2 Haziran 2012 Cumartesi

Ortadoğu'yu Neler Bekliyor?

Filistin ve Basra Körfezi ülkeleri uzmanı olan Dr. Adam Hanieh Londra Üniversitesi'ne bağlı Şarkiyat ve Afrika Çalışmaları Okulu'nda öğretim görevlisi. Kendisi ile Arap Baharı ve Ortadoğu'da son durumu konuştuk... 

Mısır’da Mübarek karşıtı ayaklanmanın arkaplanında neler vardı; bugün durum nedir?
Otuz yıl önceye gidersek Mısır’ın neo liberal reformların öncüsü olduğunu görürüz. 2005-2008 arasında ise Ortadoğu’nun en başarılı reformcusu sayıldığını ve Dünya Bankası tarafından bölgenin en başarılı ülkesi, bölgenin de dünya genelinde reformlar bağlamında en başarılı bölge ilan edildiğini hatırlayalım.

Bu reformlar, neo liberalizmin etkisindeki başka ülkelerde olduğu gibi, halkın geniş kesimlerini ağır biçimde etkiledi. Yoksul insanları, köylerde yaşayanları şehirlere göçe zorladı, ücretleri düşürdü…

Ve 2008-2009 krizi bölgeyi, özellikle de Kuzey Afrika’yı çok olumsuz etkiledi. İhracat düştü, enerji ve yiyecek fiyatları arttı. Bunlar bir araya gelerek devrimi oluşturan sebepleri yarattı.

Devrim sürüyor, onu başlatan sebepler değişmedi, herhangi bir sonuca ulaşmadı ama hareketlenme sürüyor, grevler sürüyor. 

Geçen eylül ayında öğretmenler, doktorlar ve Kahire’deki nakliye işçilerinin de yer aldığı bir grev dalgası oldu ve buna milyonlarca çalışan katıldı.

Devlet bu hareketleri denetlemeye çalıştı ve Müslüman Kardeşler de bu çabaya katıldı.

Doktor ve öğretmenlerin grevlerinde Müslüman Kardeşler grev yapılmamasını söyledi. Ama aynı zamanda bu meslekler içinden bağımsız gruplar çıktı.

Müslüman Kardeşler’in pek çok kaynağı var. Mübarek zamanında yarı legal bir durumdaydı, bütün ülkede bağları var, gerek dışarda gerekse içerde para kaynağı var. Buna karşılık sol yeni.

Bu arada Mısır’daki en önemli faktörlerden biri de kadın hareketi. Bu tabii ki Müslüman Kardeşler’in insanları geri çekmeye çalıştığı alanlardan biri çünkü muhafazakar kesimin kadınlar üzerindeki baskısı artıyor. Ama Mısır’da kadın hareketi buna karşı hareketlenmeyi ve güçlenmeyi sürdürüyor.

Geçen yıl bugünlerde sürekli Tunus’tan söz ediliyordu ama bir yıl içinde medya sanki bu ülkeyi unuttu. Orada neler oluyor?

Mısır’la ilgili söylediklerimin önemli bir bölümü Tunus için de geçerli. Orada da devrim sürüyor. Bu hareketlerin üzerinde yükseldiği talepler yerine getirilmiş değil.

Bin Ali’den kurtuldular ama sorunlar, özellikle de işsizlik çözülmedi hatta Mısır’da işsizlik düzeyleri arttı.

Grevler sürüyor, diktatörlerden kurtuldular ama devrimin talepleri yerine gelmedi.

Körfez ülkelerinde göçmen sorunu


Arap Baharı, Katar ve Suudi Arabistan gibi ülkelere pek ulaşmadı. Bu ülkelerde ne tür bir toplumsal gerilim var?

Körfez ülkelerinde işgücünün çoğunluğunu geçici, göçmen işçiler oluşturuyor. Örneğin Dubai’de nüfusun sadece yüzde 10'unun vatandaşlığı var. Nüfusun yüzde doksanını göçmen işçiler oluşturuyor.

Suudi Arabistan’da işgücünün yüzde 50'sini göçmen işçiler oluşturuyor. Başka ülkelerde bu rakam yüzde yetmişle seksen arasında değişiyor.

Sorun bu işçilerin çok istikrarsız koşullarda yaşıyor olmaları. Sendikalara üye olma hakları yok, siyasal faaliyet yürütme hakları yok. Çizgiyi biraz aştıklarında sınırdışı edilip memleketlerine geri gönderilirler.

Ayrıca insanların ülkeye girip çıkışları da sınırlamalara tabi. Ülkeye girmek için çalışma izninizin olması gerekiyor. İşinizi kaybederseniz ülkede kalamazsınız.

Bahreyn ve diğer ülkelerde vatandaşlar için sendika var ama bunlar göçmen nüfusla hiçbir biçimde bağlantılı değil, onları temsil etmiyor ve savunmuyor. 

Sendikalar göçmen işçiler konusuyla ilgilenmiş, tatmin edici bir çözüm bulmuş değil.

Sadece Körfez’de değil bütün Ortadoğu’da göçmen işçilerin yaşadığı korkunç koşullar biliniyor. 

Bu Lübnan’da da böyle. Lübnan’da çalışma koşuları yüzünden intihar eden insanlar oluyor sürekli.

Birkaç ay önce bir olay olmuştu; Etyopyalı bir kadın elçiliğe sığınmak istedi, patronu onu arabayla kaçırdı ve sonunda kadın intihar etti çünkü elçilik onu almayı kabul etmedi.

Bölgede, genel olarak Ortadoğu’da büyük eşitsizlikler söz konusu.

Dünyanın en zengin insanlarından bazıları burada yaşıyor ve örneğin Yemen’de dünyanın en yoksul insanlarından bir kısmı da bu zenginlerin kapı komşusu olarak hayatını sürdürüyor.

Bölgeyi bir bütün olarak ele almalıyız. Mısır’ı, Tunus’u, Suriye’yi, Lübnan’ı, en geniş anlamdaki bu daha geniş hiyerarşileri görmeden tekil ülkeler olarak ele alarak anlayamayız. 

Ortadoğu’da muhteşem bir servet ve güç var ve bu Batı’yla elele.

İsrail-Gazze geçiş noktasıArap Baharı ve Filistin Sorunu

İsrail ve Filistin arasındaki barış süreci ne durumda?

Arap Baharı ya da bölgedeki ayaklanmalar Filistin sorununu da gündeme getirdi. Çünkü İsrail’in Filistinlilere karşı Mübarek ve Bin Ali gibi unsurlardan güç aldığını ortaya koydu.

Soru, bu hareketler sürerse İsrail’in gücünün de zayıflayacağı ki bu ABD ve Avrupalı ülkelerin en büyük korkusu.

Örneğin Mısır’da sokaktaki hareketin ülkenin İsrail’le bağlarını kesmesini sağlaması ki bence bu sömürgeleştirmeye karşı en etkili yöntem.

Mısır’daki durumun değişmesi sizce Filistin’i etkileyecek mi?

Kesinlikle bu potansiyele sahip ama bu da Müslüman Kardeşler’in gerçek yüzünü ortaya koyan konulardan biri.

Çünkü İsrail’le ilişkileri değiştirmek adına bir şey yapmadı, Gazze’ye girişleri denetlemeyi sürdürdü. Halbuki kolaylıkla kapıyı açabilir ve Filistinlilerin rahat girip çıkmasını sağlayabilirdi.

Ayrıca İsrail’le ekonomik ilişkileri kesebilirlerdi ama kesmediler. Ama Mısır’daki insanların duyguları da bunun gerçekleşmesi yönünde.

İran askerleriBölgenin geleceğine ilişkin belirsizlikler


İran vatandaşı olsaydınız bugünlerde kendinizi güvende hisseder miydiniz?

Güvende mi? Emin değilim (gülüyor)... 

ABD ve İsrail’in artan bir tehdidinin olduğu açık ve bu sürecek. Bunun gerçekleşeceği kesin değil ama bu tehlike sürüyor.

Bu hem İran’da hem de genel olarak bölgede yaşayan insanlar için çok korkunç olur ama buradan nereye gider kim bilebilir?

Tunus ve Mısır’daki ayaklanmalardan birkaç yıl önce İran’da da rejim karşıtı gösteriler oldu.

Daha fazla özgürlük ve ekonomik haklar isteyen hareketler vardı ve Batı bunlara da müdahale etmeye çalışıyordu ama sokaklarda özellikle gençler daha fazla özgürlük arıyordu.

Karmaşık bir durum yine.

Bu askeri tehdide rağmen İran hükümetinin İran halkının dostu olmadığını da düşünüyorum.

ABD askerleriABD’nin Ortadoğu’daki konumuyla ilgili ne düşünüyorsunuz? Askeri varlığını sürdürecek mi?

ABD herhangi bir yerdeki birliklerini geri çektiğini söylediğinde çok dikkatli olmalıyız çünkü bunu dedikleri zaman iki şey yapıyorlar.

Birincisi, Irak’taki gibi bir ülkeden çektikleri birlikleri başka ülkelere taşıyorlar.

Buradaki birlikleri Körfez’e taşıdılar, artık Bahreyn ve Kuveyt’te çok sayıda ABD birliği var. ABD’nin ünlü Beşinci Filosu artık Bahreyn’de. Afganistan’da da büyük güç var.

İkinci yaptıkları şu. Özel güvenlik personelini sahaya yerleştiriyorlar ve birçok durumda bunların gücü geri çekilen birlikler kadar oluyor. Ama bunlar ABD askeri gücüne dahil edilmiyorlar. 

Irak’ta hala büyük bir ABD askeri gücü var, Körfez’de de. Bence ABD varlığı, özellikle Bahreyn gibi yerlerde artacak.

Türkiye hükümeti Körfez’deki gücünün ve önderliğinin arttığını, Osmanlı’yı da anarak iddia ediyor. Bu konudaki değerlendirmeniz nedir?

Türkiye’nin bakışını Ortadoğu’ya çevirdiği ve Körfez’le ilişkilerin birçok açıdan güçlendiği doğru.Ancak bölgedeki gücü değişmedi, Körfez hala özellikle ekonomik açıdan bölgenin en önemli gücünü oluşturuyor.

Körfez’in ekonomik rolü ve Türkiye’nin siyasi rolünün birlikte, birçok ülkede aynı yönde çalıştığını söylemek doğru olabilir. Ama bunun Ortadoğu’da yaşayanlar için iyi olduğunu düşünmüyorum, çünkü ne AKP ne de Körfez modeli bölgedeki insanların yaşadıkları koşulları düzeltmez.

Her Sözü Bir Cinayet!




YILDIRIM TÜRKER

Başbakan, hedefteki Kürtlerin yanına kadınları da oturtmuş olduğunu bu kadar fütursuzca dile getirmemişti.

Uludere konusunda iyice çatallanan bir noktada her zamanki illüzyonist numaralarından birini sergileyen Başbakan’ın çok ciddi bir baskı altında olduğu anlaşılıyor. 



Milyonların karşısında benzeri imparatorluklardan bu yana görülmemiş bir kibir performansıyla Uludere konusunda battıkça batan Erdoğan bir kez daha gündemi değiştirmek, bakın kuş uçuyor yapmak için ortaya attığı kürtaj meselesiyle kaçmak istediği uçurumdan baş aşağı sarkmıştır:

“Kürtajı bir cinayet olarak görüyorum. Bu ifademe karşı bazı çevrelere, medya mensuplarına sesleniyorum. Yatıyor kalkıyorsunuz; Uludere diyorsunuz. ‘Her kürtaj bir Uludere’dir’ diyorum. Anne karnında bir yavruyu öldürmenin, doğumdan sonra öldürmekten ne farkı var, soruyorum size. Bunun mücadelesini hep birlikte vermeye mecburuz. Bu milleti dünya sahnesinden silmek için sinsice bir plan olduğunu bilmek durumundayız. Bu milletin çoğalması için de asla bu oyunlara prim vermemeliyiz.”
Siyaset tarihimiz Kıpti’nin merdinden geçilmez.

Başbakan, gündemi değiştireyim, biraz kadınları hırpalayayım, bu memlekette her zaman puan toplar yaklaşımıyla ağzından kaçırdığının farkına varamamış. Kimi ensesi aydınlık çevreleri kendisinden hâlâ İdris Naim Şahin’i alaşağı etmesini beklerken el yükseltmiş. 


Uludere’nin bir cinayet olduğunu ilan etmekle kalmamış, bir soykırım girişimi olduğunu da açıkça dile getirmiş.

Kürtaj, bu milleti dünyadan silmek için geliştirilmiş sinsi bir plan ve her kürtaj bir Uludere olduğuna göre Uludere, şimdiye dek iddia edildiği gibi bir kaza değil. Sinsi bir soykırımın ilk adımı.
Daha da ileri gidelim, açık ve net bir savaş ilanı. 


