20 Nisan 2012 Cuma

Barzani, Zehir Hafiye İdris Naim’i de Dinleyecek

Federal Irak Kürdistan Bölge Başkanı Mesud Barzani, çok önemli bir engel çıkmazsa eğer, bugün, “bölgesel meselelerin halini„ konuşmak üzere, zaptiyesi İdris Naim olan TC’de olacak.

TC Başbakanı Barzani’yi beklerken, Suriye yönetimin ihraç ettiği adamlarına karşılık vermesini kınıyor, Türk medyası da, iki yüzlülüğün ifadesi olarak, Kürt gerillanın bulunduğu ihtimaline karşılık, hareketsiz Cudi dağına bombalar yağdırıldığını duyuruyordu.

AKP’nin dindar dürüstlüğü ve milliyetçiliğiyle örtüşen Zehir Hafiye İdris Naim ise Kürdistan’ın dört bir yanında, ev baskınlarıyla meşguldu.

İdris, rejimin karikatür yüzü olarak ortalıkta dolaşan devlet adamıdır. Gittiği taziye yerinde, çaldırdığı davul ve zurnaya ellerini birbirine vurarak eşlik edip, “takla at da göreyim„ diyerek, adam oynatan insaniyet timsali büyük Türk büyüğüdür, kendisi. “Maşallah Türk kadar kuvvetli„ Türkistanı kurtarma cemiyetinin eski başkanı, ırkçı gösterilerin baş konuşmacı ve polis devletinin resim, müzik ve şiirlerde suç ile suçlu arayan şöhreti, sınırlar ötesine taşan İçişleri Bakanıdır.

Sevenleri, onun çağın derinliklerinde tınlayan sedasını, ağlanması gereken yerde sırıtan suratını,  ilk defa 1997’de  keşfettiler. Recep Erdoğan İstanbul Belediye Başkanı, o da Belediye’nin Genel Sekreter yardımcısıydı. İkili bir arada, Üsküdar İkinci Ağır Ceza Mahkemesi’nde kalpazanlıktan, sahtekarlıktan sanık ve  haklarındaki suçlama şöyle uzuyordu:

“Zimmet (halka ait parayı çalmak), kamu biletlerinde kalpazanlık, ihaleye fesat karıştırmak, resmi evrakta sahtecilik, cürüm işlemek için teşekkül (örgüt) kurmak…„

O zamanın suç örgütü, kalpazanlık, sahtekarlık sanığı şimdi, rejim adına hırsız, soyguncu, kalpazan kovalayan zaptiye. Almanya’da “çağın soygunu„ denilen Deniz Feneri kalpazanları serbest, fakat hiçbir hırsızlığa, sahtekarlığa, kalpazanlığa karışmamış, ama ayrı bir halkın bireyi olarak özgürlüklerini arayan Kürtlerin evini, barınağını talan eden baskınlar, toplu tutuklamalar için emir veren devlet adamıdır, İdris Naim.

Ağzını açıp, fikrini söyleyen, hırsızlığı, işkence ve cinayetleri dillendiren Kürt milletvekillerinin cezalandırılması için, dosyalar hazırlayıp, parlamentoya gönderen, boş zamanlarında da komuta ettiği polis ve jandarma ordusunun gösterilerini temaşaya çıkan…

Tatbikatlarda, yüzünde o tuhaf gülüşüyle, Kürtlerle savaşın dağ koşullarında açlıklarını gidermek için, taştan yumuşak ne bulduysa yiyen, yılanı, çiyanı, kertenkeleyi çiğ çiğ çiğneyen, yaban domuzu etinden tikeler alıp, kanını içen özel seçilmiş personelini sulanan ağzını yalayarak seyreden…

Adamlarının domuz eti ziyafetini seyrettikten sonra, o keyifle parlamentoda amuda kalkıp, takla atmıyor, ama hafızası silindiği için, hikayesiyle Müslümanlık yarşısına çıkıyor, Kürt gerillaya ver yansın edip, “aç kaldıklarında, dağlarda domuz avlayıp, yiyorlar„ diyordu.

Kurtarmaya soyunduğu Türkistan’da domuzun yanında at ve eşek etinin ziyafet olduğu da asla aklına gelmiyor, ikinci taklasında Kürt Êzîdî inancını nişangaha oturtup, ateş ediyordu. Ne diyelim, Belediye’deki yoğun faaliyetleri yüzünden, vakit bulup ilgilenemediği için, zır değil, zır zır cahil, Türkistan halkından bir kesimin Şamanist, Budist olduğundan habersizdi. 

Herhalde değil, muhakkak ki Başbakan Recep Tayyip, Ankara’ya gelen Barzani’ye Suriye ve Irak’taki kendince Müslüman biraderlerinin gösteri yapamamaktan evlerinde küflendiğini, o sırada sessiz sedasız evlerinde oturan Kürtleri toparlamakla meşgul  İdris Naim de, sefer dönüşü, Kürtlerin ortak düşman olduğunu anlatacaktır. Hatta, Barzani’nin de bir zamanlar domuz eti tadan gerillaların lideri, halkının bir kısmının da Êzîdî olduğundan habersizlikle “hadi gel bir ve beraber olalım,  Êzîdîleri kesip, domuz yiyenleri, mahfu perişan edelim„  diyecektir.

Muhtemeldir ki Barzani, geleneksel Kürt terbiyesi el vermediği için, suratının orta yerine bakıp, anlayamayacağını bile bile “aç kalan insanların domuz eti yemesi, yaratan nezdinde kalpazanlık, dolandırıcılık ve hırsızlık gibi günah, insanlığa karşı da o oranda suç değildir„ demeyecektir.

Hafiye İdris Naim, “ha„ demekle kalacak, bunun üzerine Barzani, anlaması umuduyla halklaşan Kürdistan gerçeğini anlatmak zorunda kalacaktı.

Bir anlatması da bizden:

Kürdistan tek parça, kurtuluş mücadelesi tek lider, tek cephe ve elden değildir. Aşiretsel çekişme ve çekemezlikler, kardeşin kardeşe düşmanlığın karanlığı çoktan aşıldı. Kürdistan sürecini çoktan tamamladı. Günümüzde, her parçanın mücadelesi ayrı, ama biri ötekine karşı kardeşçe saygılıdır.  

Kardeşler, birbirini saygıyla dinler, ancak her biri kendi evinden sorumludur. Dolayısıyla birinin, ötekine baskısı, onun, bunun çıkarı için karşılıklı silah çekmesi sözkonusu değildir, artık. “Bıra kuji„ Kürdistan’ın halklaşma süreci öncesinin karanlığında kaldı.

Birinin ötekine düşmanca tavrı, artık bütün olarak Kürdistan’a karşı işlenmiş affedilmez suçtur, halkın vicdan ve ruhunun derinliklerinde.

AHMET KAHRAMAN
akahraman61@hotmail.com

Fethullah Gülen’in Darbe Hizmetleri!

27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 ve 28 Şubat 1997 askeri darbeleri Türkiye siyasal ve sosyal tarihini alt-üst etti... Şimdilerde PKK’ye karşı savaşta yenilmiş, görev tedavülünden kalkmış ya da kalkmak üzere olan generalleri cezaevlerine atarak, başarısız siyasetçileri, işbirlikçiliği artık saklanmaya medya ve sermaye ayakları üzerinden bir tartışma yürütülüyor. Ama öylesine bir gözbağcılığı ve yapılıyor ki sanki darbeye karşı direniş mücadelesi yürüten AKP ve Fethullah Gülen tayfası darbeye karşı direnen devrimci örgütler gibi gösteriliyor. Ama tarihin sayfalarında kısa bir gezinti yapınca görülüyor ki AKP’nin içinden çıktığı siyasal gelenek ve Fethullah Gülen tayfası her zaman askeri/totaliter ve ırkçı devlet yapılanması içinde lojistik/siyasi ve toplumsal destek vermişlerdir.

