23 Kasım 2012 Cuma

Her Türden Emperyalist-Statükocu Saldırıya Rağmen Kürt ve Arap Direnişine Dayalı Demokratik Ortadoğu Devrimi Mutlaka Gelişecek

Şimdi III. Dünya Savaşı olarak tanımlanan sürecin de bir Ortadoğu savaşı biçiminde yaşandığını görüyoruz. Bu kez bölgenin Batısı da Doğusu da hepsi işin içinde ve bütün küresel aktörler bu mücadeleyle ilgili.  
 

Duran KALKAN

Ortadoğu bölgesinin yerkürenin önemli bir coğrafik alanını işgal ettiği biliniyor. Yine insanlığın toplumsallaşması ve devletleşmesi sürecine öncülük eden bölge olduğu tarih tarafından açıkça kaydedilmiş durumda. Bu nedenle Ortadoğu'daki gelişmeler, neredeyse yerkürenin bütün alanları üzerinde etkide bulunuyor.

Günümüz Kürdistan'ında yaşanan gelişmeler de Ortadoğu'daki durumu derinden etkiliyor. Bölgenin merkezinde yer alması, Dicle-Fırat havzasından oluşması nedeniyle tarih boyunca insanlığın gelişiminde önemli bir yere sahip bulunuyor. Doğal olarak da günümüz dünyasında yaşanan mücadelenin Ortadoğu ve Kürdistan eksenli olması kaçınılmaz hale geliyor. O nedenle sadece bölgesel değil dünyaya ait bütün çelişkiler Ortadoğu'da yoğunlaşmış durumda. Bundan dolayıdır ki, bölgemizde çok kapsamlı bir ideolojik, siyasi ve askeri mücadele yaşanıyor.

Kapitalist modernite sisteminin dünya çapında hegomonik hale geldiği süreçten bu yana da yaşanan üçüncü büyük çatışma merkezinin yine Ortadoğu olması bu tarihsel-güncel gerçeklikten kaynağını alıyor. Çok iyi biliniyor ki I. Dünya Savaşı her ne kadar Avrupa devletleri arasında süren ve İngiltere-Almanya önderlikleri arasındaki hegomonik hesaplaşmayı ifade etse de Ortadoğu'yu ele geçirme ve paylaşma savaşı olarak ortaya çıktı. Çünkü Dünya hegemonunun kim olacağı bu sahadaki hakimiyet üzerinden belirlenecekti. Yine II. Dünya Savaşında bölgenin kuzey hattı, Sovyet-Rusya toprakları büyük bir çatışma alanı olsa da, hedef yine Ortadoğu'yu Kuzeyinden ve Doğusundan ele geçirerek Hindistan’a ulaşabilmekti. En azından savaşı çıkartan Hitler Almanya’sının saldırı politikasının esası buydu. I. Dünya Savaşında Ortadoğu'nun Batı bölümü temel bir savaş alanı olurken, II. Dünya Savaşında bu durum Zagrosların doğusuna kaydı. İran sahası önemli bir gerginlik ve hesaplaşma alanı olarak ortaya çıktı.

Şimdi III. Dünya Savaşı olarak tanımlanan sürecin de bir Ortadoğu savaşı biçiminde yaşandığını görüyoruz. Bu kez bölgenin Batısı da Doğusu da hepsi işin içinde ve bütün küresel aktörler bu mücadeleyle ilgili. İdeolojiden askerliğe, siyasetten ekonomiye kadar bütün mücadele araç ve yöntemleri etkin bir biçimde kullanılıyor. O nedenle de bundan önceki savaşlar daha çok askeri boyutlu olurken, bugün Ortadoğu üzerinde adeta bir topyekun özel savaş gibi toplumsal yaşamın bütün alanlarını içine alacak bir kapsam ve derinliğe sahip olan bir küresel savaş yaşanıyor. Bu da yaşanan savaş sürecinin özgünlüğünü ifade ederken gelecek açısından da savaşın ne kadar derin-kapsamlı hale geleceğini ve çatışmanın ne kadar yoğun olacağını ortaya koyuyor. Özellikle de bugün ideolojik, ekonomik, siyasi, psikolojik boyut o kadar öne çıkıyor ki, askeri boyut zaman zaman birincil plana geçse de eskiye göre diğer boyutlarla paralel süren, bazen onların gerisinde kalan bir durumu yaşıyor.

Bütün bunlar ve özellikle günümüzde yaşanan bu kadar kapsamlı ve derinlikli çatışma süreci elbette ki bölgede yaşanan değişim ve dönüşüm durumunu ifade ediyor. Aslında miadını tamamlamış kapitalist modernite sisteminin aşılması için insanlığın 20.yüzyıl boyunca geliştirdiği mücadele, şimdi yeni kavramlar ve kuramlar temelinde, yeni bir Ortadoğu ve ona dayalı olarak yeni bir küresel insanlık yaşamının yaratılması üzerinden sonuç almaya çalışıyor. Bu nedenle değişimden yana olanı, karşıt olanı doğru tespit etmek kadar; değişim ve dönüşümün temel karakteri nedir sorusuna doğru yanıt vermek gerekiyor. Çünkü en gerici olanlar kendini devrimci olarak gösterebiliyorlar. En fazla toplumsal değişimi engelleyenler kendini yenilikçi, değişimci olarak ortaya koyabiliyorlar. Temel değişim dinamiği olarak adeta motor rolü oynayan güçler teröristtir, vb. denilerek aforoz edilebiliyorlar. O nedenle kimin gerçekte neyi temsil ettiği, ne anlama geldiği, ne değer ifade ettiği, nasıl bir rol oynadığı çok net olarak görünmeyen karışık, muğlak, bulanık bir ortam var. “Bulanık suda balık avlama” misali birçok kesim, özellikle de medya gücüne dayanarak kendini çok farklı bir biçimde takdim edebiliyor. Kurdun dumanlı havayı sevmesi gibi bazı iktidar kurtları, bu bulanık havada kendilerini ilerici, yenilikçi, demokrat olarak sunmaya çalışabiliyor. Bu bakımdan günümüzde Ortadoğu'da yaşanan gerçekliği doğru çözümlemek çok büyük önem taşıyor. Bu, aynı zamanda dünya çapında insanlığın özgürlük ve demokrasi yürüyüşünün doğru anlaşılması ve stratejik-taktik planlamaya kavuşturulması açısından da gerekli oluyor.

Elbette bunun için de tarihsel gerçekliğin çok iyi bilinmesi gerekiyor. Özellikle tarihsel adımlarda Ortadoğu'nun neyi ifade ettiği, neleri yaratan bir konumda bulunduğu gerçeğinin iyi bilinmesi gerekiyor. Ortadoğu'da bugünkü yaşananları tarihten kopuk olarak doğru çözümlemek asla mümkün değildir. Yine küresel düzeyde yaşanan çatışmalardan kopuk olarak da günümüz Ortadoğu’sunda yaşanan III. Dünya Savaşı gerçeğini doğru anlamak ve çözümlemek olanaksızdır. Bu nedenle de her ne kadar bir bölgesel düzey ifade etse de Ortadoğu'da yaşananların tarihsel ve küresel düzeyle derinden bağı olduğunu çok iyi görmemiz, anlamamız gerekiyor.

Bu noktadan yaklaştığımızda tarih içinde Ortadoğu'nun ortaya koyduğu temel karakterleri şöyle sıralayabiliriz:

1-Ortadoğu coğrafyasının, özellikle de Dicle-Fırat havzasının, Zagros-Toros kavisinin, yani Altın Hilal olarak ifade edilen coğrafyanın insanlığın toplumsallaşma merkezi olduğunu çok iyi biliyoruz. Tarım-Köy devriminin burada yaşandığı, kadın öncülüğündeki neolitik devrimin merkezinin bu alan olduğu günümüzde tarih bilimi tarafından çok daha net ve kapsamlı bir biçimde aydınlatılmış ve ifade edilmiş bulunuyor. Bu bakımdan da Ortadoğu toplumsallığın merkezidir. Toplumsallık demek, politik ve ahlaki yapının gelişmesi demektir. Bireycil olmaktan, düşünemeyen yani reflekslerle hareket eden canlılar olmaktan çıkmak, bunları aşan bir temelde bir topluluk olarak birlikte ortak yaşamı temel ahlaki kurallar ve politika kanunlarına göre yürütür hale gelmek; çok sağlam toplumsal dokuların oluşturulması anlamına geliyor. Bu nedenle Ortadoğu'nun binlerce, hatta on binlerce yıla yayılan bir toplumsallaşma sürecine sahip bulunduğu tartışma götürmez bir gerçek oluyor. Bu da Ortadoğu'da toplumsal değerleri ifade eden politik-ahlaki toplum yapısının güçlü olduğu anlamına geliyor. Her ne kadar beş bin yıllık devletçi uygarlık sistemleri tarafından bu değerler tahrip edilmeye çalışılsa da, hala demokratik toplum değerlerinin Ortadoğu'da yaşayan bütün toplumlar içerisinde değişik düzeylerde var olduğunu gözlemlemek zor değildir. Bu da demokratikleşme, özgürleşme bakımından Ortadoğu'yu çok güçlü bir potansiyele sahip kılıyor. Günümüzde demokratik ulus gelişiminin böyle çok güçlü bir tarihsel-toplumsal gerçekliğe dayandığı biliniyor. Yani güçlü bir toplumsallık var. Tarım-Köy toplumuna dayanan, neolitik devrime dayanan, kadın özgürlüğüne dayanan bir toplumsallaşma bu. Günümüzde de bütün tahribatlara ve çarpıtmalara rağmen böyle bir toplumsallaşmanın dünyanın diğer alanlarına göre çok ileri düzeyde yaşandığı tartışma götürmez bir gerçek.

2- Merkezi uygarlık diye tanımladığımız ve günümüzde küresel kapitalist hegemonya olarak ortaya çıkan sistemin, bu bölgede doğup geliştiği, dünyanın diğer alanlarına buradan yayıldığı yine tarih bilimi tarafından netçe kanıtlanmış bir gerçektir. Burada devletleşme ve iktidarlaşma olayından söz ediyoruz. Bunun milattan önce 4 bin yıllarından önce hiyerarşik toplum yapılanmasına dayanarak geliştiğini ve esas olarak da neolitik devrimin yarattığı temel toplumsal değerleri emerek palazlandığını tarih söylüyor. Bu palazlanma üzerinden aşağı Mezopotamya’da Uruk başta olmak üzere Sümer kentleşme sistemi olarak geliştiği biliniyor. Sümer şehir devletlerinin oluşumu giderek kırsal alana, yukarı Mezopotamya’ya doğru gelişme yayılma gösterirken Babil, Akad, Asur sistemlerine doğru evirilirken kent-site sistemi olmaktan çıkıp giderek imparatorluklaşma durumu yaşanıyor. Bu değişimin batıda Nil havzasından, Doğuda Hindistan’a, ardından ise bütün Asya, Afrika, Avrupa ve dünyanın diğer alanlarına yayıldığını biliyoruz.

Sümer-Uruk sitesinden başlamak üzere devletçi merkezi uygarlık, adeta bir kartopu gibi büyüyerek ve akıp yer değişimi sağlayarak, yayılarak bütün dünyayı egemenliği altına almış bulunuyor. Günümüzde neredeyse insanın ve toplumunun onsuz asla var olamayacağı, yaşayamayacağı bir olgu gibi ortaya konan; gerçekte ise toplumun içinden çıkmasına rağmen onun üzerinde yer alarak toplumsal değerleri baskı ve sömürüyle ele geçirmeyi ifade eden sistem, bu biçimde ortaya çıkmış bulunuyor. Kısaca baskı ve sömürü düzeninin, devletçi-iktidarcı egemenlik gerçeğinin en çok geliştiği, en erken ortaya çıktığı, en uzun süreli var olduğu devletçi merkezi uygarlığın doğuş alanını, merkezini ifade ediyor Ortadoğu.

