6 Haziran 2012 Çarşamba

CHP'nin Kürt Sorunu İçin Yol Haritasının Tam Metni

1. Kürt meselesi ülkemizin gündeminde sürekli olarak ve üst sıralarda yer almaya devam etmektedir. Bu meselenin çözülememesinin bir sonucu olarak şiddet olayları ve terör eylemleri sürmektedir. Her gün can kayıpları yaşanmakta, ülkemizin beşeri ve ekonomik kaynakları heba olmaktadır.

2. Cumhuriyet tarihi Kürt meselesinin salt güvenlik eksenli politikalarla çözülemeyeceğinin kanıtlarıyla doludur. Genelkurmay Başkanlığı’nın verilerine göre, 1984 ile 2009’un Nisan ayı arasında tam 11 bin 735 güvenlik görevlisi ile 30 bine yakın PKK mensubu ve binlerce sivil yurttaşımız hayatlarını kaybetmişlerdir. Faili meçhul cinayetlere kurban gidenler ile kayıpların sayısı bu rakamlara dâhil değildir.

3. Güvenlik eksenli politikaların Kürt meselesini çözemediği acı tecrübelerle aşikâr hale gelmiştir. Başka seçeneklerin hayata geçirilmesi, ertelenemeyecek bir ihtiyaç olarak önümüzde durmaktır. Bu bağlamda, siyasi alanın toplumsal barışı sağlayacak demokratik bir çözüm için yeniden düzenlenmesi ve yeni araçların devreye sokulması gerekmektedir.


Bugüne kadar değişik Hükümetler döneminde yapılan açılımlar istenilen sonuçları tam olarak vermemiştir. Bu olumsuz durumun esas nedeni, siyasi çözümün sadece Hükümetlerin işi olarak görülmesi ve TBMM’nin yeterli ölçüde sorumluluk üstlenmemiş olmasıdır. Bu, sorunun kapsayıcılığıyla bağdaşmayan bir yaklaşımdır.

4. Ülkenin önemli ve bütün toplumu ilgilendiren sorunlarının çözümünün asli adresi TBMM’dir. Kürt meselesinin çözümü ulusal mutabakat gerektirmektedir. Ulusal iradenin tecessüm ettiği çatı TBMM olduğuna göre, ulusal mutabakatın oluşacağı yer de TBMM’dir.

5. Toplum, kutuplaşmanın ve gerginliğin sürekli artmasına yol açan çözümsüzlük ortamından kurtulmak ve insanlarımızın artık yaşamlarını yitirmeyeceği, barış, huzur, güven ve güvenliği sağlayacak bir çözümü görmek istemektedir.

6. Anayasa gibi toplumsal mutabakat gerektiren temel bir konuda çalışma başlatarak uzlaşma arayışına giren TBMM’nin Kürt meselesinde benzer bir çalışma içinde olmaması/olamaması, izah ve kabul edilebilir bir durum değildir.

7. Bu mülahaza ve nedenlerle Kürt meselesinde, TBMM denetiminde bir süreç ve mekanizma oluşturulmasını gerekli görmekteyiz. Bu önerimizin amacı; siyasi partiler arasında doğrudan ve sürekli bir diyalog imkânı yaratmaya; görüş ve yaklaşım farklılıklarını asgarî düzeye indirmeye ve siyasetin dilini uzlaşma ve demokratik çözüm temeline oturtmaya çalışmaktır. Böylece bu meselenin; siyasi partiler arasında polemik, yıpratma, üstünlük ve yenilgi konusu olmaktan çıkarılacağını umut ediyoruz.

8. Önerimiz, TBMM bünyesinde bir “Toplumsal Mutabakat Komisyonu" ile sivil alanda, TBMM ile bağlantılı ve koordineli şekilde faaliyet gösterecek bir “Akil İnsanlar Grubu" oluşturulmasını öngörmektedir.

9. Toplumsal Mutabakat Komisyonu, TBMM’de grubu bulunan siyasi partilerin eşit katılımıyla toplam sekiz üyeden oluşacaktır. Bu komisyonun çalışmalarına yardımcı olacak Akil İnsanlar Grubu ise, yine siyasi partilerin eşit sayıda önerecekleri toplam on iki üyeden oluşacaktır.  Toplumsal Mutabakat Komisyonu, kendi çalışma kural ve yöntemlerinin yanı sıra Akil İnsanlar Grubu’nun da görev tanımını belirleyecektir.

10. Toplumsal mutabakat arama sürecinin işleyişi ve gelişimi sürecinin konusundaki öngörümüz de aşağıdaki gibidir:

a) Hükümet; terör ve şiddetin sona erdirilmesi ve silahsızlandırma konuları dâhil, Kürt meselesinin çözümüne ilişkin düşünce ve önerilerini, bugüne kadar olanların değerlendirmesini de yaparak TBMM Başkanının oluruyla Toplumsal Mutabakat Komisyonu’na iletecektir.

b) Hükümetin yaklaşımı Toplumsal Mutabakat Komisyonu tarafından ele alınacaktır. Her siyasi parti, hükümetin mevcut duruma dair tespitlerine ve geleceğe dönük politikalarına ilişkin eleştiri ve önerilerini bu çalışmalar sırasında gündeme getirme imkânına sahip olacaktır. Ayrıca devletin ilgili kurum ve kuruluşları da görüşlerini Toplumsal Mutabakat Komisyonu’na ileteceklerdir.

c) Akil İnsanlar Grubu, öncelikle TBMM’de temsil edilmeyen siyasi partilerin görüşlerini alacaktır. Bu arada hem kendisi düşünce ve öneri üretecek, hem Toplumsal Mutabakat Komisyonu’nun kendisine vereceği görevleri yerine getirecektir. Sivil toplum kuruluşları ve vatandaşlarımız da katkılarını Akil İnsanlar Grubu üzerinden yapacaklardır.

d) Toplumsal Mutabakat Komisyonu çalışmalarını, göreve başlamasından itibaren altı ay içinde bitirerek, hazırlayacağı raporu TBMM Genel Kurulu’na sunacaktır.

e) Genel Kurul, rapor üzerindeki görüşmelerini tamamladıktan sonra, üzerinde mutabık kalınan ve ortak aklı yansıtacak önerileri, uygulanma isteği ve amacıyla Hükümete iletecektir.

f) Bu önerilerin hayata geçirilmesi bakımından bütün siyasi partiler mutabakatın unsurları doğrultusunda Hükümete yardımcı olacaklardır."

CHP İnisiyatifi ve Kuşkular

CHP Kürt sorununda yeni bir inisiyatif almak istiyor. CHP’nin bu girişimi Kürt sorununun çözümünü dayattığını gösteriyor. Aynı zamanda AKP’nin Kürt sorununun çözümünde bir tıkanma yaşadığının da kanıtıdır.

CHP, sosyal demokrat bir parti olma iddiasındadır. 1970’li yıllarda Ecevit’le birlikte bu yönlü adımlar atmak istedi. Eski CHP’nin ideolojik-politik ufkunu tam aşamasa da 1970’li yıllarda egemen sınıflarla karşı karşıya geldi. Ordu da 1970’li yıllar boyunca daha çok Demirel’in Adalet Partisini destekleyen bir pozisyonda oldu. CHP’nin ezilen ve emekçi kesimlerle buluşma ve bu toplumsal tabana dayalı parti olma girişimi 12 Eylül darbesiyle son buldu. 1990’lı yıllarda ise tamamen Kürt halkına karşı yürütülen kirli savaşın parçası haline geldi. Deniz Baykal asker ve sivil bürokrasinin eğilimini CHP’de hakim kıldı. Bu yönüyle de demokratik gelişmelerin karşısında olan bir pozisyona sahip oldu.