Siz bakmayın bugünlerde kendi iktidarlarını ve rahatlarını savunmak için “darbe karşıtı” söylemlerine, gerçek durumları öyle değil. Çünkü varlık gerekçeleri; siyasal ve sosyal kimyalarının oluşumunda askeri darbeseviciliği yapmışlardı.

27 Mayıs 1960 askeri darbesi döneminde Fethullah Gülen 20’li yaşlarındadır. Kendi deyimi ile “O günlerde Üçşerefeli Cami’de ikinci imam ve vaizlik” görevinde bulunuyordu. Kendisi 27 Mayıs’ı hiç hazetmediğini söyler. Çünkü Demokrat Parti’yi destekliyor. Ancak yürüttüğü faaliyet Türk-İslamcı milliyetçilik faaliyetidir. Yani darbenin anafikri olan düşüncelerin pratik olarak uygulama çabasındadır.  Zaten bir ihbar sonucu gözaltına alınan Fethullah Gülen, önce merdiven boşluğundan atılmak istenmiş ancak, “hatırlı” kişiler araya girince Fethullah Gülen’in Türk devletinin bekaasını korumak için çalıştığı görülünce bundan vazgeçilmiştir. Fethullah Gülen kendi sitesinde o günleri şu cümleler ile anlatıyor: “Savcı arkasına yaslanıp şöyle bir süzüyor onları. Polislere ‘niye getirdiniz oğlum bu hocayı buraya? Ben bunu camiden tanıyorum, bula bula bir imamı mı buldunuz? çabuk kaybolun karşımdan’ diyor.” Artık o süreçten sonra Fethullah Gülen hem devletine hizmet hem de kendi tayfasını örgütlemek için daha fazla çalışır.

12 Mart 1971’de Fethullah Gülen’in pratik çabası devam eder. Fethullah Gülen 12 Mart 1971 muhtırasının ardından 2 Mayıs 1971’de tutuklanır. Tepecik, Bademli, Şirinyer’de 6 ay hapis yatsa da tahliye edilir. Komünizme Karşı Mücadele Dernekleri’nin     gönüllü bir aktivisti olduğu için devletin hanesinde kendisine yer edinir. Çünkü tahliye sonrası Edremit’e gider. Herkesi siyasal örgütlenme, toplantı ve gösteri yasakken Fethullah Gülen, düğün salonlarında devlet yanlısı din temalı propaganda faaliyetlerini sürdürür. Devletin gözüne girmek için çabalarını daha da arttırır.

12 Eylül 1980’e gelindiğinde ise Kenan Evren faşist darbesinin yürütmek istediği devletin kudretli bir savunucusudur. Fethullah Gülen ister ki solcular, Aleviler, Kürtler ve demokrat karekteri olan herşey tasfiye olsun. Zaten o dönemin Sızıntı dergisinde asker ve darbe şakşakçılığı yapan yazıları hala dolaşımdadır. “Son Karakol” yazısında Fethullah Gülen askerlere güzelleme yapıyor ve darbenin ne kadar gerekli olduğunu “Ve şimdi bin bir ümit ve sevinç içinde asırlık bekleyişe Mehmetçik Hızır gibi yetişti” cümleleri ile hararetle savunuyor ve Kenan Evren’in darbesinin yapan “mehmetçiğe bir kere daha selam duruyoruz” diyordu. Hatta faşist askeri darbenin zulmünü artırması için Sızıntı dergisinin Kasım 1980 sayısında “Milletin kader çizgisinde, adalet tevzii vazifesini yüklenenlerin bunlara karşı müteyakkız olmaları gerekmektedir” diyerek “merhamet etme” çağrısında bulunuyordu. Yani Diyarbakır, Mamak, Eskişehir ve daha birçok zindanındaki işkencecileri, idamları savunmuştu.
Şimdi 27 Şubat 1997 askeri darbesi üzerinden Fethullah Gülen tartışılıyor. Fethullah Gülen’in nasıl bir işbirlikçi olduğu çarşaf çarşaf ortaya dökülüyor. Kimsenin birşey demesi gerekmiyor; çünkü o dönemin gazete ve televizyon arşivlerine girilip bakıldığında MGK’yi, MKG’nin aldığı kararları nasıl savunduğu ortaya çıkıyor. Hatta Milli Görüş geleneğine tarihsel kıcıklığını da gösteren demeçlerle REFAH YOL hükümetinin hemen istifa etmesini öneriyor. O dönem Gazeteci Yalçın Doğan’a, Mim Kemal Öke’ye söyledikleri sözler çok çarpıcı. Çünkü açık açık askeri vesayeti ve darbeyi savunuyor. Alın size Fethullah Gülen’in askeri darbeleri savunan düşüncesinin özeti o cümleler: “Türk milleti asker bir millettir. Kim ne derse desin asker millet, askerini sever, bağrına basar ve o asker ocağına peygamber ocağı nazarıyla bakar. Kimsenin hiç endişesi olmasın.”

Ama bu cemaatin siyaset ve medya tayfasında hiç utanma ve sıkılma yok. Çünkü iktidar kimse onların yanındalar. Camia değil bir çıkar grubu gibidirler. Para onlar için çok önemli. Polis olmak, savcı olmak onlar için çok ama çok önemli. Çünkü pis işlerini polis-savcı-politika-medya denklemi ile hallediyorlar. Dolayısıyla Cemaatin bugünlerde siyasetten hizmet’e geçiş yapma taktiği, kendisinin pis işlerinin açığa çıkması ile yorumlanabilir.

 BAKİ GÜL

Kürdistan'ın Bağımsızlığını Tanımaya Karşılık Kürt Petrolüne Ortaklık İddiası

Türkiye’ye iki günlük resmi ziyaret gerçekleştiren Federal Kürdistan Bölge Başkanı Mesud Barzani’ye, Türk devletinin ‘Kürdistan’daki petrole ortak olma karşılığında Kürdistan’ı tanıma’ önerisi sunduğu iddia edildi. Diplomatik kaynaklardan elde edilen bilgiye göre Türkiye, Kürdistan’daki petrol rezervlerinin yüzde 50’sini, 50 yıllığına işletme hakkına karşı Barzani’nin bağımsızlığını ilan edeceği Kürdistan devletini tanıma ve destek verme teklifi yaptı. Barzani’nin ise teklife sıcak bakmadığı belirtiliyor.

Bir süredir Kürdistan'ın bağımsızlığını ilan edebileceğine dair açıklamalarda bulunan Barzani, ABD'de Başkan Barack Obama ile Beyaz Saray'da görüştükten sonra Bağdat'a sert uyarılar yapmıştı. Irak'ın Saddam dönemindeki gibi bir diktatörlüğe evrildiğini ve Kürtlerin böyle bir ülkede ortak olamayacaklarını vurgulayan Barzani, Kerkük ve Musul meselesinde de Irak'ın Kürtleri oyaladığına dikkat çekmişti.

Dün İstanbul’da başlayan görüşme trafiğinde gündemdeki konular; Irak’taki siyasi kriz, Suriye meselesi ve PKK konuları olduğu açıklanırken diplomatik kaynaklardan alınan bilgiye göre Barzani ile görüşmede Türkiye’nin ‘bağımsızlığı tanımaya karşılık petrol’ dosyasını hazırladığı ve Kürt heyetine sunduğu öğrenildi.