Bu uygarlık alanında her gelişen, büyüyen fatih kendisini öncesiz ve sonsuz ilan edebilmek için Ortadoğu'yu ele geçirmesi, Dicle-Fırat havzasına sahip olması gerekiyor. Böylece tarih boyunca güçlenen her devletçi sistemin kendini dünya fatihi haline getirmek için Mezopotamya’ya yöneldiğini, Ortadoğu'yu ele geçirmeye çalıştığını görüyoruz. Bu nedenle başta Mezopotamya olmak üzere Ortadoğu'nun tümü tarih içerisinde hep bir işgal, istila, çatışma alanı olarak büyük savaşlara, hesaplaşmalara sahne oluyor. Devletçi uygarlık sisteminin gelişimi, devletçi-iktidarcı düzenin giderek dünyanın her yerinden daha fazla Ortadoğu’da derinleşmesi toplumsal değerlerin daha çok emilmesine, sömürülmesine, tahrip edilmesine, aşındırılmasına yol açıyor. Toplumsallığı zayıflatarak devletçilik, iktidarcılık geliştiriliyor ve güçlendiriliyor. Bir yandan dıştan gelen işgal ve istilaların yol açtığı tahribatlar, talanlar, yağmalamalar demokratik uygarlık değerlerini tahrip ederken, diğer yandan demokratik toplum gerçeği bütün bu baskı ve sömürü düzenlerine karşı direnerek var olmaya çalışıyor. Bu çatışma ortamında, sürekli baskı, sömürü ve saldırı karşısında kesintisiz bir direniş içinde olma, politik-ahlaki toplumun yaşam kaynağı, demokratik toplumun var olma etkeni oluyor. Aksi durumda yani direnişte etkili olamama halinde elbette büyük ölçüde tahribatlara, doğal, komünal toplum değerlerinin üzerinde tahribatların yaşanmasına, aşınmaların olmasına yol açıyor. Aslında Beş bin yılı aşkın süredir Ortadoğu gerçeğini, tarihini biraz da bu çatışma, demokratik uygarlık değerleriyle devletçi-iktidarcı merkezi uygarlık sisteminin saldırıları arasındaki mücadele, çatışma belirliyor. Ortadoğu'nun bir de böyle bir gerçekliği var. Böylece demokratik toplum değerleri direnme gücünü bir sisteme kavuşturarak kendini var edebiliyor. Yine beş bin yıl boyunca bu alan, hep dışarıdan imha, işgal, talan hedefleyen saldırılara sahne oluyor. O nedenle merkezi devletçi uygarlık sistemi en çok burada gelişiyor; sistemleşiyor, temel ölçülerini, değerlerini burada var ediyor. Dünyanın diğer alanlarına esas olarak buradan yayılıyor.

3- Son devletçi uygarlık hamlesini ifade eden İslam devriminin bölge üzerindeki etkilerini de daha özgün olarak ele almak gerekiyor. İslam devrimi bir yandan neolitik tarım-köy devriminin yarattığı güçlü toplumsallaşma değerlerine, öğelerine dayanırken; diğer yandan bunların aldığı, emdiği değerlerle birlikte devletçi uygarlık sistemiyle yeniden üst düzeyde bir birleşmeyi, yeni bir devletçi iktidarcı sistem yaratmayı ifade ediyor. Her ne kadar ideolojik şekillenişinde, ilk siyasi hamlelerinde özgürlükçü ve demokratik karakteri fazla olsa da, daha sonraki süreçlerde İslamiyet, devletçi iktidarcı sistemle birleşerek yeni bir merkezi devletçi uygarlık haline gelmeyi ifade ediyor. Burada şunu görüyoruz: bölgenin daha önceki tarihsel süreçte iki temel karakterinin İslam devrimi tarafından birleştirilmeye çalışılması söz konusu. Yani hem politik-ahlaki toplumu ifade eden doğal demokratik toplum değerlerinin ve hem de Sümer’den başlayan merkezi devletçi uygarlık değerlerinin esas alınması, bunların birleştirilmeye çalışılması gerçeği var. İslam devrimi, İslam uygarlığı giderek böyle bir durumu ifade ediyor.

İslamiyet altında Ortadoğu'da Arap kavmiyetçiliği güçlenip ortaya çıksa da diğer kabile, kavim düzenleri de benzer bir biçimde gelişme gösteriyorlar. Kabile, aşiret düzeninden kavmiyete geçiş, tarihin derinliklerinden gelen güçlü toplumsallık değerlerine dayalı olarak gerçekleşiyor. Arap kavmiyeti biraz İslam ideolojisinin doğuş alanı, birincil kavmi olma nedeniyle öne çıksa da, diğer kavmiyetler de reddedilmiyor, inkar edilmiyor, geriye düşmüyor. Bu bakımdan İslam egemenliği ideolojik, siyasi olarak Arap kavmiyetinin bölge üzerindeki etkinliğini belli ölçüde geliştiriyor. Fakat onunla birlikte diğer kavmiyetleri de reddetmiyor, geriletmiyor, köreltmiyor, tasfiye etmiyor. Devletçi egemenlik olarak da aslında kavmiyetlerin eşitliği fikri üzerinde bir birlik, bütünlük yaratıyor. İster Emevi-Abbasi hanedanlıklarının geliştirdiği imparatorluklar döneminde olsun, isterse daha sonra bölgede egemenlik kuran Osmanlı hanedanının etkinlik döneminde olsun bu gerçeklik kendini var ediyor. Yani bir yandan Arap kavmiyetçiliğinin biraz gelişimi, yine diğer yandan öteki kavmiyetçiliklerin de eşitlik ilkesi temelinde gelişimini ve bu anlamda toplumsallığın varlığı temelinde yaşamını sürdürmesi sağlanırken, öte yandan devletçi-iktidarcı sistem bunun üzerinde bir bölgesel hakimiyet sağlıyor. Sümer’den başlayarak gelişen devletçi sistemin hep gelişme, büyüme bölgeyi ve yerküreyi ele geçirme eğilimine bağlı olarak İslam devletçi sistemi de Ortadoğu'yu birleştirerek Asya’ya, Afrika’ya, Avrupa’ya yayılmaya çalışıyor. Şimdi burada bazı temel özellikleri yine görüyoruz. İslami devrim sürecinde Arap kavmiyetçiliği biraz gelişmekle birlikte, diğer bütün kavmiyetler gelişme gösteriyorlar. Yani demokratik toplum değerleri var oluyor ve gelişiyor. Bunlar bir arada, kardeşçe yaşama özelliğini koruyorlar. Diğer yandan merkezi devletçi sistem en son Osmanlı imparatorluğu gerçeğinde görüldüğü gibi bölgenin önemli bir kesimini devlet siyaseti altında birleştirme gücünü gösteriyor. Bu dönemde bölge tam bir siyasi birlik içine alınmasa da iki ya da üç siyasi gücün egemenliği altında yaşayan bir konuma geliyor. Çok fazla parçalanmışlığı yaşamıyor. En son Osmanlı-İran imparatorlukları biçiminde Zagros silsilesinin doğu ve batı yakasında gelişen siyasi egemenlikler olarak varlık buluyor. Bu aslında bir bölgesel bütünlük demektir. Her ne kadar tek bir devlet sistemi var olmasa da Ortadoğu bölgesi gibi geniş bir alan açısından iki imparatorluk altında birleşmiş olmak devletçi sistemin birlik eğilimini bölgede hayata geçirebildiğini, uygulayabildiğini gösteriyor.

Tarihsel süreç içerisinde yaşanan bu üç büyük temel karakterin yanına bir dördüncü olarak da son iki yüzyılda Avrupa’da gelişen kapitalist modernite sisteminin bölge üzerinde egemenlik kurma, bölgeye taşma, yayılma çabalarını ve bu temelde bölgede ortaya çıkan sonuçları, gelişmeleri koyabiliriz. Bu da önemli bir karakteri temsil ediyor. Her ne kadar içten olmazsa da, bölgeye ait olarak gelişmese de, dıştan, Avrupa’dan gelen bir saldırı olarak ortaya çıksa da sonuçta giderek bölgeyi egemenliği ve etkisi altına alıyor. İçselleşiyor, bölgeselleşiyor ve bir Ortadoğu gerçeği haline geliyor. Bunun Ortadoğu yayılımı, Ortadoğu üzerindeki etkileri nasıldır? Başka bir deyişle kapitalist modernite sisteminin Avrupa uygarlığının ya da Avrupa merkezli uygarlık gelişiminin Ortadoğu'ya yayılımının temel özellikleri, Ortadoğu üzerindeki etkileri nelerdir sorusunu güncel bir olgu olarak ele almak ve çok daha kapsamlı, ayrıntılı bir biçimde değerlendirmek, tartışmak gerekiyor.

Bir kere temel değerleriyle, ölçüleriyle, ideolojik ilkeleriyle, siyaset anlayışı ve yaşam tarzıyla bu durum dışarıdan gelen, başkasına ait olan, dolayısıyla bölge açısından yabancı olan, tarih dışı olan, yerel olmayan bir gerçeği ifade ediyor. Dıştan ele geçirme, egemenlik kurmayı ifade ediyor. Kısaca emperyalist bir yayılımı, sömürgeci bir saldırı ve tahakkümü ifade ediyor. Bu gerçeği görmemiz gerekiyor. Her ne kadar içselleşse, bölge toplumlarına nüfuz etse, bölgedeki siyasi sistem üzerinde tam bir hakimiyet kurarak sanki temel bir bölge değeriymiş gibi bir yapı kazanmış olsa da yine de Avrupa merkezli kapitalist uygarlık sisteminin Ortadoğu açısından bir yabancı saldırı olduğunu, dıştan dayatma olarak geliştiğini, dolayısıyla neolitik devrimden gelen temel toplumsal değerlerin bu saldırıyı tümden kabul etmediğini, benimsemediğini, her zaman onunla bir çelişki ve çatışma konumu arz ettiğini ifade etmemiz lazım. Hem de Ortadoğu'nun günümüzde de çok bariz bir biçimde öne çıkan küresel kapitalist sistemle çelişki ve çatışmasının temel nedenlerini ortaya koyan bir gerçek. Niye Ortadoğu bugün bu kadar ayrıksı, niye dünya savaşı Ortadoğu'da yaşanıyor, niye Ortadoğu kapitalist dünya sistemiyle bu kadar çelişki ve çatışma arz ediyor sorularının cevabı işte bu durumu net bir biçimde ortaya koyuyor. Bu gerçeği öncelikle bilmemiz lazım. Buna rağmen dıştan gelen ve son iki yüz yılı aşan bir süre boyunca yürütülen saldırılarla Ortadoğu'da önemli bazı sonuçlar da ortaya çıkmış bulunuyor. Bunlardan bir tanesi düşünce sistemi üzerindeki etkilemelerdir. Yani modern ulusçuluğun ya da milliyetçiliğin ortaya sokulması olarak ifade edebiliriz. Tarihsel süreç içerisinde kendi iç dinamikleriyle gelişen kabile, aşiret ve kavim düzeni üzerine Avrupa kapitalizminin ulus-devletçilik olarak ortaya çıkan dar, çatışmacı, kendini her şeyin üstünde gören, iktidarı kutsayan bir milliyetçi zihniyeti, ideolojisi yerleştirilmeye çalışılıyor. Daha önceki tarihsel süreçte gelişen kabile, aşiret, kavmiyet düzenlerinin iç içe, birlikte, yan yana, kardeşçe yaşama eğilimlerine karşı kapitalist modernite sisteminin dıştan dayattığı bu ulus-devletçi milliyetçilik tamamen ayrıksılığı, kendini esas almayı, başkalarının yok edilişi üzerinde kendini inşa etmeyi öngördüğü için temel bir çatışma, savaş, kavga ve soykırım etkeni olarak ortaya çıkıyor. Böyle bir milliyetçilik 19.yüzyıl boyunca çeşitli adlar altında, eğilimler halinde, örgütlenmelere dayalı olarak başta Osmanlı ve İran imparatorluklarının merkez alanlarından olmak üzere taşraları da kullanma temelinde Ortadoğu'ya sızdırılıyor. 20.yüzyılda ise bu sızmalarla sağlanan gelişmeler I. Dünya Savaşının askeri saldırılarına da dayanarak bir siyasi sisteme kavuşturuluyor. Bölgede var olan imparatorluk sistemleri ezilerek, yenilerek, parçalanarak söz konusu milliyetçilikleri esas alan, onlara dayanan ulus-devletçi sistemler geliştirilmeye çalışılıyor. Bölge siyasi haritası yeniden çiziliyor. Bunun I. Dünya Savaşı içinde gerçekleştiğini, Ortadoğu'nun özelliklerinden çok, savaşı kazanan İngiltere ve Fransa’nın çıkarlarına uygun bir biçimde yapıldığını biliyoruz. Hala günümüzde de bazı çevreler tarafından yaşatılmaya çalışılan bu siyasi sınırların çoğunlukla harita üzerinde cetvelle çizildiğini de biliyoruz. Günümüzde haritaya bakıldığında bu gerçek net bir biçimde görülüyor. Güncel olarak aşılmaya çalışılan bu siyasi statükonun, bölge siyasal sisteminin I.Dünya Savaşı içinde ve sonrasından yaratıldığı herkes tarafından biliniyor. Böylece son iki yüzyılda Avrupa merkezli olarak yaşanan gelişmelerin Ortadoğu'ya yayılma, etkinlik kurma ve Ortadoğu üzerinde tahribat yaratma gerçeğine sahne oluyoruz. Ulus-devlet ideolojisine dayalı, dar-şovenist milliyetçiliğin tarihsel olarak oluşmuş toplumsallık üzerinde tam bir zihniyet zehirlemesini ifade etmesi kadar, çizilen ulus-devlet sistemleriyle oluşan yeni statükonun da kendi içerisinde büyük düşmanlıklar, çelişki ve çatışmalar ortaya çıkardığını, adeta herkesin bir birine düşman olduğu, komşunun komşuyu düşman gördüğü bir duruma yol açtığını netçe görüyoruz. Bu durum faşizm denen rejimlerin doğması kadar, tehlikeli diktatörlükler olarak tanımlanan kişiliklerin, siyasi sistemlerin gelişmesine yol açıyor. Ortadoğu'nun bu kadar bölük pörçük, paramparça olması, Ortadoğu'da bu kadar güvensizliğin, çelişki ve çatışmaların yaşanması, yine Ortadoğu gerçeğinde bu kadar tehlikeli faşist zihniyet ve rejimlere dayalı diktatörlüklerin türemesi kesinlikle buradan kaynaklanıyor. Bunlar Ortadoğu gerçekliğinden çok Avrupa’nın kapitalist modernite ve ulus-devletçi sistemiyle bağlantılıdır. Fakat denebilir ki Avrupa’nın ulus-devletçi sistemi, milliyetçiliği, kapitalist modernitesi gökten mi düştü, bir anda mı ortaya çıktı? Hayır, öyle olmadı. Peki, bunlar Ortadoğu'daki gelişmelerin bir boyutu toplumsallık, tarım-köy devrimi temelinde gelişen derin toplumsallık olurken diğer boyutu Sümer’den itibaren gelişen devletçi sistem olan Ortadoğu gerçeğine dayanmıyor mu? Evet, bu gerçekliğe dayanıyor. Kesinlikle Avrupa’daki kapitalist modernite sistemi Ortadoğu'daki toplumsallaşma ve devletçi-iktidarcı uygarlık sisteminin gelişiminden kopuk ya da ayrı, bağımsız değildir. Bu değerler üzerinde gelişmiştir. Uygarlık merkezinin Avrupa’ya kayması biçiminde bir yeni durumu ifade etmiştir. Bir uygarlık sisteminde merkez kayma olayı yaşanıyor o kadar. Fakat tabii ki Avrupa’nın geliştirdiği kapitalist modernite sisteminin kendine ait özellikleri var. Her ne kadar bunlar Ortadoğu'daki devletçi-iktidarcı sistem değerleri üzerinde yükselse de Ortadoğu uygarlığının kabul etmediği, gelişmesine izin vermediği bazı tehlikeli eğilimlerinin önünün açılarak gelişmesine fırsat verilmesi biçiminde Avrupa kapitalizmi ortaya çıkıyor ve gelişme gösteriyor. Dolayısıyla kapitalist modernite sistemiyle çelişki içinde olması Ortadoğu değerlerinin sadece bunun dıştan gelmesi, Avrupa’ya ait olmasından kaynaklanmıyor. Ortadoğu toplumsallığının bu gerçeğe karşıt olmasından kaynaklanıyor. Ortadoğu toplumsallığının derin, politik, ahlaki değer sisteminin Avrupa’nın geliştirdiği kapitalist değersizlikleri kesinlikle tehlikeli görmesi, onları insanlık dışı bir durum, bir hırsızlık durumu sayması ve reddetmesiyle oluyor. Yüz yıllarca, bin yıllarca kendisini kuşatarak, düşüncede reddederek, pratikte tedbir geliştirerek gelişimine izin vermediği kapitalist ahlaksızlığın, saldırganlığın, sömürünün Avrupa üzerinden hakim bir devlet ve iktidar sistemi olarak Ortadoğu'ya yöneltilmesi karşısında Ortadoğu'nun tarihsel gerçekliğinin, toplumsal değerlerinin direniş içinde olması açık ve anlaşılır bir durumdur. İşte Avrupa’da gelişen milliyetçi ideolojiye ve ulus-devletçi sisteme karşı Ortadoğu değerlerinin direnişçi konumda olmasının temel özelliği bu oluyor; buradan kaynaklı bir direnç vardır.

