1 Kasım 2012 Perşembe

CDK’den Brüksel Yürüyüşüne Katılım Çağrısı

Avrupa Kürt Demokratik Toplum Koordinasyonu (CDK), Cezaevlerindeki açlık grevlerini görmezden belen AB ile CPT, AK ve AP’ye sert tepki göstererek, “Bilinmelidir ki olası bir şahadetten CPT, AK ve AP sorumlu olacaktır” dedi. CDK, Avrupa’daki tüm Kürtleri, AB ve kurumlarının duyarsızlığını protesto etmek, tutsaklara sahip çıkmak için 3 Kasım’da Brüksel’de düzenlenecek büyük yürüyüşe katılmaya çağırdı.

Avrupa Kürt Demokratik Toplum Koordinasyonu (CDK), 51. Gününe giren cezaevlerinde açlık grevleri ile AB’nin açlık grevlerine ilişkin duyarsızlığını sert bir dille eleştiren bir açıklamada bulundu.

Belçika’nın başkenti Brüksel’de 3 Kasım günü düzenlenecek olan büyük yürüyüşe katılım çağrısında yer aldığı CDK Koordinasyonu açıklaması şöyle:

ERDOĞAN'IN AÇIKLAMALARI

“Önder Apo’nun sağlığı, güvenliği ve özgür hareket etme koşullarının sağlanması, ana dilde eğitim ve ana dilde savunma hakkının tanınması talepleri ile Kürdistan ve Türkiye cezaevlerinde başlatılan ve 51. gününe giren açlık grevi eylemleri kritik bir aşamaya ulaşmıştır. Türk Başbakanı Erdoğan’ın en son Berlin’de açlık grevine ilişkin yaptığı açıklamalar her türlü soytarılığın ötesindedir. Tüm dünyanın gözü önünde bu kadar pişkince yalan söylemeye cesaret etmesi, Avrupa devletlerinden aldığı destekten kaynaklanmaktadır. Faşist Türk Başbakanı, son derece insani ve demokratik talepler için büyük bir direniş içinde olan Kürt halkının öncülerini adım adım öldürmek, sağ kalanları da sakat bırakmaya çalışmaktadır. Tarihteki Nemrutları aratan bir duruş sergileyen Türk Başbakanının ve hükümetinin ne kadar Kürt düşmanı olduğu tüm yönleriyle açığa çıkmıştır.

TOPYEKÜN SEFERBERLİK

Açlık grevinin ulaşmış olduğu düzey tümden direnişe geçmeyi zorunlu kılmaktadır. Topyekun bir seferberlik hali ile tüm gücümüzü seferber edip harekete geçmeden eylemcilerin taleplerinin karşılanması ve olası kayıpların önünü alamayız. Taleplerin karşılanması caydırıcı ve etkili bir eylem düzeyinin yakalanması ile mümkün olacaktır.

'OLASI BİR ŞAHADDETEN CPT, AK VE AP SORUMLU OLACAKTIR'

Açlık grevlerine ilişkin Avrupa’da da ciddi bir duyarsızlık vardır. Ukrayna eski başbakanının birkaç günlük açlık grevine karşı kıyameti koparan Avrupa, Kürt halkının öncülerinin ölüm sınırına gelen açlık grevi eylemine kör ve sağır kalmaktadır. AB ülkeleri ve ilgili kurumlar AK, CPT ve AP hiçbir somut girişimde bulunmamakta, bu pasif ve sorumsuz yaklaşımlarından dolayı tutsakların sağlık sorunları giderek ağırlaşmakta, hayati tehlike baş göstermektedir. Bilinmelidir ki olası bir şahadetten CPT, AK ve AP sorumlu olacaktır.

Yine cezaevindeki yoldaşlara bir müdahale durumunda halkımız ve CDK örgüt yapımız sonuna kadar inisiyatifli olacak, gerekli meşru demokratik eylem düzeyini ortaya çıkaracaktır.


METİN AYDIN SERBEST BIRAKILMALIDIR

İsviçre’de tutsak edilen, açlık grevinin 53. Gününde olan Metin Aydın yoldaşın direnişini selamlıyor, İsviçre hükümetini tavrından vazgeçmeye, yoldaşımızı serbest bırakmaya, açlık grevi taleplerini karşılamak için çaba sarf etmeye çağırıyoruz. Aksi durumda olası bir şahadetten halkımız İsviçre hükümeti ve Adalet Bakanlığını sorumlu görecektir.


'MEŞRU-DEMOKRATİK EYLEM GÜCÜ AÇIĞA ÇIKARILMALIDIR'

AB ülkeleri ve kurumlarının açlık grevleri karşısındaki bu sorumsuz ve duyarsız yaklaşımına karşı Avrupa’da yaşayan tüm halkımız kendi meşru-demokratik eylem gücünü en yüksek düzeyde açığa çıkarmalıdır. Açlık grevi eksenli merkezi ve yerel düzeyde yapılacak her tür eyleme aktif düzeyde katılım sağlamalıdır. Tüm CDK kadro ve çalışan yapımız demokratik eylem hakkını en üst düzeyde örgütlemeli, inisiyatifli davranmalı, eylemde öncülük rolünü oynamalıdır.

3 KASIM'DA BRÜKSEL'DE OLALIM

Bu temelde 3 Kasım’da Brüksel’de yapılacak olan merkezi yürüyüş ve mitinge Avrupa’da yaşayan tüm yurtsever halkımız güçlü katılmalıdır. Onurlu, kimliğine, kişiliğine ve mücadele değerlerine bağlı her Kürt insanını bu eyleme katılmaya çağırıyoruz.

Yurtsever halkımız; Önderliğine, yoldaşlarına ve direniş geleneğine sahip çıkmalıdır. Kemal Pir’in yoldaşlarını 3 Kasım’da Brüksel eylemine çocuk, kadın, yaşlı, genç demeden tüm gücümüzle katılarak yalnız bırakmadığımızı göstermeli, direnişlerini en yüksek katılımla sahiplenmeli ve selamlamalıyız. Her yurtsever insanımız bu eyleme katılmakla yetinmemeli, kendi çevresini de eyleme katmalıdır.

Özellikle Belçika, Hollanda, Fransa ve Almanya NRW eyaletinde yaşayan Kürdistanlılar başta olmak üzere Avrupa’nın her şehrinde yaşayan Kürt halkını eylem için seferber olamaya çağırıyoruz. Kürt gençleri ve kadınları eylem için tüm örgütlü gücünü seferber etmelidir.

Kürt halkının dostlarını, aydın, sanatçı ve demokratik şahsiyetleri eyleme katılmaya çağırıyoruz. Alevileri, Süryanileri, kadınlar, gençleri, insani ve demokratik mücadele duyarlılığı olan tüm kurum, şahsiyet, parti, inanç birliği ve çevrelerini açlık grevcilerinin taleplerinin karşılanması yönünde demokratik her tür eyleme katılmaya çağırıyoruz. “


ANF

Lefkoşa’da Yüzlerce Kişi Başbakanlığa Yürüyor

Cezaevlerinde açlık grevindeki tutsaklarla dayanışma amacıyla dün Kıbrıs’ı bölen Lokmacı Sınır kapısı işgal eylemine sert müdahaleyi protesto eden yüzlerce Kürt ve Kıbrıslı, başbakanlık binasına doğru yürüyüşe geçti. Yürüyüşte, “Kürdistan’ın Özgürlüğü Kıbrıs’ın Özgürlüğüdür” sloganları atılıyor.

Kıbrıs’ta dün, adayı bölen BM denetimindeki Lokmacı Sınır Kapısı’nda Kürt siyasi tutsaklarla dayanışma amacıyla 50 kadar Kürdistanlı tarafından gerçekleştirilen işgal eylemine sert müdahale büyük tepkiyle karşılandı.

Hem müdahaleyi protesto etmek, hem de tutsaklara destek vermek için yüzlerce Kürt ve Kıbrıslı Lefkoşa’daki başbakanlık binasına doğru yürüyüşe geçti. Yaklaşık 30 dakika önce başlayan yürüyüşte, “Yaşasın zindan direnişi”, “Öcalan’a Özgürlük, “Kürdistan Özgürlüğü Kıbrıs’ın Özgürlüğüdür” şeklinde sloganlar atılıyor.

Yüzlerce polisin önlem aldığı yürüyüşe katılanlar her geçen dakika artarken, başbakanlık önünde binlerce kişinin toplanması bekleniyor.

Kıbrıs’ta dün tutsakların açlık grevine dikkat çekmek amacıyla 50’e aşkın Kürt adayı ikiye bölgen Lokmacı Sınır Kapısı’nı işgal etmişti. İşgal sırasında Türk kesimden bir grup Kürt eylemcilere taşlı saldırıda bulunurken, BM askerleri de sert müdahalede bulunmuştu. Yaralanan yada gözaltına alınan olmadığı eylemdeki sert müdahale Kıbrıslılar tarafından büyük tepkiyle karşılanmıştı. 

Lefkoşa’da devlet televizyonu işgal edildi

Kıbrıs’ın Lefkoşa kentinde, cezaevlerindeki açlık grevlerine dikkat çekmek isteyen bir grup devlet televizyonunu işgal etti.

Lefkoşa’da Devlet Başkanlığı binasına gerçekleştirilen yürüyüş devam ederken, sayıları 40’ı bulan bir grup Kürt devlet televizyonunu işgal etti. Ellerinde Öcalan posterleri ve PKK bayrakları bulunan grup, işgal ettikleri binada “Tutsaklar onurumuzdur” şeklinde sloganlar atıyor.

Devlet televizyonundaki işgal eylemi devam ederken, 300’e aşkın bir kitlenin ise Dışişleri Bakanlığı önünde eyleme geçtiği bildirildi. Bakanlık önünde toplanan kitleden bir heyet binaya girerek yetkililerle görüşmeye başlarken, tutsakların taleplerinin karşılanması için AB düzeyinde girişimlerin başlatılması isteniyor.

Lefkoşa’da öğle saatlerinde yüzlerce kişi, dün Kıbrıs’ı bölen Lokmacı Sınır kapısı işgal eylemine sert müdahale ile, cezaevlerindeki tutsakların açlık grevine karşı duyarsızlığı protesto etmek için devlet başkanlığı binasına yürüdü. Kıbrıslıların da yoğun destek verdiği yürüyüşte, “Yaşasın zindan direnişi”, “Öcalan’a Özgürlük, “Kürdistan Özgürlüğü Kıbrıs’ın Özgürlüğüdür” şeklinde sloganlar atıldı.

Devlet Başkanlığı binası önünde uzun süre sloganlar atan kitle adına bir heyet Devlet Başkanı vekili Titof Kristofidi ile bir görüşme gerçekleştirdi. Görüşme ardından Devlet Başkanı vekili Kristofidi, kitleye hitaben bir konuşma yaptı. Cezaevlerindeki açlık grevlerini yakından izlediklerini söyleyen Kristofidi, tutsakların taleplerinin demokratik talepler olduğunu belirterek destek verdi. Kristofidi, kitlenin taleplerini yetkili mercilere ileterek, yakın zamanda konuyla ilgili bir rapor yayınlayacaklarını sözlerine ekledi. 


ANF

KJB: Direnişi Halk Devralmalı

Cezaevlerindeki açlık grevlerine destek amacıyla yapılan 30 Ekim direniş eylemlerini selamlayan KJB, “30 Ekim, zindanda ortaya konulan direnişin artık dışarıda sürdürüleceğine işarettir” dedi. Eylemlerin açlık grevlerini destekleme olarak değil, “açlık grevi direnişini devralma” şeklinde sürmesini istedi.

KJB Koordinasyonu, Türkiye ve Kürdistan cezaevlerinde 51.gününe giren süresiz dönüşümsüz açlık grevleriyle ilgili yazılı açıklamada bulundu.

Açıklamada, Kürt halkının tutsakların direnişine 30 Ekim topyekün direnişi ile yanıt verdiği hatırlatıldı. Tarihi bir dönemeç ve tutumu ifade eden 30 Ekim eylemleri nedeniyle Kürt halkını kutlayan KJB “direnişi kesintisiz sürdürmeye” çağırdı.