Elbette beraberinde seferberlik ruhunun inşası ve vatandaşın milli duygularla zapturapt altına alınması gerekliliğini getiriyor.

Nitekim savaşlarda en büyük acıyı çeken, bedenleri bir savaş meydanına dönüştürülen kadınlar bir kez daha yüksek sesle üretime çağırılıyor. Savaş halinin düsturuna ilk adım: Kadının bedeni üstündeki haklarının gaspedilmesi. Diktatörlerin klasik çağrısı yankılanıyor bir kez daha Türkiye Cumhuriyeti semalarında. Doğurun! Biz Uludere’yi yapabiliriz ama siz kürtaj yapamazsınız. Çünkü bedeniniz de o bedenle üreteceğiniz nesil de bize ait. 


Üstünde en ufak hakkınız yok. Biz olmayız ama siz katil olursunuz. Hatta yabancının sinsi planlarına alet olduğunuz için vatan hainliğiyle damgalanırsınız.

Hizmetçinin yanında rahatlıkla her şeyi konuşan, onu zaten insandan saymayan vahşi beyazlar gibi, her şey Kürtlerin önünde söyleniyor. Böylelikle Kürtlere de hadleri bildirilmiş oluyor.
Başbakan’ın kadınların karşısındaki teklifsizliğine alışığız da... 


Partisinin kadınları şu kadarcık rahatsızlık duymuyor mu? Daha bir ay önce yine kadınlara yaptığı bir konuşma da yüz kızartıcı bir aşağılama, bir hiçleştirme temelliydi. Onlara kendi eşinin savaş günlerini hatırlatıyor, şımarmamaları için uyarıyordu:

“Amerikanbezlerinden alınır, o bezler kaynatılır, elde ovuşturulur vesaire… Dört çocuğumu benim eşim böyle büyüttü ama şimdiki annelerin işi kolay. Oradan çocuk bezini al katla, at çöpe, yenisiyle yola devam. Dört çocuk elhamdülillah ama şimdikilere bakıyorsunuz ‘bir tane yeter Başbakanım’ diyor veya ‘iki tane yeter’ diyor. En az üç tane yap, bak şartlar çok kolaylaştı.”

Bu yeni nesil kuluçka makinelerinin de canı pek kıymetli, Başbakan’a kalırsa. 


Başbakan gerçekten de freni patlamış bir kamyon gibi felaketine doğru hızlanıyor. Kendisiyle birlikte koskoca bir nüfusu yakmak konusunda bir kaygısı yok gibi. 


Pekiyi bu koskoca parti, haydi onları sevindirelim; AK Parti, olağanüstü örgütlenmesiyle, her il, her bucaktaki ileri gelenleriyle, militanları, emekçileri, çaycılarıyla, yüzde elli seçmeniyle bu duruma nasıl oluyor da en ufak bir müdahalede bulunmuyor. Bu monoblok yapının insanlara diktatörlük hatırlatmasına niçin şaşıyorsunuz? Yüz binlerce kadın üyesi olan, bir o kadar Kürt seçmeni olan, oyları milyonlarca sayılan onca İNSAN, gerçekten de Erdoğan gibi mi düşünüyor? 


Öyleyse ört ki ölem!

Seni Kürtaj Bile Kurtaramaz...Hesap Vereceksin!!!





Erdoğan dengeyi yitirdi, kelime oyunlarındaki USTA'lık da yemedi. Aklımıza tecavüz edercesine edilen laflar aslında Erdoğan'ın asıl düşüncelerinin ortaya serilmesini sağladı. Eee ne de olsa serde Faşistlik var... Erdoğan ve AKP'sinin başaşağı gidiş süreci Uludere-Roboski Katliamı ile başladı en son açıklamalar ile derinleşti.  Demiştik... Kürt Özgürlük Hareketi'ni yenemezsiniz...Oynamayın, gıpraşmayın...Nekrofili Kalleş AKP'ye deniz bitti...Şimdi karaya çıkma zamanı...Hesap vereceksiniz!!!


Can Adil 

Polis, Biber Gazı, İnsan Ve Hayvan...



Tekçiliğe Karşı Çok Dillilik…

"18 Mart Çanakkale Şehitleri için Diyarbakır Valiliği Kürtçe, Türkçe Bilbordlar yaptı. İnanın ki, astığı gün ben 'W'yi kullandığım için ceza aldım. İşte bir makyajın ötesinde bir ikiyüzlülük. Yani TRT6'da 'Bi Xer Xatin' demek serbest, ama KCK davasında Kürtçe konuşmak 'bilinmeyen bir dil' oluyor. Devletin, işte böyle bir ucube yaklaşım var."

Çok Dili Belediyecilik Projesi başta olmak üzere çok sayıda özgün çalışmasıyla tanınan Sur Belediye Başkanı Abdullah Demirbaş, 24 Aralık 2009 tarihinde siyasi soykırım operasyonları ('KCK operasyonu') çerçevesinde tutuklandı. Cezaevinde genetik kökenli kan pırtılaşması nedeni ile sağlık durumu kötüleşti. Cezaevindeyken vücudunda ödemler oluştu. Hayati tehlikeyle karşı karşıya gelmesinden dolayı hastaneye kaldırıldı. 55 gün hastanede kaldı. O süreçte doktorların raporu ve kamuoyun baskısıyla tahliye edildi. Türkiye'de hiçbir hastane Demirbaş'ın sağlık sorununa bir çözüm bulamadı. Bu nedenle Demirbaş'ın yurdışına çıkması gerekiyordu. Ancak bu defa da yurtdışına çıkış izni verilmedi.

Tedavinin yurtdışında mümkün olduğu yönünde üniversite hastanelerin verdikleri raporlar ile 8 defa başvurdu. Ancak bu başvurulara olumlu yanıt alamadı. Son olarak tedavisi için hem yurtdışı, hem de yurtta çeşitli kampanyalar düzenlendi. Geçtiğimiz günlerde Demirbaş'ın yurtdışı yasağı kalktı. Tedavi için Avrupa'ya çıkan Demirbaş, tüm tedavi imkanlarını araştırıyor. Son olarak doktor görüşmelerinde Almanya'da çıkan bir ilaç ile tedavi olması öneriliyor. Henüz tahliller sonuçlanmadığı için tam kesin karar verilemiyor. Doktorlar bu ilaçı denemesi gerektiğini ve birbuçuk iki ay sonra tekrar Almanya'ya gelip kontrol olmasına karar verildi.


Demirbaş'a sağlık sorunlarının yanı sıra yaptığı belediyecilik çalışmalarına ilişkin sorularımızı yönelttik.

Sayın Demirbaş, tutuklanmanızın ardından birçok tepki geldi. Bu tepkiler için ne söylemek istersiniz?


Hem Türkiye'de, hem kendi bölgemizde hem de çeşitli ülkelerde, yurtdışında tedavi görmem için Hükümet ve Adalet Bakanlığı nezdinde kampanyalar düzenlendi. Facebook ve Twitter gibi sosyal medyada bu konuda bir gündem yaratıldı. Sivil toplum örgütlerinin girişimleri oldu. Son olarak Almanya'da, Uluslararası İnsan Hakları Topluluğu (IGFM) adlı kuruluş bana destek verdi. Hatta bu konuda doktor randevularını onlar yaptı. Bana destek olup bu konuda başarı sağlayan herkese teşekkür ediyorum ama bir çağrımı da yenilemek istiyorum: "Şu an durumu benden daha kötü olup da cezaevide yaşayan onlarca hasta arkadaşmız var. Ben benzer çabaların onlar içinde yapılmasını önemsiyorum. Çünkü gerçekten Türkiye'deki cezaevi koşulları bir hastanın yaşamını sürdürebilmesi için uygun değil. Bu nedenle bu kampanyaların diğer cezaevindeki arkadaşlarımızın için devam etmesini istiyorum. Gerçekten çok ciddi durumlar ile karşı karşıya olan arkadaşlar vardır. Bunların sayısı 200'ü aşkındır. Tabii bu arada da bir kaç arkadaşımız vefat etti. Nurettin Soysal bunlardan biridir. Bu arkadaşları ben yakından tanıdım. Onların durumları gerçekten çok ciddi. Ben bu konuda kampanyanın sürdürülmesini bu yüzden çok önemsiyorum. İnsan yaşamından daha değerli hiçbir şey olamaz.
 
Mahkemelerin bu durum karşısında tahliye kararı vermemesini neye bağlıyorsunuz?


Tabii, 12 Eylül'ün bir anlayışı vardı 'Asmayalım da besleyelim mi'… Bugün bu anlayış farklı biçimlerde devam ettiriliyor. Nihayetinde bir tutsak da olsa, bir tutuklu da olsa o insan bir insandır. Böyle bakmak gerektiğine inanıyorum. İnsana değer eksenli bir yönetim merkezi Türkiye'de mevcut olsaydı bugün hiç bu sorunlar olmayacaktı. Sorunun temelinde insanı merkeze almamak var. Siz hasta bir tutsağı cezaevinde tuturak aslında onun ölümünü istiyorsunuz. Yani bu hem dinen, hem insani açıdan, hem vicdanen bir kere uygun olmayan bir şeydir. Maalesef, Türkiye sistemin genel anlayışı bu. Ama bu nedenle de Türk hükümetinin bu adımı atması için uluslararası kamoyunun harekete geçmesi çok önemlidir. Ciddi bir kamuoyu oluştursa devlet de değişmek zorunda kalacaktır. Dış dinamikler olmazsa için sırf iç dinamiklerle Türkiye kolay kolay değişmiyor.
 
O zaman Türkiye'deki değişim biraz da makyaj değiştirmek gibidir…


Biliyorsunuz, Türkiye'de her değişim özde bir değişim değil. Çünkü özde bir değişim olabilmesi için hukuki boyutunun olması lazım. Mesela Türkiye'nin bir TRT6'i var. Bakın bu aslında bir makyajdır. Yarın başka bir hükümet gelse çok rahat onu yok sayabilir. Dolayısıyla şöyle bir mantık var bu hükümetlerde: 'Demokrasi lazımsa onu da biz getiririz ve istediğimiz gibi getiririz'… Bu ülkeye komünizm gelecekse onu da biz getiririz, Kürtlük adına bir şey yapılacaksa onu da biz yaparız vs… İşte bunlar özde bir değişimin olmadığının açık delilleridir. Tutuklu bulunan milletvekilleri için dört parti, bu konuda yeni bir düzenleme yapması için hazırlanan komisyona üye verdi. Ama Başbakan 'tartışmamız lazım' diyor. Peki eğer tartışacaksan temsilcini niye gönderdin? Bu 'Siz elimizde esirsiniz. Biz istersek sizi bırakır ya da bırakmayız' anlayışıdır. Bu ne dine ne de insanlığa yakışır. Hani tek din diyordun ya… Bu yaptığın Müslümanlığa aykırı bir şeydir. Bir insanın ölümü bir dünyanın ölümüdür.

Sayın Demirbaş, belediyecilik çalışmalarıyla da çok gündem oluyorsunuz. Bu konudaki sorularımızı soralım. Projeleriniz arasında en fazla ses getiren Çok Dilli Belediyeciliktir. Bunun dışında farklı projeleriniz de var. Bunlar hakkında neler söyleyeceksiniz?


Şimdi öncelikle biz şuna inanıyoruz: Demokratik ulus mantığı bir anlamı ile bütün halkların temsiliyetini ifade ediyor. Milliyetçi tarzı ifade etmeyen, ama bütün herkesin birarada var oluşunu ve varlığını kabul eden bir tarzdır. Çok Dilli Belediyecilik ile bu topraklarda yaşayan her kesimin kendini ifade etmesi gerekiyor. Biliyorsunuz, Türkiye'nin resmi bir anlayışı vardır, 'Tek dil, tek din, tek devlet, tek millet' mantığı. Biz bir kere tek millet mantığına karşıyız. Türkiye farklı halkların, kimliklerin, inançların ve dillerin olduğu bir ülke. Öyleyse bu gerçeklikten yola çıkarak devletin tekçi mantığına çoklu mantık ile biz cevap veriyoruz. Gerçek demokrasi budur. Bu nedenle biz bir Kürt olarak şunu da önemseyerek ifade etmek istiyoruz. Kendimiz için hangi hakları istiyorsak birlikte yaşadığımız diğer halklara da aynısını istiyoruz. Bunun için de Çok Dilli Belediyecilik diyoruz. Bugün bir Kürt, Ermeni için de Süryani için de, Arap için de Bir Çerkez için de kendisi içinde aynı şeyleri istiyor.

Kültürler Sokağı projesi


Bir başka boyut ise devletin tek din mantığına karşı bizim farklı inançların bir arada yaşayabileceği projedir. Bunun adı Kültürler Sokağı'dır. Aynı sokak üzerinde nasıl farklı diller bir arada yaşayorsa farklı dinlerinde bir arada yaşamısı gerektiğini düşünüyoruz. Bu toplumsal barışın olmazsa olmazıdır. Önemseyerek ifade ediyorum. Biz tek din mantığı değil, farklı inançların var olduğunu ve bir arada yaşaması gerektiğine inanıyoruz. Tabii ki bu söylediğimiz şeyler, resmi ideolojiye aykırı şeyler ama biz bunu yapmaya devam edeceğiz.