Alınan bilgiye göre Türkiye, Kürdistan'ın bağımsızlığını tanımak koşuluyla 50 yıl boyunca Kürt petrollerinin yarısını işletme hakkı istiyor. Mesud Barzani'nin olumlu yaklaşmadığı ama yeni Kürt kabinesinin yeşil ışık yaktığı bu teklif, eğer uygulanırsa, Türkiye'nin Mudanya Mütarekesi ile çoğunluğunu kaybettiği, 5 Haziran 1926 tarihli Türkiye-İngiltere-Irak Antlaşması'yla yüzde 10'una tekrar ortak olduğu, daha sonra da 500.000 Sterlin'e İngiltere'ye peşin para ile sattığı Musul ve Kerkük'teki Kürt petrolleri üzerinde yeni bir denetim şansı elde etmesine sebep olacak.

Kürdistan'ın taraf olabileceği bu stratejik hatayla, bölgede emperyal Osmanlıcılık ideasını yeniden devreye sokmaya çalışan Türkiye'nin, Amerika'nın II. Dünya Savaşı'ndan sonra Almanya ve Japonya gibi ülkeler üzerine kurduğu baskının bir benzerini Kürdistan'da kurmak istediği ve Nabucco Projesi'nden dolayı ihtiyaç duyduğu petrol rezervini bu yönlü bir hamleyle kapatarak hem bölgede siyasi ve ekonomik çıkarlar elde edeceği hem de Kürtlerin siyasetini bu ekonomik perspektif daraltmasıyla kontrol altında tutabileceği öngörülüyor.

Bu yılın başlangıcında Federal Kürdistan ile Bağdat arasında büyük çatlağa sebep olan Exxon ve Total, Bağdat'a rağmen Hewler ile antlaşmalar imzalamıştı. 29 Şubat'ta Kürdistan ile antlaşma yaptığını duyuran Exxon ise petrol araması için 5+2 yıl, petrol üretimi için 20+5 yıllık bir sözleşme ile tercihini Kürdistan'dan yana koymuştu. Bağdat, buna sert tepki vermiş fakat Kürdistan'ın merkezi hükümetten 1.5 milyar dolarlık bir alacağının ödenemiyor olması durumu içinden çıkılmaz bir hale getirmişti. Mart ayı içerisinde Irak'taki doğalgaz ihalesine alınmayan Exxon ise tüm çalışmalarını Kürdistan'a kaydıracağını belirtmiş, siyasi çevreler ise bu gelişmeleri değerlendirirken, Amerika'nın dış politikasını petrol şirketlerinin belirlediği ve finanse ettiği bir dönemde Kürdistan'ın bağımsızlığının önünü açacağı tespitinde bulunmuştu. Nitekim bu gelişmelerden sonra Kürdistan ve Bağdat arasındaki ipler hızlıca gerilmiş ve Tarık Haşimi'nin Kürdistan'a sığınmasından sonra bu çekişme başka bir alana da kaymıştı ki bu sorun da henüz çözülebilmiş değil. Türkiye'li petrol şirketi Genel Energy'nin özellikle Taqtaq ve Duhok petrollerinin işletilmesindeki faaliyetleri de vardı fakat şirketin %50 hissesinin 2011'in sonlarında Rothschild'e satılmasından sonra Türkiye'nin bölgedeki eli zayıflamış oldu. Addax, KEPCO, DNO, Total ve Exxon'un bölgedeki hızlı yükselişi karşısında Türkiye müdahalelerde bulunmak istemiş ancak bunun önüne geçememişti.

SEEVAN SAEED: TÜRKİYE, KÜRT PETROLLERİNDEN ZATEN FAYDALANIYOR.

Kürt Siyaset Analisti Seevan Saeed ise konuyla ilgili ANF'nin elde ettiği bilgiyi doğrularken bu konunun bir süredir PDK'nin polit bürosunu meşgul eden konulardan biri olduğunu ve Kürt iktidarının kesinlikle bu durumu kabullenmeyeceğini belirtti. Türkiye'nin zaten resmi ve gayri-resmi yollarla Kürt petrollerinden fazlasıyla kazanç sağladığını ve Türkiye'ye kaçak petrol soktuğunu belirten Saeed, Türk petrol işletmelerinin Kürdistan'da mafya tipi hareket ettiğini ve Kürdistan'ı bir tür yarı sömürge olarak gördüklerine dikkat çekti. Kürt petrollerinden elde edilen kazançların adil bir şekilde Kürdistan'a harcanmadığını söyleyen Saeed, Kürdistan Parlamentosu'nun bu konuyla ilgili bir soruşturma yapması gerektiğini vurguladı. Yine aynı şekilde bu konuda Kürtler ve Türkiye arasında gizli bir antlaşmanın olup olmadığının da açıklanması gerektiğini belirten Seevan Saeed, Kürtlerin küçük düşünmekten ve bölge ülkelerinin kuklası olmaktan kaçınmaları gerektiğinin altını çizdi.

BARAN: KÜRDİSTAN PETROLLERİ KÜRDİSTANLILARINDIR

Konuyla ilgili görüşlerine başvurduğumuz Bağımsız Araştırmalar ve Politikalar Merkezi başkanı İbrahim Halil Baran da, Türkiye’nin Barzani’ye yaptığı sözkonusu teklifi değişik kaynaklardan kendisinin de duyduğunu hatırlatarak Türkiye'nin, Kürdistan'daki egemenliğini sadece Türkiye ile sınırlamadığını ve mümkün olduğunca Kürtleri kendine muhtaç bir vaziyette bırakmak istediğini söyledi. Kürt petrollerinin Kürdistan için her zaman uluslararası bir açılım sağladığını kaydeden Baran, "Türkiye, bölgede Kürtlerin merkez bir devlet haline gelmesi durumunda çökeceğinin çok iyi farkında. Siyasal ve ideolojik olarak Kürtlerin özgürleşmesini engelleyemeyeceğini bildiği için de Kürdistan'ın kaynaklarına el koymayı, böylece sömürgeleştirmeyi deneyecektir" dedi.

Kürt iktidarının bunu göze alıp alamayacağı ile ilgili sorumuza da "Sanmıyorum, Kürtler 200 yıldan bu yana süren bir işgal sırasında artık kime güvenemeyeceklerini çok iyi öğrenmiş olmalılar" diye cevaplayan Baran, görüşlerini şöyle sürdürdü: "Kürdistan'ın bağımsızlık ilan etmesi kaçınılmaz bir sondur çünkü bu durum engellenemez bir olgunluğa erişti. Sadece Güney Kürdistan'da değil, Suriye, Türkiye ve İran'da da durum bu yönde gelişiyor. Artık komşu ülkeler bu durum üzerinden Kürtleri okuyor ve çıkarları doğrultusunda siyaset üretiyorlar. Örneğin Türkiye'nin Güney'de milyarlarca doları bulan yatırımları ve ticareti var. Kürtlere düşen ise bu çıkarları yine kendi çıkarları doğrultusunda karşılamak ve Kürdistan'da Kürtlerin egemenliklerini hedef alacak tehlikelere karşı stratejiler üretmektir. Türkiye'nin Kürdistan petrollerinde hak iddia etmesi ya da bölgedeki petrol faaliyetlerini kontrol altına almak istemesi ise köylü kurnazlığından başka bir şey değildir. Kürdistan’lılar bunu yutmayacak kadar çok acı çektiler. Şu an güneydeki Kürt topraklarının Kerkük, Musul ve Xaneqîn'i de içine alan %54'lük bölümü Arapların, %46'sı ise Kürtlerin kontrolünde. Ve henüz referandum yapılmamış bu topraklar aynı zamanda petrol rezervleri açısından çok değerli. Kürtler, öncelikle ihtilaflı Kürt bölgeleri ve Güneybatı Kürdistanlıların Suriye sorununu çözmeli. Burada Kürt özgürlük hareketi PKK'ye de müthiş bir rol düşmektedir. Zaten Türkiye'nin planı da bunun önüne geçmektir."

