29 Ağustos 2012 Çarşamba

Karasu: Kürtçe Resmi Dil Olmalı


KCK Yürütme Konseyi üyesi Mustafa Karasu, yeni eğitim döneminde Kürtleri, okulları boykot ederek kültürel soykırıma karşı mücadeleyi yükseltmeye çağırdı. Karasu, Kürtler kendi özgülük sistemlerini kurarken işe ilk önce eğitimden işe başlaması gerektiğini kaydetti.

Mustafa Karasu’nun “Anadilde eğitim için boykot kutsal bir eylemdir” başlığıyla Yeni Özgür Politika’da yayınlanan yazısında boykota çağırırken, Kürtçenin resmi olmasını istedi. Karasu, “Kuşkusuz anadilde eğitim yanında Kürtçenin kamusal alanda kullanılması da gereklidir. Türkiye genelinde Türkçe resmi dil olsa da Kürtlerin yoğun yaşadığı alanlarda Kürtçe de resmi dil olur. İsteyen kamuda istediği dili kullanır” dedi

Karasu’nun yazısı şöyle:

“AKP hükümetinin Kürtleri aldatmak ve oyalamak için yürüttüğü psikolojik savaş önemli oranda boşa çıkmış bulunuyor. Her ne kadar Antep olayıyla birlikte psikolojik savaşı tırmandırsa da Kürt halkı artık bu psikolojik savaştan etkilenmeyecek kadar bilinçlidir. Baskı o kadar yoğunlaşmış ve çirkinleşmiştir ki, Türk devletinin ve AKP hükümetinin gerçek yüzü tüm çıplaklığıyla açığa çıkmıştır. Bu gerçek Kürtlerin mücadelesini yeni bir evreye taşımıştır. Kürtler artık sadece mücadele etmeyle yetinmeyecek, mücadelelerini kendi özgürlük sistemini kurmakla iç içe yürüteceklerdir.

AKP hükümeti ve yandaş basını psikolojik savaş gereği pratikleştirdiği bazı şeyleri Kürt sorununun çözümü için önemli adımlar olarak göstermeye çalışmıştır. Dil ve kültür alanında kırıntı kabilinden bazı şeylerle Kürt halkının özgürlük mücadelesini durduracağını sanmıştır. Kürt halkı söz konusu kırıntıların çözüm için değil, çözümden kaçmak ve kültürel soykırımı sürdürmek için gündeme konulduğunu çok iyi görmüştür. TRT 6 açmakla ve seçmeli dersle Kürt sorununu çözmeyi değil, inkarcılığı ve kültürel soykırımı yeni koşullarda sürdürmek istemektedir.

Kürt sorununun çözümünü özde ilgilendiren hiçbir adım atılmamıştır. AKP'nin politikaları Türk devletinin kültürel soykırımı gerçekleştirme hedefini değiştirmemiştir. Hatta adım olarak ileri sürülenler kültürel soykırım amacının üstünü örtmek için kullanılmaktadır. Kürt sorununun esası Kürtlerin siyasi iradesinin ve kendi özyönetiminin tanınmasıdır. Bununla bağlantılı olarak Kürtçenin eğitim dili olması ve kamuda kullanılması çözümün olmazsa olmaz bir boyutudur. Bu ikisi birlikte gerçekleşmeden Kürt sorunu çözülmüş olmaz. Bu ikisi birlikte gerçekleşmeden kültürel soykırımdan vazgeçilmiş olmaz.

Kürt halkı artık bir halk olarak kendi kendini yönetmek istiyor. Siyasi egemenlik altında olmak istemiyor. Bugüne kadarki siyasi egemenlik sistemi Kürtleri yok oluşla karşı karşıya getirdi. Bu egemenlik altında kültürel soykırımı sürdürdüler. Bu nedenle Kürtler kültürel soykırımı durduracak, Kürtler üzerinde kültürel soykırımı düşünmeyecek bir demokratik Türkiye'yi hedefliyorlar. Bu da Kürtlerin kendi kendini yönetmesi, yani demokratik özerklikle sağlanır.

Kürtler artık egemenlik ve kültürel soykırım sistemi altında yaşamak istemiyor. Bu sistemden tamamen kopmak ve kurtulmak istiyor. Bir birlik olacaksa bunun bu sistemden kopuşla ve kendi özyönetimini kurmakla olacağını söylüyor. Duyguda, düşüncede, tutumda artık bu sömürgeci ve soykırımcı sistemden koparak kendi demokratik sistemi içinde özgürce yaşamayı arzuluyor. Çünkü Türk devletinin hiçbir kurumu Kürtlere ait olmadığı gibi, Kürtler için hiçbir meşruiyeti de kalmamıştır

Kürtler için soykırım sisteminin esası da mevcut eğitim sistemi ve okullardır. Bunlar Kürt çocuklarını eğitme değil, kültürel soykırıma uğratma mekanizmalarıdır. Soykırım değirmenleridir. Bu soykırım değirmenleri çalıştığı sürece Kürtlerin varlıkları tehlikededir. Bugün Kürt çocuklarının bu eğitim sistemine mecbur kılınmaları, bu okullara gitmenin zorunlu hale getirilmesi Kürtleri kültürel soykırıma uğratmak içindir. Okullara gitmek bu nedenle Kürdistan'da zorunlu kılınmıştır. Bununla yetinilmemiş, evlerinde Kürtçe konuşan çocuklar cezalandırılmıştır. 8 yıllık zorunlu eğitimin esas nedeni de yine Kürtleri daha fazla kültürel soykırıma uğratmak içindi. Yakın zamanda 4+4+4 biçiminde bile olsa zorunlu eğitimin 12 yıla çıkarılması da yine Kürtleri soykırıma uğratmak içindir. Belki 4+4+4 eğitim sisteminden AKP-Fetullahçılar hükümetinin farklı beklentileri bulunsa da esas olarak Kürtlerin kültürel soykırımını hızlandırmak ve tamamlamak için 12 yıllık zorunlu eğitime geçilmiştir.

