19 Eylül 2012 Çarşamba

HPG Düşürülen Heron'un Görüntülerini Yayınladı


HPG, Şırnak’ın Uludere ilçesine bağlı bir karakola düzenledikleri eylem sırasında müdahale etmek isteyen insansız hava aracı Heron’u düşürdüklerini bildirdi. Düşen aracın fotoğrafları yayınlandı.

HPG Basın İrtibat Merkezi (HPG-BİM), Şırnak’ın Uludere ilçesine bağlı Aruşê karakoluna yönelik 18 Eylül saat 07.00 sularında bir eylem gerçekleştirildiğini belirtti.

Karakola yönelik eylemde tüm hedeflerin etkili bir şekilde vurulduğunu ifade eden HPG-BİM, 1’i üsteğmen, 1’i uzman çavuş 2 askerin öldürüldüğünü, 1’i uzman çavuş 4 askerin de yaralandığını bildirdi.

Eylem ardından karakol çevresinin Türk ordusu tarafından rast gele obüs, havan ve tanklarla bombalandığını duyuran HPG-BİM, bombardıman sonucunda alanda başlayan orman yangınının halen devam ettiğini bildirdi.

HPG-BİM, eylemi gerçekleştiren gerillaların yerlerini tespit etmek amacıyla alana gelen Heron tipi bir keşif uçağının vurulduğunu belirtti. Saat 12.15 sularında düşürülen keşif uçağının enkazı ve önemli parçalarının HPG gerillalarının elinde bulunduğu kaydedildi. 


ANF

HPG: Bingöl'de 110 Asker Öldü

HPG, Muş-Bingöl yolu üzerinde askeri konvoya düzenlenen eylemin ayrıntılarını açıkladı. Türk yetkililerin ''askerler silahsızdı” açıklamalarını yalanlayan HPG, operasyondan dönen konvoyun hedef alındığı eylemde 110 askerin öldüğünü, 50 askerin de yaralandığını duyurdu.

HPG Basın İrtibat Merkezi (HPG-BİM), Bingöl-Muş karayolu üzerinde dün düzenlenen askeri konvoya yönelik eylemin ayrıntılarını yazılı bir açıklama ile duyurdu.

Eylemin, HPG gerillaları tarafından 14 Eylül günü başlatılan “Şehit Ronahi, Şehit Armanc ve Şehit Harun devrimci harekatı” kapsamında gerçekleştirildiğini duyuran HPG-BİM, Türk yetkililerin “askerler silahsız ve sivildi” şeklindeki açıklamalarını da yalanladı.

18 Eylül günü saat 12.00’da Bingöl-Muş yolu Solhan ilçesi yakınlarında gerçekleştirilen eylemin, operasyondan dönen askerlere yönelik olduğunun altını çizdi.

ASKERLER SİLAHSIZ DEĞİL OPERASYON BİRLİĞİYDİ

Operasyondan dönen birliklerin yer aldığı konvoydaki askerlerin tümünün silahlı olduğuna dikkat çekilen açıklamada, 300 askerden oluşan 10 zırhlı araç, 5 otobüs, 1 transit araçtan 3 otobüs, 3 zırhlı araç ve 1 transit aracın gerillalarca hedef alındığı kaydedildi.
Eylem sonucunda 2 otobüsün içinde yer alan askerlerin tümünün öldüğü ve her iki otobüsün de yanarak imha olduğu bilgisi verildi.
HPG-BİM, 1 otobüs ve transit aracın da ağır darbe aldığını bildirdi. “Gerillalarımızın etkili vuruşları neticesinde 3 zırhlı araç da darbe alarak işlevsiz kılınmıştır. Konvoyda yer alan diğer zırhlı araç ve otobüsler de eylem yerinden uzaklaşmıştır” denildi.

TÜRK ORDUSU OLAY YERİNE BİR BUÇUK SAAT SONRA GELEBİLDİ

“Tüm eylemde gözle görülen 110 düşman askeri öldürülmüş, 50’nin üzerinde asker de yaralanmıştır”
denilen açıklamada ölü ve yaralı askerlerin 100 ambulans ve skorsky helikopterlerle alandan uzaklaştırılarak Bingöl, Solhan, Muş, Erzurum ve Elazığ’daki hastanelere kaldırıldığı kaydedildi.

Türk ordusunun olay yerine ancak 1 buçuk saat sonra gelebildiğini kaydeden HPG-BİM, karayolunun saat 19.00’a kadar trafiğe kapatarak olay yerine geliş gidişleri engellediğini bildirdi.

Açıklamada, eylem anında uzaklaşan ve daha sonra gerillalara ateş açan panzerlerle de kısa süreli bir çatışma yaşandığı bilgisi verildi. 3 kobra tipi helikopterin eylem ardından alanı rastgele taradığı, 6 skorsky helikopterin de alana indirmede bulunduğu bilgisi verildi. Alanda başlatılan operasyonun sürdüğü ve alanın gerillaların denetiminde olduğu kaydedildi.


ANF

Batı Kürdistan'da Adım Adım Statüye


Mart 2011’de Suriye’de olaylar başladığında, uzun süredir hazırlıklar yapan Kürtler, Demokratik Özerk bir yapı kurma çalışmalarını açık açık sürdürmeye başladı. Böylece Kürtler kendi okullarını açtı, halk meclislerini kurdu ve kendilerini korumak için savunma komiteleri oluşturdu. Kürtler, ayrıca 2004’te attıkları birlik tohumunun ürününü de biçmeye başladı. 

Soykırımın eşiğinden ÖZERKLİĞE bir özgürlük serüveni - 1

Suriye’de nüfusun yüzde 15’lik kesimini oluşturan Kürtler, yaşadıkları bölgelerde yönetimi ellerine alarak Demokratik Özerklik’i inşa çalışmalarını tam hız sürdürüyor. Dêrika Hemko’dan başlayan ve Serêkaniyê’ye kadar devam eden Cizîr bölgesi ile Halep, Afrin ve Kobani’de Halk Meclislerini oluşturan ve birçok yerde dil, kültür sanat, okul, kadın, mahkeme, asayiş ve meslek örgütü gibi kurumları oluşturan Kürtler, geleceğe emin adımlarla yürüyor. Sınırları oluşturdukları Yekîneyên Parastina Gel (YPG) güçleri ile koruma altına alan Kürtler, kent merkezlerindeki asayişi ise sivil asayiş güçleri ile sağlıyor.


Türkiye, İran, Irak ve Suriye’de bölünmüş olarak yaşayan 40 milyon civarındaki Kürt nüfus arasında bugüne kadar en az dikkat çekeni Suriye Kürtleriydi. 22 milyonluk Suriye’de 3 milyon civarında olan ve nüfusun yüzde 15’lik kesimini oluşturan Kürtler, ağırlıklı olarak Türkiye ile sınır olan bölgelerde yaşıyor. Suriye Kürtlerinin tarihi ise yaklaşık bin yıl öncesine dayanıyor. Şam ve Halep şehirleri başta olmak üzere Suriye’de yaşayan Kürtlerin önemli bir kısmı Haçlı seferlerine karşı mücadele etmek için gelenlerdi. Özellikle Selahaddinê Eyyubî döneminden itibaren Şam’da önemli bir Kürt mevcudiyeti oluştu. Eyyubiler ve Memlükler döneminde Şam’ın ve Halep’in yönetiminde görev alan Kürtler yaklaşık 400 yıl Ortadoğu coğrafyasına hakim olan Osmanlı devleti döneminde varlığını devam ettirdi. Şam ve Halep civarında, Hatay’ın güneyinde Kürt Dağı (Cebel-i Ekrad), Afrin ve Cezire bölgesi olarak adlandırılan Dêrika Hemko’dan Serê Kaniyêye kadarki sınır boyunda yaşayan Kürtler ile bugünkü Türkiye’de yaşayan Kürtler arasında herhangi bir sınır da yoktu.


Osmanlı Devleti’nin I. Dünya savaşından yenik çıkması ile bölge haritası yeniden çizilince Suriye toprakları Fransız işgali altına girdi. Böylece bölgede yaşayan Kürtler Osmanlı’dan ayrılmış oldu. Lozan antlaşması ile Türkiye-Suriye sınırı kesinleşince Türkiye’deki Kürtler ile Suriye’deki Kürtler arasında da sınır çizilmiş oldu. Suriye-Türkiye sınırı 1. Dünya Savaşı’nda Almanların savaş bağlantılarını kolay sağlamak amacıyla yaptığı Bağdat-Berlin Tren Hattı’na göre çizildi. Tren hattı sınır kabul edilince Türkiye tarafında kalan Kürt yerleşim yerleri Serxet, Suriye tarafında kalan bölge ise Binxet olarak adlandırıldı.

