11 Mayıs 2012 Cuma

Neden Taş Atıyoruz




Zeynep Kuray -ANF

Onlar 1990’lı yıllarda doğdular. Devletin vahşi yüzüyle daha bebekken tanıştılar. Hepsinin en az bir yakını ya infaz edildi, ya işkence gördü, ya da kaybedildi. Köyleri yakılarak yaşamları kül edildi. Daha yaşadıkları coğrafyayı tanıyamadan anne kucağında başka diyarlara göç etmek zorunda kaldılar.

Adana Emniyet Müdürü Mehmet Avcı, onları kastederek, “Bu çocuklar çocuk yurtlarına konsun” dedi, yetmedi, gençliklerini hapiste geçirsinler diye, Molotof’un silah sayılmasını istedi. Adana Valisi Hüseyin Avni Coş ise, daha da ileri giderek, onları, evlerini yakmakla tehdit etti.

Onlar, yani “taş atan çocuklar” hakkında herkes konuştu, herkes kendi penceresinden onları yargıladı ama kimse onları dinlemedi. Gerçek isimlerini güvenlik gerekçesiyle veremeyeceğimiz bu gençler, çocukluklarından bu yana bir pranga gibi taşıdıkları yaralarını ANF ile paylaştı.

BİZE İSYANDAN BAŞKA SEÇENEK SUNMUYORLAR

Berxwedan, Kürdistan’da en yoğun devlet baskısının yaşandığı 1990 yılında Mardin Dargeçit’te dünyaya geldi. O günleri şöyle anlatıyor Berxwedan:

“O dönemde Halepçe katliamının izleri daha tazeydi. Bizim Bölgede ise her gün insanlar devletin askerleri ve özel timleri tarafından infaz ediliyordu. Mardin’de elektrikli eşya satan babamın iş yerini yaktılar. O zaman ben 4 yaşındaydım. Annem ise 5 aylık hamileydi. Babamın iş yerinin yakıldığını öğrenen annem beni de alarak feryatlar içinde oraya yetişmek isterken askerler tarafından durduruldu. Hamile olmasına rağmen annemi darp eden askerler, ‘Bak seni karnındaki çocukla öldürürüz’ diye tehdit etmişler. Çok korkmuştum. Her yeri saran ve insanlara sürekli kötü davranan yeşilli adamlar. Bu baskılar sonucunda ailem İstanbul’a göç etmek zorunda kaldı. Oturduğumuz yerde Kürt nüfusunun yok denilecek kadar az olması nedeniyle ben ve ağabeyim her gün yaşıtlarımız tarafından, ‘Pis Kürtler, teröristsiniz siz’ gibi aşağılamalara maruz kalıyorduk. Birinci sınıfta okula başlarken ilk gün bütün çocukları asker gibi dizdiler ve ant içirdiler. Ben de çocuk olmama rağmen mahallede gördüğüm baskılar sonucunda edindiğim farkındalıkla ‘Ne mutlu Kürdüm diyene’ dediğim zaman ilk disiplin cezasını 7 yaşımda almış oldum. Annemi çağırdılar, azarladılar. Tüm bu olanları yüreğinde yaşamış olan bir Kürt genci olarak günümüzde de kültürümüze yönelik süren inkar ve imha politikalarına karşı direneceğim. Bize isyandan başka seçenek sunmuyorlar.”

BİZ DEĞİL, KİMLİĞİMİZİ YOK SAYANLAR TERÖRİSTTİR

Agît, 1991Mardin Dargeçit doğumlu. Devlet terörüyle henüz 40 günlükken tanıştı. Yeni doğduğu günlerde köydeki evlerinin ateşe verildiğini söyleyen Ağît, evleri askerlerce yakılınca Batman’a göç etmek zorunda kaldıklarını ifade ediyor. Batman’da de devam eden devlet baskısına Hizbulkontranın tehditleri eklenince oradan da İstanbul’a göç etmekten başka çare bulamadıklarını belirten Agît, maddi güçlükler içinde yaşam mücadelesi verdikleri İstanbul’da yaşadığı bir ayırımcılığı şöyle aktarıyor:

“İlkokulda ben ikinci sınıftayken okulda veli toplantısı yapıldı. Annem Türkçe bilmediği için benden iki yaş büyük ağabeyim katılmak zorunda kaldı. Öğretmenimiz Tosun Yıldırım bütün velilerin ortasında bize annemin gelmediğini sordu. Ağabeyim annemin Türkçe bilmediğini söylediğinde, öğretmen bütün veliler ortasında “Nasıl bilmez? Bu saçmalık da ne? Kürtçe diye bir dil mi var? Senin yaşın tutmuyor” diyerek bizi resmen oradan kovdu. Zaten o günden sonra bana yaklaşımı tamamen değişti. Ben okulda resmen iki sene boyunca tecrit edildim. Kimse benimle konuşmuyordu. Öğretmen Yıldırım benim Kürt olduğumu bile bile ve ağırlığı o yaştaki bir çocuk için çok fazla olmasına rağmen bana her pazartesi Türk bayrağını tutturuyordu. İstiklal Marşı bitene kadar benim kollarım felç oluyordu. Ama hep bilinçli bir şekilde o veli toplantısından sonra bunu yaptı. Aile olarak İstanbul’a alışamadığımız için, Batman’a tekrar döndük. Ancak orası yıllar içersinde Hizbullah’ın daha çok hakimiyeti altında girdiğinden, tekrar İstanbul’a döndük. Her yer bize dar gelmişti. Nereye gitsek kabul görmüyorduk. Bu benim kafamı çok kurcalayan bir durum oldu. Daha sonra bu baskılara karşı direnmekten başka seçenek olmadığının farkına vardım. Bir sürü kitap okudum ve kimliğimizin utanılacak değil gurur duyulacak bir kimlik olduğunun farkına vardım. Bu ötekileştirme bizim değil onların kompleksiydi.”

Sonraki yıllarda, sırf bir basın açıklamasına katıldığım için 10 ay hapis yatan Agît, “Hatırlıyorum da gazeteler sayfa sayfa potansiyel suçluymuşuz gibi yansıtmıştı haberi. Bir terörist varsa o da bizim kimliğimizi yok sayan, köylerimizi yakan, insanları infaz eden, tutuklayan zihniyettir” diyor.