Bazı Kürtler “ne iyi, çocuklarımız okuyor” diyebilir. Ama ne pahasına olduğunu düşünmeden! Mevcut eğitimler Kürtlüğü bitirmek üzerine kuruludur. Aslında üniversiteye girme yarışı da kültürel soykırım sistemine girme yarışıdır. Tabii ki Kürtler de eğitim görmelidir, ama böyle olmamalıdır. Kürtler kendi dil ve kültürleriyle yetiştikleri okullarda okumalıdırlar. Türk eğitim sisteminde okumak bir meziyet değildir. Bu okullarda okumak Kürtlere bir şeyler kazandırmıyor, aksine çok kaybettiriyor. Bu okullarda okumamak, okumaktan bin kat daha iyidir. Bu okullarda okuyanların bir kısmı tabii ki Kürtlüklerini unutmuyorlar, Kürtlüklerini koruyorlar. Ancak kültürel soykırım sisteminin bu okullarca yürütülmesi ve derinleştirilmesi bunu anlamsız kılıyor. Çünkü Kürtlüğün esas kaynakları bu okullarda tüketiliyor. Bu açıdan mevcut kültürel soykırımcı okullara kesinlikle yeni bir bakış gerekir. Bu sistemin içinde lise ve üniversite bitirmenin, bu sistemin parçası olmanın bu kültürel soykırım sistemine hizmet ettiği unutulmamalıdır.

Mevcut eğitim sistemine ve okullarına yeni bir bakışla yaklaşmadan ne kültürel soykırımdan kurtulunur ne de özgürlük kazanılır. Bu nedenle mevcut eğitim sistemini boykot etmek ve bu temelde Kürtçeye dayalı yeni bir eğitim sitemi başlatmak çok önemlidir. Kürtler kendi özgülük sistemlerini kurarken işe ilk önce buradan başlamalıdırlar. Yoksa Kürt ana ve babalarının çocuklarını bu eğitim sisteminin okullarına göndermeleri kuzuyu kurda teslim etmek gibidir. Alın bu çocuklarımızı Türkleştirin, kültürel soykırıma uğratın demektir.

Bu açıdan bu yıl okulların açılmasıyla birlikte boykotu yüksek düzeyde gerçekleştirmek; ailelerin çocuklarıyla birlikte Milli Eğitim Müdürlüklerinin (il ve ilçe) önüne yürümeleri çok önemlidir. Bu boykotla tutum koymak; il ve ilçe müdürlüklerine yürüyerek anadilde eğitim istemek bu eğitim sistemine karşı güçlü bir duruş ortaya koymak olur.

AKP hükümeti isteyen ailelerin çocuklarına haftada iki saat Kürtçe dersi verileceğini açıkladı. Kürtçenin seçmeli ders olması Türkiye'nin diğer alanlarında olabilir, olmalıdır da. Ama Kürdistan ve Kürtlerin yoğun yaşadığı yerlerde anadilde eğitimin olması istenmelidir. Kürtler için olması istenmeli, seçmeli dersin yetmeyeceği vurgulanmalıdır. Hiçbir anadil seçmeli ders olamaz. Seçmeli ders, Kürt halkına ve Kürtçeye hakarettir. Okulların açılması vesilesiyle boykotun güçlü yapılması ve anadilde eğitim isteğinin yükseltilmesi bu yıl çok önemlidir.

Kuşkusuz anadilde eğitim yanında Kürtçenin kamusal alanda kullanılması da gereklidir. Türkiye genelinde Türkçe resmi dil olsa da Kürtlerin yoğun yaşadığı alanlarda Kürtçe de resmi dil olur. İsteyen kamuda istediği dili kullanır. Dünyanın tümünde şimdi uygulanan sistem budur. Bu sistem demokratik olmanın birincil ölçülerinden biri haline gelmiştir.

Bir dil eğitim dili olmadan asimilasyon ve soykırımdan kurtulamaz. Bu nedenle Başbakan’ın inkar ve asimilasyondan vazgeçtik sözü büyük bir yalandır, demagojidir. İnkar da, asimilasyon da, kültürel soykırım da devam etmektedir. Bugün Kürt var demek Kürtlüğü yeni koşullarda bitirmek için söyleniyor. Seçmeli ders asimilasyonu örtmek ve Kürtçeyi ortadan kaldırmak için gündeme konuluyor. Kültürel alandaki kimi yumuşamalar da son hızla sürdürülen kültürel soykırımın üstünü örtmek için yapılmıştır. TRT 6 ve üniversitelerde Kürtçe (bu ad hala kabul edilmiş değil) öğretilmesi gündeme geldiğinde İlker Başbuğ ve sözcüsü “tek millet olmayı –yani kültürel soykırımı- engellemeyecek her adım atılabilir” diyerek bunları neden pratikleştirdiklerini itiraf etmişlerdir. Toplumsal hakların reddi olan liberal demokratik çözüm (İlker Başbuğ böyle adlandırıyor) işte bugün Erdoğan’ın çözüm diye Kürtlere yutturmaya çalıştığı yeni kültürel soykırım sistemidir.