Özerklik talebi reddedildi


1920’li yıllar aynı zamanda Kürt isyanlarının güçlenmeye başladığı dönemlerdi. 1927 yılında Beyrut’ta kurulan Xoybun Cemiyeti Cezire, Şam ve Halep gibi merkezlerdeki Kürtleri bir araya getirdi. Xoybun Cemiyeti kurucularının arasında eski Kürdistan Teali Cemiyetinin üyeleri, Şêx Sait’in çocukları, Bedirhan Bey’in torunları ve Cemilpaşazadeler gibi Kürt ailelerinden isimler de vardı. Birleşik bağımsız bir Kürt devleti kurmayı hedefleyen Xoybun Cemiyeti, 1927 ile 1930 yılları arasında Ağrı’da çıkan isyanlarda da etkili oldu.


Bu dönemlerde Fransa ise, Suriye’ye hakim olabilmek için böl ve yönet şeklinde politika izlemeye başlamıştı. Öncelikle Lübnan’ı Suriye’den ayırdı ve Beyrut başkent olmak üzere Lübnan devletini kurdu. Lübnan’ın dışında Şam ve Halep merkezli iki devlet kuran Fransızlar, birer Nusayri (Arap Alevisi) ve Dürzi devleti de kurdu. Bu devletler Suriye Federasyonu olarak tek devlet haline getirildi. 1925 yılında ise devletin ismi Suriye devleti olarak belirlendi.


1928 yılında oluşturulan Suriye Kurucu Meclisi’nde bulunan 5 Kürt milletvekili, 1929 yılında Kürtlerin yaşadığı bölgelerde idari özerklik talebinde bulundu; ancak Fransızlar Kürtlerin Aleviler ve Dürziler gibi dinsel bir azınlık oluşturmadıkları ve belirli bir coğrafyada yoğunlaşmadıkları gerekçesiyle bu talebi reddetti. 1938 yılında bölgedeki Kürtler, Fransa Yüksek Komiserliği’ne başvurarak özerklik talebinde bulundu. Ancak Fransa bu talebi kabul etmediği gibi Kürtlerin yerel yönetimlerden de dışladı.

Kürtçe yayınlar yasaklandı


II. Dünya Savaşı’nın sona ermesi ardından Suriye bağımsızlığını ilan edince Kürtler yeni hükümeti destekledi. Arap milliyetçiliğinin zirve yaptığı, Mısırla birlikte Birleşik Arap Cumhuriyeti’nin kurulduğu günlere kadar Kürtler hükümetin yanında yer aldı. Ancak Arap milliyetçiliğinin güçlenişi ve yeni dönemde Kürtçe yayınların resmen yasaklanması, yönetim ile Kürtlerin ilişkisinin kopmasına sebep oldu. Birleşik Arap Cumhuriyeti’nin sona ermesi ve ardından Suriye Cumhuriyeti döneminde de Kürtlerin durumu kötüye gitmeye başladı.

Kürt bölgesinde Arap kuşağı...


1963 yılında Suriye’de iktidara el koyan Baas Partisi döneminde Kürtlerin durumu daha da kötüleşti. Baas rejimi Cezire bölgesinde yaşayan Kürtleri dışlamaya başlayarak potansiyel tehdit olarak değerlendirdi. Bölgede yaşayan Kürtlerin Suriye içinde dağıtılması, buna karşılık bölgeleye Arapların yerleştirilmesi yönünde bir politika belirledi. Böylece Kürtlerin yaşadığı bölgede Arap Kuşağı oluşturmayı amaçladı. Ancak Kürtler direnişle plana karşı çıkınca hükümet bu konuda az da olsa geri adım attı. Arap Kuşağı’nı tam olarak oluşturamayan hükümet, buna karşı Kürtlerin yaşam şartlarını her geçen gün daha da dayanılmaz hale getirdi. Kürtçe yayınlar ve Kürtçenin konuşulması yasaklandı, bölgedeki yer isimleri Arapçalaştırıldı, yaklaşık 300 bin Kürt ise temel haklardan bile yoksun bırakıldı.


Suriye rejimi 1963 yılında Türkiye’deki Şark Islahat Fermanı gibi uygulamaları kaynak alarak 12 maddeden oluşan bir soykırım uygulamasını hayata geçirdi. Bunlardan biri insansızlaştırma ve Arapları bölgeye yerleştirme, biri de kimliksizleştirme, yurttaş olarak kabul etmeme. Yine asîmilasyon da bu maddeler arasında yer aldı. Bu nedenle Fırat Nehri üzerine kurulan baraj bahane edilerek burada toprakları sular altında kalmayan Araplar bile Kürt bölgelerine yerleştirildi. Her iki Kürt köyünün arasına 2 Arap köyü yerleştirilerek Kürtlerin toprakları ellerinden alındı. Baas rejiminin Kürtlere yönelik bu politikaları 2000’li yıllarda daha da ağırlaştı.

Korkunç katliamlar!


Bütün bu süre boyunca Kürtlerin direnişi ve bu direnişlere karşı Baas rejiminin katliam politikaları da sürekli gündemdeki yerini korudu. 13 Kasım 1960’da ilkokul öğrencisi yüzlerce çocuğun bir Mısır korku filmi olan “Geceyarısı Hayaleti”ni izlediği Amûde şehrindeki Amudê Sineması’nda çıkan yangında kaç çocuğun öldüğü bugün bile hala kesin olarak bilinmiyor. Ancak birçok kaynak yanan/yakılan Kürt çocuk sayısının 300 civarında olduğunu belirtiyor. Yine 23-24 Mart 1993 tarihinde Haseki Cezaevi’nde çoğunluğu Kürt siyasetçisi olan 65 Kürt bir odaya alınarak cezaevi ateşe veriliyor. Çıkan yangında 65 Kürt yanarak yaşamını yitiriyor.

Qamişlo Katliamı


11 Mart 2004’te ise Qamişlo’da Cihad isimli Kürt futbol takımı ve Arapların Fituve (gençlik) takımı arasında yapılacak maçı izlemek için Derika Hemko, Tirbespi, Sarê Kaniyê, Amudê kentlerinden gelen yüzlerce Kürt, Qamişlo’daki Kürtlerle birlikte Belediye Stadyumu’nda yerlerini aldı. Ancak Kürt taraftarların üstleri didik didik aranırken, Arap taraftarlar ise bıçak ve silahlarla stadyuma girdi. Dêrezor’dan gelen Arap taraftarların “Sizi ikinci Halepçe bekliyor” gibi sloganlar atması ve Saddam posterleri açması üzerine bir anda gerginlik yaşandı. Polis de aradan çekilince ellerinde kesici alet ve silahlar bulunduran Arap taraftarlar Kürtlere saldırıda bulundu. Saldırıda 8 Kürt açılan ateş sonucu yaşamını yitirirken onlarcası da yaralandı.


12 Mart günü Qamişlo kentinin kuzey ve güneyinde cenazeleri kaldırmak üzere toplanan kitle kent merkezine doğru yürüyüşe geçti. Bu serhildan büyük oranda halkın inisiyatifi ile gelişirken oradaki tüm Kürt örgütlerini de bu serhildan bir araya getirdi. Buradaki serhildan ve Kürt birliği aynı anda Kürtlerin yaşadığı bütün kentlere yayıldı. İsyan 21 Mart’a kadar sürdü. Tüm Kürt kentlerine yayılan serhildan Kürtleri bir araya getirdi ve devlet politikalarının geri tepmesine yol açtı. Halkın o günlerde attığı “Kürdistan tek parçadır, Qamişlo Halepçe’dir” sloganları ise bugün Kürtler arasında oluşturulan birlikteliğin tohumlarını atmış oldu.