5- I. Dünya Savaşı içerisinde ortaya çıkan küresel kapitalist hegemonyanın Ortadoğu'da yarattığı siyasi statükonun temel karakterini incelemek gerekiyor. Aslında bazı çevreler şu devlet ya da bu devlet kuruldu, egemen oldu, güçlendi, Ortadoğu'ya hakim hale geldi diye bu durumu ifade etmeye çalışıyorlar. Tabii bu doğru değil, bir yanlışı ve yanılgıyı ifade ediyor. Aslında Ortadoğu'da hakim olan kapitalist modernite sistemi oluyor. Savaş böyle bir hakimiyetle sona eriyor ve burada da kazanan İngiliz-Fransız öncülüğüdür. Dolayısıyla Ortadoğu siyasi haritası İngiliz-Fransız emperyalizminin çıkarlarına göre şekilleniyor. Ama bir dünya sistemi, küresel sistem olarak gerçeklik buluyor. Yoksa sadece bölgeye özgü, bölgedeki bazı devletlerle bağlantılı bir sistem olmuyor. Bu İngiliz-Fransız emperyalizminin çıkarlarına dayalı oluşturulan bölge statükosunun temel özellikleri neler? Birinci temel özelliği, Kürdistan’ın bölünüp parçalanması, Kürt toplumunun ülkesi ve varlığıyla reddedilmesi, inkar edilmesi ve yok edilmeye çalışılması oluyor. Yani Kürdistan'ı bölüp parçalayarak yok etmeyi öngören bir soykırım rejiminin Kürdistan'a, Kürt toplumuna dayatılmasını ifade ediyor. İngiliz-Fransız emperyalizminin öncülüğünde, hegemonyasında şekillenen Ortadoğu sisteminin birinci karakteri budur. Bu küresel kapitalist statükoda Kürtler yoktur, Kürdistan yoktur. Var olan parçalanmıştır. Bölgede kurulan çeşitli devletlerin egemenliği altına verilmiştir. Kürt ulusal-kültürel varlığı inkar edilerek asimilasyon ile soykırımdan geçirilip başka uluslaşmaların hammaddesi yapılmak istenmiştir. Kısaca bu statükoda Kürtlere ve Kürdistan'a yer yoktur. Kürt-Kürdistan kavramlarını zaman zaman kullanması, özellikle de Güney Kürdistan'da sanki bazı Kürt varlığını kısmen kabul ediyormuş gibi görünmesi tamamen sahtedir, ikiyüzlüdür, aldatıcıdır. Koskoca bir ülkeyi ve toplumu tümden reddetme karşısında bulunmuş bir oyundur. Kolay yutulamayacak, kolay inkar edilemeyecek bir ülke olması konumunda dayatılan bölme, parçalama ve yok etme rejimine karşı itirazlar geliştiğinde kendisini savunma, gerçeği çarpıtma, başkalarını aldatma yöntem olarak kullanılmaktadır. İlkel milliyetçiliğin hayat bulduğu, gıdasını aldığı, dört elle sarıldığı bu olayın, aslında Kürt soykırımının en tehlikeli boyutu, yönü olduğu tartışma götürmüyor. Bu gerçekleri iyi görmemiz, doğru anlamamız gerekiyor. Bu bakımdan genel planda doğru görüş olarak şunu koymamız lazım: I.Dünya Savaşı ardından İngiliz-Fransız emperyalist çıkarları doğrultusunda oluşturulan, dünya hegemonyasına dayanan Ortadoğu statükosunda Kürtler ve Kürdistan'a yer yoktur, yaşam hakkı yoktur. Ret, inkar, parçalanma, yok sayma ve yok etme vardır. Yani koskoca bir olguya soykırım dayatılmaktadır. Bugün büyük çatışmalara, kan ve acılara yol açan, aşılmaya çalışılan bölge statükosunun temel bir özelliği, birinci karakteri bu.

Bununla birlikte ikinci temel karakteri Arap dünyasına dayatılan rejimdir, sistemdir. Her ne kadar Arabistan’a dayatılan Kürdistan'a dayatılandan kısmi farklılık arz etse de yine de bir aşağılama, sömürgecilik, bağımlılık türü Arap ülkesine ve toplumuna da dayatılmıştır. Kürdistan gibi bölünüp inkar edilerek yok edilmeye çalışılmasa da Arabistan da güçten düşsün, parçalansın, zayıf olsun diye bölünmüştür. Çeşitli işbirlikçi hanedanlıklar, kişiliklerin egemenliği altına alınmışlardır. Fakat Kürtler gibi yok sayılmamış, yok edilmeye çalışılmamıştır. Ama parçalanarak, işbirlikçi milliyetçiliğin, ulus-devletçiliğin egemenliği altına alınarak Arabistan’ın ve Arap toplumunun bütün değerleri kapitalist küresel emperyalizm tarafından iliklerine kadar sömürülmeye çalışılmıştır. Burada İslam devrimiyle neredeyse birinci kavim haline gelen Arap kavmiyetinin ikinci plana düşürülmesi, geriletilmesi, parçalanıp güç kaybına uğratılması, sıradan, ikinci planda gelen, etkisiz bir toplum durumuna düşürülerek horlanması, hakir görülmesi, onurunun kırılması durumu söz konusudur. Bu da önemli bir gerçeklik oluyor.

Geriye egemen güç olarak biraz da kendisini örgütleyip tarihten gelen siyasi-askeri egemenlik gücüne dayanan iki merkezin bölgede sanki hakim olacakmış gibi etkili kılınması kalıyor. Bir tanesi Osmanlı mirasına dayanan Türkiye Cumhuriyeti devletinin oluşumu, diğeri ise İran imparatorluğunun devamı olarak ortaya çıkan ve çeşitli aşamalardan geçip günümüzde İran İslam Cumhuriyeti olarak kendisini yapılandıran İran ulus-devletçiliği oluyor. Böylece kapitalist küresel hegemonyanın Ortadoğu'ya dayattığı statüko üç kategoriden oluşuyor. Bir, bölgenin birincil güçleri Türkiye Cumhuriyeti devleti ve İran. Aynı şekilde bölgenin birincil kavmiyetleri; Türk ve Fars ulusçuluğu öne çıkartılıyor, egemen kılınıyor, birinci planda ele alınıyor. Arabistan bölünüp parçalanarak Arap kavmiyeti dar milliyetçilikler, hanedanlıklar, daha sonra ulus-devlet diktatörlüklerinin egemenliği altında ikinci plana düşürülüyor. Türk ve Fars ulusçuluğu tarafından sıkıştırılan, Türkiye cumhuriyeti devleti ve İran devletinin siyasi baskısı altında kuşatılan, ideolojik ve siyasi olarak hep baskı altında tutulan, ekonomik olarak ise küresel tekeller tarafından iliğine kadar sömürülen bir Arabistan ve Arap gerçekliği ortaya çıkarılıyor. Arap toplumu ikinci plana düşürülüyor. Arabistan, bölünüp parçalanan, değerleri sömürülen bir alan konumuna getiriliyor. Tarihsel olarak yaşadığı gerçekliğe, güçlenmeye ters bir biçimde baskı altına alınıyor, geriletiliyor. Onuru kırılıyor; psikolojisi bozuluyor, değerleri sömürülüyor.