Kürtler yeni eğitim yılında okulları boykot ederek kültürel soykırıma karşı mücadeleyi yükseltmelidir. Her alanda kendi demokratik kurumlaşmasını ve özgürlük sistemini gerçekleştirmede adımlar atmalıdır. Bugün Rojava Kürdistan'da halk bunu gerçekleştiriyor. Kürtler eğitim, adalet, sosyal hizmet alanları başta olmak üzere kendi demokratik özerk sistemlerini kurmaya yönelmiştir.

Kuzey Kürdistan'da da Kürtçe eğitim sistemi kurulabilir. AKP yandaşlarının Kürtçe eğitim kabul edilse de gerçekleşemez sözleri demagojidir. Zaten sözde Kürt olan Hüseyin Çelik bile anadilde eğitim olsa da Kürtler çocuklarını göndermez diyerek anadilde eğitime nasıl yaklaştıklarını ortaya koymuştur. Kürtçe eğitim sistemi hemen kurulabilir ve Kürt anaları ve babaları da çocuklarını buraya gönderirler. Türkiye'de Türkçe eğitim sistemi zorunlu kılındığında bugün Kürtler içindeki kadar eğitim verecek öğretmenleri yoktu. Bu nedenle okuma yazma bilen herkesi eğitmen yapmışlardı. Bunlar üçüncü sınıfa kadar çocuklara Türkçe öğretiyorlardı. Şimdi Kürtler içinde ilkokul eğitimi verecek öğretmeler fazlasıyla bulunur. Eğer Kürtçe eğitim dili yapma kararı olsa sadece Maxmur’daki gençler bile böyle bir eğitim sisteminin başlaması için yeterlidir. En azından birinci sınıfta başlanır, dört yıl içinde ilkokul sistemi oturtulur. İkinci dört yılda orta, üçüncü dört yılda lise sistemi yerleşir. İstenirse Kürtçe eğitim sistemi bu yıl da başlatılır. Önemli olan niyettir. Çobanın gönlü olsa tekkeden süz çıkarır derler ya! Önemli olan zihniyet değişimi ve karardır. Bu olduktan sonra Kürtçe eğitim sistemi açısından gerisi çorap söküğü gibi gelir.” 


ANF

Suriye Krizinde Yeni Perde

Esad rejimine karşı Obama ve Cameron'un sert uyarıları ardından Fransa’nın sosyalist cumhurbaşkanı François Hollande, kendisinden önceki Sarkozy’nin savaş politikasını sürdürerek Suriye'yi askeri operasyonla tehdit etti. Fransa, eski sömürge ülkesi Suriye'ye müdahaleye öncülük yapıp geleceğinde söz sahibi olmak isterken, kimi askeri uzmanlara göre operasyon hava saldırısıyla sınırlı olacak.

1920'den 1946'ya kadar Fransızların yönetiminde kalan Suriye'de tarih tekerrür eder mi? Kolay görünmüyor. Libya’da savaşa öncülük yaparak, Kaddafi rejimini kanlı bir şekilde deviren Fransa, savaş sonrası Libya’nın içinde bulunduğu ağır durumla ilgilenmezken, bu kez Suriye’de Türk rejimiyle birlikte savaş çanları çalıyor. Libya’da Fransız ve İngiliz savaş uçaklarının bombardımanı altında hayatını kaybeden binlerce kişiden de, Kaddafi’nin linç edilerek öldürülmesinden sonra bahseden olmadı. Geriye eski Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin, “kanlı diktatör” ve “halkına düşman diktatör” olarak tanıtılan Kaddafi ile işbirliğinin belgeleri kaldı.

“Arap Baharı” olarak adlandırılan ayaklanma dalgasının sıçradığı Suriye'de ise değişimin başlama fişeği, 3 Şubat 2011'de İdlib kentindeki Esad rejimi karşıtı protesto gösteriyle atıldı. Ancak geçen aylar içinde Suriye'deki tablo, batılıların 'Arap baharı' tarihsel sürecin en kanlı sayfasına dönüştü.

Batılı ve Suriye muhaliflerinin kaynaklarına göre ülkede son 17 ay içinde öldürülen insan sayısı 20 bin insanı geçerken, hafta sonu uluslararası haber ajansları Daraja kentinde 320 kişinin katledildiğini bildirdiler. Şam yönetimi ve silahlı muhalif gruplar katliamdan dolayı birbirini suçlarken, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban Ki Moon Esad rejiminden açıklama istedi.

ASKERİ OPERASYON SEÇENEĞİ MASADA


Geçtiğimiz hafta ABD Devlet Başkanı Barack Obama ve İngiltere Başbakanı David Cameron'nun uyarısı ve tehdidine benzer bir açıklama dün Fransa Cumhurbaşkanı François Hollande'den geldi. Suriye'nin kimyasal silah kullanması halinde, bunun uluslararası camianın askeri müdahale yapması için meşru bir neden olacağını vurgulayan Hollande, operasyon hazırlığı sinyali verdi.