Kürt partileri birleşti


12 Mart 2004 serhildanlarından sonra Esad güçleri Kürtlerin yaşadığı kentlerde varlığını daha fazla hissettirmeye başladı. Neredeyse köylere kadar askeri güçler ve birlikler gönderilmeye başlandı. Kürtler ise gizli de örgütlülüğünü arttırdı. Mart 2011’de Suriye’de olaylar başladığında da uzun süredir hazırlıklar yapan Kürtler, Demokratik Özerk bir yapı kurma çalışmalarını açık açık sürdürmeye başladı. Böylece Kürtler kendi okullarını açtı, halk meclislerini kurdu ve kendilerini korumak için savunma komiteleri oluşturdu. Kürtler, ayrıca 2004’te attıkları birlik tohumunun ürününü de biçmeye başladı. En büyük siyasi güç olan Demokratik Birlik Partisi’nin (PYD) içinde bulunduğu Batı Kürdistan Halk Meclisi ile Suriye Kürt Ulusal Meclisi arasında 11 Temmuz’da yapılan anlaşma ile Kürt partileri güçlerini birleştirme kararı aldı. Her iki Meclis, Baas rejiminin barışçıl yöntemlerle yıkılmasını istediğini beyan etti. Daha sonra ise Desteya Bilind a Kurd (Kürt Yüksek Konseyi) kuruluşunu ilan etti. Konsey bünyesinde yer alan Kürt siyasal parti ve örgütler “Kürtlerin halk olarak tanınması, anayasada bunun tanımlanmasını ve haklarının güvenceye alınmasını” Kürtlerin kırmızı çizgisi olarak tanımladı. Bu nedenle halk da 29 Temmuz akşamı yapılan gösterilere yoğun bir katılım gösterdi. Bir milyonu aşkın yurttaşın katıldığı eylemlerde “Konsey benim temsilcimdir” mesajı verilerek birlik desteklendi.

Siyasi irade Kürt Yüksek Konseyi’nde


10 üyeden oluşan Kürt Yüksek Konseyi, Suriye’de yaşayan Kürtlerin siyasi iradesi konumunda. Üyelerin tümü değişik siyasi parti ve örgütlerde yer almış olanlardan oluşuyor ve en üst siyasal yapı konumunda. Konsey bünyesinde ayrıca 3 önemli komite de kurulmuş ve çalışmalarını sürdürüyor. Siyasal, Savunma ve Dışişleri komitelerinde tüm örgütlerin temsili bulunuyor. Dışişleri Komitesi dışındaki komitelerin bünyesinde yine bölge ve şehir alt komiteleri de oluşturulmuş vaziyette.

Bolluk bölgesi Cizîr


Türkiye ve Federal Kürdistan Bölgesi ile sınırı olan Dêrika Hemko’dan başlayan, Girkê Legê, Tirbespî, Qamişlo, Amudê, Dirbesiyê ve Serêkaniyê’ye kadar devam eden Cizîr bölgesinde binlerce hektarlık dümdüz bir alan var. Çok verimli topraklara sahip olan bu bölgede buğday, arpa, mercimek, nohut, pamuk, mısır ve sebze çeşitleri ekiliyor. Bölge ayrıca yer altı kaynakları ile de çok zengin. Özellikle Dêrik, Girkê Legê ve Tirbespî bölgesinde binlerce petrol kuyusu ve gaz santrali bulunuyor. Petrol kuyularında çalışan Kanada ve Çinli mühendisler olayların başlaması ile birlikte bölgeyi terk ettikleri için birçok petrol kuyusunda faaliyetler durmuş vaziyette. Bölgeden çıkarılan petrol Suriye kentlerine götürülüp orada rafine ediliyor. Savaştan dolayı bölgeye gaz ve benzin geri gelmediği için ilk başlarda ciddi sorunlar yaşanıyordu. Ancak Kürt bölgelerinde halkın yönetimi ellerine alması sonrası sorunlar minimuma inmiş vaziyette. Yaklaşık 2 ay önce benzinliklerin önünde oluşan uzun kuyrukları görmek neredeyse yok gibi. Araçları bulunanlar Halk Meclisleri’nden aldıkları fişlerle yine Halk Meclislerinin kontrolünde olan istasyonlara giderek benzin, mazot ve gaz ihtiyaçlarını gideriyor.

Kobani ile başlayan dalga!


19 Temmuz 2012 tarihinde Kürtlerin Kobani’de resmi binaları ele geçirmesi ile başlayan süreç bir anda diğer Kürt kentlerine de yayıldı. Zaten büyük oranda örgütlülüğünü oluşturan Kürtler, bütün kentlerde kendilerini korumak amacıyla harekete geçti. Halk böylelikle Arap bölgelerinde yaşanan çatışmaların kendi bölgelerine sıçramasının önüne de geçmiş oldu. Askeri güçlerin bulunmadığı bölgede emniyet güçleri de herhangi bir direniş göstermedi. Halk da söz konusu güçlere herhangi bir zarar vermekten kaçınarak, can güvenliği nedeniyle Humus, Raka ve Halep gibi kentlere gitmek istemeyen emniyet mensuplarına misafir muamelesi yapıyor.


Bugün itibariyle Kürt bölgelerinde hem sınır güvenliği hem de asayiş Kürtlerin oluşturduğu güçler tarafından sağlanıyor. Dêrika Hemko’dan Serêkaniyê ye kadar Türkiye ile sınır olan bölgelerin tamamını Yekîneyên Parastina Gel (YGP) güçleri koruyor. YPG buralarda olası provokasyonlar için Türkiye üzerinden Kürt kentlerine geçişlerin önüne geçmeye de çalışıyor. Kent merkezlerinde ise halkın oluşturduğu sivil asayiş güçleri etkin. Bu güçler gündelik işlerinin yanı sıra ihtiyaç halinde silahlarını alarak göreve gidiyor.

Öcalan’a karşı derin bir sevgi var


Kürt yerleşim yerlerinin tamamında yurttaşlar Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’a karşı duyduğu ilgiyi saklama gereği duymuyor. 1998 yılına kadar Şam’da kalan Öcalan’dan büyük feyiz aldıklarını ve örgütlülüklerini Öcalan’a borçlu olduklarını belirten 7’den 70’e yurttaşlar, Rojava’daki devrimin 30 yıllık bir mücadele zemini olduğunu belirtiyor. Bu nedenle de Rojava’daki Kürtler, hem evlerinde hem de katıldıkları yürüyüşlerde Öcalan’ın posterlerini bulunduruyorlar.

Dêrik’te bütün kurumlar halkın elinde

Baas rejimi tarafından ismi El Malikiye olarak değiştirilen Dêrika Hemko’da halk yönetimin yüzde 95’ini elinde bulunduruyor. Zengin petrol ve gaz yataklarının bulunduğu Dêrik’te, halkın bir bütün olarak Esad yönetimini kentten atmamasının en önemli nedeni mazot ve benzinin hükümet bölgesinde bulunan bölgedeki rafinerilerden gelmesi. Mala Gel’de bulunan oturakların kilise tarafından hediye edildiği Dêrik’te, diğer halkların da Kürtlerin yönetimi ellerine almasından duyduğu memnuniyeti gözler önüne seren önemli somut bir örnek teşkil ediyor. 


Dêrika Hemko Qamişlo’nun yaklaşık 90 kilometre doğusunda yer alıyor. Türkiye ve Federal Kürdistan Bölgesi’ne sınırı bulunan Dêrik, Cudi ve Qereçox dağları arasında Dicle Nehri’nin yanında bulunuyor. Köyler ile birlikte yaklaşık 80 bin nüfusu bulunan Dêrik ismini kentte bulunan tarihi Dêra Meryem a Edra Kilisesi’nden alıyor. Bunun yanı sıra kentte 4 kilise daha bulunuyor. Kent yeni olmasına rağmen eski bir yerleşim yeri üzerine kurulmuş. Yüzde 95’i düzlük olan Dêrik’te bulunan Qereçox Dağı ise; ancak bin metrelik bir yüksekliğe sahip. Derik Ovası’nda buğday, arpa, mercimek, pamuk ve nohut ekiliyor. Hayvancılığın da yoğun olduğu Dêrik’te Koçerlerin ürettiği peynîr ve sîrik de önemli geçim kaynaklarından.