SAĞNIÇ: BU DURUM MÜMKÜN OLAMAZ!

Görüşlerine başvurduğumuz bir diğer Kürt siyaset bilimci Ceng Sağnıç ise "Türkiye'nin böyle bir talepte bulunması olasıdır fakat teknik ve siyasal açıdan gerçekleşmesi mümkün değildir. Teknik olarak mümkün değildir çünkü Türkiye, Kürdistan petrollerinin yani bu büyük rezervin yarısını işletecek şirketlere sahip değildir. Bunu ancak petrol devlerinin desteğini alarak yapacaktır ki zaten petrol devleri çoktan Kürdistan'da yerlerini aldılar. Siyasal olarak da bir krize sebep olacaktır, çünkü zaten dünya petrol piyasasına ve borsasına açılmış Kürt petrollerini işletenler yeni bir oyuncuyu istemeyeceklerdir. Bu pazar zaten içinde İngiltere, Fransa, İspanya, Norveç ve diğer ülkelerin olduğu bir pazar. Türkiye'nin bölgeye müdahalesi kendisi açısından felaket olur. Böyle bir teklif varsa, bu Kürtlere büyüklük gösterisi yapmak isteyen bir siyasetin ürünü olur. Şimdiye dek domino etkisinden korktuğu için Kürdistan'a karşı olan Türkiye, şimdiki siyasetinde Kürdistan'a bağımsızlığa karşı çıkmayacak ama bunun Kuzeydeki Kürtleri etkilemesine engel olmaya çalışacaktır. Kürtçe ile ilgili açılım ve benzeri siyasetler aslında bunun parçasıdırlar" şeklinde konuştu.

ANF NEWS AGENCY

Pensilvanya’da Fetullah Gülen Okullarına Kapatma Kararı

Pensilvanya eyaletinin en büyük kenti Philadelphia Okul Reform Komiyonu(SRC) aralarında Gülen hareketine bağlı Truebright Science Academy’nin de bulunduğu üç okulu kapatma kararı aldı. Komisyonun oy birliğiyle aldığı kararda söz konusu okulların çalışma izinlerinin yenilenmeyeceği bildirildi
ANKA’nın haberine göre ABD’nin Pensilvanya eyaletinin en büyük kenti Philadelphia Okul Reform Komiyonu (SRC) aralarında Gülen hareketine bağlı Truebright Science Academy’nin de bulunduğu üç okulu kapatma kararı aldı. Komisyonun oy birliğiyle aldığı kararda söz konusu okulların çalışma izinlerinin yenilenmeyeceği bildirildi.

Philadelphia İnquirer Gazetesi, komisyonun bu üç okulu kapatma gerekçesinin söz konusu okulların idari ve akademik olarak Pensilvanya eyalet kriterlerini yerine getirememesi gerekçe gösterildi.

Philadelphia Inquirer gazetesi, Gülen hareketine bağlı Truebright Science Academy’de çalışan 9 öğretmenin de, kendilerine oranla daha tecrübesiz olana Türk öğretmenlerden daha az para aldıklarını öne sürerek, ayrımcılık yapıldığı iddiasıyla okuldan şikayetçi olduğunu iddia etti.

Gazete, ABD’de ülke genelinde çeşitli federal kuruluşların, Gülen okullarıyla ilgili çeşitli suçlamaları araştırdığını belirtirken, okulun başkanı Bekir Açıkel ve CEO Bekir Düz'ün Philadelphia Inquirer gazetesinin konuyla ilgili haberlerini doğru olmadığı gerekçesiyle eleştirdiğini, okullarıyla ilgili herhangi bir Federal soruşturma yürütülmediğini, gizli bir şeylerinin olmadığını belirterek yetkililerin okullarında inceleme yapması için kapılarının açık olduğunu söylediklerini yazdı.

Pensilvanya eyaletinde hizmet veren Gülen hareketine bağlı üç charter okuldan biri olan Truebright Science Academy 2007 yılından bu yana faaliyet gösteriyordu. Fen ve Teknoloji ağırlık eğitim veren okulun 307 öğrencisi bulunuyordu.

ANF NEWS AGENCY

28 Şubat’ın Asıl Mağdurları Kürtler Oldu

28 Şubat darbesinin İslami kesimlere dönük olduğu yönündeki algı ve bu sürece dönük yazılar, haberler ve yürütülen tartışmalar o dönemin politik uygulamalarına denk bir biçimde günümüzde de halen sürdürülüyor. Ancak 28 Şubat sürecinin görünmeyen yüzünde Kürtlere, Kürt siyasi yapılarına ve muhalif kesimlere dönük uygulamaları içerdiğine dikkat çeken yasaklı Kürt siyasetçi Nurettin Sönmez, “28 Şubat sürecinde kaç arkadaşımız faili meçhule kurban gitti, kapatılan partilerimiz, tutuklanan ve yasaklanan siyasetçilerimiz. Bunlar araştırılırsa sonuç ortaya çıkacaktır. AKP, 28 Şubat'ın mağduru değil, o dönemin siyasi ürünü olarak bugün ranta bulaşmış bir yapılanmadır” dedi.

Türkiye’de üzerine çokça yazılar yazılıp, haberler yapıldı. Ancak her satırbaşında Islami çevrelere yönelikmiş gibi bir hava yaratıldı. Oysa bu madalyonun görünen yüzü oldu hep. AKP’nin denetiminde sürdürülen 28 Şubat operasyonları, gözaltıları, tutuklamaları yaratılan bu algı üzeriden servis ediliyor. Bunun bir de görünmeyen yüzü vardı ki, o da Kürtler, Kürtlerin siyasi yapıları ve toplumsal muhalif dinamiklerdi. 28 Şubat 1997’de kimilerinin “postmodern darbe” diye tanımladığı, Sincan’da tankların yürütülmesiyle startı verildiği belirtilen darbenin acaba bilerek mi geri planında tutulduğu sorusunu akla getiren Kürtler ve Kürtlerin siyasal örgütlülüğüne dönük uygulamalar ise dikkatlerden kaçacak gibi değil.

MGK'DE ALINAN KARARLAR

HEP, DEP, HADEP döneminde siyasetin içinde olan ve DEHAP’ın Genel Sekreteri olduğu dönemde de 3 Kasım 2002 seçimlerinde milletvekili seçilmesine rağmen yüzde 10 barajı yüzünden parlamento yerine cezaevine gönderilen Kürt siyasetçi Nurettin Sönmez, 28 Şubat’ın asıl mağdurlarının Kürtler ve Kürtlerin siyasi yapıları olduğunun bilinmesi gerektiğinin altını çiziyor. AKP’nin 28 Şubat sürecini kendi açısından ele aldığını, asıl mağdurları es geçtiğini belirten Sönmez, “Aslında 28 Şubat başta Kürtler ve Kürtlerin legal yapılanmaları olmak üzere demokrasi güçlerine, örgütlü güçlere, muhalif siyasi yapılara yöneliktir. Ki ondan sonra bizim partilerimiz kapatıldı. Yöneticilerimiz tutuklandı. MGK’de bizim durumlarımız tartışıldı. Orada alınan kararlar doğrultusunda HADEP ve DEHAP’a yönelik özel uygulamalar, kapatma davaları açıldı” diye konuştu.

