25 Şubat 2013 Pazartesi

Sakine Cansız....

HAMİLİ YILDIRIM *, KIRIKLAR F TİPİ CEZAEVİ

Tarihsel, toplumsal açıdan bakıldığında Fransa sosyalizmin yurdudur denilebilinir. Aydınlanmanın ülkesidir. Sanatın, düşüncenin merkezidir. Uzun süre bilimin de merkezi olmuştur. Bir yerde devrim ülkesidir de. Nazi Almanya'sına karşı "direnişi" yaratan bir halkın ülkesidir. Ama öte yandan  da emperyalist bir ülkedir. Afrika başta olmak üzere, 19.Yüzyılın ikinci yarısında da Cin Hindi denilen yarım adanın tümünü Vietnam da içinde olmak üzere sömürgeleştirmişti. Bütün bunların yanısıra, bir çok devrimci önderin tutuklanarak zindanlarda çürütüldüğü, giyotinle kafalarının uçurulduğu bir cinayetler ülkesidir.

Fransa eninde sonunda bizi de vurdu. Sakine Cansız, Fidan Doğan ve Leyla Şaylemez en işlek cadde üzerinde bulunan büroda enselerinden vurularak vahşice katledildiler. Fransız polisi bir tetikçiyi yakalamakla yetindi. Perdeyi tümden kaldırmadı, kaldıracağını da sanmıyorum. Bu ülkelerarası çıkarlarla bağlantılı bir olaydır. Hele mali operasyonun başladığı bir dönemde perdeyi tümden kaldırmaları beklenemez, beklenmemeli.

Bu üç arkadaşımız kendi ülkelerindeki devletin baskılarını görüp tanıdıkları için başkaldırıp belli bir seviyeye ulaşmışlardı. Kendi içinde gerçek özgürlüğü tanımış ve yaşamışlardı. Bu nedenle Avrupa'daki bazı yalancı özgürlüklerin tadı onları baştan çıkaramadı. Mezopotamya'daki halkın durumu onların en önde gelen sorunuydu. Anıları daha taze olan bu üç arkadaşımızın yürüttükleri  mücadele cesaretlerine ve becerilerine  her zaman hayranlık duyup saygı göstermek yurtsever olmanın gereğidir.

Son 30 yıldır süren bu savaş insanlarımızın ve halkımızın alt-üst olduğu yıllar oluyor. Böyle acımasız zamanlarda yaşam çok daha katmerli çok daha yoğun bir biçimde yaşanıyor. Bu uzun yıllar kararsızlığı, karamsarlığı en ufak bir hatayı ve hesaplamaları bağışlamayan bir tempoda yaşandı. Böyle dönemlerde bir çok pislik, yalan ve yanlış olan şeyler su yüzüne çıktı. O çokça şişirilmiş balon kişilikler, sahte büyüklükler, anlamsız değerler yıkıldı. İnançlar yeniden sorgulandı, gerçeği yansıtmayan düşünceler, abartılı kişilikler birer birer sarsıldı. Diğer yandan dürüst samimi ve halktan biri olan Sakine Cansız gibi insanların gizlenmiş erdem pınarlarından umulmadık yücelikler, kahramanlıklar ve ölçülü bağlılıklar açığa çıktı. Ne de olsa savaş en keskin biçimiyle insanları ayırt edip netleştiriyordu. Sakine Cansız gibi tarihe geçecek inanılmaz bireysel özveri örnekleri insanoğlunun yüzünü ağartıyor, hem de onca onursuzluğa inat!

Her şey bir yana ama, zor zamanlar devrimciliğin en çıplak haliyle sınandığı süreçler oluyor gerçekten de. Eşitlik, özgürlük, demokrasi ve halk sevgisinden gayrisine kördü. Ne iğdiş edilmiş düzeniçi solculuk, ne de egemen güçlerin deforme ettiği beyinlerin liberal reformist ve teslimiyetçi yaklaşımları görmüyordu onun gözleri. O yalnızca Mezopotamya devrimini görüyordu, onu yaşıyordu ve halkına da yaşatmak için bütün yeteneklerini ayaklandıran biriydi.

1979 yılında Elazığ'da birlikte tutsak düştüğümüzde korkunç denilebilecek işkencelere maruz kaldı. Ama o, idealleri, düşünce ve mücadelesinde bir milim bile geri adım atmadı, direnmek, karşı koymak onun için bir bilinç, ruh hali ve yaşam tarzıydı.

1980 yılında vahşetin hüküm sürdüğü Diyarbakır Cezaevine götürüldüğümüzde  ilk günden itibaren, düzenin keskin kılıcı olan Esat Oktay Yıldıran, teslim olması düşünce ve mücadeleden vazgeçmesi için en kanlı ve en kirli bir biçimde herşeyi dayattı kendisine. Fakat Sakine Cansız kendisine dayatılanların özünde Özgürlük Hareketi'nin haklı ve meşru mücadelesini sindirmek ve yok etmek amaçlı olduğunu biliyordu. İşte bu nedenle inanılmaz bir iradeyle bu kirli ve kanlı hedefin karşısına dikilmişti. Görmediği işkence kalmadı, günlerce aç, susuz kaldı, haftalarca lağım suları içinde tutuldu yine de Sakine Cansız'ı sarsmayı başaramadılar.

Özgürlük ki, halkın kurtuluşudur ve devrimcilik ki, bu yolda bir sevda işidir, tutkudur ve sonsuzdur bu aşk için hayatlarını ortaya koyanlar, bedenlerini ölüme sürenler sadece Sakine Cansız gibi gerçek devrimcilerdir. O gerçekten inanılmaz biriydi.

Amed zindanında reva görülen vahşet düzeyindeki işkencelere dayanamayıp kurallara uyup teslim olanları her gördüğünde öfkeleniyordu. Mahkeme kürsüsünde şunları haykırmıştı. "Biz tutsakların şahsında Kürt halkının geleceği karartılmak isteniyor, her arkadaşım şunu çok iyi bilmeli ki, kurallara uyup kendimizi güvenceye almaktan ziyade, direnerek bir halkın geleceğini koruma zamanıdır..." demişti. Ve salondaki tutuklulara dönüp dişlerini sıkmış parmağını sallamıştı.

Bir çok insan kendini kurtarmanın korumanın derdine düşerken, o geleceği kurtarmanın derdine düşmüştü. Esat Oktay "Ya teslim olarak kurallara uyarsınız, ya da bir fare gibi ezilerek öleceksiniz..." dediğinde cezaevi maltasında Sakine Cansız sözünü kesip şöyle haykırmıştı: “Arkadaşlar tam da direnme ve karşı koyma zamanıdır ve zalimler asla bize diz çöktüremezler..." Sakine Cansız buydu tepeden tırnağa direnişe, karşı koymaya ayarlıydı ve insanları peşinden sürükleyip hedefe kilitlenmesini çok iyi biliyordu.

Sakine Cansız, eşit özgür ve sömürüsüz bir toplumun, kapitalist emperyalist sistemden çok daha üstün ve onurlu bir toplum biçimi olduğunu bütün benliğinde inandığı için ona sevdalıydı...

Bütün çalışmalarında güç kaynağı olan eşit ve özgür bir toplumu hayata geçirmek, halkların mutluluğunu, refahını, alın açıklığını, özgürlük ve şerefini sağlamak arzusu olmuştur.

Sakine Cansız Mezopotamya halklarına hizmet etmek uğruna gönlünde alevlenen yangının dürtüsüyle Özgürlük Hareketi'ni seçmişti. Doğrusunu söylemek gerekirse düşüncesiyle, yaşam tarzıyla bedeniyle ve sinir sistemiyle bu yolu kutsal bulmuş ve benimsemişti. Onun bedeninin her hücresi ve varlığının bütün ayrıntıları Dersim'de 1937/38 de katledilen yetmiş bin insanla birlikteydi. Sakine Dersimliydi, Dersim halkının öz evladıydı. Başı bulutlara değen, eğilmez bükülmez kutsal dağlarla çevrili bir coğrafyanın insanıydı. O yüce dağlar kadar dimdik eğilmez bükülmez ve toprağa kök salmış biriydi.

Mitolojilerde tanrıçaların iyiliklerinden, ahlak ve adaletlerinden çokça söz edilir. Öyle anlaşılıyor ki, tanrıçalar eşitliği özgürlüğü, kardeşliği ve toplumsal barışı esas alarak insanları yönetmişler. Eğer günümüzde  erkek egemenlikli bir sisteme her konuda tavır alan onunla kavgaya tutuşan asla eğilmemiş, bükülmemiş ve sözü bir, pratiği bir olan, eşitlikçi, paylaşımcı, dürüst samimi ve direngen gerçek bir tanrıçadan söz edeceksek o, Sakine Cansız'dır.

* Kırıkkale F-Tipi Cezaevi'nde tutsak edilen Hamili Yıldırım, bu mektubu yazar Haydar Işık'a gönderdi.

18 Şubat 2013 Pazartesi

Beşinci Yılında Zap Operasyonu-1


'Sıcak Takip Operasyonu' adıyla ilki 25 Mayıs 1983’te başlayan sınır ötesi kara operasyonlarının sonuncusu 21 Şubat 2008 tarihinde 'Güneş Operasyonu' ismiyle düzenlendi. HPG Anakarargahını hedef alan operasyon 29 Şubat günü geri çekildi. Günlerce süren çatışmalar ve HPG gerillalarının direnişine sahne olan bu 8 günlük operasyonun sonuçları, Türk devletinin Kürt sorunuyla ilgili gidişatını bugüne kadar belirler nitelikte bir dönüm noktası oldu.

Zap operasyonu, ne düzenlenen ilk ve kapsamı en geniş kara ve hava operasyonuydu, ne de askeri açıdan diğer operasyonlardan daha sarsıcı bir bilançoya sahipti. Bir konvansiyonel savaş olarak adlandırılan 1992 Güney Savaşı, 1995’teki Çelik Harekatı, 1997’de tüm yıla yayılan operasyonlar en geniş sınır ötesi kara operasyonlarıydı. Kapsam ve asker katılımı itibarıyla 2008 yılındaki operasyonu kat be kat aşan bu kara operasyonlarının temel hedefi yine Zap’tı. 

2008 operasyonunu önemli kılan ve yol açtığı sonuçlarla ciddi değişimleri tetikleyen, Türk devletinin 2007 yılına dayattığı saldırıların ölüm kalım savaşı düzeyine ulaşmasıydı.

ZEHİRLENME…

Bu konseptin başlangıç noktası uluslararası bir komplo sonucu İmralı adasına getirilen ve tek kişilik hücresinde o dönem sekizinci yılını yaşayan Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’a yönelik zehirleme olayıydı. Tek kişilik bir hücrede sekiz yıl boyunca ağır tecrit, izolasyon ve işkence altında tutulan Öcalan’ın fiziki imhasını gözeten bu saldırı başta Kürt halkı olmak üzere ulusal ve uluslararası kamuoyunda büyük tepki aldı.

Kürt Halk Önderi’nin zehirlendiği bilgisinin tüm kamuoyuna ulaşması ardından dönemin Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt saldırı konseptinin ikinci ayağını erkenden deşifre etmek zorunda kaldı. ABD gezisinden yeşil ışık alan Büyükanıt “Türkiye, tarihinin en kritik sürecini yaşıyor” diyerek yeni saldırı dalgasının psikolojik zeminini hazırlamaya koyuldu. 17 Şubat 2007 tarihli konuşmasında “PKK ile ilgili büyük bir oyun başlamak üzere, perde açılıyor” derken, 12 Nisan’da ağzındaki baklayı çıkardı: “Sınır ötesi operasyon gereklidir!”

GERİLLA ATEŞKESİ DEVAM EDERKEN

'Sınır ötesi operasyonla gerillaların merkez üslerinin imha edileceği'nin söylendiği sırada gerillalar halen ateşkes pozisyonundaydı. 1 Ekim 2006 tarihinden itibaren tek yanlı ateşkes durumuna geçen gerillalar 2007 yılı başında da bu pozisyonlarını koruyorlardı. Yani Türkiye’yi zorlayan bir savaş durumu ya da gerillaların yönelttiği bir saldırı ortada yoktu.

Bu ateşkesi çeşitli çevrelerin öneri ve talepleriyle Kürt sorununun demokratik barışçıl yollarla çözülmesi için ilan ettiklerini açıklayan HPG yetkilileri bu konudaki samimiyetlerini geçen süreçte göstermişlerdi. Fakat bu talepler hakkındaki gerçek daha sonra açığa çıkacaktı.