CHP eski Türkiye’nin partisi olmayı sürdürürken, Türkiye’de bir iktidar kayması oldu. Dünya ve bölge koşulları ve yükselen Kürt Özgürlük Hareketi’ne karşı yürütülen savaş gerçeği yeni iktidar bloğunun öne çıkmasını ve hakim olmasını beraberinde getirdi. CHP tutumuyla dış güçlerin desteğini alma konumunda olmadığı gibi, Kürt Özgürlük Hareketi’ne karşı savaşma kapasitesi de bulunmuyordu. Kürt Özgürlük Hareketi’ne karşı dış desteği alma kapasitesi de fazla yoktu. Dış ve iç koşullar siyasal İslam’ın iktidar olmasının önünü açtı ve Türkiye’de bir iktidar kayması yaşandı.
CHP’nin tutum değişikliği bununla bağlantılıdır. CHP’nin dayandığı asker ve sivil bürokrasi yeni bir şekillenmeye uğradı. Bu durum karşısında CHP yeni bir pozisyon kazanma sürecine girdi. Bu süreç netleşmemiş olsa da CHP’nin bir arayış içine girdiği kesindir. Bu arayışın Türkiye’nin sorunlarına çare bulup bulmayacağını yakında göreceğiz. Türkiye’nin temel sorunu olan Kürt sorunda eğer CHP kalıcı bir çözüm yaklaşımı içine girerse hem gerçek kimliğini bulabilir hem de Türkiye siyasi tarihindeki etkin yerini alabilir. Bu açıdan Kürt sorununda bir inisiyatif alması CHP için şans olabilir. Yoksa daha da gerileyerek Türkiye’de olsa olsa üçüncü parti konumunda kalır.


Kürt sorunundaki yaklaşımının ne olacağı net değildir. Akil adamlar oluşturulması ve meclisin bu konuda özel inisiyatif alması Kürt Halk Önderi’nin önerdiği çözüm araçları ve yöntemleri içinde yer almaktaydı. Ancak CHP çok dar ve elit yaklaşmaktadır. Kuşkusuz CHP’nin inisiyatif alması olumludur. Eğer ileri sürdüğü yöntemler konusunda daha geniş bir yaklaşım içinde olur ve Kürt sorununun çözümünde doğru tutum ortaya koyarsa yaşanan tıkanmayı aşmada pozitif rol oynayabilir. Ancak Kürt sorunu ayrı, PKK ve İmralı sorunu ayrıdır derse; Kürtleri bir toplum olarak kabul etme ve siyasi iradesini tanıma konusunda AKP gibi olumsuz yaklaşım içinde olursa hiçbir yeni şey söylememiş olur.


Sağ liberal olarak tanımlanan Avni Özgürel bile Apo ve PKK dışlanırsa bu sorun çözülemez değerlendirmesinde bulunmuştur. Bu konuda AKP’nin politikalarını yanlış bulduğunu dolaylı da olsa ortaya koymuştur. AKP’nin Kürt sorununda olumlu değil de olumsuz pozisyonda olması Kürtlerin siyasi iradesine yaklaşımda ortaya çıktığına göre, CHP’nin bu konuda doğru ve cesaretli bir yaklaşım içinde olması gerekir. CHP cesaretli olsa ilk başta toplumda ve siyasette bir tereddüt ortaya çıksa da kısa sürede etkili bir parti konumuna gelebilir. Yoksa AKP’nin sürdürdüğü çözümsüzlük ve oyalamanın CHP tarafından devralınması anlamına gelir. Bunu AKP’den daha iyi yapamayacağına göre, CHP inandırıcılığını tümden yitirir. Öyle ki, bundan sonra doğru şeyler de söylese sürekli köyde yangın var diyen yalancıya yangın olduğunda inanılmadığı gibi bir duruma düşer. 


CHP, İmralı ve PKK’nin muhataplardan olduğunu kabul etmez, bu yönlü devlet ve AKP politikalarında köklü bir değişim içine girmezse o da Kürt sorununun kendini yakıcı bir biçimde dayatmasını sömürme ve yozlaştırma gibi Türkiye halklarını aldatan bir konumda olur. Bu da Türkiye halklarına daha fazla acı çektirme ve zaman kaybettirmekten başka bir sonuç vermez. 


HÜSEYİN ALİ

AKP-CHP-BDP Üçgeninde Radikal Değişimler

 
CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu bugün partisinin Kürt sorununun çözümü yolunda hazırladığı ‘yol haritasına‘ destek bulmak amacıyla Başbakan Erdoğan‘la görüşüyor!

CHP lideri, ‘artık analar ağlamasın‘ diyor.  Bunun için üzerine düşen sorumluluğu yerine getireceğini, siyasi partilerin ortak çaba harcamaları halinde sorunun çözüleceğini söylüyor.


Kürt halkına yönelik inkar ve imha politikasının mimarı olan CHP’nin girişimi elbette olumlu ve önemlidir. Savaş şiddetlenerek devam etse de, ‘müzakere ve çözüm‘ sürecine girmiş Kürt sorununa CHP’nin pozitif bir perspektifle müdahil olması, sorunun çözümüne hizmet edecek ve dengeleri değiştirecektir.


Görüldüğü kadarıyla da Türkiye, Kürt meselesi üzerinden iç siyasi dengelerini yeniden dizayn etmektedir. Yeni anayasa süreciyle birlikte yeni dengeler inşa edilmektedir.


Bir dönem değişimin ve demokratikleşmenin bayraktarlığını yapan AKP artık MHP’nin milliyetçi çizgisiyle tamamen bütünleşme sürecine girmiştir.


Liberal kesim bu gidişatı erken fark etmiş ve AKP gemisini bu yüzden terk etmiştir. 


Yakında sıra AKP’nin Kürtlerine gelecektir. Bunlar da hareketlenmiştir.


AKP içindeki 25 Kürt milletvekilinin Erdoğan‘a kazan kaldırdığı haberleri bunun işaretidir.


Merkezi değişim ve demokrasi taleplerini kullanarak ele geçiren AKP, artık Türk milliyetçiliğinin (Anadolu Türklüğü‘nün) partisi haline gelmiştir.


Ona karşılık CHP Beyaz Türkleri (Avro Türkler), BDP ise Kürtleri çatısı altında birleştirmek amacıyla harekete geçmiştir.


Soğuk Savaş sonrası çöküş sürecine giren Türkiye’nin siyasal sistemi artık ayrılmış, ayrışmış ve bu üç temel dinamiğe uygun olarak yeniden şekillenme sürecine girmiştir.


İktidara milliyetçiler, muhalefete ise Yeni Kemalistler ve Kürtler yerleşmiştir. Gelecek bu üçgende yeniden inşa edilecektir.


Bugün yapılan Erdoğan-Kılıçdaroğlu görüşmesi bunun için önemlidir.


CHP‘nin Kürt sorununun çözümü yolunda hazırladığı 10 maddelik çözüm önerisi, bu partinin inkar ve imha siyasetinden vazgeçtiğini ve Kürtlerle ortak bir yol arama iradesi sergilediğini göstermektedir.


CHP’nin geçen hafta Meclis’e sunduğu ‘Kürt dilekçesi‘ aslında içine girdiği radikal değişimin bir ifadesidir.


Dilekçede, „Kürt meselesinin salt güvenlik eksenli politikalarla çözülemeyeceği“ belirtilmiş, siyasal alanın toplumsal barışı sağlayacak ‘demokratik çözüm‘ amacıyla yeniden düzenlenmesi  talep edilmiştir.


Meclis’in bunu gündemine alması istenmiş, ‘Toplumsal Mutabakat Komisyonu‘ ile ‘Akil İnsanlar Grubu‘ oluşturulması önerilmiştir.