Bugün 3. Dünya Savaşının çıkmasına vesile olan, derin çelişki ve çatışmaları bağrından çıkartan, uzun bir sürece yayılmış bir dünya savaşı sistemiyle aşılmaya çalışan siyasi statükonun temel karakterleri budur. Peki, bu statükoyu gerçekten reddeden, kabul etmeyen, bu statükodan zarar gören, dolayısıyla statükoyu aşmaya çalışan kim, ya da kimler? Kim bu statükonun efendisi, kim ezileni? Kim bu statükoya sahip çıkıyor, statükocu oluyor, kim bu statükoyu reddediyor, aşmaya çalışıyor? Günümüzde yaşanan çatışmanın ana ekseni burada ortaya çıkıyor. Bu çatışma içerisinde var olan güçlerin ne anlama geldiğini, neyi ifade ettiğini anlamamız buraya bakmakla oluyor. Buradan ele alıp baktığımızda, statükonun birinci efendisi küresel kapitalist hegemonyadır. Çünkü statükoyu ortaya çıkaran bu güçtür. Mevcut Ortadoğu statükosu tamamen küresel kapitalizmin çıkarlarına göre şekillenmiş; onun baskı ve sömürüsüne hizmet ediyor. O bakımdan küresel kapitalist hegemonya ve onun öncülüğünü yapan güçlerin bu statükoyla ciddi bir çelişki ve çatışmasından söz edilemez. Onlar kendi çıkarlarının gereğine göre bu statükoyu oluşturdular. Yüzyıldır bu statükodan yararlanarak dünya egemenliklerini sürdürdüler. Şimdi de aynı durumu devam ettirmek istiyorlar. Fakat mevcut statüko sürdürülemiyor. Statükonun yok saydığı, reddettiği, zayıflattığı kesimlerin direnci var. Dolayısıyla statükoyu değiştirmek üzere, statükoyu yıkmak üzere devrimci demokratik mücadeleler gelişiyor. O halde o mücadeleleri yok edebilmek için, zayıflatabilmek, etkisiz kılabilmek için bölge toplumlarının reddettiği bu statükoda biraz rötuşlar yapmak gerekiyor. Günümüzde ABD değişimciliğinin temel boyutu budur. Öyle büyük devrimcilik, değişimcilik atfedilen, Büyük Ortadoğu Projesiyle ABD yeni bir Ortadoğu kurmak istiyor denilen yorumun özünde bu yatıyor. Burada öyle köklü bir değişimcilik yoktur. Büyük bir devrimcilik söz konusu değildir. ABD'nin bölge statükosunda değişiklik yapma isteğinin iki temel nedeni var: bir, statükoyu devam ettiremiyor; statükoya karşı mücadele eden güçler var, reddeden güçler var. Dolayısıyla statüko yıkılmak üzere. Onu uzun ömürlü kılmak için bazı rötuşlar yapma, restorasyondan geçirme ihtiyacı duyuyor. İkincisiyse gelişen sömürü çizgisi temelinde bölgenin ulus-devletçi statükosu ulus-üstü sermayenin dolaşım ve sömürüsüne yeterince hizmet etmiyor. Dar, katı ulus-devletçi sınırlar sermaye dolaşımının rahat sağlanmasını ve sömürü yapmasını zayıflatıyor, engelliyor. İşte bu ulus-üstü sermayenin, küresel sermayenin çıkarıyla kısmi bir çelişki arz ediyor. Öncülüğünü ABD’nin yaptığı küresel kapitalist hegemonya bu çelişkiyi çözmek istiyor. ABD'nin devrimciliğinin, değişimciliğinin temel anlamı bu oluyor. Bu düzeyde İngiliz-Fransız emperyalizminin çıkarlarına göre şekillenmiş ulus-devletçi bölge statükosuyla mücadele ve çelişki arz ediyor ABD öncülüğü. Bunun dışında herhangi bir çelişkisi yoktur. Bu da çok yüzeysel, çok sınırlı bir değişimciliktir. Böyle bir değişimciliğin arkasında aslında eski statükoyu biraz cilalayarak, rötuşlayarak devam ettirme eğilimi, anlayışı yatmaktadır. Bu gerçeği net görmek lazım. Öyle çok köklü bir değişim, dönüşümcülük, yeni bir bölge sistemi kurma arayışı kesinlikle söz konusu değil. Eski statükoyu sürdürme, yaşatma eğilimi söz konusu, ama eski yapıyla ulus-devletçi sistemle ona yol açan dar milliyetçi, şoven milliyetçilikle bu gerçekleşemeyince sistemin, statükonun ömrünü uzatacak bazı rötuş düzeyinde değişiklikler yapmayı içeriyor. Bir boyutu budur.

İkincisi, I. Dünya Savaşının ortaya çıkardığı Ortadoğu statükosunun efendisi olan, ondan çok yarar gören güçler Türk var Fars milliyetçiliğidir. Türk ve Fars ulusçuluğu, buna dayanan Türkiye Cumhuriyeti ve İran devletleri oluyor. Bu nedenle Ortadoğu'da statükoculuk deyince akla her şeyden önce Türkiye ve İran'daki ulus-devletçi yapı gelmelidir. Bunları görmemek, böyle algılamamak bölge tarihini doğru yorumlamamak olur. Avrupa modernitesinin Ortadoğu'ya girişini doğru anlamamak olur. I. Dünya Savaşıyla ortaya çıkan bölge statükosunun temel karakterini görmemek olur. Bu durumdan da mevcut statükoyu değiştirme yönünde doğru bir anlayış ve mücadele ortaya çıkmaz. Bu bakımdan bölgedeki statükoculuk dendiğinde kapitalist hegemonya belirttiğimiz nedenlerle kısmi değişiklik istese de esas statükocu, tutucu güç olarak Türk ve Fars milliyetçiliklerini, dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti ve İran devlet sistemlerini görmek lazım. Statükocu olan güçler bunlardır, eskiyi devam ettirmek isteyen güçler bunlardır. Bölgenin 20.yüzyılda oluşan statükosunun, birinci gücü, efendisi olan güçler bunlardır. Dolayısıyla da onu sürdürme, yaşatmak üzere çaba harcayan, çırpınan, o statükodan yarar gördüğü için onu devam ettirmeye çalışan güçler bunlar oluyor.

Dikkat edilirse burada çoktan beridir bir çarpıtma yaşanıyor. İran’da İslam devriminin gelişimi önemli bir yanılgı oldu. Sanki İslam devrimi bu statükoyla çelişki ve çatışma halindeymiş, onu aşıyormuş gibi bir anlayış ortaya çıktı. Halbuki bu eğilim, yaklaşım kesinlikle yanlıştı. Doğru olan şuydu: İran'ın ulus-devlet milliyetçiliği temelindeki milliyetçi yapılanması biraz zaman aldı. Şahlık sistemi bir ara sistem olarak bu süreci uzattı. Ancak Şahlığın yıkılması arsından İran İslam devletiyle birlikte gerçek ulus-devletçi sistem ve milliyetçilik İran'da egemen kılınmaya yönenildi. Bazılarının küresel hegemonyayla, dolayısıyla bölge statükosuyla çelişkili ve çatışmalıymış gibi sandığı, gördüğü İran'daki İslami ideolojik ve siyasi gelişmeler aslında geç kalmış bir ulus-devletçi egemenliği temsil ediyor. İran'ın bölge statükosuyla tam birleşip uyumla hale gelmesini gösteriyor, ifade ediyor. Bu gerçeği iyi görmek, doğru anlamak lazım.

Diğer yandan günümüzde bir de AKP olayı var. Tıpkı İran İslam devriminin İran için yarattığı yanılsama gibi AKP gerçeği de Türkiye'de bir yanılsamaya yol açıyor. AKP de değişimcilik ve yenilikçilik kavramlarıyla ortaya çıktı. Tutuculuğa, muhafazakarlığa karşı değişimci, yenilikçi güç olduğunu ileri sürdü. Bugün de AKP'nin bölgede değişim yaratmaktan yana olduğunu, Arap Baharı denen isyan hareketiyle gelişen akımlara büyük destek verdiğini, Suriye'de de Beşar Esad statükoculuğu aşılarak Suriye'de değişimi temsil ettiği söyleniyor ya da sanılıyor. Bunların hepsi yanlıştır ve yalandır; gerçekle bir alakası yok. Türkiye bölgenin en statükocu gücü, en tutucu ve milliyetçi gücü. AKP de bu gün en son ve en katı gücüdür. Nasıl ki İran’daki İslami devrim ve rejim bu konuda bir yanılsamayı, sahteliği ifade ediyorsa AKP yenilikçiliği de Türkiye cephesinde aynı sahteliği, yanılsamayı ifade ediyor. O bakımdan da Türkiye ve İran’a değişimcilik atfetmek, Türkiye'deki AKP iktidarında bölgede devrimci değişimci rol, misyon yüklemek gerçekleri tümüyle tersyüz etmeyi ifade eder. Böyle düşünenler bölge gerçeğini hiç bilemezler, doğru çözümleyemezler. Gerçek bunun tam tersidir. Türkiye-İran çelişki ve çatışması da bu gerçeği değiştirmiyor. Bunlar bölge üzerindeki bir hegemonya çatışmasıdır. Zaten kapitalist küresel hegemonyanın Ortadoğu statükosu öyle kurulmuştur. Bir uçta Türkiye cumhuriyeti, diğer uçta İran, bunların çelişki ve çatışmasına dayalı bir bölgesel statüko, egemenlik tesis edilmeye çalışılmıştır. Yoksa bu çelişki ve çatışma durumu bölgede oluşan statükodan, ulus-devletçi statükodan bağımsız değil; onun bir parçası durumunda. Türkiye'nin de bu temelde değişimci yenilikçilik değil de, kaskatı tutuculuk olduğunu, eski statükoyu savunmaya çalıştığını görmek lazım. Denebilir ki peki ama Tunus’ta, Mısır’da, Libya’da, Suriye’de muhalefeti destekledi. Ama bir yıl önce de yıkılan iktidarları kardeşim diyerek, can ciğerim diyerek destekleyen hem Türkiye Cumhuriyetinin yöneticileriydi hem de Tayyip Erdoğan hükümetiydi. Hüsnü Mübarek Tayyip Erdoğan’ın en değerli kardeşiydi. Muammer Kadafi kardeşiydi. Saddam Hüseyin kardeşiydi. Beşar Esad, iki devlet bir hükümet olacak kadar birleştikleri kardeşlerinden birisiydi. Biz bu tutumları hemen görmezden gelemeyiz, unutamayız. Bunlar açıkça yaşanan gerçekler oldular. Peki AKP hükümeti muhalefetten yana yer almıyor mu? Ne zaman alıyor? ABD tarafından iktidarların ipi çekildiği zaman alıyor. Artık o iktidarın yaşaması imkansız görülünce, efendisi olan ABD kendisine bu fermanı, hükmü verince AKP hükümeti de ortaya böyle bir tavır koyuyor. Zaten dikkat edilirse Beşar Esad yönetimi gidici diyor. Demek ki gidici olmasa Tayyip Erdoğan hükümeti Beşar Esad yönetiminden yana olacak; onunla ilişki ve birlik halinde olacak. Gidici gördüğü için, onda bir gelecek görmediği için artık muhalefeti destekliyor. Yoksa öyle Beşar Esad yönetimine veya Hüsnü Mübarek yönetimine, şuna-buna karşı olduğundan dolayı değil. İşin bir boyutu bu. İkincisi ise, tıpkı ABD sistemi gibi -zaten NATO çerçevesinde ona bağlı- ABD ile sıkı işbirliği içerisinde bu siyasetleri yürütüyorlar. AKP hükümeti-Türkiye cumhuriyeti devleti aslında sürecin uzamaması, bölgedeki değişimin derinleşmemesi için muhalefetten yana yer alıyor,. Örneğin Suriye’de bu kadar hızla Beşar Esad yönetiminin değişmesini istemeleri, Beşar Esad yönetimine karşı olmalarından, yeni yönetime karşı olmalarından kaynaklı değil. Suriye’deki rejimin uzun sürece yayılmasından, değişimin köklü olmasından korktukları için, Suriye'de bir demokratikleşmenin halkların özgürce kaderini belirleyeceği demokratik bir sistemin kurulma olasılığından korktukları için alelacele gidici gördükleri Beşar Esad’ın yerine İhvan-ı Müslim’e dayalı yeni bir diktatörlük gelsin istiyorlar. Suriye'deki merkezi diktatörlük rejimi değişmesin, yıkılmasın; sadece iktidarı yürüten yönetimler, kişiler değişsin çabası içindeler. Bu bir değişim değildir. Var olan statükoyu, rejimi devam ettirebilmek için artık o rejimi sürdürme kabiliyetinde olmayan yöneticileri değiştirme çabasıdır bu. Yoksa rejimin değişimi değildir; hatta ciddi bir yönetim değişikliği de değil, yönetici değişikliğidir. Beşar Esad gitsin yerine benzer biçimde biri gelsin, Suriye sistemi ayakta kalsın istiyor. Mısır’daki istemi de odur, Libya’daki istemi de odur. Bütün Arap alemindeki istemi, tutumu böyledir. Bu bakımdan tıpkı ABD öncülüğü gibi Türkiye ve İran yönetimlerinin de aslında bölgede bir değişim, dönüşüm yanlısı olmak bir yana, statükoyu en çok savunan, koruyan, temsil eden güç olma özellikleri vardır. Politikaları, misyonları buna göredir.

