doğurabilir. Atina iflas ederse Portekiz, İrlanda, İspanya ve İtalya için de kurtarma paketi ihtiyacı ortaya çıkacak. Bu durumda Yunanistan dahil toplam 5 ülke için gerekli yardımların tutarı 1 trilyon Avro'yu aşıyor.

Bu durumda "Avro bölgesinin, Yunanistan'dan 'Düyun-u Umumiye' isteği"ne dikkat çeken Remzi Samar, durum ne denli vahim özellikler kazandığının altını çizerken; eski ECB Başkanı Jean-Claude Trichet, siyasetçilere bir Avro ülkesinin iflasını ilan etme ve maliye politikasına el koyma yetkisi verilerek, Avrupa para birliğinin kurtarılabileceğini açıklıyor!

Ayrıca da Yunanistan, İrlanda ve Portekiz'in ardından İtalya ve İspanya'da piyasaların karışması üzerine Avrupa Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso, 27 AB liderine yazdığı mektupta, "Kriz sadece Avro Bölgesi'nin değil, AB'nin krizi," diyor.
İş bunlarla da sınırlı değil...

TÜSİAD Başkanı Ümit Boyner'in, "Avrupa'nın içinde bulunduğu krizin her aşamasında karar vermekte ne kadar zorlandığını, krizi hep bir adım geriden takip ettiğini hepimiz tırnaklarımızı kemirerek izliyoruz"; Başbakan Yardımcısı Ali Babacan'ın da, dünyadaki zor ekonomik tablonun tam merkezinde şu anda Avrupa'nın bulunduğunu belirterek, "Yani olası bir depremin merkezi, Avrupa olacak gibi görünüyor," diye betimlediği güzergâhta; Avrupa ekonomilerindeki risklerin "son derece hızlı" büyüdüğüne dikkat çeken Babacan, "İtalya'daki son gelişmeler, Yunanistan'daki sorunların bir türlü çözülemiyor oluşu Türkiye'yi kaygılandırıyor," demeden edemiyor.

Nihayet Stephan Richter de, "Avro bölgesi ve I. Dünya Savaşı'nın çıkışı" arasında bir kolerasyon kurarak, "Bugün dünyanın karşısında duran soru, Avro bölgesinin akıbetini değiştirip değiştirmeyeceğimiz. I. Dünya Savaşı'nın olayları ise faydalı bir rehber kitap adeta," diye ekliyor!

Stephan Richter'in altını çizdiği noktayla bağıntılı olarak, tarihçi Niall Ferguson ile 2008 finans krizini önceden gören iktisatçı Nouriel Roubini 'The Financial Times'da 10 Haziran 2012'de ortak bir yazı kaleme aldılar...

Avrupa'da krizin, 1920'ler buhranı ile ardından gelen faşizm badiresine adım adım yakınlaşmakta olduğunu belirten yazarlar; ekonomide "verimlilik artışı yaratan yapısal reformlar yapılmadığı sürece" alınan tüm tedbirlerin yüzeysel-palyatif kalmaya mahkûm olduğunu açıkladılar.

"Avrupa'da gece yarısına ramak mı kaldı" sorusuyla konuya giren yazarlar; Barselona'daki gezilerinde, insanların mütemadiyen kendilerine "bankada para tutmanın güvenli olup olmadığını" sorduklarını anlatıyor; "sürecin artık patlayıcı bir evreye girdiğini" ilan ediyorlar.

"Sürecin artık patlayıcı bir evreye girdiği" durumda George Soros, Avro Bölgesi'nin geleceğiyle ilgili karamsardır. Danimarka'daki bir etkinlikte konuşan Soros, Avro Bölgesi krizinin giderek derinleştiği vurgusuyla, "Korkarım kriz kötüleşiyor. Kriz henüz sona ermedi ve şu an yanlış yöne doğru gidiyor," ifadesini kullandı.

Kim nasıl sunarsa sunsun: "Gidişat; Yunanistan'ın Avro'dan çıkması, Avro'nun dağılması ve bunun tüm AB projesini zaafa uğratması doğrultusunda."[30]

ABD'li iktisatçı Prof. Dr. Paul Krugman, Avro'nun artık parçalanmanın eşiğine geldiğini, böyle bir durumda da ECB'nın kendi kurallarını çiğnemesinin normal karşılanması gerektiği söylerken; 'Dünya Bankası' Başkanı Robert Zoellick de ekliyor: "Avrupalılar Avrupa ekonomisinin geleceği konusunda karar vermeliler, bugünkü sistemi korumak artık mümkün değildir. Avro Bölgesi yol ayrımındadır. Bu yollardan birincisi para birliğini politik ve mali birlikle güçlendirmek; ikincisiyse mali birliğe son vermektir."

Avrupa Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso'nun da, "Avrupa'nın kendisini dönüştürmesi gerek, yoksa çökecek," 

uyarısında ifadesini bulan söz konusu düaliteler AB'yi daha da zorlarken; Avro alanında Güney Avrupa'nın çatırdamasıyla başlayan süreç, AB'nin geleceğinin ciddi bir biçimde sorgulanmasına yol açtı. 17'si Avro kullanan, 10'u ise kendi ulusal parasını kullanarak AB üyeliğini sürdüren 27 üyeli AB'nin küresel krizle birlikte inşasını sürdürmesi, "tek Avrupa" hayalini gerçekleştirmesi mümkün mü? 

Bu soruya artık kimse kolay kolay olumlu yanıt veremiyor. Yunanistan, İtalya, İspanya, Portekiz, İrlanda gibi Avro alanının zayıf halkalarında yaşananlar, Avro temelli bir ortaklığın sürebileceği ihtimalini çok zayıflattı.

Yunanistan'da Papandreu'ya, İtalya'da Berlusconi'ye havlu attıran koşulların, sihirli bir değneğin dokunuşuyla işbaşına getirilen Lukas Papadimos, Mario Monti gibi "Dervişgil" teknokratlarca düzeltilebilmesi pek kolay ve mümkün görünmüyor.

Bu arada İrlanda'yla birlikte Yunanistan, Portekiz, İtalya ve İspanya gibi Akdeniz ülkeleriyle devrilmeye başlayan domino taşları altında Fransa'nın da kalma riski var. Borçların yüzde 40'ına sahip bu ülkelere Fransa da eklenirse AB harabeye dönebilir.

Kamunun borç yükü şu anda dünya üzerindeki birçok ülkenin bir numaralı ekonomik sorunu... Avro Bölgesi'nin borçlarının yüzde 40'ına sahip olan ve kendilerine 'PIIGS ülkeleri' denen Yunanistan, İrlanda, Portekiz, İtalya ve İspanya ekonomilerini kurtarmak için toplantı üstüne toplantı yapıp, paket üstüne paket açan AB'nin kamu borcu 10.1 trilyon

Önce genel bir resimle bu borç meselesine bakalım. AB coğrafyasının toplam kamu borcu 10.1 trilyon avro. Bunun yüzde 21'i Almanya'ya, yüzde 18'i İtalya'ya, yüzde 16'sı Fransa'ya ait. 

İngiltere'nin kamu borcu toplam AB kamu borcunun yüzde 13'üne, İspanya'nınki ise yüzde 6'sına eşit...

Ülkelerin bütçe açıkları açısından da durum pek parlak değil. 

Yunanistan'da bütçe açığının GSYİH'ye oranı yüzde 13, İspanyada yüzde 11, Almanya'da yüzde 3.3 seviyesinde. Yine Yunanistan'da borcun milli gelire oranı yüzde 143. Elbette birlik olmanın doğal bir sonucu virüs bir bünyeye girdi mi bütün topluluğa sıçraması da kaçınılmaz hâle geliyor. Örneğin, İspanya'nın İtalya'ya borcu 31 milyar dolar, Portekiz'e borcu 28 milyar dolar. Portekiz'in ise İspanya'ya 86 milyar dolar, İtalya'ya 6.7 milyar dolar borcu bulunuyor. Portekiz, İtalya, İrlanda, Yunanistan ve İspanya'nın toplam borcu ise yaklaşık 3 trilyon 89 milyar Avro.
 
Evet borç krizi endişeleriyle sarsılan Avrupa'yı, bu sefer de resesyon korkusu sarıp, İspanya, İtalya, Belçika ve Almanya'da veriler gerilemenin kaçınılmaz olduğunu gösteriyorken; Avrupa'da "ikinci bir krizin kapıda olduğunu" söyleyen Garanti Yatırım Başekonomisti Gizem Öztok Altınsaç, "Bu 2009 gibi tüm küresel ekonomiyi etkileyecek bir kriz. Türkiye'nin resmin dışında kalıp etkilenmemesi çok olası değil," diye ekliyor...

Kimse inkâr edemiyor: Borç krizi yaşlı kıtayı çökertti.

'The Financial Times Deutschland'daki makalesinde, Avrupa ortak parasını kurtarmanın artık olanaksızlaştığına dikkat çeken Prof. Dr. Nouriel Roubini, "Avro'nun çöküşü ertelenip durmazsa, o zaman belki AB'nin bitişi engellenebilir! Çöküş kaçınılmazsa, ertelenmesi çok daha yüksek maliyetlere neden olur," derken; "Avrupa'nın alternatif seçenekleri hızla tükeniyor," diye ekliyor Nicolas Veron.
'Dünya Bankası' Başkanı Robert Zoellick'in de, Avrupa'daki finansal krizin, ciddi bir borç krizi hâline geldiğine dikkati çektiği koordinatlarda TÜSİAD danışmanlarından (Paris'te öğrenciyken "sosyalist"!) Seyfettin Gürsel ekliyor: "Avrupa'da borç krizi kontrolden çıkmak üzere. AB yeniden tasarlanmak zorunda..."

Evet, "Avrupa'nın borç yükü sorunu içindeki ekonomileri açısından borçlanma ve mevcut borçları çevirme maliyetleri giderek artıyor"ken; AB Komisyonu Üyesi Olli Rehn, Avro Bölgesi'nin borç krizini çözme yeteneği ve Avrupa bankaları konusunda endişe içinde olduğunu, ECB Başkanı Jean Claude Trichet de, "Belirsizlik düzeyi çok yüksek" uyarısını dillendiriyor!

Örneğin 'Moody's', stres testinden geçirilen 91 AB bankasının 26'sının dışarıdan desteğe ihtiyaç duyabileceğini açıkladı.
Ayrıca 'Avrupa Bankacılık Otoritesi'nin (EBA) 21 ülkedeki 90 bankayla ilgili stres testleri, 8 bankanın uzun süreli bir daralmaya dayanıklı olmadığını ve yüksek miktarlı kapitale ihtiyaç duyduğunu gösterdi. EBA tarafından açıklanan verilere göre 5'i İspanya 2'si Yunanistan, 1'i de Avusturya'da bulunan 8 bankanın ihtiyaç duyduğu kaynak miktarı 2.5 milyar Avro düzeyinde.[31]

İŞTE O 8 BANKA

ÜLKE BANKALAR

İSPANYA Caja Mediterraneo (CAM)

CatalunyaCaixa

Unnim

CajaTres

Banco Pastor

YUNANİSTAN ATE Bank

EFG Avrobank

AVUSTURYA Oesterreichische Volksbank
EBA'nın testi zorla geçenler bankalar ise şunlardı: Marfin Popular Bank (Güney Kıbrıs), HSH Nordbank, Nord LB (Almanya), Piraeus Bank, TT Hellenic Postbank (Yunanistan), Banco Popolare SC (İtalya), Banco Comercial Portugues, Espirito Santo Financial Group (Portekiz), Nova Ljubljanska Banka (Slovenya), BFA Bankia, Banco de Sabadell, Banco Popular Espanol, Caixa de Ahorros de Galicia, Vigo, Ourense e Pontevedra, Bankinter SA, Grupo Banca Civica, Caja de Ahorros y M.P. de Ontinyent (İspanya).

Borç kriziyle ateşlenen metastaz alıp yürümüşken; Avrupa'nın mali krizi, avro'nun sarsıntısı adımlarını sıklaştırıyor.

IMF'nin, 'Küresel Finansal İstikrar Raporu'nda, Avrupa'daki bankaların riskli varlıklarının kıtadaki borç krizi nedeniyle 300 milyar Avro arttığı ve bankaların olası zararlardan kendilerini korumak için sermaye bulmaları gerektiği açıklanıyor.

Bu da borç krizinin yayılmasıyla yüzleşen Avro bölgesinde işlerin pamuk ipliğine bağlı olduğunu ortaya koyuyor.

Örneğin Avro Bölgesi'nde Yunanistan, Portekiz, İrlanda, İspanya ve Güney Kıbrıs'ta borç krizi büyümeye devam ederken; 'Avrupa İstatistik Ofisi'nin (Eurostat) verilerine göre, Avro Bölgesi'nde 2011 yılı sonunda yüzde 87.3 olan kamu borcunun GSYH'ye oranı, 2012'nin ilk çeyreğinde yüzde 88.2'ye ulaştı. Bu dönemde 27 üyeli AB'nin kamu borç yükü ortalaması da yüzde 82.5'ten yüzde 83.4'e çıktı.

Ayrıca yine 'Eurostat'ın 23 Temmuz 2012'de yayımladığı, 2012'nin ilk çeyreği ile ilgili kamu borç yükü verileri, Avro alanı olarak bilinen AB 17'de kamu borç yükünün yüzde 3 artarak 8 trilyon 217 milyon Avro'ya çıktığını ve milli gelire oranının da 12 ayda 2 puan daha kötüleşip yüzde 88.2'ye ulaştığını gösteriyor.

Bu durumda Almanya Ekonomi Bakanı Wolfgang Schaeuble, Yunanistan'daki krizin artık bütün Avro bölgesi için tehlike hâline geldiği vurgusuyla, "Piyasalar, Yunanistan'ın başarıp başaramayacağından şüpheli. Yunanistan'a olan güven krizi, Avro denen yapıtı tehlikeye sokuyor," derken; Avro Bölgesi'nin üçüncü ve dördüncü büyük ekonomileri İtalya ile İspanya'nın tahvil ve borsa piyasalarındaki hareketliliğin ateşini yükselttiği Avrupa krizinde endişeler artırıyor.

Bunlarla paralel olarak kriz hızla ağırlaşırken, kredi notu derecelendirme kuruluşlarının verdiği notlar Avrupa için gerçek bir kâbus hâline geldi. Her gün bir ülkenin ya da banka grubunun notu düşürülürken genel gerileme ve panik sürüyorken; Avrupa Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso, Avro Bölgesi'nin borç krizinin bölgedeki çevre ülkelerin dışındaki ülkelere de yayıldığı uyarısını dillendiriyor.

Tüm bunlarla resesyonun gündem maddesi olduğu AB hayaletinde işsizlik ve "kemer sıkma" politikaları emekçilerin gündem maddesi olurken; Joseph Stiglitz, Avrupa'nın zor durumda olduğunu ve bazı ülkelerin kemer sıkma politikalarıyla intihara sürüklendiği vurgusuyla, "Avrupa'nın yaklaşımı kesinlikle umut vermiyor. Bence Avrupa intihara doğru sürükleniyor. Bunun siyasi sonuçları olacaktır," notunu düşüyor...

Evet Avrupa'da egemenler, borç sarmalından "kurtulmak" için "kemer sıkma" tedbirlerine hız veriyor.

AVRUPA'DA KEMER SIKMA ÖNLEMLERİ[32]
ÜLKE "ÖNLEMLER"

İNGİLTERE * Kamuda çalışanların emeklilik yaşı 2026'ya kadar 65'ten 67'ye çıkartılacak.