Ülkesinin Esad rejiminin devrilmesi için Suriye'de tampon bölge kurulmasına ilişkin müttefikleriyle çalıştığını, ancak isim vermekten kaçınan Hollande, Suriye krizinin Ortadoğu'nun güvenliğini tehdit ettiğini savundu. Hollande, muhalefetten geçici hükümeti kurma çalışmalarını hızlandırmasını isterken, Paris hükümetinin öncelikli olarak uçuşa yasak bölgesinin ilan edilmesi sürecini hızlandırması bekleniyor.

UÇUŞA YASAK BÖLGE MÜMKÜN MÜ?

ABD ve İngiltere'nin ardından Fransa'nın da Şam yönetimini askeri operasyonla tehdit etmesi Suriye krizinin önemli bir aşaması değerlendiriliyor. Zira her üç ülke, özellikle de geçtiğimiz yıl Sarkozy'nin liderliğindeki Paris yönetimi Libya'da Kaddafi'nin devrilmesi operasyonuna öncelik etmişti. Sosyalist lider Hollande'nin de benzer bir rolü alması ihtimal dahilindeyken, operasyona biçimine yönelik seçenekler masada.

Fransa’nın uçuşa yasak bölgesi kağıt üzerinde “uygulanabilir” görünse de, uzmanlar pratikte bunun pek de kolay olmayacağı görüşünde. Zira, askeri açıdan da Suriye bir Libya değil. Beşar El Esad’ın ordusunun elinde 30 mm’lik namluları olan Pantsir-S1 gibi etkili sistemleri ve araçlar üzerine bile taşınan füzeleri bulunuyor. Yine 9K37 Buk M2E füzeleri de çok etkili olduğu belirtiliyor.

Suriye’nin hava savunma sistemine en açık örnek düşürülen Türk uçağı oldu. Uzmanlara göre Suriyeliler düşürmeden önce uçağı tespit edebildi, koordinasyonu sağladı ve ateş emri verdi.

Ayrıca 20'den fazla R-178K14 füze hazır tutulurken, Sovyet yapımı 70 kilometre menzili Luna-M “ 9M21” roketlerinden 18 kompleks, 70 kilometre menzilli isabet gücü daha yüksek olan Toçka 9M79 taktik roketlerden de 18 kompleks var. Bunların yanı sıra Korelilerin Sovyet roketlerini taklit ederek yaptıkları ve sonra bu ülkeye sattıkları 550 kilometre menzilli P-17 8K14 (Scud-B) roketlerinden 20 Kompleks bulunuyor. Şam’ın elinde kendi yapımı roketlerin yanında “Grad” ve “Urgan” kompleksleri var, ki bunlar kimyasal başlıkları taşıyabiliyor.

"SURİYE, IRAK'A BENZEMEYECEK"

Perşembe günü bakanlar düzeyinde Birleşmiş Milletler Suriye gündemiyle toplanmaya hazırlanırken, batılı güçlerin öncelikle uçuş yasak ve Şam'a ambargo kararını çıkartmaya çalışması bekleniyor. İkinci aşamada en güçlü ihtimal hava saldırısıyla Şam yönetiminin 'stratejik' noktaları vurulması yer alıyor. Askeri ve güvenlik uzmanlar ise kara operasyonu ihtimalini zayıf buluyor.

Batılı güçlerin Afganistan ve Irak'taki müdahalelerden ders çıkardığını düşünen ve bundan dolayı Fransa ile İngiltere'nin kara operasyonuna kalkışmayacağını öngören Bonn Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü'nden Thomas Speckmann, her iki ülkenin Libya ile birlikte yeni bir doktrini de hayata geçirdiğini savundu.

Alman Die Welt gazetesi için Suriye krizini analiz eden Speckmann, bir yandan her iki ülkenin eski sömürgelerine döndüğünü, diğer yandan da ABD'nin Irak ve Afganistan'daki gibi bir role sahip olma niyetinde olduklarını belirtti. Speckmann'e göre artık yabancı güçlerinden karadan işgal etme dönemi bitti.

Ancak hava operasyonun da Libya'dan farklı iç dinamiklere sahip olması, Rusya ve İran’ın etkisi, bölgedeki Kürt faktörü, Türkiye ile komşuluk, Batı destekli silahlı gruplar, hatta Esat ordusu gibi katliamlara karışmaları, Suriye'nin sadece batı için değil dünya siyaseti için de yeni bir tecrübe olacağını şimdiden haber veriyor.

ŞAM: ŞİDDETİN YÜZDE 60’INDAN TÜRKİYE SORUMLU

Öte yandan Suriye’deki katliamlar ve şiddetlenen savaşta Baas rejiminin onlarca yıldır yürüttüğü baskıcı uygulamaların yanı sıra, ondan daha az baskıcı olmayan rejimlerin rolü tartışma konusu yapılmıyor. BM’nin açık bir şekilde savaş suçu işlemekle suçladığı silahlı grupların bu savaşı aldığı siyasi, asker ve ekonomik destekle yürüttüğü unutuluyor. Bu durumda işlenen suçlardaki Batı ve Türkiye-Katar-Suudi Arabistan üçlüsünün ortaklığı sorgulama konusu yapılmıyor.

İngiliz Independent gazetesinin deneyimli Ortadoğu muhabiri Robert Fisk’e konuşan Suriye Dışişleri Bakanı Velid Muallim, Suriye'deki krizin asıl sorumlusunun ABD olduğunu savunurken, şiddetin yüzde 60'nın kaynağının ise, Türkiye, Katar ve Suudi Arabistan olduğunu söylüyor.