ABD’nin 'özel PKK koordinatörü' Ralston, “Türkler bu sözcüğü sevmezse de PKK’ye ateşkes yaptırdık, ateşkeste Barzani’nin katkısı çok oldu” demişti. Daha sonra Kürt Halk Önderi’nin “içime sinmemişti” sözleriyle bir oyun olduğunu, kandırmaya dayalı bir girişim olduğunu belirttiği bu ateşkesin geniş imha konseptinin bir parçası olarak kullanılan bir taktikten öte anlamı olmadığı bizzat ateşkesi talep edenlerin ağzından doğrulanmıştı.

Oldukça hassas bir dönemden geçen Ortadoğu’da Türkiye’nin Güney Kürdistan’a yönelik operasyon planı birçok kesim tarafından tepkiyle karşılandı.

Federal Kürdistan Parlamento Başkan Yardımcısı Kemal Kerkuki, "Kürdistan bölge topraklarına yapılacak bir operasyon, Irak devletine savaş ilanıdır" demişti. Neçirvan Barzani’nin açıklaması ise Türk devletinin esas hedefi konusunda farklı ipuçları veriyordu. Daha önce defalarca denendiğini ancak sorunun bu şekilde çözülmediğini söyleyerek sınır ötesi operasyonun sonuç almayacağını belirten Barzani, “Ancak Türkiye’nin Kerkük ile ilgili bir sorunu varsa diyalog yoluyla çözebileceklerini” kaydetmişti.

Sınır ötesi operasyonun tam da Kerkük’te referandumun tartışıldığı bir süreçte gündeme getirilmesini kendilerine yönelik bir saldırı olarak değerlendiren liderlerden bir diğeri de Mesut Barzani’ydi. Barzani, Türk yetkililerinde tepki uyandıran sözlerle, “Türkiye Kerkük’e karışırsa biz de Diyarbakır’a karışırız” demişti.

KCK ve HPG ise yayımladıkları açıklamalarla topyekûn bir savaş ilanı olarak değerlendirdikleri sınır ötesi operasyonun daha önce denenmiş operasyonlar gibi başarısız olacağını belirtmişlerdi. Bunun yanında operasyonun belirtilenin aksine PKK’ye karşı değil tüm Kürt kazanımlarını hedeflediği ifade edilmiş ''Güney’deki halkımızın kazanımlarını ve umudunu yok etmeye dönük hiçbir hesap ve saldırıya izin vermeyeceğiz’’ denilmişti. Yine KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan Türk devletinin yeni girişimini “bunlar macera peşinde” şeklinde değerlendirmişti.

DOLMABAHÇE GÖRÜŞMESİ

AKP’nin büyük çoğunluğu sınır ötesi operasyon fikrini desteklerken, kimi kaygılı ve temkinli yaklaşımlar da görülebiliyordu. Ordu karşısında zayıf olan AKP, 27 Nisan muhtırası ve Cumhurbaşkanlığı seçimleri nedeniyle de zor durumdaydı. Bu durumu nasıl aşabileceği konusunda da net değildi.

Muhtıranın hemen öncesinde, 12 Nisan’da Büyükanıt yaptığı konuşmada “Güneye yapılacak bir operasyon için siyasi irade ve meclis kararı gerekiyor” demiş, siyaset kurumunun, yani AKP hükümetinin kendi çizgisiyle birleşmesini talep etmişti. Bu konuşmaları Fransa’da yayın yapan Le Figaro gazetesi Erdoğan’a yönelik bir uyarı olarak değerlendirmişti.

Uyuşmazlık ve anlaşmazlıkların kamuoyu gündemini işgal ettiği bir süreçte Büyükanıt ve Erdoğan 4 Mayıs 2007 tarihinde Dolmabahçe sarayında bir araya geldi. Kürt inkarı ve imhasını öngördüğüne kesin gözüyle bakılan görüşmede uzlaşma yakalanmış, Büyükanıt’ın sözünü ettiği ‘siyasi irade’ oluşmuştu!

Daha sonra bu görüşme ''Orduyla AKP Hükümeti arasında varılan mutabakat'' olarak adlandırılacak ''birkaç yıl sonraki Ergenekon operasyonlarına varan sürecin de nedeni'' olduğu anlaşılacaktı. KCK Yürütme Konseyi Üyesi Duran Kalkan Ordu-AKP mutabakatı temelinde AKP’nin Silivri’de Ergenekoncu olarak yargılanan Beyaz Türkçü imha politikasının Yeşil Türkçü Yaşizme dönüştüğünü belirtiyordu.

BÜYÜKANIT FİTİLİ ATEŞLEDİ LİNÇLER PEŞİSIRA GELDİ

Türk devleti Dolmabahçe görüşmeleriyle sınır ötesi kara operasyonu önündeki görüş ayrılıklarını gidermiş, saldırının kapsamını netleştirmişti. Bunun yanında saldırının zeminini güçlendirmek ve olası bir saldırı karşısında Kürtler ve demokratik kamuoyu nezdinde gelişebilecek toplumsal refleksleri kırmak amacıyla kimi planlar devreye konulmuştu. Fitili ateşleyen yine dönemin Genelkurmay Başkanı Org. Yaşar Büyükanıt ve ekibi oldu.
Genelkurmay, gece yarısı yayımladığı bir bildiride “Yüce Türk milleti gereken duyarlılığı göstermeli” denilerek, halka “Teröre karşı kitlesel refleks gösterme” çağrısında bulunmuştu. 8 Haziran günü yayımlanan bildiride ''barış, özgürlük ve demokrasi gibi kavramların PKK’nin argümanları olduğu ve bu eksende çalışma yürüten tüm kurumların bu çalışmalarından vazgeçmesi'' istenmişti.

Türkiye ve Kürdistan’daki tüm sivil toplum örgütlerini hedef haline getiren bu açıklama ardından Mayıs ayında gerçekleştirdiği 5. Kongra Gel Genel Kurulu’nda ismini Koma Civakên Kurdîstan (KCK) olarak değiştiren Kürt Özgürlük Hareketi de bir açıklama yayımladı. “Bir taraftan güney bombalanıyor, diğer taraftan ırkçı saldırılara start veriliyor” tespitinin yapıldığı açıklamada bildirinin “Kürt halkına karşı linç çağrısı” olduğu vurgulandı.

Meclis’te ise Kürt halkına topyekun saldırının yasal zemini hazırlanıyordu. Polisin yetkilerini genişleten yasa Meclis’ten geçirildi. Hemen ardından Hakkari, Şırnak ve Siirt illerinde sivil hareketi yasaklayan sıkıyönetim uygulamalarını anımsatan yasak kararı çıkarıldı.

Emniyet Müdürlüğü aynı dönemde 123 özel harekâtçı timi, sıkıyönetim ilan edilen Şırnak, Siirt ve Hakkâri’ye göndererek “ihtiyaca göre sayının bin kişiye ulaşabileceği”ni duyurdu. Sadece polis değil Valilere de yeni “yetkiler” tanınmıştı.

Kürt illerindeki Valilere ''gerektiğinde sokağa çıkma yasağı ilan edebileceği'' yetkiler tanındı.

Uygulamanın nerelere kadar gidebileceğini Dönemin Elazığ Valisi Muammer Muşmul’un vahim sözleri gösteriyordu. Muşmul,  “PKK’lıyı buldunuz mu baltayla kesin” diyordu.

Gece yarısı bildirisinde göreve çağrılan faşist kesimlerin ilk pratiği ise Eskişehir’de yaşandı. DTP Eskişehir il binası ateşe verildi. Bu saldırıdan iki gün önce de Sakarya’da iki Kürt genci Ahmet Kaya posterli tişört giydikleri ve Gündem gazetesi okudukları için linç girişimine maruz kalmıştı. Hırsını alamayan linç girişimcileri, Sakarya DTP il binasına Molotof atarak binayı ateşe vermişlerdi.

İRAN KONSEPTE DAHİL OLUYOR

Tasfiye konsepti sadece içerideki ayaklarıyla değil bölgedeki diğer güçlerle ortaklaşa yürütülüyordu. Kürtlere karşı savaşta ABD, İsrail, İngiltere desteğiyle yetinmeyen Türk devleti bölgesel ittifakları da devrede tutmak istiyordu. Irak’ta yayın yapan Es Sabah gazetesinin 16 Haziran tarihli haberinde ''İran’ın, PKK’nin Güney Kürdistan sınırındaki kamplarının bombalanması ve PKK’nin kendi topraklarına geri çekilme yollarının kapatılması konularında Türkiye ile işbirliği yaptığı'' yazıyordu.

Aynı gün The Guardian gazetesinde yayımlanan röportajında KCK Yürütme Konseyi Üyesi Cemil Bayık sınır ötesi operasyonun bir Kürt karşıtı hedef içerdiğini ifade etmiş, bölgesel planlara öncelikle Güney Kürdistan’daki yönetimi hedeflediğini, ikinci amacının da Kerkük referandumunun yapılmasını engellemek dikkat çekmişti. Büyükanıt’ın olduğunu belirten Bayık, “PKK, Büyükanıt’ın tehdit öncelikleri arasında ancak üçüncü sıradadır” demişti.

Haber kısa bir süre sonra Xakurke, Xınere ve Kandil’in birçok noktasına yönelik obüs ve havan saldırıları ile doğrulandı.

Temmuz ve Ağustos aylarında yoğunlaşan topçu saldırıları yanında kimi sınırı aşma girişimleri PJAK gerillalarınca durdurulan İran ordusunun saldırıları karşısında KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan bir açıklama yayımlayarak İran’ın saldırılarının, Türkiye’nin koordinatörlüğünde yürütülen konseptin bir parçası olduğunu belirtmiş, bu saldırı konseptine karşı da tüm Kürtleri dayanışmaya ve ortak bir strateji altında birleşmeye çağırmıştı.

Irak Başbakanı Nuri Maliki ve Cumhurbaşkanı yardımcısı Tarık El Haşimi de yaptıkları açıklamalarla İran ordusunun bombardımanlarına tepki göstererek İran’ın bu tutumunu kınadılar. Güney Kürdistanlılar ise Süleymaniye’den başlamak üzere tepkilerini gösterilerle dile getirdiler.

ŞENGAL KATLİAMI, BEYTÜŞŞEBAP PROVOKASYONU

Kerkük sorunu nedeniyle zaten oldukça gergin olan Güney Kürdistanlılar, Türk devletinin sınır ötesi operasyon hedefi nedeniyle de kendilerini büyük bir baskı altında hissediyorlardı. Bu dönemdeki en önemli olaylardan biri olan ve 15 Ağustos günü Güney Kürdistan’ın Şengal bölgesinde Êzidî Kürtleri hedef alan bombalı saldırıyla da bu baskı fiziki katliama dönüştü. Kürtleri ve kazanımlarını hedefleyen topyekun bir saldırı konseptinin varlığı artık kesinleşmişti.

Kürt karşıtı konseptin PKK’yi hedef göstererek yaptığı yönelimlerinden biri olarak düzenlenen bu saldırının PKK’nin silahlı mücadeleye başladığı tarih olan 15 Ağustos’un yıldönümünde gerçekleşmesi oldukça dikkat çekiciydi.

30 Eylül günü yeni bir provokatif saldırı bu kez Şırnak’ın Beytüşşebap ilçesinde gerçekleşmiş, bir minibüsün taranması sonucu içinde 7 korucunun da olduğu 13 Kürt öldürülmüştü.  Çiçeği burnundaki yeni cumhurbaşkanı Gül daha olayın ayrıntılarına vakıf olmadan saldırıyı “Terörün gerçek yüzünü bütün acımasızlığıyla ortaya koyan insanlık dışı saldırı” olarak adlandırması açıktan bir yönlendirme olarak hafızalarda kaldı.

HPG’nin yaz aylarında Türk ordusuna karşı yükselttiği savunma savaşından yola çıkılarak koruculara karşı düzenlenen bir saldırı olarak yansıtılmaya çalışılan bu olay görgü tanıklarının ifadeleri sonucunda açıklığa kavuştu. Olaydan hemen sonra bölgeye askeri helikopterlerin inip kalktığını ve olayı gerçekleştirenleri alarak uzaklaştırdıklarını ifade eden köylüler yine olay yerinde ordunun kullandığı çok sayıda boş konserve kutusu ile su şişelerinin bulunduğunu anlattı.

KCK, Beytüşşebap katliamına ilişkin yaptığı açıklamada katliamın sorumlularının AKP hükümeti, Cumhurbaşkanı Gül ve ordu olduğunu belirtmiş, Türk devletinin Kürdü Kürde kırdırma politikası tutmadığı için bu tür katliam ve provokatif girişimlerde bulunduğunu ifade etmişti. Katliamın KCK’nin 1 Ekim 2006 tarihinde ilan ettiği tek taraflı ateşkesin birinci yıldönümüne bir gün kala gerçekleşmesi ise kimi çevrelerce ateşkes sürecine dayatılan provokasyon olarak adlandırdı.