BİRGÜN, KOPARILDIĞIMIZ TOPRAKLARA ÖZGÜR OLARAK DÖNECEĞİZ

Henüz 18 yaşında olan Beritan’ın 1991 yılında doğduğu Mardin Yardere (Kurdîse) köyü kendisi 40 günlükken askerler tarafından yakıldı. Mardin’den baskılar nedeniyle Adana’ya, oradan da ekonomik nedenlerle İstanbul’a göç etmek zorunda kaldıklarını belirten Beritan, gittiği ilkokulun müdürü tarafından Kürt kümliği nedeniyle sürekli dışlandığını ve hakaretlere maruz kaldığını anlatıyor. Beritan, 2001 yılından beri cezaevinde olan babasını 10 yılda sadece 3 kez görebildiğini belirterek, şöyle devam ediyor:

“İçim çok yandı. Onu orada parmaklıklar ardında ilk gördüğümde bilinçlenmeye karar verdim. Onun gibi kararlı ve mücadeleci olacaktım. Onun yolunda ilerleyeceğim dedim ve kitap okumaya başladım. Okudukça halkımıza nasıl da zulüm uygulandığının her gün biraz daha farkına vardım. Zaten her yerde kavga devam ediyordu. Bu imha ve inkar politikalarına karşı halkımızın nasıl direndiğini de gururla öğrendim. Ezgin olmamak duygusu çok hoşuma gitti. Çünkü çocuk, kadın, yaşlı demeden bir mücadele ateşi yanıyordu. Biz de direneceğiz dedim. Yok teslim olmak. Bizi kendilerine benzetemeyecekler, biz kültürümüzü, dillimizi özgürce konuşacağız, koparıldığımız toprakların ağıtlarına özgürce döneceğiz ama bu kez üzerimizde yok edilme korkusu olmadan.”

ŞİVAN PERWER KASETİ İÇİN GÜNLERCE İŞKENCE

Tekoşîn, Diyarbakır Bismil’de doğdu. Kendisinden çok özellikle ablasının ve ailesinin yaşadığı acılar onun yüreğinde iz bıraktı. Ailesinin kendini halka adamış, yurtsever bir aile olduğunu belirten Tekoşîn, yaşadıklarını şu sözlerle özetliyor:

“Bir amcam gerillaya katıldı ve şehit düştü, bir amcam ise kayıp. Bu nedenle babamı çok gözaltına aldılar. Gördüğü işkencelerden dolayı sağ tarafı felç kaldı. Annem ise bir cumartesi annesi. Benim ailemde gözaltına alınmayan kalmamıştır. Herkes bu zulümden geçti. Sonunda Diyarbakır’dan Batman’a göç etmek zorunda kaldık ancak orada da bizi rahat bırakmadılar. Ben de ufacık bir kız iken, hatırlıyorum sürekli evi basıp ablamı gözaltına alıyorlardı. 13 yaşında sırf üzerinde Şivan Perwer’in kaseti bulunduğu için yapmadıkları işkence kalmadı. Hani bugün çok seviyoruz dedikleri Şivan Perwer. Birkaç gün sonra eve geldiğinde yüzü duvar gibiydi hiç unutmam. Çok etkilenmiştim onu öyle gördüğümde. Daha sonra öğrendim ki onu feci şekilde döverken gözaltına alınan başka bir kıza ise önünde tecavüz etmişler. Günlerce çıplak ve aç bırakmışlar. Bu ağır olaylardan sonra İstanbul’a göç ettik.”

İstanbul’da faşistlerin yoğun yaşadığı bir mahalleye yerleşen Tekoşin’in ailesi burada da baskıların hedefi oldu. Yaşıtları Kur’an kursuna giderken kendisinin eylemlerde yer aldığını belirten Tekoşin, yaşadığı ayırımcılığın yaşamını nasıl etkilediğine dair şunları aktarıyor:

“Ben 9-10 yaşındayken bir okul arkadaşımı eve getirdim. Bizimkiler Roj Tv izliyordu. Kız bana dönüp nece konuşuyorlar diye sorunca öyle bir baskı vardı ki üzerimizde, İngilizce diyerek geçiştirdim. Çünkü öğrendiklerinde çok farklı bakıyorlardı. Mahallede her gün ‘Sen Diyarbakırlı mısın?’ sorusuna muhatap oluyordum. Şivemizle dalga geçiyorlardı. Onuruma çok dokunuyordu. Okulda da sık sık bu ötekileştirmeye ve ırkçılığa tabi tutulduğumu bilirim. Öyle bir hale gelmiştim ki bazen nereli olduğumu bile söylemiyordum. Ama zaman geçtikçe halkımızın mücadelesini kavradıkça neden kendimi başka bir biçimde kabul ettirmeye çabaladığımı sorguladım.”

BİR İNSAN KENDİ DİLİNİ NEDEN KONUŞAMASIN?

Siirt Gaziler köyünde doğan Gabar’ın ailesi, 1993 yılında köyleri özel harekat timlerince ateşe verilince Batman’a göç etti. O dönem henüz 7 yaşında olduğunu belirten Gabar, bir yandan okula giderken, diğer yandan da simit satarak ailenin geçimine katkı sunmaya çalıştığını anlatıyor. Gabar, ailesinin Batman’dan İstanbul’a uzanan yaşamından hafızasında iz bırakan kesitleri şöyle dile getiriyor:

“Hizbullah’ın en yoğun faaliyette olduğu bir dönemdi. İnsanlar sokakta bile yürümeye korkarlardı. Her gün bir cinayet haberi gelirdi. Bir gün yurtsever olan babamın ölüm haberiyle karşılamaktan çok korkardım. Onunla her yere gitmek istiyordum, bir ölüm haberi geldi mi kulaklarımı kapatırdım. Sakarya İlkokuluna gidiyordum. Çok berbat bir yerdi. Organ mafyasının hedefindeki bir okuldu. Bir gün hiç unutmam bizim okulun bahçesinden çığlık çığlığa sesler gelince gittiğimde yerde bir adamın kesilmiş başıyla karşı karşıya kaldım.10 yaşındaydım ve o görüntü yıllarca gözlerimin önünden gitmedi. Orası yaşanmaz hale gelince ailece İstanbul’a göç ettik. Okulu orada sürdürdüm ancak Kürdistan’dan geldiğim için insanlar bana hep tuhaf gözlerle bakıyorlardı. Nereli olduğumu söyleyince kimse benimle oynamıyordu. Anlam verememiştim, eve gidip anlatmıştım, ancak evdekiler sesimi çıkartmamam gerektiğini, burasının gurbet olduğunu söylüyorlardı. Sırf bu nedenle okulu bıraktım ve tekstilde çalışmaya başladım. O dönem zaten bu konuda bilinçlenmeye karar vermiştim. O zaman kimliğimizin ve kültürümüzün ne kadar büyük bir baskı altında tutulduğunu anladım ve çok öfkelendim. Neden bir insan kendi dilinde konuşamasın? Niye kültürünü savunduğu için katledilsin? Bunların hepsi içimde öyle bir yara oluşturdu ki, iyileşmesi çok zor”.