Her karışında petrol var


Girêvira, Çilaxa, Borzê, Şêbanê ve Başotê ismi ile 5 barajın bulunduğu Derîk, yer altı kaynakları ile de zengin bir bölge. Dêrik bölgesinde binlerce petrol ve gaz kuyusu bulunuyor. Suriye’deki petrolün yüzde 75’inin Qereçox, Girkendal, Girêsor gibi yerlerden çıkarıldığı belirtiliyor. Birçok petrol kuyusunun yan yana açılmış olması da zengin petrol yataklarının olduğunu gösteriyor. 1962’de Kürt karşıtı projeler Cizire bölgesinde yoğunlaşınca ve Mihemed Talib Hîlal tarafından hazırlanan Arap Kuşağı projesi uygulamaya konulmak istenince topraklarından edilen Kürtlerin yerlerine Araplar yerleştirildi. Bu proje doğrultusunda birçok ailenin malı ve mülkü ellerinden alınarak Mexmûri diye adlandırılan ve buralara yerleştirilen Araplara verildi. Birçok Kürt aile de Arap kentlerine göçertilirken, birçoğu da kimliksiz bırakıldı.


Dêrik’e ulaşımı sağlayan 3 önemli yol bulunuyor. Bunlardan biri Qamişlo, biri Êndîwer, diğeri ise Zihêriyê bölgesi ile ulaşımı sağlıyor. Êndîwer Köyü Dicle Nehri’nin hemen yanı başında bulunması nedeniyle yaz aylarında yüzbinlerce insanın piknik için uğradığı yerler arasında yer alıyor. Bu 3 yolun da kontrolünü halk güçleri sağlıyor. 3 noktaya kurulan bariyerler ve TEV-DEM bayrakları altında yapılan yol kontrollerinde şüphelenilen araçlar aramadan geçirildikten sonra serbest bırakılıyor.

Kurumlar Halk Meclisi’ne bağlı çalışıyor


Konuştuğumuz herkes Dêrik’in geçmişten beri, kimliğine ve varlığına sahip çıktığını belirtiyor. Bugün kentte bulunan hastane, kaymakamlık, nüfus müdürlüğü, emniyet binası, mahkeme, cezaevi, okul, belediye gibi kurumlar şu sıralar Halk Meclisi’ne bağlı çalışıyor. Kentte bulunan Arap Kültür Merkezi, Kültür Sanat Merkezi’ne; askerlerin bulunduğu mekan Halk Evi’ne (Mala Gel); askeri karakol Asayiş binasına; polis merkezi Halk Mahkemesi, iletişim ve Yurtsever Kürt Öğrenciler Konfederasyonu merkezine çevrilmiş durumda. Ayrıca kentin bir meydanına Azadi (Özgürlük) adı verilmiş. Kimi okulların isimleri de değiştirilerek, eski ismi Rıfet olan okulun “Dibistana Pakrewan Bawer” şeklinde değiştirilmesi oldu.

Mala Gel’e kiliseden armağan


Söz konusu kurumların tamamındaki düzen dikkat çekerken, en çok da Mala Gel’in konferans salonunda bulunan oturaklar dikkatlerden kaçmıyor. “Bunlar kilise oturakları değil mi?” diye sorduğumuzda ise yanımızdakiler “Evet kilise oturakları. Halk Meclisi’nin açılışını yaptığımızda Hıristiyan kardeşlerimiz halk evine bu oturakları armağan ettiler” cevabını verdi. Eskiden yaklaşık 600 güvenlik görevlisinin bulunduğu Dêrik’te şimdi sadece 100 görevli bulunuyor. Bunlar da kent merkezinde bulunan karakollarından çıkamıyor. Konuşmak istediğimiz söz konusu güçler de sadece “misafir” olduklarını söylemekle yetiniyor. Esad rejimine bağlı kentteki son kişiler, Kürtlerin yönetimi ellerine aldıklarından beri herhangi kötü bir muameleye maruz kalmadıklarını belirtiyor.

Çeto: Dêrik’in yüzde 80’ini Kürtler oluşturuyor


Babası Kürt mücadelesinde yaşamını yitirmiş olan Dêrik Halk Meclisi Başkan Yardımcısı Hacî Çeto’nun gözlerinden devrimin yarattığı mutluluğu okumak mümkün. Derîk’i anlatınca “acaba bir şeyler unuttum mu?” kaygısı ile hareket ediyor ve sorduğumuz sorular arasında da farklı konulara değinerek her şeye etraflıca açıklık getiriyor. Kent ve bağlı köylerde yaşayanların yüzde 80’inin Kürt, yüzde 15’inin Hıristiyan yüzde 5’inin de Araplardan oluştuğunu belirten Çeto, Araplardan da kente yerleşenlerin bir bölümünün yaklaşık 100 yıl önce hayvancılıkla uğraştıkları için bölgeye gelenler ve Baas rejimi tarafından 70’li yıllarda bölgeye yerleştirilen Mexmûrî diye adlandırılanlardan oluştuğunu kaydetti.


Kobani, Afrin gibi Dêrik’te de yönetimin yüzde 95’inin Kürt halkının elinde olduğuna dikkat çeken Çeto, Halk Meclisi’nde 111 kişinin bulunduğunu ve bunlar arasında Arap ve Hıristiyanların da olduğunu kaydetti. Kente bağlı yaklaşık 270 köyün yüzde 80’inde komisyon ve meclisler oluşturduklarını belirten Çeto, diğer köylerde de çalışmalarını sürdürdüklerini kaydetti.


Ekonominin başkenti Girkê Legê

Petrol kuyularının açılmasıyla çok hızlı büyüyen Girkê Legê’nin şu an itibariyle yaklaşık 20 bin nüfusu bulunuyor. Su, elektrik dairesi, birkaç okul ve belediye dışında devlet kurumu olmayan Girkê Legê’de, petrol, gaz arama ve çıkarma çalışmaları nedeniyle bölgenin ekonomi başkenti gibi…

Soykırımın eşiğinden ÖZERKLİĞE  bir özgürlük serüveni - 2

El Mabeda olarak ismi değiştirilen Girkê Legê Kasabası eskiden Dêrika Hemko’ya bağlı bir köydü. Ancak buradaki petrol kuyularında çalışan işçi, mühendis ve memurların yerleştirildiği Rimêlan ile birlikte Girkê Legê bir anda gelişmiş. Girkê Legê’nin şu an itibariyle yaklaşık 20 bin nüfusu bulunuyor. Zaten az sayıda devlet kurumu bulunan Girkê Legê’ye Dêrika Hemko’dan zafer haberi gelince daha önceden kurulu olan komiteler hemen devreye girmiş ve söz konusu devlet kurumlarında yönetimi ellerine almış. Tirbespî’de de meclis halkın bütün sorunlarına çözüm oluyor.
Petrol kuyularının açılmasının ardından Rimêlan ile birlikte Girkê Legê de bir anda gelişmiş. Son birkaç yıl içinde hızla büyüyen Girkê Legê’nin şu an itibariyle yaklaşık 20 bin nüfusu bulunuyor. Girkê Legê’nin nüfusunun büyük bölümünü Kürtler oluştururken, bir mahallede ise Araplar oturuyor. Bunlar Mexmûrî diye adlandırılan Araplar’dan farklı olarak kendileri bu bölgeye yerleşmiş. Yine kasabanın girişi ve çıkışına 2 Arap köyü inşa edilmiş. Bu köyler de Mexmûrî diye adlandırılan rejim tarafından asimilasyon ve Arap Kuşağı oluşturulması amacıyla yerleştirilenlerden oluşuyor. Girkê Legê’de sadece bir Mesihi (Hıristiyan) aile bulunuyor. Yine Qamişlo’ya doğru giderken solda yer alan etrafı duvar ve tel örgülerle örülen Rimêlan’da ise Tartus ve Lazkiye’den getirilen Arap işçiler yaşıyor. Ülkedeki kargaşanın ardından burada yaşayan Kanada ve Çinli mühendisler burayı terk etmiş durumda.

O kadar çok petrol var ki...


Girkê Legê Dêrik bölgesinde petrolün hemen hemen en fazla çıkarıldığı yer konumunda. O kadar ki birçok yerde ev ve petrol pombaları iç içe geçmiş vaziyette. Ayrıca bu bölgeden gaz da çıkarılıyor. Bu yüzden de bu küçük kasaba ekonominin başkenti olarak adlandırılıyor. Petrol ve gazın yanı sıra kükürt ve fosfat madeni de bulunuyor; ancak petrol ve gaz kadar değil. Eskiden pamuk, buğday, arpa, mercimek, nohut gibi ürünler ekilirdi. Son yıllarda su kuyularının açılmasına izin verilmemesi sonucu ziraatta da ciddi bir düşüş yaşandı. Girkê Legê’de zeytin dahil birçok ağaç ve ziraat ürününün yetişebileceği belirtiliyor. Ancak devlet tarafından bunların ekimi yine meyve ağaçlarının dikimi yasaklı olduğu için bu fırsat değerlendirilmiyor. Buna rağmen Girkê Legê’nin güneyinde yer alan kimi köylerde zeytin ağaçları yasaklı da olsa yetiştiriliyor.