Peki, o zaman bölgede değişimi kim temsil ediyor? Bu bölgedeki mücadele, çatışma nereden ortaya çıkıyor? Bunu doğru anlamak lazım. Birincisi, Kürt toplumu birinci dünya savaşı ardından Kürdistan'ın bölünüp parçalanmasını kabul etmemiştir; reddetmiş, tepki göstermiştir. Kürtlerin yok sayılarak yok edilmesini, Kürt toplumuna soykırım dayatılmasını kabul etmemiştir, reddetmiştir, tepki göstermiş, isyan etmiştir. Şimdiye kadar da bütün parçalarda, yurtdışında esas olarak Kürt toplumu birinci dünya savaşının ortaya çıkardığı kapitalist küresel hegemonyaya dayalı Ortadoğu'nun ulus-devletçi statükosunu kabul etmeyen, reddeden birinci ve temel toplumdur, temel güçtür. Dolayısıyla da eski statükoyla, yani birinci dünya savaşının ortaya çıkardığı, ulus-devletçi statükoyla en çok çelişen, ondan en çok zarar gören, onu baştan itibaren reddederek yıkmaya çalışan, dolayısıyla Ortadoğu’da en temel devrimci, değişimci güç olan Kürt toplumudur, Kürdistan Özgürlük Hareketi’dir. Bunu herkes iyi görmeli, iyi bilmelidir. Tarihsel gerçekliğe baktığımız zaman bunu netçe görüyoruz.

Daha I. Dünya Savaşı ardından Kürdistan'ın bölünmesine dayalı olarak ulus-devletçi egemenlikler geliştirilmeye başladığı anda bütün parçalardaki Kürt toplumu buna karşı isyan etmiştir. Kuzey Kürdistan'da 1925-40 yılları arasında yaşananlar bunu ifade ediyor. Doğu Kürdistan'da 1925’ten 1980’e kadar devam eden isyanlar bunu ifade ediyor. Güney Kürdistan'da 1920’den 1975’e kadar devam eden isyanlar bunu ifade ediyor. Kesinlikle dikkat edelim Kürt toplumu hiçbir parçada Kürdistan'ın bölünmesini ve Kürt toplumunun yok sayılarak yok edilmeye çalışılmasını kabul etmemiştir. Buna sessiz kalmamıştır, buna karşı milyonlarca şehit vermeyi göze alarak tepki göstermiş, direnmiştir. Bu direnişlerde yüz binlerce, milyonlarca şehit vermiştir. Bunların hepsi Kürt toplumuna dayatılan soykırıma direnişin şehitleridir. Bunların hepsi Kürtlerin varlığı ve özgür yaşamını sağlamak isteyen, onu öngören, esas alan direnişlerdir. En son olarak 1970’lerin ortasından itibaren Kuzey Kürdistan'da başlayıp sonra Batı Kürdistan'a, Güney ve Doğu Kürdistan'a yayılarak bir bütünlüklü ulusal direniş hareketi haline gelen PKK işte bu isyanın son halkasını, örgütlü, ulusal bütünlüklü, demokratik topluma dayalı, demokratik ulusçu direnişi ifade ediyor, temsil ediyor. Daha önceki süreçlerde aşiretsel, bölgesel olarak parçalar düzeyinde gelişen, sonuçta ezilen, imha edilen, katliamlarla yok edilmeye çalışılan isyan hareketlerine karşı son 35-40 yıllık süreçte ise Kürdistan çapında ulusal bütünlüğe dayalı bilinçli ve örgütlü bir ulusal demokratik direniş Önder Apo öncülüğünde ve PKK hareketi biçiminde gelişmiştir. İşte bu direniş aslında küresel kapitalist hegemonyanın Ortadoğu'ya dayattığı Kürdistan'ı bölüp parçalayarak Kürtleri yok sayan, yok etmek isteyen imhayı uygulayan, statükoyu reddeden, ona karşı direnerek işlemez kılan, giderek de onu parçalayarak değişime zorlayan temel devrimci dinamik oluyor, değişim ve dönüşümün temel gücü oluyor. Aslında ulus-devlet statükosuyla çelişen, çatışan, mücadele eden Kürt halkıdır, Kürdistan Özgürlük Hareketi’dir, Kürt ulusal demokratik direnişidir. Bu gerçeği görmemiz gerekiyor.  Yüz yıl boyunca çeşitli isyanlar biçiminde bu direniş gerçeği var, son 35 yıldır bütün parçaları etkisine alan PKK öncülüğündeki ulusal demokratik direniş olarak bu mücadele sürüyor. İşte bölgedeki statükoyu parçalayan, kapitalist hegemonyanın ulus-devletçi statükosunu değişime zorlayan, parçalayan ve onu aşarak demokratik ulusların kardeşçe birliğine dayalı yeni bir Ortadoğu sistemi yaratmak isteyen Kürt halkının özgürlük ve demokrasi çizgisindeki bu direnişi oluyor. Birinci direniş, esas direniş bu oluyor. Aslına bölgenin temel esas, birincil dinamiği budur.

İkinci dinamik olarak Arap toplumunu, Arap demokratik arayışlarını görmemiz lazım. Aslında Arap toplumu da başından itibaren bölünüp parçalanmayı ve ikinci sınıfa düşürülmeyi hiç kabul etmemiş, içine sindirmemiştir. Buna çeşitli devletlerde iktidarlara karşı isyan ederek ortaya koymuştur. İkinci dünya savaşına kadar birçok alanda oluşturulmak istenen işbirlikçi yönetimlere karşı çeşitli isyanların geliştirildiğini biliyoruz. II. Dünya Savaşı ardından Nasırcılık, Baasçılık biçiminde gelişen, Filistin kurtuluş hareketinde biraz daha radikal sol tandansla bütünleşen Arap milliyetçiliğinin de temelinde bu reddetme vardır. Eğer Arap milliyetçiliği çeşitli devletler içerisindeki toplumlarda bu kadar etkili olduysa, Arap toplumunu bu kadar sardıysa, aslında başlangıçta dıştan dayatılan bu kapitalist modernite sistemine karşı olma, onu reddetme eğilimi göstermesi nedeniyledir bu. Arap milliyetçiliğinin başta gelişimi bu çerçevededir. Buradan güç alarak toplumdan destek bulmuştur. Çeşitli darbeler biçiminde de ortaya çıksa, subayların ve generallerin harekatları olarak da gelişse özünde bu vardır ve böyle bir içeriği taşıdığı oranda başarı kazanmış, zafere ulaşmış, egemen sistemler haline gelmişlerdir.

Milliyetçilik milliyetçiliktir. Arap milliyetçiliği adı altında Avrupa’dan gelen modernist milliyetçiliği esas aldıktan sonra onu her ne kadar dış güçlere karşı ulusal kurtuluşçuluk gibi göstermeye çalışsa da kısa sürede maskesi düşmüş, gerçeği açığa çıkmış kapitalist emperyalizmin karşıtı, Ortadoğu'daki ulus-devletçi statükonun düşmanı değil, onun daha ileri düzeyde uygulayıcısı, daha modern, daha diktatoryal yürütücüsü olduğu ortaya çıkmıştır. Mısır’daki, Irak'taki, Suriye'deki ve diğer Arap ülkelerindeki gelişmeler tamamen bunu ifade ediyor. Nasırcılığın Hüsnü Mübarek gibi son firavunluğa ulaşması, Baasçılığın Irak örneğinde görüldüğü gibi Saddam diktatörlüğünü ortaya çıkarması, yine Suriye'de olduğu gibi tek kişi yönetimine, diktatörlüğüne yol açması bu gerçeği gösteriyor. Bu bakımdan dikkat edilirse ulus-devletçiliğe karşı değil, tam tersine onun çok daha katı ve keskin uygulayıcılığı oluyor. Bu biçimiyle de Avrupa modernizmine, kapitalizmine karşıtlığı değil, onun bölgeye taşırılması, bölgede içselleştirilmesi, bölgede onun işbirlikçiliğinin yapılması anlamına geliyor. O bakımdan da konumu, rolü hızla gelişiyor. Ama bir kere toplum üzerinde egemenlik kurduğu için uzun süre bu diktatörlükler etkili oldular, egemen halde kaldılar. 30 yıl, hatta 40 yıllık iktidarlar olarak ortaya çıktılar. Sonuçta toplum Avrupa etkisiyle oluşan sahte Arap milliyetçiliği temelinde yanıltıldığını, aldatıldığını görünce dış güçlere Avrupa modernitesine, kapitalist emperyalizme karşıtız diyerek ortaya çıkıp tersinden onların en katı uygulayıcıları olarak Arabistan’da hüküm sürme gerçekleri ortaya çıkınca ve bu gerçeği toplum iyi görünce işte bu diktatörülüklere karşı öfkeyle, nefretle doldular. 2011 Ocak’ından itibaren gelişen Arap isyanı bunu ifade ediyor, toplumdaki tepki bunu gösteriyor. Bu tepki aslında I. Dünya Savaşının ortaya çıkardığı Arabistan’ı bölen, Arap toplumunu ikinci sınıfa düşüren statükoya karşıdır. Bu tepki Avrupa kapitalist emperyalizmine karşıdır. Bu tepki, Avrupa kapitalist modernitesinin ve ulus-devletçiliğinin Ortadoğu'daki, Arabistan’daki temsilcileri olan diktatörlüklere karşıdır. Bunları yıkmaya yöneliyor ve dikkat edilirse demokrasiyi temsil ediyor. Arap tarihiyle, Ortadoğu tarihiyle bu tarihin toplumsal karakteriyle uyumludur, birliği, birleşmeyi temsil ediyor.