ANF NEWS AGENCY

Mayaların En Eski Takvimlerine Göre 2012'de Dünyanın Sonu Gelmiyor!


Amerikalı arkeologlar Guatemala’da Mayaların IX. yüzyıla ait en eski astronomik takvimlerini keşfetti. Bunlar yaygın inanışın aksine 2012’de dünyanın sonunun geleceğine işaret etmiyor.
Amerikan “Science” dergisinin 11 Mayıs tarihli sayısı ile “National Geographic”in Haziran sayısında çıkan araştırmalara göre, bu değerli takvimler, tarihi Maya sitesi Xultun’da toprak altından çıkarılan bir evde bulundu.

Bu evin odalarından birinde, duvarlar taşlara kazınmış karakterlerle kaplı. Bunların büyük çoğunluğunun maya takvimleri ile ilgili hesaplamalardan oluşan rakamlar olduğu belirtildi.
Kazı çalışmalarını yürüten Boston Üniversitesi’nden arkeolog William Saturno, ortaya çıkarılan takvimlerin 260 günden oluşan törensel takvim, 365 günden oluşan güneş takvimi ile 584 günden oluşan Venüs gezegeninin yıllık hareketi ve Mars’ın 780 günlük yıllık hareketi olduğunu belirtti. Saturno, ayın aşamalarını izleyen takvimlerin de bulunduğunu söyledi.

Ancak maya takvimlerinin durduğunu veya dünyanın sonunun 2012 sonu ile çakıştığını gösteren hiçbir belirti olmadığını sözlerine ekleyen Saturno, “Görülen sadece maya takvimi devrelerinden birinin sona ermesidir” dedi.


William Saturno, “Maya takvimleri dünyanın devam edeceğini ve 7 bin yıl içinde yine olduğu gibi kalacağını öngörüyor” diye belirtti ve şunları ekledi: “Bizler bugün dünyanın duracağının işaretlerini ararken, tersine Mayalar hiçbir şeyin değişmeyeceğinin güvencelerini arıyorlardı. Tamamen farklı bir anlayıştır bu.”

56 inşaattan oluşan Xultun sitesi 31 km2 yüzölçümüne sahip. Binlerce Maya’nın yaşamış olduğu bu yer yaklaşık 100 yıl kadar önce keşfedildi.


ANF NEWS AGENCY

Muhsin Kızılkaya Ne Zaman Kürt Aydını Oldu?

21 Ağustos 2011 günü Türk savaş uçakları Güney Kürdistan’ın Ranya’ya bağlı Kortek köyünü bombaladı. Solin bebeğinde aralarında bulunduğu 5'i çocuk 7 kişilik Hasan ailesi tümden ortadan kaldırıldı. Solin bebek ve ailesi toptan ortadan kaldırıldığı zaman Çankaya köşkünde, ‘faili meçhul cinayetler bitmiştir, ülkede demokrasi var’ gibi demagoji yapan tipleri kırmızı halı üzerinde karşılayan Abdullah Gül, başbakanlık koltuğunda ise toz kondurmadıkları Tayyip Erdoğan vardı. Bu öyle bir cinayetti ki, Taraf gazetesi devlet adına katliamı gizlemeye çalıştı. Nihayet en son, tıpkı geçmişte Mehmet Ağar’ın yaptığı gibi, günümüzde Kürtlere karşı ‘bin operasyonun’ mimarı ve koordinatörü olan bakan Beşir Atalay itiraf edecek ve Kürtlerden dalga geçercesine ‘"Irak’ta bir hata oldu" diyecekti.
CNN Türk’te Ayşenur Arslan’ın sunduğu Medya Mahallesi programına katılan ve kendisini ‘Kürt aydını’ olarak tanıtan Muhsin Kızılkaya, ‘Ergenekoncuların tutuklanmasıyla birlikte, faili meçhul cinayetlerin bittiğini’ buyurmuş.

Önce bir tespit yapalım.

Adı geçen şahsın ne kadar ‘Kürt Aydını’ olduğu, bu sıfatın kendisine hangi gerekçelerden dolayı verildiği doğrusu merak konusudur. Şu an da durduğu ‘vadiye’ bakılırsa bu zat ‘Kürt aydınından’ çok, egemen kimlik içinde erimeyi öncelikli hedef seçmiş bir tipe benziyor. Daha da ötesi bir söyleşide ‘düşünmeyi öğrenmeye başladığım andan itibaren Türkçe yazan bir yazar olmak istiyordum’ diyen ve daha lise yıllarında lojmanlarda oturan ‘müdürün, komutanın ve hâkimin kızları’ için pencere altında bekleyen, kendi değimiyle ‘o perdenin gerisindeki hayatı hayal ederdim’ diyen yanaşmacı bir ‘aydın’ tipine benziyor.

Yanaştığı lojman belli. AKP ve Fethullah Gülen cemaatinin lojmanı. Oradan konuşuyor. Antenlerini oradaki hava durumuna göre ayarlıyor. Konuşurken ‘bozuk bir saat dahi günde iki kere doğruyu gösterir’ misali bazı doğruları da sözlerin arasına serpiştiriyor. 2007’de ‘Ergenekon operasyonu ile birlikte faili meçhullerin bıçak gibi kesildiğini’ söylüyor. Ve hiçbir gazetecinin öldürülmediğini ileri sürüyor.

Peki ötesi. Ötesi yok. Çünkü bu tipler için Kürt olmak ve Kürdistani olmak bir ranta dönüşüyorsa anlamı ve manası vardır. Yoksa başa beladır. Egemen kimlik içinde erimek isteyen ve zaten bahane peşinde koşan bu tipler için, Kürt olmak ‘vebalı’ bir kimlikle dolaşmak gibidir. Hiç kuşku olmasın bu tipler ‘Kürt kökenli’ olarak dünyaya geldikleri için kadere lanet okuyan tiplerdir. Onun için ötesi yoktur. Ancak ötesini biz söyleyeceğiz.

Evet. Doğrudur, ‘faili meçhul’ dönemi bitti. Çünkü faili devlet dönemi başladı. Eğer faili meçhullerden kasıt Amed’te, Silvan’da, Batman’da, Kızıltepe’de, Nusaybin’de veya Kürdistan’ın herhangi bir il ve ilçesinde devlete bağlı JİTEM ve kontrgerilla güçleri tarafından insanları ensesinden tek kurşunla sokak ortasında infaz etmek ise eğer, o dönem bitti. Ancak bu Kızılkaya’nın iddia ettiği gibi 2007 yılında başlayan Ergenekon operasyonlarıyla olmadı. Bu tür cinayetler 2000’li yılların başından itibaren son buldu. 