'Sere Şevê Çirokek…' projesi


Bir başka projemiz de 'Sere Şevê Çirokek - Her Mala Dibistane" projesidir. Bu projemizin en önemli amacı, aile içinde eşitliği ve sağlıklı iletişimi sağlamaktır. Anne baba ve çocukları dil öğrenmek için her gece bir saatlerini ayırmalarinı istiyoruz. Bunun için bir araya gelenler eşitler arasında bir iletişim kuruyor. Bir kere ailenin demokratikleşmesi söz konusudur. Biliyorsunuz biz Kürtlerde feodaliteden, sistemden ve erkek egemen anlayıştan kaynaklı hiyerarşik bir yapılanma var. Bizler bunu ortadan kaldırıyoruz. Anne, baba ve çocuklar eşit, üçü de dil bilmiyor ve bir araya geliyor. Biliyorsunuz, Kürtlerde aile içi demokrasi yok. Bunu önemiyoruz. İkincisi, dil öğrenmek için bir araya geliyorlar. Her gece bir saatlerini dil öğrenmeye ayırıyorlar. Üçüncüsü ve en önemlisi, daha önce neden bir araya gelmediklerini sormaya başlıyorlar. Bu da Özgür Yurttaş Bilincidir. Soru soran insan, özgürleşen insandır. Aile üyeleri birbirine "Niye biz daha önce bir araya gelmiyorduk" diye sormaya başlıyor.


İkinci bir boyutu da var. Biliyorsunuz, Türk devletine göre resmi dil Türkçedir ve Türkçenin dışında bir eğitim yoktur. Biz şimdi bu devletin bizim resmi dilin dışında kendi dilimiz ile eğitim yapmasını beklersek herhalde Kürtçe diye bir şey kalmayacaktır. Biz diyoruz ki, devlet kendi okullarında dilimizi yasaklamaya gücü yetebilir ama evlerimizde dilimizi yasaklamaya gücü yetemez. Evlerimiz bizim özgür alanlarımızdır. Öyleyse evlerimizi özgür okullara çevirerek, biz kendi dilimizi evlerimizde öğrenebiliriz diye bir proje başlattık. 9 yaşındaki çocuklarımız için Mamoste Medya Evi'nin bir odasını sınıfa dönüştürdük. Aynı zamanda Yüksekova'dan İstanbul'a kadar birçok yerde bu kitaplarımızı dağıtarak bu eğitim projemizi başlattık.

Kürtçe Kreş projesi


Diğer bir projemiz Kürtçe Kreş projemizdir. Biliyorsunuz, yeni eğitim sisteminde 4x4x4 ile okul eğitimi öncesinde asimilasyonu başlattı bu devlet. Devlet Kürt çocuklarını asimile etmeyi anaokullarından başlatıp, Kürtçeyi oralarda bitirmek istiyor. Çünkü çocuk evinde Kürtçeyi öğreniyordu. Okula 7 yaşında geldiğinde Türkçe ile karşılaşıyordu, ama yine de dilini öğreniyordu. Şimdi okul öncesi eğitim yaşını 3 veya 4 yaşına indirip çocukların beyinlerini dumura uğratıyorlar. Bizde bu kreşlerde, Kürtçe anadille eğitim projesini başlattık. Biliyorsunuz yerel yönetimlerin eğitimine izin verilmiyor. Biz Demokratik Özerklik gereği hem eğitimin yerellere devredilmesini istiyoruz, hem de eğitimin anadilde olmasını istiyoruz. İşte Kreş projesiyle her ikisini yapıyoruz. Belediye olarak Kürtçe, Ermenice, Süryanice dillerinden birini bileni işe alıyoruz. İkincisi, bu dili bilen personelle fazla ücret ödüyoruz. Yani tabii ki bir dil kotası bir parası var diyoruz. Mesela bir kişi toplu sözleşmemize göre bu dillerinden birini bilen personelimiz diğer personellerimizden 25 lira daha fazla alacak.


Bir başka projemiz kadına yönelik şiddet ile ilgilidir. 2005 yılında aldığımız bu karar, çok sayıda belediyemizde hatta Türkiye'nin birçok yerlerinde yaygınlaştı. Eşine şiddet uygulayan personelin maaşını kadına veriyoruz. Bu uygulama şu anda Türkiye'nin her yerinde uygulandı. Bir başka yaptığımız özgün proje de tandır ekmeğı projesi, mantar projesidir. Şu ana kadar 180'e yakın kadının istihdam sahibi yaptık. Ailede para kazanan kadının ailedeki statüsü de değişiyor. Kadının toplum içindeki yerini değiştiren toplumsal çalışmalar da yapıyoruz.

Özgür Toplum projesi


Kültür sanat çalışmaları da hızlı biçimde devam ediyor. Şu an mesela Domaniler ile ilgili çalışmalarımız vardır. Romanların bölgedeki ismi Dom'dur. Şunu iddia edebilirim ki, Türkiye'de onlarla en çok BDP'li belediyeler ilgileniyor. Onların da her kimliğin olduğu gibi özgün özelikleri, kültürel değerleri, sanatları vardır. Hatta belediye personel alırken ilk defa bir Ermeni, bir Süryani, bir Hıristiyan ve bir Domani işe aldık. Bu özellikle bizim geliştirdiğimiz bir projedir. Bu Türkiye'de bir ilktir. Bunun için Eşitlik ve İstihdam Müdürlüğü'nü kurduk. Türkiye yasalarına göre suçtur. Ama biz böyle bir karar aldık. Bu müdürlüğün başında da Diyarbakır'da tek yaşayan bir Rum ailenin mensubunu müdür olarak atadık. Bu da devlete göre bir suçtur, fakat eminiz ki gün gelecek bu yöntem Türkiye genelinde önemli bir örnek model olacak. 


Oysa bizim devlete önerdiğimiz model budur. İnsanlar kendi farklılıkları ile eşit olmalılar. Yani Özgür Yurttaş = Özgür Toplum. Böyle düşünmek gerekiyor.

Sanat atölyeleri...


Bütün bu çalışmaların yanında sanaltsal ve kültürel çalışmalar da var. Mesela geçen yıl Diyarbakır'da 'İşçi Filmleri Haftasını' düzenledik. Kürtçe sinema, Kürtçe tiyatro, çocukların yeteneklerini geliştirecek oyuncak atölyesi gibi. Tüm yaratıcılıklarını ortaya koyabilmeleri için böyle bir çalışma ortaya koyuyoruz. Elbette bunlar yetersizdir. Ama bunu yaparken popülizmden uzağız. Özellikle çok dilli çocuk koromuz şu anda çok dilli gençlik korosu oldu. Halka yönelik konserleri düzenliyoruz. Sanatın gelişebilmesi ve bilimsel temellere oturabilmesi için de çalışmalar yapıyoruz. Bunun içinde sanat atölyeleri kurmuşuz. Bunun için de tiyatro, film ve resim atölyelemiz vardır.

Peki bu projelere devletin tutumu nedir?


Devlet hem yasalara dayanarak hem de ekonomik olarak engelemeye çalışıyor. Hem sanatsal hem de halk çalışmalarında devlet bizi sınırlamak, engellemek istiyor. Bu bir gerçektir. Mesela kadın destek evlerini, Eğitim destek evlerini kapatmak istiyor. Çünkü eğitim destek evlerinde yoksul çocuklarını üniversiteye hazırlıyoruz. Sanat atölyelerimizin kapatılmasını istiyorlar, çünkü biz Kürtçe eğitim veriyoruz. Ermenice kursumuzun kapatılmasını istiyor, çünkü Ermenice dilinin varlığını biz geliştirmeye çalışıyoruz. Bunlar yasalarla yaptıkları engellemdir. İkinci olarak ekonomik kaynaklarımızı kısıyor. Bizi kriminalize veya terörize ederek halkın bizden uzaklaşmasını istiyor. Ama en önemli engel özelikle şunu ifade etmek istiyorum ki, müfettişleri üzerimize gönderiyor. Mesela bir yıl önce teftişten geçtik. Buraya gelmeden öncede genel teftiş kararı aldıklarını söylediler. En ufak bir harcamamızı yeniden didikleyerek, bir açık bulmaya çalışıyorlar. Örneğin bizim Belediye'de araştırma yaptılar hiçbir şey bulamadılar. Sonunda gelip bize şunu söylediler: "Sen devlete 35 lira zarar vermişsin!" Atatürk Havaalanı'ndan Taksim'e doğru bir taksiyle gitmiştim. Taksiye 45 TL vermiştim. Araştırmalarda hiçbir şey bulamadılar, sonunda sen devletin fazladan 35 lirasını harcadın. Eğer metro ile gitseydin 10 lira verirdin oysa taksiye 45 lira verdiğini için devletin 35 lirasını fazladan vermişsin. Bunu söyleyen müfettişe o anda çıkarıp 35 verdim. Ama bu trajediye bakın ki, havalanına gelen müfettiş bizi arayıp, bizden taksi istedi...

Ne tür davalarla karşılaşıyorsunuz?


Çok ilginç şeyleri ile karşılaşıyoruz. Ama bunlar bizi daha da kamçılıyor. Mesela 'Eğitim destek evlerinde niye Atatürk'ün Gençliğe Hitabesi yoktur' veya bilmem 'İstiklal Marşı yok', 'Şu yok, bu yok'… Bunun gibi birçok bahaneler yaratıyor, işte bildiğiniz gibi davalar her gün açılıyor. Çok ilginçtir ki, bu Hükümet çok kötü bir şey yapıyor. O da kendine serbest bıraktığını halka yasaklıyor. 18 Mart Çanakkale Şehitleri için Diyarbakır Valiliği Kürtçe, Türkçe Bilbordlar yaptı. İnanın ki, astığı gün ben 'W'yi kullandığım için ceza aldım. Şimdi böyle bir çelişki olur mu? Valiye serbest, bir belediye başkanına yasaktır. İşte bir makyajın ötesinde bir ikiyüzlülük var. Yani TRT6'da 'Bi Xer Xatin' demek serbest, ama KCK davasında Kürtçe konuşmak 'bilinmeyen bir dil' oluyor.
Devletin, işte böyle bir ucube yaklaşım var. Artık buna mınafıklık mı dersiniz, ne derseniz deyin, bunu adı çifte standard. Başka hiçbir şey değildir. Bence bu davranışları ile aslında kendini küçümsüyor. Yani Kürt halkını küçümseyemez veya halkları küçümseyemez. Bir başkasını küçümseyen önce kendisini küçümser. Bunu insan hakları evrensel bildirgesi de söylüyor. İslam dini de, Hıristiyanlık da, Musevilik de bunu söylüyor, Êzîdîlik de bunu söylüyor. 'Kendin için ne istiyorsan başkası için de onu iste'. O nedenle tabiki Hükümetin bu yaklaşımını hiçbir yere sığdırmak mümkün değildir. Bütün bunlara rağmen biz umutluyuz. Bütün bunlar bizi kamçılıyor. Ben diyorumki iyi ki böyle yapıyorlar, biz daha çok çalışıyoruz. İnandına çalışıyoruz.

Peki halkın bunu tepkisi nasıl?


Herhalde seçimler bunu için bir ölçüdür. 2004 yılında yüzde 56 ile seçildim. 2007 yılında görevden atıldım. Ama gittik alternatif bir Belediye kurduk. Sur içinde bir tarihi evde yine Belediye Başkanlık görevine devam ettik. Halk resmi belediyeye gitmedi, bizim belediyemize geldi. Ve 2009 yılında yüzde 66 ile seçildik. Yani bu halk gerçekten artık bilinçlenmiş bir halktır. Bu halk bize inanmasaydı bizi sandığa gömerdi. Demek ki bütün eksikliğimize rağmen, bütün o Halkın belki birçok talebine henüz yanıt olamamıza rağmen bizi seçiyorlar.

Ne gibi eksiklikler bunlar?


Onların istihdam ve yoksulluğa karşı yeterince projeler oluşturamadık. Ekonomik alanları geliştirmede yeterli olamadık. Veya Sur içinin veya bulunduğu alanının yeşillendirilmesi için ekonomik bir yapıya kavuşturulması için yeterlince projeler yapamadık. Çünkü bunlar büyük bir mevla istiyordu. Ama şunu da söyleyeyim ki biz bunları da halk ile paylaştık. Mesela çocukların sorunlarına, kadınların ve gençlerin sorunlarına yeterince ilgilenemiyor olabiliriz. Ama şu konuda eminim ki buna rağmen halk yapma isteğimizi de görüyor. Bu temelde halk mücadelesine sahip çıktığı için, kimliğine sahip çıktığı için belediyelerimizi de destekliyor. Ekonomik sıkıntılarımızı halk ile paylaştığımız için halk bize katkıda bulunuyor. Mesela bir ay içinde 200 milyarlık emlak vergisi topladık. Yani halk sıkıntılarımızı gördü de emlak vergilerini kendisi ödedi.
 