Konuyu sıcağı sıcağına, geçen hafta Stêrk TV’de ağırladığım KCK Yürütme Konseyi Üyesi Zübeyir Aydar’a sordum.


Aydar, CHP’nin yöntemini doğru bulduğunu belirtti, „ancak önemli olan içerik ve çözümün modelidir“ dedi. Açık bir diyalog ve müzakere sürecinin sorunun kalıcı olarak çözümüne hizmet edeceğini ifade eden Aydar, CHP’nin ‘Toplumsal Mutabakat Komisyonu‘ ve ‘Akil İnsanlar Grubu‘ oluşturulması fikrinin Kürt tarafının önerileriyle örtüştüğünü de söyledi.


Aynı şekilde BDP Eşbaşkanı Demirtaş da, CHP’nin girişimini olumlu bulduğunu ve desteklediğini söylüyor.


Dediğim gibi, CHP’nin Kürt sorunundaki bu çıkışı, 1920’lerde belirlenen resmi politikaları terk ettiğini gösteriyor. Arkası geleceğe, nesnel sürecin CHP’yi daha sistemli, özeleştirisel ve geçerli siyaset üretmeye zorlayacağa benziyor.


BDP’ye gelince;


Son zamanlarda mağduriyetin yerine eşitliği ve hakları öne çıkaran, tepkisel olmaktan ziyade etkisel olmaya çalışan BDP ise Türkiye’yi merkez alan siyasetine Kürdistan’ı da katıyor!


BDP Kürdistan olgusuna daha sık vurgu yapıyor ve onu Türkiye’nin özgürleşmesi siyasetinin önemli bir parçası haline getiriyor!


Bölgedeki yeniden yapılanmanın merkezinde olan Kürdistan, BDP üzerinden Türkiye’nin yeniden yapılandırılması mücadelesinin de önemli bir dinamiği haline geliyor.


AKP‘nin Anadolu Türklerinin, CHP‘nin Beyaz Türklerin siyasi temsilini üstlendiği bir süreçte BDP de bütün Kürtlerin temsilini üstlenmeye gayret ediyor.


Türkiye ve Kürdistan’ın geleceğini bu güçler arasındaki ilişki; uzlaşı ve işbirliği yeteneği belirleyecektir.


AKP aslına; milliyetçiliğe geri dönüyor. Anadolu Türklüğü, Kürt halkını ‘İslam kardeşliğiyle‘ kazanmaya, daha doğrusu kandırmaya çalışıyor! Bunun için daha çok cami, daha çok cemaat öneriyor.


Kendini yenilemeye çalışan CHP ise özgür ve ortak bir gelecek için yeni bir ‘umut‘ yaratmanın çabasını veriyor.


Ancak, onun ‘umut‘ olabilmesinin yolu Cumhuriyet‘in ırkçı, inkarcı ve imhacı politikalarıyla yüzleşmesinden, samimi bir biçimde özeleştiri vermesinden ve özgürlükçü siyaseti sistematik hale getirmesinden geçiyor!


BDP ise Kürdistan’a açılmaya; onun ulusal ve demokratik bütün dinamiklerini kucaklamaya çalışıyor.


Bütün bunlar geleceğin AKP-CHP-BDP üçgeninde belirleneceğine işaret ediyor!


GÜNAY ASLAN
gunayaslan@hotmail.de

Suriye’yi ‘Dostları’ Yıkacak



Suriye’ye yönelik olası askeri operasyonu ‘Suriye’nin Dostları’ adlı oluşumdaki ülkelerin yapması gündemde.

Suriye’de savaşın ayak sesleri daha gür gelmeye başladı. Türkiye’nin insiyatifiyle kurulan silahlı örgütler, artık sadece ‘sivil halkı korumakla’ yetinmeyeceklerini rejim güçlerine karşı saldırıya geçeceklerini duyurdu. Bu örgütler iç savaşı büyüterek Suriye’yi olası bir askeri operasyonla karşı karşıya bırakacak. Güvenlik Konseyi’nin birlik olmamasından dolayı devreye ‘Suriye’nin Dostları’ oluşumu girecek.

Suriye’de 12 Nisan’da devreye giren Annan Planı’nı hangi tarafın resmen ‘bozacağı’ günlerce tartışılıyordu. Zira hem muhalifler hem de rejim plana sadık kaldıklarını açıklamalara rağmen ülkede ölümler devam ediyordu. Ancak Suriye’de yaşanan bütün ölümlerden rejim sorumlu tutuluyor. En son Hula’da 108 kişinin katledilmesinde de Esad rejimi sorumlu tutulmuştu. Batı medyası da katliamın görüntülerini çarpıtarak çoğu çocuk ve kadın olmak üzere 108 kişinin öldürülmesiyle rejimi suçlamıştı. Bu katliamdan sonra özellikle Libya’ya operasyonu başlatan Fransa, ABD ve İngiltere, “uluslararası toplum birlik olursa bir askeri operasyon gündeme gelir” açıklamasını yaparak, Suriye’ye yönelik bir savaşa yeşil ışık yakmıştı. Bu ülkelere Almanya da destek vermişti.

İç savaş mesajı


Suriye’ye yönelik savaşı BM Güvenlik Konseyi’nin eliyle başlatmak isteyen bu ülkeler, Rusya ve Çin engeliyle karşı karşıyaydı. Bu engelleri aşmak için özellikle Rusya’nın ikna edilmesi gerekiyordu. Geçtiğimiz hafta Berlin ve Paris’te temaslarda bulanan Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Suriye politikasından vazgeçmeyeceklerini duyurdu.


Yine katliamdan sonra BM ve BM’nin Suriye Özel Temsilcisi Kofi Annan, Suriye’nin kanlı bir iç savaşa doğru gittiğini açıkladı.


Suriye konusunda uluslararası toplum ortak politika geliştiremeyince devreye dışa bağımlı muhalifler girdi. Türkiye’de örgütlenen, askeri eğitim gören Özgür Suriye Ordusu, artık Annan Planı’na uymayacaklarını duyurdu. Özgür Suriye Ordusu sözcüsü Binbaşı Sami el Kurdi Reuters’e yaptığı açıklamada, askeri kontrol noktalarına saldıracaklarını duyurdu.


Yine Türkiye’nin girişimiyle ‘Suriye Devrimciler Cephesi’ adlı bir oluşum kuruldu. İstanbul’da düzenlenen bir basın toplantısıyla kendilerini tanıtan muhalifler, 12 bin savaşcıyı bünyelerinde barındırdıklarını ileri sürdü. Toplantıda konuşan Mustafa Falih et-Tai adlı kişi, cephenin İslami kesim ve aşiretlerden oluştuğuna vurgu yaparak, “İslam fikrinin de dikkate alındığı bir rejim istiyoruz. Sivilleri korumakla yetinme dönemi sona erdi. Suriye’yi baskıcı rejimden kurtaracağız” açıklaması yaptı.


Dış ülkelerin direktifleriyle hareket eden silahlı muhaliflerin açıklamaları iç savaşı işaret ediyor. Zaten Annan’ın sözcüsü Ahmed Fevzi de Suriye’de kanlı bir iç savaş dönemine geldiklerini söylüyor. Önceki gün Cenevre’de konuşan Fevzi, “Annan ve pek çok kişi Suriye’nin kanlı ve uzun sürecek bir iç savaşa düşmesi ihtimaline karşı uyarı yapmışlardı. Belki de o noktaya vardık” dedi.