ATEŞKESE GECİKMİŞ ‘CEVAP’: TEZKERE

Ateşkesin birinci yıldönümüne bu şekilde gelindi. Yıldönümü vesilesiyle bir açıklama yayımlayan KCK, barışçıl çözümün gelişmemesinin tek sorumlusunun AKP hükümeti ve Türk ordusu olduğunu belirtmiş, ayrıca ateşkes çağrısı yapan güçlerin de sorumluluklarının gereğini yerine getirmediğini ifade etmişti.

Hükümet ve ordu, ateşkesin yıldönümünde ateşkese olumlu bir cevap verme bir yana tüm yıl boyunca gündemde olan sınır ötesi operasyona imkan tanıyacak tezkere üzerinde yoğunlaşıyordu. Giderek ısınan atmosferde sınır ötesi operasyonun anlamsızlığı ve faydasızlığı dillendirilmeye devam edilse de Türk devleti aksini iddia ediyor, tehditler savuruyordu. Erdoğan tam da bu dönemde “ABD binlerce kilometre uzaktan gelip Irak’ı vurduğunda, kimseden izin istemedi” diyerek orduyla vardığı mutabakata destek istiyordu.

17 Ekim günü DTP dışındaki tüm siyasi partilerin uzlaşması temelinde TBMM genel kurulunda 507 oyla kabul edildi. Tezkere oylamasında sadece DTP’liler 19 “hayır” oyu kullandı.

Karar çıkmış sıra somut hazırlıklara gelmişti. İlk iş, savaşın yaratacağı yükü karşılayabilecek para kaynağını bulmaktı. 2008 bütçesinden savunma bütçesine düşen pay 13 milyar YTL’den 18 milyar YTL’ye çıkarıldı. Böylece rutin operasyon ve saldırıların dışında 2007 Ekim ayı ortalarından itibaren geçerli olmak üzere yürütülecek savaşa 5 milyar YTL gibi bir kaynak ayrılmış oldu.

KCK’DEN İYİ NİYET GİRİŞİMİ

Bütçenin açıklandığı gün KCK Yürütme Konseyi Başkanlığı “Kürt sorunu şiddetle değil, mevcut sınırlara dokunulmadan demokrasi içinde çözülmesi gerekir. Kürt halkı, bir halk olmaktan kaynaklı doğal haklarını istiyor. Türk devleti ise saldırgan pozisyonundan hiç çıkmadı. Türk ordusu ve devleti şiddetten vazgeçerse biz her zaman çözüm projesini görüşmeye hazırız” açıklamasıyla ivme kazanan çatışmalara rağmen barışçı bir çözümün mümkün olduğunu belirtti. Hemen birkaç gün sonra da (4 Kasım 2007) gerillaların Oramar’da esir aldıkları 8 asker iyi niyet göstergesi olarak serbest bırakıldı.

Fakat bu iyi niyet gösterisi ve barışçıl tutum karşılık bulmamıştı. Yaşar Büyükanıt KCK açıklamasına hızlı bir şekilde yanıt vermiş, “Bize acı çektirenlere hayal bile edemeyecekleri yoğunlukta acı çektireceğiz” diyerek Kürt halkını ve PKK’yi tehdit etmişti.

‘ORTAK DÜŞMAN’

Türk devlet yetkililerinin icazet ve destek turları tezkere sonrasında daha da yoğunlaştı. Bu turların en önemlisi ve kader belirleyecek olanı ise 5 Kasım 2007 günü dönemin ABD Başkanı George Bush ve Türk Başbakanı Tayyip Erdoğan arasında yapılacak görüşmeydi. Beklendiği üzere Türk devletinin saldırılarına izin veren Bush, bir adım daha öteye giderek PKK’yi ''ABD, Irak ve Türkiye’nin ortak düşmanı'' ilan etti.

''İstihbarat paylaşımı ve teknolojik yönelimi öngören, sonuç alınması durumunda da kara operasyonuna geçilebileceğini'' belirten Bush’un konuşmasıyla neredeyse eş zamanlı bir şekilde gerilla denetimindeki Medya Savunma Alanları üzerinde İnsansız Hava Araçlarının (İHA) keşif faaliyetlerinin startı verildi.

ABD kendini Türk devletine ''yardımcı olan, destek sunan bir güç'' pozisyonunda gösteriyordu. Fakat 5 Kasım görüşmelerinde kimi farklı plan ve konseptler de oluşturulmuş, ABD çıkarları garantiye alınmıştı.

KCK Yürütme Konseyi Üyesi Duran Kalkan, ABD’nin, Türkiye’yi Ortadoğu planlarının bir parçası olarak kullanmak için bu desteği verdiğini belirttikten sonra şunları söylüyordu: 

“Operasyon, ABD’nin Ortadoğu’ya da Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) temelindeki müdahalesini biraz daha ilerletme amacını güdüyordu. 

AKP’yi bölge politikası doğrultusunda daha iyi kullanabileceği bir çizgiye çekmek yanında, daha çok da Türk genelkurmayını ABD politikaları doğrultusunda bölgede hareket eder, AKP’nin geliştirdiği ilişki ve ittifaklara uyan bir çizgiye çekmeyi hedefliyordu.”

LEGAL SİYASET DE HEDEFTE

ABD’den onay aldıktan sonra daha da cesaret kazanan Kürt karşıtı cephe Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da siyaset yapan, mecliste grubu bulunan DTP’ye ve milletvekillerine yönelik baskılarını arttırdı. Bush-Erdoğan görüşmesinin üzerinden daha dört gün geçmeden MHP lideri Devlet Bahçeli “hazır PKK hedefe konmuşken legal siyaset de tasfiye edilsin” anlamına gelen bir kampanya başlattı. 9 Kasım günü yaptığı konuşmada “DTP, PKK’nin maşasıdır” diyen Bahçeli, “Bölücülükle ilgili suçlarda dokunulmazlık kalksın” diyerek meclis açılışında ellerini sıktığı DTP’li vekilleri hedef almıştı.

Cumhuriyet Başsavcısı da bu görüşleri pratikleştirerek 16 Kasım 2007 tarihinde DTP’nin kapatılması için Anayasa mahkemesine başvurdu. ''Devletin vatanı ve ülkesi ile bölünmez bütünlüğü aleyhinde faaliyet yürütmek, özerklik talep etmek ve Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın talimatlarına göre hareket etmek''le suçlanan DTP’de siyaset yürüten Ahmet Türk, Osman Özçelik, Fatma Kurtulan, Aysel Tuğluk, Sebahat Tuncel, Sevahir Bayındır, Selahattin Demirtaş ve İbrahim Binici hakkında da ''siyaset yasağı'' isteniyordu.

Diğer yandan ABD’nin Türkiye Büyükelçiliği DTP dışındaki bazı “Kürt” çevreleriyle 28 Kasım günü kahvaltılı özel bir toplantı yapmıştı. Toplantıya AKP’li milletvekilleri, Fazilet Partisi, KADEP ve HAK-PAR temsilcileri katılmıştı. AKP Diyarbakır milletvekili İhsan Arslan toplantının medyada işlenmesine tepki göstererek bu tür toplantıların “normal” olduğunu iddia etmiş, ABD’nin Türkiye Büyükelçisi Ross Wilson da ''PKK’nin düşman olduğunu'' tekrar ederek ''tasfiye edilmesi gerektiğini'' dikte etmişti.

İLK KAPSAMLI SALDIRI

Dış desteği alan, içteki muhalefeti bastıran ve tüm hazırlıklarını tamamlayan Türk devletinin sınır ötesi harekatının ilk önemli adımı 2 Aralık günü geldi. Hakkari’nin Çukurca ilçesi sınır hattında bulunan karakol ve askeri üslerdeki topçu bataryaları Zap ve Zap’a bağlı Çemço alanına yönelik kapsamlı bir havan, obüs ve katuşa saldırısı düzenledi.

ABD ve İsrail yapımı Heron ve Predatör tipi İHA’ların yirmi dört saat keşif yaptığı Medya Savunma Alanları’ndaki bu ilk saldırıyı 16 Aralık gecesi saat 01.00’de Kandil’den Zap’a kadar olan tüm gerilla alanlarında 50’nin üzerinde savaş uçağının katıldığı hava saldırısı izledi. İlk atışlarda Kandil alanında bir tepede bulunan 5 gerillanın yaşamını yitirdiği saldırıda en fazla zararı bölgede yaşayan köylüler gördü. Saldırılarda 2 sivil yaşamını yitirmiş köylülere ait çok sayıda arazi, ev ve bahçe zarar görmüştü.

Türk savaş uçaklarının Medya Savunma Alanları’na düzenlediği bombardımanla eş zamanlı olarak İran sınır hattına yakın gerilla bölgeleri İran ordusu tarafından bombalanmıştı. İran devleti, ''Türk devletiyle PKK’ye karşı her konuda ortak mücadeleye hazır olduklarını'' açıklamıştı.

KARA OPERASYONU DENEMESİ

Medya Savunma Alanları’nın büyük bir bölümünü kapsayan hava saldırısının ertesi günü (17 Aralık) bu kez Türk ordusu Xakurke’nin Geliye Reş bölgesinde özel askerlerden oluşan 500 kişilik bir birlikle tank, kobra helikopter ve savaş uçakları eşliğinde bir kara operasyonu düzenledi.

Topçu atışlarıyla güvenli bir koridor oluşturarak ilerlemek isteyen Türk ordusu 3 ayrı yerde gerillalarca vurulmuş, 8 asker öldürülmüş, 4 asker de yaralanmıştı. Nokta baskını tarzında gelişen operasyon, aldığı darbe sonucunda 19 Aralık günü sonuçsuz bir şekilde geri çekilmek zorunda kalmıştı.

Türk devletinin bu saldırıları nereye ve ne zamana kadar sürdüreceği konusunda oldukça yoğun tartışmalar yaşanıyordu. Türkiye’nin hem bölge, hem de uluslararası güçler tarafından kaygıyla izlenen saldırılarının sonucu kestirilmeye çalışılırken herkes tarafından ''baharla birlikte yapılması düşünülen operasyonun kapsamı'' tartışılıyordu.

Duran Kalkan, bu iki buçuk aylık süreyi askeri deyimle bir “yumuşatma hareketi” olarak adlandırıyor; bu saldırıları ''Zap operasyonuna gidişte gerillayı kendi kamplarında vuran, darbeleyen, rahatsız eden, taciz eden, dolayısıyla da dengesini, mevzilenmesini yıpratmaya, bozmaya götüren çabalar” olarak değerlendiriyordu.

Dönemin HPG Anakarargah Komutanı Bahoz Erdal da“hedefi baskı altında tutabilmek ve diğer yandan hazırlıklarını tamamlamaya çalışma” olarak adlandırıyordu.  

Erdal, ayrıca bu sürece denk gelen ve kışa doğru oldukça yükselen direniş hamlesine de dikkat çekiyordu: “AKP’nin uluslararası ve bölgesel güçlerle oluşturduğu bu imha konsepti karşısında hareketimiz de 2007 yılında hazırlıklar ardından büyük bir direnişe geçti. Siyasi, toplumsal ve askeri alanda Êdî Besê hamlesini başlattı. Tarihi bir direniş sergilendi. Bir yandan demokratik siyasi alanda, diğer yandan Türk ordusunun operasyon ve saldırıları karşısında gerilla güçlü bir direniş sergiledi. Bu direniş hamlesi 10’ncu ayda Şehit Adıl arkadaşın gerçekleştirdiği Gabar eylemiyle başladı ve Oramar eylemiyle de doruğa ulaştı. Yılsonuna gelindiğinde AKP hükümeti ve Türk ordusunun saldırıları bir düzeye gelmiş fakat onun karşısında da hareketimizin ve Kürdistan gerillasının büyük direnişi bu saldırılara bir darbe vurmuştu. Bir yere kadar etkisiz kılmıştı. Kışa bu şekilde girdik.”

DEVAM EDECEK…

ANF

Karayılan: İki Eksen Üzerinde Çalışıyoruz

KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan, Strasburg'da onbinlerce kişinin katıldığı mitinge gönderdiği görüntülü bir mesajla halka seslendi.  Mücadelede sonuç almak istediklerini söyleyen Karayılan, "Şimdi iki eksen üzerinde çalışıyoruz" diyerek, 2012'de başlattıkları hamleyi sürdüreceklerini ama diyalog ve barışa da açık olacaklarını kaydetti.

Mücadeleyle sonuç almak istiyoruz. Zulme karşı geri adım atmadan sonuç almak istiyoruz.  Fakat biz çözüm ve barışa da açığız. İmralı'da Önderliğimiz mesaj verirse biz buna da hazırız.