* Devlet memurlarının maaşı dondurulacak.

* 490 bin kamu çalışanının işine son verilecek.

* Sosyal yardım ödeneklerinde 18 milyar Avro'luk kesinti yapılacak.

PORTEKİZ * Emeklilik yaşı 65'e çıkarıldı. Aylık geliri 1500 
Avro'nun üzerinde olan çalışanların maaşında yüzde 5 kesintiye gidildi.

* Özel şirketlerde çalışma saatleri yarım saat arttırıldı, fazla mesai ücretleri kaldırıldı.

* KDV oranı yüzde 21'den 23'e çıkarıldı. Yılbaşı ikramiyeleri iptal edildi.

İRLANDA * 2012 bütçesinde toplam 3.8 milyar Avro'luk tasarruf öngörülüyor.

* Üç ve daha fazla çocuğu olan ailelere verilen maddi destek azaltılacak.

* İşsizlik yardımı haftada beş gün temel alınarak ödenecek.
* Devlet hastanelerinde yaptırılan özel tedaviler fazladan ücretlendirilecek.

İTALYA * 30 milyar Avro'luk önlem paketi açıkladı.

* Kamu sektöründe işe alımlar durdurulacak.

* Devlet memurları 3 yıl zam alamayacak.

* Emeklilik yaşı 65'ten 67'ye çıkacak.

İSPANYA * Kamu çalışanlarına yıl boyunca zam yapılmayacak.

* Emeklilik yaşı 65'ten 67'ye çıkarıldı.

* Memur maaşlarında 2012'de yüzde 5 kesinti.

* Çalışılan her yıl için 45 gün alınarak hesaplanan kıdem tazminatı ödemesi 33 güne düştü.

YUNANİSTAN * 30 bin kamu çalışanı emekli edildi, aylıklar kesintiye uğradı.

* 50 bin kamu çalışanı yedeğe alındı, on binlerce istihdam iptal edildi.

* 1300 Avro'yu geçen emekli maaşlarına yüzde 12 oranında kesinti uygulandı,

* Ayda 200 Avro'yu geçen ek emeklilik maaşlarında da yüzde 10-35 kesinti yapıldı.

ALMANYA * Emeklilik primleri yüzde 19.9 dan 19.6'ya düşürüldü. Emeklilik yaşı 65'ten 67'ye çıkarıldı.

*Dişler arasına köprü, protez ve kaplama yaptıracak olanlar sağlık kasalarından daha az yararlanacak.

* Çalışanlardan yapılan emeklilik kesintileri yüzde 0.3 azaltılarak yüzde 19.6'ya indirilecek.

FRANSA * İçki ve sigaraya uygulanan vergi yüzde 5.5'ten 7'ye yükseltildi.

* Kamu görevlilerinin emeklilik yaşı 65'ten 67'ye çıkarıldı.
* 1.5 milyar Avro'luk emeklilik kesintisi yapıldı.

BELÇİKA * 11.3 milyar Avro'luk tasarruf paketini kabul etti.

* Emeklilik yaşı 60'tan önce 62'ye bir yılın ardından ise 65'e yükseltilecek.

* Emekli olabilmek için yürürlükte olan 35 yıl çalışma şartı 2015'ten itibaren 40 yıla çıkarılacak.

*Çocuklu ailelere yardımların yüzde 12.5'i kesintiye uğradı.
Böylelikle Avro Bölgesi'ndeki "sosyal devlet" olarak tanımlanan uygulamalar geri çekilirken; her bir ülkede açılan tedbir paketleri işçi haklarının birbir tırpanlanması sonucunu doğuruyor.

Önce emeklilik yaşı yükseltildi, çalışma saatleri arttırıldı ve esnek çalışma yaygınlaştırıldı. Avrupa'daki işçilerin bu duruma karşılığı tüm ülkelerde grev olsa da Avro Bölgesi'nde "kemer sıkan" tüm ülkelerdeki paketler yürürlükte ve uygulanmaya devam ediyor.
Örneğin AB, ECB ve IMF yetkilileri (yani Troyka), Yunanistan'ın mali destek karşılığında imzaladığı memorandum çerçevesinde belirlenen planında başarı sağlanması için, 150 bin devlet memurunun daha işten çıkarılması konusunda hükümete baskı yaptı. Ayrıca özel sektörde maaşların 450 Avro civarına indirilmesi istedi.

Portekiz'in bütçe hedeflerine hızlı ulaşmak için düşündüğü tedbirler netleşiyor. Portekiz Başbakanı Pedro Coelho, yapısal reformlara hız vermeyi hedeflediklerini açıkladı.

Borcu yıllık bütçesine göre yüzde 80'i bulan İngiltere tarihinin en büyük grevlerinden birine sahne oldu. 750 bin kamu çalışanı 24 saatlik greve gitti. Londra sokaklarına indi.

Ve işsizlik; Avro Bölgesi'nde işsizlik oranı 2012 mayıs ayında yüzde 11.1 ile yeni bir rekor kırdı.

Avro Bölgesi tarihinin en yüksek rakamına ulaşan işsizlik oranı bir önceki nisan ay yüzde 11 ve 2011 yılının aynı döneminde yüzde 10 düzeyindeydi.

12 ayda işsizler ordusuna Avro Bölgesi'nde 1 milyon 820 bin ve AB'de 1 milyon 952 bin kişi eklendi.

Hollandalı elektronik devi Philips, 800 milyon Avro'luk tasarruf programı çerçevesinde 4 bin 500 çalışanını işten çıkarırken; Avrupa'dan küçülme haberlerinin ardından yükselen işsizlik haberleri geliyor. Temmuz 2012 sonu itibarıyla 27 üyeli AB işsizlik oranı yüzde 10.4; işsiz sayısı 25 milyon 254 bin olarak açıklandı. Son 12 ayda AB'de işsizler ordusuna 2 milyon kişi katılmış görünüyor.

'Eurostat'ın, 31 Ağustos 2012'de yayımladığı işsizlik verileri endişe verici...

Bekleneceği gibi, en yüksek işsizlik Avro alanının sorunlu ülkelerinde. İlk sırada yüzde 25'i de geçen işsizliği ile İspanya var. Yunanistan'ın işsizlik oranı yüzde 20 olarak tahmin ediliyor ama daha da yükseldiği aşikâr. Portekiz'inki ise yüzde 16'ya yaklaşmış durumda. İrlanda ve Slovakya işsizliği yüzde 15 dolaylarında...

Nihayet dünya ekonomisinden olumsuz veriler gelmeye devam ederken Avrupa'nın güney ülkelerinde yaz rehaveti bitti; sokaklar, meydanlar yeniden protesto gösterileriyle, genel grevlerle, polisle çatışan kalabalıklarla doldu.

AB'nin kuzey (zengin) ülkelerinin de krizin yükünü paylaşmaya hâlâ niyetli olmadığı görülüyor. Bu da, piyasa ekonomistlerinin bir türlü anlamadığı, ama AB projesine içkin olan bir "paradoksu" bir kez daha gözler önüne seriyor...

'The Financial Times'ın yorumuna göre, "Halkın gücü, kemer sıkmaya karşı yükselen gürültüyü güçlendiriyor".

'The Financial Times'ın, İspanya'da yaşananlarla, Katalonya'daki hareketin etkileri bağlamına yaptığı bu saptama aslında, tüm AB "periferisi" için geçerli. Yalnızca İspanya'da değil, Yunanistan ve İtalya'da halk sokaklarda...

Şimdi Ergin Yıldızoğlu'nun, "Dün, AB çapında devletler üstü, Kant'çı bir "evrensel barış" dünyası rüyaları görenleri, sanırım bugünlerde Avrupa çapında Hobbes'çu bir dünya, bir "Leviathan devlet" kâbusu bekliyor," saptaması eşliğinde şu soruyu sormanın sırasıdır:

Hangi AB'nin safına katılmak istiyoruz? Başkaldıranların mı, kemer sıktıranların mı?

Bu soruya yanıt gerekirken; "kemer sıktıranlar"ın Avrupa'sının hâl-i pür melali de şöyledir.

V-) ALMANYA, FRANSA, İNGİLTERE, BELÇİKA'DAN KARELER

Mesela; 'Royal Bank of Scotland'ın 3 bin 500 çalışanını işten attığı; 'Ulusal İstatistik Kurumu'nun (ONS) açıklamasına göre, 16-24 yaş grubunda işsiz gençler oranının yüzde 22'ye yükseldiği; işsiz sayısının, 1984'den beri en yüksek seviyeye çıktığı İngiltere...
Mesela; büyük süpermarket zinciri Delhaize'nın 5 bin kişiyle yollarını ayırırken; enerji şirketi Vestas da 2.300 işçiyi çıkarmak zorunda kalacağını açıkladığı; "Yol ayrımına geldi,"[33] diye anılan; "Kamu borcu açısından riskli ülkeler arasında yer alan ve Avrupa Komisyonu üyesi Karel de Gucht'un "Yeni Yunanistan olabilir," dediği Belçika...

Mesela; "Ekonomik gücü ve AB kurumları içindeki ağırlığı Almanya'nın her zaman için yönlendirici konumda olması sonucunu doğuruyor,"[34] diye anılan Almanya...

'Deutsche Bank', 2011 yılının üçüncü çeyreğinde 777 milyon Avro kâr ettiğini açıklayıp; aynı çeyrekte gelirlerini yüzde 47 arttırarak, 7.3 milyar Avro'ya çıkarırken; Almanya'da zenginlerle yoksullar arasındaki uçurum 10 yılda hızla büyüdü. Nüfusun yüzde 10'luk bir bölümü toplam servetin yüzde 65'ini elinde tutarken, geriye kalan yüzde 90 ise yüzde 35 ile yetinmek zorunda bırakılıyor. 10 yıl içinde servetin ikiye katlandığı ülkede yoksulların, düşük ücretli işlerde çalıştırılanların sayısı yıldan yıla artıyor. Bu tablodan elbette Türkiye kökenliler de önemli oranda etkileniyor. Her üç Türkiye kökenliden birisi yoksulluk sınırında yaşamını sürdürüyor.

Federal Çalışma Ajansı tarafından verilen bilgiye göre, Ağustos 2012 itibarıyla ülke genelinde 5 milyon 165 bin kişi İşsizlik Yardımı 1 ve İşsizlik Yardımı 2'yi (Hartz IV) alıyordu.[35]

RAKAMLARLA ALMANYA'DA YOKSULLUK

İşsizlik Yardımı I 837 bin

İşsizlik Yardımı II (Hartz IV) 4 milyon 420 bin

Sosyal yardım alan 910 bin kişi

1 Avro'luk işlerde çalışan 300 bin kişi

400 Avro'luk işlerde çalışan 4.9 milyon kişi

Ek iş yapanlar (Çalıştığı hâlde geçinemediği için ek işte çalışan) 1.3 milyon kişi

Yarım günlük işlerde çalışanlar 2.2 milyon kişi

Çalışan kadınlar yüzde 45'i yarım günlük işlerde çalışıyor.

Bütün bunların toplamından oluşan "Mini-İş"lerde çalışan sayısı 7.4 milyon kişi.

Kiralık işçi 800 bin kişi. (Bu sayı 1994'te 140 bin idi)

Resmi işsiz sayısı 2 milyon 905 bin (Temmuz 2012).

Yoksulluk Halkın yüze 15.6'sı (12 milyon) yoksulluk sınırında, yüzde 4.5'i aşırı yoksulluk içinde yaşıyor. (Eurostat)

Çocuk yoksulluğu 15 yaşından küçük her 4 çocuktan biri yoksulluk sınırı altında gelire sahip olan ailede yaşıyor. (PASS-Stuide). 

'Deutschen Kinderhilfwerk'in verilerine göre ise ülkede 18 yaşından küçük 2.7 milyon çocuk yoksulluk içinde yaşıyor.

1 milyon çalışanın aylık brüt maaşı 1000 Avro'nun altında.

Bu tabloda Almanya Maliye Bakanı Wolfgang Schaeuble, Avro Bölgesi borç krizinin reel ekonomiyi vurmaya başladığını ve yayılma etkisinin bankalara ve sigorta şirketlerine ulaşmaması için dikkatli olunması gerektiğini açıklarken; Almanya'da taşeronlaşmanın artması, emekçilerin ücretlerini hızla eritti. Artık çalışanların cebine 93 Avro daha az maaş giriyor...

Mesela; 'Standard&Poor's'un, AAA olan kredi notunu düşürdüğü, Yunanistan'ın en büyük alacaklısı Fransa...

Bunun artısı 'Moody's'in uyarısı: Elinde Yunan tahvili bulundurduğu gerekçesiyle Fransa'nın üç büyük bankası 'BNP Paribas', 'Societe Generale' ve 'Credit Agricole'ün notu indirim için izlemeye aldı.
Bunların da artısı: Evet, Fransız bankaları beş ülkeden 646.4 milyar dolar alacaklı. Söz konusu borcun yarısından fazlası İtalya'ya aitken; ülkenin Fransız bankalarına 392.6 milyar dolar borcu bulunuyor. Bunun 41.8 milyar doları banka, 253.2 milyar doları banka dışı sektör, 97.6 milyar doları kamu borcundan oluşuyor.
Fransız bankaları İspanya'nın Alman bankalarından sonra en büyük alacaklısı: Bu bankalara İspanya'nın 140.6, Yunanistan'ın 56.7, İrlanda'nın 29.6, Portekiz'in ise 26.9 milyar dolar borcu var.

Avrupa Komisyonu tahminlerine göre, Fransa'da kamu açığının milli gelire oranı yüzde 5.8'e ulaşırken İtalya'da bu oran 1.8 puan daha aşağıda.

Dış dengede de durum aynı. Fransa 2011 yılı milli gelirinin yüzde 3.9'u kadar cari açık veriyor. İtalya'da ise bu oran yüzde 3.5.
Fransa'da işsizlik oranının 2011 sonunda yüzde 9.5'i bulacağı tahmin edilirken İtalya'da işsizlik oranının yüzde 8.4'ü görmesi bekleniyor. Yani İtalya kamu mali dengesi, dış denge ve istihdam konusunda Fransa'da çok daha iyi bir konumda bulunuyor.

"Battı, batıyor" diye anılan İtalya'dan ne farkı var Fransa'nın?

VI-) MAMA MİA! İTALYA...

Mesela "Mama Mia!" nidalarıyla anılan İtalya!

IMF Başkanı Christine Lagarde'ı, borç krizini aşma çabalarında siyasi netliğe ihtiyaç olduğunu vurguladığı İtalya'ya ilişkin olarak; "Avro'nun batışı krizin göbeğindeki Yunanistan'dan değil, 'Avro alanının' en büyük üçüncü ekonomisi İtalya'dan olacak..." saptamaları yaygınlaşıyor!

Gerçekten de Avrupa Merkez Bankası yetkililerinin, "İtalya konusunda çok endişeliyiz," dediği Avrupa'da İtalya kâbusu yaşanıyorken; Güven Özalp, "Krizde sıra İtalya'da"; Servet Yıldırım da, "İtalya'yı Yunanistan ile karıştırmayın!" uyarılarını dillendiriyorlar!