İkinci plana atılacak


Her ne kadar uluslararası güçler Annan Planı’nı savunsalar da Türkiye’nin desteklediği örgütler ile rejim güçleri arasında kanlı bir iç savaş kaçınılmaz görünüyor. Suriye’de çok kan akmasıyla Libya’da olduğu gibi Esad rejimine yönelik bir askeri operasyon kaçınılmaz olacak. Ancak Rusya ve Çin engeline rağmen BM Güvenlik Konseyi’nin olası bir müdahalesi uluslararası meşruiyete sahip olmayacağı için alternatif senaryolar üzerine görüşmeler başladı. Eldeki ilk senaryo, askeri müdahalenin ‘Suriye’nin Dostları’ adlı oluşum tarafından yapılması. Böylece askeri operasyona onlarca ülke katılacak ve basının desteğiyle meşruiyet tartışılmayacak. Bu senaryonun mart ayının ikinci haftasında biraraya gelen CIA Başkanı David Petraeus ile Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan arasında gündeme geldiği belirtiliyor. Görüşmeden sonra ABD Büyükelçiliğinde bir yetkili “bölgedeki en zorlu meseleler hakkında önümüzdeki aylarda daha verimli iş birliği yapılması görüşüldü” açıklaması yapmıştı. Yine Suriye rejimine karşı askeri müdahaleyi savunan ülkelerden olan Almanya, Dışişleri Bakanı Guido Westerwelle, Suriyeli silahlı muhaliflere açıktan destek veren Katar, Birleşik Arap Emirlikleri, Türkiye ve Lübnan’ı kapsayan Ortadoğu turuna çıkması dikkat çekiyor.


Tunus ve Türkiye’de iki toplantı yapan ve 70 ülkeden oluşan ‘Suriye’nin Dostları’ adlı oluşum, Esad rejimine karşı sert tedbirlerin alınmasından yana. Bu ülkeler dışa bağımlı olan ve iç çekişmelerden dolayı parçalanmanın eşiğine gelen Suriye Ulusal Konseyi’ni esas alıyordu.

İhsan Eliaçık: ''AKP’nin Ruhunda Yağma Var''

 “AKP Hükümeti son zamanlarda rant kokusu almadığı hiçbir işi yapmıyor. Maksat halka yararlı olmak, bir paylaşım düzeni kurmak, ülkenin yer altı ve yer üstü kaynaklarını halkın menfaatleri doğrultusunda paylaştırmak değil. İş öyle bir noktaya geldi ki, bir rant hesabı olmadan 3 kilometre yol yapamayacaklar. Böyle dörtnala çapula gidenler var.”

Kapitalizmin bir hırsızlık düzeni olduğunu söyleyen İlahiyatçı Yazar İhsan Eliaçık, “Biz Ebu Zer’in durduğu yerde duruyoruz, onlar da -bugünün iktidarı AKP - Muaviye’nin durduğu yerde duruyor” dedi. “AKP Hükümeti son zamanlarda rant kokusu almadığı hiçbir işi yapmıyor” diyen Eliaçık, AKP’nin uyguladığı politikalarla kapitalizme abdest aldırdığını dile gitirdi.

Türkiye’de mülkiyet-din ilişkisi üzerine kitap ve makaleler yazan İlahiyatçı Yazar İhsan Eliaçık ile İslam mülkiyet ilişkisi, siyasal İslam ve AKP’nin İslama bakışını konuştuk.

Kapitalizm eleştirinize ‘Hırsız kim?’ meselinde değiniyor ve ‘Asıl hırsız, bankaları kuranlardır’ diyorsunuz. Brecht de ‘Banka soymak, kurmak kadar vahim bir iş değildir’ diyor…

 
Ben kapitalizmi bir hırsızlık düzeni olarak görüyorum. Kapital, yani sermaye başkasının emeği olmadan biriktirilemez. İnsanoğlu annesinin karnından cıscıbıl, hiçbir şeye sahip olmaksızın doğduğuna göre, hatta kendi bedeni bile kendine ait olmadığına göre ve Kuran-ı Kerim’de “İnsan emeğinden başka bir şey değildir (Necm 39)” diyor. İnsan dediğin emektir, alınteriyle sahip olduğun şey sana aittir. Hatta onun da tamamı sana ait değildir, onda da doğanın, yoksulun, garibanın, suyun, ateşin Allah’ın hakkı vardır. Şimdi böyle olunca nasıl sermaye birikebilir? Ben, ortaklaşa olmadıkça, birkaç kişi bir araya gelip güçlerini birleştirmeden ve o sermaye kamuya ait olmadıktan sonra, bir şahısta başkasında olmayan bir şeyin birikmesini, adı konulmamış, hukukta tanımlanmamış, meşru gibi gösterilen bir hırsızlık olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle Kuran’ın kapitalizmi tasvip etmesi mümkün değil. Bir insanda faiz geliri olmadan, başkasının emeğini sömürmeden, kamu imtiyazı kullanmadan ve bilgi tekeli oluşturmadan kapital birikmesi mümkün değil. Üretirken de, paylaşırken de ortak olmak lazım. Herşey de bir paylaşım öneriyorum.

Bu ekonomiyi nasıl bir devlet modeli içerisinde öneriyorsunuz, devleti nasıl tanımlıyorsunuz?


2003’te yayınlanan ‘Adalet Devleti’ isimli kitabımda bunu anlatıyorum. Birkaç açıdan eşitliğin esas alındığı bir devlet modeli öneriyorum. Bunun adına da ‘adalet devleti’ diyorum. Eğer ekonomi- politik olarak bakarsanız bu, sermaye sahipleriyle, emekçilerin eşitliğinin sağlandığı devlet manasına geliyor. Devletlerin köken itibariyle meşruiyetini sorgulamak gerekir. Devlet, ordu ve mülkiyetin kökeninde ‘zor’un yattığını düşünüyorum. Bana göre Allah’ın mülküne sınır çizilemez, yeryüzünün tamamı Allah’a ait olduğuna göre, kimse bir toprak parçasını çevirerek ‘burası benim’ diyemez. Eğer bir devlet olacaksa, bu mülkü, iktidarı ve serveti herkese eşitçe dağıtmak için veya eşitlik bozulduğunda buna müdahale etmek için olmalıdır. Devletin başka da bir varlık gerekçesi yoktur. 

Adalet devleti tanımınıza, Türkiye devleti uyuyor mu?


Hayır uymuyor. Türkiye’nin de sınırlarla etrafını çevirmişler, sermaye ve mülk sahipleri var. Bunlar, Ege’de Rumların, Ermenilerin mallarına el koyan –ki bunların çoğu Türkmen aşiretleridir-, Doğu’da da kendilerine Kürt halkına itaat ettirmeleri karşılığında toprak verilmiş ağalardır. Yani ağanın, beyin, mülk sahiplerinin çıkarlarını koruyan bir devlet, onun ordusu ve polisi var. Bütün büyük şirketlerin servetinin kökeninde yağma ve talan var. Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Kuran’daki tabiriyle, çağımızın bahçe sahiplerinin, mülk sahiplerinin devleti olmuş oluyor. Adalet devleti, sosyal açıdan da eşitliği sağlamalı. Bunu da güncel bir örnekle açıklamak gerekirse; Adalet devleti Türk’ün ve Kürt’ün ortak ve eşitçe söz sahibi olduğu devlettir. Burada da eşitliği esas alıyoruz. Sadece Türk ve Kürt değil, bu memlekette kim yaşıyorsa, bu devlete kim vergi veriyorsa, bunların hepsinin hür ve eşit şekilde söz sahibi olduğu devlete adalet devleti diyorum. Şu anki Türk Devleti böyle değil. Sadece “Türk söz sahibidir ve bütün Türkiye Türklerindir” diyor. Bir Türk vurgusu var ve bu eşitliği bozuyor. “Hepiniz Türk olacaksınız, ananızdan süt emerken öğrendiğiniz dili unutacaksınız. Ben size okulda kendi dilimi öğreteceğim, sizin de diliniz bu olacak ve siz de kendinize Türk diyeceksiniz” diyor. Durum bu olunca biz buna klasik anlamda zulüm diyoruz. Hatta zulümun daniskasıdır bu.