Açıklamada devamla şu ifadeler yer aldı:

Yoldaşlarımızın yaşamını ortaya koyma temelinde zindanlarda geliştirdiği devrimci direniş tutumu artık halkımızca devir alınmalıdır. 30 Ekim günü ortaya konulan tavır aslında zindanda ortaya konulan direnişin artık dışarıda, halkımızca daha güçlü sahiplenme ve sürdürme temelinde devir alındığına işarettir. Bu andan itibaren salt açlık grevlerine destek değil, açlık grevi direnişini devir alma tutumu ve mücadelesi olarak geliştirileceğine inanıyoruz. Halkımızı direnişi bizzat devir almaya ve sahiplenmeye davet ediyoruz. Yoldaşlarımızın yaşamını ortaya koyarak geliştirdiği direnişi halkımızın güçlü sahiplenmesi ve bizzat devir almasıyla başarıya ulaşacaktır. Bu direnişi başarılı kılacak olan; halkımızın, en başta kadın ve gençliğin güçlü sahiplenme tutumu olacaktır.”

KJB açıklamasında AKP Hükümeti ve Türkiye Başbakanı Erdoğan’ın açlık grevleriyle ilgili tutumunu da Kürt halkına düşmanca yaklaşımının bir parçası olarak değerlendirildi. “AKP devleti ve başbakanın halkımıza düşmanca tutumu şimdi daha da yalın ve net bir biçimde ortaya çıkmış bulunmaktadır. Başbakan Tayyip Erdoğan, tüm dünyanın gözünün içine bakarak, kendi bakanını boşa çıkarma temelinde yalan söylemiştir ve Türkiye’de açlık grevinin olmadığını belirtmiştir. Bu zihniyetten iyi niyet ve sorunu çözme yaklaşımı çıkmaz” denildi.

Başbakan Erdoğan’ın açlık grevleri ve Kürt siyasetine karşı geliştirdiği rencide edici tutum ve saldırıları çaresizlik ve çözümsüzlüğün dışa vurmuş hali olarak değerlendiren KJB açıklamasında, “bu tutum saldırganlığın ahlak ve insani ölçülerini aştığı noktadır. Bu tutum en başta başbakana yandaşlık eden, AKP içinde yer alan, başbakana yaranmak adına halkının değerleriyle ters düşen Kürtleri utandırmış olmalıdır. Başbakanı tanıyan ve önderliğimize, halkımıza yaklaşımını bilen bizler içinse bu durum şaşırtıcı olmamıştır’ ifadesi yer aldı.

Açıklama şu çağrıyla sona erdi:

“En başta kadınlar, gençler olmak üzere özgürlük, eşitlik, demokrasiden ve insani değerlerden yana olan herkesi bir kez daha açlık grevindeki arkadaşlarımızın direnişine daha güçlü sahip çıkmaya ve bu direnişi devir alarak dışarıda sürdürmeye çağırıyoruz. Bu tutum ölümleri durdurabilir ve halklarımız arasında giderek zayıflayan bağın kopmasını engelleyebilir. Halkımızı direnişi yükseltmeye ve serihildanları en ileri düzeye tırmandırmaya çağırıyoruz.”


ANF

Şantaj Sizin İşiniz Kürt Meydan Okuyor!

Veysi Sarısözen 

Başbakan’ın danışmanları “şantaj” dünyasının adamları. Onlar her hak talebi uğrundaki direnişi, bu dünyadan öğrendikleri ve uyguladıkları terimle adlandırıyorlar: Şantaj!

Şantajı çok iyi biliyorlar.

Açın bakın yürütülen davaları... Gizli telefon görüşmelerinin tapelerini yüzünüz kızarmadan okuyamazsınız.

Şöyle bir hatırlayın: Dolmabahçe Sarayı’nda bir görüşme... Başbakan Erdoğan’la, Genelkurmay Başkanı Büyükanıt baş başa... Bu gizli görüşme hakkında ne denmişti? Başbakan’ın, Genelkurmay Başkanına “şantaj” yaptığından söz edenleri ben hatırlıyorum. Yaptı mı, yapmadı mı bilmem ama, sanki yapmış gibi, birkaç gün sonra Ergenekon “terör örgütünün” orta kademe “yapılanması” tek bir Ümraniye darbesiyle çökertilmişti. Genelkurmay Başkanları, Ordu komutanları zindanda inim inim inlerken, Dolmabahçe görüşmesinde ne konuştuklarını hala gizleyen Büyükanıt yatağında mışıl mışıl uyumakta.
Şantaj Türk siyasetinin en etkili yöntemidir. Çünkü Türk siyaseti kirlidir. AKP hükümetinin hüküm sürdüğü şu ülkede, CHP Başkanının “evine” girip, gizli kamera yerleştirenler, AKP hükümetinin yönettiği devletin adamları değil miydi?


Ve bu Başbakan, her fırsatta, CHP’nin şimdiki genel Başkanını küçültmek için, şantaj kasetini hatırlatmıyor mu? Yani bu kaseti “kullanmıyor mu?” Şantajdan yararlanmıyor mu? Şantajı kimin yaptığını ortaya çıkarmayan da bu Başbakan. Emrindeki polis ve istihbarat, paşaların en gizli işlerini ortaya çıkarıyor, ama şu şantaj kasetinin şantajcılarını bir türlü ortaya çıkartmıyor. Neden? Çünkü AKP şantajı kullanıyor, ondan yararlanıyor ve şantajcıları koruyor...

Şantaj, AKP’nin de elindeki en büyük silahtır. Alın medyaya karşı izlenen siyaseti. Ne yapıyor Başbakan? Şantaj yapıyor elbette. Örneğin, elindeki Vergi idaresinin kapı numarasını bir medya grubunun sahibine hatırlattığı anda, o milyarları elinde oynatan kişi, sus pus oluyor. Elindeki gazeteleri, TV’leri teker teker elden çıkarıyor. Dilini yutuyor ve ancak böylece yıkıcı vergi cezalarından paçasını kurtarabiliyor.

Şantaj nedir?

Şantaj, bir insana, bir kuruma ya da bir partiye karşı, o insanın, kurumun ya da partinin bir “açığını” yakalayanın “ya benim dediğimi yap, ya da açıklarım” demesidir. Hatta ille de bir “açık” yakalamasına da gerek yoktur. Elinde şantaj yapabilecek pek çok alet vardır. Susturmak istediği “aydın”ı, “avukat”ı “hakkında yalancı şahitlik yapacak on adet ‘gizli tanığım’ var” diyerek “itirafçı” haline getirebilir.
Bu Başbakan’ın döneminde MHP’nin “as kadrosu” nasıl tasfiye edildi? Şantajla... Şu hale bakın, koskoca Bölükbaşı’nın oğlu Bölükbaşı nasıl da “sustu”. Oysa onun Babası Osman Bölükbaşı “susmamasıyla” meşhurdu. Her konuşması en az beş saat sürerdi. Oğlu ise artık konuşmuyor. Neden? Şantaj yüzünden. Ve bu şantaj Erdoğan’ın hüküm sürdüğü ülkede gerçekleşti? Şantajcılar nerede? Belli değil. Neden? Çünkü Türk siyaseti şantajcıyı korur. Şantajı demek, Türk siyasetçisi için en büyük siyasi yardımcı demek. Şantajcı demek, bu siyasetçi için en etkili, en müthiş, en korkutucu ve verimli “danışman” demektir.

Siyasetçi ona danışır: “Nasıl yapsak da falancayı devre dışı barıksak...” Şantajcı hemen kolları sıvar.

İyi de bu şantajcı nasıl birisidir?

Korkak birisidir. Yüzünü gizler. Eşkal değiştirir. Hayatın bütün karanlık, kuytu köşelerinde gününü gün eder. İsteyen her muktedire hizmete amadedir. Allahtan, kuldan korkmaz. Bir tek ölümden korkar. Ölmemek, yaşamak, yemek içmek, semirmek için yapmayacağı şantaj, işlemeyeceği melanet yoktur. Şantajcı Türk toplumunun en etkili, ama aynı zamanda en kokuşmuş “milli kahramanıdır”. Devlet onu korur. Bağrına basar.
İşte hepsi bu şantajcı dünyasından yetişmiş, ikbal kapılarını bu şantajcıların “yardımıyla” açmış Türk siyasetçileri, zindanda ölüm eşiğinde mum gibi eriyen insanların eylemini “şantaj” diye kirletmeye yeltendiler.

Bay Başbakan; o insanlar senden, sana ait hiçbir şey istemiyorlar. Onlar senden, senin gaspettiğin Öcalan’ın özgürlüğünü ve halkın ana dilde eğitim hakkını iade etmeni istiyorlar. Sana şunu anlatıyorlar: Bu haklar o kadar bizimdir ki, uğrunda bize ölüm vız gelir...
Sen ise bu büyük insanlık çığlığından bir tek bildiğin şeyi anlıyorsun: Şantaj...

Kürt halkı şantaj yapmıyor; sana meydan okuyor!..


Kaynak: Özgür Gündem

Demirtaş: Radikal Eylemlere Hazırlanıyoruz

Başbakan Erdoğan'ın açlık grevindeki tutsaklara ilişkin Almanya'da yaptığı konuşmayı "Ahlak dışı" olarak değerlendiren BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, açlık grevleri konusunda Hükümet'ten bir beklentileri olmadığını söyleyerek, "Parti olarak radikal eylemlere hazırlanıyoruz" dedi.

Cezaevlerinde PKK'li ve PAJK'lı tutsakların 12 Eylül'den bu yana sürdürdüğü süresiz-dönüşümsüz açlık grevleri hakkında Almanya Başbakanı Angele Merkel ile birlikte Berlin'de düzenlediği ortak basın toplantısında, "Şu anda açlık grevi vesaire böyle bir şey yok. Bu tamamen şovdur" diyen Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın sözlerine BDP Genel Eş Başkanı Selahattin Demirtaş sert tepki gösterdi. "Başbakan'ın açıklamaları ahlak dışıdır" diyen Demirtaş, Adalet Bakanı'nın yanı sıra doktor ve istihbarat raporlarının da cezaevlerinde açlık grevi olduğunu ispatlayan raporlara sahip olduğunu belirtti. Açlık grevindeki tutsakların durumuna ilişkin tüm raporların hükümette mevcut olduğunu dile getiren Demirtaş, Başbakan'ın tek amacının, Kürt halkında ve kamuoyunda oluşan duyarlılığın, Türkiye'nin batısına yansımaması olduğunu vurguladı.

‘BAŞBAKAN YALANA SARILIYOR’


Dicle Haber Ajansı’na (DİHA) konuşan Demirtaş, Başbakan Erdoğan'ın Türk ve dünya kamuoyunda oluşabilecek duyarlılıkları çarpıtma amacıyla yalana sarılabildiğini belirterek, "Bu da Başbakan'ın ahlaki düzeyini gösteriyor. Bu insanlar niye ölüme yattılar, onun sorulmasını engellemeye çalışıyor. Aslında sorulması gereken soru, bu insanlar niye ölüme yattılar? Bu sorunun cevabı Başbakan'dan istenmesin diye Ahmet Türk'ün evindeki yemeği gündeme getiriyor. Meseleyi çirkin bir noktaya çekmeye çalışıyor; ama bunlara takılmamak lazım. Bunun ciddi gündem oluşturmaması gerektiğini düşünüyorum. Bizim gündemimiz cezaevinde açlık grevinde bulunan tutsakların talepleridir. Onun dışında hiçbir şeye takılmamak lazım" diye konuştu.

’30 EKİM DİRENİŞİ DEVLETİ ÜRKÜTTÜ’

Tutsakların taleplerinin milyonlar tarafından sahiplenilmiş talepler olduğunu belirten Demirtaş, "Milyonlar, daha dün her yerde yaşamı durdurarak, bu taleplerin arkasında olduğunu göstermiştir. Bu durum tabi devleti de Başbakan'ı da ürkütmüştür. O nedenle taleplerin arkasında çok güçlü durarak, her gün bulunduğu her yerde eylem yaparak talepleri sahiplenmek dışında hiçbir şeye kafa yormamak lazım" şeklinde konuştu.