15 Şubat Komplosunun Kürt halkının geleceğine yönelik bir saldırı olduğuna dikkat çeken Karayılan "Bu komployu sert bir şekilde kınıyoruz." dedi.

Komploya karşı direnişin 14 yıldır kesintisiz bir şekilde devam ettiğini söyleeyn Karayılan şöyle dedi:

"Önderimiz Rêber Apo İmralı'da 14 yıl boyunca direndi. Hareketimiz, gerillamız, kadrolarımız ve halkımız her yerde ve her şekilde direndi. Rêber Apo'nun çizgisinde direniş sergiledi. Siz Avrupa'da yaşayan Kürdistanlılar 14 yıldır Strasburg'da direniyorsunuz. İmralı direnişiyle, özgürlük hareketinin direnişiyle, sizlerin halkımızın direnişiyle komplo boşa çıktı. Komplo başarısız oldu."

Fakat Türk sömürgeciliğinin kendini pazarlayarak komployu yeniden örgütlediğine dikkat çeken Karayılan, Öcalan üzerinde İmralı işkence sistemi, Kürt halkı üzerinde ise kuşatma politikası yürütüldüğünü ifade etti.

"KATLİAMDA TÜRK GLADYOSUNUN ELİ VAR"

Paris'te 9 Ocak günü Sakine Cansız, Fidan Doğan, Leyla Şaylemez'in katledildiği saldırının Öcalan'a yönelik saldırının bir devamı olduğunu söyleyen Karayılan şöyle devam etti:

"Şunu herkes bilsin ki ne hareketimiz ne de Avrupa'daki halkımız bu saldırılarla geri adım atmaz. Paris'teki bu saldırı uluslararası komplo çerçevesinde geliştirildi. Türk gladiosunun eli var bu saldırıda. Uluslararası güçlerin desteği olmasaydı Türk gladiosu bu saldırıyı yapamazdı."

Karayılan, NATO ve Avrupa devletlerinin artık bu yöntemi bırakması gerektiğini belirterek,  "Kürt halkı haklı bir dava yürütüyor.  AB, Türk egemenlerini desteklememeli" dedi.

Fransız hükümetini katliamı aydınlatmaya çağıran Karayılan, "Katliam aydınlatılamazsa sorumluluk Fransa'nın üzerine kalır" diye ekledi.

Kürt halkının 14 yıllık direnişi ile Öcalan'dan kopmadığına ve haklı davasından vazgeçmediğine vurgu yapan Karayılan AKP'yi de şu sözlerle uyardı:

"İmralı'da Önderliğimizle geliştirilen diyalogu yerinde buluyoruz. Biz de demokratik çözümden yanayız. Fakat biz bakıyoruz ki Türk devletinin yaklaşımlarında çözüm yok. Zihniyetlerinde bakış açılarında çözüm görünmüyor. Eğer onlar gerçekten hazırlarsa biz de hazırız. Ama AKP hiçbir şey yapmıyor, yapıyormuş gibi davranıyor. Psikolojik savaş yürütüyor. Açıktır ki çözüm niyeti yok." 

"İKİ EKSEN ÜZERİNDE ÇALIŞIYORUZ"

Karayılan "Bilinmeli ki biz çocuk değiliz. Biz 2012'de nasıl devrimci hamle geliştirmişsek 2013'te de devam edeceğiz." dedi.

2012 de başlatılan hamlenin 2013'te sonuca götürüleceğine vurgu yapan Karayılan sözlerini şöyle sürdürdü: "15. yılına giren komplo yılını Büyük Direniş Yılı haline getirmek istiyoruz. Hareketimizin buna gücü yeterlidir. Şimdi iki eksen üzerinde çalışıyoruz. Mücadeleyle sonuç almak istiyoruz. Zulme karşı geri adım atmadan sonuç almak istiyoruz.  Fakat biz çözüm ve barışa da açığız. İmralı'da Önderliğimiz mesaj verirse biz buna da hazırız. Bunun için AKP'nin adım atması lazım."

Tarihi günlerden geçildiğine vurgu yapan Karayılan,  "Bu tarihi günlerde yanlışlık yapmak istemiyoruz ve başarmak istiyoruz" şeklinde konuştu.

"OPERASYON OLDUĞU SÜRECE GERİLLA EYLEMLERİ DE DEVAM EDECEK"

Karayılan, Türk sömürgeciliğinin oyunlarına karşı Kürt halkını duyarlı olmaya çağırırken,  "Herkesin uyanık olması lazım. Kimse zulme ve baskıya karşı geri adım atmaz. Erdoğan 'silahlı güçler olduğu sürece operasyon sürecek' diyor. Ben de diyorum operasyon olduğu sürece gerilla eylemi devam edecek" ifadelerini kullandı.

Avrupa'daki Kürtlere seslenen Karayılan, Öcalan için başlatılan Uluslararası imza kampanyasının önemine vurgu yaptı ve şunları söyledi:

"Strasbourg'daki nöbet eylemi çok değerli. Devam etmeli. herkes katılmalı. İçinde bulunduğumuz süreç başarı sürecidir. geri adım atacağımız bir süreç değil. İleri doğru gidiyoruz. Genel mücadelemiz ve özellikle Avrupa'daki mücadeleniz başarıya ulaşacak. Şehit Sakinelerin, Fidanların, Leylaların  anısına mücadeleniz daha da güçlenmeli. Bu umutla hepinizi selamlıyorum..."

ANF

YPG ve Özgür Suriye Ordusu Barış Anlaşması İmzaladı

Batı Kürdistan Halk Savunma Birlikleri YPG

Batı Kürdistan'ın Serêkaniyê kentinde YPG ve Özgür Suriye Ordusu arasında yaşanan şiddetli çatışmaların ardından bugün iki taraf arasında barış anlaşması imzalandı. 11 maddeden oluşan anlaşmaya göre silahlı gruplar kenti terk edecek ve bütün güçlerin katılımıyla sivil bir meclis kurulucak.

8 Kasım 2012'de silahlı çete grupların Türkiye'den Serêkaniyê'ye girmesiyle YPG ile çatışmalar başlamıştı. Kısa süreli yapılan anlaşmalar birkaç kez bozulurken, silahlı çeteler Türkiye'den bölgeye gelen tankların desteğiyle 16 Ocak'ta yeniden saldırıya geçti. Çatışmalarda şimdiye kadar yüzden fazla çete üyesi öldürülürken, Kürt Yüksek Konseyi ve Suriye muhalif güçleri arasında görüşmeler başladı.

İki taraf arasında süren görüşmelerin sonucunda bugün YPG ve Özgür Suriye Ordusu arasında 11 maddeden oluşan bir anlaşma imzalandı. Herkesin "Suriye, Suriyelilerindir" sloganıyla hareket etmesi gerektiği belirtilen anlaşma metnindeki maddeler şöyle:

1- Silahlı grupların kentten tamamen çekilmesi

2- Kentin yönetimi için kentteki tüm etnik yapıların temsil edileceği sivil bir meclisin kurulması

3- Sınır kapısının meclisin denetimine verilmesi

4- Kentin yönetimini üstlenen meclisin askeri müdahaleleri yasaklaması

5- Kentin girişlerinde Halk Savunma Birlikleri (YPG) ile Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) tarafından ortak kontrol noktalarının oluşturulması

6-  Her iki tarafın (YPG ve ÖSO) kontrol noktalarında birbirlerine kolaylık sağlaması, devriyelerin ve yiyecek maddelerinin geçişlerine izin verilmesi

7- Rejimin denetimindeki kentlerin kurtuluşu için YPG ve ÖSO’nun ortak hareket etmesi

8- Baas rejiminin denetiminden çıkarılan Til Temir,  Dirbêsiyê, Amûdê, Girkê Legê ve Dêrik kentlerinin kurtarılmış kentler olarak kabul edilmesine ilişkin iki taraf arasında antlaşma imzalanması

9- Her iki tarafın basın yoluyla birbirlerine karşı saldırılardan vazgeçmesi

10- Antlaşmanın giriş bölümünün, antlaşmanın bir maddesi olarak kabul edilmesi.

11- Meclis kuruluncaya kadar antlaşmanın gereklerinin yerine getirilmesini denetlemekle görevli olacak olan ve her iki tarafça oluşturulacak olan bir komisyonun kurulması

ANF

YJA Star Komutanı Dersim: 'Gerilla Geri Çekilmeyecek Daha da Yayılacak'




Türkiye Başbakanı Erdoğan’ın “geri çekilme” söylemine yanıt veren YJA STAR komutanlarından Deniz Dersim, gerillanın geri çekilme değil aksine “ilerlemeyi” düşündüğünü belirterek “biz tam tersine ilerlemeyi yani gerillayı her yere yaymayı düşünüyoruz. Soykırım, imha operasyonları devam ediyorken biz niye geri çekilelim” dedi. Dersim, görüşmelerden bahsederken bomba yağdırmayı da iki yüzlü bir politika olarak değerlendirerek “Başbakan bizi vurarak mı bizimle müzakere edecek?” diye sordu.

Bulunduğumuz bölge Medya Savunma Alanları. Kandil, Xınere, Metina, Haftanin, Gare, Zap, Zagroslar ve Xakurke gibi alanları içine alan bölgeler gerilla denetiminde. Geniş bir alandan söz ediyoruz. Giriş çıkışlar Halk Savunma Güçleri (HPG) ve YJA STAR gerillaları tarafından kontrol ediliyor. Gerilla denetiminde bulunan bölgeye izinsiz giremiyorsunuz. HPG ve YJA STAR Anakargah Komutanlıkları’ndan gerekli izinleri aldıktan sonra ancak bölgeye girebiliyoruz. HPG ve YJA Star gerillalarıyla röportaj yapmak için yola koyuluyoruz. Herkes gibi biz de İmralı süreciyle ilgili gerillaların ne düşündüğünü merak ediyoruz. Uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra gerilla bölgesine ulaşıyoruz. İlk duraklarımızdan biri YJA STAR gerilla kampı. Kampta bizi birçok kadın gerilla ve yönetici karşılıyor. Mevsim kış ve kapta günlük yaşamın yanında ideolojik eğitim de yapılıyor. Kısa süreli sohbet ardından kampa geliş sebebimiz olan röportajlara geçiyoruz. YJA STAR gerilla komutanı Deniz Dersim. Yirmi yıldır Kürdistan dağlarında gerilla olduğunu söylüyor. Lafı uzatmadan direk uluslar arası komployla başlamak istediğimi söylüyorum. Hazır olduğunu söylüyor ve röportaja geçiyoruz.

Uluslar arası komployla başlayalım. 15. Yıla giriliyor. Komplo halen devam ediyor mu?

15 Şubat’ın 14. yıldönümünde tekrardan komployu lanet ve nefretle kınıyoruz. Hem Kürt halkı açısından hem de Kürt kadınları açısından kara bir gündür. Hepimiz biliyoruz yani Kürt tarihi boyunca bu tür komplolar devam etti. Ama en kapsamlısı, en kara olanı, en fazla uluslar arası boyuta taşınmış olan komploların başında geliyor 15 Şubat komplosu. Bugünden baktığımız zaman komplo büyük bir oranda boşa çıkartılmıştır. Komplonun amaçlarından bir tanesi neydi PKK hareketini ortadan kaldırmak, tasfiye etmek, özgür Kürt kimliğini yok etmekti, direnen Kürtleri ortadan kaldırmaktı. Bu temelde baktığımız zaman o başarılmamıştır. Ancak Önderliğimiz üzerindeki esaret hala devam etmektedir. Yine halen imha, inkâr, soykırım politikaları sürekli boyut değiştirerek devam etmektedir. Askeri ve halkımız üzerinde gerçekleşen soykırım operasyonları, Paris’te üç yoldaşımız üzerinde geliştirilen katliam bu komplonun nasıl devam ettiğini gösteriyor. Yani komplo hedefini aslında devam ettirmekte ama ona karşı bir direniş de devam ediyor.

Tam da bugünlerde çözüm konuşuluyor, Sayın Öcalan’la görüşmeler oluyor. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz?

Daha önceki deneyimler var. Daha öncesinden bir geri çekilme süreci vardı. İyi niyet göstermesi açısından önderliğimizin geliştirmiş olduğu bir süreçti. Yine Barış Grupları gitti ama o süreç bir fırsat olarak değerlendirilmedi. Sonrasında da 2004-2005’e kadar da eylemsizlik vardı. AKP hükümetinin başa geldiği bir süreçti. Bu da değerlendirilmedi. AKP şöyle bir şey yaratmaya çalışıyor; kendisini sorunu çözecekmiş gibi bir pozisyonda tutarak kamuoyunda bir beklenti yaratıyor. Ama alttan alta da soykırım, imha ve inkardan da vazgeçmiyor devam ediyor. Yani politikasından da taviz vermiyor.