Yine buradaki petrol ve gaz arama ve çıkarma çalışmaları kanunlara göre yapılmadığı için ciddi sağlık sorunları da baş göstermiş durumda. Bazı köylerde son yıllarda ciddi kanser vakaları oluşmuş vaziyette. Petrol çıkaran şirketler halkın sağlığını ve kanunları hiçe sayarak petrol çıkarmayı sürdürürken, devlet de Kürt bölgesi olduğu için çoğu zaman yaşananlara göz yumuyordu. Girkê Legê’de neredeyse devlet kurumu yok gibi. Su, elektrik dairesi, birkaç okul ve belediye dışında neredeyse tek bir devlet kurumu yok. Bu kurumlar da şu an itibariyle halkın elinde ve buradaki yönetim tamamen halkın eli ile sağlanıyor. 


Emîn: Biz zaten hazırlıklıydık

Kendisi yapılan seçimle iş başına gelen Girkê Legê Halk Meclisi Başkanı Evraz Mihemmed Emîn, Dêrika Hemko’da halkın yönetimi eline aldığı haberi gelince Girkê Legê’de de zaten az olan devlet dairelerine halkın hemen el koyduğunu belirtiyor. Yaklaşık bir sene önce oluşturulan komitelerin hemen devreye girdiğini ve kurumların talan edilmemesi için ilk olarak savunma güçlerinin üzerine düşen görevleri yerine getirdiğine işaret eden Emîn, yine temizlik ve sağlık komitelerinin de ilk günden itibaren görevlerini layıkıyla yerine getirmeye çalıştığını belirtiyor.


Emîn, ilk başlarda bazı Arap ailelerinin kargaşa çıkarmaya çalıştığını ve kavgaların yaşandığını belirterek, “Ancak bu sorunun büyümemesi için de daha önce oluşturduğumuz Sulh (Barış) Komitesi hemen devreye girerek sorunların büyümeden engellemesini sağladı. Yönetime el koyduğumuzda kent merkezinde zaten az olan asayişin tamamı çekilmek zorunda kaldı. Kent merkezinde Esad’e bağlı hiç asker ve güvenlik gücü yok iken, Rimêlan’a ise yığınak yapılmış durumda. Petrol bölgesi olması nedeniyle burada bulunan Araplar da tamamen silahlandırılmış durumda. Buradaki sivil ve askeri güçlerin toplamı ise bini buluyor. Bu bölge üzerine herkesin planı var. Bu nedenle Mexmûri diye adlandırılan kimi Araplar da burada silahlandırılmış durumda. Ancak buna rağmen Rimêlan’da bulunan devlet güçleri Halk Meclisi’nin izni olmadan dışarı çıkamıyor. Silahlı güçler Rimêlan’ın dışına çıkamıyor” ifadesinde bulundu.

Sınırı da merkezi de halk koruyor


Asayiş güçlerinin köylerde de kurulduğunu kaydeden Emîn, Türkiye sınırını oluşturan bölgelerin de YPG güçleri tarafından korunduğunu sınırdan kuş uçurtulmadığını dile getiriyor. Emîn, Girkê Legê’ye ilişkin değerlendirmesini şöyle sürdürüyor:


“Kentte gençler ve kadınlar önemli bir örgütlülük gücüne ulaşmış durumda. Burada millet kendi kurumlarını kendi imkanları ile oluşturdu. Mala Gel, Şehîd Nejbîr Kadın Eğitim ve Bilim Merkezi ve Kültür Sanat Merkezi gibi kurumlar halkın imkanları doğrultusunda oluşturulmuş durumda. Medreset-ül Şehîd Abdurrahman Tahir Şebli okulunun da ismi değiştirilerek Kürtçe eğitimin verileceği bir okula çevrilecek. Kasabada her gün aynı anda farklı komitelerde yer alan 200 kişi çalışma yürütüyor. Bu kentte birlik oluşturulmuş durumda. Yine Dêrezor ve Halep’ten yurttaşlar kaçıyor ve buraya yerleşiyor. Onların zorluk çekmemeleri için yer hazırlıklarımız devam ediyor. Şimdiye kadar yaklaşık 100 Arap aile bizim kasabamıza göç etmiş ve bunlardan 30’u bize başvurmuş diğerleri de yakınlarının yanına yerleşmiş. Daha önce ekonomik nedenlerle diğer kentlere göç eden yurttaşlarımız da kasabalarına geri dönmüş durumda.”


Tek bir caddesi bulunan Girkê Legê’de işler de yüzde 70 oranında azalmış vaziyette. Buna rağmen yönetimin halkın elinde olması nedeniyle bir memnuniyet söz konusu. Yurttaşlar ve esnaf bunu da fotoğraf makinesini görünce zafer işaretleri yaparak gösteriyor.

Araplar artık Kürtlere imreniyor


Girkê Legê’nin yaklaşık 10 kilometre kuzeyinde Arap köyleri var. Anlatılanlara göre bunlar ilk başlarda Özgür Suriye Ordusu bünyesinde örgütlenmek istemişler; ancak farklı aşiretlerden oluştukları ve talana dayalı bir duruma geldikleri için kısa sürede etkilerini yitirmişler. Burada yaşayan Arapların da Kürtlerin yönetim biçimini görünce Kürtlere yanaşmaya başladıkları belirtiliyor.


Meclis Başkanı Emîn’in en fazla muzdarip olduğu konuların başında ise kimi gençlerin topraklarını terk ederek Federal Kürdistan Bölgesi’ne gitmesi. Aslında bu sadece Emîn’in dert ettiği bir durum değil, hemen hemen konuştuğumuz herkes bu durumdan şikayetçi. Yurttaşlar, “Zor gününde toprağını terk eden gençlerin büyük bedellerle statü elde edildiğinde hangi yüzle topraklarına dönecekleri” sorusunu sık sık soruyor. Bu nedenle de Meclis, göçün olmaması için halk toplantıları gerçekleştiriyor ve uyarılarda bulunuyor. Ancak sınırlardan geri dönüşün olduğu de biliniyor. Federal Kürdistan Bölgesi’ne göç eden gençleri büyük bir bölümü aradıklarını bulamadıklarından mıdır başka nedenlerden midir bilinmez geri döndüğü görülüyor.

Latin alfabesi ile Kürtçe eğitim


Yine Meclis Başkanı Emîn, kasabalarında en önemli sorunun kültür sanat konusunda yaşanan eksikliklerin olduğunu ifade ediyor. Bunun aşılması için yoğun çalışmalar içine girdiklerini söyleyen Emîn, Kürtçe dil konusunda da Latin alfabesi ile eğitimlerin verilmeye başlandığını ve ilerleme kat ettiklerini belirtti. Kasabaya bağlı 54 köy bulunduğunu ve şu ana kadar bunların 40’ında meclislerini oluşturduklarını ifade eden Emîn, ayrıca ismi rejim tarafından Cewadiye diye değiştirilen Çilaxa Beldesi’nin de kasabalarına bağlı olduğunu ve burada da meclislerini oluşturduklarını ifade etti.

Karalar içinde 2 Kürt kadını!

Girkê Legê’de Meclis Başkanı’nın söz ettiği kurumları görmek için beraber evden ayrıldığımızda sokakta karalar içinde 2 Kürt kadınına rastlıyoruz. Hikayelerini bilmeden fotoğraflarını çekmek isteyince de yanımda bulunan yurttaş, “Bu iki kadın kardeştir. Önderlik (PKK lideri Abdullah Öcalan) Şam’da iken her iki kardeş de yanına giderek kendisi ile görüşmüş. Tutuklandığından beri de her iki kardeş karalar giyiyor. Kimse renkli bir kıyafet giydiklerini görmüş değil” diyor. İsimleri Esma Murad ve Eyhan Murad olan iki kardeş, daha sonra Kadın Merkezi’ne geçerek burada bekleyen kadınlarla bir araya geldi.