Siz zaten insanların inananlar ve inanmayanlar olarak değil, zalimler ve mazlumlar olarak ayrıldığını söylüyorsunuz…


İnananlar ve inanmayanlar diye bir ayrım olabilir ama bu, ötekileştirmenin hele hele bir savaşın sebebi olamaz. Kuran’da savaş sebebi olan tek bir ayrım vardır o da, zalimler ve mazlumlardır. Kuran der ki; ancak zalimlere düşmanlık vardır. Zalimin, yani birinin hakkını yiyenin dışında kimseyi düşman olarak göremezsin. Biz sadece zalimlerle bir arada yaşayamayız. Bunun dışında herkesle bir arada yaşayabiliriz, iş yapabiliriz, ortak bir devlet, bir paylaşım düzeni kurabiliriz. Zalim zulmünden vazgeçmediği sürece onunla bir arada olamazsın, çünkü senin hakkını yiyenle bir arada olmaz. 

İslamiyet’i yoksullar açısından tefsir ediyor, yükselen yeşil burjuvaziyi ve AKP uygulamalarını ‘Abdestli kapitalizm’ diyerek eleştiriyorsunuz…


AKP dediğimiz daha önce Milli Görüş, siyasal İslam diye tabir edilen çevrelerden gelen insanlardan oluşuyor. Benim 1995’te yayımlanmış olan ilk kitaplarımdan üçüncüsünün ismi ‘Devrimci İslam’. Fakat o dönemdeki devrimci İslam vurgusu daha çok siyasal içerikliydi. Yani İslam devleti nasıl kurulur? Parlamenter yolla mı, devrimci halk mücadelesiyle mi diye tartışmalar olurdu. Siyasal anlamda kendimizi Devrimci Müslümanlar olarak görürdük. Halihazırdaki iktidar mensuplarıyla daha o zamanlar bir yöntem tartışması içinde olmuştuk. Gün oldu devran döndü, o siyasal hareketin içerisinden bir parti çıktı, parti iktidara geldi. Bu olup bitenlere bakarak kendi kendime bir teşhis koydum:

AKP, Muaviye’nin durduğu yerde duruyor

Bunlar kapitalizme abdest aldırıyorlar. Biz İslam devleti, sınırsız ve sınıfsız bir İslam toplumu derken bunları kastetmedik. Başka bir şey çıktı ortaya. Bugün geldiğimiz noktada iktidardaki mevcut AKP zihniyetiyle şahsen ben zihnen ve fikren tamamen kopmuş vaziyetteyim. Arada neredeyse bir din ayrılığı kadar derin bir ayrılık var. Bu mülkiyet meselesi, servet meselesi, Kuran’daki tabirlerle infak (gelirin ihtiyaçtan fazlasının dağıtılması), zekat vs bunların yeniden yorumlanması noktasında aramızda köklü bir ayrılık oluştu. Bu bir anlamda, İslam tarihinde geriye doğru gidecek olursak, Muaviye ve Ebu Zer arasındaki ayrılık gibi bir şey. Biz Ebu Zer’in durduğu yerde duruyoruz, onlar da -bugünün iktidarı AKP - Muaviye’nin durduğu yerde duruyor. Servet ve iktidar sahiplerinin imparatorluklar boyunca bu dini şekillendirmesi, yorumlaması var. Şu anki dini zihniyet o kaynaklara dayanıyor. Oradan gelen kültürü benimsiyor ve yaşıyor. Dolayısıyla dışına çıkamıyor.


Daha bir özel sebep; dini çevreler 70′li yılardan itibaren antikomünist bir eğitimden geçirildi. Zihin şekillendirmesinden geçmiştirler. Bunun için de ABD’den özel olarak çalışmalar gelmiş, üzerinde çalışılmıştır. Türkiye Müslümanları, 70′lerden itibaren antikomünizm üzerine eğitilmiştir. Komünizm karşıtı olmak dinin gereği sayılmıştır. Dindar olmak için “Önce sağcı ve muhafazakar olacaksın” telkinleri yapılmıştır. Komünizmle mücadele derneklerinden, mukkadesatçı gençlik merkezlerine kadar zihinler şekillenmiş. Şu anki Cumhurbaşkanı Gül’den, Erdoğan’a ve bakanlara kadar hepsinin dini ve zihni oralarda şekillenmiştir. Türkiye’yi şu an bunlar yönetiyor. Dolayısıyla bunlardan ne bekleyebilirsin ki? Ben diyorum ki ‘kenz’ yapmayın. Mal, para biriktirmeyin. İhtiyaçtan fazlasını dağıtın. Bir Müslüman’ın şu an ortalama olarak bir evi bir arabası olabilir. Bunun dışında şahsi mal mülk olamaz. Gerisini yoksullarla paylaşacaksınız. Ama atölye, iş yeri fabrika olabilir. Bu fabrikada işçinin hakkını vermek suretiyle, açlık sınırından aşağı maaş vermeyerek, elde edilen gelirin yarısı emekçinin olacak şekilde olmalı. Buna rıza gösteriyorsanız eyvallah. Bunun dışında şahsi mal biriktirmeyeceksiniz. Stoklanan maldır kenz. Bu da hegomonya olarak kullanacağın fazlalık oluyor. İslamiyet buna izin vermiyor.

‘Bu olup bitenler’ derken, biraz açabilir misiniz?


AKP Hükümeti son zamanlarda rant kokusu almadığı hiçbir işi yapmıyor. Maksat halka yararlı olmak, bir paylaşım düzeni kurmak, ülkenin yer altı ve yer üstü kaynaklarını halkın menfaatleri doğrultusunda paylaştırmak değil. İş öyle bir noktaya geldi ki, bir rant hesabı olmadan 3 kilometre yol yapamayacaklar. Böyle dörtnala çapula gidenler var. Çapul; eski Türklerde de vardı. Yağmaya gidilir, çapulculuk yapılır, yağmadan elde edilenler birlikte bölüşülür, ayrı yiyen, kendine saklayan cezalandırılırdı. Çapul bile kamucu, bölüşüyor. Bunlarda o da yok! Dolayısıyla AKP’nin de ruh kökünde bir iyilik görmüyorum. Eğer samimiysen, üzerinde sadece bir ev ve bir binek olması gerekir. Geri kalanını infak edeceksin. Kamu adamısın, devlet her şeyini karşılıyor zaten. Tek başına kurtuluş yok; zenginlik, bolluk olacaksa herkesin olacak. Biri yerken diğeri bakmayacak, komşun açken tok yatmayacaksın. Sağcı, muhafazakar ve kalkınmacı bir kafaya sahipler. Menderes’ten beri bu politikaya sahip olanların dediği nedir: “Her mahallede bir milyoner yaratacağız.”


Bu anlayış Erdoğan ile devam ediyor. Halbuki önemli olan her mahallede aç ve yoksul bırakmamaktır. AKP’yi uyguladığı politikalarla kapitalizme abdest aldırmakla suçluyorum. Siyasi olarak da, devletin davranışlarını değiştirmiyorlar, kendi davranışlarını devlet haline getiriyorlar. AKP, devletin kendisi olmaya başladı. Devletin davranışlarını değiştirmek ne demek? Anayasayı, kararnameleri, tüzükleri bütün herkesin yararına olacak şekilde değiştirmek. Devletin elinde bir sopa var, onlardan alınıp bunlara veriliyor.