Bugünkü durum; "Berlusconi ekonomisi"nin bakiyesidir.
Avro alanının üçüncü büyük ekonomisi olan İtalya, 2.1 trilyon dolarlık milli geliri, 60 milyon nüfusu ile, kriz üssü gibi gösterilen Yunanistan'ın tam 7 katı büyük bir ekonomi ve deprem üssü. AB'nin yaklaşık 11 trilyon dolarlık kamu borç stokunun dörtte biri tek başına İtalya'ya ait, Yunanistan'ınkinden 7 kat büyük. İtalya'nın kamu borçları, milli gelirinin yüzde 120'si dolayında (Maastricht kriteri yüzde 60, Türkiye'ninki yüzde 42).

Evet İtalya, Avro Bölgesi'nin Yunanistan'dan sonra en fazla kamu borcuna sahip ülkesi. İtalya'nın kamu borcunun GSYH'ya oranı yaklaşık yüzde 120 ile 1.9 milyar Avro'ya ulaşmış durumda. Ülkenin bütçe açığının GSYH'ye oranı da 2010 yılında yüzde 4.6'ya yükseldi.

İtalya, borç çevirme konusunda sıkıntı yaşayıp; ülkenin bir borç krizinin eşiğinde olduğu görüşü ağırlık kazanıyor.

Dünyanın en gelişmiş ekonomilerine sahip ülkelerin üyesi bulunduğu G-8 grubunun bir üyesi olan İtalya'nın geçen on yıldaki ekonomik performansı en azından son dönem itibariyle "gelişmişlik" konumunu pek doğrulamıyor.

IMF verilerine göre İtalya'nın son on yıl ortalama yıllık GSYİH büyüme oranı sadece yüzde 0.25 oranında gerçekleşmiş. İşsizlik ve enflasyon oranları kontrollü seviyelerde seyretmekle birlikte, dış ticaret ve borç performansında kötüye gidiş gözlemleniyor. Ülkenin yıllık iç tasarruf açığı GSYH'ye oranla yüzde 2-3 düzeyinde. Bu durum borçlanma düzeyinin yükselmesine neden olurken tasarrufu aşan yatırımların ekonomik büyümeye dönüşmemesi borç/ GSYH oranlarının daha da artmasına neden olmuş. Tasarruf açığının diğer bir yansıması cari hesap dengesinde gözüküyor.

İtalya'nın cari hesap açığı, GSYH'ye oranla 2000 yılında yüzde 0.5'ten 2010 yılında yüzde 2.1'e çıktı.

Bu durumda Avusturya Maliye Bakanı Maria Fekter, "İtalya kurtarılamayacak kadar büyük. Roma yönetimi büyük fedakârlık yapmalı," derken; 'Reuters', İtalya için bir borç dökümü yayımladı.
Buna göre, 2012'de sıfır büyüme varsayımı altında, yüzde 7'lik bir borçlanma faizi ile İtalya'nın, borçlarının GSYH'ye oranını yüzde 120'de sabit tutabilmesinin tek koşulu var; GSYH'nin yüzde 8.4'ü kadar bir faiz dışı fazla sağlaması. En iyimser hâli ile tahminler, İtalya'nın 2012'de yüzde 3.7'lik bir faiz dışı fazla sağlayabileceği yönünde.

BIS verilerine göre de, İtalya'dan alacakların toplamı; Avrupa bankaları için 832 milyar dolar, küresel alacakların toplamı ise 1.2 trilyon dolar. Bu sayılar, krizi AB'nin çekirdeğine taşıyor!
Tam da bu noktada yine ve yeniden "kemer sıkma" önlemleri devreye sokuluyor...

"Ekonomik reform paketi" İtalyan Senatosu'nda onaylanıyor; "reform planı"nın faturası çalışanların önüne konuyor. Vergiler artıyor, kadınların emeklilik yaşı uzuyor, emekli maaşları ve tatiller tırpanlanıyor...

ECB Başkanı Jean-Claude Trichet'nin, "İtalya'nın yapısal reformları yapması, bütçe açığını azaltacağı ve ekonominin esnekliğini yükselteceği yönünde verdiği taahhütleri sürdürmesi gerektiğini" belirttiği malum güzergâhta İtalya'da işsizlik büyüyor; genç işsizlerin oranı yüzde 30'u geçiyor; 8 milyon insan yoksulluk sınırı altında yaşıyor!

AB'nin en büyük üçüncü ekonomisi İtalya'da 2011 yılında nüfusun yüzde 11'inin yani 8.1 milyon kişinin göreceli fakir olarak kaydedildiği; Sicilya'da ailelerin yüzde 27.3'ünün, Calabria'da da yüzde 26.2'sinin yoksul durumda olduğu noktada sözü, Nilgün Cerrahoğlu'na bırakıyorum:

"İtalya'da krizin görünenden çok derin olduğunu, bundan iki-üç yıl önce 'La Stampa' gazetesinde yayımlanan bir röportajı okurken kavramıştım...

'Ay sonunu getiremeyen' aileler...

Gençlerin yüzde 30'u İtalya'da bundan böyle ne okula gidiyor, ne işe girebiliyorlar. Diplomalı gençler, iş piyasasındaki tüm bu sorunlar nedeniyle ülkeyi yavaş yavaş terk ediyor...

Bitmedi! 60 milyonluk ülkede, 8 milyon İtalyan -yani nüfusun yüzde 14'ü- artık 'fakir' kategorisine giriyor. Fakiri bırakın, 'memur', 'öğretmen'... gibi 'orta sınıf' kabul edilen sıradan insanlar bile artık ay sonunu getirmekte zorlanıyor..."

VII-) İBERYA AÇMAZI: PORTEKİZ, İSPANYA...

Gelelim Avrupa'nın İberya'sına...

Kriz depremi İspanya'yı da fena sallıyor...

İspanya küresel kriz öncesi, bugün Türkiye'de benzerini gördüğümüz inşaat sıtmasına tutulmuştu. Dağ taş, kıyılar konut inşaatı ile dolmuş ve fiyatlar balon yapmıştı. Hem de öyle böyle değil. İspanya'daki bankalar, kriz öncesinin likidite bolluğu ikliminde, küresel para piyasasından topladıkları fonları inşaatçılara kredi, hanehalkına da konut kredisi olarak veriyor ve inşaat balonunu şişiriyorlardı.

ABD'deki konut balonunun gümlemesine paralel olarak İspanya'da da çanak-çömlek patladı ve bankalar alacaklarını tahsil edemez, yükümlülüklerini yerine getiremez duruma düştüler. İlk elde devletin yaptığı kurtarma operasyonları, finans sistemini ipten aldı ama bütçeye, maliyeye devasa yükler bindirdi.

Böylece, İspanya, hızla devletin mali krizini yaşamaya başlarken, büyüyen bütçe açığını daraltmak ve kamu borç yükünü azaltmak için kemer sıkıldı. Antisosyal politikalar izlendikçe, yüzde 25'e tırmanmış işsizlikten bunalmış "sokak"la çatışmalar da hızlandı...
İspanya'nın banka yangını ise küllenmek bilmiyor. IMF'nin 8 Haziran 2012 tarihli basın bülteninde, ülkenin mali sıkıntı içindeki bankalarının en az 40 milyar Avro (50 milyar dolar) nakit aktarımına ihtiyaç duyduğu belirtildi.

Ülkenin acil servisteki bankası, 4 numarası, BFA-Bankia, toksik kâğıtlardan komada. BFA-Bankia, sadece bir finans kuruluşu değil; bir holding, doğrudan ve dolaylı 700 şirket ile ilgisi var. Banka'nın devletçe kurtarılması, daha doğrusu kaynak koyması gerekiyor. 

Para IMF'den mi alınacak? Yani bizim 2001'de yaşadığımıza benzer bir durum...

1.5 trilyon dolarlık milli geliri olan İspanya'nın kamu borcu 2012'de 1 trilyon 350 milyar doları bulacak. Böyle bir borç yükü ile ülke yönetmek hiç kolay değil. Banka batıkları, diğer Batı Avrupa bankalarının da batığı aslında...

Bu durumda Avrupa'nın 1.5 trilyon dolarlık milli gelire sahip, en büyük 5. ekonomisi İspanya, Haziran 2012'de bankalarını yeniden yapılandırmak amacıyla 'Avrupa Destekleme Fonu'ndan 100 milyar Avro talep ederken; kurtarma paketine başvurma baskısı altındaki ülkede, Bütçe Bakanlığı 2013 yılında 207.2 milyar Avro borçlanmayı planlıyor...

Tam da bu tabloda Öfkeliler alanlara çıktılar.

İspanya'da itfaiyeciler maaş kesintilerini soyunarak protesto etti. 

İspanyol itfaiyeciler çıplak poz verdikleri itfaiye binasının duvarına "O kadar çok kestiniz ki, çıplak kaldık" yazılı pankart astılar.
İşsizliğin yüzde 24'e çıktığı İspanya'da, seslerini duyurmak isteyen işsizler, ülkenin dört yanından Madrid'e yürüdü. Barcelona, Sevilla, Gijon ve Leon gibi farklı şehirlerden yürüyerek Madrid'e gelen göstericiler, 21 Temmuz 2012 günü sabah saatlerinde Prado Müzesi önünde buluştular. "Bir sonraki işsiz bir milletvekili olsun", "Parlamentoya kesinti" gibi sloganlar eşliğinde Prado Müzesi'nden Sol Meydanı'na yürüdüler.

Benzer hikâye İberya'nın Portekiz'inde de yaşanıyor...

'Moody's' Portekiz'in notunu kırarak, ülkenin batışı sürecini de hızlandırdı. Portekiz'in notu çöp seviyesinin altına indirdi, Avrupa borsaları tepetaklak oldu.

Portekiz Merkez Bankası, ülke ekonomisinin kemer sıkma tedbirlerinin etkisiyle 2011'de yüzde 2, 2012'de ise yüzde 1.8 oranında daralacağını açıkladı.

Avrupa Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso, Portekiz'in Avro'yu terk etmesinin "trajedi" olacağı vurguladı.

Sonra da ülkeye, IMF ile anlaşmasına göre, 78 milyar Avro'luk yardım yapılacağı, karşılığında yüzde 9.1 olan bütçe açığının 2013'te yüzde 3'e indirileceği açıklandı.

Bunun üzerine Lizbon'da binlerce kişi hükümet aleyhine gösteri düzenledi; ""tasarruf paketi"ni protesto eden halk, yeni vergilere karşı çıktı.

Yücel Özdemir'in de işaret ettiği gibi, "10 milyonluk Portekiz'de bir milyon emekçinin sokağa çıkması biriken öfkenin boyutunu yeterince gösteriyor.

Öyle anlaşılıyor ki; Portekiz'de mücadele daha önce hükümeti devirdiği gibi bundan sonra daha da sertleşerek devam edecek. Çünkü; AB, AMB ve IMF'den oluşan 'Troyka' tarafından mevcut hükümete dikte ettirilen 'açı reçete' yenilir yutulacak gibi değil: 2013'te maaşlarda yüzde 7 kesinti yapılması planlanırken, çalışanlardan alınan sosyal sigorta primler yüzde 11'den yüzde 18'e yükseltilirken, işverenlerden alınan prim miktarı yüzde 23.75'ten yüzde 18'e düşürülüyor.

Yani; Portekiz emekçisinin cebine 2013 yılında girecek para küçümsenmeyecek miktarda azalacak, zaten yüksek olan işsizlik ve yoksulluk daha da artacak."

VIII-) İRLANDA, MACARİSTAN, SLOVENYA, BULGARİSTAN YIKIMI

Ya İrlanda, Macaristan, Slovenya ve Bulgaristan yıkımı mı?
Kısaca ve hızla sıralayalım!

Mesela; AB'nin en yoksul ülkelerinden 7.4 milyon nüfuslu Bulgaristan'da, işsizlik oranı yüzde 12 ile 14 arasında. Asgari ücret 200 leva civarında yani yaklaşık 100 Avro, yani 250 TL...

Mesela; "Avrupa'nın Macaristan sorunu"[36] nitelemesiyle anılan coğrafya; 2010 yılında IMF ile anlaşmasını iptal eden Macaristan; daha fazla dayanamadı ve AB Komisyonu ve IMF'den mali yardım talebinde bulundu. Macaristan'da bütçe açığı yüzde 2.8 ve işsizlik oranı yüzde 11 civarında...

Mesela; 'Moody's'in, 13 Temmuz 2011'de kredi notunu bir kademe aşağı çekip; yatırım yapılamaz ülkeler kervanına kattığı İrlanda...
Borç sorunuyla boğuşan İrlanda "Hesapsızlığın bedelini ödüyor"ken[37] AB ve IMF, Dublin yönetimiyle 85 milyar Avro'luk yardım için anlaştı. Paket kapsamında, 25 bin civarında kamu personelinin işine son veriliyor!

Mesela; AB'nin ekonomik anlamda örnek ülkelerinden biri olarak gösterilen ve kaçınılmaz olarak da yaşanan krizin son kurbanı olan Slovenya...

Ülkede patlayan gayrimenkul balonu Slovenya'daki bankaları iflas noktasına getirirken; yaşanan sıkıntıya ilişkin açıklamasında Başbakanı Janez Jansa, "Kamu harcamalarının faturalarını birkaç hafta daha ödeyebilecek paramız kaldı. Slovenya, ekim ayında iflas tehlikesiyle karşı karşıya kalabilir," vurgusuyla itiraf etti: "Eğer devlet tahvili satamazsak para ödeyemez durumuna düşebiliriz"![38]

IX-) YUNAN(İSTAN) TRAJEDİSİ

Nouriel Roubini'nin, "Yunanistan'ın Avro bölgesinden çıkışı, Yunan ekonomisi ve toplumunun yavaş yavaş infilak etmesini seyretmekten daha iyi bir seçenek";[39] Ekonomist Christopher Pissarides'in, "Yunanistan'a ne olacağını öngörebilmek zor. AB ve Avro Bölgesi adına da iyi olmayacağı ortada"; AB Komisyonu Parasal İşler Sorumlu Üyesi Olli Rehn'in, "Avrupa'nın, II. Dünya Savaşı'ndan bu yana karşılaştığı en kötü krizdir Yunanistan"; Maliye Bakanı Evangelos Venizelos'un, "Ölümcül tehlikeyle karşı karşıya," diye tasvir ettikleri Yunan(istan) trajedisi, Metin Ercan'ın ifadesiyle "Çıkmaz"!

Kolay mı? 'Uluslararası Ödemeler Bankası'na (BIS) göre, Yunanistan'a en çok borç sağlayan ülkeler 56.7 milyar dolarla Fransa; 33.9 milyar dolarla Almanya; 14.6 milyar dolarla İngiltere; 7.3 milyar dolarla ABD; 4 milyar dolarla İtalya; 2.8 milyar dolarla İsviçre; 1.6 milyar dolarla Japonya ve 0.9 milyar dolarla İspanya'yken Yunanistan'ın borçlarının GSMH'ye oranı yüzde 160 düzeyinde!

Bu tam anlamıyla bir felaket...

Örneğin Yunanistan'ın bütçe açığı 2007'de yüzde 105 iken, 2008'de yüzde 111'e, 2009'da yüzde 127'ye, 2010'da yüzde 143'e çıktı. 2011 sonunda ise yüzde 157'yken; Yunanistan'ın ekonomik verileri de giderek kötüleşiyor...

Nüfusu 11 milyon ve yüzde 98'i Ortodoks olan Yunanistan'ın, kentsel nüfusu toplamın yüzde 61'ini oluşturuyor. Nüfus artış oranı binde 6. İşgücü nüfusu 5 milyon düzeyinde.

Yunanistan ekonomisi 2009'da yüzde - 4.4, 2010'da yüzde - 2.3, 2011'de ise yüzde - 6 küçüldü.