‘BAŞBAKAN ÇARESİZLİK İÇERİSİNDE’


Başbakan Erdoğan'ın cezaevlerinde açlık grevi olmadığını söyleyerek kendi Adalet Bakanı ile çeliştiğine de dikkat çeken Demirtaş, "Başbakan kendi bakanını bile yalanlayarak, onun açıklamalarını boşa çıkararak ne derece bir siyasetsizlik içinde olduğunu gösterdi" dedi. "Başbakan çaresizlik içinde olduğu için psikolojik savaş yürütüyor" diyen Demirtaş, Başbakan'ın uluslararası kamuoyunun duyarlılığını engelleme yönünde çalıştığını belirtti. Demirtaş, "Çünkü Avrupa veya batı bu meseleye ilgi gösterirse, açlık grevi yürütenlerin taleplerine ilişkin bir duyarlılık oluşursa, Başbakan'ın ne kadar sıkışacağı açığa çıkacak. Hükümetin ne kadar baskı uyguladığı, ne kadar anti demokratik yöntemler uyguladığı açığa çıkacak" ifadesinde bulundu.

‘ÖNÜMÜZDEKİ HAFTA ÇOK KRİTİK’


Açlık grevlerinin başladığı ilk günden bu yana Hükümet'ten somut hiç bir beklentileri olmadığını dile getiren Demirtaş, Adalet Bakanlığı'nın bir çaba sarf etme iradesi ortaya koymaya çalıştığını; fakat onun da Başbakan'ı aşamadığını söyledi. Açlık grevi yapanların Başbakan'a güvenerek açlık grevine girmediğini söyleyen Demirtaş, "Başbakan orada kendi bakanlarını bile ezecek bir tutum içerisinde. Biz halkımıza güveniyoruz. Açlık grevi yapanlar da Başbakan'a güvenerek açlık grevi yapmadılar, halka güvenerek yaptılar. Biz de halkımıza güveniyoruz. Önümüzdeki bir hafta çok kritik bir süreç, açlık grevlerinin her haftası kritiktir; ama her gün ölüme biraz da yaklaşıyoruz bu nedenle giderek eylemimizi, söylemimizi tırmandırmamız, yükseltmemiz lazım. Biz de BDP milletvekilleri olarak daha farklı ne yapabiliriz, bunları tartışıyoruz. Önümüzdeki günlerde, kararlarımızı halkımızla paylaşacağız. Biz de radikal bir duruş sergileyeceğiz tabi ki. Ölümlerin olmasına izin vermeyeceğiz" diye kaydetti.


ANF

30 Ekim’in Diğer Notları

Özgür Amed

30 Ekim Topyekûn Direnişine BBC, CNN, Reuters, Washington Post, Al Jazeere, Turkish Weekly ve New Channel 10 gibi onlarca haber sitesi ve gazeteler geniş yer verdi.

Amed cephesinden kaçırdıkları bazı notları da biz aktaralım.

** Amed E tipi cezaevi önüne toplanan çoğu kişinin aklından geçeni bir abimiz özetledi: “Biz şimdi burada toplandık ya! Sonra cezaevini mi işgal edeceğiz, ele geçireceğiz değil?”

**Emek caddesinden Batıkent tarafına taşan olaylar ilginçti. Hemen orada bulunan AKP ilçe binası zaten sürekli panzer ile korunuyor. O tarafa giden kitleden çekindikleri için pek çok akrep ve toma anında intikal ettirildi oraya. Tabi bunlar gelir gelmez 2 taraftan da lastiklerle kapatılan caddeyi gaza boğdular. Bu esnada bazı uyanık abêler, ara sokaklarda kitleyi kovalayan polisi fena dezgeye getirdi. Olay yerine yakın bir yas evine girmişlerdi. Ve gaz yemekten zaten gözleri yaşlar içinde idi. Polis tahmin etmedi onların eylemci olduğunu, yas yerinde ağlayan yakınları olarak algılayıp geçti…

**Koca Batıkent tarlasına dadanan tomalar deli danalar gibi taşa, suya, toprağa ve gördükleri çoluk çocuğa su sıktı. Kitle dağılırken bir çocuğun hüngür hüngür ağladığını gördüm. Yaşı en fazla 10 idi. Beyaz atleti ile çıplak kalmıştı. Ağlarken boşta durmuyordu. Tepedeki helikopter başta olmak üzere, alandaki polislere ve tomalara; hatta tomanın renginden, tekerleğine kadar küfür ediyordu. Çoğu ilk defa duyduğum küfürler ile etrafta herkesin dikkatini hemen çekti. Bir tane xalo kahkaha ile gülüyordu ona. Neyse, gittim çektim onu geriye. Sakinleştirmek istedim. “Ne oldu? Niye ağlıyorsun?” diye sordum. O hala küfür ediyordu. “Kuro ne oldi, sölesene. Ağlama hele!” dedikten sonra biraz sakinleşti. Ağlama ve küfür etme sebebini, elinde buruşturduğu elbisesini göstererek açıkladı: En sevdiğim tişörte su sıktılar!… Anladım ki eve gidecek ve annesi onu karşılayacak. Yani hengamenin ortasında bu küçüğün apayrı dünyası, masumiyeti, küfürleri ve derdi beni çokça düşündürdü. Onu öptüm ve gönderdim…

**Küfür demişken, dün polis anonslarla küfre doydu. Emniyet Müdürü Recep beyin “ılımlı açıklamaları” ile çokça insaflı hale geldiklerini de gördük. Ağza alınmayacak hakaret ve ağır cinsiyetçi küfürler havada uçuşuyordu. Gençlerin karşı tarafa karşılık verişi ise tek bir kelimeden ibaretti: “Tırrekler he welle”…

**Uluslararası Amed Film Festivaline katılan yabancı konuklar, yönetmenler “Kent gezisi” olarak eylemin ortasındaki yerlerini aldılar. Umarım beğenmişlerdir.

**Emek caddesi tarafında kendi attığı gazın kurbanı olan ve gözleri yanan polislere limon uzatan annenin o an için onlara yaşattığı paradokstan ilgili şahıslar ne anladı, ne hissettiğini keşke öğrenebilme şansım olsaydı…

**Caddelerde ateş yakmak için sponsor olarak kullanılan Zaman gazetesine teşekkür eden eylemci bir arkadaş, bu duygu yüklü davranışı ile herkesi hüzünlendirdi tabi…

**Her tarafın gaza boğulacağını bilen halk, zor günlerin dostu limona sığındı. Gel gör ki limon bulmak mesele idi dün. Karaborsa ya düşmüştü. Çoğu çatışma yerinin öteberisinde limonlarda görevlerini tamamlamış olarak yerlerde idi.

**Gaz vahşetine yaratıcı aklın bir tasarımı olarak “kesme şekeri” keşfeden Kürtler, dün alanlara şekerler ile inmişti. Herkesin cebinde 1-2 parça duruyordu. Ayrıca balkon ve pencerelerden çokça şeker atıldı millete. “Alın bulunsun” diyorlardı. Takviye babında da annelerin çantalarında çokça vardı. Nasıl etkileri var, henüz denemedim. Kimin icadı ise kendisi ile gurur duyabilir. Yakında yürüyüş güzergâhlarında simit, su yanına şeker satışı da başlayabilir. Bu alanda çalışma yürüten esnafların varlığı artık sır değil…

**Taksiler dün vurgun yaptı. İllegal tarifeler uyguladılar fırsat bilerek.

**Hayatı durduracağız meselesini yanlış anlayan bazı yaşlılar vardı. Yerinden kıpırdamama kararı almıştı. Yerinde iken bir şey yememe kararı alanlarda vardı.

**Fırını açtığı halde “ekmek satmayacağım bugün” diyen direniş destekçisi abi, onca ekmeği dün ne yaptı, kime sattı bilmiyorum.

(Tüm açlık grevi direnişlerine selam olsun)


ANF

Cezaevine Giden Heyet Başbakan Erdoğan'ı Yalanladı

CHP Heyeti

Başbakan Erdoğan'ın açlık grevdekilere ilişkin, "Sadece bir kişi ölüm orucunda. Diğerleri şov yapıyor, herşey yiyorlar" açıklaması ardından 6 cezaevinde incelemelerde bulunan CHP heyeti TBMM'de basın toplantısı düzenledi. Heyet yaptıkları incelemede açlık grevindekilerin 'yiyip içtikleri' yönündeki bir bulguya rastlamadıklarını belirterek, tutsakların 50'nci günü aşan açlık grevinde yetersiz beslenmeye bağlı olarak; mide bulantısı veya midenin kasılması, ağızdan, idrar yollarından veya makattan kan, baş dönmesi, baş ağrısı, göz kararması veya iyi görememe, bedenin çeşitli bölgelerinde uyuşma veya titreme, halsizlik ve uyku bozuklukları, boğazda ve solunum yollarında yanma, yürüme ve konuşmada zorluk, duyu organlarında hassasiyet, sıvı alma ve hap yutmada zorlandıklarını tespit etti.

Açlık grevi eylemindeki tutsakları ziyaret eden ve aralarında CHP'den Aytuğ Atıcı, Melda Onur, Nurettin Demir, Veli Ağbaba'nın bulunduğu heyet, izlenimlerini TBMM'de düzenledikleri basın toplantısında açıkladı.

CHP heyeti bugün düzenledikleri basın toplantısında, “Açlık grevi eylemcilerinin ‘yiyip içtikleri’ yönünde bir bulguya rastlanmamıştır” dedi.

Eylemcilerin, kamuoyuna yansıyan talepleri dışında herhangi bir talepleri olmadığına dikkat çeken CHP'liler, "Eylemcilerden hiçbiri kendisinin açlık grevine zorlandığını veya bunun için tehdit edildiğini söylememiştir" dedi.

51. gününe giren açlık grevleri ile ilgili 6 farklı hapishanede 50'den fazla eylemciyle görüştüklerini belirten CHP heyeti, ilk ziyaretlerini, 19 Ekim 2012 tarihinde, Sincan 1 ve 2 No’lu F tipi Cezaevleri ile Sincan Kadın Kapalı Cezaevine gerçekleştirdiklerini, son olarak da 31 Ekim 2012 tarihinde Kandıra 1 ve 2 No’lu F Tipi Cezaevleri ile Bolu F Tipi Cezaevinde açlık grevi eylemini sürdüren tutsaklarla görüştüklerini açıkladı.

58 farklı cezaevinde 658 tutsağın açlık grevlerini sürdürdüğü belirtilen açıklamada şunlara yer verildi:

Görüştüğümüz mahpuslarlasın iddiasına göre: Bazı basın-yayın organlarında açlık grevinin bırakıldığı yönünde yer alan haberler, destek amaçlı açlık grevine katılanlardan ibarettir. Eylemcilerim iaşe bedeli bakanlık tarafından kesilmiştir ve açlık grevi sürecinde eylemcilere hiçbir şey verilmemektedir.

Bolu F Tipi Cezaevinde açlık grevinin 50. gününde 10, 17. gününde ise 9 kişi mevcuttur. Kandıra 1 No’lu F tipi Cezaevinde 50. günde 11, 17. günde ise 4 kişi ve Kandıra 2 Nolu Cezaevinde 9 kişi 50. günde, 5 kişi ise 17. Günde açlık grevi eylemini sürdürmektedir.

Görüşülen 28 kişiden 11’i tutuklu, 17 ise hükümlüdür. 20 ila 47 yaş arasında bulunan 28 kişinin yaş ortalaması 33’tür. En fazla kilokaybı 18 kilogram, en az kilo kaybı 6 kilogram ve ortalama kilo kaybı 10 kilogramdır.

Dikkat çeken unsur sadece kilo kaybı değildir; pek çok eylemcide çeşitli rahatsızlıklar ortaya çıkmaya başlamıştır.


YİYİP İÇTİKLERİNE DAİR BULGUYA RASTLANMADI

Heyetimiz tarafından yapılan inceleme ve görüşmeler sonucunda ziyaret edilen açlık grevi eylemcilerinin "yiyip içtikleri" yönünde bir bulguya rastlanmamıştır. Eylemciler, kamuoyuna yansıyan talepleri dışında herhangi bir talepten bahsetmemiştir. Görüşülen eylemcilerden hiçbiri kendisinin açlık grevine zorlandığını veya bunun için tehdit edildiğini söylememiştir.

Özelikle bazı eylemcilerin aşırı kilo kaybetmeleri ve bazı rahatsızlıkların baş göstermesi eylemciler açısından kritik günlere işaret etmektedir. Can kayıplarının muhtemel olduğu günlere doğru ilerken, yetersiz beslenmeden dolayı kalıcı hastalıklar da ortaya çıkabilir. Bu açıdan eyleme ciddiyet ve sorumluluk bilinciyle yaklaşılması, olayın insani boyutunun göz ardı edilmemesi gerekmektedir.