Bir de 40'lar Meclisi projeniz var. Bu projeyi biraz açar mısınız?


40'lar Meclisi, temsil edilmeyenlerin temsiliyetini sağlamaktır. Biliyorsunuz Belediye Meclisleri politik meclislerdir. İkincisi toplumsal sorunları çözme geleneği akil insanları biraraya getirmektir. Bir başka boyutu da temsil edilmeyenlerin temsiliyetini sağlamaktır. Belediye Meclisinde iki parti vardır. BDP ve AKP. Oysa belediye meclisinde temsil edilmeyen insanlar da var. Aslında Belediye Meclisleri karar almak sürecinde yeterli bir demokartikleşmeyi sağladığı söyleyemez. Bizim bunun dışında mahalle meclislerini, kent meclislerini oluşturuyoruz. Kent veya mahalle meclislerinde de bazen temsil edilememe de olabiliyor. İşte bu 40'lar Meclisinde (Kırklar Meclisinde) biz farklı etnik köken, farklı düşünce ve farklı siyasi düsüncelerde olan insanları çağrılıdır. Biraz da mitolojik bir yanı vardır. Eskiden Diyarbakır'da kedi kılığında insanlar bir meydanda toplanıp, kentin önemli sorunlarını tartıştıktan sonra tekrar insana dönen bir mitolojik hikayesi vardır. Bundan yola çıkarak akil insanları biraraya getirip kentin önemli bir takım sorunlarını anlar ile paylaşıp birlikte çözümleri aramayı yaptık. Farklı renkleri biraraya getirdik. Aslında biz Türkiye demokrasisi için örnek temsil ettik. Şunu söyledik: "Siz bir şeyin yapımına katarsanız insanları, yıkımına katmamış olursunuz. Bugün Türkiye'de Kürtler temsil edilemiyor. Eğer devlet farklı halklardan, farklı inançlardan, farklı düşüncelerden insanların temsiliyeti sağlansa, demokratik katılım sağlansa, toplumsal barışı sağlamak mümkün olur. Biz Sur Belediyesi'nde Kırklar Meclisi'nin oluşturarak aslında Türkiye'ye önemli bir örnek model önerdik. Siz doğru temsiliyeti sağlayın, onların doğru katılımını sağlayın, sorun çözülecek.

KCK operasyonları belediye hizmetlerini nasıl etkiliyor?


Elbette belediye çalışanlarımızın tutuklu olmaları belediye ve kent çalışmalarını etkiliyor. Bunun en açık örneği Şırnak Belediyesi'nin 5 meclis üyesi kalmıştır. Fakat buna rağmen belediye hizmetleri, temizlik ve düzenleme hizmetleri eksik veya yetersiz de olsa devam ediyor. Diyarbakır'ı örnek verirsek, halkın bütün bu eksiklikleri görüp, kendisinin katkıda bulunma yönünde çabası vardır. Mesela temizlik hizmetler aksaması durumunda insanların kendileri -bir bakıyorsunuz ki- temizlik çalışmalarını kendileri yürütüyor.
Dilinize sahip çıkın

Son bir soru… Avrupa'da yaşayan Kürtlere söylemek istediğiniz bir şey var mı?


En önemlisi kendi iç örgütlülüklerini geliştirmeliler. İkincisi kendi dillerine ve kültürlerine sahip çıkmalılar. Çünkü burada dejenere olmak yozlaşmak çok daha mümkün, asimile olmak daha da mümkün. Ama tam tersine bütün bunların tam tersi olanakları yaratmak da mümkün. Yani ikisi de mümkün. Ama insanlarımızın bu dejenerasyona karşı direnç geliştirmesi lazım. Bunu başı da dile, kültüre ve değerlere sahip çıkmaktır. Yoksa genç nüfusu kaybedeceğiz. Paramız kaybolsa para kazanma şansımız var. Sağlığımızı kaybetsek, sağlığımızı kazanma şansımız vardır. Evimizi, malımızı, mülkümüzü kaybetsek kazanma şansımız vardır. Fakat evlatlarımızı kaybedersek, dilimizi, kültürümüzü kaybedersek, yoz yaşamın içinde yer alırsak bütün bunları geriye kazanmak çok zordur, hatta imkansızdır. Bu nedenle kendi iç örgütlüklerine sahip çıkarak mutlaka dillerine ve kültürlerine sahip çıksınlar…


NİHAL BAYRAM/CEMAL TURAN

Duran Kalkan: 1 Haziran Hamlesi Karşı Direniştir

Kürt Özgürlük Hareketinde yeni bir direnme hamlesi olarak tanımlanana 1 Haziran 2004 hamlesini değerlendiren KCK Yürütme Konseyi Üyesi Duran Kalkan “1 Haziran 2004 hamlesi AKP politikalarına karşı aynı zamanda onları destekleyen, onlarla birleşen ABD’nin Ortadoğu’ya müdahalesine karşı, bu müdahalenin PKK’ye yönelik boyutuna karşı direnişti” dedi.

Kürt sorununun demokratik siyasal çözümü için PKK birçok defa tek taraflı ateşkes kararı aldı. Üçüncü tek taraflı ateşkes de 1 Eylül 1998’de ilan edildi. Ama geçen ateşkesler sürecinde olduğu gibi bu sefer de Türk devleti 2004’e kadar devam eden bu süreci heba etti. Türk devleti ve AKP hükümetinin imhacı politikalarındaki ısrarına karşı Kürt özgürlük hareketi tıkanan siyasetin önünü açmak için 1 Haziran 2004’te aktif savunma savaşına başladığını ilan etti. Böylece Kürt sorununda yeni bir aşama başladı.

Kürt Özgürlük Hareketi tarafından 1 Haziran hamlesi olarak ifade edilen hamleye gelinen süreci, hamle kararının nedenlerini, hamle ile yaşanan gelişmeleri, gerillanın eylemlerini, yaşanan çatışmaları ve günümüzde hamlenin Kürdistan ve bölgeye yansımalarını KCK yürütme Konseyi Üyesi Duran Kalkan’a sorduk.

Kürt özgürlük hareketi 1993’den 1998’e kadar üç defa ateşkes ilan etti. 1998 ateşkesi sürecinde de Kürt Halk Önderi üzerinde uluslar arası bir komplo gerçekleşti. Hareketinizin tüm ateşkes ve diyalog ısrarlarına rağmen Türk devleti imhacı politikasından vazgeçmedi. Bu süreçler gözetildiğinde 1 Haziran 2004’de aldığınız hamle kararına nasıl gelindi? Kısaca bize o süreci anlatabilir misiniz?

Hareketimizin Önder APO öncülüğünde 1993’ten itibaren yeni bir stratejik sürece girdiği biliniyor. Bu o zamana kadar yürütülen devrimci halk savaşının yarattığı birikimler temelinde Kürt sorununun barışçıl, siyasi, demokratik yöntemlerle çözülmesi süreciydi. Siyasi mücadele ve çözüm stratejisini hareketimiz 93 Mart’ında ilan ettiği ilk ateşkes ile başlatmıştı. Biliyoruz, bu süreci topyekun savaş temelinde, Nisan ayından itibaren sabote ettiler. O zamanın yönetimi; Demirel, Çiller, Güreş, Ağar yönetimi ki bu bir çete yönetimiydi, aynı zamanda bir darbe yönetimiydi, provoke etti, sabote etti. Dolayısıyla da ateşkes yerine topyekun savaş konsepti temelinde ezme, imha ve tasfiye dayatıldı. Buna karşı beş yıl boyunda hareketimiz kahramanca bir direniş gösterdi. Devrimci savaşın yarattığı demokratik değerler, birimi tasfiye etmeye dönük saldırılara karşı sonuna kadar direndi.

“PKK’NIN YENILEMEYECEĞI GERÇEĞI AÇIĞA ÇIKTI”

Sonuçta 1 Eylül 1998 ateşkes dönemine gelindi. Üçüncü tek taraflı ateşkesti bu. Bu döneme kadar bazı gerçekler kanıtlanmıştı. Yani topyekun savaş konsepti temelinde ne kadar saldırırsa saldırsın Türk devleti, ordusu, polisi her türlü kural dışı kirli savaşı, kontgerilla saldırılanı, faili meçhul denilen halk katliamlarını ne kadar uygularsa uygulasın PKK’nin yenilemeyeceği, gerillanın ezilemeyeceği gerçeği ortaya çıkmıştı. Hareketimizin imha ve tasfiye edilmesinin imkansızlığı görülmüştü.

“ULUSLARARASI KOMPLO DAYATILDI”

Tabii biz de 93 ateşkesiyle birlikte silahlı zafer kazanma ihtimalini devre dışı bırakmıştık. Hareketin ateşkes ilan etmesi bu anlama geliyordu. Böylece 1 Eylül 98 ateşkesi aslında siyasi çözüm için önemli zemine dayanan bir ateşkesti. Fakat buna karşı da uluslar arası komplo dayatıldı. Aynı 93 Nisan-Mayıs’ından itibaren topyekun savaş konseptinin dayatılması gibi bu sefer de uluslar arası komplo dayatılarak Önder APO’nun imhası, tasfiyesi, etkisizleştirilmesine dayalı olarak PKK’yi tasfiye etmek, PKK tasfiyesine dayalı olarak da Kürt inkar ve imhasını başarıya götürmek istediler. Buna karşı da Önder APO direndi, hareketimiz direndi, halk direndi. Güneşimizi Karartamazsınız şiarıyla uluslar arası komploya karşı kahramanca bir fedai direnişi oldu. Sonuçta uluslar arası komplo istediği amaca ulaşamadı, boşa çıkartıldı.

“GERILLA SINIR DIŞINA TAŞINDI”


Böylece 2 Ağustos 1999’da Önder APO bu stratejik süreci derinleştirmek, yani Kürt sorununun barışçıl siyasi çözümünü gerçekleştirmek için süresiz ateşkes ilan etti. Gerilla TC sınırları dışına taşındı. Dağdan ve Avrupa’dan barışçıl siyasi zeminini güçlendirmek için dağdan ve Avrupa’dan barış grupları gönderildi. Barışın teorik temelleri gelişti. Barışçıl tutum İmralı’da Önder APO öncülüğünde gelişen temel tutum oldu. Bu süreci yeni bir siyasi çözüm teorisi geliştirerek, paradigma değişimini gerçekleştirerek Önder APO İmralı’dan derinleştirdi. PKK’yi demokratik siyasi çözüm hareketi haline getirdi. Bunun teorisini yarattı, stratejisini geliştirdi, örgüt sistemini ortaya koydu. Böylece 99 yazından itibaren de 2004 yazına kadar beş senelik bir süreç gelişti. 1 Eylül 98’le başlatırsak altı sene. 2 Ağustos 99’la başlatırsak beş senelik bir süreç bu temelde geçti.

“SÜRECI HEBA ETTILER”

Demokratik siyasi çözüm gerçekleşsin diye bu kadar şans tanındı, fırsat tanındı. Fakat bütün bunlar dikkate alınmadı, değerlendirilmedi. Zaman zaman bazı yazarlar bu süreci doğru değerlendiremedik, gereğini yapamadık diye özeleştiri yapmaya çalışıyorlar ama o değerlendirmeler çok yüzeyseldir. Köklü bir eleştiri-özeleştiri gerektiriyor. Beş yıl- altı yıl Önder APO ve hareketimiz tek yanlı ateşkes temelinde Kürt sorununu demokratik ve barışçıl siyasi çözümünün önünü açmasına rağmen, TC devleti ve o dönemin hükümetleri ne yaptılar? Ecevit hükümeti Avrupa birliğine giriş temelinde bazı çabalar gösterse de 2002 Kasım’ından itibaren tek başına iktidara gelen AKP hükümeti bütün bu çabaları bir tarafa atarak aslında çok sinsi bir biçimde imha ve tasfiye sürecini daha derinden geliştirmeye çalıştı. Süreci heba etti. Barışçıl siyasi çözüm temelinde değerlendirmedi. Demokratik siyasi çözüm yönünde ciddi hiçbir adım atmadı. Söyledikleri hep lafta kaldı. Yenilikçilikten, demokratikleşmeden söz etti ama pratikte onu hiç yapmadı. Kürt sorunu dahil bir çok sorunu çözmekten bahsetti ama gerçek anlamda hiçbir çözüm adımı atmadı. Çözüm sürecine girmedi. Hep boşa çıkartıcı, oyalayıcı yaklaşım içinde oldu. Tersine bu tutumunu ABD’nin Ortadoğu’ya müdahalesiyle birleştirerek hareketimizi imha ve tasfiyede kullanmak istedi. Demokratik siyasi çözüme yaklaşmadığı gibi sinsi yöntemlerle bir de işbirliği yaparak yeni bir imha ve tasfiye konseptini devreye koymaya çalıştı. Hareketimize içten provakatif tasfiyeci eğilimler dayattı, bunları desteklemeye çalıştı. Dıştan ABD desteğiyle hareketimizi tecrit edip, ezmek, imha etmek, siyaseten yenilgiye uğratmak istedi. İyi değerlendirmedi, dürüst yaklaşmadı. Kürt sorununu kabul eden ve çözümleyen bir yaklaşım içinde olmadı. 2005 yazında Tayyip Erdoğan Ankara’da, Amed’de Kürt sorunundan ve çözümünden söz etti. Güzel sözlerdi o sözler. Fakat o sözlerin gereği doğrultusunda hiçbir adım atmadı. Devlet özeleştiri veriyor, özür diliyoruz dedi ama özrün gereği doğrultusunda hiçbir şey yapmadı. Tersine o zamana kadar var olan inkar ve imha sistemini daha inceltilmiş ve nazikçe yürütmeye çalıştı. Mehdi Eker’in deyimiyle, öldürme yerine cezaevine koymayı öngördü. Aradaki fark bu ama Kürdü inkar ve imhayı sürdürdü. İşte biz Kürdün adını söylüyoruz, evinizde Kürtçe konuşun dedi ama bundan öteye bir şey yapmadı.