2011 GSYİH'si 305.6 milyar dolar. Kişi başına milli geliri 27.600 dolar. Doğrudan yabancı yatırımlar tutarı 36.64 milyar dolar. GSYİH'nin yüzde 3.6'sını tarım, yüzde 18'ini sanayi ve yüzde 78.3'ünü hizmetler sektörü oluşturmaktadır.

Kamu borcu 2011'de GSYİH'nin yüzde 165.4'ünü oluşturuyor. Dış borcu 583.3 milyar dolar. 2011 bütçe gelirleri 124.5 milyar dolar, harcamaları 154.5 milyar dolar. Bütçe açığının GSYİH'sine oranı yüzde - 9.6.

Sağlık harcamaları GSYİH'nin yüzde 7.4'ünü, eğitim harcamaları ise yüzde 4'ünü oluşturmaktadır.

İşsizlik oranı 2010'da yüzde 12.5 iken 2011'de yüzde 17. Yoksulluk sınırının altındaki nüfus yüzde 20.

Petrol ithalatı 496.600 varil/gün. İhracatı ise 181.600 varil/gün. Doğalgaz ithalatı 3.8 milyar cu. m. Bunun tamamı tüketiliyor.
2011 ihracatı 26.64 milyar dolar, ithalatı ise 65.79 milyar dolar. Almanya ile dış ticaret hacmi toplam dış ticaretin yüzde 21'ini oluşturuyor. Bu ülkeyi yüzde 20 ile İtalya takip ediyor. Türkiye'ye yaptığı ihracat, toplam ihracatının yüzde 5.4'ü civarında. Cari işlemler açığı 28.4 milyar dolar.

Ticaret Filosu 886 gemi ile dünyada 12. sırada. 81 havalimanı, 2.548 km demiryolarına sahip. Petrol boru hattı 75 km. Gaz boru hattı ise 1.240 km.

Söz konusu dizaynda Yunanistan'da, sanayinin gayri safi milli hâsıla içindeki payı sadece yüzde 14.6. Tarımın payı yüzde 3.5'ta kalırken, hizmet sektöründe bu rakam yüzde 82'yi buluyor.

Krizden sonra radikal düzenlemelere giden ülkede 300 bin devlet memuru var. Bugün yeni işe başlayan memurlar 711 Avro maaş alıyor. Eski memurların maaşı ise 1.666 Avro. Bu rakamlar ek ödemelerle birlikte yüzde 60 oranında artabiliyordu. Yeni düzenlemeye göre ise eski memurların maaşı 2 bin 150 Avro'da sabitlenirken bütün ek ödemeler iptal edilecek.

Alınan kararlardan sonra tansiyonun iyice yükseldiği Yunanistan'da 2010 yılında yedi geniş çaplı grev düzenlendi. 2010 yılında 200 Yunan firması kepenk indirdi, 1.500 yabancı perakende firması ülkeyi terk etti.

Bütün ekonomik krizler gibi burada da en çok orta sınıf etkilendi. Çoğu küçük ölçekli 27 bin 500 yerel mağaza kapandı.

İşsizliğin yıldan yıla arttığı Yunanistan'da 2010 yılında 11 milyon olan nüfusun sadece 4 milyon 389'u iş sahibi olarak kayıtlara geçti. Bu rakamlara göre toplam nüfusun yüzde 12.45'i işsiz. Dünyanın onuncu büyük kıyısına sahip ülke, gayri safi yurtiçi hâsılasının yüzde 15 gibi önemli bir oranını turizmden karşılıyor. Ekonominin yüzde 40'ı kamu sektörünün elinde.

Yunanistan'da sanayi sektörü diğer Avrupa ülkelerine göre zayıf. 2007-2008 yılında yaşanan ekonomik durgunluğu turizm sektörü sayesinde atlatsa da ekonomi 2009'da yüzde 2.5 küçüldü. Durgunluk, ülkenin dış ticaretine de yansıdı. Tarihindeki en ağır ekonomik krizi yaşayan Yunanistan'da 2010 yılının verilerine göre cari açık 31 milyar 485 milyon doları buldu.

Bu durumda Yunanistan Başbakanı Antonis Samaras, 'Handelsblatt' gazetesine, uluslararası kreditörlerinden yeni kredi dilimi gelmezse Yunanistan'ın 2012 Kasım'ından sonra dayanamayacağını açıklayıp, yüksek işsizlik oranı ve aşırıcılığın yükselişine dikkat çekerek, "Yunan demokrasisi en büyük zorlukla karşı karşıya. Koalisyon hükümeti başarısız olursa ülkeyi kaosun bekliyor," dedi...

Gerçekten de Nikos Konstandaras'ın, "Yunanistan, iblisler doğurabilecek bir anarşiye doğru kayıyor. Kalabalıklar adalet ve kan diye ulurken siyasetçiler eski rollerinde ısrar ediyor," diye yansıttığı egemen ruh hâli panik içindedir.

Aşırı milliyetçi görüşleri ile tanınan Selanik metropoliti Anthimos, Yunanlıların "ekonomik krizden kurtulması" duası yazıp, yetki bölgesi içindeki 44 kilisede okuttu...

Ekonomik krizden kurtulma duasında, şöyle denildi: "Ulu Tanrı bizi düşmanlarımızdan, vatanımıza haksızlık edenlerden, vatanımıza karşı kurnaz emelleri olanlardan koru. Ulu Tanrı senin huzurunda, devlet ve halk olarak ekonomik ve parasal işlerin idaresinde hata yaptığımızı, kolay zenginliğe, maddiyatçılığa esir düştüğümüzü itiraf ediyoruz. Ancak ulu Tanrı, yeryüzünde kimse ideal ve günahsız değildir. Senin insafına sığınıp bizi korumanı rica ediyoruz. Ülkeyi yönetenleri ve o kadar sınavdan geçen bu halkı korumanı rica ediyoruz: Bizi bu borçtan kurtar Ulu Tanrı."

Evet, egemen ruh hâli panik içindedir; kilise de bunu için "tanrısına dua ediyor"!

Çünkü ekonomik kriz kiliseyi de vurdu. Büyük mal varlığı olan ve ekonomik özerkliği bulunan Yunan Kilisesi, iflasın eşiğine geldi. Bağışların azalması, kiliseye ait oteller ve iş yerlerinden kira toplanamaması nedeniyle geliri düşen Yunan Kilisesi için de kemer sıkma programı hazırlandı

Yunan Kilisesi'nin lideri Atina Başpiskoposu Yeronimos, kilisenin içinde bulunduğu ekonomik sıkıntıyla ilgili yaptığı açıklamada, "Kilisenin büyük nakit sıkıntısı içerisinde bulunduğunu ve yıl sonuna kadar zor günler yaşayacağını" ifade ederken, Kilisenin Ekonomik İşler Sorumlusu Elassona Bölgesi Metropoliti Vasilyos da, "Bu konuda Kilise'de bir kemer sıkma programı hazırlandığını" açıkladı.

Evet; orta yerde topyekûn bir iflas söz konusudur...

İşte birkaç çarpıcı örnek!

i) 23 Ekim 2011 günü ajanslara düşen haberlere göre, Yunanistan'da kriz sebebiyle doğumlar yüzde 15 azaldı, geçim sıkıntısı çeken aileler çocuklarını devlet kurumlarına bırakıyor, hırsızlıklar arttı...
ii) Yunanistan'da devlet hastaneleri ödeme yapamadığı için ilaç firmalarına borçları 1 milyar Avro'ya yaklaştı... İlaç sıkıntısı başladı...

'The Times'a göre, bazı büyük ilaç firmaları hastanelerin borçlarını ödemediği gerekçesiyle Yunanistan'a sevkiyatını durdurdu...

iii) 'Le Monde Gazetesi'ne demeç veren Yunanistan Başbakanı Antonis Samaras, hükümetin adaların bazılarını satmayı veya kiraya vermeyi düşündüğünü açıkladı...

iv) Avrupa bölgesinde krizden çıkmak için yoğun çaba harcayan Yunanistan'da karbondioksit salınım kotasını, Atina Borsası'nda 139 milyon Avro'ya sattı...

Verili çöküşün sorumlusu kim?

Bunu yaratan egemenler mi, yoksa krizin ciro edildiği madûnlar, emekçiler mi?

Öncelikle 'Ifo Ensititüsü' ile 'Center for Econonomic Studies'un başkanı Prof. Dr. Hans-Werner Sinn, Yunanistan'a yardım paketinin bir yanılsama üzerinde yükseldiğini belirterek "Yunanistan'a değil, paraları uluslararası bankalara veriyorlar," derken; Yunanistan'da siyasetçiler kendini kurtarma derdine düştü. İflas korkusuyla pek çok milletvekilinin paralarını yurtdışına kaçırdığı bildirildi.

Yunanistan Başbakan Yardımcısı ve Maliye Bakanı Evangelos Venizelos, krizin başladığı günden bu yana ülkedeki bankalarından çekilen 65 milyar Avro'nun sadece 16 milyarının yasal yollardan yabancı bankalara aktarıldığını söyledi.

Yurtdışındaki bankalara para aktaranlar arasında eski milletvekillerinin yanı sıra şu an parlamentodaki bir milletvekilinin de olduğu belirtiliyor.

'Bild', 19 Ekim 2011 tarihli nüshasında zenginlerinin özellikle Kıbrıs üzerinden İsviçre bankalarına 200 milyar Avro tutarında bir sermaye kaçırdığını açıkladı.

'To Vima'ya konuşan 'Vergi Adaleti Ağı'nın Başkanı John Christensen, Yunanlıların 20 milyar Avro'ya kadar bir meblağı İsviçre bankalarında "sakladıkları"nı, "Avrupa'nın vergi cennetleri" İsviçre, Lüksemburg, Liechtenstein ve Kıbrıs gibi ülkeleri tercih ettiklerini açıkladı.

Bu kadar da değil!

Michael Roberts'e göre, Yunanistan'da 150 bin Avro'yu aşan vergi borcu bulunan 6 bine yakın şirket olduğu görülüyor. Bunların toplam vergi borcu 30.9 milyar Avro'ya ulaşmış durumda. Söz konusu 6 bin şirketin en borçlu 212'sinin borç tutarı toplamın yarısına denk. Bu borçların sadece yüzde 40'ının tahsil edilmesi durumunda bile Yunanistan'ın 2011'deki bütçe açığının (17 milyar Avro) tamamının kapatılabileceği öngörülmekte.

Ayrıca Yunanistan'da devletin özel kişilerden 42 milyar Avro vergi ve KDV alacağı bulunuyor. Söz konusu borç miktarından 37 milyar Avro'luk kısmının, 10 bin kişiye ait olduğu belirtiliyor. 890 bin kişi ise geri kalan 5 milyar Avro'nun borçlusu.

Krizin sorumluları ve krizin faturasının kime çıkarılması gerektiği çok açık değil mi?

Bu böyleyken; Paris-Berlin hattı, "Yunanistan sözünü tutup kemer sıkmayı sürdürmeli" diyor; "Merkel-Hollande ve Merkel-Samaras görüşmelerinden Yunanistan'a soluk alma şansı değil 'reforma devam' baskısı çıkıyor. Merkel, mevcut şartlardan vazgeçmeyeceklerini yineliyor."[40]

Avro Bölgesi Bakanlar Grubu'nun Başkanı Jean-Claude Juncker, "Yunan halkı bilmeli ki biz bir program üzerinde anlaşmaya vardık ve bu program uygulanmak zorunda," diye haykırırken; Yunanistan'a Troyka'nın dayattığı "6 madde" şöyle:

1) 15 bin memurun 2012 içinde işine son verilmesi...

2) 1200 Avro üstü emekli maaşlarında yüzde 15 kesinti yapılması...

3) Özel sektörde asgari ücretin yüzde 22 kesilerek 751 Avro'dan 600 Avro altına çekilmesi...

4) Yardımlaşma sandığı (ek emekli maaşı) maaşlarında yüzde 15 kesinti yapılması...

5) KİT'lerde çalışanların memur statüsü ve verilen ek ödeneklerin iptal edilmesi...

6) İşsizlik ödeneğinin 450 Avro'dan 360 Avro'ya düşürülmesi ve 1 yıllığına verilmesi...

Nihayet kesinti planlarına direnen binlerce çalışanın genel grevine rağmen "kemer sıkma" onaylandı. Yunanistan'da 28 milyar Avro'luk kemer sıkma paketi, polisin çelik çitlerle güvenliğini sağlamaya çalıştığı parlamentodan geçti.

Yunan Parlamentosu, IMF, AB ve Avrupa Merkez Bankası'nca önerilen kurtarma reçetesini onayladı. Böylelikle, 2012'de 15 bin kamu personeli işten çıkartılacak. Ayrıca kamuda ücretler, emekli, dul yetim maaşları 3.3 milyar Avro azaltılacak. Asgari ücret 751 Avro'dan 600 Avro'ya düşürülecek.

Kamuda yeniden yapılanmaya gidilerek, binlerce memur kademeli olarak işten atılacak. Sayıları azaltılacak memurların maaşları da düşürülecek. Böylece harcamalarda 6.3 milyar Avro'luk tasarruf sağlanacak.

Aylık 'Crash' dergisinin sıralandığı dramatik verilerde[41] bir kez daha somutlanan durum; yani Yunan(istan) trajedisi şu merkezde!

1) Yunan GSMH'sı son 3 yılda yüzde 16 düştü, bu yıl da en azından yüzde 6 düşecek dolaysıyla, Arjantin'in iflas ettiği dönem yüzde 20'lik düşüşünden de büyük olacak...

2) Ülkede işsizlik yüzde 21.9'a dayandı...

3) Yunanlıların yüzde 27.7'si yoksulluk sınırında veya altında...

4) İlaç alamama ve noksan tedavi ortamı "insani kriz boyutlarına ulaşıyor"...

5) Hastaneler basit, temel gereksinimlerden yoksun...

6) Kanser hastaları ilaç bulamıyor, sağlık sigortalarının bütçeleri tükendi...

7) İntiharlarda patlama, her 2 günde 3 intihar kaydediliyor...

8) Okullara sabah aç gelen öğrencilerde bayılmalar görülüyor...

9) Aş dağıtımı rekor düzeyde, 2010'da Atina'da günde 3500 porsiyon yemek evsiz ve yoksullara verilirken; bu rakam 2012'de 10.000... Tüm Yunanistan'da günde toplam 100.000 porsiyon yemek dağıtımı yapılıyor...

10) Atina merkezi ve civar semtlerde dükkânların yüzde 25'i kapandı. Şehrin en merkezi caddesi Stadiou'da kapalı dükkânlar oranı yüzde 42...

X-) "GÜNEY"İ VE "KUZEY"İ İLE KIBRIS

Yunanistan ve T."C" ile rezonans hâlindeki Kıbrıs'ın "Kuzey"i ile "Güney"ine gelince...

7 Ağustos 2012 tarihli 'The Daily Telegraph, Güney Kıbrıs'ta 2012 ve 2013 yıllarının durgunluk yılı olacağı, ekonominin de daralacağını ifade edip; Güney Kıbrıs ile ve Yunanistan'ın paralel ekonomilerinin birbiri etkilemesinin kaçınılmaz olduğundan söz ediyorken; güncel Kıbrıs vakasında, sömürgeciliğin etkisi doğrudan ve hâlâ taze olduğunu unutmadan Güney'e kısaca göz atarsak...
Kıbrıs'ta sömürgeciliğin sorunlu ekonomik mirası, bugünü doğrudan etkiler. Sanayinin çok zayıf olduğu; turizm ve finans'ın ekonomisinin ana direklerini oluşturduğu Kıbrıs, Anglo-Sakson geleneğiyle uyumlu olarak, düşük vergilerle ve gevşek düzenleyici standartlarla yabancı sermayeyi çekmeye çalıştı.