ANF

AKP'ye Karşı Mücadele, Kürt Sorununun Çözümü ve Türkiye'nin Demokratikleştirilmesi Mücadelesidir

ABD askeri, siyasi, ekonomik gücüne dayanarak müdahalelerle Ortadoğu’da kuramadığı düzenini Arap baharı denen halk hareketlerini kendi politikaları doğrultusunda yönlendirerek gerçekleştirmeye çalışıyor. Klasik işbirlikçilerin bölgede sistemin hakim olmasını sağlayacak karakterde ve güçte olmadığı anlaşılmasının ardından, soğuk savaş döneminde de ilgilendiği yeşil kuşak projesi nedeniyle içlerine sızdığı islamcıları bugün ılımlı islam konsepti çerçevesinde bölgedeki düzenin temel işbirlikçileri haline getirmeye çalışmaktadır. Bu konuda önemli bir mesafe aldığı da söylenebilir. Tunus, Mısır, Libya ve Yemen’de bu yönlü adımlar attıkları görülmektedir.

Kuşkusuz ABD bu müdahalesini, etkinliğini bütün Ortadoğu’da gerçekleştirmek istemektedir. Zaten Irak’ta on yıla yakındır sürdürdüğü işgal çerçevesinde belli düzeyde kendi politikalarını yürütebilecek bir zemin ortaya çıkartmıştır. Şimdi bunu Suriye’yle tamamlamak istemektedir. Bu, aynı zamanda İran’ın da bölgede etkisizleştirilmesinin önemli bir hamlesi anlamına gelecektir. Bu açıdan Suriye’deki muhalifleri de kışkırtmış ve Suriye iç savaşın eşiğine gelmiştir. 

Suriye’deki Esad rejiminin devrilmesinden sonra Ortadoğu’nun, yeni siyasal sistemin taşları da biraz daha yerine oturmuş olacaktır. Ancak Suriye birçok yönüyle karmaşık durumdadır. Bir taraftan bu ülke coğrafyasının bütün Ortadoğu’yu etkileyecek karakterde olması, diğer taraftan Suriye’de etkin olan Müslüman kardeşlere dayalı bir Suriye’nin ABD ve Batı’nın politikalarına uygun düşmeme gerçeği, müdahale sürecini de uzatmış bulunmaktadır. ABD bütün Ortadoğu’da işbirlikçi siyasal islamcı güçlere dayalı politikayla etkinliğini sürdürmek isterken, Suriye’de ise kozmopolit bir iktidar bloğuna dayanmak istemektedir. Ne var ki bu iktidar bloğunu tam oluşturamadığından, bu süreç uzamış bulunmaktadır. Öte yandan Obama da, ABD seçimlerinden önce Suriye’ye müdahale etme konusunda istekli değildir. Hem seçimleri düşünerek müdahale etmede acele etmemekte, hem de Suriye’de daha geniş yelpazede bir iktidar bloğu düşündüğü için böyle bir bloğu oluşturma çabası için zaman kazanmak istemektedir. Bu iki nedenden dolayı gelinen aşamada önümüzdeki aylar içinde bir sıcak müdahale gündemde yok gibidir. En azından 2012’nin sonuna kadar böyle bir müdahalenin olmayacağı anlaşılmaktadır. ABD, Suriye’deki rejimi değiştirirken aslında Çin’i de, Rusya’yı da bu işin içine katmak istemektedir. Suriye’yi İhvan-ı Müslim’in ya da siyasal islamcıların başat olmadığı, daha kozmopolit bir iktidar bloğuna kavuşturmayı hedeflediğinden bütün aktörleri böyle bir iktidar bloğunun hakim olduğu bir Suriye konusunda uzlaştırma çabalarını sürdürmektedir. Şu andaki genel siyasal duruma bakıldığında Suriye üzerinde böyle bir siyasal mücadele olduğu görülmektedir. 


Suriye karşı müdahaleyi en çok dayatan Türkiye’dir 


Kuşkusuz Türkiye erkenden bir müdahaleyi arzulamaktadır. Bunun için ilişkili olduğu güçlere dayatmada bulunmaktadır. Ancak ne ABD, ne Batı Türkiye’nin bu isteklerini karşılayacak bir yaklaşım göstermişlerdir. Çünkü Türkiye’nin Suriye’deki çıkarlarıyla, ABD’nin, Avrupa’nın, Arap Birliği’nin çıkarları arasında önemli çelişkiler bulunmaktadır. Özellikle Arapların ve Avrupa’nın Türkiye’nin müdahalesine kuşkuyla baktığı, bu nedenle Türkiye’nin çok etkin olduğu bir Suriye yerine Esad’ın iktidardan düştüğü, ama Türkiye’nin de çok fazla etkin olmadığı yeni bir Suriye yaratma yaklaşımı bu çevrelerin de politikası olmaktadır.
Türkiye’nin Suriye konusunda bu kadar aktif davranmasının çeşitli nedenleri vardır. Türk devleti, Kürt özgürlük mücadelesi karşısında sıkışmıştır. Kürt sorununun çözümü kendisini dayatmaktadır. Türkiye  kendisinin de içinde aktif olduğu erkenden bir müdahale ile uluslararası güçlerin desteğini alacağını düşünmekte ve bu ortamda, hem uluslararası güçlerin desteğini alarak hem de Güneyli güçleri kendi yanına çekerek Kürt özgürlük mücadelesini tasfiye etme hesapları yapmaktadır. Suriye’de PYD’nin giderek güçlendiğini, Kürtlerin PYD etrafında toplandığını ve yeni Suriye’de Kürtlerin aktif bir pozisyon kazanmasının kendi Kürt politikasının sonunu getireceğini düşünerek erkenden bir müdahaleyi dayatmaktadır. Erkenden bir müdahaleyi dayatmasının bir nedeni Kürtlerin kazanımlarının önüne geçmek iken diğer bir neden ise ekonomiktir. Eğer Suriye kısa sürede istikrara kavuşmaz; bölgedeki gerilim böyle devam ederse bunun Türkiye ekonomisine çok olumsuz etkide bulunacağını, hatta Yunanistan ve diğer Avrupa ülkelerinde olduğu gibi, Türkiye ekonomisinin bir anda dengesini kaybederek çok kötü duruma düşeceğini görmektedir. Siyasi nedenleri yanında böyle bir neden de vardır. 

Türkiye’nin bir hesabı da şudur; eğer Suriye’de savaşa girerse bu giderek bir İran savaşı anlamına da gelecektir. Suriye’ye karşı yürütülecek ve daha sonra İran’a karşı gündeme gelecek bir savaş içinde Kürtler üzerinde her türlü baskıyı uygulayabileceğini, bunun fırsatını bulacağını düşünmektedir. Nasıl ki, I. Dünya Savaşı ortamında, savaşın tozu dumanı altında Ermenileri katlederek, sürerek Ermenilerin yaşadığı coğrafyayı Ermenisizleştirmişse, bugün de benzer bir durumu Kürtlere karşı devreye koymak istemektedir. Bir Suriye çatışması ve daha sonra gelişecek bir İran çatışması içinde hem Kürt özgürlük hareketini ezecek her türlü saldırıyı yapacak; hem de çeşitli baskılarla, göçertmelerle Kürdistan’ın demografik yapısını değiştirecektir. Özcesi baskı ve katliamlarla Kürdün iradesini kırıp siyasal sömürgeciliği yeniden inşa ederek kültürel soykırımın tamamlanmasının gerçekleşeceği yeni bir siyasal düzen kuracaktır. Türkiye’nin Ortadoğu, Suriye ve olası İran krizine bu tür hesapların gerçekleşeceği fırsatlar olarak baktığı anlaşılmaktadır. Bu açıdan Türkiye’nin politikaları gerçekten yalnız Ortadoğu halkları açısından değil, Kürt halkı açısından da tehlikeli bir duruma gelmiştir. Türkiye zaten ABD’nin, Avrupa’nın, kapitalist modernitenin Ortadoğu’daki ajanı konumundadır. Sadece taşeron değildir, aynı zamanda ajandır. Kapitalist modernitenin 200 yıldır yapamadığını, Ortadoğu’ya dayatamadığı siyasal, sosyal kültürel hegemonyayı AKP’nin iktidarda olduğu Türkiye eliyle gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Bir nevi Ortadoğu’nun tarihsel değerlerini, islamın hak-adalet-eşitlik değerlerini AKP eliyle teslim almaya, dönüştürmeye ve Ortadoğu’yu kapitalist modernist sistemin bir parçası haline getirmeye çalışmaktadır. AKP’nin Ortadoğu halkları açısından böyle bir rolü olduğu gibi, Kürtlerin kültürel soykırımı ile tamamlanacak inkarcı, soykırımcı bir politika izlediği de görülmektedir. 


TC’nin temel politikası Kürtlerin statü kazanmaması üzerinedir
 


AKP hükümeti her ne kadar Kürt kardeşlerim var diyerek dilde, kültürde kimi yumuşamalara gidiyorsa da, bunu esas olarak uyguladığı politikaların üstünü örtmek, kültürel soykırım politikasını daha rahat koşullarda sürdürmek için yapmaktadır. Bazılarının iddia ettiği gibi, dilde ve kültürde yumuşamayı Kürt sorununda çözümün bir adımı olarak düşünmüyor. Aksine, gerçek anlamdaki çözümün önünü almak, yeni koşullarda yürüteceği siyasal sömürgeciliğin ve kültürel soykırımın üstünü örtmek için kullanıyor. Kuşkusuz Kürt halkı ve Kürt özgürlük hareketi mücadele ederek, mücadeleyi daha da büyüterek devletin psikolojik savaş yönlü attığı bu adımları tasfiyenin örtüsü değil de bir çözümün ilk adımları haline getirmeye çalışmaktadır. AKP ile Kürt özgürlük hareketi arasında bu yönlü siyasi bir mücadele sürdüğü görülmektedir. AKP kimi yumuşamalarla Kürt özgürlük hareketini tasfiye etmek isterken, Kürt özgürlük hareketi ise onlarca yıllık mücadeleyle ortaya çıkardığı birikimi Kürt sorununun demokratik çözümü ve Türkiye’nin demokratikleştirilmesiyle taçlandırmak istemektedir. 

Türkiye’nin Suriye krizine yaklaşımını da Kürt özgürlük hareketine yaklaşımının bir parçası olarak değerlendirmek gerekmektedir. Nitekim Güney Kürdistan’daki konsolosluğa gönderilen yazıdan da anlaşılmaktadır ki Türkiye, Rojava ile yakından ilgilenmekte, Rojava’daki Kürtlerin statü kazanmaması için her türlü yol ve yöntemi denemektedir. Toplumu yanlış yönlendirme, dezenformasyon, yine Güneyli güçlerle Kürt özgürlük hareketini karşı karşıya getirme temelinde Rojava’daki politikasını pratikleştirmeye çalışmaktadır. Türkiye’nin Suriye politikasının esas boyutunun Kürtlerin statü kazanmasını engellemek, Suriye üzerinde etkin olarak Kürtlerin sınırlı kırıntılarla, işte ‘dün vatandaşlığa bile kabul edilmiyordunuz bugün bunları kabul eden bir Suriye var’ denilerek AKP’nin Kuzey Kürdistan için düşündüğü yeni siyasal egemenlik ve kültürel soykırım sisteminin bir benzeri de Suriye’de Kürtlere kabul ettirmeye çalışılacaktır. Türk devletinin bu belgede ortaya koymak istediği proje bu çerçevededir.
Bu sırada Suriye bir Türk uçağını düşürdü. Bunu Türk devletinin bir provokasyonu olarak değerlendirmek gerekir. Suriye’nin sınırlarını aşarak bu yönlü faaliyetler yürüterek aslında Suriye’yi provoke etmişlerdir. Suriye’nin provoke edildiği, uçağın düşmesinden sonra yapılan değerlendirmelerden açığa çıkmıştır. Anlaşılıyor ki, Türkiye uzun süredir herhangi bir işgal durumunda Suriye’de önüne çıkacak hedefleri daha çabuk temizlemek için keşif yaptırmıştır. Böyle bir keşif sürecinde uçak düşürülmüştür. Her ne kadar AKP hükümeti, ‘biz savaş istemiyoruz, soğukkanlı davranıyoruz’ dese de bu uçağın düşürülmesini bir savaş gerekçesi olarak kullanmak istediği, Erdoğan’ın grup konuşmasında netleşmiştir. 