 
Devlet daha AKP iktidara gelmeden kısmen JİTEM ve itirafçılardan oluşan infaz çetelerini geri çekti. Bir kısmını tasfiye etti. Bu tetikçilerden öldürülen ve kaçanlar oldu. Bu katil şebekesinin önemli bir bölümü ise yeni koşullara entegre edildi. Onlara Federal Kürdistan’da işbaşı yaptırttı. ABD ordusu Kuzey Kürdistan’da hayli dosyaları kabarık bu JİTEM ve Özel Harekatçıların başlarına 2003 yılında Güney Kürdistan’da boşuna çuval geçirmedi.

Bahsi geçen manada faili meçhul cinayetler bitti. Ama Kürtleri infaz etme dönemi bitmedi. Bu işi devlet bizzat üstlendi. Merak edenler -bu arada sözde kendisini Kürt aydını diye nitelendiren Kızılkaya’da dahil- AKP iktidara geldikten sonra bizzat polis, asker, özel tim, tank-top ve uçaklarla kaç sivil Kürdün öldürüldüğüne, infaz edildiğine ve öldürülenlerin arasında çocukların sayısında gözle görülür artışa bakabilirler. İHD ve MAZLUM-DER’in raporları ortada.

Kaldı ki Uğur Kaymaz’ın yaşında iken subay kızlarının oturduğu lojmanlara sevdalı bu zata sormak gerekmez mi? Uğur Kaymaz ve babası 2004 yılında infaz edildikleri zaman, iktidarda AKP hükümeti yok muydu? Vardı. Hem de tüm ihtişamıyla. 12 yaşındaki Uğur’u 13 kurşunla infaz edenlere hak ettikleri hiçbir ceza verilmedi. Uğur Kaymaz ve babasının öldürülmesi karşısında hükümetin tutumu bundan sonra olacaklarında niteliğini gösteriyordu. Faili devlet artık iş başındaydı. Hem de Ergenekonculardan boşalan yeri doldurmak üzere, bu faili devletin yeni sahibi Erdoğan ve ekibi ile birlikte Fethullah Gülen cemaatiydi.

JİTEM ve çetelere hacet kalmadı. Örneğin Türk başbakanı Tayyip Erdoğan’ın ‘güvenlik güçlerimiz çocukta olsa, kadında olsa gereğini yapacaktır’ dedikten sonra 28 Mart 2006’da yapılan barışçıl gerilla cenaze törenlerine karşı saldırı yapıldı. Erdoğan’ın Ergenekon’un yerine kurduğu ‘Özel Ordusu’ harekete geçti. Bir kaç gün içinde 11 kişi infaz edildi. Yaklaşık 200 kişi yaralandı.

Şimdi, ‘Kürt aydını’ diye çıkıp, bir dönem Çankaya’da noter gibi oturan Ahmet Necdet Sezer’in Nobel Edebiyat Ödülü alan yazar Orhan Pamuk’u kutlamamasını kendine dert edineceğine, bunun üzerinden Gülen Cemaati nezdinde yeni rant kapıları aralamak için demagoji yapacağına, 28 Mart-3 Nisan 2006 günleri arasında öldürülen 11 Kürdün katili kim, nerede diye sorarsa daha doğru olmaz mı? Daha doğru olur. Aydın tavrı olur. Ama…

 
Bu ‘Kürt aydını’ nasıl oluyor da o kadar şey bildiği halde, Erdoğan’ın fermanıyla öldürülen o insanları bilmiyor? Hatırlamıyor. Fiyakasını bozmak için değil, gerçek bir kez daha anlaşılsın diye biz hatırlatalım. Hepsi silahsızdı ve ateşli silahlarla öldürüldüler.

Mehmet Akbulut 18, Halit Söğüt 78, Tarık Atakaya 22, Mehmet Işıkçı 19, Abdullah Duran 9, Enez Ata 8, Mahsum Mızrak 17, Emrah Fidan, 17, İsmail Erkek 8 ve Mustafa Eryılmaz, 26 yaşında devlet güçleri tarafından öldürüldüler. Tek bir kişi yargılanmadı. Gözaltına alınmadı ve tutuklanmadı.
Bu cinayetler burada durmadı. 2008 yılında Şırnak’ta 16 yaşındaki Yahya Menekşe polis tarafından infaz edildi. 2009 yılında Erdoğan’ın özel polis ordusu dokuz çocuğu daha katletti. Aralarında ‘faili meçhul cinayetler bitti’ diyenlerin yüzüne tükürürcesine bakan Ceylan Önköl ve 18 aylık bebek Mehmet Uytun’un da bulunduğu dokuz çocuk.

‘Faili meçhul yoktur’ demagojisiyle devleti ve AKP hükümetini aklamaya, onun katliamcı ve Kürt düşmanı yüzünü gizlemeye çalışan tiplerin uykusunu kaçırmak için son iki örnek daha verelim.

21 Ağustos 2011 günü Türk savaş uçakları Güney Kürdistan’ın Ranya’ya bağlı Kortek köyünü bombaladı. Solin bebeğinde aralarında bulunduğu 5'i çocuk 7 kişilik Hasan ailesi tümden ortadan kaldırıldı. Bu cinayetin faili devletti. O devleti de herhalde Ergenekoncular içerden yönetmiyordu. Solin bebek ve ailesi toptan ortadan kaldırıldığı zaman Çankaya köşkünde, ‘faili meçhul cinayetler bitmiştir, ülkede demokrasi var’ gibi demagoji yapan tipleri kırmızı halı üzerinde karşılayan Abdullah Gül, başbakanlık koltuğunda ise toz kondurmadıkları Tayyip Erdoğan vardı. Bu öyle bir cinayetti ki, Taraf gazetesi devlet adına katliamı gizlemeye çalıştı. Nihayet en son, tıpkı geçmişte Mehmet Ağar’ın yaptığı gibi, günümüzde Kürtlere karşı ‘bin operasyonun’ mimarı ve koordinatörü olan bakan Beşir Atalay itiraf edecek ve Kürtlerden dalga geçercesine ‘"Irak’ta bir hata oldu" diyecekti.