Peki, sizce AKP’nin çözüm planı nedir?

AKP’nin çözümü komplonun devam etmesi, komplonun farklı bir boyuta kaydırılmasını gösteriyor. Tamamıyla göz boyama politikası. En çok ateşkes süreçlerinde çözüm süreçlerinde biz kayıplar verdik.  En çok da o süreçlerde operasyonlar oldu, imhalar yaşandı. En çok da o süreçlerde soykırım hareketleri oldu. Tutuklanmalar yaşandı. Yine çözüm sürecinde Paris’teki katliam ortaya çıkıyor. Orada ki katliamda açığa çıkan şey nedir? Bu olayı gerçekleştirenlerin Jitem’le bağlantısı, olayı gerçekleştirenlerin Ankara’ya gidiş gelişleri, hareket içine sızdırıldıklarını kamuoyuna kendileri bile söylüyor. Deniliyor ya mızrak çuvala sığmaz hale geldi. Yani o zaman AKP’nin çözümü belli. Tamam, bir süreç var, Ortadoğu’da bir değişim dönüşüm oluyor. Her halk kendi statüsünü kazanacak yani Kürtler de bir statü kazanma sürecine girecek. AKP istese de istemese de bu süreç böyledir. AKP artık Kürt halkını inkâr edemez durumuna getirmiştir. Ama ne yapmak istiyor, PKK’yi en azından zayıflatarak, özgür kimliği yok ederek bitirmek istiyor.

Bunları size yönelik zayıflatma saldırıları olarak mı ele alıyorsunuz?

Kesinlikle öyle. Kürt halkını bugüne getiren, kimlik kazandıran, uluslar arası boyuta taşıyan kimdir? PKK hareketidir ve Önderliğimizdir. Kürt halkı adına direnen kimdir? PKK’dir. Bunun Önderliğidir. Şimdi onun öncülerine yönelerek, -özellikle de Sakine arkadaşa yönelik saldırıyı da o çerçevede ele alıyoruz- PKK öncülerini en üst düzeyde tasfiye ederek, PKK Önderliğini yalnızlaştırarak başsız bırakarak çözüm değil de aslında imhayı dayatmaktır.  

Türk Başbakanı Tayyip Erdoğan bir taraftan müzakere edeceğiz diyor. Diğer taraftan Medya Savunma Alanları’na saldırılar, operasyonlar devam ediyor…

O zaman müzakereleri kiminle yapacak? Ben de bunu soruyorum. Bu müzakerenin eğer muhatabı bizsek, vurarak, katlederek, yok ederek mi bizimle müzakere yürütecek? Bunun temel muhataplarından birincisi Önderliktir, ikincisi hareketimizdir.

Zaten çok çelişik konuşuyor. Kesinlikle Kürt sorununu çözeceğiz, başımız bile gitse bu yolda çözeceğiz diyor ama bir yandan da ‘terörle mücadeleye devam’ ediyor. İşte askeri operasyonlar devam ediyor. Bu, onun samimiyetini ortaya koyuyor. O zaman çözümü budur demek ki. İnkâr, imha, gerillayı yok etme daha sonra da anayasa da birkaç madde geçerek sorunu çözüyor göstermektir. Bu anlaşılıyor. Ben böyle okuyorum başbakanın açıklamalarını.

En çok tartışılan konuların başında şu; sizin de görüşünüz bu konuda son derece merak ediliyor. Gerilla geri çekilecek mi?

Gerillada böyle bir gündem yok. Gerilla tam tersine ilerlemeyi düşünüyor. Öyle bir şey yok yani biz tam tersine ilerlemeyi düşünüyoruz. Her yere yayılmayı gerilla hedefliyor. Bizim böyle bir hedefimiz var. Geri çekilme AKP’nin gündeminde var. Soykırım devam ediyorken, üzerimize imha operasyonları devam ediyorken biz neden geri çekilelim. Tam tersine biz sayımızı arttırmayı, yine gerillayı her yere yaymayı, her yerde aslında direnişi yükseltmeyi planlıyoruz. Gerillanın konumu en son durumdur. Şimdi bunu en başa koyup bunu sanki esas sorunmuş gibi göstermek tabii ki büyük bir yanıltmadır.

Şöyle anlaşılıyor PKK’yi çözmek demek zaten Kürt halkını da bir bakıma imha ve inkâr etmek demektir. Tasfiye etmek istiyor. Gerilla boşu boşuna bu dağlara çıkmadı ki, yani çıkmasının bir sebebi var. İmha, faili meçhuller yine katliamlar hepsi devam ediyor. Bunlar devam ederken siz silahları bırakın demek ne anlama geliyor? Siz gelin teslim olun demektir. Kesinlikle 40 yıllık bir mücadele tarihi olan PKK’nin tarihinde de teslimiyet diye bir şey yoktur. Bunu asla kabul etmez, şu an gerillanın gündeminde de böyle bir şey yok. Tam tersine bu önümüzdeki süreçte direnişi yükseltemeye, halka sahip çıkmaya bir yönelim olursa ona cevap vermeye hazırlıyor kendisini.

Bununla ilgili neye evet dersiniz neye hayır?

Biz geri çekilemeye hayır diyoruz. Buna cevabımız kesinlikle hayırdır. Ama Önderliğimizin belirttiği şartlar vardı. Önderliğimizin özgürlüğü ve konumu bizim için evet diyeceğimiz öncelikli konudur. Bizim için bir samimiyet göstergesidir, hani kendileri hep samimiyet diyor ya biz de onlar için bunu söylüyoruz.  Siyaset yapabilme, yine kendisinin örgüte koordine edebilecek bir pozisyonda tutulması bu birinci şarttır. İkincisi; operasyonların durdurulması gerekiyor hem askeri hem siyasi soykırım operasyonlarının durdurulması... Onun dışında anayasa üzerinde ki tartışmalar var, Kürt halkının statüsü bundan sonra ne olacak? Anayasal güvencesi nedir? Evet denilecek bir şeydir. Bu noktalar gerçekten gündeme gelirse ondan sonraki süreç zaten müzakere tartışma sürecidir. Ama bunlar yoksa ve siz en son tartışılacak şeyi getirip en başa koyuyorsanız çözümü biz istemiyormuşuz gibi gösterirseniz bunun ikiyüzlü bir politika olduğu açığa çıkıyor.

ANF

11 Şubat 2013 Pazartesi

Eylemsiz Söz ile Edepsiz Söz

Veysi Sarısözen


AKP’de bir “baş”, bir de “ayak” takımı var. Bu fark şu son günlerde yavaş yavaş taazzuv ediyor. Elle tutulur, gözle görülür hale geliyor.

Dün NTV’de Adalet Bakanı vardı. Yani Türkiye’nin siyasi standartlarına, geleneğine, göreneğine göre, ve zındanların, mahkemelerin ve tutuklamaların şu anki görünümüne bakılırsa, en saldırgan, en kaba bakanı olması gereken Sadullah Ergin ekranda çok farklı konuştu. Biliyorsunuz, İmralı’ya gidecek olan BDP heyeti ile ilgili top, şeklen de olsa onda görünüyor. Bu pek topa da benzemiyor; daha ziyade “sıcak kestane” demek uygun düşüyor. Bakanın eli yanmış. Ve şöyle diyor:

“Bu süreci 'adaya kim gitsin, şu mu gitsin, bu mu gitsin'  gibi son derece teferruat sayılabilecek bir noktada kesintiye uğratmak... Meselelerin büyüklüğü karşısında, ortaya çıkacak sonucun azameti karşısında bu ülkenin menfaaatlerinin büyüklüğü karşısında bana göre teferruattır. (…) Bu sadece BDP tarafına telkinim değil, hepimiz bulunduğumuz noktada, büyük engelleri aşarak geldiğimiz noktada, küçük bariyerlere, psikolojik bariyerlere takılmamamız gerekiyor.”

Burada asıl vurgunun “sadece BDP tarafına telkinim değil” sözlerinde olduğu çok açık. Çünkü BDP, başından beri “adaya kim gitsin, şu mu gitsin, bu mu gitsin” konusunu “teferruat” saymakta. Eşbaşkanlar, “bütün arkadaşlarımız temsil yeteneğine sahiptir” derken, bunu kastetmekte. Ve burada esas olan “adaya gidiştir", yani Hükümetin PKK Önderi Öcalan’ı artık resmen, milyonların önünde açıkça muhatap olarak kabul etmesidir. O halde, BDP “küçük bariyerlere” takılmamakta, Hükümet “denizi aşarken, derede boğulmak üzere”dir. O nedenle Bakan, “sadece BDP tarafına telkinim değil” derken, belli ki, kendi tarafının İmralı sürecini kesintiye uğrattığının farkındadır.

Devam edelim:

Adalet Bakanı dediğin, işin alışılmış biçimine göre, “şehitler ölmez, vatan bölünmez, ezanlar susmaz, bayraklar inmez, terörle mücadele dinmez” falan diye konuşmalı. Şimdiki Bakan, şu sıralar hiç de öyle konuşmuyor. Örneğin, “devletimizin denediği bütün yöntemleri tek bir pakette ‘entegre’ edip, aynen uygulamaya devam ederek, mülkümüzün temelini teşkil eden adaleti sağlayacağız” da dememekte. Ne demekte? Buyurun okuyun:


“Geçmişten bu yana yaklaşık 90 yıllık bir sürece baktığınızda öngürülmüş tedbirler, uygulamaya konulmuş tedbirler, hepsini yan yana koyun. Atılmamış, denenmemiş adım kalmamış. Bu atılan adımlar bizi nereye getirdi? Bunlara bakarak, bunlardan bir çıkarım yapmazsak bunların sonuçlarından istifade ederek bir takım yenilikçi tarzları, üslubu ortaya koyamazsak, Türkiye bundan sonra daha iyiye gitmez. Devlet aklı, 90 yıl uğraşıp bu noktaya gelen bir sorunda, 90 yıldır denediği ve doğru noktalara taşımadığı bir sorunu, aynı yöntemlerle bir 90 yıl daha taşıma yönünde adım atmaz.”


Ben hükümetlerin “adalet ve içişleri” bakanlarından oldum bittim hazzetmemişimdir. Onlara bakınca, birinin şahsında “polisi”, ötekinin şahsında da “gardiyanı” görmüşümdür. Ve hayatımda ilk defa bir Adalet Bakanı’nın sözlerine kelimesi kelimesine katılıyorum. Yukardaki sözler çok ciddi sözlerdir. Yıllardır söyleye söyleye dilimizde tüy bitmesine neden olan sözlerdir. Ve çok doğru sözlerdir. 


Ama henüz “sözlerdir”. Eyleme geçmemiş, halkı ikna etme gücüne o nedenle henüz sahip olmamış “güzel ve doğru” sözlerdir. 


Böyledir diye, bu sözlerin anlamı yok mudur? Vardır. Bundan böyle yapılacak olan tartışmalarda Adalet Bakanı’nın bu sözleri barış ve çözüm talep eden her insan için, bir referans olacaktır. 



Bundan böyle herkes şöyle konuşacaktır: 



“90 yıldır Kürt sorununu yok saymak, Kürt kimliğini yok saymak, Kürt dilini yok saymak, Kürtlerin kendi kendilerini yönetme hakkını yok saymak amacıyla, kısaca inkar ve imha için, Adalet Bakanı Sayın Sadullah Ergin’in dediği gibi, ‘atılmamış, denenmemiş adım kalmamıştır’, Şeyh Sait ve Seyit Rıza asılmış, Dersim’de zehirli gazla soykırım yapılmış, son otuz yıl boyunca, uygulanmadık şiddet, silah ve baskı türü kalmamış, tüm dünya harekete geçirilmiş, 15 Şubat günü PKK Önderi Öcalan’a karşı uluslararası komplo gerçekleşmiş, her şey yapılmış, bir tek ‘barış ve çözüm’ yolu denenmemiştir; o nedenle Kürt sorununu kabul etmek, Kürt kimliğini kabul etmek, Kürt dilini kabul etmek, Kürtlerin kendilerini yönetme hakkını kabul etmek için, yine Sayın Bakanın dediği gibi, ‘yenilikçi tarzlara ve üsluba’ ihtiyaç vardır, bu da barış ve çözümde uzlaşma ihtiyacıdır”… 


Öyledir ama, bu sanıldığı kadar kolay da değildir. Çünkü AKP zihniyetinin, ne İslamın ağır başlılığı ile, ne de şimdi yaşanan kritik “müzakere” sürecinin hassasiyeti ile bağdaşmayan “lümpen” özellikleri de var. 