Erdoğan grup konuşmasında açıkça sınıra yaklaşacak hedefleri vuracaklarını söylemiştir. Bu yönüyle Türkiye sınırını ihlal etmese de, Suriye sınırları içinde hareket edecek uçakları ve helikopterleri vuracaklardır. Bunun anlamı şudur; kendi ilişkide olduğu muhalif silahlı güçleri Suriye’de daha etkin savaştırmak için böyle bir yaklaşım göstermiştir. Sınıra uçakların, helikopterlerin yanaştırılmaması demek Türkiye denetimindeki muhalif güçlerin Suriye’ye karşı savaşının teşvik edilmesi, var olan savaşın daha da yükseltilmesi anlamına gelmektedir. Erdoğan’ın konuşmalarının siyasi ve askeri açıdan anlamı budur. Açıkça ‘ben muhaliflerin Suriye sınırları içinde üslendiği alanlarda Suriye uçaklarının, helikopterlerinin gelmesini engelleyeceğim, vuracağım’ diyerek bizzat Suriye’deki savaşın parçası, muhaliflerin açık destekçisi olacağını ilan etmiştir. Biz savaş içinde değiliz, savaşı kışkırtanların oyununa gelmeyeceğiz gibi söylemler tamamen demagojidir. Şu anda ABD, Avrupa doğrudan müdahale etmediği için Türkiye de müdahale edememektedir. Ama ilerde yapılacak bir müdahalede etkin rol almanın psikolojik ortamı şimdiden oluşturulmaktadır. Uçağın düşürülmesinden sonra yapılan değerlendirmeler, Suriye karşıtı söylemler, ‘gerekeni yapacağız, hesabını soracağız, bunun yerini ve zamanını biz belirleyeceğiz’ denilmesi, uluslararası güçlerin Suriye’ye müdahale kararı aldığı anda Türkiye’nin de Suriye’ye girmek istediğinin itirafı olmaktadır. Suriye’ye karşı yapacağı savaşın haklılığı, meşruluğu olduğunu göstermek için bu uçak meselesini kullanacaktır. Zaten şimdiden bu uçağın düşürülmesinin sonucu Türkiye’de şovenizmin yükselmesi, mutlaka hesap sorulacağının söylenmesi ilerideki bu hesabına uygun bir toplumsal ortam, bir psikolojik ortam yaratmaya yöneliktir. Dolayısıyla hiç kimse Türkiye’nin biz soğukkanlıyız, savaşı kışkırtanların oyununa gelmeyeceğiz sözlerine inanmamalıdır. Bu söylemin demagoji olduğunu, zaman kazanmak için böyle söylendiğini ama yeri ve zamanı geldiğinde de yapacağı savaşın haklı ve meşru nedenlerinden biri olarak bu uçak meselesini göstereceği bilinmelidir. Zaten yaptığı propagandayla yapacağı savaşın meşruiyetini şimdiden hazırlamış bulunmaktadır.

Türkiye Güneyli güçleri PKK’ye karşı kışkırtmak istiyor


Şu anda Suriye’de yürütülen savaş diğer uluslararası güçlerin ve Türkiye’nin Ortadoğu’da etkili olma mücadelesidir. Türkiye’nin Ortadoğu genelinde ne kadar etkili olup olmayacağı Suriye üzerindeki siyasi etkisine bağlı olacaktır. Suriye üzerindeki siyasi etkisi sınırlı kaldığında, Türkiye Ortadoğu’da tıkanacaktır. Büyük devletiz, dünyada ve Ortadoğu’da rol oynayacak önemli ülkeyiz değerlendirmelerinin doğrultusunun nasıl olacağı Suriye’deki siyasal sonuçlarla belli olacaktır. İran’la ilişkisi bozulmuş, Irak’la bozulmuş bir Türkiye Suriye’de etkin yer almazsa bırakalım Ortadoğu’ya açılması, Ortadoğu alanında daralacağı ve etkisiz kalacağını şimdiden söylemek gerekmektedir. Ya da Suriye’deki müdahalede etkin rol alarak nasıl ki 1517’de Ridaniye Savaşı’nı kazanıp Suriye’yi kontrol altına alıp bütün Ortadoğu’ya yayıldıysa, Suriye’deki etkinliği de bütün Ortadoğu’ya hakim olmada önemli rol oynayacaktır. Zaten Arap dünyası da bu tarih bilincine sahip olduğu için, Türkiye’nin Suriye üzerinden bütün Ortadoğu’da etkin olmak istediğini gördüğünden Türkiye’nin Suriye üzerinde etkin olmasını istememektedirler. Ancak Türkiye dahil bütün uluslararası ve bölgesel güçler Suriye’deki oluşacak rejimin bütün Ortadoğu’daki ilişki ve dengeleri belirlemede rol oynayacağını düşünmektedirler. Bu nedenle herkes kendisinin etkin olacağı yeni bir iktidar blokunun hakim olması için çaba göstermektedir.
Kürt sorunu açısından da kritik bir noktaya gelinmiştir. Ortadoğu’da dengelerin şekillendiği bir süreçte Kürtler etkin ve aktif olabilirlerse Kuzey’de, Güney’de ve giderek Doğu’da kendilerini etkin kılarak 21. yüzyıl Ortadoğu siyasi sistemi içinde etkin bir biçimde yer alacaklardır. Ama yerinde zamanında tutum almazlar, kararlı olmazlarsa, tereddütlü ikircikli yaklaşımlar, parçalı duruşlar göstermeye devam ederlerse veyahut geleceklerini şu ya da bu gücün insafına bırakan yaklaşımları gösterirlerse Kürtler çok ciddi tehlikelerle karşı karşıya gelecektir. Bu acıdan şu anda Kürtlerin parçalı duruşu, Güney Kürdistanlı güçlerin duruşu, Güney Kürdistanlı güçlerin Türkiye ile ilişkileri, yine dış güçlerin çeşitli Kürt örgütleriyle ilişkilenmeleri, Kürtlerin en iradeli, demokratik ve etkin siyasal gücü olan PKK’ye karşı diğer Kürtleri kışkırtan, tahrik eden yaklaşımları mevcut durumda Kürtlerin pozisyonunu sıkıntıya düşürmektedir. Kürtler onlarca yıldır yürüttükleri mücadeleyle böyle bir sürece hazır konuma geldikleri halde, objektif olarak böyle bir durum bulunmasına rağmen çeşitli siyasal güçlerin dar yaklaşımları nedeniyle Kürtler arası birliğin gerçekleştirilememesi ve bunun politik organlarının ortaya çıkartılamaması, Ortadoğu’nun dönüşüme ve yeni dengelere doğru ilerlediği böyle bir süreçte Kürtler açısından bir zafiyet oluşturmaktadır. Bu yönüyle Kürtlerin bu zafiyeti ortadan kaldırmak için sorumlu davranmaları, birlikte hareket etmeyi güçlendirmeleri, bir araya gelmeleri çok önemlidir. Eğer bu süreçte bir araya gelinmez, Kürtler ortak tutum takınmazlarsa bunun yaratacağı olumsuz sonuçlardan bu duruma yol açan aktörler sorumlu olacaklardır. 

Türkiye Güneyli güçleri PKK’ye karşı kışkırtmak istiyor. Kürt özgürlük hareketi ile Güneyli güçlerin ilişki kurmasını engellemeye çalışıyor. Böylelikle de Kürtleri zayıf düşürmeye çalışıyor. Sorumlu Kürt güçleri Türk devletinin bu oyununa gelebilir mi, bu yaklaşımı benimseyebilir mi? Sömürgeci güçler Kürtlerin birliğini istemiyor, Kürtlerin birlik olup kazanmasını istemiyor. Bu durum karşısında Kürtlere düşen görev, Türk devletinin politikalarının tersini yapmak. Birliğini güçlendirerek Kuzey’de; Güney’de, Rojava’da da İran’da ve her tarafta güçlü pozisyona ulaşmaktır. Kürtlerin ve Kürt örgütlerinin yapması gereken budur. Yoksa şu andaki parçalı duruşları Türkiye’ye de, Irak’a da, diğer sömürgeci güçlere de cesaret vermektedir. Suriye’deki muhalif güçlerin Kürtler için bir çözüm projesi sunmaması, statülerini kabul etmemesi de Kürtler arası parçalanmışlıktan ileri gelmektedir. Bu açıdan bunun getirdiği sorunların, zayıflıkların yarattığı sonuçları görerek birliklerini pekiştirip her parçada hazır olmaları gerekmektedir. Ortadoğu’da yaşanan siyasal değişikliklere, hızlı gelişen süreçlere Kürtlerin hazırlıklı olması gerekmektedir. Hazırlıklı olmanın koşulu da ulusal birliktir. Dolayısıyla dış güçlerin, Türkiye’nin, çeşitli güçlerin Kürtler arası birliği önleme çabasının boşa çıkarılması gerekir. Aksi durumda Kürtler 20. yüzyılda olduğu gibi 21. yüzyılda da siyasi egemenlik ve kültürel soykırıma tabi tutulan ve zamanla ortadan kaldırılmak istenen bir Ortadoğu düzeni içinde kendilerini bulabilirler. Güneyli Kürtler de şu anda bulundukları pozisyonlarını kaybedebilirler. Çünkü Kürt sorununu Kuzey’de, Rojava’da çözülmediği, bölgedeki Kürt düşmanı güçlerin geriletilmediği bir yerde, daha doğrusu düşmanı güçlerin Kürt özgürlük hareketini etkisizleştirip kendilerini güçlendirdiği bir süreçte Güneyli güçlerin mevcut pozisyonlarının da güvencede olmayacağı, tehlikede olacağı açıktır. Kürt özgürlük hareketinin etkisizleştirildiği, Türkiye’nin Suriye’de etkili olduğu, Kuzeyde Kürt özgürlük hareketi karşısında pozisyonunu güçlendirdiği bir süreçte kesinlikle Güney Kürdistan’daki Kürt statüsü de tehlikeyle karşı karşıya kalacaktır. Zaman içinde de bölge gerici güçlerinin birleşmesiyle de marjinalleştirilecek, hatta ortadan kaldırılmak istenecektir. 


AKP hükümeti düşmanlığını tüm Kürtlere yaymıştır



Türk devleti Ortadoğu’da dengelerin kurulacağı bu süreçte, kendi pozisyonunu güçlendirmek açısından Kürt özgürlük hareketine karşı kapsamlı bir saldırıya geçmiştir. Önder Apo’nun İmralı’da bir yıla yakındır tecrit edilmesi, dünyayla ilişkisinin kesilmesi, siyasi soykırım operasyonlarıyla 8 bin demokratik siyasetçinin tutuklanması, BDP’nin bütün il ve ilçe başkanlarının, belediye başkanlarının ve tüm yöneticilerinin tutuklanarak örgütsel olarak zayıflatılması, tutuklamaların avukatlardan sendikacılara ve gazetecilere kadar uzatılması, askeri operasyonların artırılması, Kürtler üzerinde çok yoğun bir baskı yürütülerek iradesinin kırılmaya çalışılması bir yönüyle de Ortadoğu’da oluşacak yeni dengeler sürecinde Türk devletinin kendisi önünde engel gördüğü güçleri zayıflatmaya, kendi pozisyonunu güçlendirmeye yöneliktir. Bu yönüyle AKP’nin politikalarının günlük politika olmadığını, hem bölgede etkin olmak hem de Kürtleri yeniden siyasal sömürgecilik ve kültürel soykırım sistemi içine almak için yürüttüğü politikalar olarak görmek ve buna göre bir yaklaşım ve tutum içinde olmak gerekir. 