“ERDOĞAN KÜRT KIMLIĞINI KABUL ETMIYOR”


Kürt halkının Kürt sorunu bu değildi. Tabii soykırım altında olma gerçeği var. Ağır faşist, sömürgeci terör altında olma gerçeği var. Özgürlük sorunu, demokratikleşme sorunu, örgütlenme, irade kazanma sorunu var. Bunların hiçbirisini kabul etmedi. Bu doğrultuda adım atmadı. Kürt halkının demokratik haklarını, halk olmaktan kaynaklı haklarını kabul etmedi. Aslında Kürt kimliğini kabul etmiyor. Halk kimliğini kabul etmiyor. Tayip Erdoğan hala kabul etmiyor. Kürt kökenli vatandaşlar diyor. Yani eskiden kökeni Kürt olan vatandaşlar var ama bu gün Türk olmuşlar. Bunlar bir halk değil, tek tek bireylerdir, bireysel haklar var. Dolayısıyla bireysel hak ve özgürlükler gelişirse her şey çözülür gibi Kürdün soykırımına hiçbir çare olmayacak tutumu geliştiriyor. Aslında dolayısıyla çözümleyici hiçbir adım geliştirmedi. Aslında AKP süreci boşa çıkardı. AKP’nin arkasındaki güçler boşa çıkardılar. Sonuç görüldü ki ortada oyun var, hile var, bölgeye müdahale var. Ateşkes ortamından yararlanarak PKK imha ve tasfiye edilmek isteniyor. Bu duruma da elbette ki hareketimiz ilelebet razı olamazdı. Bunun sürmesini göze alamazdı. Dolayısıyla 1 Haziran 2004 hamlesiyle AKP’nin bu tutumuna devrimci temelde bir müdahalede bulunuldu. Aslında yine barışçıl siyasi çözümün önünü açma müdahalesiydi bu. Yani öyle süreci şiddete yöneltme, savaşı temel mücadele haline getirme durumu değildi. Aslında AKP’nin çözümün önünü tıkatan duruşunu gidererek demokratik siyasi çözümün önünü açan bir demokratik eylemliliği gerillanın gücüne dayanarak geliştirme hareketiydi. Nitekim belli ölçüde bu hamle rol oynadı.

“1 HAZIRAN AKP POLITIKALARINA KARŞI BIR HAMLEDIR”

Bu kararı almanızda AKP hükümetinin asimilasyoncu ve soykırımcı politikalarının etkisi neydi?

Bu karar AKP’nin politikalarına karşı gelişti. AKP’nin çözümsüz, hileci, sinsi, özünde soykırımcı, imhacı olmasına rağmen dil ucuyla Kürt’ün kimliğini tanıyorum, Kürt vatandaşlarım diyerek Kürtleri kandırmaya dönük politikalarına karşı gelişti. AKP bu politikaları izledi. Bir aldatma politikası yürütüyor. Aslında asimilasyonu daha da derinleştirdi. Kültürel soykırımı bu temelde daha da geliştirdi. Ekonomik soykırımı, kültürel soykırımı özel savaşla birleştirerek çok etkili bir biçimde kullandı. Bu konuda bir Kürt’ün adını zaman zaman telaffuz ederek eski Kürdün adını bile inkar eden katı Ergenekonculuğun tersine, Kürdün adını söyleyerek Kürdün haklarını yok eden bir siyaset izledi. Asimilasyonu, soykırımı, özel savaşı bu anlamda çok derinleştirdi. Tabii ki 1 Haziran 2004 hamlesi AKP’nin bu politikalarına karşı gelişen hamle oldu.

“1 HAZIRAN AKTIF SAVUNMA HAMLESIDIR”

Bunu bir de dış müdahaleyle bileştirdi. ABD’nin Irak müdahalesiyle birleştirerek, ondan da güç alıp, tümüyle PKK direnişini, ona dayalı olarak Kürt halkının özgürlük ve demokrasi mücadelesini ezmeyi, tasfiye etmeyi hedefledi. Bunun için de çok yoğun bir saldırı yürüttü. Oldukça planlı hareket etti. Sinsi davrandı, saldırgan davrandı. Çok atlatıcıydı. Bu gerçeği görerek buna karşı bir duruş olarak 1 Haziran 2004 hamlesi gelişti. Aslında bu AKP’nin oyunlarını bozma, gerçek yüzünü açığa çıkartma, sinsi politikalarını boşa çıkartma, AKP’nin özel savaşı daha çok geliştirerek, kültürel soykırımı, asimilasyonu daha da geliştirme politikalarına karşı dur deme bunlara karşı Kürt sorununun barışçıl siyasi çözüm zeminini güçlendirmek üzere bir aktif savunma pozisyonuna geçmeyi ifade ediyordu. 1 Haziran 2004 hamlesi bir aktif savunma savaş hamlesiydi. Yani düşük yoğunluklu bir gerilla direnişiydi. Özünde savaşla zafer kazanmayı değil; savaşla tıkanan siyasetin önünü açması, savaşla AKP hilelerini, oyunlarını, özel savaşını boşa çıkartmayı öngören bir devrimci direnişti, demokratik direnişti. Bu temelde de önemli rol oynadı. AKP’nin maskesini düşürdü, gerçek yüzünü açığa çıkardı, özel savaşını başarısız kıldı, tersine Kürt halkının bilinçlenmesini, örgütlenmesini AKP’nin gerçek yüzünü görerek AKP’ye karşı Önder APO öncülüğündeki özgürlük hareketine daha çok katılıp birleşmesini sağladı. Büyük bir kitle hareketi gelişti. Kürt demokratik siyaseti 1 Haziran hamlesi temelinde çok daha büyüdü, gelişti, güçlendi ve Kürt sorununun siyasi çözüm zeminini çok daha imkan dahilinde ve güçlü hale getirdi.

“HER TARAFTAN ATEŞKES ÇAĞRILARI GELDI”

1 Haziran kararını almanızla birlikte gerilla eylemlerinde de artışlar yaşanmaya başladı. Türk devletinin gerillanın artık savaşamayacağı söylemlerini de boşa çıkardınız. Türk devleti ve AKP hükümetinin Kürt legal siyaset ve kurumlarına yönelmesinin temel nedeni gerilla karşısında başarısız kalması diyebilir miyiz? Yani o söylenen sözde “açılım” politikasının maskesi düşürüldü denilebilir mi?

Evet, 1 Haziran hamlesi temelinde geliştirilen aktif savunma savaşı aslında farklı dönemlerden geçerek önemli başarılar elde etti. 2004-2005’te belli bir sonuç aldı. Tayyip Erdoğan’ı Ankara’da, Amed’de işte eski politikaların yanlış olduğunu söylemek zorunda bıraktı. Fakat genelkurmay müdahalesiyle geliştirilen topykun mücadeleye karşı 2006 yılında önemli bir direniş ortaya koydu. Önder APO siyasi irademdir, sloganı etrafında hem siyasi mücadele hem de silahlı direniş aktif savunma savaşı temelinde güçlü bir gelişim sağladı. 2006’nın baharını hatırlayalım. Halk dört ay boyunca en görkemli siyasi eylemliliği o zaman geliştirdi. İmralı sistemini ve 15 Şubat komplosunu kabul etmediğini Kürt halkı ortaya koydu. 15 Şubat’tan 1 Haziran’a kadar, Mayıs ayında şehitleri anma temelinde en görkemli kitle hareketini gerçekleştirdi. Ardından da gerilla devreye girdi ve Haziran-Temmuz-Ağustos’ta gerilla etkinliği AKP’nin feleğini şaşırtıp bütün bu oyunlarını bozunca bu sefer her taraftan ateşkes çağrıları geldi. 2006 Ağustos’un Amerika yönetimi resmen ad vererek hem de 15 Ağustos’ta PKK’yi ateşkes ilan etmeye çağırdı. DTP yönetimi çağırdı, Güney Kürdistan yönetimi çağırdı. Birçok aydın, yazar, sivil toplum örgütü çağrılarda bulundu. Avrupa Birliğinden çağrılar geldi. Bütün bunların sonucunda 1 Ekim 2006 ateşkesine gittik biz. Birçok çevre çağrı yaptı, söz verdi; ateşkes olursa barışçıl siyasi çözüm gerçekleşir diye. Hatta arabuluculuk olmak isteyenler oldu. Onlara şans tanımak için biz ateşkes ilan ettik.

“ERDOĞAN’LA BÜYÜKANIT PKK’YE KARŞI MÜCADELEDE ANLAŞTILAR”

Fakat aradan iki ay geçmeden bu çağrıları yapanlar unuttular. Arabulucu olanlar güçlerinin yetmeyeceğini, bir şey yapamayacaklarını belirttiler, ABD’de değişen politikalar ve esen savaş rüzgarı doğrultusunda 2007 başından itibaren yeniden Ortadoğu’ya dönük hamle gelişti. Bu da hareketimize dönük AKP’nin savaş hamlesi, saldırısı biçiminde oldu. 27 Nisan 2007 muhtırası biliniyor. Aslında önemli bir müdahaleydi ve bunun merkezinde hareketimize dönük saldırı vardı, nitekim Dolmabahçe görüşmesinde Tayyip Erdoğan’la Yaşar Büyükanıt PKK’ye karşı ortak mücadelede anlaştılar. Hükümet orduya bıraktı, ordunun önünü açtı silahlı mücadele yürütmeye, Yaşar Büyükanıt yönetimindeki Genelkurmay da AKP’nin iktidarda kalmasının önünü açtı. Bunda uzlaştılar ve ortaya yeni bir saldırı çıktı. 5 Kasım 2007’de ABD yönetimiyle de anlaşarak yeniden topyekun bir saldırı içerisine girdiler.

“GERILLA DIRENIŞI SAVAŞ POLITIKALARINI BOŞA ÇIKARDI”

Biz bunlara Edi Bese Hamlesiyle direndik. Siyasi olarak direndik, ideolojik olarak direndik, askeri olarak direndik. Gabar’dan Oram’a kadar güçlü gerilla direnişleriyle bu durumu darbeledik. 2008 boyunca Zap direnişi bu saldırıları kırdı. Bêzele’ye kadar giden eylemlilik tümüyle AKP’nin ABD destekli savaş politikalarını boşa çıkardı. Yenilgiye uğrattı. Bunun en somut örneği 29 Mart 2009 yerel seçimlerinde kendini gösterdi. AKP’nin savaş siyasetinin yenildiği, PKK’nin direniş siyasetinin kazandığını en açık bir biçimde 29 Mart 2009 yerel seçimleri kanıtladı. Demokratik siyaset büyük bir başarı kazandı, yerel yönetimler Kürt demokratik siyasetinin eline geçti. Bu da demokratik siyaseti güçlendirerek Kürt sorununun siyasi çözüm zeminini çok güçlü, siyasi çözümü imkan dahiline gelir düzeye çekti. Bunun gerçekleşmesi için de 13 Nisan 2009’da hareketimiz yeniden tek yanlı eylemsizlik ilanında bulundu. Demokratik siyaset temelinde Kürt sorunu çözülsün istedi.