Beşuş, matruş, sırıtkan bir suratla, sürekli “espri” yaptığını sanan, bu marifetini yalnız bizim önümüzde değil, her türlü uluslar arası toplantıda gösteren bir Bakan’ın şu sözlerini Adalet Bakanlığının önündeki “terazide” bir tartalım bakalım:


“Geçen BDP'den sayın Gültan Kışanak, bir yerde eğilmiş Türk bayrağını kaldırmış. Bu, takdir edilecek bir harekettir. Kendisini tebrik ediyorum. Ama şunu da bilsin, bunu İmralı'ya gitmek için bir vesile olarak kullandıysa, onu da yemezler. Biraz daha samimiyetlerini göstermeleri gerekir.”


Şu “yemezler” lafındaki kerih koku burnumuzun direğini kırıyor. Kim bu “lümpen” diye dönüp bakınca, karşımıza bir bakan çıkıyor; hem de ne Adalet Bakanı, ne İçişleri Bakanı, ne “terörle mücadeleden sorumlu entegre işler” Bakanı, düpedüz Avrupa Birliği’nden sorumlu Bakan”Yemezler” lafı Bakan’a ne kadar yakışıyor. “Uyanık” bir bakan bu bakan…


Gültan Kışanak’ın tarihi, bu bakana on ölçü fazla gelir. O Kışanak ki, Diyarbakır Zındanı’nın en kanlı günlerinde, “Türk bayrağı”nın önünde dayatılan işkencelere göğüs germiş bir insandır. Bu bayrağın gölgesinde insanlık dışı işkencelere direnen bir insanın, “İmralı’ya gitmek için yere düşen bayrağı eğilip yerden alacağını” düşünen adam, “yemezler” dese de, aklını peynir ekmekle yemiş olmalıdır. 


Avrupa Birliği’nden sorumlu Bakan’ın, Diyarbakır işkencecilerinden hiçbir farkı yok. Onlar da Gültan Kışanak’a bayrak gölgesinde işkence yapmışlar, “suçsuzluğunu ispat et” demişlerdi. bu da “eğilip bayrağı almak da yetmez, biraz daha samimiyetini göster bakalım” demekte. Diyarbakır'da nasıl Gültan Kışanak "suçsuz", devlet "suçlu" idiyse, İmralı sürecinde de Kışanak ve Partisi "samimi", Hükümet ise "samimiyetini kanıtlamak zorunda" olan taraftır.



"Bayrak" edebiyatına meraklı bu Bakan nasıl bir Bakanlıkta oturduğunun bile farkında değil. Başarıya ulaştığı gün, onun “bayrağı”, “tek” bayrak olmaktan çıkacak, Avrupa Birliği’nin çok yıldızlı mavi bayrağı, onun burnunun dibinde “ikinci” bayrak olarak dalgalanacak. Ve madem ki “ikinci bayrak” olabiliyor diyen Kürtler, Türk bayrağını “herkesin” bayrağı saydıktan sonra, “özerk bölgelerde” “ikinci bayrak” olarak kendi renklerini dalgalandıracak. Ve böylece, “çok etnili, çok kültürlü, çok dinli, çok mezhepli, çok bölgeli, çok bayraklı” bir Türkiye’de insanlar müreffeh ve mutlu bir hayat yaşayacak.


Egemen Bağış adındaki zata bakanlık koltuğu fazla gelmiş gibi görünüyor. Bu Bakan, Bakanlığı “yemiş” ama hazmedememiştir. Bu her halinden bellidir ve bu gibi Bakanlarla İmralı Süreci’ni güvenceye almak çok zor olacaktır.

Karasu: Hükümetin Çözüm Yaklaşımı Yok

KCK Yürütme Konseyi Üyesi Mustafa Karasu, İmralı'daki görüşmelere ilişkin "hükümetin çözüm yaklaşımı yok" derken, Türk devletinin Batı Kürdistan'a yaklaşımını da "açık bir Kürt düşmanlığı" olarak değerlendirdi.  Karasu, çetelerin Serêkaniyê'ye geçişi karşısında Ceylanpınar'ın tavrını da eleştirerek, "Çeteler o kadar saldırdı, o Ceylanpınar ayağa kalkmadı. Ayıptır" dedi.

İmralı'da Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ile Türk devleti arasında yapılan görüşmeleri değerlendiren Mustafa Karasu, "Biz her zaman siyasal çözümden yanayız. Sorun yaratan da Türk devletiydi, çözümsüzlüğü dayatan da Türk devletiydi" dedi.

Karasu, "İmralı'ya gidip, iyi niyet ortaya konulunca, en azından müzakereciler bir şeyler yapmak istiyoruz gibi bir yaklaşım gösterince, önder Apo da buna olumlu cevap vermiştir. Burada olumlu yaklaşım içinde olan hareketimizdir" şeklinde konuştu.

"Hükümetin politikası çözümden yana mıdır, bu belli değil" vurgusunu yapan Karasu, AKP'nin 2006'da da 2008'lerde de böyle bir yaklaşım içine girdiğini hatırlatarak, "Hiçbir zaman da somut bir adım atmadı" diye belitti.

2012'DE KAYBEDEN AKP OLDU

Karasu, "Şu ana kadar da yapılan görüşmelerde herhangi bir somut gelişme yok. Bize yansıyan ciddi bir durum yok. Erdoğan'ın söylemlerinde ciddi bir durum yok" dedi.

Bu noktaya nasıl gelindiğini sorgulayan Karasu, hükümetin KCK operasyonları, askeri operasyonlar ve dış güçlere dayanarak PKK'yi ezmeyi planladığına işaret etti ve ekledi: "2012'de kaybeden AKP oldu. Ordusu nerdeyse bozguna uğradı.  Özel ordusu nerdeyse darmadağın oldu." 

Karasu şöyle devam etti: "AKP sıkışınca, bölgedeki politikaları da iyiye gitmeyince, böyle bir görüşmeye başvurdu. Tamam Türkiye kamuoyu çözüm istiyor, biz de istiyoruz, aslında koşullar da müsait. Fakat AKP'nin çözüme ne kadar hazır olduğu belli değil. Hatta hazır olmadığı konusu daha fazla ortada."

HAREKETİMİZLE HERHANGİ BİR GÖRÜŞME YOK

"Söylendiği gibi hareketimizle bir görüşme yok" diyen Karasu, Hewler'de (Erbil) görüşmeler yapıldığı ve bazı adımlar atılacağı yönünde Türk medyasında çıkan haberleri de yalanladı:  "Bunlar hepsi yalan. Hepsi özel savaş haberleri. Hiçbir gerçekliği yok."  

AKP hükümeti için "Çözme isteği varmış gibi bir hava yaratılmak isteniyor. Sonra herhangi bir şey olmayınca da herhalde birilerini suçlayacak. Herhalde böyle bir strateji izliyor" diyen Karasu, mevcut durumda tek taraflı bir yaklaşım olduğunu ve bununda Öcalan'ın geliştirdiği yaklaşım olduğunu kaydetti.

Karasu, "Biz de önderliğin tutumunu destekliyoruz.  Ama Türk devleti önderliğe de doğru yaklaşmıyor, önderliğin ortaya koyduğu talepleri var. Önderlik böyle tecrit ortamında, hiç kimseyle görüşmeden,  demokrasi güçleri ile görüşmeden, çeşitli çevrelerle görüşmeden, örgütüyle diyalog içinde olmadan hiçbir şey yapar mı? Önderliğimiz demokrat bir liderdir. Yanındakilerin bile görüşünü alır, herkesin görüşünü alır. Önderliğimiz örgütüyle düşüncelerini paylaşır, BDP'yle paylaşır, Türkiye kamuoyu ile paylaşır" diye konuştu.

HÜKÜMETİN ÇÖZÜM YAKLAŞIMI YOK

Hükümetin "Ortada henüz herhangi bir çözüm yaklaşımının olmadığını" ifade eden Karasu,  "Ama Kürt sorununu, ezerek, başka türlü yöntemlerle çözemedi. Ya gerçekten çözecek, ya ezecek ya da oyalayacak. Bunlardan hangisini yürütecek kısa sürede belli olur. Ama şu anda bize yansıyan şu an andaki yaklaşımlar, çözüm yaklaşımları olmadığını ortaya koyuyor. Bu açıdan çok fazla umutlu olmak, yanlıştır" ifadelerini kullandı.

"Ortada hiçbir şey yokken, bir şeyler oluyormuş beklentisine hiç kimse girmemeli. AKP sıkıştı, şimdi böyle bir politikaya yöneldi" diyerek sözlerini sürdüren Karasu,  "Kürt sorunu çözülmüyorsa, Türk devletinin yaklaşımlarından kaynaklı. Bunu herkesin bilmesi gerekir. Bugün de yarın da eğer bir çözümsüzlük varsa, bu Kürtlerden gelmez" vurgusunu yaptı.

Karasu AKP'nin neden bugün görüşmelerde bulunduğunu şöyle özetledi: "AKP sıkışmıştı, aydınlar tepkiliydi, liberaller bile tepkiliydi. Düne kadar AKP'ye destek verenler de AKP'den kopmuştu. AKP çok zor duruma düşmüştü. Şimdi bunları tekrar, kendine göre, bu tür yöntemlerle toparlamaya çalışıyor."

"Yakın zamanda gelişmelere bakacağız" diyen Karasu, "Önderlikle gerçekten önemli görüşme olsaydı, sorun BDP ile görüşüp görüşme değildi. Bu o kadar basit bir mesele değil. Görüldüğü gibi ortada çok da ciddi bir durum yok" diye belirtti.

AKP'NİN ROJAVA'YA YÖNELİK YAKLAŞIMI AÇIK KÜRT DÜŞMANLIĞIDIR

Suriye ve Batı Kürdistan'daki gelişmeleri de değerlendiren Karasu, "Türk devleti kendi Kürt sorununu çözmediği müddetçe, diğer parçalardaki Kürt sorunlarının da çözülmesini istemez. Kuzey Kürdistan'daki Kürt sorunu çözülmediği müddetçe Güney Kürdistan'daki kazanımlar da tehlikededir. Türkiye İran'daki sorunun da çözülmesini istemez. Rojava'da (Batı Kürdistan) da istemez" dedi.

Karasu şöyle devam etti: "Şu anda Türk devletinin pozisyonu, Rojava'da Kürtlerin hak kazanmamaları üzerinedir. Bu kadar muhaliflerle ilgilenmesinin nedeni ne Esad ne de Suriye'de halkın durumunun ne olacağı değil. O aslında bir Esat gitsin başka bir Esat gelsin istiyordu. Kürtleri kontrol altında tutacak otoriter, demokratik olmayan bir rejim istiyordu. Ama Suriye'de artık her şey dağıldı. Türkiye bundan korkuyor. Bu yüzden  muhaliflerle ilişki geliştiriyor. Onları destekleyerek, Kürtlerin kazanım elde etmesini engellemeye çalışıyor."

Karasu, Türk devletinin silahlı gruplara yaptığı yardımları ve Kürtler yönelik saldırılarına dikkat çekerek, "Bu açık Kürt düşmanlığıdır. Rojava'daki durum sadece oradaki halka değil, bütün Kürtlere düşmanlıktır. Bunu bütün Kürtlerin görmesi gerekiyor. AKP'ye yakın bütün Kürtlerin görmesi gerekiyor" dedi.

CEYLANPINAR'IN AYAĞA KALMAMASI AYIP!

Batı Kürdistan'daki yaşam sorunlarına da işaret eden Karasu, "Esas sorun o halkın özgürlük mücadelesine destek verme sorunudur. Çeteler o kadar saldırdı, o Ceylanpınar ayağa kalkmadı. Ayıptır. Ciddi bir tepki göstermediler. Hepsi orada fedai olmalıydılar. Hepsi göğsünü siper etmeliydiler. O çeteleri oraya koymamalıydılar. Bunu açıkça biz de eleştiriyoruz. Tamam , manevi bir destek var. Ama daha farklı olmalıydı. Yürüyüşler de oldu, yardım da gönderiyorlar, aslında kapılar açık olsa Kuzey Kürdistan halkı çok fazla yardım gönderir, ama biraz daha geniş bakmalı. O çeteler oradan saldıramamalı. Bir daha öyle bir şey olmamalı (...) Türkiye'nin çeteleri saldırtmasına karşı açık tavır koymaları gerekir. Sadece sınırdakiler değil tabi. Doğubayazıt'tan Muş'a, Bingöl'den Dersim'e kadar herkesin Rojava'daki halkın özgürlük mücadelesine katkı sunması gerekir. Çünkü orda halk gerçekten direniyor. Bir devrim var. Yediden yetmişe ayağa kalkmıştır. Bir halk devrimidir. Dünyada böyle devrimler azdır. Bundan daha büyük halk devrimi yoktur."