1990’larda,  bugün cezaevinde olan Ergenekoncu denilen kesimler Kürt özgürlük hareketini nasıl bir konseptle tasfiye etmek istiyorlardıysa, AKP de bunu yapmaktadır. AKP’nin bugün yürüttüğü konseptle, ’90’lardaki konsept arasında özde fark yoktur, biçimde fark vardır. Bugünkü konseptte Kürt özgürlük hareketini tasfiye etmek istemektedir. Bunun için toplumsal tabanı tümden ortadan kaldırmayı hedeflemektedir. Sadece dünya koşulları değiştiği için, eski yol ve yöntemler teşhir olduğu için, 1990’larda uygulanan Kürt özgürlük hareketinin tabanını daraltma, kuşatarak bitirme politikasını şimdi farklı yöntemlerle yapmaktadır. Dün faili meçhul cinayetlerle etkisizleştirdiği, saf dışı ettiği Kürt demokratik siyasetini şimdi siyasi soykırımla saf dışı etmeye çalışmaktadır. Hatta bırakalım Türkiye tarihini, dünya tarihinde de görülmemiş düzeyde demokratik siyasetçilere saldırı, siyasi bilinci olan tüm Kürtleri zindana atan bir politika izlemesinin nedeni budur. Gerçekten nasıl ki, 12 Eylül’de Kürt özgürlük hareketinin Kürdistan’a saçtığı özgürlük tohumlarının kökü kazınıp bu uyanış bir daha dirilmemek üzere ezilmek istenmişse şimdi de AKP aynı politikayı Kürt özgürlük hareketinin bütün bileşenlerine yapmaktadır. Demokratik siyasete uygulanan politika, 1980’lerde PKK’ye uygulanan kök kazıma politikasının bir benzeridir. Hiçbir fark yoktur. O zaman da sadece yurtdışındakilere, dağdakilere ulaşamamışlardı, şimdi de ulaşamıyorlar. Ama içerdeki her yurtseveri, BDP’ye üye olmuş gitmiş gelmiş insanların hepsini içeri atarak Kürt halkını  mücadele edemez hale getirmeye çalışmaktadır. AKP’nin konsepti budur.  Öyle ki artık gelinen aşamada sadece Kürt özgürlük hareketine, Kürt demokratik hareketine, onun üye ve sempatizanlarına değil, Kürt özgürlük hareketi ile dost olmak isteyen bütün siyasal hareketlere ve sivil toplum örgütlerine saldırmaktadır. 

Yakın zamanda gerçekleştirilen KESK’e saldırı bununla ilgilidir. Kürt halkının özgürlük mücadelesinin Türk halkıyla, emekçilerle buluşmasını engellemek ve yalnızlaştırmak için bu saldırı yapılmaktadır. Yine HDK hedef gösterilmiştir. Onun da KCK gibi olduğu söylenmiştir. Bu, televizyonlarda, gazetelerde propaganda yapılmıştır. Bunun psikolojik ortamı, zemini yaratıldıktan sonra ESP yöneticilerine ve merkezine saldırılması bu politikanın sonucudur. Artık sadece Kürtler değil, Kürtlerin dostları da KCK operasyonları gibi operasyonlarla, uydurma iddialarla zindanlara atılıp Kürt halkıyla Türkiye demokrasi güçlerinin birleşip Türkiye’yi demokratikleştirip Kürt sorununun çözmesinin önüne geçmeye çalışmaktadırlar. 

AKP hükümeti bütün düşmanlığını tüm Kürtlere yaymıştır. AKP’ye muhalif  bilinçli tüm  Kürtleri etkisizleştirmeye, iradesini kırmaya çalışmaktadır. Bu irade kırma savaşının  dağlarda bombalama, askeri operasyonlar; içeride BDP üye ve yöneticilerinin, belediye başkanlarının tutuklanması, zindanda Kürt gençlerine Kürt kadınlarına çocuklarına eziyet yapılması ve bir irade kırması biçiminde sürmesi söz konusudur. Türk devletinin irade kırma savaşının bütün alanlara yayıldığını görmek gerekir.
AKP hükümeti, yandaş basını, danışmanları, uzmanlarıyla “PKK’yi bitirdik belini kırdık, artık bir daha bellerini doğrultamazlar, küçük Kandilcikler ortadan kaldırılıyor, geçmiş hükümetlerin yapamadığını AKP hükümeti yapıyor” diyerek bütün Kürdistan’ı boydan boya gerilla katliamlarını hedefleyen operasyonlara dönüştürmedi mi? Bütün kış boyu televizyonlarda, gazetelerde gerillaların nasıl bitirildiği, ezildiği üzerine haberler yapılmadı mı? Hatta özel mizansenler yapılarak gerillaların nasıl kuşatıldığı, nasıl teslim alındığı, nasıl öldürüldüğü, nerdeyse canlı canlı yayınlanmadı mı? Gerillaların barınaklarının yok edildiği, bulundukları yerlerde imha edildikleri aylarca propaganda yapılmadı mı? Buna dayanarak danışmanlar, uzmanlar artık PKK hareket edemez şeklinde değerlendirme yapmadılar mı? Bütün bunlar bir imha konseptinin sonucuydu. Önder Apo üzerinde bir yıldır tehdit ve şantaj politikası neden yürütülmektedir? Bir yandan İmralı teslim alınmak, bir yandan gerilla teslim alınmak istenmektedir. İmralı ve gerillanın teslim alındığı bir ortamda, diğer siyasal aktörlerin daha kolay teslim alınacağı düşünülmektedir. Kaldı ki, BDP üzerinde de görülmedik bir baskı uygulayarak teslim almaya çalışmaktadırlar. Bir yönüyle AKP bir yıldır Kürt özgürlük hareketini ezme ve tasfiye etmek için her yolu denemiştir. Her fırsatta MHP ile neden Apo’yu asmadınız biçiminde polemiğe girmiştir. MHP ile polemiğe girenler, birbirlerine her türlü hakareti yapanlar sıra Kürt özgürlük hareketinin ezilmesi ve Türkiye’nin silahlı güçlerinin Suriye’ye girmesi konusuna gelince nasıl uzlaştıklarını, nasıl ittifak yaptıkları çok açık bir biçimde görülmüştür. 

Ancak AKP’nin bu politikaları kendilerinin de beklemediği bir direniş ile karşılanmıştır. Önderlik üzerinde tecrit uygulanırken, tehdit ve şantaj politikası yürütülürken, Önderlik “benimle sıradan görüşme olacaksa ben görüşmeleri kabul etmiyorum” diyerek onların bu politikasını boşa çıkarmıştır. “Bana basit bir mahkum gibi yaklaşamazsınız, ben bir siyasal hareketin ve bir halkın Önderiyim, bana bu temelde yaklaşılacaksa, avukat ve aile görüşmeleri bu temelde görülecekse, bu konumum dikkate alınacaksa görüşmeler yapılabilir” yaklaşımında bulunmuştur. “Siyasi bir önderim, siyasal kişiliğimi reddedecek hiçbir tutumu kabul etmem” diyerek AKP’nin tecrit, tehdit ve şantaj politikasına tutum koymuştur. Gerilla Türk devletinin bütün imha hareketlerine rağmen kahramanca direniş göstermiştir. Kışın bile direnmiştir. Türk devleti kışı sadece ezme, teslim alma olarak değerlendirmek isterken, karşısında kışın da direnen bir gerilla gücü bulmuştur. Zaten kış boyu gerçekleşen bu direnişler halkın serhildanlardaki bu tutumu, Avrupa’da ve zindanlarda imha operasyonlarına, Önderlik üzerindeki tecrit ve tehdit, şantaj politikasına karşı gerçekleşen açlık grevleri, ölüm oruçları Türk devletinin politikalarına karşı boyun eğilmeyeceğini, direnileceğini bahara girişle birlikte Türk devletine göstermiştir. Bu direniş tabii ki bahar ve yaz ile birlikte daha kapsamlı hale gelmiştir. 


AKP ne Kürt sorununu demokratik temelde çözüyor ne de ezebiliyor


Oramar’da gerçekleşen çok geniş alana yayılmış bir savaştır. Oramar’daki savaşı bir eylem olarak değerlendirmemek gerekiyor. Çok geniş alanda işgalci güçlere karşı bir devrimci savaş hamlesi olarak görmek gerekiyor. Bu, aslında Türk devletinin hiçbir politikasının, ideolojik, siyasi saldırılarının yok etme konsepti ve operasyonlarının ve bu yönlü yürüttüğü psikolojik savaşının sonuç vermediğini, Kürt halkının her yerde direndiğini ortaya koymuştur. Oramar savaşı ise bu direnişin zirvesi durumundadır. Kürt halkının teslim olmayacağının, direneceğinin ilanıdır. Nasıl ki Önder Apo İmralı’da  siyasi bir lider olduğunu, kendisine sıradan yaklaşılmayacağını göstererek Türk devletine tutum almışsa, bu politikalara karşı direndiğini ortaya koymuşsa, Oramar savaşı da Türk devletinin her türlü saldırı ve imha hareketine karşı direnileceğini, Kürt halkının da Kürt özgürlük hareketinin de teslim alınamayacağını dost düşman herkese bir daha göstermiştir.
Aslında AKP bu saldırılarla Kürt özgürlük hareketini tasfiye etmek, olmazsa marjinalleştirmek, bu ortamda Kürt halkı üzerinde yeni sömürgecilik ve kültürel soykırım sistemini ifade eden yeni anayasayı gerçekleştirerek Kürtler üzerine yeni bir beton dökmek istiyordu. Bu tasfiye politikasını ve saldırılarını Türk devletini yeniden şekillendirecek anayasa ile sonuçlandırmak istiyordu. Çünkü Türkiye eski anayasa ile yürüyemiyordu. Eski anayasa ile sistemi ayakta tutamıyordu. Sistemi ayakta tutacak yeni bir anayasa, ve ona dayanacak yeni bir rejime ihtiyaç vardı. Bunun önünde de Kürt özgürlük hareketini engel olarak görüyordu. Çünkü Kürt özgürlük hareketinin tasfiye edilmediği koşullarda, Kürtler üzerinde siyasi sömürgecilik ve kültürel soykırım sistemini yenileyen, bunları yeni koşullarda sürdürecek bir anayasa ve rejimin tutmayacağını, daha baştan gayri meşru doğacağını bilmekteydi. Bu nedenle bu saldırılarla Kürt özgürlük hareketini etkisizleştirip yeni bir anayasa yapmak istiyordu. Ama bunu başaramadı. 

Mevcut durumda Kürt özgürlük hareketi karşısında AKP hükümeti çok sıkışmış durumdadır. Çünkü Kürt özgürlük hareketini tasfiye edemeyen, etkisizleştiremeyen bir iktidarın meşruiyeti kalmaz, varlık nedeni kalmaz. Ya Türkiye’yi demokratikleştirerek ayakta kalacak ya da Kürt özgürlük hareketini ezerek iktidarını sürdürecektir. Türkiye’de iktidarda kalmanın kanunu budur. Ne Kürt sorununu demokratik temelde çözüyor ne de ezebiliyor. Bu durum AKP iktidarının geleceğini tehlikeye sokmaktadır. İşte tam da bu sırada nasıl ortaya çıktığı belli olmayan bir CHP girişimi gündeme gelmiştir. Aslında CHP’nin bu girişimi AKP’nin Kürt özgürlük hareketini tasfiye edip yeni anayasa ile kendi sistemini kurma politikasına destek veren ve AKP’ye nefes aldıran bir girişim olmuştur. CHP nasıl devreye girdi, niyeti nedir, bunu çok kapsamlı bir biçimde değerlendirmek istemiyoruz, ama CHP’nin girişimi AKP’ye nefes aldırdı. AKP’nin çözümsüz politikaları ve bunun toplumda yarattığı inançsızlığa CHP’nin kan taşıdığı açıktır. AKP, CHP’nin bu girişimini Kürt sorununu çözümü konusunda bir destek olarak görmemekte, aksine kendi tasfiye politikalarına nefes aldıran, zaman kazandıran bir durum olarak değerlendirmektedir. En iyi durumda ise CHP’yi yanına yedekleyip yeni anayasa yapmak istemektedir. Çünkü AKP’nin düşündüğü anayasa ile CHP’nin düşündüğü anayasa arasında hiçbir fark yoktur. Her ikisi de bireysel haklara dayanan, kültür ve dil alanındaki yumuşamalarla Kürt sorununu çözdüklerini ve demokratikleştirmeyi gerçekleştireceklerini iddia etme anlayışındadırlar. Yani ikisinin de ajandasında Kürt sorununu kalıcı ve demokratik bir çözüme kavuşturma yoktur. İkisi de demokrasicilik yaparak belirli adımları attıklarını iddia ederek Kürt halkının ve demokrasi güçlerinin Kürt sorununun çözümü temelinde demokratik Türkiye taleplerini yozlaştırmak, bitirmek tüketmek, bu tür talepleri karşılayan aktörlermiş gibi kendilerini göstererek siyasal alanda kendilerini güç yapmak istemektedirler. AKP çok sıkıştığı anda CHP’nin bu girişimine can simidi gibi sarılmıştır. AKP ve CHP’nin yaklaşımlarını böyle görmek gerekmektedir. 