Dolayısıyla Ortadoğu'nun ikinci değişim dinamiği olarak demokratik muhtevası son derece yüksek olan Arap halkının bu isyan hareketi ortaya çıkıyor. Dikkat edelim bölgenin küresel kapitalist hegemonyanın ortaya çıkardığı ulus-devletçi statükosuna karşı birinci direniş gücü Kürdistan Özgürlük Hareketi’dir; Kürt ulusal demokratik devrimidir. Bu devrim ve direniş, Kürdistan'da ulus-devletçi statükoyu reddediyor, parçalıyor. Dolayısıyla bölgedeki bu statükonun aşılmasını dayatıyor. Bu statükoyu değiştirmeyi dayatan, statükoyu parçalayan ikinci temel devrimci demokratik direniş olarak da Arap halkının demokratik isyanı ortaya çıkıyor. Bu iki direniş gücü günümüzde, son iki yılda tümüyle iç içe geçmiş, birleşmiş bulunuyor. Aslında bu birleşme, iç içe geçme son iki yılda mı oluyor? Hayır! 30-35 yıldır böyledir. Unutmayalım ki, Kürt halkının Filistin halkıyla emperyalizme, Siyonizm’e, işbirlikçi diktatörlüklere, faşizme karşı direniş ortaklıkları 1970’lerin sonunda başladı. Lübnan’da, Filistin’de, Suriye’de Kürt ve Filistin devrimcileri omuz omuza ortak örgütler içinde yer aldılar, direnişe geçtiler, birlikte şehitler verdiler Beyrut’ta, Selahattin Eyyubi kalesinde, doğu cephesinde! 13 kahraman şehit verdi. Kürt halkı Filistin halkının Siyonizm’e ve emperyalizme karşı direniş mücadelesinde onlarca esir verdi. Her zaman Kürt halkı Filistin halkıyla kardeşçe birliği savundu. Kürt Özgürlük Hareketi Filistin kurtuluş hareketini dost, müttefik, yoldaş bildi; kardeşçe ilişkiler kurdu 33-34 yıldır. Bugün de bu kardeşlik, bu ilişkiler sürüyor. Sadece Filistin direnişiyle mi, hayır! Suriye’de, Lübnan’da, Mısır’da, Irak’ta Arap aleminin hemen hemen her alanında demokratik yurtsever aydın hareketleriyle, ideolojik politik eğilimlerle her zaman dostça ilişki ve dayanışma içinde olmayı esas aldı. Kürt ve Arap direnişleri, özgürlükçü ve demokratik hareketleri hep ortak bir cephede yer aldılar, müttefik oldular. Kürt-Arap dostluğunu, dayanışmasını, birliğini temsil ettiler. Burada en somut birlik Kürdistan ve Filistin halklarının ortak mücadele içerisinde emperyalizme ve siyonizme karşı birliklerinde ve direnişlerinde görüldü. Bunlar tarih olarak sabittirler. Bu tarihsel dayanışma ve demokratik birlik durumu son iki yıldır bölge statükosunu ve onu var eden güçleri yenilgiye uğratmak üzere Kürdistan özgürlük direnişi ve Arap isyanının objektif dayanışması, birliği biçiminde sürüyor. Eşzamanlı direnişler olarak gelişiyor. İşte bu iki mücadele birinci dünya savaşında küresel kapitalist hegemonyanın oluşturduğu Ortadoğu'daki ulus-devletçi statükoyu parçalıyor, yok ediyor. Onun yerine demokratik ulus inşalarını gündeme getiriyor, demokratik toplumu ortaya çıkarıyor, demokrasi hareketlerini geliştiriyor, demokratik devrimleri kökleştiriyor. Demokratik ulus inşası temelinde bölge halklarının kardeşçe birliğine dayalı yeni demokratik Ortadoğu'nun inşasını hedefliyor ve adım adım örüyor. İşte bölgedeki mücadele esas olarak burada yaşanıyor. Bir, bölgede I. Dünya Savaşı içerisinde kapitalist küresel hegemonyanın ortaya çıkardığı ulus-devletçi statükoyu korumaya çalışan güçler, ikincisiyse, bu statükoyu parçalayarak demokratik ulusların kardeşçe bir arada yaşamlarını ifade eden demokratik Ortadoğu birliğini yaratma eğilimi arasındaki mücadele, çatışma oluyor. Bölgedeki esas, temel çatışma budur. Bölgede statükoyu parçalayan güç ise bölgede halkların demokratik ulus çerçevesinde kardeşçe yaşamasını öngören, demokratik birliğinden yana güçler oluyor. Yani Kürdistan Özgürlük Hareketi, Arap demokratik isyanı oluyor. Bunun gibi Türkiye'de, İran'da, bütün halkların bağrında gelişen özgürlükçü ve demokratik hareketler oluyor. Bu gerçeği iyi görmemiz lazım. Bu direnişler nedeniyle özellikle de Kürt ve Arap direnişlerinin eş zamanlı olarak gelişmesi karşısında I. Dünya Savaşının yarattığı ulus-devletçi statükonun kesin parçalanıp yok olacağı, onun yerine halkların kardeşliğine dayalı demokratik Ortadoğu birliğinin yaratılacağı görülünce statükodan yarar gören, devletçi statükoyu yaratan güçler bu gelişmeleri önlemek için karşı saldırıya geçmiş bulunuyorlar. Aslında bölgedeki statükocu güçler ile küresel kapitalist hegemonyanın temsilcisi olan ABD arasındaki çelişki ve çatışmayı, dolayısıyla dünya savaşı denen olayı böyle değerlendirmek lazım. Üçüncü dünya savaşı aslında ABD ile bölgenin ulus-devletçi diktatörlükler arasındaki savaştır. Yani birinci dünya savaşında ortaya çıkan küresel hegemonyanın Ortadoğu'da yarattığı ulus-devletçi statükonun kendi içindeki çatışmasıdır. Bu statükonun küresel dayanaklarıyla yerel güçleri arasında yaşanan bir çatışmadır. Bir iktidar çatışmasıdır, hegemonya çatışmasıdır. Bu, ulus-devletçi statüko Kürt ve Arap direnişleri tarafından yıkılmakla tehdit edilince, bu statükoyu korumak, mücadeleyi saptırmak, halkları yanıltmak, miadını doldurmuş Kürt ve Arap direnişleri karşısında dayanamayarak yıkılmakla yüz yüze olan ulus-devletçi statükoyu kısmen rötuşlayarak yeniden inşa etmek ve uzun ömürlü kılmak için çaba harcayan bir savaş oluyor. Aslında küresel kapitalist hegemonyayla yerel ulus-devletçi diktatörlükler arasında yaşanan III. Dünya Savaşının karakteri budur. Bununla esas olarak çarpıtma, saptırma yaptırılmak isteniyor. Halkların bilinci saptırılmak, dolayısıyla potansiyeli heder edilmek isteniyor. Bu çatışmayla Kürt ve Arap direnişleri karşısında tasfiyeyle yüz yüze gelen bölgenin ulus-devletçi statükosu yeniden inşa edilmek, uzun ömürlü kılınmak, yaşatılmak isteniyor. Burada başını TC yönetimlerinin ve İran devletinin çektiği bölgenin temel statükocu güçleriyle ABD arasındaki mücadelenin temel özelliği de şu oluyor: TC hükümetleri ve İran yönetimi, onun uzantısı biçiminde olan diğer diktatörlükler, ulus-devlet statükosunu olduğu gibi korumaya çalışırken kapitalist hegemonyanın önderliğini yapan ABD ise bunun mümkün olmadığını, artık ulus-devlet statükosunu mevcut karakteriyle ayakta tutmanın imkansız hale geldiğini görerek yıkılmasını önlemek, statükoyu uzun ömürlü kılıp kendi çıkarları doğrultusunda yaşar hale getirmek için kısmı rötuşlama, değişiklik yapmayı zorunlu görüyor. ABD'nin bu değişiklik isteğine karşı bölgesel, yerel düzeydeki ulus-devletçi diktatörlükler ise kendi iktidarlarını korumak için direniyorlar. İşte bu, söz konusu çatışmaya yol açıyor. Böyle bir durum karşısında bölgede kendisinin yaratmış olduğu ulus-devletçi diktatörlüklerle çıkarları kısmen çelişip aşmak için geliştirdiği mücadele nedeniyle küresel kapitalist hegemonya güçleri, ABD Önderliği değişimden yana, devrimci güçmüş gibi algılanıyor, ifade ediliyor. Oysaki onun devrimciliği çok azdır, sınırlıdır, yok denecek kadar zayıftır. Gerçek olan bir restorasyondur, rötuşlamadır, cilalamadır. Biraz sermayenin serbest dolaşımı önündeki engelleri aşmayı ifade ediyor. Diğer yandan ise halklar tarafından nefretle karşılanan ve yıkılmak için isyan edilen diktatörlükleri ortadan kaldırarak mevcut ulus-devlet statükosunun ömrünü uzatmaya çalışıyor.

O nedenle de bir kere bölgede temel değişim dinamiği nedir? Değişim hareketi kimdir? Değişimi savunan ideoloji, eğilim, siyaset, örgütlenme, mücadele hangileridir iyi bilmemiz lazım. Diğer yandan bölge statükosunu savunan kim? Statükoyu yaratan kim? Bugün ondan yararlanan kim? Onu olduğu gibi korumaya çalışan kim? Biraz rötuşlayarak ömrünü uzatmaya çalışan kim? Bunlar arasındaki çelişki ve çatışma nasıl oluyor? Mevcut ulus-devlet statükosuyla halkların özgürlükçü ve demokratik duruşları arasındaki mücadele nasıldır? Bunları iyi görmek, birbirinden kesinlikle ayırmak lazım. İşte bu noktada aslında İran İslam devletinin oynadığı bir rol var. Türkiye'de AKP hükümetinin oynadığı bir rol var. Dikkat edelim statükoyu değiştirmeye, yok etmeye yönelen, onu ciddi bir biçimde işlemez kılan, parçalayan Kürt ve Arap direnişleridir. Bu direnişlere karşı duran, ulus-devletçi statükoyu birinci planda savunmaya çalışan Türk ve İran devletleridir. ABD ve müttefikleri bunun mümkün olmadığını görerek kısmi değişikliklerin bu statükoda yapılmasını istiyorlar. Bir restorasyonu gerekli görüyorlar. Çünkü o olmazsa büyük demokratik devrim olacak, statüko yıkılacak diyorlar. Onların ulaştığı karar bu. İşte bazı rötuşlama, restorasyonal düzeyde değişiklik yapmada küresel hegemonyanın önderliğini yapan ABD bölgede siyasi İslam denen eğilime dayanmak istiyor. Geçmişte de aslında Sovyet sosyalizmine karşı mücadelede siyasi İslam’a dayanmaya çalıştı. Buna yeşil kuşak projesi denmiştir. Türkiye'den İran, Pakistan, Afganistan’a uzanan bir kuşaktı bu. Sovyet Rusya’nın sıcak denizlere inmesini önleme, engelleme hareketiydi. ABD Önderliği bundan kısmen sonuç da aldı. Reel sosyalizmi güneyden yeşil kuşak hareketiyle kuşatarak çözülüşe götürdü. Şimdi bölgede katı ulus-devletçi diktatörlükleri de ılımlı siyasi İslam hareketine dayanarak çözülüşe götürmek istiyor. Nasıl ki katı reel sosyalizmi yeşil kuşak hareketine dayanarak kuşatıp çözülüşe götürdüyse, katı ulus-devlet diktatörlüklerini de ılımlı siyasi İslam hareketlerine dayanarak çözülüşe götürmek istiyor. AKP'yi böyle bir ılımlı İslam modeli olarak görüyor, değerlendiriyor, rol oynatıyor. AKP'nin sözde ılımlı İslam modeliyle bölgedeki katı ulus-devletçi yapıların değişebileceğini hesap ediyor. En başta bu biçimde Türkiye'deki katı Kemalist milliyetçi diktatörlüğün değiştirilip ılımlı İslam’a dayalı bir demokratikleşmeye dönüştürülebileceğini sanıyor. Diğer yandan bunu bütün Arap alemine, hatta İran’a, bütün Ortadoğu'ya bir model olarak sunmaya, bu model temelinde bölgenin her alanında değişiklikler yapmaya çalışıyor. Bu temelde rol oynatmak istiyor. ABD-AKP ittifakı bu temelde oluşmuş bir ittifaktır. AKP aslında bu rol ve misyonla ortaya çıkmış bir hareket oluyor. Dolayısıyla kendisi ilkesi, hedefi, programı olan bir hareket değildir. ABD'nin ılımlı siyasi İslam projesini esas alarak, ona model olma temelinde ortaya çıkan, ABD tarafından desteklenerek Türkiye'de iktidara getirilen, bölgeye de model olarak da sunulan bir hareket oluyor.