TEHDIT TELEFONLARI VE MEKTUPLAR

28 Şubat darbesi döneminde telefonlarının dinlendiğini ve takip edildiklerini kaydeden Sönmez, kendilerinin ve ailelerinin tehdit edildiğini söyledi. “Telefondan ben tehdit edildim” diyen Sönmez, “Kimliği belirsiz kişiler bizi arayıp ‘Siz eğer bu mücadeleden vazgeçmezseniz başınıza gelecekler bellidir.’ diyerek tehdit ettiler. Evlerimize mektuplar yolladılar. 1998’de başlayan bu tip yönelimler, 2002’ye kadar devam etti” ifadelerinde bulundu.

HADEP hakkında 1997 yılında açılmış bir kapatma davası olduğunu bu nedenle DEHAP’ı kurduklarını belirten Sönmez, şunları dile getirdi: “DEHAP’ın kurucu Genel Başkanı Veysi Aydın, kendisi Vedat Aydın’ın kardeşidir. Eski Genel Sekreter Ayhan Demir, sonrada Genel Başkan olan Mehmet Abbasoğlu ve ben ‘evrakta sahtecilik’ iddiasıyla 2 yıl hapis cezasına çarptırıldık. Hakkımızda 2002’de açılan bu dava 2003’te mahkumiyetle sonuçlandı. 3 Kasım 2002’de Batman’dan milletvekili adayı oldum ve kazandım. Ancak barajı aşamadığımız için parlamentoya gidemedik. Tabi davayı Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılı Sabih Kanadoğlu açmıştı. Bu dava MGK kararıyla açıldı. Bizler de mahkum edildik. Ekim 2003’te cezaevine girdik ve Ağustos 2004’te tahliye olduk. 2003’ten bu yana da ayrıca siyasi yasaklıyım. Yine 3 arkadaşımızda halen siyasi yasaklıdır.”

Uğradıkları karşısında 2004 yılında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde (AIHM) Türkiye aleyhine dava açtıklarını dile getiren Sönmez, “Haksız yere itham edildik, önyargılı şekilde hukuki değil siyasi olarak mahkum edildiğimizi söyledik. Siyasi Partiler Kanunu’na göre bizi mahkum edemezlerdi. Çünkü yasada diyor ki; herhangi bir genel merkez yöneticisi, Yargıtay’a il ve ilçe atamalarını gönderir, bu il ve ilçe yöneticileri de 10-15 gün içinde kendi yönetimini hazırlayıp mahalli idarecilere verir. Biz bu işlemleri yaptık. Birkaç il ve ilçe yöneticilerimiz bunu ihmal ettiler. Yasada bunun karşılığı bu il ve ilçe yöneticilerinin bu prosedürleri yerine getirmemeleri halinde savcılığın belirleyeceği para cezasına çarptırılır. Mahkumiyet veremez. Birkaç il ve ilçe para cezası ödedi. Ama bizim hakkımızda bundan dolayı dava açıldı. Daha sonra yasaya uymadığı için nitelik değiştirdiler. Siyasi Partiler Kanunu’na göre değil de kendilerine ‘yanlış bilgi verip, enforme etmişiz’ diye dava açtılar. Bizi bundan mahkum ettiler. Dosyamız ise halen AIHM’de bulunuyor” diye kaydetti.

CEZALANDIRILDILAR, TUTUKLANDILAR, IŞLERINDEN OLDULAR

28 Şubat’ın topyekün bir şekilde Kürtlere ve muhaliflere dönük bir süreç olduğunu vurgulayan Sönmez, aslında Refahyol hükümeti hedef alınmış gibi görünse de asıl hedefin farklı olduğunu ifade etti. Sönmez, Necmettin Erbakan’ın bir gün bile ceza almadığını belirterek, “Onların yöneticileri de ceza almadı. Ama bizim başkanlarımız ve MYK üyelerimiz tutuklandı. Ceza aldı. Yine farklı alanlarda mağdur edildiler. Kürt müteahhitler andıçlandı ve iş yapamadılar” dedi.

KÜRTLERE YÖNELIK GÖRMEZDEN GELMELER

28 Şubat darbesinin Islami kesime dönük yapıldığı şeklinde konuyu medyanın ele alışını ve Kürtlere dönük duyarsızlığına dikkat çeken Sönmez, “Kürtlere yönelik öteden beri, cumhuriyet kurulduğundan beri baskılar, işkenceler, asimilasyon, göç ettirmeler görmezden geliniyor. 28 Şubat sürecinde medyanın tavrı Kürtlerin sorununa kapalı olmasından kaynaklanıyor. Refahyol iktidardı. Kendini öne çıkardı. Basın alanında, iş alanında, siyaset alanında örgütlülüğü güçlüydü. Refah Partisi kapatılmasına rağmen parlamentoda Fazilet ve Saadet Partisi isimleriyle devam etti. AKP de bu şekilde iktidar” diye konuştu.

'AKP MAĞDUR DEĞIL RANTÇI'

AKP’nin 28 Şubat’ın ürünü olduğunu ifade eden Sönme, şu hususları dile getirdi: “O dönem Islami kesimden yasaklananlar da oldu. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, kendi de mağdur olduğunu söylüyor. Bu biraz onun reklamına dönüştü. O dönem Erbakan’ın genel başkanlığından memnun olmayan, uluslararası ilişkileri farklı boyutta yürütmek isteyen, kendilerine hem liberal hem Müslüman diyenler farklı bir siyasi yapıya gittiler. Uluslararası ilişkilere de böyle gittiler. Ekonomik ve siyasi gücü, medyadaki gücü, uluslararası güçlerin de desteğiyle iktidara geldi AKP. Mağdur değil en kârlı çıkan parti oldu. AKP, mağdur olmadı, Islam’la da ilgisi yok. Ben hem ekonomist hem de ilahiyatçıyım. Mevcut hükümet Islamcı değil tam aksine kapitalizmi en iyi uygulayan ve ranta en çok bulaşan hükümettir. Islam ile rant elde etmeye çalışıyorlar” diye belirtti.

'ASIL MAĞDURLAR BELLI'

Araştırılması halinde 28 Şubat’ın asıl mağdurlarının Kürtler ve siyasi yapıları olduğunun ortaya çıkacağını söyleyen Sönmez, “28 Şubat sürecinde kaç arkadaşımız faili meçhule kurban gitti, kapatılan partilerimiz, tutuklanan ve yasaklanan siyasetçilerimiz. Sadece biz değiliz. Birçok arkadaşımız var. Murat Bozlak bile yasaklıydı uzun süre. Hamit Geylani milletvekili seçildiğinde yasaklıydı. Şu anda Ahmet Türk de siyasi yasaklıdır” dedi.

ANF NEWS AGENCY

Redhack Naim Şahin'i Hackledi



Kızıl Hackerlar grubu RedHack, İçişleri Bakanlığı'nın sitesini hackledi. İçişleri Bakanlığı veri tabanındaki dosyaları yedeklediğini duyurdu.

Sitenin dosyalar kısmına, İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin'in resmini koyan RedHack, İdris Naim Şahin'in Erzurum'da kendisini karşılamaya gelen bir kişiye yönelik, "Beni gördüğüne sevindiğin ne belli, bir oyna, takla at da görelim" şeklindeki sözlerine tepki gösterdi.