TIRBESIPÎ

Rejim tarafından 1965’de ismi El Qehtaniye olarak değiştirilen Tirbespî’nin ismini beyaz mezar taşlarından aldığı belirtilir. Yaklaşık 20 bin nüfusa sahip olan Tirbespî’ye bağlı 100 köy de Sancak ve Aliyan bölgeleri diye ayrılır. Nüfusun yüzde 75’i Kürt, yüzde 25’i de Arap ve Hıristiyanlardan oluşuyor. Ancak buraya yerleştirilen Araplar da Fırat Nehri üzerine kurulan barajdan dolayı evleri sular altında kaldığı gerekçesiyle Kürt topraklarına yerleştirilen Mexmûri diye adlandırılanlardan oluşuyor.

Çok sayıda kanser vakası görülüyor


Girkê Legê ve Qamişlo arasında bulunan Tirbespî de tıpkı Dêrika Hemko ve Girkê Legê gibi petrol yatağında yer alıyor. Bu kasabada yaklaşık 500 petrol kuyusu bulunuyor. Son 3-4 senede özellikle yabancı petrol şirketlerinin düzensiz bir şekilde petrol çıkarmaları, oksijen için ağaçlandırmanın yapılmaması ve toplum sağlığını ön planda tutmaması nedeniyle ciddi rahatsızlıklar baş göstermiş. Bu nedenle özellikle Halep ve Şam’daki hastanelerde bu kasabadan giden onlarca yurttaşın kanser teşhisi ile tedavi altına alındığı belirtiliyor.


Eskiden buğday deposu olan kasabanın topraklarında şimdilerde neredeyse hiç buğday ekilmiyor. Kasabaya bağlı Lêlan Köyü’nün de tarihi bir yer olduğu ve milattan önce 2000 yıllarına ait eserlerin bulunduğu belirtiliyor. Ancak bugüne kadar herhangi bir araştırma ve koruma altına alınmaması nedeniyle eser kaçakçılarının talanına uğradığı kaydediliyor.


Bu kasabada da yönetim tıpkı diğer Kürt yerleşim yerleri gibi aynı anda Kürtlerin eline geçmiş. Suriye’deki olayların başlaması ile artık açık açık çalışmaların yürütüldüğü Tirbespî’de zaten Kürt Dil Kurumu, Kadın Evi, Kültür Sanat Merkezi kurulmuş ve bu merkezlerde çalışmalar yürütülüyordu.


Neredeyse bütün köylerinde meclis ve komisyon çalışmalarının tamamlandığı Tirbespî’de Hıristiyan’lar da halk meclisinde yer alıyor. Ancak buradaki Arapların tamamı Mexmûri olduğu için Esed rejimini destekliyor. Bu nedenle de şu ana kadar meclis içerisinde yer almış değiller. Kasabada sadece rejimin 50 güvenlik görevlisi bulunuyor. Bunlar da bulundukları merkezden dışarı çıkamıyorlar. Zaten herhangi bir olay olduğunda da bu güçler hiçbir şekilde müdahale etmezken yapılan başvurularda da “Halk Evi’ne gidin şikayetinizi onlara bildirin” diyorlar. Tirbespî Halk Meclisi Başkanı Nureddin Şakir, yapılan oylama sonucu başkanlığa seçilirken, sağlık, eğitim, mahkeme, sosyal işler gibi konularda kurulan komisyonlar da görevlerini yürütüyor.  


ABDURRAHMAN GÖK




İslam Tarihinde En Önemli Kavşak: İKTİDAR İSLAMI SAPMASI

Abbasi devleti ağırlıklı olarak Fars, Kürt ve Türklerin desteği ile ortaya çıkmıştır. Abbasi ile Emevilerin siyasal ve ideolojik anlamda birbirinden ayrılan yönleri vardır. Ama işi iktidar ve iktidar birikimi açısından ele aldığımızda pek de değişen bir şeyin olmadığını görüyoruz. Değişen şey, kendisini çok açık beyan etmeseler de, kavim motifli iktidar değişiklikleridir.

Tarihçi değilim ama tarih ilgimi çekiyor. Tarihe eğilince toplumların ve halkların tarihinde önemli kavşaklar olduğunu görmem daha fazla dikkatimi çekiyor.

İslam dininin algılanışı bakımından günümüzde İslamı yeniden yorumlama ve bunun siyasal araçlarını oluşturup sahneye çıkmaları göz önüne aldığımızda zihniyet, anlayış ve oluşturmak istenen çerçeve daha 7. yüzyılda İslamiyet’te iktidar anlamında yaşanan fikir ayrılıklarıyla şiddetli savaşlara yol açan bir sapmanın yaşandığını ve bu sapmanın 11. yüzyılın sonlarına doğru felsefi, siyasal, ekonomik, kültürel, zihni ve şerhi alanlarında tamamlandığını, günümüzdeki İslami motif altında siyaset yapanların da bu sapmanın devamcıları olduğunu işaret etmek, sanırım İslam’ın gerçek özüne sahip olan ve kabul eden her sorumlu insanın görevidir. Benim yapmaya çalıştığım da budur.

İslam tarihi

 
Özellikle son zamanlarda AKP’nin ve Gülen cemaatinin eliyle topluma hakim kılınmaya çalışılan İslam anlayışı beni daha fazla İslam tarihine göz atmaya yöneltti. Ama bu ilgi, İslam tarihinin tümüne değil, 9. ile 12. yüzyılları kapsayan döneminden söz ediyorum. Bu döneme ilişkin tarih yazımı bakımından fazla belgelere rastlanmıyor, ne yazık ki. Belki de İslam Tarihi boyunca, tarih adına en yanlı kayıtların olduğu bir dönemdir.


Dönemin koşullarını da dikkate aldığımızda, o dönemde yaşamış olan âlimlerin insanlık adına halklar için değer addedecek kayıtlar tutmamalarının haklı nedenleri de yok değil. Bu haklı nedenler o kadar çok ki, birkaç şıkla sayılamaz. Ama buna eğilmeden önce, ele almaya çalıştığım dönemin öncesi hakkında, birkaç cümleyle de olsa değinmekte yarar var.

İktidar sapması

 
Bu bağlamda, hemen başlangıcından ele alırsak; 6. yüzyılın üçüncü çeyreğine kadarki süreci doğuş, son çeyrek ile 7. yüzyılın birinci çeyreği iktidar, birinci çeyreğin sonu ile 9. yüzyıl arası dönemi de yükseliş ve beraberinde gerçekleşen fetihler dönemi olarak değerlendirmek daha gerçekçi gözükmektedir. İslamiyet Hıristiyanlığa nazaran daha erken ve daha hızlı gelişen bir özelliğe sahiptir. Bunun birkaç nedeni olabilir, ama herhalde en önemli neden olarak sayılabilecek ekonomik bir yaşam ve zeminde doğmuş olmasıdır. Bu alanda yoğunlaşma ve baskılama daha üst derecelerde olduğundan dolayı daha yakıcı aciliyet arz eden bir ifade tarzı ve bunu tamamlayan, insanların bu ortamda bir umut beklentilerine umut olmasıdır. Bu iki faktör İslamiyetin hızla gelişip yayılmasının adeta mayasını oluşturmuştur.


Gerçekten de çağ itibariyle o dönemi göz önünde bulundurduğumuzda insan, mekan ve zaman esprisinin şaşırtıcı bir sonucu karşımıza çıkmaktadır. Dönemin iletişim, ulaşım ve insan zekâsının faktörünü de dikkate alırsak, beklenenin çok üstünde kısa bir zaman içerisinde doğuş sürecinin tamamlandığını görmekteyiz. İktidar süreci kısa olması, iktidar tabiiyetinin bir özelliğidir ki, bu her zaman her toplumda ve her yerde kısa sürmüştür. İktidarlaşma sürecini, daha sonraki dışarıya yönelişini, doğuş sürecinin üzerinde geliştiği ve şekillendiği zemin ve zeminde mevcut olan nedenlere bağlamak en doğrusu olmaktadır.


Başlangıçtaki gelişmeleri tayin eden maya ne ise gelişme ve sonuç da ona göre olur. Ama bu sözüm İslamiyetin kendi özüne yönelik değil, doğuş sürecinde hareketin içine kümelenmiş ve iktidarlaşma dönemine ise iyiden iyiye mayasını vermeyi başaran ve giderek işleyişin her alanına nüfuz etmeye başlayan, derdi İslam ve maneviyat değil de iktidar olmak olan kişi ve gruplaradır.