Halbuki Başbakan artık, ileri demokrasiyle yönetildiğimizi söylüyor…


28 Şubat’ta evime baskın yapıldı, aramalar oldu, şimdi de kızım için evim basıldı. 28 Şubat’tan bu yana emniyete gitmemiştim, bu olayın ardından gittiğimde baktım değişen bir şey yok. Hayret bir şey, yazıklar olsun! Fethullah Gülen’e ait televizyonlardan, benim kızımın tutuklanması için günlerce yayın yapıldı. Hem de ne kurgularla, benim önce namaz kıldıran görüntülerim, ardından camlar-çerçeveler iniyor. O yayınları seyredince uzun zamandır ilk defa 28 Şubat’ı hatırladım, o zaman da böyle yayınlar yapılırdı, cüppeli-sarıklı insanlarla birlikte görüntülerimiz ekranlardaydı.

Dönem, abdestli 28 Şubat…

Bayağı bir 28 Şubat süreci yaşadığımı bana bizzat hissettirdiler. Bu el aynı el, bunlar dine hizmet ettiklerini sanıyorlar, bunlara bir-iki köşe veriyorlar. Bakıyorsun emniyete badem bıyıklı bir sürü Fethullahçı doldurulmuş, bunların hiçbirisi akademi mezunu falan değil, bir sürü işsiz, yurtlarda yetişen o Fethullahçı çocukların hepsini Terörle Mücadeleye doldurmuşlar. Bunların hepsi cahil, soru sormayı bilmiyorlar, ne Anarşizm, ne Marksizmi ne de İslamiyet hiçbir şey bilmiyorlar. 28 Şubat’ta da böyleydi, sordukları sorularla güldürüyorlardı kendilerine. Devletin davranışları değişmiyor, bunlar kendilerini devlet yapmışlar. Ben burada bir ilerleme görmüyorum. Ayrıca ben bu muhafazar iktidarın diğer bileşenini olan Cemaat kanadını da eleştiriyorum. Onlarda da korkunç bir cemaat taassubu var. Eğer cemaattensen en iyi yerlere getiriliyorsun, ama değilsen dışlanıyorsun. Hâlbuki Kuran’da geçen ehliyet ve liyakat ilkelerine göre, bir insan işin ehli ve liyakatli ise isterse ateist olsun, bırak senin cemaatinden senin dininden olmasın, O’na o işi vermek zorundasın. Bunu gözetmiyorlar, kendi cemaatlerinden olmayana hiç iyi gözle bakmıyorlar. Bu döneme bir anlamda abdestli 28 Şubat da diyebiliriz. Ama AKP iktidarının gerçek yüzü anlaşıldığında arkasındaki yüzde 50’lik kitle O’nu terk edecektir.

AKP’nin, temsil ettiği muhafazakar politika bağlamında bir halk iktidarı olduğunu düşünüyor musunuz?


AKP’nin kökeninde vaat var. AKP’ye oy veren kitleler bu vaadin peşinden gidiyor. Bunlar genellikle dışlanmış, şu ana kadar yağma ve talana katılamamış, devlet nimetlerinden ve hazinesinden cebini dolduramamış kitleler. AKP onlara bunu vaat ediyor. “Yağma ve talana katılacaksınız” diyor. Bu vaat cazip geliyor ve insanlar onun peşinden gidiyor. İnsanlar bunun gerçekleştiğini de görüyorlar. Falanca Hacı Abi vardı, Milli Selamet Partisi’nde çalışan fakir-fukaranın tekiydi, şimdi AKP’ye geçti, belediyeden ihale aldı, müteahhit oldu. Mahalleyi değiştirdi, sınıfını değiştirdi, karısını değiştirdi bambaşka biri oldu. “Bayağı yağlı-ballı bir tren bu ben niye atlamayayım ki” diyor ve hurra atlıyor. Ben AKP’nin yüzde 80 ruh kökünde bunun yattığına inanıyorum.

Ortadoğu’da yaşanan gelişmelerle ilgili AKP iktidarının tavrını nasıl değerlendiriyorsunuz?


Bunlar kurtlarla saldırıyor, kuzularla ağlaşıyorlar. Yani gidip NATO’yla beraber Suriye’ye, Libya’ya girmeye çalışıyor, füze kalkanı kuruyor. Sonra geçip Iraklı’nın yanına biz de Müslüman kardeşiz falan diye ağlamaya başlıyor. Bu da dış politika değil, dünya egemenlerinin politikalarını, yerel bağları güçlü bir dindarlıktan gelen kadrolarla bölgede meşrulaştırmak.

Yani Yeni Osmanlılar kılığında…


Evet, ancak bu orada yaşayan halkların menfaatine bir Osmanlıcılık değil. Aslında Amerika istiyor bu rolü onamasını, Amerikalılar bölgeye girmek istiyorlar. Afganistan’ın, Suriye’nin, Irak’ın en ücra köşelerine kadar bütün insanların kredi kart kullanmasını, her mahalleye, her sokağa bir banka açılmasını istiyor bu adamlar. Bunun içinde bu AKP’lilerden daha kullanışlı birileri yok. İşte kapitalizmi hem Türkiye’de hem de Ortadoğu’nun tamamında önce yerleştirip daha sonra da abdest aldırarak meşru hale getirmek istiyorlar. AKP’liler de buna hizmet ediyorlar.

Bu topraklarda muhafazakarlığın genetiğinde ne var size göre?


Çok derinlere indiğinizde insanların ruhunda yatanın yurtsuzluk halet-i ruhiyesi olduğunu düşünüyorum. Bizi buradan kovacaklar, bir yerimiz olmalı, onun içinde bir şeylere sahip olmalıyız duygusu yatıyor. Bunun içinde biriktirmeye, yığmaya ve bir mekana sahip olmaya çalışıyorlar. Bence Kürt sorununun da temelinde bu yatıyor.


Sadece bir toprağa ait olma duygusu yeter mi? Bir inanca ait olmak da önemli değil mi? Ki bu ülkede din adına insanlar diri diri yakıldı. Din madem bu kadar önemli neden İslamiyet bu kadar ikiyüzlü yaşanıyor, neden vicdan devreye girmiyor?


Evet kesinlikle çok önemli. Bin yıl yaşayacakmış gibi mal biriktiriyorlar. Halbuki en çok Müslümanlar “Mal da yalan, mülk de yalan; bu dünya geçici” derlerdi.

Allah’a güvenmediği için biriktiriyor

Burada imansızlık problemi var. İmansızlıkla güvensizliği kastediyorum. Adam Allah’a güvenmiyor, güvenmediği içinde biriktiriyor. Şeklen inanıyor gözüküyor ama ruhen ve vicdanen inanmıyor. Benim görüşüme göre Allah’a inanan bir insan asla biriktirmez, yeryüzünün bir parçasını kutsal toprak ilan etmez, yeryüzünün tamamı kutsaldır. Yeryüzünün bir tarafına sınır çiziyorsun, burası benim vermem diyorsun, orası için savaşıyor, ölüyorsun. Diğer yerleri düşman toprağı ilan ediyorsun. Halbuki din evrensel bir bakış öğretir. Kuran sana, sınırların, sınıfların tamamen kalktığı bir adalet ve barış yurdunu hedef gösterir. Buna inanan bir insanın sınırlar da, toprak da gözünde küçülür

Siz buna ‘Sosyal İslam’ diyorsunuz…


Evet ben buna Sosyal İslam diyorum. Biz değil sosyalizmi, İslam sosyalizmini bile anlatmıyoruz. Anlattığımız İslamın kendisi, peygamberin bizzat ve bir fiil kendi hayatı. Bunu anlattığımız zaman insanlar ‘sosyalizme benziyor bu’ diyorlar. Benziyorsa ne yapalım yani, benzeyebilir. Gelin beraber yapalım.