İdris Naim Şahin'e "Bizi seviyor musun?" diye soran RedHack, siteye şunları yazdı: "Oynama sırası sende İdris! Eğer yatlara, katlara bizim ödediğimiz vergilerle biniyorsan, bizi sevdiğini ispatlamalısın... Hadi oyna, iki takla at inanalım :] Böylesi güzel bir Cuma gününde bizi kırmazsın umarız? İçişleri Bakanlığı "dosya sistemi"ndeki tüm belge ve dosyaları yedekledik Sen suçsuz insanları RedHack diye almaya devam edersen yayınlarız! Bakalım sen mi oynayacaksın halk mı? Göreceğiz ;)"

ANF NEWS AGENCY

AKP Hitler’li Reklama Sahip Çıktı

Avrupa Birliği başta olmak üzere insan hakları örgütlerinin sert eleştirdiği Hitler’in kullanıldığı şampuan reklamına karşı yaptırım uygulanmasına karşı çıktı. AKP’li üyeler Hitler’li reklamı yayımlayan kanallara yaptırım uygulanmasına karşı çıkınca RTÜK’te sert tartışmalar yaşandı.

Cumhuriyet Gazetesinin haberine göre Üst kurulun önceki günkü toplantısında AKP kontenjanından seçilen dört üye reklamı yayımlayan 15 kanala yaptırım uygulanmasına karşı çıktı. CHP, MHP ve BDP’li üyelerin oyları ceza için yeterli olmadı. Üyelerin birbirlerini sert sözlerle eleştirdikleri toplantıda karar çıkmayınca, Reklam Kurulu’nun söz konusu reklamla ilgili kararının beklenmesine karar verildi.

Muhalefet temsilcileri 20. yüzyılı kana bulayan faşist diktatör Hitler’in görüntüsünün kullanıldığı ve “Erkeksen ... kullanırsın” sloganıyla kadın-erkek ayrımcılığı yapan reklamı yayınlayan 15 kuruluşa ceza verilmesini istedi. Ancak iktidar temsilcileri '' mevzuatta bu tür reklamlara uygulanacak yaptırımla ilgili bir düzenleme olmadığını'' belirterek isteme karşı çıktı. AKP’li üyeler ayrıca Reklam Kurulu’nun söz konusu reklama ilişkin bir yaptırım kararı aldığını, bu kararın istenmesini savundular.

Ancak üst kurulda yaşanan tartışmalar daha sonra gerilime dönüştü. Edinilen bilgilere göre üyeler birbirlerini sert ifadelerle eleştirdi. Daha sonra yapılan oylamada ceza isteyen üyelerle istemeyen üyelerin sayısı eşit çıktı. Önceki toplantıda ceza verilmesi yönünde oy kullanan AKP’li üye Hasan Tahsin Fendoğlu da kararını değiştirince üst kurul, Reklam Kurulu’nun kararını beklemeye karar verdi.
ANF NEWS AGENCY

Ne Atarsan At, Takla Atma!

Veysi Sarısözen
Siz meğer neymişsiniz de biz bilmezmişiz... Sizden kastım, siz yani Türk medyasının AKP yanlısı yazarları, “ankormanları”, ünlü “darbukatör” tiplemesine benzeyen “medyatörleri”...

Bakınız, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en büyük polis operasyonları yapılıyor. Yıllardan beri.

Haklıyı haksızı bir yana koyalım. Şu 'KCK' tutuklamalarına bir bakın. Haydi Kürdün “evi” neyse ne de, şu kapıları bir tekmede açılan “garnizonlara”, “dokunulmaz paşa lojmanlarına” bir bakın. Haydi onu da geçelim. “Fenerbah’che’ Cumhuriyeti”ne karşı açılan seferleri hesaplayın. Ya Belediyeler? Tamam, elbette “Kürdün Belediyesi”ne taarruz normal. Anladık. Ya İzmir’de CHP’li Belediye... Diyelim ki, bütün bunlar böyle de, ya şu MİT Müsteşarını derdest etmeye kalkışan polis şeflerine ne diyeceksiniz? İnsaf ile söyleyiniz. Siz tarihte böylesine “uzun” ve böylesine “yoğun”, böylesine “yaygın”, böylesine “derin” polis operasyonlarının yapıldığına tanık oldunuz mu?

Böylesi ancak “kanlı ihtilaller” sonrasında görülebilecek polis operasyonlarıdır.

İşte ancak “kanlı ihtilaller” sonrasında görülebilecek çaptaki bu polis operasyonlarının başında İdris Naim Şahin var.

“Haydi bir takla at, oyna” diyen İdris Naim Şahin...

Ve siz “darbukatör” tiplemesinin ikiz kardeşleri “medyatörler”... İdris Naim Şahin vatandaşa “takla at, oyna” diyor ve siz o anda birer “darbukatör” kesiliyorsunuz. Vatandaşın hazin “taklalarına, gerdan bükmelerine, bel kıvırmalarına” tempo tutuyorsunuz.

Ve muazzam bir polis ordusunun başında, tarihte görmediğimiz, işitmediğimiz, şahit olmadığımız en “uzun”, en “yoğun”, en “yaygın”, en “derin” polis operasyonlarını yöneten İdris Naim Şahin’in “takla at, oyna” laflarına gülüp geçiyorsunuz.

Ordunun paşaları sivil Başbakanlara, Hükümet erbabına “takla” attırıyordu. “Oynatıyordu.”

Polisin başı daha müthiş; o vatandaşa “takla” attırıyor. “Oynatıyor.” Ve siz Hükümetin “güvenliğimizi” eline verdiği bu zatın laflarına “şaka” diyorsunuz.

Yedi bin Kürt siyasetçisini, gazetecisini, akademisyenini tutuklatan, bu yetmemiş, örgütlü “özel” paralı polis birlikleriyle dağlarda kanlı operasyonları yöneten, paşaları, kurmayları, Kulüp Başkanlarını kulağından tuttuğu gibi içeriye atan, önüne çıkan herkesi gaz bombalarıyla çocuk, yaşlı, engelli demeden “ezip geçen” bir İçişleri Bakanından söz ediyoruz.

Bu kişi Kürd’e yapacağını yapmış, kıracağını kırmış, bütün bunlar yetmemiş, şimdi de Türk’e “takla at, oyna” demeye başlamış.

Bunda bir garabet yok mu? Bu garabet karşısında sizlerin susmasında büyük bir ahlaksızlık, korkaklık, dalkavukluk, rezillik, utanmazlık yok mu?


Biz size Kürtleri “tutuklamayın” demiyoruz. Siz bu “tutuklamaları” savunuyorsunuz. Savunmaya devam edin. Biz size “paşalara dokunmayın” da demiyoruz. Niye diyelim ki, onlara sizden önce Kürt halkı, dokunmak şöyle dursun, çok fena vurdu. Yapın yapacağınızı. Kanlı ihtilallerden sonra görülen bu polis operasyonlarını desteklemeye de devam edin. Sizin işiniz bu. Adınız “medyatör”.

Size söylenen şu; polisin “medyatörleri” olmanıza itirazımız yok, ama vatandaşa “takla attıran, oynatan” bir polis şefinin “darbukatörü” olmayınız! Haysiyesetsizliğin de bir sınırı olmalı...

Aranızdan bir tek kişi çıkıp da, “bu kadarı olmaz, kahraman polisimiz bu kişiye emanet edilemez” diyemedi.
Selahattin Demirtaş’ın ifadesiyle “Çevik Bir, Erdoğan İki...” Birinci 28 Şubatın “medyatörleri” askerin önünde “takla” atıyorlardı. İkinci 28 Şubatın medyatörlerinin bir kısmı polisin önünde “takla atıp oynuyor”, bir kısmı da onların oyununa İdris Naim Şahin’in “darbukatör”leri olarak tempo tutuyor.

Bir an düşünün. Şimdiki Genelkurmay Başkanı değil de, diyelim ki emekli bir Genelkurmay Başkanı kendisine sarılıp öpen ve “buraya gelmene sevindim” diyen ihtiyara, “yok ya, nerden bileyim sevindiğini, bir takla at, oyna” deseydi... Ne olurdu?