Kıbrıs bankaları, Yunan finansal sektörüyle oldukça sıkı bağlantılar geliştirdi. Başlıca iki Kıbrıs bankası, Kıbrıs Halk Bankası ve Kıbrıs Bankası, Yunanistan'a 20 milyar avro kredi vermeyi kabul etti, ki bu rakam Kıbrıs'ın 2011'deki GSYİH'sı olan 17.8 milyar avrodan oldukça fazla.

Yunanistan'ın borç yeniden yapılandırmasının Kıbrıs bankaları için büyük sonuçları oldu. Kıbrıs Maliye Bakanı Vassos Shiarly'ye göre Kıbrıs bankaları, ülkenin GSYİH'nın yüzde 25'ine denk büyük zararlardan muzdarip. Bu nedenle, Kıbrıs bankaları devasa bir yeniden sermayelendirilmeye ihtiyaç duyuyor. Kıbrıs devletinin bunu yapacak kaynakları yok ve Nisan 2011'den beri finansal piyasalara erişime son verdiler.

Bununla birlikte Kıbrıs'ın hipertrofik finansal sektörü için önemli olan sadece Yunanistan değil. Rus, Ukranyalı ve Sırp iş insanları Kıbrıs'a devasa miktarda paralar yatırdılar. Özellikle Rusya ile finansal bağlantılar sıkı. Kıbrıs hükümeti 2011'de yüzde 4.5 faiz oranından 2.5 milyar dolarlık bir borçlanmayı müzakere etmişti. Şimdi, Kıbrıs hükümeti yeniden Rusya'ya yakınlaşıyor.

Cumhurbaşkanı Dimitris Christofias, Rusya'dan alınan borçların ekonomi politikası şartlarına bağlı olmaması gibi bir avantajı olduğunu vurguladı. İsmen komünist, fiilen sosyal demokrat AKEL partisinin mensubu olan Christofias, AB/ IMF türü reformların taraftarı değil ve hükümet ve sendikalar arasındaki göreli yakın işbirliğine yer veren Kıbrıs'ın özel ekonomi politikaları geleneğine vurgu yapıyor.

Bu durumda Rusya ile geçmişe dayanan bağları, dostlukları olan Christofias'ın, Rusya'dan 2 milyar Avro kredi alırken, bankaların Yunanistan'ın devlet borçlarına haddinden fazla bağlı olmasının neden olduğu soru(n)ların altını çizdiği koşullarda, Güney Kıbrıs, İspanya'dan sonra beşinci ülke olarak yardım için Avrupa Kurtarma Fonu'na başvurdu.

İspanya'daki yeni kredi gereksinimi ve İtalya'da resesyonun derinleşmesi haberlerinin ardından Kıbrıs merkezli bu adım, Avro bölgesindeki depremin önüne geçilemediğine yeni bir kanıt olarak gösterilirken; talep edilen yardım tutarının 10 milyar Avro olduğu açıklandı.

Kıbrıs'ın başvurusu, Avro bölgesindeki fırtınanın bir başka göstergesi olarak yorumladı.

Bu durumda Niko Stelya'nın işaret ettikleri bir hayli açıklayıcı oluyor:

"Güney Kıbrıs AB'nin dönem başkanlığını üstlenirken adada bölünmüşlüğün ve krizin yarattığı bunalım giderek daha yakıcı bir hâle gelmiş durumda...

Kıbrıs'ın kuzeyi sosyoekonomik açmazla mücadele ederken, adanın güneyinde mali ve siyasi kriz kendisini iyiden iyiye hissettiriyor...
Kıbrıs'taki Yeşil Hat'ın güneyinde kimle konuşsanız Kıbrıs Rum toplumundaki sosyoekonomik çıkmazdan mevcut sistemi ve partileri sorumlu tutuyor."

Ve T."C" işgalindeki Kuzey...

Türkiye için her ne soru(n) ise, "yavru vatan" denilen sömürge için kat be kat fazlası söz konusu Kuzey'de...

Bu nedenle 2011'de Kuzey Kıbrıs'ta düzenlenen 'Toplumsal Varoluş Mitingi'nde açılan "Kurtarıldık mı HAS...TİR" pankartı da; 'Afrika' gazetesinin, "Çözüm olmazsa KKTC Türkiye'ye bağlanabilir" diyen AB Bakanı Egemen Bağış'a, "Sana da Has...tir!" diye tepki göstermesi de boşuna ve durduk yere değil...

Jale Özgentürk'ün, "Laz Vegas'a değil KKTC'ye bakın"; Aylin Öney Tan'ın, "Kıbrıs bir zamanların alışveriş cennetiydi. Sonra pyrex modasının hızı kesildi. Yerini kumar aldı. Kıbrıs, birtakım kumar tutkunu meşhurların da devreye sokulmasıyla cazip bir kumar cenneti hâline geldi. Aynı zamanda deniz, kum, güneş harikasıydı ama bu özelliği bile kumarın gölgesindeydi doğrusu," dediği Kuzey devrim öncesi Küba'yı andıran bir "arka bahçe" konumundadır.
Her "arka bahçe"de olduğu üzere her şey satılıktır Kuzey'de de!

Tıpkı Metin Münir'in satırlarında yansıttığı üzere: "KKTC'de, forslu bir veya birkaç bakana veya milletvekiline kıyak yapan, devletin elinden istediği toprak parçasını kopartıp üzerine istediğini inşa edebilir.

Gizli saklı olmasına da gerek yok. Kaynağı belli olmayan servet sahibi politikacılar cennetidir KKTC."

Tıpkı Ekonomi ve Enerji Bakanı Sunat Atun'un, Temmuz 2012'de 'Akşam' gazetesine açıklamalarındaki gibi, UBP hükümetinin tüm kurumlar satılığa çıkardığı; yani Ercan Havalimanı, Telekomünikasyon Dairesi, Elektrik Dairesi, ETİ, Kıbrıs Türk Denizcilik İşletmeleri, Kıbrıs Türk Tütün Endüstrisi ve Kıbrıs Sigorta'nın özelleştirileceğini açıkladığı üzere...

Bitmedi! Kıbrıs'ın Kuzey'indeki kamusal alanlar tek tek AKP'ye yakınlığı ile bilinen Türkiyeli sermaye gruplarına peşkeş çekiliyor...
Sadece kamusal alanları değil, birçok kamusal hizmeti için çıkılan ihaleleri de AKP'ye yakınlığı ile bilinen sermaye grupları almakta. Kıbrıs'ın Kuzey'inde ihtiyaç olup olmadığına bakılmaksızın, doğal yapının, topografyanın da canına okuyarak Kıbrıs'ın kuzeyi 'duble' yollarla dolduruyor.

Saldırı yeni rotası Kormacit ve Akdeniz Ormanları! Bu yol projeler genellikle AKP'li veya AKP döneminde yıldızları parlayan şirketlere Ankara'da yapılan ihaleler sonunda verilmekte...

Bu ihaleler bir nevi alaca kuşağında yapıldığı için denetlenmesi imkânsız! Kuzey için yapılıyor ama Ankara'da ve AKP kontrolünde yapıldığı için kuzeydeki kurumların denetiminden uzak, Ankara'da yapılmasına rağmen Türkiye'deki kurumların denetimine ne kadar tabii belirsiz, olsa bile "yavru vatana yapılan yatırım" şeklinde propagandası yapıldığı için doğallığında denetlenmesi pratikte zorlaşmakta.

"Barış suyu" denen proje böyle bir şey. Projeyi kim yapıyor, nasıl yapılıyor kimse bilmiyor, üzümü ye bağını sorma misali herkes konuşmadan başına geleceği kabullenmiş durumda...

Sadece suyun T."C" kontrolünde olması bugüne yönelik peşkeş değil, yarının da satılmasıdır. Tıpkı eski zamanlarda yapılan tren yolları projelerinde olduğu gibi, rayların geçtiği yerin kullanım hakkının da şirketlere verilmesi gibi, boruların geçtiği yerler de devrediliyor. Proje tamamlandığında suyun kullandırma hakkı T."C"de ve/veya işletecek şirkette olacağı için, bu durum, tarımdan, turizme her şeyi etkileyecek. Artık, nasıl bir tarım konusunu birebir de Türkiye ve onun atadığı şirketle konuşmak zorunda kalacağız çünkü suyu almak için ikna edilmeleri gerekecek!

Gıda güvenliği ve gıda egemenliği de T"C"nin ve sermayesinin eline geçecek, yani geleceğin tarımı bu şekilde ipotek altına alınmış olacak...

Peşkeş çekilme işlemleri elektrik, telefon ve limanlarda da yaşanmaktadır. Tümü de özelleştirme adı altında peşkeşin baskısı altındadır.

AKP yandaş sermaye gruplarına Kıbrıs'ın Kuzey'inde "Her şey serbest" mantık(sızlığ)ının yağmacılıyla sürdürülüyor...

Bitmedi! T."C" egemenlerinin, "Doğu Akdeniz'in jeopolitiğinin önümüzdeki yıllarda önemli tarzda değişeceğine hiç şüphe yok; zira bölgede yeni ve çok önemli gelişmeler ortaya çıkıyor,"[42] diye sundukları Kuzey (ve elbette Güney) yeni bölgesel (ve elbette uluslararası) soru(n)larla yüzleşmenin belalı eşiğindedir.

XI-) KRİZİN TOPLUMSAL FATURASI

Evet, "serbest" dedikleri piyasa ekonomisi şahsında sürdürülemez kapitalizm alarm veriyor. Dünya üzerinde kara bulutlar kol geziyor. Borç krizi yerküreyi tehdit eder hâle geldi.

Artık "Avrupa'nın üzerinde kara bulutlar kol geziyor" demek için K. Marx ve F. Engels gibi 'Komünist Manifesto' yazmak gerekmiyor. Çoğunluk durumun farkında...

Çünkü kriz, halkın kemerlerini sıktıkça sıkan faturalarıyla; yakıcı toplumsal sonuçlarıyla karşımızda...

Örneğin ILO'nun yıllık, 'Dünya Çalışma Raporu'nun[43] bulguları kapitalizmin ne kadar "istikrarlı" bir üretim tarzı olduğunu gösteriyor! Gerçekten de, kapitalizm düzenli olarak mali krizler yaratıyor, bu krizlerde her zaman aynı toplumsal sorunlar ortaya çıkıyor, krizin, maddi, mali ve manevi yükü, mala ve cana getirdiği zarar eninde sonunda geniş halk yığınlarının, emekçi sınıfların sırtına yıkılıyor.

ILO raporu özellikle gelişmiş ülkelerde, işsizliğin öncelikle gençler arasında arttığını gösteriyor. ILO'nun diğer bulgularına bakmadan önce, salt bu verinin ahlâkı hatta tarihsel anlamı üzerinde, toplumdaki yaşlı (emekli), hasta, sakat, engelli nüfusun durumuyla birleştirerek düşünelim.

Karşımızda öyle bir uygarlık var ki, toplumun neredeyse binde birinin, toplam gelirin dörtte birine el koymasına izin verirken, yeni yetişen kuşaklarının üretken kapasitesini hatta yaşamlarını ziyan ediyor. Bu uygarlık, yaşamı boyunca çalışmış, vergilerini vermiş, topluma katkılarını yapmış, sonunda tükenmiş vatandaşlarına artık bakmak istemiyor. Onurlu bir yaşam sürdürebilmek için toplumun desteğine gereksinim duyan engelli, hasta ve insanca yaşam sürme olanaklarından yoksun vatandaşlarına destek olmak için ayrılan toplumsal fonları her fırsatta tırpanlıyor, adına da tasarruf önlemleri diyor. Dahası bu tasarrufları, büyük bankaları desteklemekte kullanıyor. Dahası bu uygarlık, toplumun kaynaklarıyla karşılanması gereken hizmetleri hayır kurumlarına devrederek, varsılların kaprisine terk ediyor. Böylece kapitalist kriz adeta feodal toplumu anımsatan özellikler sergilemeye başlıyor: Toplumun geri kalanının yaşamıyla ilgilenmeyen süper zengin, süper güçlü bireyler ve sadaka kurumları.

ILO raporuna dönersek, uzun dönemli işsizlik, toplam çalışanlar içinde güvencesizlerin, sendikasızların, tam gün çalışamayanların oranı, krizin dördüncü yılında artmaya devam ediyor. Toplumdan umudunu keserek iş aramaktan vazgeçenlerin sayısı da artıyor. Bu umutsuzluk kapitalist uygarlığın iflas ettiğini bir kez daha gösteriyor.
Özellikle ve öncelikle umutsuzluk büyüyor.

Mesela; "Yunanlıların büyük çoğunluğu gelecekten umutsuz; dört yıldır devam eden yoksullaşma 2012'de yıl daha da hızlanacak," notunu düşmeden edemiyor Seyfettin Gürsel...

Öte yandan 'CNN International'in haberine göre, genç İspanyollar ekmeğini artık ülkelerinin dışında arıyor. Son dönemde İspanya'dan başka ülkelere göç eden işsizlerin sayısı ikiye katlandı!

Umutsuzluğun yanı başında endişe büyüyor!

'Barem Research' ile 'WIN/ Gallup International'ın verilerine göre, dünya nüfusunun yüzde 55'i, Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin'in yüzde 48'i, G7 ülkelerinin yüzde 45'i, Türkiye'de ise yüzde 50'si işini kaybetme korkusu yaşıyor.

Söz konusu araştırma, "Krizin tetiklediği işini kaybetme veya iş bulamama korkusu insanları huzursuz ediyor,"[44] diyor.
Bir örnek: Yunan parlamentosunun onayladığı kemer sıkma politikalarının kurbanlarından İşçi Konut Örgütü'nün kapatılacak olması kurum çalışanı Harikleia Lambrousi'yi intiharın eşiğine getirdi. Kocasıyla birlikte aynı kurumda çalışan Lambrousi gözyaşları içinde binanın ikinci katının pencerelerine atlamak için çıktı. İntihar etmeyi denedi!

Evet, kapitalizmin dayattığı toplumsal depresyonu körükleyen umutsuzluk ve endişe hâli, kaçınılmaz olarak intiharı da devreye sokuyor!

Eurostat'ın, AB tarihinin en yüksek işsizlik rakamına ulaşıldığını (yüzde 11) açıklamasından sonra, Avrupa gündemini meşgul eden konular krizin doğurduğu toplumsal bunalımlar oldu...

Konuya ilişkin olarak WHO ile Eurostat istatistik kurumunun araştırmalarını aktaran 'The Lancet'de yayınlanan veriler, krizin insanları intihara sürüklediği gerçeği ortaya koyuyor.