BÖLGESEL SAVAŞ TEHLİKESİ

Suriye’ye yönelik olası bir askeri müdahaleyle savaşın tüm bölgeye yayılacağı yönünde ciddi endişeler var. Özellikle Lübnan’da Sünni ve Alevi mahalleler arasındaki çatışmalar savaşın sınırların dışına çıktığını gösteriyor. Bu da beraberinde öngörülmez sonuçları doğurabilir.

Batı ve Ankara destekli silahlı gruplar ile baskıcı Şam rejimi arasındaki savaşta, askeri müdahale tamtamları yükselirken, olası bir müdahalenin türü, kapsamı ve yol açacağı sonuçlarını şimdiden kestirmek güç görünüyor. 


ANF

Devrimci Halk Savaşı, Kendi Sistemini İnşa Etme Gücüdür

Ekin DORŞİN

Demokratik modernitenin sistem olarak inşa edilmesi bu saldırıların önüne geçecek gücü oluşturmak demek oluyor. Devrimci halk savaşının gelişimi ve derinleşmesinin ekseni de bu doğrultuda Önderliğimizin özgürlüğü olmalıdır.

İnsanlık tarihi sürekli iki zıt (devletçi-iktidarcı ve komünal) güçlerin mücadelesi ile birlikte ilerlediği bir gerçektir. Sistemlerin hangisi zihniyetini, kurumlarını ve bu kurumlarını işlevselleştirdiği oranda toplumsal tarihsel yapıda geçerli olmuştur. Üstünlük kazanımı da daha çok zihniyet ve kurumlaşmanın sağlanması ile birlikte sağlanmıştır. Birçok halk devrimi bu esaslara bağlılık sonucu olarak gerçekleştirilmiştir. 

Kürdistan gerçekliğinde yüz yıllardır sürekli iktidarcı egemen güçlere karşıt bir direniş içerisinde olduğumuz bir gerçektir. Özellikle Cumhuriyetin gelişimiyle Kürtlere hiçbir biçimde insani bir yaşam imkânı tanınmamıştır. Ne kadar isyan, direniş, fedakârlık gösterilmişse ve bedeller verilmiş olsa da yöntemlerin doğru uygulanmaması bizleri katliamlarla karşı karşıya bırakmış, istenilen sonucu elde etmemizi engellemiştir. Bu yenilgiler özgürlük umudunu, inancını bizlerde zayıflatmış olduğu gibi gerçekleşen yönelimler öz değerlerimizden kopmamızı da getirmiştir. 

Reel sosyalizmin gelişimiyle gerçekleşen birçok halk devrimi, Önderliğin ortaya çıkışı ve PKK’nin öncülüğü Kürtler için yeni bir umut ve mücadele kapısı aralamıştır. Birçok ülke gibi sömürge altında bulunan ülkemiz açısından Ulusal Kurtuluş Mücadelesi vermek en doğru yöntem olarak görülmüştür. Özgürlüğünü, kimliğini, dilini yitiren Kürt halkı bu yeni umut ışığıyla yola koyulmuş, küçük bir grupla başlayan bu diriliş mücadelesi, kurtuluş mücadelesine evirilmiştir. Binlerce milyonlarca kişinin desteğiyle, iktidarcı güçlere karşı Ortadoğu’nun öncü gücü olunmuştur. 

Önderlik öncülüğünde inşa edilen Özgürlük Hareketi toplumsal yapıya nüfuz ettikçe, sadece ulusal kurtuluş hareketi olarak toplumun sorunlarına yanıt olunamayacağını fark edilmiştir. Bu fark ediş doğrultusunda, ulusal varlık sorunu çözülmeye çalışılırken toplumun farklı varlık sorunlarına da çözüm geliştirilmeye çalışılmıştır. Toplumsal gerçeklik düzleminde yaşanan sorunların hakikatle bağı kurularak tanımlanmaya çalışıldıkça, çözüm yöntemleri de yeniden ele alınıp, değişimlere gitmiştir. Çünkü kapitalist modernite toplumsallığı bozarken sadece ulusları egemenlikleri altına alarak bu bozulmayı sağlamadılar. Toplumun tüm ahlaki ve politik değerleri kapitalist modernitenin kar ve sermaye denklemi içerisinde ele alınmıştı. 

Bu gerçeklikler doğrultusunda Özgürlük Hareketi, bir ulusal kurtuluş hareketi olmanın ötesine taşınmış ve toplumun saldırı altındaki tüm değerlerini yeniden gün ışığına çıkmasını sağlamıştır. Toplumun ahlaki ve politik değerlerini ortaya çıkarma mücadelesi uzun süreli bir mücadele olduğu gibi bu değerleri var kılıp, koruma ve geliştirme mücadelesi de uzun süreli bir mücadeledir. Her şeyden öte bu uzun süreli mücadelenin yöntemlerinin de moderniteden arınmış, onu doğru bir yönden eleştirmek de gerekli. Çünkü şimdiye kadar gelişen sistem karşıtı güçlerin mücadeleleri karşıt olmalarına rağmen modernitenin oluşturduğu yol ve yöntemlerin çok da dışına çıkamayan bir düzlemde gerçekleştirildi. Dolayısıyla karşıtlık olmaktan çıkarak farkında olarak ya da farkında olmayarak liberalizmin önemli bir mekanizması haline dönüşmelerine neden olmuştur. 