Başta Zaman gazetesinin yazarları ve onlara bağla TV’lerin programcıları, Star’dakiler, Yeni Şafak’takiler, Bugün’dekiler, Samanyoluydu, ötekilerdi filan... Bütün bu tayfa ne yapardı?

O “paşa emeklisini” ayaklarının altında paspas yaparlardı. Bununla da kalmazlardı, bu paşanın vatandaşa “takla at” demesine yol açan karakter bozukluğu, ideolojik dejenerasyon, halk düşmanı kibir hakkında “oturaklı” laflar ederlerdi. Bu “takla at” sözlerinde, “askeri vesayetin” derin köklerini ortaya koyar ve “Kemalist halka yabancılaşma” üzerine nice müthiş teoriler paralarlardı.

Şimdi susuyorlar.

Tıpkı CHP, paşalar siyasilere “takla attırdığı” zaman nasıl sustuysa, tıpkı onun gibi, polis “paşası” vatandaşa “takla attırırken” susuyorlar.

Siyasetin üzerinde “askerin” vesayeti ile, toplumun üzerinde “cemaatçi vesayet” arasındaki fark işte böyle...

“Çevik Bir” siyasiye, “Erdoğan İki” vatandaşa “takla” attırıyor...
Ve Meclis “takla attıran” Bakan hakkında BDP’nin verdiği gensoruyu reddediyor. Yani; Meclis çoğunluğu vatandaşa “takla attırma” siyasetini benimsiyor.

Ey vatandaş “titre ve kendine gel, yumurta mı atarsın, taş mı atarsın, sandığa oy mu atarsın, başka bir şey mi atarsın, ne atarsan at, ama takla atma!”

Kaynak: Özgür Gündem

Erdoğan, Ağar Üzerinden Derin Devletle Anlaştı

Ağar'a göstermelik bir 'ceza' verilerek Kürdistan ve Türkiye'de yıllardır işlediği binlerce cinayetten yargılanmasının da önü alınmış oldu. Böylece önündeki muhalifleri temizlemek için yargıyı istediği gibi kullanan AKP-Fetullah Faşizmi bu kez Ağar'ı kurtarmak için devreye girdi. Ağar'a şimdi rahat edeceği bir cezaevi hazırlanıyor, favori ise Bodrum...
Kürdistan'da yürütülen kirli savaşın ve Batı'daki yansıması yargısız infazların birinci derece aktörlerinden Mehmet Ağar'a verilen ödül kıvamındaki, ”ceza” Türk Başbakan Tayyip Erdoğan ve AKP iktidarının derin devletle uzlaşmaya vardığını gösteriyor. İşlediği suçlar ve baş aktörlerinden olduğu karanlık süreç göz önüne alındığında Ağar'a verilen, ”cezanın” alenen bir af olduğunu söylemek yersiz olmaz.

Yaşar Büyükanıt ile gerçekleştirdiği Dolmabahçe buluşması sonrası TSK'nın bir kanadı ile uzlaşmaya varan Erdoğan, Mehmet Ağar'a yönelik devreye soktuğu af ile devletin geleneksel derin kanadı ile de bir uzlaşmaya varmış görünüyor.

Her şeyden önce Ağar, kendi deyimiyle de her hangi bir ”suçlama” ile karşılaşmadı. ”Cürüm işlemek için silahlı teşekkül oluşturduğu” iddiası ile yargılanan Ağar, bu teşekkülün işlediği hiç bir cinayetten, işkencelerden dolayı yargılanmadı. Oysa kendisinden emir aldığını itiraf eden, devletin tetikçi kadroları halen cezaevinde tutuluyor.

Ağar'ın, Yargıtay'ın kendisi hakkındaki kararı onaylamasının ardından sarf ettiği, ”Söyleyeceğim şudur; sevenlerimizi mahcup edecek hiçbir davranışın içinde hiçbir zaman olmadık. Başta da söylediğim gibi hizmet kusuru addedilebilir. Fakat suç addedilemez. Bütün bunlara rağmen, devletten gelmişiz. Her türlü karara karşı her vatandaşın ne yapması icap ediyorsa biz de onu yapacağız. Bu kadar basit.” sözleri, iktidarla yaptığı pazarlığın içeriğini ortaya koyuyor.

Ağar, bugün ortaya çıkan kararın kendisinin tarif ettiği biçimde olduğunu açıkça ifade ediyor. Kendisinin suçlanamayacağından, suçlanmadığından son derece de emin. Ağar, yaptığı hizmetin ”kusur” sayılmasından da alınmamaş. Son derece ”olgun” hiç öfkeli değil. Aksine son derece sakin, hiç de şaşırmamış, bildiği, beklediği sonucu duymuş olmanın rahatlığı içinde.

Bu kararla Ağar, ardında onayı, talimatı bulunan binlerce faili meçhul ve yargısız infazdan muaf tutuldu. Bu kararla AKP, dolayısıyla Erdoğan iktidara geldiği günden bu yana, ”hesaplaşma içinde olduğunu” iddia ettiği derin devletin bir kanadı ile anlaştı.

Anlaşma çok açık; kamuoyunca faili meçhul olarak bilinen, resmi cinayet şebekelerinin işlediği suçlar, ”hizmet kusuru” kapsamına alınarak af edilmiştir. Zira Ağar, ”cürüm işlemek için silahlı teşekkül oluşturmaktan” suçlu bulunmuş ancak bu oluşumun işlediği tüm suçlardan affa uğramıştır.
AKP iktidarı, Ağar'ın şahsında özellikle doksanlarda devlet eli ile işlenen tüm cinayetleri, işkenceleri ve hak ihlallerini usta işi bir ”yargı” kararı ile halının altına süpürdü. Susurluk çetesi olarak bilinen derin devlet yapılanması AKP eli ile aklandı.

”Tam bağımsız Türk yargısı”, artık gündelik kahve sohbetlerinde dahi, devletin işlediği suçlar arasında konuşulan Ağar dönemini temize çekti. AKP, devletin karanlık geçmişini sahiplendi, onunla uzlaştı. Erdoğan, o derin devletin devamı olduğunu ilan etti.

Döneminde kendi kontrolündeki silahlı güçlerin de itirafları ile sabit olan cinayetlerden dolayı, ömür boyu hapisle yargılanması beklenirken bu suçlamaların hiç birine muhatap olmadan iki yıl gibi af niteliğindeki bir hapis yatması beklenen Ağar için özel bir hapishane aranıyor olması da varılan anlaşmanın detaylarını ele veriyor.

2014 öncesi geçmişe dönük olarak tüm derin odaklarla uzlaşma kararlılığında olan Erdoğan kısa süre önce de Sivas katliamı davasında yaşanan zaman aşımı kararının ne denli ”hayırlı” olduğunu söyleyerek bir anlamda devlet adına bu davada yargılananların da gönüllerini almayı ihmal etmemişti.

Sivas davasında işletilen zaman aşımına, insanlığa karşı suçlarda zaman aşımı olmaz eleştirisi yapanlara saldıran Erdoğan, ”Dev-sol ve TİKKO davalarında yaşanan zaman aşımından” bahsediyordu. Oysa ya başbakan kurmayları tarafından kandırılıyor ya da kendisi halkı kandırıyordu. Çünkü ne Dev-Sol ne de TİKKO davalarında böyle bir zaman aşımı söz konusu olmamıştı. Ancak, Erdoğan'ın bu yaklaşımı kendisinin meselelere hukuk perspektifinden çok 12 Eylülcüler'in ”bir sağdan bir soldan astık eşitlikçiliğinde” olduğunu gösteriyor.