“AÇILIM KAVRAMI BIR OYUNDU”

İşte buna karşı 14 Nisan 2009’da Kürt demokratik siyasetini imha ve tasfiye etmeyi amaçlayan siyasi soykırım operasyonları geliştirildi. Bu operasyonlar üçüncü yılını doldurdu, dördüncü yılı içerisindedir. Aslında gerillanın düşük yoğunluklu direnişi temelinde AKP’nin savaş politikaları kırılarak Kürt halkının demokratik siyaset etrafında birleştirilip Kürt sorununun demokratik siyasi çözümünün zeminin güçlendirilmesinin, önünün güçlendirilmesine karşı bu zemini kurutmak üzere geliştirilen bir saldırı oldu. AKP aslında 14 Nisan 2009’da demokratik siyaseti tasfiye etmek, Kürt sorununun siyasi çözümünü yok etmek üzere bir saldırı başlatmasına rağmen, pratikte bunu yürütürken, kamuoyunu aldatmak üzere, başta Kürtleri, demokratik kamuoyunu, liberalleri, uluslar arası siyaseti de aldatmak için de bu açılım oyununu ortaya koydu. Açılım kavramı bir oyundu aslında. Kürt sorununu demokratik siyasi çözüm zeminin yok etmek amaçlı saldırıyı maskelemek, gizlemek için geliştirilen bir söz oyunu. Başka hiçbir şey yok, nitekim o temelde başka hiçbir şey geliştirilmedi. Kürt sorununun çözümü yönünde hiçbir adım atılmadı. Özel savaşın daha fazla derinleştirilmesinden başka. Kimse kendisini kandırmamalı. Dolayısıyla da böyle bir açılım politikası yok. Açılım denen şey AKP’nin gerilla ve halk direnişi karşısındaki yenilgisini maskeleme durumudur. Bu yenilgi ortamında demokratik siyaseti ezmek için geliştirdiği siyasi soykırımı operasyonlarını çok haksız, hukuksu konumunu gizleme, maskeleme girişimidir. Öyle ki Kürtler aldansın, demokratik kamuoyu aldansın, dış siyaset aldansın dolayısıyla AKP’nin siyasi hukuksuz saldırılarına karşı çıkmasınlar. AKP bu gayrı hukuki siyasi saldırılarını maskelesin. Açılım denen şey böyle bir maskeleme olayıdır. Tamamen bir aldatmadır, başka hiçbir şey yok. Zaten ona karşı gerilla ve halk direnişi de açılımın maskesini de iyicene düşürmüştür.

“1 HAZIRAN BÖLGE MÜDAHALESINE DIRENIŞTIR”

Bugünkü yaşanılan operasyon ve çatışmalara bakıldığında 1 Haziran kararını nasıl değerlendiriyorsunuz? Özellikle Ortadoğu’ya müdahalenin yaşandığı bir süreçte Kürt halkı açısından direnişin önemi nedir?

Bu önemli bir konu. Güncelde de müdahale var. Ortadoğu’ya dış müdahale yirmi yıllık bir olay. Körfez savaşıyla başlayan bir süreç. Tabii ondan önce de var, yeni dünya düzeni temelinde ki planlı bir müdahale bu. Bu müdahale adım adım gelişiyor. İşte körfez savaşıyla 2001’de bir düzey kazandı. 2003’te yeni bir müdahale haline geldi. Körfez savaşıyla 1991’de yeni bir düzey kazandı. 11 Eylül 2001 Irak ve Afganistan saldırılarıyla yeni bir düzey kazandı. Önce Afganistan sonra Irak saldırısının ardından Ortadoğu ve Güney Asya’yı merkezinden yararak dış müdahalenin, emperyalist müdahalenin denetimini güçlendirdi. Bu temelde gelişen müdahale aslında sadece bir Irak’a ya da Afganistan’a değildi. Onun etrafında bütün bölgeye dönük bir müdahaleydi. Onun etkisi bütün siyasi güçler için Ortadoğu’da vardı. Suriye yönetimine dönük, diğer Arap devletlerine yönelik, İran’a yönelik ayrıca Türkiye’ye yönelikte özellikleri vardı. PKK’ye karşı da bir yanı vardı. İçten PKK’yi provokatif tasfiyeci girişimle bölüp parçalama siyaseti aslında 2003 Irak müdahalesinin yarattığı zeminde onun bir parçası olarak gelişti. 1 Haziran 2004 hamlesi aslında bu müdahaleye karşı bir direniştir. 1991 körfez savaşıyla geliştirilen müdahale karşısında PKK gerilla direnişini geliştirerek, yaratılan değerleri koruyarak karşı durdu.

11 Eylül 2001 müdahalesine, işte onun içten PKK’yi tasfiye etme girişimine karşı da 1 Haziran 2004 hamlesini geliştirerek karşı durduk. 1 Haziran 2004 hamlesi AKP politikalarına karşı aynı zamanda onları destekleyen, onlarla birleşen ABD’nin Ortadoğu’ya müdahalesine karşı, bu müdahalenin PKK’ye yönelik boyutuna karşı direnişti. PKK’yi dıştan kuşatıp, daraltarak terör örgütü deyip tecrit etme politikasına karşı. İçten provakatif, tasfiyeci dayatmalarla bölüp parçalayıp, zayıflatıp marjinalleştirme girişimine karşı Önderlik çizgisinde PKK’yi kopartarak ABD kuyruğuna takma politikalarına karşı bir müdahaleydi. 1 Haziran 2004 hamlesi bütün bu boyutları olan bir devrimci hamleydi. Bütün bu imha ve tasfiyeci saldırılara karşı bir müdahaleydi, devrimci direnişti. Bunlar rolünü oynadı. ABD müdahalelerinin PKK’ye dönük etkilerini kırdı. AKP’nin oyunlarını bozdu. İçteki tasfiyeci, provakatif etkileri boşa çıkardı. Devrimci direnişin gelişimi kitleleri, halkı PKK etrafında, Önder APO etrafında daha güçlü birleştirdi. Dolayısıyla bütün bu oyunlar boşa çıktı, kırıldı. Bu anlamda 1 Haziran hamlesi kazandı, başardı. 1 Haziran hamlesi elbette Kürt sorununun siyasi çözüm stratejisi içinde geliştirilen bir hamleydi. Tam başarısı Kürt sorununun demokratik siyasi çözümünü gerçekleştirdiğinde oluşacaktı. Bu anlamda tam bir başarıya ulaşmadı. Ama AKP’nin oyunlarını bozdu, ABD’nin müdahalelerini kırdı. PKK’yi dıştan kuşatma ve içten provokatif tasfiyeci müdahalelerle parçalama girişimlerini boşa çıkardı. PKK’yi Kürtlerden tecrit ederek marjinal konuma düşürmesi siyasetini yenilgiye uğrattı. Tersine daha büyük bir kitle hareketi, daha geniş bir siyasi serhildan gücü ortaya çıkardı. Bunu en iyi 29 Mart 2009 yerel seçimlerinde gördük. O seçimlere bir refarandum dendi. Kürdistan’da bir referandumdu, AKP ile DTP arasında sürdü. Bütün inkar ve imha güçleri ABD’de dahil AKP arkasında birleştiler. Demokratik güçler de DTP’yi desteklediler. Sonuçta DTP kazandı. Refarandumu kazanan DTP oldu, Kürt demokratik siyaseti oldu. Kürt sorununun demokratik siyasi çözüm çizgisi Kürt halkı tarafından benimsendi, kabul edildi. Böylece 11 Eylül 2001 ikiz kule saldırısı ardından Bush yönetiminin Ortadoğu’ya müdahalesi temelinde PKK’ye dönük geliştirilen saldırılar boşa çıkartılmış, yenilgiye uğratılmış oldu. 1 Haziran hamlesinin böyle bir sonucu vardır. Bunun sonucunda yeniden bir imha ve tasfiye konsepti, yeni bir müdahale gündeme geldi. 2000’li yılların başındaki müdahale boşa çıkınca şimdi 2009-2010’dan itibaren daha sinsi bir politikayla yeni bir müdahale oluştu. İşte açılım denen süreç aslında yeni bir müdahaleyi ifade ediyor. AKP eliyle sürdürülüyor, arkasında ABD vardır. Kürt sorununun siyasi çözümünü önleme, boşa çıkartma dolayısıyla Kürt siyasi güçlerini tasfiye etme müdahalesidir.

“1 HAZIRAN 2010 HAMLESI YENI BIR STRATEJIK HAMLEDIR”


Şimdi üç yıldır bu müdahaleye karşı direniliyor. Bu müdahalede AKP’nin oyunbaz, hilebaz yüzü açığa çıkınca demokratik siyasi çözüme yanaşmak yerine demokratik siyaseti tasfiye etmedeki kararı ve ısrarı netleşince işte buna karşı 1 Haziran 2010’dan itibaren hareketimiz yeni bir stratejik hamle sürecine girdi. 1 Haziran 2010 hamlesi yeni bir stratejik hamledir. ABD-AKP politikalarına karşı Kürt sorununun demokratik çözümünü geliştirme ve gerçekleştirme hamlesi. ABD’nin oyunlarını bozma hamlesidir, ABD’nin müdahalesini kırma hamlesidir.

Şimdi bu temelde kıyası bir mücadele var. Kürdistan’da kapsamlı bir mücadele yaşanıyor. Bu mücadele Ortadoğu’dak Üçüncü Dünya Savaşıyla tamamen birleşmiş ve iç içe geçmiş bulunuyor. Günümüzde bölgeye müdahale üzerine müdahale yapılıyor. İşte 2011 Ocak’ından bu yana Mısır’dan, Tunus’tan başlayan Arap isyanı çerçevesinde dönem dönem hep dış müdahaleler gündeme geliyor. Libya’ya dış müdahale oldu, şimdi çatışmalar Suriye’de odaklandı. Suriye üzerinde bu dış müdahale yürütülmeye çalışılıyor. Arap direnişi, Kürt direnişi bu temelde gelişen bütün mücadeleler Suriye’de odaklanmış bulunuyor.

“KÜRTLER KÜRESEL SISTEMI HIÇBIR ZAMAN KABUL ETMEDILER”

Aslıdan bütün bunlar neyi ifade ediyor? Birinci dünya savaşında ortaya çıkartılan Ortadoğu statükosunun ret edilmesi anlamına geliyor. Bu statüko Kürdistan’ı inkar etti. Kürtleri yok sayarak yok etmeyi öngördü. Kürtler bu küresel kapitalist sistemi hiçbir zaman meşru görmediler, kabul etmediler, tanımadılar. Bu statükoya karşı 1925’ten bu yana direniyorlar. Şeyh Sait direnişi, Dersim direnişi, Ağrı direnişi diğer yandan Rojhilat’ta İsmail Ağa direnişi, Mahabat Direnişi daha sonra KDP adıyla günümüze kadar yürütülen direniş bu gün PJAK direnişi. Güney’de aşiret direnişinin Barzani önderliğinde KDP direnişi haline gelmesi günümüze kadar süren direniş ve günümüzde ulaşılan statü. Batı Kürdistan’da bütün bu direnişlere destek direnişleri geliştiren örgüt olması ve bütün bunların merkezinde 1970’lerin ortasından bu yana Kuzey Kürdistan’da gelişerek bütün Kürdistan’a yayılan PKK direnişi. Dikkat edilirse Kürtler bu statüyü kabul etmediler. Bunlara karşı isyan ettiler, direndiler. En son PKK direnişi temelinde bütün Kürt parçalarına yayılan bir ulusal direniş ortaya çıkardılar. Bu ulusal direniş bu statükoyu parçaladı, sınırları işlemez hale getirdi. Kürdü inkar ve imha siyasetini yerle bir etti. Artık kimse yok diyemiyor. Kürdü imha edeceğine inanamıyor. Kırdı bu politikaları. İşte günümüzde dünya savaşı biçiminde Ortadoğu’da yaşanan çatışmanın altında bu yatıyor.

Diğer yandan Araplar da bu politikayı sindirmediler içlerine. Tarih yaratmış halk olarak önce Baas milliyetçiliği biçiminde ya da Nasırcılık biçiminde karşı çıktılar. Fakat bunun iktidarcı bir şey olması, bir despotizm yaratması itirazları sonuca götürmedi. Bununla sonuç alamayınca şimdi 2011 Ocak’ından başlayan halk isyanlarıyla bu statükoyu Araplar da ret ediyorlar. İkinci sınıf vatandaş haline getirilmeyi, Arabistan’ın parçalanmasını, Arap toplumunun hakarete uğramasını, hakir görülmesini kabul etmiyorlar. Direniyorlar ve kendi özgürlüklerini, demokratik haklarını istiyorlar. Birliklerini yaratmaya çalışıyorlar.

“KÜRT-ARAP DIRENIŞI SISTEMI YERLE BIR ETTI”

Kürt direnişiyle Arap direnişi Ortadoğu’ya Birinci Dünya Savaşıyla dayatılan kapitalist modernite sistemini yerle bir etmiş, parçalamış bulunuyor. İşte buna karşı yeni bir emperyalist müdahale var, emperyalist dayatma var. Körfez savaşı bunun başlangıcıydı. 11 Eylül 2001 ikiz kule saldırısı ardından Afganistan ve Irak müdahalesi bunun ikinci adımıydı. Şimdi 2011’den bu yana Obama yönetimi altında üçüncü bir aşama geliştirilmeye çalışılıyor. Yeni bir müdahalede bulunuluyor.