2000'de beri düşen AB intihar oranı, 2008 kriziyle birlikte yükselişe geçti. Yunanistan'da 2007-2009 yılları arasında intihar oranı yüzde 24 arttı. 2011 yılında Yunanistan Sağlık Bakanı, Parlamentoya sunduğu raporda 2011'in ilk yarısında intihar oranının yüzde 40 arttığını belirtmişti. İrlanda'da aynı yıllar arasında intihar oranı yüzde 16 arttı.[45]

Yunanistan'daki bir araştırmaya göre, 2010'da kaydedilen intihar vakalarında 2009'a kıyasla yüzde 25 artış yaşandı. 2011'nin ilk 6 ayında intiharlar 2009'a göre yüzde 40 daha fazlaydı.
İşte birkaç somut örnek!

i) Yunanistan'da, borçları yüzünden bunalıma giren 77 yaşındaki emekli eczacı Dimitris Hristulas, parlamento binası önünde şakağına sıktığı kurşunla intihar etti. Üzerinde bulunan intihar notunda ekonomik sorunlar yaşadığı ve geride borç bırakmak istemediği yazıyordu!

ii) Kuzey İtalya'da Brescia şehrinde bir yıldır işsiz olan bir baba, iki çocuğunu 6. kattaki balkondan boşluğa attıktan sonra intihar ederek yaşamına son verdi.

Reklam sektöründe çalıştığı belirtilen 41 yaşındaki Marco Turrini'nin 21 Mayıs 2012 sabahı eşiyle geçim sıkıntısı nedeniyle tartıştığı, ardından biri 4, öteki 14 aylık iki çocuğunu balkondan aşağı attığı, çocukların ardından Turrati'nin de boşluğa atladığı belirtildi. Her üç beden de Turrini ailesinin ikamet ettiği apartmanın iç avlusundaki park yerine düşerken, Marco Turrini olay anında, biri kız diğeri erkek iki küçük çocuk ise yaralı olarak kaldırıldıkları Brescia Hastanesi'nde yaşamlarını yitirdi.

Turrini'nin eşini de öldürmeye çabaladığı ama başaramadığı dile getirilirken, komşuları ve yakınları Turrini ailesini, çocuklarını büyüten mutlu bir aile olarak tanımladı. Turrinilerin yaşadığı semtte işçi nüfusun ağırlıkta olduğu, son birkaç aydır yüzlerce işçinin işsiz kaldığı, semtin 2011 Aralık'ında Hintli bir işçinin de ölümüne tanıklık ettiği belirtildi!

Roma'da 3 kişi intihar etti. Nisan 2012'de intihar edenlerin sayısı ise 13 oldu. Hayatına son verenlerin arasında, emekli maaşında kesinti yapılan 78 yaşında bir kadın da bulunuyor!

iii) İngiltere'de yaşanmakta olan ekonomik kriz nedeniyle yapılan kesintiler, tüm halkı olumsuz yönde etkiliyor. İngiltere hükümetinin yaptığı kesintiler sağlıktan eğitime, güvenlikten kamu hizmetine kadar her alanı etkiliyor... Bu değişikliklerinden etkilenen 48 yaşındaki bir vatandaşın, kendini yakmaya kalkması yapılan değişikliklerin işsizler ve engelliler üzerindeki ciddi göstergelerinden bir tanesi oldu. Birmingham'da gittiği İş Merkezi'nden (Job Centre) parasını alamayan işsiz vatandaş kendisini demirlere bağlayıp üzerine döktüğü yanıcı maddeyle kendisini yakmaya kalkıştı!
"Emekliler"den söz ettik; krizin faturasını ödemek zorunda bırakılan onların hâli de perişan...

Avrupa ülkelerinde krizden "çıkış" için bir yandan emeklilik yaşı yükseltilirken, diğer yandan ödemeleri azaltıldı. Çoğu ülkede, emekli maaşlarında yüzde 40'lara varan oranlarda kesintilere gidildi.
Bu kapsamda Almanya, İngiltere, Fransa, İrlanda, İspanya gibi birçok Avrupa ülkesi bir yandan emeklilik yaşını 65'ten 67'ye çıkarırken, sosyal harcamalarda ise GSMH'nın yüzde 1.15-1.2'si arasında kısıntıya gidiyor. Yine bazı ülkeler, sosyal harcamalar üzerindeki limiti 2.5 milyar avro düzeyinde azaltmayı ya da emekli maaşlarında yüzde 40'lara varan oranlarda kesintiye gitmeyi tercih ediyor.

Yunanistan'da, sosyal yardımlarla birlikte emekli maaşlarının da yeniden belirlenmesi ve 2015'e kadar dondurulması kararlaştırıldı. Bin avro'nun üzerindeki emekli maaşlarında yüzde 20 kesinti olacak. 55 yaş altındaki emeklilerin aynı düzeydeki maaşlarında ise yüzde 40 kesintiye gidilecek. Ortalama emeklilik yaşı da yükseltilecek. Sağlık harcamaları ve ilaç giderlerinin kontrol altına alınması kararlaştırıldı. Sağlık harcamaları 2011'de 310 milyon avro kısılmıştı. 2012 ila 2015 arasında ise 2 milyar avro'luk ilave bir kesinti daha yapılacak.

Almanya'da, harcama tarafındaki en büyük konsolidasyon önlemi aile ve kira yardımı dahil olmak üzere sosyal güvenlik ve işsizlik ödemelerinin azaltılması olurken, bu tedbirler sayesinde 2011-2014 arasında gayrisafi yurtiçi harcamanın yüzde 1.13'ü kadar tasarruf yapılması planlanıyor. 2007'da Almanya kanuni emeklilik yaşının 2012-2019 periyodunda aşamalı olarak 65'den 67'ye çıkarılmasını kararlaştırmıştı. İngiltere'de emeklilik yaşı 2020'ye kadar 65'den 66'ya yükseltilecek. Fransa'da yasal standart minimum emeklilik yaşı aşamalı geçişle 2018'e kadar 60'dan 62'ye yükseltilecek.

İtalya'da Temmuz 2011'de kabul edilen tedbir paketinde sağlık faturalarında artış, aile vergi yardımlarının kesilmesi ve yüksek gelirlilerin emekli maaşlarının kesilmesini içermişti. Bu kapsamda kadınlar için emeklilik yaşı 60'dan 65'e yükseltilecek. Küresel krizin etkisinin ciddi tahribat yaşatmasından korkulan İspanya da ilk etapta emeklilik yaşını 65'ten 67'ye yükselterek krizden çıkışa çözüm arayışına başladı.

İrlanda'da hükümet bir yandan gelir vergisini artırırken, diğer yandan da sosyal yardımlarda kesintiye gidiyor. 2014'e kadar işsizlik maaşı ve çocuk yardımı gibi sosyal yardım harcamalarında 3 milyar avro'ya kadar kesinti öngörülüyor. Bu arada emeklilik yaşının da 65'den 66'ya çıkarılması kararlaştırıldı.

Harcama tarafında önemli bir tedbir alan Portekiz, sosyal harcamalarını düşürmeyle işe başladı. Bu sayede GSYH'nın yaklaşık yüzde 1'i oranında tasarruf sağlayacak düzenlemeyi hayata geçirdi.
Avusturya'da emeklilik şartlarını ağırlaştırıp, 50 yaşından erken malulen emekliliği kaldıran ve işverenlerin işten çıkardığı her işçi için İş Kurumu'na belli bir harç yatırmayı içeren bir düzenleme getirildi.

Konuyla ilintili olarak bir şeyin altını özenle çizmeden geçmeyelim: 'Swiss Re'nin raporuna göre, "Gelişmiş pazarlarda en büyük sigorta primi düşüşü Batı Avrupa'da yaşandı. Hayat sigortası primlerinde yüzde 9.8'lik azalma kaydedildi"!

Devam edelim: Yunanistan'da krizinin toplumsal yaşamın üzerindeki etkileri her geçen gün derinleşirken; kriz nedeniyle artan işsizlik ve hayat pahalılığının etkisiyle Yunanlar bakamadıkları çocuklarını sokaklara bırakmaya başladılar...

Atina'daki 'Ark of the World' gençlik merkezinin yetkilileri, kapılarına aralarında yeni doğmuş bebeklerin de bulunduğu çok sayıda küçük çocuğun bırakıldığını açıkladı.

Ayrıca merkezin kurucusu Antonios Papanikolau, bir yılda yüzlerce ailenin, bakımlarını karşılayamadıklarını gerekçe göstererek çocuklarını kuruma bırakmak için başvuruda bulunduğunu söyledi!
Öte yandan 'Yunanistan Eczacılar Birliği', hükümetin sübvanse etmek istemediği aspirin gibi temel ilaçları yurtdışına satmasından dolayı, ülkede ilaç sıkıntısı başladığını açıkladı!

Üç şey daha...

İlki: Yunanistan Adalet Bakanlığı'nın cezaevleri ödeneğini asgariye indirdiği, bazı cezaevlerinin 3 aydır ödenek alamadığı açıklandı. Bunlardan biri de yiyecek ihtiyacını yakınındaki askeri üsten karşılayan Korint cezaevi; ancak, üs de askerlerine yemek çıkarmakta zorlanınca, cezaevine gıda sevkiyatı durduruldu!

İkincisi: Ekonomik krizin giderek daha çok hissedildiği Çizme'de 2012 Paskalya'sında 10 İtalyan'dan 8'i tatili evinde geçirdi. Yurtiçi ve yurtdışı seyahatlerin yüzde 30, Paskalya'ya özgü geleneksel tatlıların tüketiminin yüzde 10 azaldığı İtalya'da vatandaşlar, evlerinde kalarak kendi tatlılarını kendileri yapmayı tercih etti. Paskalya yemeği için 2012'de harcanan 1.2 milyar Avro, 2011 yılının yüzde 7 gerisinde kaldı. Dostları ile lokantalarda toplanan dört milyon İtalyan 172 milyon Avro harcadı. Halkın yüzde 57'si de eskisine göre daha eli sıkı davrandı!

Üçüncü: Krizdeki İspanya'da hükümetin kamu açığını düşürmek için aldığı yeni önlemler kapsamında kültür ve sanat etkinliklerindeki KDV'ye artış yaptı. 65 milyar avroluk tasarruf öngören bir paket çıkaran hükümet, kültürel ve sanatsal etkinliklerdeki KDV'yi yüzde 8'den yüzde 21'e çıkarttı.
 
Yeni verginin İspanya'da "sanatı öldüreceği"ni savunan çok sayıda sanatçı, özellikle internetteki sosyal paylaşım siteleri aracılığıyla tepkilerini dile getirirken; aktör Juan Diego Botto, "Kültür bir lüks değil bir kamu aracı. Kültürü kesmek, insanların düşüncesiz olmalarına yol açar. Özgür bir vatandaş olmak için ekmek sahibi olma hakkın var ama aynı zamanda iyi bir kitap okuma, iyi bir film izleme, iyi bir tiyatroya gitme hakkın da var. Biz ekmek değiliz, gülüz ama gül de önemli," dedi!

Tüm bunların üstüne üstlük; ekonomik krizin pençesindeki Yunanistan'da sosyetenin, Epikuros'un, "Kime yeteri kadar az gelirse, ona hiçbir şey yetmez," sözünü doğrulayan çılgın eğlenceleri...

Başbakan Andonis Samaras'ın Alman Başbakanı Angela Merkel'e "Bize biraz nefes alma verin" ricasında bulunduğu, sürekli kemer sıkan hükümetin, memur ve emekli maaşlarını ödemekte zorlanacağını açıkladığı bir ortamda, Yunan sosyetesi Selanik'te çılgın eğlenceler düzenledi.

Ünlü şarkıcı Andonis Remos'un Selanik'deki 'Politia' müzikholünde açılış gecesinde inanılmaz sahneler yaşandı.

Eski, tabak kırma geleneğinin yerine son yıllarda ülkede yaygın "plastik tepside satılan çiçekleri şarkıcıya atma" şeklindeki, gösteriş unsuru ağır basan eğlence Remos sahnedeyken "çiçek savaşına" dönüştü.

Şarkıcıya binlerce tepsi çiçek, olduğu gibi, pistte şarkı söylerken atıldı. Şarkıcının hayranları bu şov için, tepsi başına ortalama 100 Avro'dan 10 binlerce Avro hesap ödedi.

Hatta durumdan şaşkına dönen şarkıcı bir ara mikrofonda şarkısına ara vererek "Lütfen biraz itidal. Cebinizde benzin parası bile kalmayacak" dedi.

Sonunda Remos, çiçek-tepsi yığınında ayakta kalmakta zorlanınca, elinde bir süpürge ile çiçek yığınını pistin kenarına itmeye çalıştı...
Bitmedi bir şey daha!

2008 krizinin etkileri tsunami dalgaları gibi vurmaya devam ediyorken; hatta, ABD Merkez Bankası raporunda da belirtildiği gibi, o krizden yeni bir kriz doğuyorken... 2008 krizine bile rahmet okutacak bir krizken... Yunanistan, Portekiz, İspanya, İtalya trajedileri o krizin öncü habercileriyken...

"Peki, Wall Street ve City, vicdan muhasebesi yaparak o krizden hiç değilse ahlâki bir ders çıkardı mı?" diye soran Erdal Şafak aktarıyor:
"New York'un büyük hukuk bürolarından 'Labaton Sucharow' bu soruya yanıt aramak için bir anket düzenledi. Wall Street ve City'deki finans kuruluşlarının 500 üst düzey yöneticisine internet üstünden birkaç soru gönderdi.

Birinci soru şuydu: 'Yasadışı bir işlemle 10 milyon dolar kazanma fırsatı önünüze çıksa, ne yaparsınız?'

Soruyu yanıtlayanların yüzde 25'i 'Hiç tereddütsüz o fırsatı değerlendirirdim' yanıtını verdi.

Bir başka deyişle, bugün de Wall Street'te ve City'de her dört finansçıdan biri paranın ahlâktan daha önemli olduğu görüşünde.
İkinci soru: 'Peki, çevrenizde kısa yoldan zenginleşmek için yasadışı yollara başvurmayı göze alan var mı?'

Onu da ankete katılanların yüzde 26'sı 'Evet, var. Gördüm, biliyorum' diye yanıtladı.

Üçüncü soru: '10 milyon dolar kazanmanızı sağlayacak yasadışı işlemden sonra yakayı sıyıracağınıza inanıyor musunuz?'
Cevap: Her 6 bankacıdan biri işlediği suç için hiçbir bedel ödemeyeceğinden emin!

Neden? Çünkü Amerikalı bankacıların sadece yüzde 26'sı, İngilizler'in ise yüzde 34'ü Lehman Brothers skandalından sonra hükümetlerin ve denetleme kurullarının getirdikleri yeni ve daha sıkı kuralların, yasadışı işlemlere karşı caydırıcı işlev gördüğünü belirtiyor da ondan.

Bir ilginç veri daha: 500 bankacıdan yüzde 85'i kendi kuruluşunun temiz olduğu, buna karşılık yüzde 40'ı rakip kuruluşların yasa ve ahlâk dışı işlemlere başvurduğu görüşünde. Tencere dibin kara, seninki benden kara misali...

Bu da Wall Street'te ve City'de aşağı-yukarı tüm finans kurumlarının kirlenmeye devam ettiği anlamına geliyor.

Karl Marx'ın yapıtları boşuna yeniden satış rekorları kırmıyor. Kapitalizmin temellerine su yürüdü..."

XII-) IRKÇILIK, MİLLİYETÇİLİK VE FAŞİZM YÜKSEL(TİL)İRKEN

Krizin sosyal sonuçları ezilenler için imkânlar kadar, tehditleri de devreye sokuyor.