Yayılma

 
Yayılmanın birinci aşaması, iktidarın pekişmesi ve ardından gelen İslamiyet’e ideolojik ve felsefi alanda müdahale sürecinin başlamasıdır. İslamiyet’te iktidarla başlayan sapma, ideolojik ve felsefi açıdan da tamamlanmış oluyor.


Esasen en çok ilgimi çeken dönem bu dönem olmaktadır. Yani, bu dönemde neyin yerine ne ikame edilmiştir? Sorusudur. Bir şeyler değiştirildiği, bir şeylerin tedavülden kaldırılıp, yerine başka şeylerin konulduğu kanlı, bir o kadar da hileli bir dönem olduğu kesindir. İslam dininin her alanında; fıkıhta, fetvada, içtihatta, edebiyatta ve neredeyse yaşamın her alanında köklü gelişmeler baş gösteriyor. İslamiyet’te ciddi bir tartışma ve içtihat dönemi başlıyor. Aslında bu içtihat dönemi iktidarın da işine geldiği için bir nevi göz yumuluyor. Çünkü İslamiyet artık sade haliyle gelişen iktidar birikimine cevap vermiyor. Bunun açımlanması ve yorumlanarak zenginleştirilmesi (!) gerekiyor.


Burada iki çeşit içtihat anlayışı, -buna akım veya kol da diyebiliriz- geliştiğini kendisini gösteriyor. Biri iktidar birikimine cevap olabilecek İslamiyet’in sağ ve geri yorumlanması, diğeri ise İslamiyet’in iktidar aleti olmaması gerektiğini, ama hakim güç olması, görevi de adalet ve insanların eşitliğini savunacak eşitçe paylaşımı sağlamakla, insan ile Allah arasında manevi köprü görevini görmekle görevli olması gerektiğini savunur. Kuşkusuz ikinci görüş İslamiyet’in özüne sahip çıkmak isteyen, doğrusu da onların sergilediği tutum olduğunu güncel gözlemlerimizle anlamaktayız.

Yorumlar

 
İktidar öyle bir şeydir ki, ne kadar yenilikçi yorumlar yaptığını iddia etse de, gerçek hayatta inandırıcılığı olmuyor. Nihayetinde o dönemde de benzer şeyler olmuştur. İktidar yanlısı içtihatçıların bir süre sonra taraf bulmaması, diğer yandan ise iktidarın baskısının artmasına karşılık halkın ilgisini sol yorumu yapan içtihatçılar çekiyor. Bu durum, iktidarın hoşuna gitmiyor. İktidar bir süreye kadar iki koldan gelişmiş olan felsefeden yararlanmaya çalıştığını görmekteyiz. Ne zaman ki tartışmalar yaşanan sorunları gerçekçi ve ilmi bakımdan analiz ediliyor ve bütün sorunların ucu iktidar erkinin kendisinden kaynaklandığı tespiti yapılıyor, işte o zaman iktidar erki hırlamaya başladığını, ehli itikat yorumunu yapan damarın üstüne gittiğini görüyoruz.


9. yüzyılın sonlarında bu damarın ürettiği fikir dünyası belli bir olgunluğa eriştiğini ve iktidarı ciddi anlamda endişeye sokarak harekete geçirdiğini anlamak pek zor olmamaktadır. Bu damarın kurucu ve bilginlerine yönelik büyük baskılar uyguluyorlar. İkinci damarın ise daha çok iktidar erkinin içinde fidesini verip gelişen bir damarla karşılaşıyoruz. Dolayısıyla günümüz terimleriyle, bu damar uzun bir tarihsel iktidar birikimine sahip olmasına rağmen, kendisini İslam içerisinde yeterince ifadeye kavuşturamadığından, gelişen felsefi gelişme ve yorumların karşısında aciz kalmaktadır. Bu acizlik, iktidar içinde ruhani bir mertebe işgal eden dini iktidarın basit bir aracı haline getiren sağ odağın, vicdan ve adalet duygusundan yoksun, kuru bir dini söylemlerle süslenmiş fetvalar çıkartarak iktidarın bu sol yorumun sahiplerine karşı harekete geçirmesinin olanaklarını yaratmışlardır. Ancak hiçbir şeyin olduğu gibi kalmıyor. Değişiyor, ayrışıyor, farklılaşıyor. İki damardan söz ettik. Zamanla her iki damarın da ilk çıktığı gibi kalmadığını görmekteyiz. Örneğin İmam-ı Azam’ın geliştirdiği yorum, kendi koşullarından en ileri ve en İslam’ın gerçek özünü yansıtmasına rağmen, geçen asırlar ardından birkaç kola ayrılıyor.

Damarların zikzak çizmesi

 
Kendisini Hz. Ali taraftarı olarak tanımlayan ve esasen de bu damarın başındaki kişi olan İmam-ı Azam tarafından İslamiyet’in sol, sosyal, adalet ile vicdan taraflarını öne çıkarttığı damardan söz ettik. İkinci damar ise, aslında Hz. Ebu Bekir’e kadar dayanan, ama asıl olarak Hz. Osman şahsında ifadesini bulan ve daha sonra da Yezit tarafından iktidarın gücüyle dini tamamıyla dünyevileştirerek toplum üzerinde baskı aracı haline getiren, çıkışı aynı döneme tekabül eden İmam Şafi tarafından da bu eğilimi bir mezhep haline getirdiği Sünnilik damarıdır. Bu mezhepte iktidar istidadı ve muhafazakarlık ağır bastığı için iktidar alışkanlığı bağımlısı bir fütüvvete sahip olmuştur. Dolayısıyla İslam’ın daha gerçekçi, sosyal, halkçı yönlerini temsil eden İmam-ı Azam geleneğini kabul etmesi mümkün değildi. Bu anlayışları zaten dinsel olarak yorumlamak pek gerçekçi gözükmüyor. Ama bir şekilde din siyasallaştırılıp iktidar aracı haline getirilince, ister istemez dilsel bir retorikle izah edilmemesi pek olanaklı olmamıştır. Gelişmelerin dilsel ve araçsal tabiatı böyle olmuştur.


Bilimin arkasına sığınmak


Bilimsellikte kanıtın toplumsal ve siyasal konularda özellikle bu gibi konularda kanıtın arkasına sığınılması gerçekçi değil, sübjektif ve gerçeğin açığa çıkmamasına yönelik bir tutum olarak değerlendirmek gerekir.


Bu bir oyundur. Tarih boyunca iktidarların karşıtlarına karşı oynadıkları bir oyundur. Günümüzde de aynı şey iktidarlar ve resmi ideolojiler tarafından yapılmıyor mu? Örneğin, son yirmi yıl öncesine kadar da yazılı bir belgede Kürt ve Kürdistan kelimesinin geçmesi, yine bir insanın yazılı bir metinde ben Kürdüm demesi, daha sonraki yıllarda bu yasaklar az da olsa aşılınca, bu sefer Kürtlerin ulusal demokratik hakları demek yasak sayılması, bunun yerine bölge Halkının demokratik hakları denilmesine ancak yasalarca müsaade edilmesi gerçeği yok muydu? Peki, bu durum devam etseydi ve diyelim ki, yüzyıl sonra Kürt asimilasyonu gerçekleştiğinde, biri çıkıp bu dönemi araştırdığında, bu pozitif bilim mantığına göre Kürt adına neyi kanıtlayacaktı? Bu dönemde Kürt’ten ve Kürt haklarından, Kürdün bu dönemde var olduğundan mı bahsedecekti? Böylesi bir savı kanıt anlamında neye dayandıracaktı? Ve bu dönemde Kürdün yaşamış olmasına rağmen. Elbette ki kanıt olacak hiçbir yazılı belgeye rastlanmayacaktı.