İçinde geçtiğimiz süreç aslında birinci dünya savaşı içindeki ve sonucundaki sürece benziyor. Ortadoğu yeniden yapılandırılmak isteniyor ve bunun da bu temelde gelişen savaş da Suriye’de odaklanmış bulunuyor. Suriye’deki statü bütün Ortadoğu’nun yeninde yapılanmasının ne olacağını belirleyecek. Dolayısıyla Suriye’deki mücadele Ortadoğu merkezli Üçüncü Dünya Savaşının sonucunu belirleyecek, kaderini belirleyecek. Bu savaşın nasıl sonuçlanacağını ve Ortadoğu’da nasıl bir yapılanma ortaya çıkaracağını ortaya koyacak. İşte günümüzde bu mücadele yaşanıyor.

“HALKLARLA IKTIDAR BLOKLARI ARASINDA MÜCADELE VAR”

Burada iki iktidar blok’u var. Bir;küresel hegemonya blok’u, iki; tarihin derinliklerinden gelen bölgesel iktidar güçleri. Bunlar arasındaki çatışmaymış gibi gösteriliyor bu savaş. Aslında her iki iktidar bloğuyla bu blokların bölüp parçaladığı, yok saydığı, yok etmek istediği Kürt direnişi ve ikinci sınıf saydığı Arap direnişi arasında bir mücadele var. Halklarla iktidar blokları arasında bir mücadele var. Birinci Dünya Savaşıyla yaratılan kapitalist hegemonyayla Ortadoğu haklarının özgürlük ve demokrasi arayışları arasında bir mücadele var. Temel mücadele bu, bölgede yaşanan savaşın özünde, esasında bu var. Ama bunu çarpıtmak, halkların direnişini ezmek üzere işte iki iktidar bloğu, küresel emperyalizmle, bölgesel despotizm birbiriyle çatışıyor. Halkları bu temelde bastırmaya çalışıyorlar. Çelişkiyi çarpıtmaya hakların direnişini bastırmaya, dolayısıyla yeni bir iktidar hegemonyası bölgede oluşturmaya çalışıyorlar. Yerel gericiliğin durumu da bu, bölgesel gericiliğin durumu da bu, küresel gericiliğin durumu da bu. Bu gerçeği iyi görmek lazım. Aslında öyle özünden iki iktidar bloku arasındaki çatışma bu süreci belirlemiyor. Bu maskeliyor, çarpıtıyor aslında. Halklarla iktidar bloku arasındaki çatışma süreci belirliyor. Bunu herkesin iyi görmesi lazım.

“SURIYE’YE MÜDAHALE BÖLGESEL BIR SAVAŞTIR”

Bu noktada müdahale bütün Ortadoğu halklarını ilgilendirdiği gibi Kürtleri de yakından ilgilendiriyor. Şimdi ciddi bir durum yaşıyoruz. İşte ilk bir müdahale yapılmak istendi Suriye’de boşa çıktı. Annan Planıyla aslında taraflar bir tür karşılıklı oyalama politikası izliyorlar. Herkes askeri olarak kendisini güçlendirmeye, hazırlıklarını arttırmaya, diplomasiyle ilişki ve ittifaklarını geliştirmeye, dolayısıyla yeni bir sonuç alıcı hamle yapmaya hazırlanıyor. Kim bu konuda kendini öncelikle geliştirirse belli ki o müdahalede bulunacak. Mevcut haliyle hiçbir güç bu gücü kendinden bulamadı. Onun için Annan planında bir tür uzlaşma oldu. Ama o planın başarıya ulaşacağına kimse de inanmıyor. O halde o plan da başarıya ulaşmayacaksa yeni çatışmaya gebe demektir. Suriye’de çatışmanın dış müdahaleyle gelişmesi demek bir bölgesel savaştır. Lübnan’dan İran’a kadar gelişecek bir savaş olacak. Mevcut Annan planının bozulması bölgeyi böyle bir savaşa taşıyabilir. Hem küresel güçler, hem bölgesel güçler hem de yerel güçler çözüm yaratamıyorlar. Karşılıksız birbirlerini etkisiz kılamıyorlar. Bu durumu aşmak için çatışma etkenleri geliştiriliyor. Herkes daha büyük savaş hazırlığı yaparak karşı tarafı zayıflatarak müdahale yapmak istiyor. Böylece yeni bir savaş tehlikesi var. Hem de Üçüncü Dünya Savaşı kapsamında bölgesel bir savaş durumu var.

Tabii uzlaşmanın da durumu açık. Savaşamazlarsa güçler bir küresel uzlaşma sağlayacaklar. Ya savaşla ya da genel bir uzlaşmayla Suriye’deki sorun çözülecek, Suriye’deki çözüme göre de hem yeni Arap statüsü hem yeni Kürt statüsü, dolayısıyla Ortadoğu’nun yeni statüsü belirlenecek. Bunu iyi göreceğiz. Bu anlamda bir müdahale var. Hem bölge gericiğinin hem küresel emperyalizminin müdahalesi var. Halkların iradesini kırmak, hakların meşru haklarını yeniden baskı altına alarak Ortadoğu’yu yeni bir sömürgecilik sistemi altına alma, yeni bir hegemonya altına alma girişimi var. Bunu herkes görmeli, özellikle de Kürtler görmeli. Bir bölgesel savaş gelişirse bu Kürdistan’ı merkezden etkileyecek.

“KÜRDISTAN DEVRIMI ORTADOĞU DEVRIMIDIR”

Yine öyle olmaz da bir uzlaşma gelişirse orada Kürt statüsü belirlenecek. Kürtler ister savaş olsun ister uzlaşma, bunu nasıl karşılayacaklarını iyi belirlemeliler, buna göre iyi hazırlanmalılar. Mevcut durumdaki parçalı halleriyle bunu karşılayamazlar. Onun için doğru Kürt stratejisini çizecek, Kürtlerin ulusal iradesini, kararını ortaya çıkartacak, icra organını yaratacak bir konferans ve kongreye ihtiyaç vardır. Birlikte olmalarına ihtiyaç var. Hem birliğin yaratılması hem de bu temelde doğru siyasetin izlenmesi lazım. Bu konuda Birinci Dünya Savaşı sürecindeki ve sonrasındaki gibi dış güçlere yada bölgesel gericiliğe alet olmak çözüm değildir. 1914’ten 1924’e kadar çeşitli Kürt çevreleri bunu yaptılar. Şerif Paşalar dış güçlerin işbirlikçiliğini yaparken, Hasan Hayri ve benzerleri de bölgesel gericiliğin, Kemalizm’in işbirlikçiliğini yaptılar. Sonuç en oldu? İkisi de kaybetti. İkisini de yok ettiler. İşbirlikçilik ya da iradesizlik Kürt’e kaybettirdi. Şimdi Kürtler bir; iradesiz olmamalılar, aktif olmalılar. İki; parçalı olmamalılar, birlik olmalılar. Üç; işbirlikçi olmamalılar. Özgür iradeyi temsil eden, Kürdistan’ın özgürlüğünü, Kürt halkının özgürlüğünü, dolayısıyla Ortadoğu halklarının özgürlüğünü, kardeşliğini bu temelde demokratik birliğini öngören bir siyaset izlemeliler. Kürtler böyle bir siyaset izlerlerse Kürdistan özgürleşir. Kürt özgürlük devrimi zafer kazanır. Kürdistan’da devrimin zafer kazanması demek Ortadoğu devriminin zafer kazanması demektir. Böylece Ortadoğu demokratik devrimi zafer kazanır, Ortadoğu haklarının demokratik birliği ve kardeşliği gelişir. Dış müdahale ve bölgesel gericilik yenilir, Ortadoğu hakları ve onların demokratik siyasetleri kazanır. En azından Kürtler Ortadoğu’nun yeni yapılanmasında demokratik bir toplum olarak özgür, iradeli bir yer edinirler. Bu da bugün belirttiğim temelde siyaset izlemelerine bağlı. Herkes bu gerçeği iyi görmeli, akıllı olmalı, doğru siyaset nedir bilmeli. Doğru siyasette birleşmeli, iradeli bir biçimde doğru, demokratik siyaset yani Kürdü özgür ve demokratik kılan, komşularıyla, Ortadoğu haklarıyla demokratik birlik çerçevesinde kardeşleştiren bir siyaset izlemeli. Bu siyaset Kürde de kazandırır, Kürdü Ortadoğu halklarının kardeşi de yapar. Öncüsü haline getirir. Bunun dışındaki bir siyaset de ne Kürde kazandırır ne de Ortadoğu haklarına. Birinci Dünya Savaşı sürecinde kaybettirdi, şimdi de kaybettirir. Bu bakımdan doğru siyaset izlemeli, akıllı olmalı, dolayısıyla da Ortadoğu’nun kaderini çizecek bir öncülüğü Kürdistan devrimi temelinde yaratmayı bilmek lazım. Biz böyle bir siyaset izlemeye çalışıyoruz. Hareket olarak bunun derin bilincindeyiz. Bütün Kürt siyaset çevrelerini de bu bilince ulaşarak bu temelde doğru siyaset etrafında birleşip ortak hareket etmeye çağırıyoruz.


ANF

1930'lardan 2012'ye Nüfus Mühendisliği

" .. çok nüfus, tok nüfus, şen ve zengin nüfus istiyoruz... hedefimiz ileri teknikli, tok, şen ve kalabalık bir Türkiyedir. *


1930'ların sıkı devletçi politikalarının bir amacı da nüfusu arttırmaktı. Zamanın aydınlarından Şevket Süreyya bunu Kadro dergisinde yazdığı yazıda alıntıladığım cümlesiyle veciz bir biçimde özetlemekteydi.

Hatta idealize edilen, kalabalık Türkiye'ye nasıl ulaşılacağının da yollarını gösteriyordu. Ona göre, "Türk kadını çok doğuran ve doğurmayı seven bir kuvvetti(r)".

Bu yaklaşım, o yıllarda  yalnızca Türkiye'ye has değildi. Avrupa'da da geleceğin dindar, çocuklu, evkadınlarının ellerinde şekilleneceğine inanılıyordu.

Sonra ne oldu? Nüfus mühendisliği ile kalkınma sevdası Avrupa'da savaşlar, yıkım, ölümler ve ayrılıklarla sona ererken, Türkiye istikrarlı bir biçimde çoğaldı ve 1960'larda aç, mutsuz ve kalabalık bir ülkeye dönüştü. İşgücü fazlasını Avrupa'ya ihraç etti. Bu da yetmedi. Ölümlerin, özellikle anne ve bebek ölümlerinin önünü alabilmek için nüfus politikasını değiştirip, gebeliği önleyici yöntemler üzerindeki yasakları kaldırdı.

Kadınlar Şevket Süreyya'nın ileri sürdüğü gibi doğum makinası haline getirilmeyi sevmemişti. Nusret Fişek'in 1950 sonlarında yaptığı araştırma bulgularına göre yılda on bin kadın sağlıksız koşullarda düşük yaparken hayatını kaybediyordu ve belki daha da fazlası bu nedenle sakat kalıyordu.

1965'de kabul edilen yeni nüfus yasası zorlayıcı değildi. Ailelerin istedikleri kadar ve istedikleri zaman çocuk doğurmaları için gerekli hizmetlerin yerine getirilmesini devletin sorumluluğuna veriyordu. Sağlık nedenleriyle yapılan kürtaja izin veriliyordu.

1983'de yeni bir yasa ile kürtaj üzerinde devletin tasarrufu en aza indirildi ve bu kararı karı-kocanın birlikte alması halinde ücretsiz kürtaj hakkı tanındı.

Bugün anne ve bebek ölümlerinde ulaşılan başarının arkasında yasaklayıcı nüfus politikalarından vazgeçmenin önemi açıktır. Nüfusun önemli bir bölümü gebeliği önleyici yöntemler hakkında bilgi sahibidir ve buna bağlı olarak kürtaj oranları da düşme eğilimindedir.

Kadınlar bilinçlenmiş, her alanda haklarını aramaya başlamışlardır. Ailenin çocuk emeğine ve özellikle kız çocuk emeğine ihtiyacı, alt sınıflarda hala bir miktar sürmekle birlikte, geçmişle kıyaslanmayacak ölçüde azalmıştır.

Yüksek doğurganlığın düşmesi sonucunda üretim çağındaki nüfusun oranı önemli ölçüde artmıştır. Genç nüfus şişkinliği olarak adlandırılan bu durum, son yıllarda gözlenen ekonomik kalkınmanın motoru olarak değerlendirilmektedir.

Geçmişe baktığımızda olumlu sayılabilecek bu gelişmeler, gelecekle ilgili öngörülerde iktidarı endişelendiriyor.