Sistem karşıtı güçlerin tarihleri ele alındığında görülecektir ki modernitenin inşa ettiği yöntemlerle mücadelelerini geliştirmişlerdir. Böylece onların vardıkları yerlerden başka yerlere varamamışlardır. Mutlaka ortaya çıkardıkları önemli tarihsel değerler vardır. Fakat geldiğimiz tarihsel aşamada başarılı olamadıkları da göz ardı edemeyeceğimiz bir gerçekliktir. Buradan da anlaşılacağı kadarıyla toplumsal tarihsel inşanın bize anlattığı önemli bir gerçeklik de mücadelelerde kullanılan yöntemlerin amaçla buluşmada belirleyici olduğudur. Yol ve yöntemler ne kadar ahlaki ve politik toplum hakikatine ulaştıracak doğrultudadır? Bu yöntemler neleri ortaya çıkarabilecek özellikler taşıyor? Toplumun ahlaki ve politik niteliğini geliştirip, koruyabiliyor mu? Eğer bu sorulara özgürlük eğilimini güçlendirecek ve koruyacak temelde yanıt verebiliyorsak doğru yol ve yöntemlerle oluşuyoruz demektir. Tabi değilse toplumun özgürlük umutlarını yerle bir edecek bir pozisyonda ve değerde olduğumuz gerçekliğindeyizdir. 

Şimdi bu soruların çokça sorulduğu bir düzlemdeyiz. Kapitalist modernite çok yönlü olarak sorgulanıyor. Bu sorgulamalar karşısında kapitalist modernite saldırılarına her günkünden daha fazla saldırılarla karşıtlarını yok etme girişiminde. Kapitalist modernist güçler toplumun inşa ettiği tüm değerleri yerle bir etmeye çalıştığı, kriz yönetimleri oluşturduğu ve bu yönetimler dur durak bilmeden her an zihinlere tecavüz ettiği bir aşamadayız. Topyekûn saldırının geliştiği böylesi süreçler Topyekûn Savunma yürütülmeli. Fakat bir taraftan savunma ve direniş yürütülürken diğer taraftan asla daralmalara izin vermeyen tutumlar içinde olmak gerekir ve bu zorunlu bir ihtiyaçtır. Bu nedenledir ki Önderliğimiz içinde bulunduğumuz süreci 4. Hamle süreci olarak tanımladı ve bu hamle sürecinin temel görevlerinden biri de “Devrimci Halk Savaşını” geliştirmektir. 

Tabi burada şunu da belirtmek önem taşıyor. Toplumsal tarihsel inşada öncülük yapan kadınların, kendi değerlerine daha güçlü sahip çıkması ve geliştirmesi gerekir. İçine düşülen tarihsel hataların ve yetersizliklerin gerçekliğini ortaya çıkartarak, ahlaki ve politik toplumun savunuculuğunu yapabilmektir. Sadece savunma pozisyonunda kalmak yerine ahlaki politik toplum kurumlaşmalarına giderek sistem oluşturmak durumundayız. Kapitalist modernitenin sızdığı tüm alanlarda zihniyeti sorgulamak ve kurumlaşmalara gitmek sistemin kriz yönetimlerini zorlayacağı gibi sistemin kendisini de zorlayacaktır. Özgürlük mücadelesini yürüten kadınlar olarak şunu çok iyi biliyoruz ki zihniyetimizi sorgulamadan sistemimizi oluşturamayız. Sistemimizi sorgulamadan da zihniyetlerimizi yeniden ele alamayız. Çünkü sistemler zihniyetlerin iz düşümleridir. 

Bahsettiğimiz sistem sorunları mutlaka uzun süreli bir mücadele seyri ile inşa edilebilir. Fakat yukarıda da ifade ettiğimiz gibi kapitalist modernitenin içinde bulunduğu dönem kriz dönemidir. Özellikle Ortadoğu coğrafyasında sistem krizi daha da yoğunlaşarak devam ediyor. Kriz yönetimleri bölgeyi denetim altında tutabilmek için sürekli yeni politikalara gitme, yeni modeller oluşturma çabası içerisinde. Bu çabalar sistemin zirvedeyken aynı anda düşüşü de yaşadığının bir göstergesi oluyor. Belki bu düşüş üzerine birçok örnek verilebilir. Fakat inanıyoruz ki herkes kendi günlük yaşadığı politik gerçekler ile bu durumun çok yoğun farkındadır. Krizin derinleşerek devam etmesi uzun sürmeyecektir. Krizli ortamın derinleştiği böylesi süreçlerde sistem kendisini değiştirmeyle yüz yüze kalacaktır. Başta da belirttiğimiz gibi, bu değişimin ne yönde evirileceğini ise savaşan güçler belirleyecektir. Yerimizde durmak, izlemek, direnenler mutlaka kazanacaktır demekle bu eğilim halklardan yana gelişmeyecektir. Boşluk affetmeyen kapitalist modernite, kendisini çok yönlü geliştirmeye çalışırken, özgürlük eğilimini temsil ettiğini iddia eden güçler böylesi süreçleri çok aktif karşılamak ve yaşamak durumundadırlar. Devrimci Halk Savaşının temel gerçekliği de burada yatıyor. 