İkinci örneğimiz ise, daha yakın bir dönem ait. 2011 yılının son iki gününe ait. Hani şu tıpkı darbe dönemlerinde veya 28 Şubat 1997’deki gibi Türk basınının, başta da hükümet yanlısı ve Gülen Cemaatinin yayın organlarının sırra kadem bastığı 12 saat kör, sağır ve dilsiz olduğu güne ait. F16 savaş uçakları o gün Roboski’de 34 Kürt gencini katlettiler. Kızılkaya gibi yanaşmacı tiplerin toz kondurmadığı Erdoğan bu katliamı ‘bir hata’ olarak dahi nitelemedi. Bu katliamı yaptıkları için Genelkurmayı tebrik etti.

Kürt hareketinin çoktan tarihin çöp sepetine dönüşümsüz yolladığı Kemalizm ve Ergenekoncularla sözde kavgaya tutuştuğunu sanan veya öyle gösteren bu tiplerin akıl almaz demagojilerinin katkılarıyla 106 gazeteci zindanda yatıyor. 30’u aşkın BDP’li belediye başkanı, onlarca il genel meclis başkanı, meclis üyesi cezaevlerinde yatıyor. Altı BDP’li milletvekili rehin tutuluyor, Kürtlere diz çökertmek için Gülen’in sözcüsü utanmadan ‘kendi düşen ağlamaz’ diye yazabiliyor. Bu tiplerinde katkısıyla her gün onlarca, yüzlerce Kürt gözaltına alınıyor. Nisan 2009’dan beri tutuklananların sayısı nerdeyse 10 bine yaklaşıyor.

 
Ama bir ‘Kürt aydını’ olarak öldürülen onca Kürt için ‘bunlardan bana ne, faili meçhuller bitti’, tutuklananlar için ise Mehdi Eker gibi ‘kelepçeye şükredin’ diyorsa! Hay de hepsinden vazgeçtik. Pozantı cezaevinde yaşananlardan utanmayacak, yüzü kızarmayacak kadar ‘mezhebi geniş’ bir ‘Kürt aydını’ ise, hiç sorun yok. AKP’nin ve Türk kimliğinin lojman bekçiliğine devam edebilir.

ANF NEWS AGENCY

HDK’de Yeni Sürece Doğru


HDK'nin 1. kongresi öncesinde ANF'ye konuşan Çiçek, HDK'nin emekçi sol hareketinin 30-40 yıllık sürecini tersine çevirmeye çalıştığını belirtti, "Cepheleşme yeteneği yok. Biz bu süreci şimdi tersine çevirmeye çalışıyoruz" dedi. Çiçek, HDK'nin en büyük hedefinin de bir halk inisiyatifini açığa çıkartmak olduğuna dikkat çekti.

Geçtiğimiz Ekim ayında Ankara'da topladığı genel kurulu ile kuruluşunu ilan eden Halkların Demokratik Kongresi'nin 1. Genel Kurulu, bu hafta sonu toplanıyor. Kongrede geride bırakılan yaklaşık 7 aylık süreç siyasi ve örgütsel açıdan değerlendirilerek, gelecek sürece ilişkin önemli kararlar alınacak. Kararlardan biri de HDK'nin bir parti kurması ve 2014 yerel seçimlerine bu parti ile katılması.

HDK Genel Meclis üyesi İbrahim Çiçek, kongre öncesinde HDK'nin dünü, bugünü ve yarınına ilişkin sorularımıza yanıt verdi.

* HDK nasıl bir hedefle yola çıkmıştı?

- Siyasal açıdan ele aldığımızda HDK her şeyden önce egemen sınıfların iki belirgin odağı karşısında emekçilerin, ezilenlerin, ezilen inanç gruplarının ve ulusal toplulukların, Kürt halkının, çevre, emek, kadın ve gençlik hareketlerinin, LGBT bireylerin bütününün alternatifini yaratma çabası olarak ortaya çıktı. Siyasi olarak da bu yönlü çalışmalarını sürdü.
Genel perspektif içinde bir kısım sosyal ve siyasi hareketleri birleştirmekti. Bütün çabaları da bu yönde oldu. Bir bütün olarak Türkiye ve Kuzey Kürdistan'daki mücadeleye müdahale etmek anlamına geliyordu. Bir yerden başlamış oldu. rdü. İddiası şuydu:

*Tanımladığınız bu hedefe ulaşabildi mi?

- Kolay bir sorun değil. Ezilenlerin hareketi parçalanmış durumda ve bütün parçalar kendilerine dönük haldeler. Asıl sorun da bütün parçaları kendine dönüklükten kurtarmak ve birbiriyle karşılıklı etkileşim içine sokmak ve bütün parçaların siyaset tarzının değiştirilmesi. Bunun 3-5 aylık zamanda gerçekleştirilmesi ve sonuçlandırılmasını beklemek olanaklı değil. Fakat önemli olan şu; yola çıktık ve hedefe doğru yürüyoruz.

* HDK kuruluş aşamasını tamamladı mı? Örneğin Meclisleri kurabildiniz mi?

-15-16 Ekim'de Ankara'da genel kurulumuzu toplayıp, kongre hareketinden kongreye sıçradığımız zaman kongreyi kurduğumuzu düşünüyorduk. Fakat, çok geçmeden hemen anladık ki, biz kuruluş çalışmasının yalnızca birinci aşamasını tamamlamış bulunuyoruz. O aşamayı tamamladığımız ölçüde de yeni bir aşamaya yükseldiğimizi gördük. Kuruluşumuzu ilan ettik, program ve tüzüğümüzü kararlaştırdık, 121 kişilik Meclis kurduk ama 17 Ekim'de HDK bir maddi güç ve örgüt olarak hiç yoktu. Dolayısıyla oradan tekrar başlamamız gerekiyordu. Yeni sürecin sorunlarını anlama konusunda ciddi zorluklar çıktı. O zorlukları yenmek için harcadığımız çaba bize biraz zaman kaybettirdi. Daha sonra genel meclisimiz yürütmeyi oluşturdu, yürütme bazı kararları Aralık sonu ve Ocak başında almaya başladığı zaman, bir yandan meclisleri kurmaya başlamıştık. HDK'nin kurucu çalışması yeni aşamada iki hattan yürüdü. Bunlardan biri, kendisini siyasi mücadele tarzı, pratiği ve zihniyeti olarak kurmak. Diğeri de örgütsel olarak kurmaktı. İllerde yürütmeler oluşturduk, meclis kurma girişimlerinde bulunduk ya da kurduk. Meclisleri ilçelere doğru yaymak, mahalle ve sokaklara doğru derinleşmek perpektifiyle hareket ettik. Bu çalışmalar onlarca ilde yürütüldü. Özellikle daha güçlü bir şekilde Batı'da yürütüldü. Fakat, gelişme eşitsiz. Değişik kentlerin aldıkları mesafeler birbirinden farklı.