SOLA ROJAVA ELEŞTİRİSİ

Batı Kürdistan'daki gelişmelere solun ilgisizliğini de eleştiren Karasu, "Solun ilgisi bile az. Başka yerde olsa ayağa kalkarlar. Orada halk büyük bir devrim yapıyor, kendi sistemini kuruyor, özgürlük sistemini kuruyor, kendi meclislerini kuruyor, demokratik temelde yapıyor, bu açıdan Rojava'ya hem Kürt halkının hem de demokrasi güçlerinin desteğinin daha fazla olması gerekiyor" ifadelerini kullandı.

KOMPLO BOŞA ÇIKARILDI

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan'a yönelik 15 Şubat uluslararası komplosunun 14. yıldönümünde değerlendiren Karasu, "Uluslararası komplonun amacı Önderliğimizi İmralı'ya esaret altına alıp, hareketimizi tasfiye etmekti. Çünkü hareketin karargahı önderliğimizin bulunduğu yerlerdi. Ama bugün önderliğimiz etkisizleşmemiştir. En son İranlı Kürt Abbas Vali, Ezgi Başaran'a verdiği röportajda Abdullah Öcalan'ın eskiden siyasi bir lider olduğunu şimdi, hem siyasi hem de toplumsal bir lider olduğunu söyledi. Eskisinden daha etkili bir liderliğe ulaştığını söylüyor." şeklinde konuştu.

Karasu, "Bu açıdan komplo aslında başarısızlığa uğratılmıştır. Komployu yaratan güçler parçalanmıştır. Komployu o dönemde yapan ittifak şu anda yoktur. Ama Türk devleti inkarcı olduğu için yeniden yeniden  komployu diriltmek itiyor" diye belirtti.

"Suriye'de şimdi çetelerle bunu yapmaya çalışıyor" diye ekleyen Karasu, "Apo ayrı Kandil ayrı" şeklinde yapılan ayrımlara da şöyle yanıt verdi: "Öyle bir şey yok. Aksine daha da bütünleşmiş bir güç vardır. Bunu herkes görmektedir. İşte Önderlik yakalandı. Önderlik bir söz söylüyordu: Ben mezarda da olsam rolümü oynarım. İşte Rojava'yı ayağa kaldıran 20 yıllık çalışmasıdır. Demek önderlik etkisizleştirilememiş. Oradaki gelişmelerin bizimle, hareketle doğrudan organik bir ilişkisi yok. Yaşlıları, meleleri, kadınları, gençleri, kızlarI, herkes önderliği tanımıştır. Onun için önderliğin özgürlükçü duruşunu, fırsatını buldukları zaman harekete geçerek örgütlemiştir. Onun için meydanlar, sokaklar önderlik posterleriyle doludur. Bu da komplonun boşa çıkması değil midir?"

Karasu, "Hareketimiz de eskisinden daha güçlü haldedir. Bunu herkes kabul ediyor. 2012'de dünya gördü" vurgusunda bulundu.

"Hareketimiz büyük direnerek komployu boşa çıkardı.  Şehitlerimiz boşa çıkardı" diyen Karasu sözlerini şöyle noktaladı:  "Eğer o fedailerimiz olmasaydı komplo boşa çıkmazdı. Tabi ki komployu boşa çıkaranlara minnet borçluyuz. O direnişten bu güne, tüm fedakarlık gösterenleri, şehitleri minnetle anıyoruz. Halkımızı burada selamlıyoruz. Hareketimizi ve önderliğimizi sahiplenerek boşa çıkardığı için. Komplocuları boşa çıkarmak demek,özgürlüğe tutkunluğu göstermek demektir. Haklarına sonuna kadar sahip çıkacağını göstermek demektir. Kürt halkı 15 yıldır komploya karşı mücadele ederek, özgürlüğüne de demokrasiyi de, haklarınız da isteyeceğini göstermiştir. Hiç kimse artık "alavere dalavere Kürt mehmet nöbete" diyemez.  Komploya karşı mücadele eden, bu komployu boşa çıkaran halk özgürlüğünü de kazanacaktır. Bunu Türk devleti de bilmeli, arkasındaki güçler de bilmeli. Türk devletinin işbirlikçileri de bilmeli."

ANF

10 Şubat 2013 Pazar

Erdoğan Savunmada İnisiyatif Öcalan’da

Veysi SARISÖZEN

Siz bakmayın hükümet yanlısı medyanın afrasına tafrasına... AKP’nin burnundan kıl aldırmayan edasına tavrına...
İmralı sürecinde inisiyatif PKK Önderi Öcalan’da. TBMM’de inisiyatif BDP’de. Hükümetin sabahtan akşama kadar “sınır dışına çekilirseniz şöyle iyi olur, böyle iyi olur” dediğine ve “çekilmezseniz topunuzu yok ederiz” demediğine bakılırsa, “dağda” da durum farksız.

Hükümet şu anda Kürt sorunuyla ilgili “meydan savaşını” Rojava’da veriyor.

Veriyor ama, işi her geçen gün zorlaşıyor. Rojava’da da inisiyatif PYD’de...

Bütün bunlar somut bölgesel koşullarla bağlı. “Arap baharı” denilen şey tersine sonuçlar verdi ve şimdi hem AB, hem de ABD yeni bir durum muhasebesi içinde. Ve işte gördüğünüz gibi ABD Büyükelçisi ansızın Türkiye’yi azarlamaya başladı ve Türkiye’nin tepkisine ABD Dışişleri Bakanlığı, “biz de elçinin dediğinin aynısını söylüyoruz” diye yanıt verdi. Avrupa Parlamentosunun yeni “konuğu” Selahattin Demirtaş ve ev sahipleri “AB’nin yolu İmralı’dan geçer” demekte.

Kısaca Türk devleti ve hükümeti, Kürt özgürlük hareketiyle uzlaşmak zorunluluğuyla yüz yüze geldi. Bunu anlamak için şu soruyu hükümete sormak yeterlidir: “Siz, PKK’yi ve PKK’ye müzahir çevreleri yok etmek istemez misiniz?”

Bu soruya “hayır istemeyiz, onları bağrımıza basarız” diyecek tek bir hükümet yetkilisi bulamazsınız. Ama onlar size, “isteriz, ama yok edemiyoruz” diyeceklerdir. Uzlaşmayı zorunlu kılan budur.

Kürt tarafı hiç kuşkusuz başından beri “uzlaşmadan” yanadır. Bugüne kadar “uzlaşmaya” karşı olan devlet iken, onun tutumunda değişiklik olmuştur. Yeni olan bu.

Bu neyi gösteriyor? Bu, inisiyatifin Kürt tarafından olduğunu gösteriyor. Hükümet uzlaşmaya yanaşmadıkça, önümüzdeki birkaç ay içinde çok ağır askeri yenilgilerle yüz yüze gelir. Bunun işareti geçen bahar ortaya çıktı. Demek ki, İmralı sürecinde “çatışmasızlık” durumu hükümet için hayatidir. Kürt tarafı ise bu konuda uzlaşmayı reddetmiyor. O “çatışmaya da, uzlaşmaya da hazır” olduğunu söylüyor. İnisiyatif demek bu zaten.

Kürt tarafı çatışmasızlığı bırakalım, vaktiyle “sınır dışına çekilme” esnekliğini bile göstermiş bir hareket. Rojava’nın tanınması durumunda, Türkiye’deki çatışmalı sürece son verme konusunda inisiyatif Kürt tarafında. Bunu yapabilir de, yapmayabilir de. Ama hükümet hem Rojava’da daha fazla ileri gidemez, hem de o savaşı daha fazla göze alamaz.

AKP, kendi başını kendisi derde soktu. “Askeri vesayeti” kaldıracağım derken “polis, yargı vesayetine” neden oldu. Şimdi yakasını bunlardan kurtarmak ve ileride kendisine karşı rövanşist bir saldırıyı bertaraf etmek için yeni bir anayasaya şiddetle ihtiyaç duymakta. Oylarında ciddi bir azalma olduğu anda, AKP’nin hızla irtifa kaybedeceğini ve kışlalardaki “öfkenin” başına bela olacağını biliyor Başbakan.

Şimdi BDP parlamentoda “anahtar” güçtür. Kapıyı ister açar, ister açmaz. Hükümet anayasayla başkanlık rejimine gitmek istiyor. CHP ve MHP’den medet yok. BDP’nin “eyalet” benzeri bir “idari reform” karşılığında Başkanlık rejiminden korkması söz konusu değil. Demek ki inisiyatif BDP’de... Başbakan’ın “referandum ittifakı” sözlerini Demirtaş o nedenle çok rahat bir havada yanıtladı.

Bir kere daha şunun altını çizelim: AKP’nin önünde bir “referandum”, bir Cumhurbaşkanlığı seçimi, bir de yerel ve genel seçimler var...

AKP “seçim yenilgisi” görmemiş bir parti. Başını orduyla, cemaatle, poliste yuvalanmış “yeşil ergenekonla”, yargıdaki yapılanmalarla belaya sokmuş bir parti ilk seçim başarısızlığında akıl almaz bir paniğe yuvarlanır. Daha şimdiden başlayan “hesap sorma” tehditleri, “kolay zafere, imtiyaza ve koltuğa” alışmış bir partide, sanılandan çok daha fazla “endişelere” neden olur. Aslında olmaya başlamıştır: Başbakan Orgeneral Saygun’un “kızını” boşuna aramıyor, “benim Genelkurmay Başkanım” laflarını laf olsun diye etmiyor.

Kürt tarafının başı her zaman beladaydı. Onun bağışıklık sistemi sağlam. Ama hükümet AİDS’li hasta gibi her türlü belaya karşı zaaf içinde bir parti. Öcalan’a daha fazla baskı yapılamaz. BDP’liler daha fazla tutuklanamaz. İmralı’ya karşı daha “kahhar” bir teknik bulunamaz. Ama AKP bir şeyler kaybedebilir. Bir kaybederse, hepten bitebilir.

Onun geleceği bile Kürt özgürlük hareketiyle uzlaşmasına bağlı...

O halde söyleyin: İnisiyatif kimde?

Ama yine de şöyle diyelim: Ne de olsa hükümettir, buyursun “önden” yürüsün!

Noam Chomsky: Suriye Bölünme Yolunda

Noam Chomsky
Jovana Vukotic - Çeviri: Öznur Karakaş

Suriye bir tür intihar yolunda, bundan kolayından çıkış yolu varmış gibi görünmüyor. Türkiye, Suriye’de Kürt otonom bölgesinin yükselişinden, bunun Türkiye’deki devasa Kürt sorununu ne şekilde etkileyeceğinden son derece kaygılı.
 
‘Ne olursa olsun Esad’ın sonu ölüm’
Magnitsky Yasası’nın uygulanması ve ABD-Rusya ilişkilerinde gerginlik, NATO’nun Türkiye’nin Suriye sınırını savunmak üzere Patriot füzesavarlarının konuşlandırılmasını onaylaması, Suriye’de şiddet olaylarının azalması yönünde yapılan geçici anlaşma, kimyasal silah mevzusu, AB’de ekonomik kriz... Bütün bu gelişmeler üzerine ünlü Amerikalı felsefeci, dilbilimci ve siyasi activist Noam Chomsky ile görüştük. Chomsky ayrıca ABD’nin Rusya sınırı yakınına füze sistemi yerleştirmesinin son derece provokatif bir eylem olduğunu belirtti.

ABD-Rusya İlişkileri
 İlk sorum Magnitsky Yasası ve Rusya ve ABD arasındaki gerginlik üzerine olacak. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? Bu yasadan önemli bir sonuç çıkacak mı?

 - Bana kalırsa, Rusya açısından en doğru tepki Rusya Dış İlişkiler Ofisinin ABD’deki insan hakları istismarcılarının listesini elde ederek, bunların varlıklarını dondurmak üzere bir yasayı meclisten geçirmek olurdu. Mesela, Başkan Obama’dan başlayabilirler, sonuçta kendisi en büyük insan hakları ihlalcisi. Kendisi büyük bir vahşete imza atan bir suikast kampanyasını yönetiyor. Demek istediğim, böyle bir şeyi Rusya yapmış olsaydı, insanlar Rusya’ya karşı nükleer savaş açmaktan bahsediyor olurlardı. Rusya buradan yoluna devam etmeli. Mesela, ABD tüm dünyada, Gazze’de daha birkaç hafta önce olduğu gibi, korkunç insan hakları istismarlarını destekliyor ve aslında bunlara bizzat dahil oluyor. Dünyanın en berbat insan hakları istismarcılarından biri olan Suudi Arabistan’a devasa miktarlarda silah tedariği yapıyor. Mesela buradan devam edebilirsiniz. Yani, Rusya açısından doğru tepki bu olacaktır ama elbette böyle bir şey yapmaz.