Ortada gerçekten bir AKP yoktur. ABD'nin ılımlı siyasi İslam projesi temelinde geliştirilen, ABD'nin desteğiyle ortaya çıkan bir hareket var. AKP tümüyle böyledir. Dikkat edelim, birinci kongresini yapmadan tek başına iktidar oldu AKP. Peki, neye dayanarak, hangi güce dayanarak? Hangi örgütlülüğe ve çabaya dayanarak oldu? Parasını nereden aldı, örgütünü nereden kurdu? Halkı nasıl etkiledi? Arkada koskoca ABD desteği olmasa bunu kesinlikle gerçekleştiremezdi. Bunu iyi görelim, doğru anlayalım. Şimdi dördüncü kongresiyle on yıllık bir hedef daha önüne koymaya çalışıyor, ama iyi bilelim ki, geçen on yılı ABD desteğiyle kurtardı. ABD'nin Türkiye üzerindeki etkinliğine dayanarak, ABD desteğini kullanarak var oldu, iktidar oldu, yargıyı geriletti, orduyu geriletti, CHP ve MHP’yi geriletti; Kürtlere karşı soykırım savaşını yürütüyor. ABD desteği olmazsa bunların hiçbirini yapamaz. Bazıları diyor, halk desteğine dayanarak bunu yapıyor, ne alakası var! AKP'ye destek veren halkın böyle bir mücadeleci gücü yok. Sonuna kadar basit, çıkarcı bir topluluk bu. Gücü, imkanı AKP’de gördüler, oradan yemlenerek aslında yeni bir sınıf, yeni tarz bir burjuvalaşmayı ortaya çıkardılar. Bunu netçe görmek gerekli. İşte ABD tarafından AKP'ye oynatılmak istenen rol bu. Aslında bölgedeki statükonun köklü bir biçimde değişimini engellemek, ulus-devletçi diktatörlüklerin yıkılışını önlemek, Kürt ve Arap devrimlerini tasfiye etmek, buna karşılık kısmi rötuş düzeyinde restorasyonlarla ulus-devlet diktatörlüklerinde bazı değişiklikler yaparak, işte AKP'nin ifade ettiği gibi ileri demokrasiye ulaştık deyip toplumu kandırma hareketi oluyor bu. Aslında Kürt ve Arap devrimlerini tasfiye etme Ortadoğu'da mevcut statükoyu aşacak köklü değişimi ve dönüşümü önleme, kısmi rötuşlarla küresel kapitalist hegemonyaya dayanan, Kürtleri inkar eden, Kürt soykırımı yürüten, Arapları ikinci planda tutan, bölgenin birinci dünya savaşıyla oluşmuş ulus-devletçi statükosunu devam ettirmek oluyor. AKP'nin gerçeği bu. AKP ile bölgede inşa edilmek istenen ılımlı siyasal İslam projesinin hedefi bu, içeriği bu. Bu proje ne kadar güçlü olabilir? Ilımlı İslam ne kadar rol oynayabilir? İslam’ın ılımlısı, radikalı birbirinden ne kadar ayrışır? Aslında bunlar göreceli yaklaşımlar. Ilımlıkla radikallik bir dozaj farklılığını ifade ediyor. İşin esası siyasi İslam’dır. AKP ile bir siyasi İslam modeli geliştirmek istedi ABD, fakat bu model radikal İslam’ı destekledi. Dikkat edilirse birçok alanda ABD desteğiyle gelişen eğilimler ABD ile çatışır hale geldiler. Arap devletlerinde böyle olduğu gibi, bu bir yerde neredeyse Türkiye'de de böyle oluyor. Dolayısıyla ABD'nin AKP ile yaratmış olduğu modelin Ortadoğu'da tutmayacağı anlaşılıyor. Siyasi İslam modelinin I. Dünya Savaşının ortaya çıkardığı ulus-devletçi diktatörlükleri aşma, o statükoyu değiştirme görevini yerine getiremeyeceği, kısmen onları yapsa bile hem bölge halkları hem de dünya için daha tehlikeli, daha çatışmalı bir sistem yaratacağı ortaya çıkıyor. Bu bakımdan son günlerde görülen o ki, aslında bu siyasi İslam’dan ABD ve müttefikleri de biraz kuşkulu. Çünkü radikal İslam tarafından tehdit ediliyor. Bunun arkasında da siyasi İslam vardır. O halde ulus-devlet diktatörlüklerini aşmaya çalışalım derken, radikal İslamcı saldırılarla yüz yüze geliyorlar. AKP ile geliştirilmek istenen siyasi İslam aslında efendileri için yeni bir problem, çıkmaz ortaya çıkarıyor. Son dönemde ortaya çıkan gerçekler biraz böyle. Bu bakımdan da ne ABD'nin oyunları ne de AKP ve benzeri güçlerin siyasi İslam adı altında dinci, milliyetçi diktatörlükler yaratma eğilimleri bölgede yeni bir çözüm olarak ortaya çıkıyor. Tam tersine eski ulus-devletçi statükoyu biraz daha maskeleyerek devam ettirmeyi ifade ediyor. Bunu şimdi Kürdistan'da, Arabistan’da, hatta Türkiye ve İran'da aydınlar çok daha net ve kapsamlı bir biçimde görüyorlar. Bunun yarattığı tehlikeyi seziyorlar. Bu bakımdan da bunların çözüm olmadığını, çözümün köklü ve radikal bir değişim-dönüşüm olduğunu, ulus-devletçi statükoyu bölgede tümden yıkıp aşmak olduğunu görüyorlar. Bunu yaratan güçlerin de Kürdistan özgürlük devrimiyle Arap demokratik isyanı olduğunu görüyorlar. Bunlara sempati, eğilim daha çok gelişiyor. Kürt ve Arap direnişleri birbirlerini daha iyi tanıyorlar, demokratik çerçevede birbirlerine daha çok yanaşıyorlar. Giderek demokratik Ortadoğu birliğinin, demokratik ulusların kardeşliği çerçevesinde yaratılmasını ifade edecek biçimde demokratik Kürt-Arap ilişki ve ittifakının önü açılıyor. Gittikçe bu eğilim gelişme gösteriyor. Bölgenin temel devrimci gücü bu, değişim dinamiği bu. Önümüzdeki süreçteki çatışmalar içinde bu gerçeklik çok daha ortaya çıkacak. Hem ABD'nin rötuşlaştırma restorasyon çabaları boşa çıkacak, hem AKP'nin siyasi İslam’ıyla bunu gerçekleştirmesi tutmayacak, hem de TC ve İran devletlerinin statükoyu olduğu gibi koruma çabaları sonuç vermeyecek. Bütün bunlar gelişen mücadele içinde aşılarak, dolayısıyla bölgedeki ulus-devlet statükosu yıkılarak Kürt ve Arap direnişine dayalı demokratik Ortadoğu devrimi gelişecek. Ortadoğu'nun geleceği, yeniden yapılanışı bu temelde olacak. Ortadoğu tarihiyle uyumlu olan bu, toplumsallaşmasıyla uyumlu olan bu. Uluslararası düzeyde insanlığın özgür ve demokratik yürüyüşüne hizmet edecek, ön açacak gelişme bu. Önümüzdeki süreçte Ortadoğu'da gerçekleşecek olan da, başarı kazanacak olan da budur. Bu temelde biz özgürlük ve demokrasi mücadelesi veren, dış güçlere ve bölge diktatörlüklerine karşı bu temelde mücadele eden, her türlü oyuna karşı uyanık olan, özgürlükçü ve demokratik güçlerin özgürlükçü ve direnişçi herkesi selamlıyoruz, başarılar diliyoruz, gelecek onlarındır; önleri açıktır. Israr ve sabırla birlik içinde yürütecekleri özgürlük ve demokrasi mücadelesi kesin başarı kazanacaktır.
 
 

Kürdistan'ı Savunma Yasası Gerekiyor

Hasan Bildirici ypg suriye

Dörtlü sömürgeciliğin her birinin Kürtlere saldırmasının bahaneleri bitmez. Suda balık, denizde kum, bataklıkta kurbağalar biter ama, başını Türk sömürgeciliğinin çektiği dörtlü grühun Kürde saldırmasının bahaneleri son bulmaz. Kurtla koyunun hikayesini biliyorsunuz herhalde. Baş aşağı akıp giden suda kurt yukarıda, koyun aşağıda su içmektedir. Buna rağmen kurt, suyumu bulandırdın diyerek koyunu yemek ister. Koyun, aşağıda su içtiğini, bu nedenle suyu yukarıya doğru bulandırmasının olanaksız olduğunu anlatmaya çalışır, ama kurt koyunu yiyecektir:

"Olsun," der. "Vakti zamanında senin deden benim dedemin suyunu bulandırmıştı."

Türk devleti kurt, Türk devletine göre Kürtler ise koyundur. Tabii bu ara garip bir açmazı da yok değildir.  "Kendi Kürdünü döv, başkasının Kürdünü sev" olgusu gereği, başından beri Güney Kürdistan'ı hem PKK'ye hem de Irak merkezi hükümetine karşı el altında tutmak istemiştir. Bu durum çıkarcı, aptal ve cepçi Kürtlerde, Türk devletinin Irak sınırları içinde bir Kürdistan'ı desteklediği şeklinde oluşan algının da nedenidir.

Dört parçalı Kürdistan'ın ve Kürdistan halkının stratejik düşmanı Türk devletine olan çıkarcı ve cepçi Kürt ilgisinin olayları vardırdığı nokta, sömürgeci şımarıklıktır.

Soykırım ve katliam sanığı Türk devleti, şımarık bir sömürgecidir. Kürtler eğer şımarık bu sömürgeciye karşı alt edici bir mücadele yürütselerdi, şimdi bu sömürgecinin tozu bile kalmayacaktı. Tabii Türk devleti işini biliyor. Kürtlerin memurluğa ve paraya ne kadar düşkün olduğunun farkında. Birkaç yüz temsilcisiye memurluk, birkaç yüz vicdanı satlığa yatırıyor parayı, bir kısım aydın ve siyasetçi geçinene de sunuyor olanağı, ondan sonra da Kürdistan'daki inkar politikasını sürdürüp götürüyor.

Geçtiğimiz gün HAMAS, İsrail devleti ile ilişki haline olan altı yurtaşını götürüp kurşuna dizdi. Türk İslam tacirlerinden ibaret Türk iktidarı bunu sorun yapmadı. PKK, anadilinde bir kreşi dahi bulunmayan gasp edilmiş Kürdistan ülkesinin kurtuluş mücadelesini yürütüyor. PKK, Kürdistan'ı gasp etmiş Türk iktidarlarına kendini satan Kürde ufak bir eleştiri yönelttiğinde, Türk basın üç kağıtçılığı ve satılmış Kürtler yaygarayı koparıyor:

"PKK, düşünce özgürlüğüne saldırdı!"

Utanmazlık ancak bu kadar olur. Hangi düşünce ve davranış özgürlüğü? Senin hiç mi ulusal ve toplumsal bir yasan olmayacak? En az dört bin köyünü boşaltmış, beş milyon insanını sürgüne çıkarmış, binlercesini de acımasızca öldürmüş Türk iktidar eteğinin altına sığınıp, oradan düşünce özgürlüğü naraları atmak Kürtlük adına yapılmış en büyük sahtekarlıktır.  

Türk devletine karşı bunca yıldır dişe diş bir mücadele yürüten PKK'nin Kürdistan yasaları nedir? KCK'nin Kürdistan vatandaşlık hukuku nasıl işliyor? Sömürgeciyle girilen ekonomik ve siyasi işbirlikçiliğe karşı Kürdistan ulusunun hiç mi kendini koruma yasası olmayacak?

Türk devletinden bağımsız, iki kelimelik ortak Kuzey Kürdistan hukuku gösterin bana, bu yazıyı toplayıp çöpe atayım.

Niye yok o zaman? Kürtler ne için savaşıyor?

Maliyecisi, MİTÇİSİ, Nüfus memuru, ajanı, tetikçisi, müfettişi, tapukadastro görevlileri, MHP'liler, AKP'liler Kürdistan'da istedikleri gibi at koşturuyorlar. Türk sömürgeciliğinin ve uşaklığının Kürdistan konumlanması serbest, ama Kürdistan örgütlenmesi Kürdistan'da bile yasak... Cezaevleri tıklım tıklım dolu...  

Sömürgeciliğe karaşı mücadele sadece sabahtan akşama kadar mermi patlatmak ve slogan atmakla sürdürülemez. Sömürgeciliğe karşı mücadele aynı zamanda psikolojik bir harekattır. Türk sömürgeci alçaklığı Kuzey Kürdistan yetmiyormuş gibi, şimdi de Batı Kürdistan şehirlerine tanklı, toplu, ağır silahlı İslamcı tetikçiler gönderiyor. Batı Kürdistan halkı bu çetelere karşı yiğitçe savunma yapıyor, ama Türk devleti Kürdistan sınırlarından nasıl bu kadar silahlı grup gönderebiliyor? O grupların bir Kürdistan şehrinde başarlı olması halinde, işleyecekleri El Kaide türü cinayetin haddi hesabı olmayacak.

Türk'ün gasp ettiği Kürdistan'ı yönetme yasaları varsa, Kürtlerin de kendilerini yönetme ve savunma yasaları olmalıdır.

KCK, Batı Kürdistan'ın Serêkaniyê kentine yönelik saldırıdaki "AKP-El Kaide kirli ittifakına" karşı koymaya, "Kardeş Kürt halkını katletmek üzere özellikle bir koridor haline getirilen Antep-Urfa-Mardin hattında katillerin geçişlerinin engellenmesi için" halkı yollara dökülmeye çağırmış. Kürtler hep yollardadır. Urfa, Antep, Mardin hattı ise en azından öteki tarafta çetelerin denetiminde olmaması gerekmektedir.

Türk kontrolündeki cinayet şebekelerine karşı Batı Kürdistan'ı savunmak gerekiyor. Doğu, Güney ve Kuzey Kürtlerinden Batı Kürdistan'ı savunmak isteyen bir çok insan çıkacaktır. Bu insanları dağlara çıkarmak yerine Batı Kürdistan şehirlerinin savunmasına götürmek lazım. Madem Türk destekli cinayet çebekeleri gözü kara bir biçimde Kürdistan'ın köy ve şehirlerine saldırıyor, diğer parçadaki Kürtler de Batı Kürdistan'ı korumak için seferber olmalıdır.

Batı Kürdistan, dört parçalı Kürdistan ulusal mücadelesinin kendini deneyip bulacağı eşsiz bir alandır. Bu alan Türk sömürgeciliğine ve onun çetelerine kapatılmalıdır.

bildiricihasan@hotmail.com

Serêkaniyê'de Ateşkes!

Serêkaniyê - Serêkaniyê kentinde YPG güçleri karşısında ağır kayıplar veren silahlı gruplar, ateşkes talebinde bulundu. YPG, Guraba El Şam savaşçılarının iki gün içinde kenti terk etmesi, Kürt, Arap, Asuri ve Ermeniler’den oluşan bir halk konseyinin kurulması şartı ile ateşkesi kabul etti.
8 Kasım’da Serêkaniyê kentine Türkiye üzerinden giren ve 19 Kasım’da Kürtlere yönelik saldırılarına başlayan Türkiye destekli, El Kaide çizgisine yakın selefi gruplar, YPG güçleri ile yaşanan çatışmalarda ağır kayıp verdikten sonra ateşkes istedi.

Bu paramiliter gruplar, bugün de saat 10.00 sıralarında Kürt mahallesi Hawarna’ya, ardından da Xiraba Mahallesi'ne saldırı girişiminde bulundu ancak, YPG güçlerinin sert karşılık vermesi üzerine geri çekildiler.

Saat 16.00’ya kadar süren çatışmalarda çetelerin çok sayıda kayıp verdiği bildirilirken, sayıları hakkında bilgi alınamadı. YPG yetkilileri, bugünkü çatışmalarda herhangi bir kayıp vermediklerini bildirdi.