İhsan Eliaçık kimdir?


Biri Kur’an’ın tefsiri olmak üzere 20 kitaba imza atan İhsan Eliaçık, 1961 Kayseri doğumlu. Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde okudu. MTTB ve Akıncılar gibi gençlik örgütlerinde aktif görevlerde bulundu. İlahiyat Fakültesi’nden ayrılarak bağımsız yazarlık hayatına başladı. Kayseri Gündem, Değişim, Yeryüzü, Bilgi ve Düşünce, Yarın, Özgün İrade, Bilgi Adam, Zaman gibi birçok gazete ve dergide 30 yılı aşkın süredir düşünce ve yazı hayatına devam ediyor. Arapça ve İngilizce bilen yazarın yayımlanmış bazı eserleri: ‘İtikat Üzerine’, ‘Devrimci İslam’, ‘İslam ve Sosyal Değişim’, ‘Değişim Yazıları’, ‘İslam’ın Yenilikçileri’ 3 cilt, ‘Adalet Devleti’, ‘Yaşayan Kur’an Meali ve Tefsiri’, ‘Mülk Yazıları’ 2 cilt...



BETÜL KILIÇ/İSTANBUL

Hitler Eiffel’de Fotoğraf Çektirmişti

 
Almanya’nın orduları, 14 Haziran 1940 günü Paris’e girmiş, Hitler Fransa’yı zapt ve teslim aldığını sanarak, 23 Haziran günü fatih edasıyla efsanevi şehri teftişe gitmişti.  

Korkaklık, bütün diktatörlerin ortak özelliğidir.


Hitler, askerlerinin gövdeleriyle ördüğü koruma duvarı arasında ve panzerlerin eşliğinde Paris’in simgesi Eiffel (Eyfel) kulesine gitmiş, gerçeklerden kopuk bilinciyle, “buraların efendisi benim” fotoğrafları çektirmişti.


Oysa, hiç bir işgal kalıcı, uzun sürmüş Kürdistan öreneğinde görüldüğü üzere sokakları, kırlarında korkusuzca dolaşamadıkları ülke, kendilerine ait değildi. Eninde, sonunda kovulup, gittikleri tarihi gerçekti.


Türk devleti yüz yıldan beri, kan döküp, yangın alevlerini harlayarak Kürdistan’ı fethe çalışıyordu. Kandan huzur arayan, kendini fatih sananlardan hiç biri, korkusuzca ve huzur içinde, adım atamamıştı. 


 Recep Tayyip, eski bir işportacıdır. İşportacılık, dürüstlükle yapıldığı sürece elbette ayıp değildir. Vicdansızlık, ayıp ve insanlık hukukunda suç olan kandırmaca, öteki anlatımla dolandırıcılıktır.
Recep Tayyip’in hayatını, sanat ve eserlerini yazan eski eylem ile işlem ortağı Mehmet Metiner, onun yok parasına aldığı bayat simitleri evde ısıtıp, sokaklarda taze diye sattığını hikaye ediyor ve bu kandırma ile dolandırmayı başarı hanesine övgü olarak kaydediyor.


Asıl voleyi ise hayal satıcılığıyla vurup, bununla hem ülke kaderini avucunda tutan tek mevki, makam sahibi oluyor, hem de Gültan Kışanak’ın deyimiyle damadı, oğullarıyla kardeş ve kaynının hazineleri hariç, 18 yılda servetini 730 kat artırıyordu.


Serveti arttıkça, Türk halkından her iki kişiden biri onu daha çok takdir ediyor, bağlanıyordu.


Hile, hurda orada dursun, o yeni maskenin altında artık dindardı. Politika sahnesinde şiirler okuyarak, yerine, şehir ve bölgeye göre ısmarladığı nutuk metinlerindeki isimleri haykırarak, dahası Avrupa Birliği hedefini başa alıp, ardından “onu da geçen ileri demokrasi” naraları atarak, sıra Kürtlere geldiğinde “artık analar ağlamayacak” diyerek ilerliyor, oyları heybesine dolduruyordu.
Hayal satıcılığının sonra mı? Sonrası, El Kaide, biraz Suudi Arabistan, Hitler, biraz da Kemalizm kokulu bugünkü manzara…


Kürtleri kandırma taklalarını bitirip, onları kandıramayacağını anladığı gün, Hitler’in hitabının “ya sev ya da terk et” tekerlemesine dönüyor, onun “tek lider” sözünü eksik bırakıp, yüzlerine karşı “tek bayrak, tek millet, tek devlet, tek dil” diye haykırarak, ırkçı özü orta yere koyuyordu. Bu arada kandırmaca tekerine sopa sokan Kürtlerden kadın, çocuk 10 bin tanesini cezaevine dolduruyor, Roboskî’de bir araya toplanan Kürt çocuklarının tepesinden aşağıya bomba yağdırılıyor, o da başarıları ve insanlık hizmetinden ötürü generallerini kutluyordu.


Sonra, Kürtlere iyi yapmış adam rolünde onlardan alkış bekliyor, en vahimi, onları simittçilik günlerinde kandırıp, dolandırdığı insanlar yerine koyuyor, “Kürt kardeşlerimle yüz yüze görüşme” adını verdiği Amed yolculuğuna çıkıyordu. Ama umduğunu bulamıyor, kapalı kepenkler, çekili perdeler, bomboş yollarla karşılanıyordu. O da korkudan güdülerini kaybetmiş, köy içine düşmüş şaşkın kurt gibi yan, “berwar” giderek, yandaşlarına ulaşıyordu.


Oysa devlet bütün gücüyle atakta, polis ve askeri orduları korkularını zail edip, ruhuna huzur serpmek için, zırhlı savaş araçları (onlar Hitler’in deyimiyle panzer diyorlar), tekerlekli tanklarla kavşaklarda barikatlar kurmuş, köşe başlarını tutmuş, maskeli adamlar binaların çatılarında mevzilenmişlerdi. Başlarından ayak parmaklarına kadar zırhlara bürünüp yan yana dizilmiş polis ve askerler, ama her an ortaya çıkacak muhtemel düşmana karşı parmaklar tetikte, etrafı kolaçan ediyorlardı. Biri “hoşt” dese tetik çekmeye hazır…


TC Başbakanı, bunca korku dağıtıcı barikata rağmen, belalısından kaçan mahallenin yalandan kabadayısı gibi şehrin dışından, yan yollardan (çevre yolu) boş sokakları, ağaçları, polis, asker, tank barikatını selamlaya selamlaya, dünyalarına göre midelerinden yakalanıp tutulmuş, onuru satın alınarak yeme bağlanmış, kimileri o şehir, bu şehirden taşınmış çürük Kürtlerden yandaşlarının toplandığı spor salonuna gidiyordu.


Yol boylarında balkona çıkan kadınların görüntüsü, “ne yüzle geldin buraya?” haykırışları, o alkış beklerlen öfke ve nefretin sesi “cehenneme kadar yolun var” sesleri yankılanıyordu, Türk televizyonlarında.


Ama, halk arasında utançtan başlarını kaldıramayan, ihanetin derin çöküntüsüyle, çürümüş kişiliklerini gizleyen maskeli dolaşan yandaşları da vardı. Recep Tayyip, ırkçı eserlerine rağmen, onlara ninni söyleme yerine hala hayal satıyor, “asimilasyonu kaldırdık” diyebiliyordu, onlara.