Örneğin Niko Stelya'nın ifadesiyle, "Yunanistan seçimleri, hem aşırı sağın hem de radikal solun yükselişine sahne oldu. Sosyalist SYRIZA'nın ve Neo-Nazi Altın Şafak'ın yükselişi, kuşkusuz halkın kemer sıkma politikalarına tepkisinin bir sonucu"yken; 'New Scientist' de haklı olarak ekliyor:

"İnsanları ırk, renk veya cinsiyetlerine bağlı olarak yüceltmek veya aşağılamak, tüm zamanların en yıkıcı ve tehlikeli yaklaşımlarından biridir. Geçmişte önce köleliğe ve iç savaşlara, son zamanlarda ayırımcılığa ve apartheide yol açan ırkçılık, bugün örtülü biçimde de olsa varlığını sürdürüyor."[46]

Irkçılık, milliyetçilikle el ele faşizm(ler)in önünü açıyorlar.

Taha Akyol'un bile, "Şimdilik Avrupa'nın yeni Hitler'leri hayli küçüktür, ama 'çözümsüzlük' ve 'hareket edemezlik' hâli devam ederse krizin derinleşmesinden ve ırkçılığın artmasından kaygılanmak gerekir," demek zorunda kaldığı verili durumda faşizm(ler)i konuşurken; "klasik tekçi" tanımlarla sınırlanmamak gerekiyor. Evet faşizmin yükselişi genel olarak kapitalizmin şiddetli bir bunalımının, bizzat artık değer üretilme ve gerçekleşme koşullarının bir buhranının ifadesidir.

Elbette faşizm, "modern zamanların" bir ürünüdür; E. Mandel, L. Troçki'nin 'Faşizme Karşı Mücadele' başlıklı eserine yazdığı 'Giriş'te şunlara işaret eder:

"Yeni bir toplumsal olgunun ortaya çıkışıyla onu anlama çabasının aynı zamana rastlaması, modern tarihin hiçbir olayında faşizmde olduğu kadar belirgin değildir."[47]

Ancak bunlarla sınırlı değildir; olamaz da.

Kapitalist sistem, faşizm(ler)e her zaman mündemiçtirler.

Faşizm, kapitalist sisteme yabancı, dışsal bir şey değildir. O hep sistemin yedeğindeki destekleyici gücü olarak hazır ve nazırdır...
Bugünün faşizmi, "klasik faşizm" örneklerinden oldukça farklı bir yönelim sergilemektedirler.

André Glucksmann'ın, "Devlet aygıtını ve çeşitli sınıfları harekete geçiren bir iç savaştır," diye tanımladığı faşizmi, bir iktisadi ve siyasi gerçeklik olarak ele aldığımız zaman, ölü bir ideoloji olarak değerlendiremezsiniz. Bu durumda o, yaşayan ve kılıktan kılığa giren bukalemundur.

Sokağımızdaki şovenizm ile faşizm sıradanlaşması gibi...
"Yıldırımlar yaratan bir ırkın ahfadı"nın gündelik saldırganlığının ulaştığı koordinatların iyi tahlil edilmesi gerekiyor.

Çoğu zaman sanıldığının aksine faşizmin ayırt edici özelliği gaddarlığı, şiddeti değildir.

Siyasal otoriterlik, toplumsal mücadelelere karşı tedhiş hiç değildir.
Toplumu budalalaştırıp, amorflaştırmasıdır.

Bu her zaman Daniel Guerin'in, "Kahverengi Veba" diye nitelediği Almanya örneğindeki üzere tecelli etmeyebilir de!

AKP'ye, "muhayyel bir faşist rejim" diyebilirsiniz; veya "Burjuva diktatörlük ya da otoriterizm biçimlerinde 'faşizm' keşfetmekten malûl tavırları" eleştirebilirsiniz; ancak faşizanlığını inkâra kalkışamazsınız...

AKP'nin otoriter, faşizan kimi pratiklerini görmezden gelmek mümkün mü?

Bir toplumsal cinnet ortamında, hayatlarında ciddi hiçbir başarıları olmayan ama egoları bir o kadar yüksek yarı-deli "lider"lerin[48] faşizm(ler)de oynadığı rolü; krizin beslediği toplumsal histerinin siyaset psikolojisinde devreye soktuğu "güçlü lider" ve "güçlü devlet" vurgularını "es" geçemezsiniz!

Tıpkı kapitalizmin ihtiyaç duyduğu bütün parçalı öğeleri radikal biçimde birleştiren faşizm(ler) konusunda, Horkheimer'ın 1939'daki yazısında "Kapitalizmden söz etmek istemeyen faşizm konusunda da susmalıdır," uyarısı gibi...

Evet iktidara ilişkin bütün içkin ve gizil ilişkileri katıksız bir biçimde görmenin olanağını sağlar faşizm...

Özel bir biçimidir. Ama nihayetinde de, faşizm bir burjuva iktidar biçimidir.

Yaşanan krizle, bir kez daha tarihin gündem maddesi olmaya adaydır...

XIII-) İSYAN ZAMANI!

Bu tabloda işçiler, ezilenler, emekçiler, mağdurlar, madunlar için tek seçenek isyandır; çünkü büyük krizler, hep isyan zamanı olmuşlardır.

İsyan zaman(lar)ında her şey, "İnsan bilinci nesnel dünyayı yalnızca yansıtmakla kalmaz, ama aynı zamanda onu yaratır da," diyen V. İ. Lenin'in işaret ettiği gibidir...

Verili görüntünün ne kadar ciddi, hatta "tarihsel" bir "duruma" karşılık geldiğini görebilmek için, yüz yıl önce, yine kapitalizmin bir yapısal kriz içinde, hegemonyacının (sistemde düzeni sağlayan, liderlik eden ülkenin) hegemonyasını kaybetmesinin sancıları yaşanırken, Avrupa hop oturur hop kalkar, savaşlara, devrimlere hazırlanırken, V. İ. Lenin'in "devrimci durum" olarak tanımladığı koşulları anımsamak yararlı olabilir.

Lenin, "devrimci durumu", "Yönetenler eskisi gibi yönetemiyorlar. Yönetilenler de eskisi gibi yönetilmek istemiyorlar" formülüyle tanımlıyordu. Yunanistan'a, Fransa'ya hatta, geçen iki yılda, üye devletlerin yarısında hükümetlerin yönetemeyerek çöktüğü Avro bölgesine baktığımızda tam da böyle bir "durum" görmüyor muyuz? 

Tüm Avrupa'ya egemen sermayenin (finans kapitalin) kemer sıkma programını dayatan Almanya'nın muhafazakâr hükümeti de öfkesi giderek artan, seçim sandıklarına, grev oylamalarına da yansıyan bir işçi hareketinin, "ekonomik büyümeden payını alamayan milyonların" (Der Spiegel, 04/05/12) tepkisiyle karşı karşıya değil mi?

Yönetenlerin artık yönetemedikleri, yönetme, ayrıcalıklı olma iddialarını, halkın gözünde haklı kılacak işlevleri yerine getirmedikleri görülüyor. Aksine, "yönetenler" gittikçe artan oranda, beceriksiz, buna karşın iktidar ve servet ihtirasının müstehcen düzeylere ulaştığı bir görüntü sunuyorlar.

Bu ortamda, komünist gelenek yeniden canlanır ve halkın ilgisini çekmeye başlarken, faşist partilerin dinle de yakınlaşmaya, sermaye partilerinin egemen sermayenin ilgisine, iktidar koridorlarına davet edilmeye layık olacakları bir düzeye doğru yükselmeye başladıkları görülüyor.

Kısacası, ekonomik siyasi kutuplaşma artmaya devam ediyor, egemen sermayenin politikalarını "olağan rejimler" içinde kalarak uygulamak giderek olanaksızlaşıyor.

Bunu görmeyen; anlamayan var mı hâlâ; varsa ne yazık!

Siz bakmayın Fetullahçı Eyüp Can'ın, "Benim uzun zamandır evde duvara astığım tek bir protestocum var. Bir demet çiçek atan yüzü maskeli gösterici," zırvasına...

Hayat burayı çoktan aştı; daha da aşacak...

Örneğin... "Öfkeliler"in eylemleri işgal hareketine dönüşürken; Madrid ve Barcelona'da boş binaları ve otelleri işgal eden "Öfkeliler", kurdukları alternatif komünal yaşamla kapitalist sisteme adeta meydan okuyorlar!

Örneğin... Romanya'da hükümetin kesinti kararına karşı onbinlerce kişi, sokakları terk etmiyor. Başbakan Emil Boc ise halkı tehdit ediyor. Eylemlerde en az 70 kişi yaralandı. Eyleme katılan 73 yaşındaki hukukçu Ioan Mendea, 260 dolarla kıt kanaat geçindiğini belirterek, "Beş yıllık Avrupa Birliği üyeliği, iyi hiçbir şey getirmedi. Aksine yoksulluk, dondurulmuş emekli maaşları getirdi. Bu hükümet, başbakan, devlet başkanı gitmeli," diyor...

Örneğin... Pekin yönetiminin devlet kapitalizmini benimsemesine isyan eden Maocular Çin Halk Devrimi'ne ihanet edildiğini öne sürerek örgütlenmeye başladılar. Dünyanın en büyük ekonomik gücü olmak için kapitalist unsurlara kucak açan Çin'de hiç umulmadık bir muhalif hareket şekilleniyor. 1949'da başta köylülerin ayaklanmasıyla Mao Zedong'un liderlik ettiği Çin Halk Devrimi'nin ruhuna ihanet edildiğini öne süren Maocular, Komünist Parti yönetimine muhalefet ediyor...[49]

Örneğin... "Kasım 2011'de Tahrir Meydanı'ndaki protestolar sırasında 20 yaşındaki Muhammed Ali bir gazeteciye, orada oluş sebebini şöyle anlatıyordu: "Sosyal adalet istiyoruz. Başka bir şey değil. Hak ettiğimizin en azı bu..."[50]

Bu ufukta Sami Kohen, "Halk hareketi küreselleşiyor," derken; "eski(meyen)" ülkücü faşist, "yeni(lenmeyen)" AKP'li muhafazakâr liberal Mümtaz'er Türköne bakın neleri itiraf ediyor yüksek sesle: "Tarih yeniden başlıyor... Yeni tarihin başındayız. Liberal kapitalizm çöküyor... Bir dünya yıkılacak... Hazır olmalıyız..."[51]

"... 'Arap uyanışı' ile 'Wall Street'i işgal et' eylemleri arasında tek ortak payda var: Halk kitleleri, toplumu, siyaseti, ekonomiyi; bir bütün olarak tarihi değiştirmeye girişiyor. Gördüklerimiz daha sadece bir başlangıç. Bir uyanma, ayağa kalkma ve duruma el koyma hâli yaşanıyor...

Liberal kapitalizm, geniş halk kitlelerini artık ağzına bir parça bal çalarak susturamıyor. Sebep balın azalması ve sermaye elitlerinin kalan parçayı kendilerine ayırmaları...

New York'ta başlayan 'işgal'in Avrupa'daki yankıları; Londra, İspanya ve İtalya'daki eylemler kısmî, geçici ve bölgesel bir ayaklanma ile karşı karşıya olmadığımızı gösteriyor. ABD'de hızla bir grev dalgası yayılıyor. Yapılan araştırmalar protesto dalgalarının geniş halk kitleleri tarafından benimsendiğini ve desteklendiğini gösteriyor...

Yükselen kitlesel başkaldırının arkasında bir bölüşüm sorunu var. Liberal kapitalizmi ayakta tutan ve yaşatan finans kapital düzeni artık sürdürülemez..."[52]

16 Kasım 2011'de Washington Meydanı'ndaki Halk Üniversitesi'ndeki konuşmasında Arundhati Roy'un haykırdığı üzere:

"Büyük Depresyon'dan beri silah üretimi ve savaş ihracı ABD'nin ekonomisini canlandırmak için kullandığı ana yollar oldu. ABD daha yakın zamanlarda Suudi Arabistan'a 60 milyar dolar değerinde silah satışı yaptı. Birleşik Arap Emirlikleri'ne binlerce bunker buster bombası (sığınakların içindekileri de imha etmeye yarayan bir bomba türü-ç.n.) satmayı umuyor. Afrika'nın en yoksul ülkelerindeki toplam yoksul nüfusundan daha fazla yoksulu olan ülkem Hindistan'a 5 milyar dolar değerinde askerî hava uçağı sattı. Hiroşima ve Nagazaki'nin bombalanmasından Vietnam'a, Kore'ye ve Latin Amerika'ya kadar, hepsi de 'Amerikan yaşam tarzı'nı güvence altına almak için yürütülen tüm bu savaşlar milyonlarca can aldı.
Bugün biliyoruz ki -dünyanın geri kalanının arzulaması istenen bir model olarak- 'Amerikan yaşam tarzı', ABD nüfusunun yarısının servetini sadece 400 kişinin ele geçirmesiyle sonuçlandı. Bu ise, ABD yönetimi bankaları ve şirketleri kurtarırken -sadece Amerikan Uluslararası Grubu'na 182 milyar dolar hibe edildi- binlerce insanın evlerinden ve işlerinden atılması demekti...

Eşitsizlik üreten bu sisteme 'dur' demek, gerek bireyler gerek şirketler tarafından dizginsizce yürütülen servet ve mülkiyet birikimini sınırlandırmak istiyoruz.

'Dur' diyenler ve 'yasak' destekçileri olarak şunları talep ediyoruz:
- Sermayelerin kartelleşmesine son vermek. Örneğin, silah üreticileri Tv kanallarına sahip olamaz; maden şirketleri gazete çalıştıramaz; ilaç şirketleri kamu sağlık fonlarını kontrol edemez.
- Doğal kaynaklar ve temel altyapı -su rezervi, elektrik, sağlık ve eğitim özelleştirilemez.

- Herkes barınma, eğitim ve sağlık hizmeti haklarına sahip olmalıdır.

- Zenginlerin çocukları anne ve babalarının servetini miras olarak alamaz.

Bu mücadele hayal gücümüzü yeniden canlandırdı. Kapitalizm yol boyunca bir yerde adalet fikrini 'insan hakları'na indirgedi. Eşitlik düşü kurma fikri ise bir kafirliğe dönüştü. Yerinden edilmesi gereken bir sistemi reformlarla tamir etme mücadelesi vermiyoruz.
'Dur!' diyenlerdeniz..."[53]

Evet şimdi, "uzun dönemler" tarihçisi I. Wallerstein'ın öngörüsüne kulak verme zamanıdır: "Önümüzdeki yirmi veya kırk yıl içinde kapitalizm kesin olarak çökecektir."

Ancak "Bu çöküntüyü ne türden bir sistem izleyecek? Bu soruyu yanıtlayacak savaşı sol'un kazanması mümkündür; ama kesin değildir," diyen Korkut Boratav'ın uyarısını göz ardı etmeden...

"Arap Baharı", öndersizlik nedeniyle "hazan"a tahvil olsa da savaş sürüyor; daha da sürecek...

2005'te Sarkozy'nin yasalarına karşı seslerini var güçleriyle haykıran gençlerin gösterileri... 'The Economist'e göre, "1917 yılının Petrograd'ını ya da 1968'in Paris'ini hatırlatan Atina sokakları"yla[54] Yunanistan'daki grevler, direnişler, isyanlar... 'The Occupy'... Tunus, Mısır, Bahreyn... Ve ötekiler...

Şurası bir gerçek: Kapitalizme toptan ya da ağır bir darbe indiremediğiniz sürece, bütün devrimci süreçler ve kalkışmalar tarihsel görecelilik içerisinde "kısa süreli" kalacaktır.

Paris Komünü'nden Ekim Devrimi'ne, Meksika Devrimi'nden Afrika'daki uyanışlara, Hindiçin'den Ortadoğu'ya değin tarih bu minvalde seyretmiştir...