YPG karşısında ilerleyemeyen gruplar bazı çevrelerin aracılığı ile ateşkes önerisinde bulundu. Görüşmeler sonucunda YPG Komutanlığı şartlı olarak ateşkesi kabul etti. Ateşkesin koşulları şöyle: Guraba El Şam isimli grup 2 gün içinde Serêkaniyê kentinden çıkmalı, Kürt, Arap, Ermeni ve Asuri-Süryanilerden oluşan bir halk meclisi kurulmalı.

YPG Komutanlığı, bu koşullara iki gün içinde uyulmaması halinde ateşkesin sonlandırılacağını bildirdi. Ateşkes ile birlikte silah sesleri durdu.

Çeteci gruplar pazartesi gününden bu yana Serêkaniyê’ye saldırıda bulunuyordu. Çarşamba günü Türkiye üzerinden tanklar ve ağır silah yüklü onlarca araçla birlikte yüzlerce paramiliter grup üyesi Serêkaniyê sınırlarına girdi. 22 Kasım Perşembe günü yaşanan çatışmalarda YPG’nin Serêkaniyê’de kurduğu Şehid Abid Tugayı, 25 çete mensubunun öldürüldüğünü, 20’sinin yaralandığını ve bu gruplara ait 3 askeri aracın imha edildiğini bildirmişti. Çatışmalarda bir YPG üyesinin hayatını kaybettiği, birinin de yaralandığı bilgisi verildi.

Hayatını kaybeden YPG üyesinin Dirbêsiyê’nin Girê Reza Köyü nüfusuna kayıtlı Ciwan kod isimli Evdilhemid Misto olduğu açıklandı. Misto’nun cenazesi Serêkaniyê’den doğduğu köye götürüldükten sonra, buradan Berkevirê Köyü'ndeki Şehid Rüstem Mezarlığı'na götürülerek bir törenle defnedildi.

Pazartesi gününden bu yana Türkiye destekli paramiliter gruplara bağlı en az 54 kişi öldü. Pazartesi günü Halk Konseyi Başkanı Abid Xelil’in katledildiği saldırı ardından başlayan çatışmalarda Londra merkezli Suriye İnsan Hakları Gözlemevi’ne göre en az 29 çete mensubu öldürülmüştü. Gerçek rakamın daha yüksek olduğu belirtiliyor. Aynı çatışmalarda 2 YPG üyesi, bir Asayiş üyesi ve bir Halk Konseyi üyesi hayatını kaybetmişti.

8 Kasım günü Türkiye üzerinden yüzlerce savaşçının Batı Kürdistan’ın Serêkaniyê kentine girmesi ardından Suriye rejimi Mart 2011’den beri sükunet içinde olan kente bombalar yağdırmıştı. Bu saldırıyla birlikte bir hafta içerisinde kentte en az 10 sivil hayatını kaybetmiş, 70’e yakını yaralanmış, 50’ye yakın ev yıkıldı ve 11 bini aşkın kişi göç etmişti.


ANF

Salla Recep, Filistin’e Ağla, Kürtleri Yakala Recep

Ahmet Kahraman

Türkler’in beyinsellikte iyice geri kalmış kesimlerinde din, mahalle ve köylerde dinsel yoldan giderek küçük üç kağıtçılıkla geçinen “gözleri açık uyuyanların” geçim yoluydu. Söz gelişi çocuğu olmayan genç kadınların göbeğine, orasına, burasına dua, ayet adı altında çizikler çiziktiriyor, karşılığında mal, para alıyor, üstüne ek olarak “döl ekme” niyetine tecavüz ediyorlardı.

Mikrofon denilen gavur icadının daha yeni yeni geliştiği dönemde, Ankara’da tezgah açan biri (Kemal Pilavoğlu), “keramet sahibi şöhreti”yle, büyük vurguncuların ilklerindendi. Şeyhliğinin nereden geldiğini, kim tarafından görevlendirildiğini kimse bilmiyor, ama o, “kerameti sorgu odasında gizli” bir şeyhti.


Adamları, derdine çare aramaya gelenleri, kapıda karşılıyor, “huzura” alınmak üzere, sırasını beklemesi için, mikrofon düzenekli bir odaya alıyor, maksat canı sıkılmasın sohbeti başlıyordu. “Şeyh” konuşulanları dinledikten sonra, içeriye alınan ismiyle hitap edip, dertlerini bir bir sayınca, kadın ya da erkek kişi şaşa kalıyor, onun ''keramet sahibi bir ermiş'' olduğuna şıp diye inanıyor, mutluluktan neyi varsa çıkışta ona sunuyor, kimileri gidip malını, mülkünü de satıp, parasını “mubarek adama” getiriyordu.


Küçük tüfeyliler kenarda, köşede dincilikle (din satarak) geçinirken, politikacılar, alanın sonsuz verimliliğini görüp, içeriye daldılar. Süleyman Demirel, akşam viskisini içip, ertesi gün makam arabasıyla camiye gitme, meydanlarda sunulan Kuran kabul gösterileriyle “birinci sınıf dindar” olduğunu gören Necmettin Erbakan, “cennetin anahtarı”(seçimlerde kullandığı iki anahtar vaadiyle) dansına başlıyor, piyasa hareketleniyordu.


1970’ler, Süleyman Demirel’in “düzen babası”, Kıbrıslı Alpaslan Türkeş’in “rejim muhafızı” olduğu, Erbakan dinci siyaset yaptığı yıllardı. Ama alandan para kazanmak isteyenler de vardı. Demirel-Türkeş ikilisini doğrultu yapan Mehmet Reşit Erol adında biri, Adıyaman’ın Kahta İlçesi yakınında “Menzil” adında bir “dinci köy” kurmuş, para kırıyor, Fethullah Gülen adındaki rejim memuru da, camilerde yüzünü şamarlayıp, başına vura vura dini masallar anlatmayı, kazanç merdivenlerine basamak yapıyordu. Tek sermayesi buydu.


Recep Erdoğan ve adamları, Erbakan’ın hizmetinde dansederken, onun tapulu malı, mülkü, çulu olan seçmen tabanını altından çekip almış, adamı dımdızlak ortada bırakmış, dansına “başkalaşım geçirdim, yani balıktan kurbağaya dönüştüm” peçesi geçirerek Amerika ve Avrupa’ya “majestelerinin hizmetindeyim” temennahı çekmiş, arkalarına aldıkları rüzgarla mutlak güç oldular.


Fakat, her benzeri dinci gibi Recep Erdoğan da, bir yere kadar kendini gizleyebildi. Ayağına sağlam yer edinince, önce Kürdistan meselesini örten peçeyi fora oldu. Altından, ırkçı yüzün orta yerinde sıkılı dişler belirdi.


  Sonra, kendine “solcu” adı takanı, “ben bir liberalim” şarkısı söyleyeniyle, “dincide pişen, bana düşer” beklentide olan Türk eliti denilen İttihatçılara (Kemalist) sıra geldi.


Ancak kandırılıp, aldatılmışlıklarıyla kaldılar. Yandaş ve yalakalar daha çoğunu, yeri gediğinde hepsini istiyor, azla yetinmiyorlardı.


Mesela, bir ara Fetullah Gülen’in hangi kazanç damarı tıkandı, bilmiyorum, devletten kadrolu Kontrgerilla-Mafya Şefi Mahmut Yıldırım’ın (Yeşil) bir zamanlar adamlarına dediği “haracı tek başına yemeyecek, arkadaşlarla paylaşacaksın” sözüne denk düşen bir söylemle, “hep bana ile olmaz” demiş, paylaşım musluğu ayarlanmış olmalı ki, sonra sesi kesilmişti.


Dünyada başka örneği var mı bilmiyorum, ama TC’de resmi okulların yanında, asıl öğeretim kurumu, paralı okullar olan dersanelerdir. Milyarların döndüğü bu çarkın en büyük işletmecisi, sözde dinimiz, ahiterimizle ilgili olan Fethullah Gülen teşkilatıdır. Kazancın kaymağını o götürüyor, o “kapatılamaz” deyince Recep duruyordu.


Öteki yandaşlar, tıpkı geçmişte Hitler’i iktidar yapanların doymak bilmeyen oburluğuyla, “ha Recep, lafı boşluğa salla Recep, Filistin’e ağla, Kürtleri yakala Recep” sloganları atıyorlardı.


 “Ha Recep, yakala Recep” bağırtıları bahane, petrol, kazanç için pazar konusu şahaneydi. Recep Erdoğan’ın gözüne karasu inmiş, gözü kör, zulmet olmuş gibi önünü göremeden, tıpkı dünün Saddam Hüseyin’i gibi acelesi varmışçasına, bir yerlere koşuyor, konuşma özürlüsü olduğundan, derdini anlatıp, yardım alma adına bir onu, bir de ötekini tehdit ediyordu.


Güney Batı Kürdistan’ı ele geçirip Suriye içlerine dalmak için, Libya’da kullanılmış kiralık çeteleri donatıp, sevk ediyor. Ambulansa doldurup sabah gönderdiği çeteciler, akşam ona istenilen zafer yerine, soygundan ele geçirdikleri ganimetle dönüyorlardı.


Gittiği Mısır’da, Kürt çocukları için kazdığı mezarları kutsamayan, işkencelere afferin çekmeyen, dolduruldukları toplama kamplarının insanliğini övmeyen, dahası Filistinli kardeşleriyle ilgilenmeyen uluslararası insan hakları kuruluşlarına saldırıyordu. “Ama” diye içini döküyordu, Recep Erdoğan. “PKK’yı, Türkiye’de takip ediyorsunuz, onlar için gelip gidiyorsunuz” diyerek, ağız tadıyla Kürtleri kırmalarına göz yumulmadığından şikayet ediyordu. 


Çünkü Kürtler, ırkından olmadıklar için insan, dininden (dinci) olmadıklarından da Müslümandan sayılmıyorlardı. Dolayısıyla zulüm mubah, karşı çıkmak kabahatti.


Ayrıca, Mısır’da iktidarını borçlu olduğu, aldığı destekle Kürtlerle savaştığı için günde beş kere març, murç Amerika ile Avrupa’nın dahası NATO’nun elini öpmesi gerekirken, hepsini bir arada ısırıyor, o hızla Birleşmiş Milletlere “hizaya gel” çekiyordu.


“Ha Recep, yakala Recep” sloganının büyüsü bu ya Recep kendinden geçip, Suudi Arabistan, Katar ve Mısır’ı, TC ile NATO’cu batıya karşı, 'güç birliğine' çağırıyordu.


“Atma Recep, din kardeşiyiz” demeyin bunlar, çıkarları için her renge girer, her türlü taklayı atar, inanca bürünürler. Çıkarın dini, imanı, vicdanı olan çünkü…


Salla Recep, Filistin’e ağla, Kürtleri yakala Recep, TC NATO üyesi, İsrail de, Malatya’da kurulu gözetleme üssü ile korunuyor.


Yeni Özgür Politika

YPG: Serêkaniyê'de 25 Çete Mensubu Öldürüldü

Serêkaniyê - Batı Kürdistan’ın Serêkaniyê kenti sınırlarına giren Türkiye destekli El Kaide’ye yakın gruplar ile YPG güçleri arasında bugün yaşanan çatışmalarda en az 25 çete mensubunun öldüğü, 20’inin de yaralandığı bildirildi.

Türkiye sınırı üzerinden Çarşamba günü Serêkaniyê sınırlarına tanklar ve ağır silah yüklü onlarca askeri araçla geçen yüzlerce silahlı kişi bugün saat 14.00 sıralarında saldırıya geçti. Kentte bir tugay oluşturan YPG güçlerinin karşılık vermesi ile yaşanan şiddetli çatışmaların yoğunluğunun şu saatlerde düştüğü bildirildi.

YPG’nin Serêkaniyê’de kurduğu Şehid Abid Tugayı, bugünkü çatışmalarda 25 çete mensubunun öldürüldüğü, 20’sinin yaralandığını, gruplara ait 3 askeri aracın da imha edildiğini bildirdi. Çatışmalarda bir YPG üyesinin hayatını kaybettiği, birinin de yaralandığı bilgisi verildi.

Alınan bilgilere göre YPG güçleri bölgedeki tedbirlerini arttırdı.


PAZARTESİ’DEN BERİ EN AZ 54 ÇETE MENSUBU ÖLDÜ


Pazartesi gününden bu yana Türkiye destekli paramiliter gruplara bağlı en az 54 kişi öldü. Pazartesi günü Halk Konseyi Başkanı Abid Xelil’in katledildiği saldırı ardından başlayan çatışmalarda Londra merkezli Suriye İnsan Hakları Gözlemevi’ne göre en az 29 çete mensubu öldürülmüştü. Gerçek rakamın daha yüksek olduğu belirtiliyor. Aynı çatışmalarda 2 YPG üyesi, bir Asayiş üyesi ve bir Halk Konseyi üyesi hayatını kaybetmişti. 


ANF