Gerçekten de bunun Rusya-ABD ilişkilerinde gerginliğe sebebiyet vereceğini düşünüyor musunuz? Yoksa bir kağıt parçası olmaktan öteye geçmeyecek mi?
 - Bu durumun nasıl ele alındığına bağlı. Herhangi bir sonuç doğurmayacak sembolik bir jest olarak kabul edilirse, bu yalnızca bir fikir olarak kalacaktır. Öte yandan, politikalar üzerine etkisi olursa, bundan daha fazla anlam taşıyabilir. ABD’nin kendi insan hakları bilançosunu göz önünde bulundurduğumuzda böyle bir şey yapmayacağını düşürsek, şu anda epey bir amaç yüklenmiş durumda. Elbette, ABD’de bunu anlamıyorlar, basın bundan bahsetmiyor. Ne kadar doğru olursa olsun, diyelim ki New York Times’e verdiğim bir röportajda, Obama’nın dünyanın en büyük insan hakları ihlalcisi olduğunu söylesem, neden bahsettiğimi anlamazlar bile.

Obama’nın yeniden başkan olarak seçilmesi üzerine neler düşündüğünüzü söyler misiniz? Bu bilhassa Avrupa’da birleştirilmek üzere olan, ya da en azından öyle olduğunu düşündüğümüz ABD füze savunma sistemi söz konusu olduğunda, Rusya için ne ifade etmektedir?
 - İlk olarak, her açıdan stratejisler ve muhtemelen siyasi liderler için füze savunma sisteminin ilk vuruş silahı olarak görüldüğünü aklımızda tutmamız lazım. Füze savunma sistemleri, çalıştıklarında bile, ki mesele de bu aslında, ama diyelim ki çalışıyor olsalar dahi ilk vuruşu durdurmayı başaramayacaktır. Muhtemelen, bir misilleme saldırısını önleyebilirler; bu da onların ilk vuruş silahı olduğu anlamına gelmektedir. Elbette Rusya da, ABD planlamacıları da, diğer herkes gibi bunu biliyor.

Yani, Rusya sınırlarına yakın bir yere füze sistemi yerleştirmek, ki planlanan da bu, son derece provokatif bir eylem. Rusya, diyelim, Kanada’da bunu yapmaya kalksa, savaş çıkar. Böyle bir şeyin hoşgörülmesi mümkün olmaz. Obama, Bush’un bıraktığı haliyle füze sistemlerinde hafif ayarlar yaptı, ama sistemi Rus ordusunun ve Rus stratejistlerinin yine de son derece tehditkar bulacakları şekilde bıraktı, ki ABD’de Rusya aynını yapsa benzer bir algıya sahip olurdu. Bir kaç ay önce, Obama’nın seçimler sonrasında bu konuda geri adım atabileceğine dair kayda alınmamış yorumlarda bulunduğunu anımsarsınız. Bu burada ciddi mesele olmuştu ve elbette insanlar bu açıklamayı hatırladılar. Ama böyle bir şey yapar mı, şüpheliyim.

Rusya-ABD ilişkileri hakkında ne düşünüyorsunuz? Ne yönde ilerleyecekler?
 - Aslında bundan biraz bahsettik. Rusya’nın yeterince iç sorunu var, bunlarla nasıl başa çıkacağı belli değil. Rusya ve ABD arasındaki doğrudan ihtilaflar ABD Çin arasındakiler kadar keskin olmayabilir. Çin ABD söz konusu olduğunda, ortada ciddi ticari ilişkiler var. Aslında, Çin ABD borçlarının ciddi bir miktarına sahip, bu miktar Japonya’dan biraz daha fazla. Elbette ABD ve Avrupa, Çin mallarının esas tüketicileri. Rusya söz konusu olduğunda, böylesi bir tüketim daha az. Yani, ortada çok farklı bir ilişki mevcut.

Rusya ve AB
AB’de yaşanan mali kriz ve dünya çapında ekonomik kriz üzerine önümüzdeki yıl için beklentileriniz nelerdir? Daha genel olarak da Rusya-ABD ve Çin-ABD ilişkilerinde neler olacak?
 - Cevap verilmesi gereken çok fazla soru var. Pek çok şey şu anda muğlak durumda. Mali krizle başlayalım. Mali kriz banka istikrarından sorumlu İngiliz bankalarından birinin müdürü tarafından “felaket döngüsü” tabir edilen durum sonucu ortaya çıkmıştır. Bu bir “felaket döngüsüdür” çünkü ABD ve İngilitere’de, belli ölçülerde diğer ülkelerde, büyük yatırım şirketlerin riskli işlemler üstlenmelerini teşvik eden bir sistem mevcuttur. Adı üstünde riskli oldukları için, bu işlemler vasıtasıyla ciddi karlar elde edebilirler. Eninde sonunda böylesi işlemler söz konusu risk yüzünden çökerler ve bu noktada devreye vergi mükellefleri girer ve onları kurtarırlar. “Felaket döngüsü” işte budur.

Büyük bankalar için hükümet sigorta poliçesi bulunmaktadır. ABD’de bu bankaların itibarları çökemeyecek kadar mühimdir; başları belaya girdiğinde onları kurtarmak durumundayız yani. Bu esasen hükümet sigorta poliçesi. Büyük bankaların onlara daha yüksek kredi notları vs. vermesi için euro bazında yılda aşağı yukarı 50 milyar olduğu tahmin ediliyor. Kredi ajansları notlandırmalarını yaparken işler sarpa sararsa vergi mükelleflerinin onları kurtaracağını göz önünde bulundururlar. Bütün bunlar aslında riskli işlemlerden ibaret döngünün teşvik edilmeye devam edilmesi anlamına gelmektedir. Kârlar, kurtarma operasyonları.... Reagan yıllarından beri bu böyle gelmiş böyle gidiyor. O zamanlar, Yeni Düzen’in düzenleme aygıtları yürürlükten kaldırılmış; yerine bu sistem teşvik edilmişti.

Şimdi bu sistemi belli ölçülerde kısıtlamak için bir mevzuat, Dodd-Frank Yasası çıkarıldı. Ancak lobilerin doğru dürüst işlemesin diye bunu kırpma yönünde gösterdikleri muazzam çabalar sonrasında Dodd-Frank Yasası’ndan geriye ne kalacak muamma. Uygulandığı ölçüde bile, çoğu sorunun üzerine eğilmiyor. Yani muhtemelen başka ve bu sefer daha büyük bir mali kriz yaratıyoruz. Bu arada Avrupa da bildiğiniz gibi Troyka...
 - Evet. Onlar da ekonomik bir felakete yol açacağı neredeyse kesin olan politikalar yürütüyorlar. Yalnızca ekonomik düşünerek, durgunluk anında kemer sıkma politikaları dayatmanın hiç bir anlamı yok. Misal Yunanistan’ın borçları arttıkça artıyor. Büyümeden kesiyor, yani bu işten çıkış yolu yok. Ülkelerin, bilhassa İspanya ve Yunanistan’ın kendi para birimleri üzerine kontrolü yok. Bu yüzden, ABD’nin ya da kendi parasını kendisi basan diğer ülkelerin yaptığını yapamıyorlar. Para birimlerinin değerini düşürüp krizden çıkış yolu arayamıyorlar, bunu yapamıyorlar çünkü euro kullanıyorlar. Yani kapana kısılmış durumdalar. Kemer sıkma politikaları durumu daha da kötü yapacak.

Yunanistan’da yeterince iç sorun var, ama İspanya örneği bilhassa çarpıcı çünkü mali sistemin çökmesinden evvel, ki bu hükümet değil İspanyol bankalarının ve borç veren Alman bankalarının kabahatiydi, 2007 yılında gerçekleşen bu çöküş öncesi, İspanya devletinin bütçesi oldukça iyi durumdaydı. Aslında İspanya sosyal hizmetler vs. bakımından Avrupa’nın en düşük masraflara sahip ülkelerinden biri. Yani mesele hükümet harcamaları değil, mesele bankaların hatası ve işler daha da kötüye gidiyor.
Ticari ve mali yayın organları bile bunu eleştiriyor. Aslında, IMF bu politikalardan geri adım atmaya başladı çünkü bunların ekonomik olarak nereye varacağı o kadar aşikar ki. Yine Avrupa Merkez Bankası’nın ABD’deki tekabülü Merkez Bankası’ndan çok daha tepkisel olduğunu anımsamak gerekir. ABD Merkez Bankası’nın iki yetkisi var. Bunlardan biri enflasyonu kontrol altında tutmak, içeride enflasyon emaresi yok. Diğer bir yetkisi ise tam istihdamı sağlamak. Elbette bu konuda pek de bir şey yaptığı yok, ama en azından belli jestlerde bulunuyor. Avrupa Merkez Bankası’nın ise tek bir yetkisi var: enflasyonu kontrol altında tutmak. Bundesbank tarafından dayatılan %2 gibi düşük bir rakam üzerinden enflasyonu kontrol altında tutması gerekiyor, ki bu ekonomiler için son derece zararlı. İstihdam için bir şeyler yapma yetkisi yok.

Yani bu kurumun politikaları ABD Merkez Bankası’nınkilerden bile beter. Sonuçları Avrupa’da kendini gösteriyor. Bunun sonuçlarından biri bizzat Avrupa Merkez Bankası Başkanı Mario Draghi tarafından ifade edildi. Wall Street Journal’a bir röportaj verdi ve bu minvalde Avrupa toplumsal sözleşmesinin istikrarsız olduğunu, çoktan ölmüş olduğunu, refah devletlerinden vazgeçmemiz gerektiğini söyledi. Elit ve refah içindeki sektörler için sorun yok, zaten bunlar hiçbir zaman refah devletinden hazetmemişlerdi. Ancak refah devletlerinin çökmesi felaket olur. Avrupa’nın muazzam bir değişim olmazsa gittiği yön de burası.

 
Suriye, NATO, Türkiye

NATO Türkiye’nin Suriye sınırını korumak üzere Patriot füzesavarlarının konuşlandırılmasını onayladı. Bu konu üzerine ne düşünüyorsunuz? Şimdi ne olacak?

 - Bu sorunun cevabını bilen birinin olduğunu sanmıyorum. Suriye bir tür intihar yolunda, bundan kolayından çıkış yolu varmış gibi görünmüyor. İşler daha da sarpa sardı, siz de görmüşsünüzdür Kürt kuvvetleri ve isyankar kuvvetler arasında bir savaş yaşandı. Bu durumu daha da karıştırıyor ve elbete Türkiye’yi de ciddi şekilde etkiliyor. Türkiye tabi olarak Suriye’de Kürt otonom bölgesinin yükselişinden, bunun Türkiye’deki devasa Kürt sorununu ne şekilde etkileyeceğinden son derece kaygılı. Ancak Suriye’de de durum, içeride hiçbir uygulanabilir çözüm olmaksızın büyüyen korku filmini andırıyor. Pek çok öneri var. Bunlardan biri sanırım Dublin’de, El-Ahtar İbrahimi, Rusya ve ABD temsilcileri arasında tartışıldı. Ancak, ülkenin yıkımından gayri bir sonuç elde edecek şekilde bu durumdan bir çıkış yolu bulmak son derece güç.

Ne olursa olsun Esad’ı suikast bekliyor, demem o ki, ülkeyi terketmeyi kabul edecek olsa, onları bilinmez bir kadere terk ettiği için muhtemelen Alevi ortakları tarafından öldürülür. Ülkeyi terk etmezse, er ya da geç ortadan kaldırılır. Pek çok öneri yapıldı; daha bir kaç gün önce, Nicolas Noe adında ciddi bir uzman bir öneride bulundu. Buna göre ülkede bir tür geçici bölünme olacak, Şam civarındaki bölge Esadın kontrolüne verilirken ülkenin geri kalanı isyancıların kontrolüne verilecek, şiddetin azalmasına hatta belki de sulhname çıkarmaya yönelik geçici bir anlaşma yapılabilecek mi görülecek. Tabi bu zor bir ihtimal, ama bundan daha iyi bir öneri de şimdiye dek duymadım.

Diğer bir sorun da kimyasal silah meselesi. Suriye çoktan Obama’nın kırmızı çizgi tabir ettiği sınırı aştı. Kimyasal silahlar söz konusu olduğunda, ABD geri adım attı ve kırmızı noktalarını biraz geriye çekti, ama er ya da geç bu ciddi bir sorun halini alacak. Kimse de buna yanııt vermedi. Onları bombalayamazsınız!