Önderliğimiz toplumsal tarihin oluşturduğu tüm demokratik ve komünal değerleri ortaya çıkarırken üzerine büyük bir emekle kendisinden kattıkları ile inşa çalışmalarını güçlendirdi. Kadının toplumsal hakikatini ortaya çıkarma çabasını ise büyük bir özenle gerçekleştirme çabası içerisinde. Dolayısıyla kapitalist modernist sistemin Önderliğimiz üzerindeki saldırısı da daha fazla yoğunlaşarak devam ediyor. Bu saldırıların önüne geçmek Önderliğin dile getirdiği yaşam sisteminin inşa edilip, toplumsal yapıda geliştirilmesidir. Demokratik modernitenin sistem olarak inşa edilmesi bu saldırıların önüne geçecek gücü oluşturmak demek oluyor. Devrimci halk savaşının gelişimi ve derinleşmesinin ekseni de bu doğrultuda Önderliğimizin özgürlüğü olmalıdır. Önderliğimizin özgürlüğü demek aynı zamanda kapitalist modernist güçler karşısında demokratik modernist güçlerin hem zihinsel hem de yapısal olarak devrim gerçekleştirmenin önemli bir adımı demektir. Bu konuda geriye çeken yaklaşımlar içerisine girmek Kürdistan’da gelişen serhildanların içine düştükleri yetmezliklerin tekerrürü anlamına gelecektir. 

Böylesi bir süreçte her türlü söylem ve eylemlerimiz bir halkın kaderini bağladığı gibi Önderliğimizin içinde bulunduğu koşulları da belirleyecektir. Özelde Kürdistan kadınları olarak bu sürecin hem zihinsel hem de kurumsal yapılanmanın öncülüğünü yapmak Önderliğimizin özgürlüğüne her günkünden daha yakınlaşmayı getirecektir. Birde Kürdistan gerçeğinde hiçbir serhildan sürecinde kadının bu kadar güçlü örgütlü bir gelişimi yaşanmamıştı. Dolayısıyla böylesi bir farkla önemli avantajlar içerisindeyiz. Diğer bir avantaj ise Önderliğimizin çok güçlü deşifre ettiği kapitalist modernite gerçeğidir. Çözümlemesi yapılmış, deşifre edilmiş bir sistemle mücadele, el yordamıyla aramaktan çok daha güçlü avantajları doğurur. Yapılması gereken bu gerçeği fark edip, anlama kavuşturup, eylemleştirmektir. Eylemleşen anlam derinleşip, yeni anlamlara doğru yol alacaktır. Bu avantajlı konumdayken, gerisinde duruş içerisinde olmak, mücadelenin her bir ferdi açısından altından kalkılamayacak tarihsel sorumluklarla bizi karşı karşıya getirecektir.

Neden Kuantum?

Xebat ANDOK

Paradigma değişikliğinin neden yapıldığını öğrenmek için kuantumun anlaşılması gerekir. Çünkü kuantum bilimsel anlamda, ispatlamaktadır ki devlet ve onu doğuran zihniyet anormaldir, doğal değildir, sapkındır, insan ve toplumsal doğaya uygun değildir.

Yeni Paradigmadan bahsedildiğinden beri Özgürlük Hareketi kuantuma eğitim müfredatında yer vermektedir. Kürt halkını soykırım kıskacından kurtarmaya çalışan ve tarihsel sorunlarla uğraşan böyle bir hareket neden kuantuma yer vermektedir? Bu kadar yoğunluk ve iş içinde kuantumu ihtiyaç haline getiren şey nedir? Kuantuma yer vermek acaba bir lüks müdür? Tüm bu soruların cevabı yeni paradigmayı anlamakta önem kazanıyor. 

Birincisi; toplumsal gerçeklikler inşa edilmiş gerçeklikler olduklarından, inşa edilecek toplumun inşa teorisinin de doğru olması gerekir. Adorno, “yanlış hayat doğru yaşanmaz” demiştir. Bu esaslı tespit de göstermektedir ki; doğru bir yaşam için zihniyetin de doğru olması gerekir. Yanlış bir zihniyetle doğru bir yaşam oluşturulamaz. Bu nedenle de zihniyet ve teori hakikate göre olmalıdır. İşte tam da bu noktada günümüz hakikat arayışçıları açısından kuantuma ihtiyaç vardır. Çünkü bilimin geldiği düzeyi gösteren kuantum da tıpkı kendisinden önceki mitolojik, dinsel ve felsefik yöntemler gibi bir hakikate ulaşma yoludur. 

Mevcut durumda kuantum, bilimde zirve halini yaşamaktadır. Bilimsel olmak isteyen ve varlık, insan, toplum, evren gerçekliğini anlamaya çalışan, kuantuma ilişkin gelişmeleri takip etmek zorundadır. Bu, hem insanın kendi gerçekliğini tanıması için hem de bağlantılı olarak evreni tüm çeşitliliğiyle tanımak için gereklidir. Özgürlük Hareketi hakikat yolunda ilerlerken, bilimin kaba materyalist yorumunu aşan ve evreni canlı gören kuantumun verilerine göre hareket etmek durumundadır. Çünkü kuantumun verileri oluş hakkında hakikate bilim adına en yakın olan dönemin ifadesi olmaktadır. 

İkincisi; bu genel zihniyet devrimi temelinde gerçekleşen paradigmal değişimin sebeplerini öğrenmek ve yeni paradigmayı öğrenmek için kuantumun öğrenilmesi gerekir. Paradigmal değişimin nedenleri anlaşılmazsa, bu değişikliklerin ''taktiksel olarak yapıldığı'' yanılgısına kapılınacaktır. Yine Özgürlük Hareketi’nin devletleşme amacına ulaşamamasının ve bu yönlü ''güçsüzlüğün bir sonucu'' olarak ele alınacaktır, paradigmal değişim. 