KARAR ALMAKTA ZORLUKLAR ÇEKİLDİ

* Ekim ile Ocak ayının başı eylemsizlikle geçti. Bu eylemsizliğin nedeni de kuruluş aşamasına ilişkin yanılgılar mıydı?

- Bence öyle. Çünkü biz hala kuruluş aşamasında olduğumuz fikrinden hareket etmediğimiz için biçimsel olarak tüzükten hareket ettik. Bu da önümüze çıkan sorunları çözme konusunda zorluk yarattı. Çünkü kurucu dönemin yaklaşım tarzları daha esnek, daha kapsayıcı, mutabakatlar oluşturarak yürümeyi içeriyordu. Hepimiz böyle düşünmesek de baskın olan "Kurulduk" varsayımı, formel çözümler aramaya yöneltti, bu kısmen bir tıkanma ve patinaj yarattı. Fakat bir iki aylık bir süreç oldu bu. Yeni bir şey yapılırken, hep başlangıç aşamasında olan şeylerdir bunlar. Onu izleyen süreçte de genel meclis ve yürütmeler karar almakta da zorluklar çekti. Gündeme müdahale etmek konusunda zorlandığımız gerçeği var.

* Karar alma zorluğundan bahsettiniz. Örgütsel yapının hantallığı ile mi ilgili yoksa o yapıyı işletme konusundaki deneyimsizlikten mi kaynaklı?

- Karmaşık bir mesele. Birçok faktör var. Çok değişik partiler, siyasi gruplar ve toplumsal örgütler yer alıyor. Kuruluşumuzun temel etkenlerinden biri olarak bireyler var. Bütün bunları HDK potası içinde bir araya getirdik ancak hala eski yapılarıyla varlar. Dolayısıyla HDK potası bunları belirli ölçülerde dönüştürecek ki, yeni bir siyaset tarzı, yeni düşünüş şekli açığa çıkabilsin, bu da işlerimin önünü açabilsin. Fakat bu aşamada doğal olarak siyasal kararları almakta, öncelikleri saptamakta zorluklar çekiyoruz. Öncelikleri saptadığımızda hangi tarzda nasıl mücadele edeceğimiz konusunda zorlukla karşılaşıyoruz. Çünkü bu hareketin genişliğini ve geçmişten gelen deneyim ve yaklaşım farklılıklarını dikkate aldığımızda hızla bir parti gibi istediği kararları alması olanaklı değil. Bu gerçekliği görmemiz gerekiyor. Bir yanı bu tür tarihsel ve siyasal sebepler. Diğer yanında da sizin dediğiniz gibi örgütsel yanları da var. Fakat bu örgütsel yanlar biraz daha ikincil. Yapımız çok seri bir şekilde kararlar almaya uygun değil, bunu da daha fazla anlıyoruz. Ama biz karar alma hızımız kadar nasıl aldığımızı da önemsiyoruz. Çünkü bu hareketle aynı zamanda kitle inisiyatifini açığa çıkartmak istiyoruz. Aşırı merkezi bir yapı tarzıyla değil, tam tersine söz ve karar yetkisinin bizzat meclislerde olduğu ve bir halk inisiyatifinin açığa çıktığı bir süreci önemsiyoruz. İhtiyacımız bu ancak kültürümüz zorlanıyor. Bekle, gör anlayışı ile birleşiyor. Çok değişik şekilde ele alınabilecek zorluklar olduğunu söylebilirim.

CEPHELEŞME YETENEĞİ YOK


* Yeni bir siyasi tarz dediniz. Grupçu anlayışları aşan, yüzünü kitlelere dönen ve günlük politika yapan bir tarza ne kadar yakın HDK?

- Politik bir cevap olacak ama şunu söyleyebilirim: Ekim ayındakine, Ocak ayındakine göre de daha yakın. İki sene öncekine de göre de çok daha yakın. Fakat, ihtiyaç olanla kıyasladığımız zaman o kadar da yakın değil. Önümüzde zor bir yol var. Gerçekten de dirayetli bir yürüyüş istiyor. Şimdiye kadar biz eylem birlikleri yaptık, 1990 ve 2000’li yıllarda envai çeşit platformlar kurduk. Seçim blokları oluşturduk, çatı partisi girişimlerinde bulunduk. Fakat şimdi yeni bir şey yapıyoruz. HDK’nin hem iddiası o örgütlenmeleri aşıyor hem de tarzı onları aşıyor. İddiamız onları aşıyor, çünkü bir programımız ve sürekliliği olan bir örgütümüz var. Büyük bir toplumsal hareket yaratmak istiyoruz. Tarzımız onları aşıyor, hem örgütümüz var ve hem de bir kitle inisiyatifi açığa çıkartmak istiyoruz. Son 50 yıllık deneylerden farklı bir şey yapıyoruz. 50 yıllık tarihimizi tersine çevirmeye çalıştığımızı, onun en zayıf yanları ile boğuştuğumuzu söyleyebilirim.

* Nedir en zayıf yanı?

- Cepheleşme yeteneğinin olmaması. Bölünüp parçalanarak gelen bir süreç var. Ve en yakın parçaların en sert bir biçimde birbiriyle mücadele ettiği bir süreç var. Biz bu süreci şimdi tersine çevirmeye çalışıyoruz.

* Tersine çevirmenin neresindesiniz?

- HDK’yı kurarak başladık. 30-40 yıldır bir araya gelmeyen siyasi çevreleri bir yapı içinde bir araya getirmiş olduk. Bir örnek vereyim: Bizim 40 yıllık geleneğimize bakarsanız, siyasi parti ve örgütler, farklı siyasi parti ve örgütlerden kopmuş ama bir şeyler de yapmak isteyen bireyleri asla muhatap almazlar. Bu siyasi parti ve örgütlerden kopmuş bireyler de o siyasi parti ve örgütlerle bir araya asla gelmek istemezlerdi. Şimdi HDK bunları bir hukuk çerçevesinde -kurumlar yüzde 60, bireyler yüzde 40- bir araya getirdi. Her iki taraf karşısındaki özne olarak kabul ediyor. Biz de "Birleşik bir özne yaratmak istiyoruz" derken hem sosyal hareketleri, hem siyasi hareketleri hem de örgütsüzleşmiş bireyleri kastediyoruz. Bu olmuş bitmiş bir yenilenme durumu değil, başlamış ve olmakta olan bir yenilenme durumu.

HAZIR TOPLUMSAL BİR HAREKETE DAYANMIYORUZ

* Başlangıçta geniş olan bu tip birliktelikler zaman içinde daralır. HDK’de bu anlamda durum nedir?