Atina-Tunus-Tahrir-Diyarbakır hattı bir "devrimci kalkışma"ya işaret etmekte, Libya-Bahreyn-Suriye hattı da "kanlı bir restorasyon"un durakları olmaktadır.

Foti Benlisoy[55] da, "devrimci dinamiğin" ne Kuzey Afrika'da ne Ortadoğu'da ne de Güney Avrupa'da henüz tamamen sönmediğini; kitlelerin aşağıdan mobilizasyonu devam ettiği müddetçe bu dinamiğin ateşinin diri tutulabileceğini hatırlatıyor.

O hâlde biz(ler)e düşen, yüksek perdeden jeostratejik analizlere dalıp, somuttan ve eylemin önderliğinden kopan bir sinizm değil; her adım başında emek hareketinin, ezilenlerin başkaldırılarına kulak kesilmek, safında olup, "devrimin güncelliği"yle ilişkilendirmektir.

G. Lukacs'ın da ifade ettiği gibi, "Lenin'i ayırt edici kılan yanı devrimi sürekli bizimle olan güncel bir olasılık olarak ele almasıdır."[56]

XIV-) İMKÂNSIZI İSTEYEN GERÇEKÇİLER

Devrim bir volkanı andırır. Çünkü bastırılanlar bir volkan gibi patlar.

Dünyanın öbür ucundaki bir kelebeğin kanat çırpışı bile devrimi doğrudan etkilerken; iklim değişir, devrim olur...

Bunun "neden" böyle olduğunu ne "Piyasanın başıboş bırakılmasının neden olduğu adaletsizliklere, eşitsizliklere başkaldıran 'Wall Street işgalcileri'ni elbette selamlıyorum, gönlüm onlardan yana," yalanına sarılan liberal Hasan Cemal; ne de "Kapitalizmin filosunda gemiler su alıyor. Kaptanlar şaşkın. Yolcular boğuluyor. Yol ayrımındayız. Ya kapitalizm küresel totalitarizmi kuracak ya da miadını doldurmuş sağ-sol ayrımlarını da aşan küresel demokrasi hareketi yolumuzu açacak," diyen "liberter" neo-solcu Gündüz Vassaf anlar...

Çünkü onlar; "Devrimciyi yöneten aşk duygularıdır, devrime olan aşkının duyguları," diyen Che ile yoldaşlarının devrimci romantizminden mahrumdurlar.

Komünistler, devrimci romantiklerdir. Çünkü böylesi, aklımıza ve bilincimize duygu, coşku ve düş gücü katma yetisidir; devrimci cüret için de "olmazsa olmaz"dır.

Biz imkânsızı isteyen gerçekçileriz; Johann Wolfgang von Goethe gibi, "Düşünmek kolaydır, yapmak zordur. Dünyada en zor şey de düşünüleni yapmaktır," diyenleriz; Georg Wilhelm Friedrich Hegel'in, "Büyük başarıların elde edilmesini sağlayan unsurlardan birisi, tutkulu olmaktır," uyarısına yabancı değiliz.

Bunun içinde akıl dışı kapitalist otoriteye karşı çıkmanın, başkaldırmanın "olmazsa olmaz"lığından şüphe duymuyoruz.

İnsancıl bir düzeni kurmak için insanlarda 'ütopik' bir dönüşüm olması gerekmiyor. Aksine, insancıl bir düzen insanları da değiştirecektir.

İnsan(lık) karşıtı kapitalizmin, toplumsal, beşerî yani insana özgü her şeye, hasılı aşka ve hayata düşman olduğundan zerrece kuşku duymadığını biliyoruz.

Evet, çürüyen kapitalizm müsriftir; ekolojik yıkımın kapıya dayandığı günümüz dünyasında yaşamın ona tahammül yoktur! 

Tıpkı "Ne kadar çok savaş, o kadar çok kâr," haykırışında yankılandığı gibi...

Piyasasıyla her şey metalaştıran kapitalizm, insan(lık)la beslenen bir vampire dönüşmüştür.

Kapitalizmin sağladığı, "ilerleme" ve "yüksek yaşam standardı", sadece oligarşik dikta mensupları içindir!

Toplumsal piramitte aşağılara inildikçe; ortalama ömrün kısaldığını, bebek ölüm oranlarının arttığı görülür.

Kapitalizm sebep olduğu kıtlıklarla milyonlarca insanın yaşamını söndürmüştür. Gandhi, "Şiddetin en ölümcül biçimi yoksulluktur," derken; insan(lık)ı egemen şiddete mahkûm eden kapitalizm, tarihin tanık olduğu en zalim teröristtir...

Tam da bu noktada K. Marx ile F. Engels'in, "Komünizm hiç kimseyi toplumun ürünlerini mülk edinme gücünden yoksun bırakmaz; tüm yaptığı, onu böyle bir mülk edinme aracılığıyla başkalarının emeğini boyunduruk altına alma gücünden yoksun bırakmaktır," diye betimlediği aşamanın maddi koşulları hızla olgunlaşıyor.

Bunlar böyleyken; son demlerindeki neo-liberal vahşetin zorbalığı daha da artıyor, oraya buraya saldırıyor, ortalığı ateşe veriyor, bunalımdan çıkış için tarih boyunca kullandığı büyük söndürücüye, savaşa başvuruyor. Dünyayı yakmaya hazırlanıyor.

BJK Çarşı Grubu'nun, "Maymundan geldik koyuna gidiyoruz," pankartına yansıyan ezilenlerin sukûtu ilânihaye sürmeyecektir.
Ancak bunlardan da soru(n)larımızı "tarihin şaşmaz yasaları"na havale ettiğimiz sanılmasın. Tarihi, sınıf savaşının faal insanları yazar, yaratır. Tarih yorumlanmaktan çok, yaratılmaya muhtaçtır!

Bu bağlamda sürdürülemez kapitalizm ile kapsamlı bir hesaplaşmaya yöneldiğimizden söz ediyoruz. Söz konusu güzergâhta -kısa süre önce yitirdiğimiz- Eric Hobsbawm'ın da işaret ettiği gibi, "Nereye doğru gittiğimizi bilmiyoruz. Bildiğimiz tek şey, tarihin bizi bu noktaya nereden getirdiğidir. Gene de açıkça görülen bir şey var. İnsanlığın anlatılabilir bir geleceği olacaksa, bu geçmişin ya da şimdiki zamanın sürdürülmesiyle olamaz. Üçüncü bin yılı bu temelde kurmaya çalışırsak başarısızlığa uğrarız. Ve başarısızlığın bedeli..., karanlıktır."[57]

Evet, sürdürülemez kapitalist barbarlığın karanlığına karşı isyan ediyoruz; bunun da komünizmle mümkün olduğundan şüphe duymuyoruz...

Tam da böylesi bir ufukta Musa Eroğlu'nun, "Kılavuzun gereği yok/ Yolun sonu görünüyor," türküsünü terennüm ederken; James B. Conont'un, Kürtçe'siyle, "Bala xwe bidin kîsoya. Tenê gava serê xwe derdixe di bin xeterê de dikane bi pêş ve biçe," sözlerini anımsıyoruz... (Meraklıları için Kürtçe cümlenin Türkçe'sinin, "Kaplumbağaya dikkat et. Ancak kafasını çıkarıp risk aldığında ilerleyebiliyor," olduğunu bir kez daha hatırlatalım!)

Son bir şey daha Antonio Gramsci, Mussolini'nin zindanlarında "Eski dünya ölüyor" demiş ve eklemişti: "Yeni mücadeleler doğuyor".

Evet, evet günümüzde de tamı tamına olan bu!

Bunu hâlâ görmeyen var mı? Varsa ne yazık!

9 Ekim 2012 18:37:11, Ankara.

N O T L A R
[1] 11 Ekim 2012'de tarihinde 'Gelecek Gazetesi'nin Lefkoşa'daki Kıbrıs Türk Orta Eğitim Öğretmenler Sendikası Konferans salonunda düzenlediği, "Kapitalist Kriz, Bölgesel Gelişmeler ve Mücadele" başlıklı panelde yapılan konuşma... Newroz, Yıl:7, No:227, 4 Ocak 2013...
[2] Rosa Luxemburg.
[3] Umberto Eco, Günlük Yaşamdan Sanata, çev: Kemal Atakay, Can Yay., 2. baskı., 2012.
[4] Mustafa Pamukoğlu, "Küreselleşen Dünyanın Geleceğinde Tehlikeler Var!", Cumhuriyet, 15 Mayıs 2012, s.11.
[5] "Yemek Aslanın Ağzında", Yeni Şafak, 11 Temmuz 2012, s.24.
[6] GEO4, UNEP (United Nations Environment Programme) 2007.
[7] SIPRI (Stockholm International Peace Research Institute) Yıllığı, 2008 ve OECD, (Organization for Economic Cooperation and Development) 2008.
[8] UNDP (United Nations Development Programme) 2006.
[9] FAO (Food and Agriculture Organization of the United Nations) 2008.
[10] Worldwatch Institute, 2007 - FAO, 2008.
[11] UNEP (United Nations Environment Programme), ISRIC (World Soil Information)
[12] FAO, 2005.
[13] IUCN (International Union for Conservation of Nature) 2008, XVI International Botanical Congress, Saint-Louis, USA, 199http://www.eurekalert.org/pub_releases/1999-08/XIBC-Wbbe-020899.php Uluslararası Kongre «Biyolojik Çeşitlilik: Bilim ve yönetim» Unesco, Paris, Fransa, 2005.
[14] UN http://www.un.org/apps/newsFr/storyF.asp?NewsID=13755&Cr=FAO&Cr1/Son
[15] NASA GISS data http://data.giss.nasa.gov/gistemp/graphs/Fig.A.txthttp://data.giss.nasa.gov/gistemp/graphs/Fig.A2.txt
[16] NSIDC, National Snow and Ice Data Center, 2004 2050 yılında en az 200 milyon iklim mülteicis olabilir. The Stern Review: the Economics of Climate Change, Part II, Chapter 3, page 77http://www.hm-treasury.gov.uk/d/Part_II_Introduction_group.pdf
[17] TCMB, World BankWold Development Report, Nakatani & Herera, Earth Trends org., Fortune Magazine'in 2006-2012 arasındaki çeşitli raporları... aktaran: Yaman Törüner, "Şirketler ve Ülkeler Karşılaştırılırsa", Milliyet, 31 Temmuz 2012, s.8.
[18] New Scientist, 28 Temmuz 2012.
[19] Fevzi Öztürk, "Dünyanın En Büyük Sorunu...", Yeni Şafak, 20 Eylül 2012, s.8.
[20] The Financial Times, 20 Temmuz 2012.
[21] The Guardian, 20 Temmuz 2012.
[22] "Gıda Krizi Kapıda", Yeni Şafak, 21 Temmuz 2012, s.8.
[23] Ergin Yıldızoğlu, "Cesaret ve Sabır", Cumhuriyet, 23 Kasım 2011, s.3.
[24] The New York Times, 19 Nisan 2012.
[25] Bloomberg, 19 Nisan 2012.
[26] Ergin Yıldızoğlu, "Kriz 'Ben Hâlâ Buradayım' Dedi", Cumhuriyet, 16 Nisan 2012, s.11.
[27] Yunus Salış, "Piyasa Özgürlüğü Sever", Radikal, 3 Şubat 2012, s.17.
[28] Ergin Yıldızoğlu, "Bu Kapitalizm Bu Krizden Çıkamaz!", Cumhuriyet, 9 Temmuz 2012, s.11.
[29] Sungur Savran, "Yeni Bir Dönem: Büyük Depresyon", Sosyalist Demokrasi, No:113, 17 Aralık 2011, s.3-5.
[30] Ümit İzmen, "Yeni Döneme Hazırlıklı Olun!", Radikal, 21 Mayıs 2012, s.25.
[31] Güven Özalp, "5 İspanyol, 1 Avusturyalı 2 Yunan Bankası Sınıfta Kaldı", Milliyet, 16 Temmuz 2011, s.9.
[32] Şebnem Turhan, "Avro Tırpanı", Radikal, 25 Haziran 2012, s.22-23.
[33] "Belçika Borçlarında Yol Ayrımına Geldi", Vatan, 13 Temmuz 2011, s.9.
[34] Güven Özalp, "AB Artık 'Bayan 'Nein'dan Soruluyor", Milliyet, 29 Ekim 2011, s.12.
[35] Yücel Özdemir, "Almanya'da Zenginle Yoksul Arasındaki Uçurum Hızla Büyüyor", www.Kapsama, Ekim 2012.
[36] Nilgün Cerrahoğlu, "Avrupa'nın Macaristan Sorunu", Cumhuriyet, 7 Ocak 2012, s.12.
[37] Metin Ercan, "İrlanda'nın Dünü, Bugünü", Radikal, 10 Aralık 2011, s.23.
[38] "Slovenya da İflasın Eşiğine Geldi", Milliyet, 3 Eylül 2012.
[39] Nouriel Roubini, "Yunanistan İflasını Açıklamalı ve Avroyu Bırakmalı", The Financial Times, 19 Eylül 2011.
[40] Osman Çutsay, "Artık Taviz Yok", Cumhuriyet, 25 Ağustos 2012, s.10.
[41] Taki Berberakis, "Günden Güne Eriyorlar", Milliyet, 15 Temmuz 2012, s.10.
[42] Fikret Ertan, "Doğu Akdeniz'in Değişen Jeopolitiği", Zaman, 16 Nisan 2012, s.18.
[43] World Work Report, 2012.
[44] "Korkunun Adı: İşsiz Kalmak", Taraf, 29 Haziran 2012, s.9.
[45] Fikriye Yılmaz, "Kriz Avrupa'yı İntihara Sürüklüyor", Yarın, No:36, 12 Haziran 2012, s.11.
[46] New Scientist, 1 Eylül 2012.
[47] Lev Troçki, Faşizme Karşı Mücadele, çev: Orhan Koçak-Orhan Dilber, Yazın Yay., 3. baskı, 1998.
[48] Claus Hant-James Trivers-Alan Roche, Genç Hitler, Çev: Uğur Baycan, Abis Yay., 2012.
[49] "Çin'de Maocular Bayrak Açtı", Milliyet, 16 Eylül 2012, s.23.
[50] Immanuel Wallerstein, "Dünya Çapında Sosyal Adalet Hareketinin İkinci Rüzgârı", ZNet, 6 Aralık 2011.
[51] Mümtaz'er Türköne, "Tarih Yeniden Başlıyor", Zaman, 18 Ekim 2011, s.21.
[52] Mümtaz'er Türköne, "Kitlelerin Dönüşü", Zaman, 3 Kasım 2011, s.25.
[53] Arundhati Roy, "Hepimiz İşgalciyiz", The Guardian, 17 Kasım 2011.
[54] "Yunanistan'da Şimdi de İlaçsız Kalma Tehlikesi", Milliyet, 26 Haziran 2011, s.11.
[55] Foti Benlisoy, XXI. Yüzyılın İlk Devrimci Dalgası, Agora Kitaplığı, 2012.
[56] G.Lukacs, Lenin'in Düşüncesi / Devrimin Güncelliği, çev: Ragıp Zarakolu, Belge Yay., 2. Baskı, 1998.
[57] Eric Hobsbawm, Kısa XX. Yüzyıl 1914-1991 Aşırılıklar Çağı, çev: Yavuz Alogan, Everest Yay., 2006.