Hâlbuki paradigmal değişim, hakikat arayışının sonucudur ve kendiliğinden de olmamıştır. Eski paradigma, devlet amaçlı paradigmaydı. Bu nedenle de karşısında mücadele yürütülen sistemin dışında değildi.  O paradigmayla kendimizi hiyerarşik-devletçi sistemden tümden koparmamız mümkün olamazdı. Devletçi paradigma bizi tam da sistemin kendisine götürüyordu. Zaten bu nedenledir ki Önderliğimiz: “eski paradigmayla başarılı olsaydık, sonumuz PDK ve YNK gibi olacaktı” dedi. Peki, Özgürlük Hareketi hiç kendine PDK ve YNK gibi olmayı kendine amaç belledi mi? Hayır, tam tersine bu çizginin karşıtı ve alternatifi olarak ortaya çıktı. O halde karşıtına benzeşmeye neden olan şey nedir? Bu sorunun cevabı, tarihte demokratik-komünal temelde gelişen çabaların neden başarısız olduğunu da vermektedir. Bu çıkışlar, mücadeleler neden var olan sistem içinde eridiler ve ulaştıkları sonuçlar amaçlarına uygun gelişmedi? Sonuçta kendi karşıtları oldular. Var olan sistem onlar üzerinden kendini besledi ve ömrünü uzattı. İşte, PKK bu yanlışlığı tekrarlamamak için kendini hiyerarşik-devletçi sistemden olduğunca kurtarma çabası içinde olmaktadır. Önderliğimiz tam da bu noktada üçüncü doğuşundan bahsetti. Ve “genelde devlet odaklı, özelde de kapitalist modern yaşamdan kopuşu üçüncü doğuş dönemim olarak adlandırıyorum” dedi. Kendini her yönüyle hiyerarşik-devletçi sistemden koparmaktan bahsetti. Paradigmal değişim bu noktada gündeme girmiştir. 

Yeni paradigma, bilimsellik yönüyle kuantuma dayanmaktadır. Yani kuantum yeni paradigmanın bilimsel altyapısını oluşturmaktadır. Eski paradigma ise bilimsel açıdan kendisini klasik fiziğe yani Newton fiziğine dayandırıyor. Özellikle de 1950’den sonra sosyal bilimciler kuantumun da verilerinden yararlanarak yeni paradigmadan daha sık bahseder oldular. Kuantum bu noktada onlara bilimsellik adıyla iyi bir dayanak oldu. Zaten pratikte de eski sosyal bilim anlayışının tespitleri önemli ölçüde kapitalizm ve reel sosyalizm şahsında boşa düşmüştü. İyiden iyiye güvenilirliğini yitirmiş tespitlere dayanıyordu, mevcut sistem. Yaşamın öğrettikleri kuantumun bilimsel verileriyle bileşik etki olarak sosyal bilimde yeni paradigma döneminin kapılarını açtı.  

Peki, paradigmanın kendisi nedir? Neden bu kadar önemlidir? İnsan ha eski ha yeni diyemez mi?

Paradigma evrensel bakış açısıdır. Bununla bağlantılı olarak sorunların çözümünde kullanılan kalıp ve formülasyonlardır.  Yani aynı zamanda yol ve yöntemdir. Zaten yol ve yöntem de özünü evrensel bakış açısından almaktadır. Bundan kaynaklı insan diyebilir ki; paradigmada hem zihniyet yönü hem de yol ve yöntem yönü vardır. En genel anlamıyla da amaca ulaşmada kullanılan yol ve yöntemlerdir. Örneğin paradigma çerçevesinde ulus sorununa bakalım:

Eski paradigmaya göre ulusal sorunun çözüm yol ve yöntemi devletleşmekti. Yani, ulus olabilmek ve ulusla bağlantılı sorunların çözüm yolu devletleşmekti. Yeni paradigmada ise ulusal sorununun çözüm yol ve yöntemi devlet dışılıktır. Yani, demokratik ulus çerçevesinde toplumun devlet dışı örgütlendirilmesidir. Dikkat edecek olursak; her ikisi de ulusal sorunu çözme çabasındadır. Ama bir tanesi devletle çözmek isterken, diğeri devlet dışı toplum örgütlenmesiyle çözmeye çalışmaktadır. Yani her ikisinde de amaç birdir. Amaç ulusal sorunun çözümüdür, en azından Özgürlük Hareketi açısından bu söylenebilir. Ama kullanılan yol ve yöntemler farklıdır. Sadece bu örnek bile paradigmanın ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. Yol ve yöntem yani paradigma toplumsal yaşam açısından çok büyük önem taşır. 

İşte, paradigma değişikliğinin neden yapıldığını öğrenmek için kuantumun anlaşılması gerekir. Çünkü kuantum bilimsel anlamda, ispatlamaktadır ki devlet ve onu doğuran zihniyet anormaldir, doğal değildir, sapkındır, insan ve toplumsal doğaya uygun değildir. Bu nedenle de hakikatten uzaktır ve ona karşıttır. Zaten bundan kaynaklıdır ki; kim devlet olmuşsa-kim olursa olsun- sorunları çözememiş, aksine daha da derinleştirmiştir. Yine bunun içindir ki Önderliğimiz “bana verseler de kabul etmem” dedi.

Kaynak:  http://www.komunar.net