- Herkes için yeni bir şey yapıyoruz. Nasıl yapacağımız konusunda her şey açık değil önümüzü net olarak göremiyoruz. Başlıyoruz, bir adım atıyoruz, ikinci atımı atıyoruz. Her defasında bir takım sorun ve zorluklarla karşılaşıyoruz. İlerleyebilmemiz için mutlaka bunların üstesinden gelmemiz, kimi esneklikler göstermemiz ve özveride bulunmamız gerekiyor. Bu durumları herkes aynı şekilde göğüsleyemiyor. Dolayısıyla her şeyden önce bu yeni durumun zorluklarını aşma konusunda zorlananlar bir etkinlik kaybına uğruyorlar. Ama aynı zamanda kurumsal olarak yada bireysel olarak daha etkin katılanlar da oluyor. Durum bu anlamda biraz hareketli. Ben ilerlemekte olduğumuzu düşünüyorum, yerimizde saymıyoruz, geriye doğru gitmiyoruz, ilerlemekteyiz. Belki çok özel olarak şunun altını çizebiliriz, biz hazır bir toplumsal harekete dayanmıyoruz. Bu nedenle HDK daha çok bir toplumsal hareketi yaratmanın kaldıracı olarak kendini tasarladığı için HDK’nin kurumlarının ve yapısının zaman zaman canlanması, zaman zaman aktivite kaybına uğraması çok normal. Ancak güçlü bir kitle hareketinin doğduğu durumda bu sağlam bir temele dayanacaktır, kitle inisiyatifinin esas kaynakları açığa çıkmış olacaktır, asıl olarak gerçek işlevine o zaman kavuşacaktır.

DEVLET HDK'NİN POTANSİYELİNİ GÖRDÜ

* HDK ile ilgili hükümet medyasında bazı haberler çıktı, ardından da gözaltı ve tutuklamalar yaşandı. Nasıl algılıyorsunuz bu operasyonları ve HDK’yi nasıl etkiliyor?

- Devlet kuşkusuz, siyasal sezgi gücü en gelişkin siyasal örgüttür, devlet yöneticilerinin de böyle bir koku alma duygusu vardır. HDK için arzuladığımız şeyler açısından başlangıçta bulunuyoruz. Muazzam bir güç ortaya çıkmış değil ama burada büyük bir imkan var ve bu büyük imkan gitgide realize olmakta. Devlet bunu gelecek açısından çok ciddi bir muhalefet potansiyeli, egemen sınıflara karşı ciddi bir alternatif olarak gelişeceği olasılığını, gelişmekte olan durumu görüyor, dolayısıyla kriminalize etmeye çalışıyor. Hem toplumun gözünde kriminalize ederek, toplumun HDK’ye ilgisini kesmeye çalışıyor, hem de bizzat HDK çalışmasına katılan kişi ve kurumları kriminalize etmeye çalışıyor. Fakat toplumda güçlü bir mücadele arzusu var. Bu tür kriminalize etme çabalarının bunun önünü kesmesi düşünülemez. Kuşkusuz bu durumdan etkilenen kişi ve çevreler olabilir, olacaktır da, bu da işin doğasında vardır, ama bunun olayların genel akışının yönünü değiştirebileceği sanmıyorum. Newroz ve 1 Mayıs toplumda güçlü bir mücadele arzusunun mayalandığını gösteriyor. Bu mücadele arzusunun siyasetteki bir yansıması olarak HDK var. Bu ikisi buluştuğu zaman, bizim sokaklarımıza da bayram gelecek.

HDK SEÇİME ŞİMDİDEN HAZIR

* Bu hafta sonu genel kurulunuz var. Geçtiğimiz Ekim ayındaki kuruluş genel kurulunda partileşme kararı alınmamıştı. Temel gündem sanırım parti konusu olacak. Bu genel kurulda alınacak mı?

- Partileşme kavramını düzeltmek istiyorum, bir partileşme olmayacak. Bir parti kuracağız. Halkların Demokratik Kongresi, meclisleri örgütleme, kitle inisiyatifini açığa çıkartma yönünde çalışmalarını sürdürecek. Bir siyaset odağı olarak kendini organize etmeye ve geliştirmeye devam edecek. Bu kongrenin temel gündeminin parti konusu olacağını söylememiz de doğru değil. Gündemimizde parti konusu var, bu konuda bir tutum açığa çıkartacağız. Zaten bizim baştan beri bir parti kurma kararımız vardı. Bu kararı daha pratikleştirecek bir hareket hattı üzerinde duracağız. Bu kongre esas olarak HDK’nın 1. Kongresi niteliğindedir. HDK ilk defa kendi gerçekliği içerisinde ilk genel kurulunu yapıyor. Bu gerçekliği içerisinde deneylerini tartışması ve sonuçlar çıkartması, nasıl ilerleyeceği üzerine odaklanması ana gündemini oluşturuyor. Bu ana gündemin yanında tartışacağı konular var. Bunlardan biri parti konusudur ve bu konunun kongrenin ağırlıklı bir zamanını alacağını da çok zannetmiyorum. Artık partinin kurulması sürecini planlamamız gerekiyor. Bu baskın olarak seçim partisi olacaktır. Önümüzde yerel seçimler ve cumhurbaşkanlığı seçimleri gibi önemli süreçler var. Parti biraz daha önem kazanmış oluyor.

HDK’nin önemini anlatmak açısından size somut bir örnek vermek istiyorum. Geride kalan 30-40 yılı düşündüğümüzde, hem ulusal demokratik hareket hem de emekçi sol hareket bakımından, bunların toplamı açısından baktığımız zaman, yarın bir seçim olacak olsa, en hazır olduğu durumdadır. HDK böyle bir zemin sundu. Hükümet önümüze baskın bir belediye seçimlerini getirse, HDK kısa sürede kendi politikasını belirleyip bu konuda yönlendirici bir tutum takınabilir. Bu imkâna sahip. Geride bıraktığımız zaman içinde böyle bir imkanı hazırlamış olduğumuzu herkes görebilir.

* Başkaca nasıl bir anlam biçiyorsunuz bu kongreye?