İçlerinden, “ana dilden eğitim hakkının gasbı, Kürdistan’ın statüsüzlüğü ve teklik asimilasyondur” diyen bir tek namuslu ses çıkmıyor, onurlu duruş görülmüyordu. Milyonlarca Kürt, ulusal kurtuluş mücadelesi yolunda zalime direnirken, o küçücük azınlık, bir lokma yiyecek uğruna onurunu satan insan ezikliğiyle boynu büküktü. Başlarını yem torbasına sokmuş, insan oğlu onurundan kopuk…


Paris’in simgesi Eyfel’dir. Amed’in ise surları…


Hitler, fatih görünme hayaliyle Eyfel önünde fotoğraf çektirmişti. Recep Tayyip, işgaldeki şehrin surlarına da çıkamadı, korkudan.


Onun bilinci almıyor, ama aklının yarısı olan nutuk yazarları acaba ne zaman anlayıncıya kadar anlatacaklar “sokaklarında gezemediğin yer senin değildir” diye.


AHMET KAHRAMAN
akahraman61@hotmail.com
 
 

Türk Devletinin Savaş Severliği

MUSTAFA KARASU

Türk devleti Kürtlerin Suriye’de kazanım elde etmesinden çok korkuyor. Her fırsatta “Türkiye’nin aleyhine olacak gelişmelere izin vermeyiz” diyor. Bununla orada Kürtlerin kendi kendini yönetmesi durumunu kastediyor. Şu anda Rojava Kürdistan’da Kürtler kendi kendini yönetme konumuna ulaşmışlardır. Kürtler örgütlü güçleriyle her alanda sorunlarını kendileri çözmektedirler. Devlete ihtiyaç duymadan yaşamlarını sürdürmektedirler. Devlet engeli olmazsa toplumun kendi kendini daha iyi yöneteceği Rojava Kürdistan’daki gerçeklikle bir daha ortaya çıkmıştır. Türk devletinin Kürtlerin bu kendi kendilerini yönetmelerine gösterilen düşmanlığa faşist sömürgecilik, inkarcılık, soykırımcılık denmez de ne denir.

Türk devleti Kürtlerin kendi kendilerini yönetmelerini kamuoyunun gözünden düşürmek için her türlü kara propaganda yapıyor. En son komşularla sıfır sorun politikasının patent sahibi Ahmet Davutoğlu Rojava’daki Kürtlerin Suriye’deki muhaliflere karşı kullanıldığı yalanını ortaya atmıştır. Hiçbir Suriyeli muhalif böyle bir iddiada bulunmazken Ahmet Davutoğlu böyle bir iddia ortaya atıyor. Böylece Kürtlerin Suriye’deki politikaları konusunda kuşku uyandırmaya çalışıyor. 


Suriye’deki Kürtler sadece kendi demokratik ulusal haklarının kabul edilmesi ve tanınmasını istiyor. Çünkü Kürtlerin haklarının tanınmadığı bir Suriye’nin demokratik olamayacağını çok iyi biliyorlar. 

Türkiye aslında Suriye’de de kendisinin çözüm dediği şeyi hakim kılmak istiyor. Kürtleri toplum olarak kabul etmeyen, anadilde eğitim ve demokratik özerkliği tanımayan, “bireysel haklara” dayalı çözümü, yani çözümsüzlüğü oluşacak yeni Suriye rejiminin politikası haline getirmek istiyor. Bu politikaya İlker Başbuğ “liberal demokratik çözüm” demiştir. Türkiye, İlker Başbuğ’un ifade ettiği bu çözüm dışındaki her çözümü kendisi için tehlikeli görüyor. Çünkü Rojava’da gerçekleşecek bir demokratik özerklik Türkiye’nin mevcut Kürt politikasını çökertecektir. Türk devleti Kürt sorununu demokratik temelde çözmek zorunda kalacaktır. Çözüm niyeti olmayan AKP Hükümeti bu nedenle Kürtlerin Suriye’de kazanım elde etmemesi için büyük bir çaba göstermektedir.


Milyonluk ordusu, yarım milyonluk polis ve istihbarat örgütüyle Kuzey Kürdistan’da Kürt halkının mücadelesini bastıramayan Türkiye, tabii ki Rojava’da ne yapsa da sonuç alamaz. Ya on binlerce insanı öldürmek zorunda kalır ya da Kürtlerin kendi kendini yönetmesini kabul eder. Bırakalım binleri, yüzlerce Kürt’ü öldürdüğünde zaten kaybetmiş olur. Bu nedenle Türkiye’nin Rojava Kürdistan’a yönelik tehditlerinin sonuç alması mümkün değildir. Türkiye bunu gördüğü için şimdiden Kürtleri karalama kampanyası yürütüyor. Kürtleri Esad’ın ortağı gibi gösterip hedef yapmaya çalışıyor.  Kürtler kendi kendilerini yönetmek istiyor. Bunu artık Rojava’da engellemek mümkün değildir. Buna ister Esad rejimi, ister muhalif güçler, isterse başka bir güç engel koymaya çalışırsa karşısında direnen Kürt halkını bulacaktır. Özcesi Kürtler özgürlüklerini elde etmede kararlıdırlar. 


Mevcut durumda Kürtlerle muhalifler arasında herhangi bir çatışma ve gerilim yoktur. Herhangi bir güç kışkırtmadığı takdirde Kürtlerin muhaliflerle çatışma konumu olamaz. Mevcut iktidarda Rojava’da Kürtlerin örgütlenmesine yönelmez ve Kürtlerin özyönetim güçlerine karşı savaş açmazsa Kürtler de saldırı içinde olmaz. Kürtlerin muhalif güçlerle bir çatışması yoktur. Ancak Suriye’nin baskıcı rejimi bırakmasını ve demokratikleşmesini istemektedir. Zaten örgütlenmelerini geliştirme ve özyönetimleri kurumlaştırmalarıyla Suriye’yi demokratikleştirme mücadelesi içindedirler. Demokratik Suriye projesi olan herkesle ilişki içinde olmaya da hazırdırlar.


Suriye’deki muhalif güçler hala Kürtlerin özyönetim hakkını kabul etmiyor. Türkiye ilişki içinde olduğu muhalifleri zaten bu nedenle destekliyor. Suriye muhalefetinin ulusal konsey hizbinin içinde yer alan Kürtler bile ayrıldılar. Bu gerçek bile Rojava Kürtlerinin tutumunun ne kadar doğru olduğunu göstermektedir.  Türk devletinin askeri işgaldeki ısrarının nedeni de Kürtlerdir. Zaman uzadıkça Kürtlerin örgütlenmesinden ve kendi özyönetim sistemlerini kurmasından korkuyorlar. Bu nedenle dünyadaki en erken müdahaleci yaklaşım Türkiye’ye aittir. Türkiye’nin Suriye halkını düşündüğü yoktur. Onun tek derdi, zaman uzadıkça Kürtlerin örgütlü hale gelmesidir. Bu nedenle sahte gözyaşları dökerek bu yüzünü saklamaya çalışıyor. Bu kaygı nedeniyle başka ülkeleri erken müdahale etmemekle suçluyor.


Müdahale olursa Türkiye sınırdan içeri girerim savaşın tozu dumanı altında Kürtleri ezerim diye düşünüyor. Birinci Dünya Savaşında Ermenileri nasıl soykırıma uğrattıysa Suriye savaşının tozu dumanı altında da hem Rojava’daki hem de Bakur’daki Kürtlerin işini hal ederim hesabı içindedir. Savaşı bu nedenle hararetle istiyor. Normal ortamda yapamadığı zulüm ve katliamları savaş ortamında yapmayı umuyor. Savaş olursa birkaç Uludere daha yaparım kim vurduya gider diye düşünüyor. İşte Türk devletinin savaş severliğinin nedeni budur.