Öte yandan AKP bu sıkışık durumdan kurtulmak için bir süredir Güneyli güçleri devreye sokmaya çalışmaktadır. Özellikle KDP üzerinden PKK’ye ateşkes yaptırmaya ve bu çerçevede bir süre daha oyalama politikası yürüterek hem tasfiyeyi adım adım gerçekleştirme, hem de bu oyalama sürecinin sonunda düşündüğü anayasayı gerçekleştirerek Kürtleri yeni siyasi egemenlik ve kültürel soykırım sistemi altına almayı hesaplamaktadır. Bunun için güneyli güçler üzerinde baskı kurmaktadır. Güneyli güçler de bunu çeşitli biçimlerde Kürt özgürlük hareketine hissettirmeye çalışmaktadırlar. Ancak Güneyli güçler de görmüştür ki, Kürt özgürlük hareketi ciddi adımlar atılmadan, Kürt sorununda bir çözüm projesi ortaya konulmadan, Önder Apo özgürleşmeden, siyasi soykırım operasyonları ortadan kaldırılmadan ne AKP’nin politikaları karşısında bir ateşkes yapar, ne de yumuşama içine girebilir. Önder Apo’nun esaret altında tutulduğu, Kürt sorununun çözümsüzlük politikasının sürdüğü, soykırım operasyonlarla Kürt demokratik hareketinin iradesinin kırılmak istendiği bir ortamda Kürt özgürlük hareketi açısından sadece direnme seçeneği gündemdedir. Mevcut koşullarda bunun dışındaki hiçbir seçeneğe Kürt özgürlük hareketinin yüzünü dönmesi, yüz vermesi mümkün değildir. Türk devleti Güneyli güçleri, çeşitli çevreleri ne kadar kullanmak istese de, Kürt özgürlük hareketi tutumunu net ortaya koyarak Türk tarafının bir çözüm iradesi olmadığı müddetçe direneceğini herkese göstermiştir. Hem söylemiyle hem tutumuyla AKP’nin bu politikaları karşısında direneceğini, direnmekten başka çaresi olmadığını, AKP’nin bu gerici faşist politikalarının ancak direnişle boşa çıkarılabileceğini, bu şekilde Kürt sorununun çözümünün ve Türkiye’nin demokratikleşmesinin gerçekleşebileceğini ortaya koymuştur. Kürt özgürlük hareketinin bu yönlü tutumu da hala devam etmektedir. AKP çok sıkıştığı bu süreçte Kürt özgürlük hareketini eylemsiz bırakma, Kürt özgürlük hareketini mücadelesiz bırakma politikaları yürütmektedir. Bu yönlü psikolojik savaşın sürdürüldüğü bir süreçte gerillaların çok geniş bir alanda Oramar direnişi içine girmeleri, gerçekten de AKP’nin politikalarının sonuç vermeyeceğini, Kürt halkının direnişte kararlı olduğunu bir daha göstermiştir.  


‘Tam da çözüm olacaktı!’ safsatası



Oramar savaşının olmasından birkaç gün önce Leyla Zana, AKP Kürt sorununu çözer, PKK silahları bırakmalı gibi boyunu aşan değerlendirmelerde bulunmuştur. Tabii ki bu değerlendirmelerin BDP ile, Kürt halkının duygularıyla talepleriyle alakası yoktur. Bu değerlendirmeler tamamen Kuzey Kürdistan gerçeğiyle ilgisi olmayan, Leyla Zana’nın Güney Kürdistan’daki ilişkileri sonucu gündeme gelen değerlendirmelerdir. Dolayısıyla Kuzey Kürdistan halkını da, Kürt özgürlük mücadelesini de bağlamayan, hatta ondan kopuk, onu ifade etmeyen, o gerçekliği görmeyen, hatta o gerçeklikle çelişen bir söylemi ve tutumu ifade etmektedir. Tabii ki buna AKP balıklama atlamıştır. Türk devleti ve özel savaşçılar balıklama atlamıştır. Türk devletinin psikolojik savaş merkezleri, psikolojik savaş elemanları konuşmaya başlar başlamaz ‘Leyla Zana da silahların bırakılmasını istedi, Leyla Zana da AKP’nin Erdoğan’ın sorunu çözeceğini söyledi’ diyerek Leyla Zana’nın konuşmasını şimdiye kadar yürüttükleri psikolojik savaşın bir argümanı olarak kullanmışlardır. Psikolojik savaşlarını, Kürt özgürlük hareketine karşı yürüttükleri tasfiye harekatlarını güçlendiren bir argüman olarak değerlendirmişlerdir. Leyla Zana’nın niyeti Kürt sorununun çözümü de olabilir. Kürt sorununun demokratik çözümünü de isteyebilir. Tabii ki bu savaşın biterek Kürt sorununun çözülmesini herkes istemektedir. Ama bu mücadelenin de bu savaşın da Kürt sorununun çözümü için geliştiğini, bunun için mücadele verildiğini ve ortada Kürt sorununun çözümü için hiçbir yaklaşımın ve tutumun da olmadığı açıktır. Bu nedenle de söylemlerinin Kürt sorununun çözümüyle barışla alakası yoktur. Sadece Güney Kürdistanlı güçlerin Türkiye ile ilişkilerini güçlendirmek için Leyla Zana’yı kullandıkları anlaşılmaktadır. Leyla Zana, Güney Kürdistanlı güçlerle Türkiye’nin ilişkilerinin düzeltilmesinin aracı ya da kurbanı yapılmıştır demek daha doğrudur. 

Oramar savaşının gerçekleşmesi, CHP’nin attığı can simidinin ve Leyla Zana’nın konuşmalarının AKP’ye güç verdiğinin düşünüldüğü süreçte AKP’de ve devlette şok etkisi yaratmıştır. CHP’nin can simidi atmasının da Leyla Zana’nın “Erdoğan iyidir, PKK silah bıraksın” sözlerinin de Kürt özgürlük hareketine karşı yürütülen mücadelede etkili olamayacağını, sonuç veremeyeceğini görmüşlerdir. Bu savaşla AKP hükümeti sarsılmıştır. Bu sarsıntının yarattığı korkuyla AKP yandaşı basın, çeşitli çevreler “tam da barış olacaktı, çözüm olacaktı bu eylem bozdu” gibisinden bir psikolojik savaş hareketi içine girmişlerdir. Bu değerlendirmenin Türkiye gerçekleriyle, Kürdistan gerçekleriyle hiçbir alakası olmadığı açıktır. AKP’nin bütün politikaları, bırakalım barışçıl ve çözüm doğrultusunda olması aksine tamamen savaş ve tasfiye yönünde olmuştur. CHP’nin girişimi de, Leyla Zana’nın konuşmaları da tasfiye harekatının bir parçası olarak değerlendirmişlerdir. Bu nedenle çözümün değil tasfiye saldırılarının arttığı bir dönem vardır. Gerilla da tasfiye harekatlarının arttığı bir dönemde böyle bir savaşı yaparak bu saldırılara cevap vermiştir. Doğru ve gerçek değerlendirme budur. Diğer tüm değerlendirmeler Türkiye toplumunu kandırmak, Kürt halkını kandırmak anlamına gelmektedir. Kaldı ki, kendi yandaş basını da kendileri de kısa bir süre öncesine kadar yürüttükleri tasfiye politikalarının sonuç aldığını, sonuç alacağını artık PKK’nin kuşatma altına alındığını ve tasfiye edileceğini yazıyorlardı. AKP basınının da yandaşlarının da Kürt sorununun çözümünden, demokratikleşmeden çok PKK’nin nasıl tasfiye edileceğinden söz ediyor ve ömür biçiyorlardı. Ama bunun böyle olmadığı görülünce bu defa yine toplumu aldatmak, kandırmak Kürt toplumunu mücadelesiz bırakmak için “tam da çözüm oluyordu barış oluyordu bu eylem geldi bozdu” biçiminde bir söylem tutturmuşlardır. 

‘Tam çözüm olacaktı PKK eylem yaptı, bozdu!’ söylemi kesinlikle psikolojik savaşın yeni bir demagojik dilinden başka bir şey ifade etmemektedir. Artık bu söylem bayatlamıştır. 4-5 yıldır gerilla ne zaman etkili bir eylem yapsa. Ne zaman askerin yürüttüğü tasfiye operasyonları ağır bir darbe yese “tam da çözüm oluyordu bu eylemler bozdu” yaygarası yapılmaktadır. Ama hiçbir zaman gerillalar öldürülünce, hatta onlarcası birden öldürülünce bu çözümü sabote etmiyor, bu barışı bozmuyor! Kimse gerillalar öldürüldüğünde bu yönlü bir değerlendirmede bulunmamıştır. Gerillalar öldürüldüğünde zafer narası atanlar, bunu çözüm ve barış için engel olarak görmeyenler, gerilla bir eylem yaptığında hemen bir barış oluyordu çözüm oluyordu engelledi biçiminde bir algı yaratmaya çalışmaktadırlar. Ama gerçek öyle değildir. Bu tamamen yandaş basının Kürt halkının direnişi ve etkili eylemleri karşısında başvurduğu, böylelikle Kürt halkının Kürt özgürlük hareketinin direnişini engellemeye yönelik, psikolojik harekat söylemleri olduğunu görmek gerekir. 

14 Temmuz’da Silvan’da gerçekleşen de Türk askerinin imha harekatları karşısında gerillanın kendisini savunma refleksi direnişiydi. Tokat Reşadiye’de yapılan eylem de Önderliğe karşı zindanda gösterilen yaklaşıma karşı bir cevaptır. Siyasi soykırım operasyonlarına gösterilen tepkiydi. Bunlar görülmeden “tam da çözüm oluyordu PKK bozdu” yaygarası koparmanın ne inandırıcılığı ne de bir gerçekliği vardır. Yarın da böyle büyük bir eylem olsa yine söyleyecekleri budur. Çünkü bu söylem 4-5 yıldır psikolojik savaşın Kürt özgürlük hareketinin yaptığı eylemler hakkında kuşku uyandırmak, eylem yapmasının önüne geçmek için uydurduğu bir psikolojik savaş yöntemidir. Bu yönlü algı yaratarak kendilerine göre Kürt özgürlük hareketini eylemsiz ve mücadelesiz bırakmaya çalışıyorlar. Bunları Kürt özgürlük hareketinin yutması mümkün değildir. Halkımız bu tür propagandalara inanmamaktadır. Zaten Türk devleti Kürt özgürlük hareketinin mücadeleye başlamasından bu yana bu tür söylemlerle bu mücadele konusunda kuşku yaratmayı temel görev bilmiştir. Ya dış güçlerin maşasıdır ya karanlık güçlerin elidir. Bunları on yıllardır duyan bir halk gerçekliğimiz var. Yıllardır bu tür saldırılara karşı duran bir örgüt gerçeğimiz var. Bu bakımdan bunlara kulak verilmesi bunların dinlenmesi, bunların Kürt halkının ve Kürt özgürlük hareketinin mücadelesi ve eylemliliğini etkilemesi mümkün değildir. 