 Mehdi Atay

ANF NEWS AGENCY

Siz hiç 1200 Saat Aç Kaldınız mı?

Evet kim demiş Kahramanlık Çağı bitti diye...Kürt Halkının evlatları bu çağa hem adını hem de rengini veriyor: KÜRDİSTAN-SARI KIRMIZI YEŞİL
“Batman’ın ışıklarını özledim…” diyor Harun Yılmaz, açlık grevinin 50. gününde. Doğduğu topraklardan 6 yaşındayken ayrılmış. Bir daha göremediği kentin ışıklarını dağlardan seyrettiğini anlatıyor…

Gevin yapıldığı kilise lokalinin bodrum katına girerken bahçe kapısında Öcalan’a tam izolasyonun kaçıncı gününde olduğunun belirtildiği bir pankart asılı duruyor. Rakam her gün yükseliyor. Grev başladığında Öcalan’a tecrit 256.günündeydi, buna 50 gün eklendi. Sağ tarafta bahçe çitinin üzerinde ağaçlara asılı “Öcalan’a özgürlük, Kürtlere demokratik özerklik” pankartı dikkat çekiyor. Bunlar aynı zamanda grevin amaçlarını ifade ediyor.

1200 SAAT GEÇTİ

Lokalin yanı başındaki St. Maurice Kilisesi önünde de bir çadır kurulmuş. Bir yanında “Edi Bes e! An azadi an azadi” yazılı pankart asılı, üzerinde KCK bayrağı ve Öcalan resimli flama dalgalanıyor. Çadırın ön tarafında tam boy, 15 grevcinin posteri dikkat çekerken üzerinde “Ölüme kadar açlık grevini durdurmak için, bizi dinleyiniz!” yazısı ile Avrupa Kurumlarına çağrı yapılıyor. Süresiz-dönüşümsüz açlık grevine paralel olarak, 50 günde en az 310 kişi de dayanışma amacıyla beşer günlük dönüşümlü grevlere katıldı.

Süresiz-dönüşümsüz açlık grevcilerinin bazıları 20’den fazla kilo kaybetmiş. Yüzler solgun, elmacık kemikleri belirginleşmiş. Ancak herkese gülümsüyor ve morallerinin yüksek olduğunu söylüyorlar. Önce günler geçti, günler haftalara dönüştü. Şimdi ise geçen her saat, grevcilerin sağlığı konusunda tehlikeler barındırıyor.

Tam 1200 saat geçti. 15 Kürt, Strasbourg’daki St. Maurice Kilisesi’ne girerek açlık grevi başlattıklarını duyurduklarında tarih 1 Mart’tı. Sonra, açlık grevi kiliseden taşarak, Avrupa geneline yayıldı. 150 dernekte dönüşümlü grevler yaşandı, dayanışma eylemleri boyutlandı. İşgaller, ziyaretler, imza kampanyaları, yürüyüşler ve mitingler yapıldı. Bu eylemlerin sonucu olarak grevin 44. gününde Avrupa Konseyi açıklama yaprak açlık grevine son vermeye çağırırken, 49. gününde de Avrupa Parlamentosu ve siyasi grupları da aynı çağrıda bulundu.

Süresiz dönüşümsüz grevcilerin kaldığı kilise lokalinde ziyaretler eksik olmuyor. Yorucu olsa da, hepsi grevciler tarafından karşılanıyor ve sonra da uğurlanıyor. İçerde, Diyarbakır zindan direnişçileri ile PKK öncü kadrolarının resimleri yan yana duruyor: Haki Karer, Mehmet Karasungur, Mehmet Hayri Durmuş, Mazlum Doğan, Kemal Pir, Ali Çiçek ve tam ortalarında da PKK lideri Abdullah Öcalan.

KAV: BUGÜN ŞİKAYETİM YOK

Diyarbakır Zindan’ında 64 günlük ölüm orucundan sağ çıkan Fuat Kav, cezaevi dönemleri hatırlatıldığında “bugün şikayetim yok” diyerek gülümsüyor. Saçları kırlaşmış, sakalları uzamış. Boynunda sarı-kırmızı-yeşil bir kefiye var. İnsanlık dışı koşullarda yürütülen cezaevi direnişi sırasında açlık grevinin 30. gününden sonra hep revir ve hastanelerde günlerinin geçtiğini söyleyen Kav, bu kez 50 gün geçmesine rağmen halen moralinin yüksek olduğunu söylüyor. Bunu da gösterilen yoğun ilgi ve Kürt özgürlük mücadelesinin geldiği düzeye bağlıyor.

BENİM MESKENİM DAĞLARDIR DAĞLAR…

Bu sırada MMC kanalından Delila’nın “Benim meskenim dağlardır dağlar…” şarkısı çalınıyor. Açlık grevcisi Mecbure Öner, Delila ile birlikte şarkıyı mırıldanıyor.

Greve katıldığı günden bu yana 20 kilo kaybeden Öner Uludağ, salona girdiğinde eline “sarı-kırmızı-yeşil” renkli bir şemsiyeyi göstererek “bu kimin” diye soruyor. Şemsiyeyi açıp altında duruyor, sonra gelip oturduğunda, kendi isminin nereden geldiğini anlatıyor. Babası ona “Necmi Öner”in ismini vermiş. Diyarbakır zindanında kendisini yakan dörtler arasında yer alıyordu Necmi Öner.

Açlık grevinde saatler ilerledikçe, grevcilerin kendi aralarında planladıkları istirahat saatlerinde kentteki yurtseverlerin “ilgisi” kimi zaman yakınma konusu da oluyor. Fuat Kav, gülerek bu ifadeleri kullanırken, saatler açlık grevinin 49. gününde 20.00’yi gösteriyordu. Tam da bu sırada, Kav yerinde kalkarak gitmekten olan misafirleri uğurladı.

BATMAN’IN IŞIKLARINI ÖZLEDİM

Kemal Pir’in resminin altında oturan Harun Yılmaz, “Biliyor musun neyi özlüyorum” diyerek araya giriyor. “Eski anılarım canlanıyor… yoldaşlarım… Kürdistan’ı özlüyorum, Batmanı…”

Yılmaz, 6 yaşındayken Batman’dan ayrılarak bir Batı metropolünde yaşamaya başlamış. Bir daha da doğduğu kenti görememiş. Ancak ışıklarını hatırlıyor. “Uzaktan ışıklarını gördüm” diyor Yılmaz. Dağlardan Amed’in ışıklarını da gördüğünü söylüyor ve ekliyor: “Batman’ın ışıklarını özledim…”

10 BİNE YAKIN KİŞİ GREVCİLERİ ZİYARET ETTİ

Grevcileri ziyarete gelenler ise bir yandan yoğun bir duygusal atmosfer oluştururken, diğer yandan eylemcilere büyük bir saygı duyuyorlar. Dayanışma Komitesi’nden Xebat Fırat, 10 bine yakın kişinin grevcileri ziyaret ettiğini söylüyor. “Bazı hafta sonları bu sayı 500’e kadar çıkıyor” diyen Fırat, “Başlangıçta ağırlıklı olarak duygusal bir yaklaşım vardı, ancak eylemcilerle temas kurduklarında anlamaya çalıştılar” diye belirtiyor.

Fırat, ağlayan çok sayıda ziyaretçiye tanık olduğunu ifade ederken, “özellikle geri döndüklerinde duygusal bir atmosfer yaşanıyor” diyor. Fırat, ancak açlık ve yorgunluğun çok az dile getirildiğini, buna karşın amaca bağlılık ve direnişin gücünün ön planda olduğuna işaret ediyor.

ANF NEWS AGENCY