Neden?

İktidarın doğurganlık ve nüfus artış hızını yeniden yükseltmek için yasaklayıcı yasaları geri getirmek istemesinin gerekçeleri nedir?

Dindar, çocuklu, evkadınları yaratmak neden yeniden ve Türkiye'de iktidarın özlemi olarak çeşitli biçimlerde dile getiriliyor?

Bütün bu sorulara kolay yanıtlar vermek yerine, bunları tartışmaya açmaya ve çözüm önerilerini birlikte düşünmeye her zamankinden fazla ihtiyacımız var. (FÖ/BA)

Cumhuriyetten sonraki ilk nüfus sayımı 28 Ekim 1927′de yapıldı.

* Şevket Süreyya (Aydemir) (1932) "Çok Nüfuslu Anadolu" Kadro, No. 5., 35-36.
* Ferhunde Özbay, Prof. Dr., Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü

Ataerkil, Muhafazakar Toplum ve Kürtaj

ABD, kendi sınıfında yer alan gelişmiş ülkeler arasında ortaçağ tartışmalarının gündeminde halen geniş yer bulduğu tek ülke olabilir.

Genellikle Avrupalıların şaşkınlıkla izledikleri bu tartışmaların Türkiye'de de pek yakından takip edildiğini ve sık sık ithal edildiğini muhafazakâr siyasetin gündeme getirdiği konular ve bu konuları gündeme getiriş biçimlerinden anlamak mümkün.

Bir yıl önce "doğum kontrol yöntemlerinin teşvik edilmesini" eleştiren Erdoğan, bugün ABD'de de her seçim dönemi gündeme gelen bir konu olan kürtaj mevzusuna açıkça karşı cephe almış durumda. "Ben yaşam hakkından yanayım" diyerek kürtaja karşı şahsi tutumunu ABD'deki muhafazakârların ortaya attığı "pro-life/pro-choice" jargonundan faydalanarak ifade eden Sağlık Bakanı da yaptığı açıklamalarda kürtajın yasaklanabileceğini dile getiriyor.

Anlayacağınız, OECD ülkeleri arasında vatandaşlarına neredeyse her kalemde en kötü yaşam koşullarını sunan Türkiye'nin [1] çözüm bekleyen gerçek sorunları bu sefer de kafası kadınların rahmine sıkışan zavallı hükümetin çaresizliği nedeniyle askıya alınmış durumda.
***
Birleşmiş Milletler istatistiklerine göre 2008 yılında Türkiye'deki hamileliklerin yüzde 17'si kürtaj ile son bulmuş [2].

Erdoğan'ın "en az üç çocuk" retoriğini ve doğum kontrol yöntemleri ile ilgili eleştirel çıkışlarını takip edebilmiş olanlar, halka hizmette istikrar yerine Erdoğan'ın hayallerini hayata geçirmeyi kendine görev edinmiş görünen hükümetin, 'kaçan' bu yüzdeyi de nüfus artışına dahil etme konusundaki motivasyonuna anlam verebilir.

Fakat hükümetin kadının kendi bedeni üzerindeki hakkını hiçbir sosyolojik ya da tıbbi açılım ile desteklemeksizin elinden almaya karar verebilmesi, sadece kadınları değil, tüm toplumu ilgilendiren ve herkesin tepki göstermesi gereken bir fiyasko.

***
Birleşmiş Milletler istatistiklerine göre 2008 yılında Türkiye'de yaklaşık 270 bin kürtaj gerçekleşmiş.

Bir başka araştırma ise 1993 yılında kürtaj olan kadınların yüzde 62'sinin kullandıkları doğum kontrol yönteminin işlevini yerine getirememesi yüzünden hamile kaldığını rapor ediyor [3].

1993 istatistiğinin yıllar içinde çok değişmediğini varsayarsak, 2008 yılında kürtaj olan 270 bin kadının yarısından çoğunun çocuk sahibi olmaya hazır olmaması nedeniyle aktif olarak doğum kontrol yöntemleri kullandığı ve buna rağmen hamile kaldığı için kürtaj olduğunu iddia edebiliriz.

Türkiye'nin ataerkil, kadını küçük gören muhafazakâr çoğunluğu bu problemi elbette sadece kadının bir sorunu olarak görüp küçümseyecek. Hatta nasıl ki İnternet yasaklarına karşı çıkanlara "pornocu" dendiyse, kürtaj hakkını savunan kadınların da alenen ya da imalar yolu ile hakarete uğradığını muhtemelen ilerleyen günlerde sık sık göreceğiz.

Fakat geçtiği taktirde bu yasa kadının kendi bedeni üstündeki haklarının açıkça ihlal edildiği anlamına gelecek olması bir kenara, Türkiye'nin gelecek nesillerinin uğraşmak zorunda kalacağı bir diğer sosyal/ekonomik problem halini de alacak.

Bu noktada 'istemediği bir çocuğa sahip olmak zorunda bırakılacak olan kadının' yarım bıraktığı ve geri dönemediği kariyerinin/eğitiminin, yeterince sevgi ve ilgi gösteremediği çocuğunun Türkiye'nin geleceğine nasıl bir etkisi olduğunu uzun uzun düşünmek şart.

Çocuk sahibi olmak istemeyen kadınların zorla çocuk sahibi olmasının toplumsal etkilerini hesap edemeyenlere fikir verebilecek bir yazıyı Dr. Kaan Öztürk kaleme almış [4]. İstatistikler ve teorilerle arası iyi olmayanlara ise Dr. Duygu Özpolat'ın paylaştığı kişisel anekdotu [5] okumalarını tavsiye ederim.
***

Söz konusu yasanın sadece insan hakları değil, sosyal açılımları itibarıyla da çok tehlikeli bir adım olduğunu herkes görmeli, bu kürtaj yasası söylentileri sadece kadınları değil Türkiye'nin geleceğini hesap eden herkesi aynı oranda rahatsız etmeli. (AME/HK)


Kürtlerin ‘Rüyası’ ve Zoraki ‘Misafir’

Kürt insanının manevi değerlerine, “siz nekrofilisiniz” diye saldıran Başbakan, şimdi de, Diyarbakır’a “gidişini”, bir tür “İstanbul’un fethi” havasına büründürdü.

Kentin bütün giriş çıkışları tutuldu, Amed asker-polis işgalinde.


Bütün civar kentlerdeki AKP örgütleri, bütün Türk memurlar, Türk görevliler, AKP’nin “sokağa çıkamayan” işbirlikçileri depolarını bedava yakıtla doldurmuş, polis öncülüğünde Amed’e sefer hazırlığını tamamladı, bu yazıyı okuduğunuz sırada yola çıktı.


Ama hepsinin içinde bir “korku”. Çünkü onlar, aynı ülkenin bir kentine değil, “düşman” bildikleri güçlerin “Başkent” ilan ettiği bir şehre gittiklerini hissediyorlar; istenmedikleri bir yerin toprağına basacaklar. Evlerin sımsıkı kapalı pencerelerinin perde gerilerinde kadınların, çocukların, yaşlıların onları küçümseyen bakışlarla izlemekte olduklarını biliyorlar. Gençler çoktan evlerinden çıkmışlar. Bizim bilmediğimiz bir yerlerden, onlar da şehre üşüşen bu “yabancı” kalabalığa acıyarak bakıyorlar. 


Sokakları işgal edenler onları görmüyorlar, ama görmedikleri gözlerdeki bakışların karşısında eziliyorlar, kimisi utançla, kimisi hınçla, kimisi nefretle, kimisi pişmanlıkla başlarını yere eğiyor; binaların boş pencerelerine bakamıyorlar…Yolun sonuna geliniyor. Bu “sefer” Erdoğan’ın Başbakan olarak “son seferi”. Bu “seferden” sonra Başbakan Amed’e ya “askersiz, polissiz, keskin nişancısız, muhbirsiz, amigosuz”, yani usturuplu bir “misafir” gibi gelecek, ya da hiç gelemeyecek…

Bu büyük kent “sizin” değil. Onun sahipleri işte bu pencerelerin gerisinden size bakıyorlar… “Vah vah, diye mırıldanıyorlar, hem Amed Türk toprağı diyorsunuz, hem de ‘kendi toprağınızı’ işgal ediyorsunuz, insan ‘kendi toprağına’ böyle tankla, panzerle, zırhlıyla, polisle, askerle mi girermiş?” Hepsinin yüzlerinde acı bir istihza beliriyor.


Artık “kör bir öfke” bile uyandırmıyorsunuz. Kürdün gözünde sizin haliniz, acınacak bir haldir.  Bu kent şimdi evine kapanmış. Güzel bir rüya görüyor.


Rüyalarında, günün birinde “Demokratik Ulus” halinde Türklerle, Çerkeslerle, Lazlarla, Ermeni ve Rumlarla, İran’da Farslarla, Azerilerle, Irak’ta ve Suriye’de Araplar, Arapların sünnisi, şiisi ve Hırıstiyan’ı ile  birleşeceklerini hayal ediyorlar. Bu büyük “ulus olmayan ulusa” dayanan Demokratik Cumhuriyet’te kendilerini “kurucu ögelerden biri” olarak tasarlıyorlar. Ve Türklerle “çeşitlilik içinde eşitlik ve birlik” halinde “yan yana” ve “iç içe” yaşayacakları “Demokratik Özerk Kürdistan”da kendi dilleriyle, kimlikleriyle yaşamanın rüyasını görüyorlar.


Ve onların rüyasını gördükleri bu özgür kenti bir Türk kökenli Başbakanın ziyaret ettiğini, kentin Türk, Kürt, Arap, Süryani dillerinde “Hoş geldin kardeş Türklerin lideri Başbakan” pankartlarıyla ve “kırmızı, beyaz, ay yıldızlı” ve “kırmızı,sarı, yeşil” renkli bayraklarla donatıldığını, kadın, erkek, yaşlı, genç insanların çeşitli dillerde sloganlarla, şarkılar ve türkülerle sokakları doldurduğunu, Özerk Kürdistan Meclisi merdivenlerinden inen PKK önderi Öcalan’ın Başbakanı karşıladığını, iki liderin el sıkıştığını, medyaya gülerek poz verdiğini, Türk kökenli Başbakan’ın halka Kürtçe “Roj baş“ dediğini, Öcalan’ın da Türk delegasyonunu Türkçe selamladığını, her iki liderin “büyük savaşta” can veren Türk askerleri ve Kürt gerilları için yapılmış “kardeşlik” anıtına çiçek koyduğunu, hem saygı duruşunda bulunduğunu, hem de birlikte askerler ve gerillalar için “Fatiha” okuduğunu, yüzlerini huşuyla sıvazladığını hayal ediyorlar…


Kürt halkı böyle hayaller ve büyük rüyalar görürken, AKP başları, içlerinde tutamadıkları bir nefret ve öfkeyle, “düşman şehrini” zapteden barbarların ruh haliyle Amed surlarının kapılarına dayanıyor. Onlar polis zırhlıları eşliğinde Diyarbakır kapılarından içeriye girerken, emirlerindeki ordu, dağlarda kanlı operasyonlar, polis kitlesel tutuklamalar yapıyor. Bir kapıdan AKP kafilesi kente girerken, diğer kapıdan bir gerilla cenazesi kent mezarlığına yolcu ediliyor.


Sonra ne oluyor?  Kürt halkı büyük rüyasından vaz mı geçiyor?  Evlatlarını kaybetmiş anneler, babalar, kardeşler “nefret rüyaları” mı görüyor? Kanlı bir rövanş mı hayal ediyor?


Hayır!


Kürt halkının direnişinin büyüklüğü, “nefret etmeden”, “Türkler nekrofili”dir demeden, hiçbir Türkü linç etmeden bu eşitsiz, amansız, insafsız ve vicdansız savaşa otuz yıldır, kırkbin can vererek, “aman” demeden göğüs germesinde…Onun direnişi gösterişsizdir. Acısının göz yaşını kendi içine akıtmaktadır. Çığlığı yalnızca gözlerinden anlaşılmaktadır. Sessiz, ama kararlıdır. Geçmişte her isyandan sonra “aman” dileyen Kürt, artık “barış“ diyor, isyandan sonra “aman” değil, “çözüm” istiyor ve “savaş” diyenlere karşı boyun eğmiyor.


Ve bir gün onun rüyası gerçek olacak. 


Bu rüya öyle bir rüya ki, onun içinde herkese yer var… “İman etse” Başbakana bile… 


Ama şimdi “rüya” görme zamanı değil. Şimdi herkes “uyanık” ve bu uyumayan insanlar için Amed’de “Erdoğan’a yer yok”…


Kapılar, pencereler kapalı, bacalar dumansız, sokaklar ıssız.  Apê Musa yaşasaydı, Dicle sularına bakarak “Geldikleri gibi giderler…” diye mırıldanır mıydı acaba?


VEYSİ SARISÖZEN