Gerillanın silah bırakmasını isteyenler teslimiyeti istemektedirler


Kürt özgürlük hareketi varlığı yok edilmek istenen bir halkın savunmasını yapmaktadır. Kürt özgürlük hareketinin Kürt halkının varlığını güvenceye alınması ve özgürlüğünün kazanılması için mücadele etmektedir. Bu açıdan varlığı güvenceye alınmadan, özgürlüğü gerçekleşmeden gerillanın direnişini de, silahını da bırakması mümkün değildir. Hiçbir güç de şu ya da bu baskıyla psikolojik savaşla kafa karıştırma ya da bölme çabalarıyla Kürt özgürlük hareketinin 40 yıldır yürüttüğü kararlı mücadeleyi farklı göstermesi mümkün değildir. Gerillalarının silah bırakmasını isteyenler teslimiyeti istemektedirler. Herkes de biliyor ki Türkiye’de zihniyet değişmediği gibi bir çözüm niyeti de yoktur. Türkiye’de Kürt halkının varlığının güvenceye alınacağı ve özgürlüğünün sağlanacağı bir demokratik siyasal ortam yoktur. 1970’lerdeki siyasal ortam bile yoktur. Şu andaki Türkiye’deki siyasal ortam da yasalar da daha gericidir. Kürt özgürlük hareketi direnişi ve mücadeleyi bıraktığı andan itibaren Türkiye’nin bütün politikası Kürtleri yeni siyasal sömürgeci ve kültürel soykırım sistemi içine sokmak olacaktır. Buna karşı duran herkesi etkisizleştireceklerdir. Bugün Kürt demokratik siyasetine gösterilen yaklaşım ortadadır. Gerilla silah bıraktığında farklı davranılacağını, böyle bir ortamda Kürtlerin demokratik haklarının tanınacağını sanmak gaflettir. Böyle bir ortamda yürütülen psikolojik savaşın gereği bazı çevrelerin Kürt haklarından söz etmesine müsaade edilse de, örgütlenmesi dağıtılmış iradesi kırılmış, inancı zayıflatılmış Kürt toplumunu yürüttükleri kültürel soykırımı tamamlayacak bir örgütsüzlük, mücadelesizlik içine sokacaklardır. Bundan hiç kimsenin kuşkusu olmasın. 

Eğer Türk devletinin hala zihniyeti Kürtleri Türkleştirip Kürdistan’ı Türk ulusal yayılma alanı haline getirmekse, bu politikasından vazgeçmemişse, gerillanın direnişi bıraktığı ortamda bu politikasını önünde hiçbir engel görmeden daha hızlı ve daha yoğun bir biçimde gerçekleştirmeye yöneleceğinden kuşku duyulmamalıdır. Kuşkusuz Kürt özgürlük hareketi de Önder Apo da Kürt sorununun demokratik siyasal çözümünü istemektedir. Kürt sorununun çözümü açısından devlete gerek olmadığını söyleyen ilk defa yüksek sesle söyleyen, makul bir çözüm öneren, artık silahlara gerek kalmadan bu sorunu çözelim diyen Önder Apo ve Kürt özgürlük hareketidir. Bu topraklarda devletsiz çözüm zihniyetine karşı çıkarak, birlikte yaşama temelinde bir çözüm anlayışını geliştiren de, bunu topluma yerleştiren de Önder Apo ve Kürt özgürlük hareketidir. Kürt özgürlük hareketinin Kürdistan toplumunda böyle bir zihniyet değişikliği yarattığı ortadadır. Önder Apo ve Kürt özgürlük hareketi böyle bir yaklaşım içerisinde olmasaydı, Kürdistan’da böyle bir paradigma değişimini ve yaklaşımını geliştirmeye kimse cesaret edemezdi. Bu açıdan tabii ki Önder Apo’nun ve Kürt özgürlük hareketinin tercihi demokratik yollardan makul bir çözümün yaratılmasıdır. Kürt özgürlük hareketi bunun için her türlü kolaylığı göstermiştir. Defalarca ateşkes ilan etmiştir. Görüşmelerde bulunmuştur. AKP hükümetine çözüm için önemli fırsatlar sunmuştur.  Ama buna rağmen çözüme yanaşmayan, beklenti yaratarak oyalama yapmayı esas alan, fırsatını bulduğunda da saldıran çakal gibi saldıran bir politika Kürtlere dayatılmıştır. 

Bu açıdan AKP’nin Kürt sorununu çözeceğinden, iyi niyetinden bahsetmek kafayı kuma gömmektir. Kürtlere celladına boynunu uzat demektir. Kürt özgürlük hareketinin de böyle bir tutuma girmeyeceği açıktır. Siyasal demokratik çözümden, makul çözüm yaklaşımından en fazla söz eden, bu konuda politik makul bir tutum takınan Kürt Halk Önderi’dir. Bunu herkes kabul etmektedir. Yıllarca Türk basınında ve kamuoyunda da bu gerçek dillendirilmiştir. Hala da bu gerçeği dillendiren önemli bir kesim bulunmaktadır. AKP’liler de, Fethullahçılar da, birçok yazar çizer ve kanaat Önderi de böyle söylemiştir. Ama Kürt sorununun çözümü ortada yokken, çözüm için hiçbir işaret yokken silah bırakılmalı çağrılarına da en sert tepkiyi gösteren Kürt Halk Önderi olmuştur. Dolayısıyla sorun PKK’nin yaklaşımından kaynaklanmıyor. AKP’nin zorla, şiddetle çözme politikasından kaynaklanıyor. İrade kırma politikasından kaynaklanıyor. Eğer bir çözüm politikası varsa bunu ortaya koyabilir. Bir çözüm politikası ortaya koyduğunda çözüm kısa sürede gerçekleşir. 


Türk devleti ağır bir psikolojk savaş yürütüyor


Bir çözüm politikası olduğunda tabii ki Kürt özgürlük hareketi böyle bir direniş içinde olmayacaktır. Barışın, demokratik çözümün olması için her türlü kolaylığı gösterecektir. Ama bir çözüm iradesi görmek istiyor. Ciddi adımlar görmek istiyor. Zihniyetin, söylemin, politikanın değiştiğini görmek istiyor. Zihniyet, söylem, politika değişmiyor, ama Kürtleri aldatmak için birkaç söz söylenerek ‘alavere dalavere Kürt mehmet nöbete’ deniliyor. Bunun da Kürt özgürlük hareketi tarafından kabul görmeyeceğini, bu yaklaşımlarla bırakalım silah bırakılmasını ateşkes olmasının bile mümkün olmayacağı açıktır. AKP’nin bu politikası ortamında bırakalım silahların bırakılmasından söz edilmesini, ateşkesten söz edilmesi bile mümkün değildir. Dolayısıyla ortada hiçbir şey yokken ateşkes yapılsın denilmesi de aslında işleri yokuşa sürmektir.
 Çözümsüzlüğe cesaret vermektir. Zaten Türk devleti ve AKP hükümeti hala bazı çevrelerden güç aldığı için, destek aldığı için, Kürtler arası parçalanmışlıktan güç aldığı için, bazı Kürtler AKP’nin çözümsüz politikalarına su taşıdığı için, güç verdiği için Türk devleti de, AKP hükümeti de çözümsüzlüğü sürdürmektedir. Eğer çözüm olmuyorsa, çözümsüzlükte ısrar devam ediyorsa, savaşlar sürüyorsa, ölümler oluyorsa bundan AKP’yi doğru değerlendirmeyen, AKP’nin çözümsüzlük politikasına destek veren güçler de sorumludur. Erdoğan iyidir, bu sorunu çözer yaklaşımı da aslında AKP’nin çözümsüz politikasına destek vermekten, kan akıtılması konusunda AKP’ye cesaret vermekten başka bir işe yaramamaktadır. Herkesin bunu böyle anlaması gerekmektedir.
AKP’nin politikaları ortadadır. Urfa Cezaevi’nde gençler diri diri yanmıştır. Roboski katliamının sorumluluları hala bulmuyor. Katliamı meşrulaştırmaya çalışıyorlar. KESK’teki tüm sendikacıları tutukluyorlar. Yarın sıranın kime geleceği belli değildir. Bu tutuklamaların hiçbir suçla ve suç girişimiyle ilgisi yoktur. Kürtlerin iradesini kırma savaşının bir parçası olarak bu insanlar tutuklanmaktadır. Tamamen faşist bir anlayışla bu tutuklamalar gerçekleştirilmektedir. Açıkça şu söyleniyor; örgütlü Kürt tehlikeli Kürt’tür, örgütlü Kürt suç işlemiş Kürttür. Eğer AKP’ye işbirlikçilik yapmıyorsa, AKP politikalarını desteklemiyorsa örgütlü, bilinçli Kürt’ün yeri zindandır. Böyle bir ortamda kim AKP’nin Kürt sorununu çözmesinden bahsedebilir? AKP’nin iyiliği bazı işbirlikçi Kürtlere, Kemal Burkay gibi, İbrahim Güçlü, Ümit Fırat gibi PKK’ye küfredenlere söz hakkı vermesi midir? Onların televizyonlara çıkıp bağımsız Kürdistan, fedarasyon gibi hiçbir pratik değeri olmayan sözler söylemesi midir? AKP’nin iyiliği açıktır. Onlar demokrasi gereği konuşturulmuyor. Tasfiye için, Kürt halkının özgürlük taleplerinin etkisiz kılınması için konuşturuluyor. 

Bu kadar saldırı ortadayken silah bırakmadan söz etmek, tamamen özel savaşın, psikolojik harekatın etkisinde kalmaktır. Kuşkusuz Türk devleti ağır bir psikolojk savaş yürütüyor. Herkesi töhmet altında tutuyor. Açıkçası PKK ve Apo karşıtlığı yapmayanlara hiçbir yerde yaşam alanı bırakmak istemiyor. Siyaset yapacaksan da, konuşacaksan da, iş yeri sahibi olacaksan da, dernek kuracaksan da, sendikacılık yapacaksan da, doktorluk yapacaksan da, ancak Kürt özgürlük hareketine karşı tutum koymalı ve AKP’nin politikalarını desteklemelisin. AKP bunu dayatıyor. Bu ortamda mücadele etmek zordur. Özgür düşünmek, özgür davranmak zordur. Bu baskı ortamında gerçekleri söylemek, AKP hükümetine tutum almak kolay değildir. Hemen bütün basın yayın organlarıyla bir kara propaganda, bir psikolojik hareket Vuuzela gibi insanların başında patlatılmaktadır. Bir Türk devleti gerçeği varsa o da budur. Gerçekten de bu koşullarda psikolojik savaş insanların düşüncesini, tutumunu etkilemektedir. Türk devletinin politikaları ve yürüttüğü psikolojik savaş insanları hedef olmamak için daha yumuşak konuşmaya ve tutum almaya sevk etmektedir. Özellikle Kürt insanı, Kürt siyasetçi böyle bir savaş altındadır. Bu savaşın amaçlarını tümden bilince çıkarıp günlük olarak iradeli duruşu yenilemeden, bu baskı ortamından etkilenmeden konuşmak mümkün değildir. Bu açıdan Türkiye’de siyasal mücadele vermenin ortamının zor olduğunu biliyoruz. Bu yönüyle baskı koşullarına rağmen yürütülen siyasi mücadele anlamlı ve değerlidir. 

Özcesi Türkiye’de mevcut durumda tamamen bir savaş ortamı vardır. AKP Kürt özgürlük hareketi ve demokrasi güçlerini dize getirme, kendi politikalarını kabul ettirme savaşı yürütmektedir. Buna karşı da Kürt özgürlük hareketi gerillasıyla, halkıyla, genciyle, çocuğuyla, zindandaki tutuklusuyla, yurtdışındaki, yurtiçindekiyle kutsal bir direniş mücadelesi yürütmektedir. Gerçekten bu direniş mücadelesi kutsallık düzeyindedir. Bunun merkezinde Önder Apo vardır. Onun duruşu direnişçi duruştur. Bu duruşa halkımız da, gerilla da, tutuklusu da, kadını da çocuğu da eşlik etmektedir. AKP karşısında direnerek AKP’nin inkarcı faşist iradesini kırarak Kürt sorununun demokratik çözümü ve Türkiye’nin demokratikleşmesi mücadelesi yürütmektedir. AKP’ye karşı mücadele kesinlikle Kürt sorununun demokratik çözümü ve Türkiye’nin demokratikleşmesi mücadelesidir. Bu mücadeleyi yürütmeden hiç kimse demokrasi mücadelesi, barış mücadelesi ve çözüm mücadelesi verdiğini söyleyemez. AKP’ye karşı özgürlük ve demokrasi mücadelesi yürütmeyenler kesinlikle AKP’nin yürüttüğü özel savaş, psikolojik savaş karsışında iradesi kırılanlar ve teslim olanlardır. Hiç kimse Kürt özgürlük hareketinden bu tutumu bekleyemez. Kürt özgürlük hareketi Önderliğiyle, kırk yıllık mücadelesinin yarattığı değerlerle, şehitlerin ve emek verenlerin Kürt halkına, Kürt özgürlük hareketine kazandırdığı iradeyle direnerek mutlaka AKP’nin bu gerici politikaları püskürtülerek Kürt sorununun çözümü temelinde Türkiye’nin demokratikleşmesi sağlatılacaktır. 

Serxwebun.org