- Belki de bu kongre birinci kongreden daha da önemli. Çünkü artık bir deneyimimiz var. Biraz daha ne yaptığımızı biliyoruz. Biz kongre sürecinde "keşfederek ilerliyoruz" diyorduk. Bu söz bugün için de biraz geçerli. Ancak kendi deneyimimiz olarak, örgütsel ve siyasal olarak biriktirdiğimiz bir havuzumuz var. Bu havuzumuzu şuradan görmek istiyoruz. Birincisi, geride kalan süreçte açığa çıkan sorunlarımızı deneylerden yararlanarak nasıl çözebiliriz? İkincisi hangi yönde ve nasıl ilerleyeceğiz? Bu HDK açısından kendi gerçekliğini kavramada bir derinleşme, kendi gerçekliğinin bilgisiyle aydınlanmak açısından önem taşıyor. Buna ihtiyacı var gerçekten. Kendi gerçekliğinin bilgisiyle aydınlanmasına ihtiyacı var. 30-40 yıllık süreci tersine çevirmeye çalışıyoruz. Bunu daha önce yapmadık. Bu aslında derin bir özeleştiri sürecidir de. Derin bir özeleştiri sürecini derin bir değişim ve dönüşüm sürecidir anlamında söylüyorum. Ama bu olmuş bitmiş bir durum değil. Başlamış ve mayalanmakta olandır. Dolayısıyla kongre bu derin değişim ve yenilenme sürecinin, kendi dönüşüm bilgimizle aydınlanma sürecinin önemli bir zeminidir. Kendi deneyimlerimizi ne kadar iyi tartışırsak, ne kadar çok sayıda aktivistimiz ya da delegemiz bu tartışmaya katılırsa bu dönüşüm potamız, yeni politika ve ilişki tarzının, yeni sol siyasi zihniyetin, bu potanın o kadar işlerli olacağını düşünüyorum.

*HDK rüştünü ispatladı diyebilir miyiz?

- Bu soruya iki şekilde yanıt verebilirim. Birincisi bu tamamlanmamamış süreç, HDK rüştünü ispatlamak yolunda ilerliyor. Fakat henüz HDK’nin rüştünü ispatladığını söylemeyemiz. Çünkü bunu toplumsal barometreyle ölçebiliriz. Toplumun bakış açısında HDK’ye ilişkin hala bekle ve gör anlayışı var. Hatta HDK içindeki kurucu unsurların kendi tabanları ve kadrolarında bile böyle bir eğilim söz konusu. Daha önceki eylem birliklerinde, platformlarda değişik siyasi yapıların temsilcileri bir araya geliyor, kararlar alıyor bunları örgütler uyguluyordu. Şimdiki durum ise temsilcierin bir araya geldiği örgütlenme değil. Bu yapıların tüm gövdeleriyle içinde yer almasını istiyoruz. Varlıklarına son vermelerini istemiyoruz. Ama bu henüz anlaşılabilmiş değil. Bu lafzi olarak anlaşılmış olsa bile gerçek ilişkiler bakımından anlaşılabilmiş değil. Burada dönüşme, yeniyi anlama ve uygulama konusunda yeninin gerektirdiği dönüşümü gerçekleştirme konusunda bir dirençle karşılaşıyoruz. Bu da anlaşılır bir şey, 30-40 yıllık süreci tersine çevirmeye çalışıyoruz. Bütün bu eski kültür içinde yetişmiş bizlerin, yapıların, bireylerin direnç göstermesinden daha anlaşılır bir şey olamaz. Bunun için zaman, dirayet ve karalılığa ihtiyacımız var.

ANF NEWS AGENCY

Franco Kurbanlarının Adalet Arayışı Engelleniyor

Faşist Diktatör ve Hitler'in sadık dostu Franco...

Sadece iki yerde açılmasına izin verilen toplu mezarlardan bir görüntü olan fotoğraf,  90'lı yıllarda Kürdistan'da uygulamaya konulan, Faşist Diktatör Franco'yla aynı zihniyeti paylaşan Türk devletinin Gözaltında/Kaçırarak Kayıp Politikasını ve artık her yerden fışkıran Toplu Mezarları andırıyor.


İspanya'da tespit edilen Toplu Mezarların yerini gösteren harita. Türkiye'de İnsan Hakları Derneği de çok daha detaylı olmk üzere özellikle Kürdistan'daki Toplu mezarları gösteren bir haritayı yaptıkları basın açıklamasıyla basına ve kamuoyuna duyurmuştu.
Uluslararası Af Örgütü İspanya’da hükümetin Franco diktatörlüğü döneminde insan hakları ihlallerine uğrayanların açtıkları mahkemeleri engellediğini açıkladı.

Örgütün İspanya kolunun başkanı Esteban Beltran yaptığı açıklamada ülkedeki adalet sisteminin Franco dönemindeki kayıplar, sistematik işkence ve yargısız infaz kurbanlarına kapısını kapattığını söyledi. Arjantin’de cuntacıların yargılanmasını konusunda öncülük eden İspanya’nın ülke içinde kendi geçmişiyle hesaplaşmadığına dikkat çeken Beltran, bugüne kadar açılan davaların tümünün kapatıldığını ifade etti.

2006 yılında İspanya’daki insan hakları örgütleri yüksek mahkemeye iç savaş döneminde kaybedilen 114 bin kişi ve ailelerinden çalınan 30 bin bebek hakkında delilleri sunmuştu. Bu gelişmenin ardından konuyu araştırmak isteyen ünlü yargıç Baltasar Garzon apar topar görevinden alınmıştı.

Garzon dosyayı açarken insanlığa karşı işlenen suçların hiçbir şekilde zamanaşımına uğrayamayacağı ve affedilemeyeceği ilkesinden yola çıkmıştı. İspanya’da Franco dönemi yetkilileri 1977 yılında ilan edilen genel affa tabii bulunuyor. Kurbanlar da bu yasa nedeniyle tazminat talep edemiyor.

Garzon geçtiğimiz Şubat ayında İspanya Yüksek Mahkemesi tarafından yetki alanını aşmaktan suçsuz bulundu. Ancak mahkeme kararında soruşturmanın açılmasının yanlış olduğu da kaydedildi.

Af Örgütünün mahkemeye yeni sunduğu rapor bugüne kadar yerel mahkemeler tarafından yapılan 47 incelemenin hasır altı edildiğini ortaya koyuyor.

İspanya genelinde iç savaş dönemi kayıpları konusunda sadece iki başvuru değerlendirmeye konuldu ve toplu mezarların olduğu iddia edilen bölgelerde kazılar yapıldı.

Af Örgütü raporuna göre İspanya’da 2 mahkeme dışındaki tüm mahkemeler açılan davaları düşürdü ve hiçbir inceleme dahi yapmadı.

Mahkemeler ağırlıklı olarak cinayetlerden sorumlu kişilerin hayatta olmaması ve af kanunları hala yürürlükte olduğu gerekçesiye düşürdü.

Af Örgütü İspanya’yı uluslararası topluma karşı sorumluluklarını yerine getirmeye çağırarak mahkemelerin ülkenin kirli geçmeşiyle hesaplaşma konusunda daha etkin olması gerektiğini ifade etti.

ANF NEWS AGENCY