Direnişçi filozoflar


İşte iktidarların inkârcı ve yasakçı yaklaşımları bilim için böylesi zorlaştırıcı sonuçlar çıkarmakta olduğunu ve o dönemde de iktidarlar tarafından benzer durumlar yaşanıp günümüz için zorlaştırıcı sonuçlar çıkarttıklarını unutmamalıyız. Peki, o zaman burada bilimin görevi nedir? Nasıl bir mantık ve bakış açıyla bakmalı? Gerçekçi bilim bakımından bence olması gereken şu: O dönemin şarlarını tüm yönleriyle dikkate almak, ezilenlerin ve baskılanmış âlimlerin kişiliklerine, aidiyetlerine ve örttük de olsa motifsel anlamda neleri malzeme olarak kullandıklarına bakılmalı. İşte o zaman Sohreverdi’nin de, Şemsê Şehrezorî de, Xelacê Mansur’un de ne istediklerini rahatlıkla anlayabiliriz. Yasakçılıktan, baskı ve zulümden dolayı düşüncelerini açıkça ifade edememişler diye, dönemin iktidarının telkinleri veya zoruyla haklarında yazdırdıkları metinlere ve oluşturduğu bakış açısına göre mi değerlendirmeliyiz? Elbette ki hayır.


Burada 300 yıllık bir süreçten söz ediyoruz. Bu süreci her yönüyle ortaya koymaya ne durumumuz müsaittir, ne de buna kudretimiz vardır. Burada anlatmaya çalıştığımız bu döneme ehil olanların, özellikle bu dönemde yetişmiş, ilim ve irfan sahibi olmuş Kürt kökenli olan ve kendi eserlerinde de mensup oldukları halkın geçmiş kültür ve felsefi geleneklerini, zenginliklerinin nasıl ve ne derecede kendi eserlerinde vermeye çalıştıklarını incelemek ve yeniden yorumlamaktır. Bu noktalarda süreci ve İslamiyeti gerçekçi bir değerlendirmeye ihtiyaç vardır.

İmam-ı Azam ve Xelacê Mansur


Burada asıl olarak üzerinde durmak istediğim dönemin hem felsefi, hem dini, hem de dönemin iktidar erkinin ve ona bağlı olarak oluşan “yeni” İslamiyet anlayışının iktidarcı yaklaşımıyla gerçekçi damarın bastırılmasıdır. Çok iyi biliyoruz ki, Abbasi devleti Emevileri yıkarak, ağırlıklı olarak Fars, Kürt ve Türklerin desteği ile ortaya çıkmıştır. Abbasi ile Emevilerin siyasal ve ideolojik anlamda birbirinden ayrılan yönleri vardır ve bunun farkındayız. Ama işi iktidar ve kendi bağlamında iktidar birikimi açısından ele aldığımızda pek de değişen fazla bir şeyin olmadığını görüyoruz. Değişen şey, kendisini çok açık beyan etmeseler de, kavim motifli iktidar değişiklikleridir.


Bu damarın ilk yolunu oluşturan İmam-ı Azam, itirazını kavmiyet bakımından ortaya koymadığı kesindir. Onun döneminde İslamiyet mi, saltanat ya da hâkimiyet mi gibi konularda tartışmalar bayağı başlamış ve iktidar da İslam değil de, ganimet peşinde koştuğu, bunun için de sefer düzenlendikleri her yeri adeta talana ve virana çevirmeleri, vicdanı kâmil olan âlimleri İslamı yeniden gözden geçirmeye ve yorumlamaya yöneltmiştir. Çünkü iktidara güçlü ve temeli sağlam bir yerden seslenmeli ve cevap olunmalıydı. İmam-ı Azamêın yaptığı budur. Âdete Kuran’ın fıkıh ve adalet alanında yetmediği yerde İmam-ı Azam imdada yetişmeye çalışmıştır. Ama sonuç nafile. Xelacê Mansur dışında, İmam-ı Azam’dan sonra iktidara karşı itirazını yüksek sesle yapan olmamıştır. Her ikisinin sonu da aynı olmuş; Parçalayarak öldürülme.


Xelacê Mansur’un, Sohreverdî’nin, Şemsê Şehrezorî’nin yapmaya çalıştıkları budur. Bu Kürt kolundan gelen itirazdır. Bir de Fars kolundan da en az bunlar kadar ve hatta daha fazlası itiraz sahibi şahsiyetlerden söz edebiliriz.

İmam Gazali

İslamiyet bu dönemde iktidar gücü ideolojik alanda ciddi bir çıkmaz ve kriz yaşıyor. 300 yıllık baskı ve zulüm insanları durduramıyor. Fikir insanları çoğalıyor ve yüksek sesle haykırıyorlar. İşlerini kolaylaştıran bazı isyanlar da var. Hasan el Sabah ve öncesinde cereyan etmiş olan ufak tefek isyanlar. Ama Hasan Sabah bir nevi o güne kadar ortaya çıkmış bütün muhalif fikirlerin sözcüsü gibi çıkıyor ortaya. Din adı altında Arapların nasıl bir kavmiyetçilik yaptıklarını, en son Abbasilerin son evresinde de Türklerin iktidar kademesinde hakim olmalarından kaynaklı kendi kavmine nasıl yer açmaya çalıştıklarını yereldeki halk çok iyi görüyor. Ama aynı zamanda o dönemde camiler ve medreseler günümüzün üniversiteleri, okulları ve aslında medyayı da eklersek medyası gibi çalıştıklarını hesaba kattığımızda, o dönemin imamları halkı ideolojik açıdan nasıl bir bombardımana tabi tuttuklarını, böylelikle halkı nasıl iktidara bağladıklarını anlamak çok zor değil. Buna rağmen bütün bunlar artık halkı durduramıyor ve ortaya çıkan herhangi bir hareket hemen kısa zamanda taraftar bulabiliyor.


Hasan Sabah’ın önderliğinde ortaya çıkan Alamut direnişçileri, dini alanda ise neredeyse yılda bir tane tarikat doğuyor. Bu durum Abbasileri zor duruma sokuyor. Abbasiler bu dönemde dini alanda da ürettikleri bir şey olmadığını görüyoruz. Melik Şah’ın elinde bir Nizam-ı Mülk var o da devlet ve yönetim konusunda yeteneklidir. Dini açıdan iktidarın uygulamaları karşısında adeta bir bunalım yaşanıyor ve bu konuda halkı tatmin edecek, onları dini vaizlerle, yeni şeyler söyleyerek tekrar devlete bağlayacak kimse yok. Nizam-ı Mülk bu konuda otorite değildir. İşte tam da böylesi bir dönemde İmam Gazali bir “kurtarıcı” gibi iktidarın imdadına yetişiyor. O dönemde değişik tarikat ve günümüzün misyonuyla ortaya çıkan farklı partilerin yakalamış oldukları yüksek düşünsel seviye karşısında devlet acizdir. Elinde bir zor kullanmış ama o da yüzyıllarca kullandığı için yıpranmış ve işe yaramıyor. O halde elinde tek kalan silah ve insanların en kolay teslim alınacağı araç, din kalıyor. Böylece devlete yeni ilahi vasıflar yüklenecek, devletin şahsında da iktidar kutsallaştırılacak, devlet Allah’ın yeryüzündeki gölgesi olarak tanımlanacak, devleti ve devletin başındaki kişiyi adeta Allah’ın yeryüzündeki tezahürü olarak algılatılacaktır.


Uzun süren muhalefet mücadelesi, kendi içinde belli bir yozlaşmaya başladığını hesaba kattığımızda, İmam Gazali’nin çıkışı halka verilmiş taze kan gibidir. Bu süreç kısa bir zaman için iktidara önemli başarılar sağlasa da daha sonraki dönemlerde ortalık tekrar toz duman olduğunu görmekteyiz. O döneme kadar çok olumlu birikimler olarak ortaya çıkan düşünsel akımların tarikat ve tarikat şeyhlerinin eline geçiyor. Zaman içerisinde hepsi tüketiliyor. Sonuç iktidarın yedeği olmaktan öteye bir işlev görmemekte, hatta halktan yükselen muhalefet zamanlarında bu tarikatların devletin yardımcı kolu gibi görev yaptıklarını da görmekteyiz. Burada mesele tarikatların sahip oldukları fikirlerin veya kendini bağladıkları inancın yanlışlığına söylediğimiz bir söz yok, söylemeye çalıştığımız şey, bir zamanlar çıkışı itibariyle zulme, baskıya ve iktidara karşı muhalif olarak çıkan bu damarın sonraki süreçlerde küçük olsun benim olsun mantığıyla tarikatlaştırılması ve ailevi çıkarlar için kullanıldığı için de erken yozlaşmış olmasından ibarettir.


HASAN HARAN