10 Nisan 2012 Salı

Özel Savaş Stratejileri-3

Psikolojik Savaş: 

Özel savaşın, üçüncü saç ayağı da ‘Psikolojik Savaş’tır. Birçok arkadaş özel savaşı, psikolojik savaş diye adlandırıyor. Ama öyle değildir. Eğer özel savaşı psikolojik savaş diye algılarsak anlattığımız kontrgerilla ve darbeler boşa ele alınmış olur. Oysa onlar, özel savaşın olmazsa olmaz anlamında öneme sahip olan iki temel ayağını oluşturur. Bunların hepsi birlikte yürür. Bir yerde birisi öne çıkar, ama her zaman birbirlerinin hazırlayıcısı ve tamamlayıcısı olarak rollerini oynarlar. Özellikle psikolojik savaş dediğimiz olgu, hem darbelerin hem de özel harekâtların hazırlayıcı ve tamamlayıcısıdır. Diğerleri için de bu geçerlidir. Özel harekât geliştirildiğinde psikolojik savaş da geliştirilir. Darbeler gerçekleştirildiğinde psikolojik savaş da yürütülür. Yani özel savaşın bu üç saç ayağı hem birbirinin hazırlayıcısı hem de birbirinin tamamlayıcısı olarak rollerini oynar. Birbirlerine karşı ya da biri diğerinin yerine geçen veya biri diğerinin alternatifi değildir. Hem hazırlayıcıları hem de tamamlayıcılarıdır. Psikolojik savaş için bu çok daha fazla geçerlidir.

Dünya üzerindeki çıkar çatışmalarının tarihi çok eskilere kadar gider. Başlangıçta kabile savaşları, sonra bölgesel savaşlara dönüşen mücadeleler, 1900’lü yıllardan sonra bir “dünya savaşı” haline dönüşmüştür. Rekabet ve çıkar çatışmalarının sebep olduğu bu savaşlar, büyük maddi ve manevi kayıplara neden olarak, ülke ekonomilerine büyük zararlar vermiştir. Kayıplar göz önüne alındığında galip ve mağlup diye bir değerlendirme yapmak objektif ölçüler içerisinde mümkün görünmemektedir.

1950’li yıllardan sonra büyük çaplı sıcak savaşlara rastlanılmakla birlikte ideolojiler arası savaş çağı olarak tarihe geçen 20. yüzyılda, sıcak savaşların olumsuz sonuçları devletleri barış içinde savaş denilebilecek bir mücadele tarzı olan psikolojik harekât faaliyetlerine yöneltmiştir.

Kitle iletişim teknolojilerinin baş döndürücü bir hızla geliştiği dünyamızda, psikolojik harekât faaliyetleri profesyonel uzmanlar vasıtasıyla geliştirilerek etkili ve yaygın bir silah olarak kullanılmaktadır. Psikolojik savaş için yapılan bir tanım vardır. Toplumun, hedef kitlenin ya da hasımın bilincine akarak onun duygusuna, düşüncesine, eylemine yön verebilme mücadelesidir. Eğer onun duygusuna, düşüncesine akabiliyorsa, kimi hasım ve hedef olarak belirliyor ve onun eylemini yönlendirebiliyorsa orada psikolojik savaş da amacına ulaşmış demektir.

Bu konuda psikolojik savaşı en kapsamlı yürüten ve en tecrübeli olan Amerikan Savunma Bakanlığı tarafından yapılan bir tanım bulunmaktadır. Orada yapılan tanımda psikolojik savaş için; “Planlanmış psikolojik operasyon; yabancı hükümetlere, organizasyonlara, gruplara ve kişilere yönelik olarak yapılan ve onların hislerini, güdülerini, objektif muhakeme yeteneklerini, davranışlarını etkilemek için seçilmiş bilgi ve delillerin söz konusu objelere taşınması (verilmesi, sindirilmesi, kabul ettirilmesi) için düzenlenmiş operasyonlardır.” denilmektedir.

Bu tarifte esas olarak beyinlere yönelik olarak yapılan bir operasyon söz konusudur. Buna “beyinleri teslim alma sanatı” denilir. Politik açıdan beyinler teslim alındı mı, toplumsal ruh teslim alınmış demektir. Bir toplumun fertleri toplumsal ruhlarını kaybettiler mi iş bitmiş demektir. İşte, tarih içinde birçok nedenden dolayı her şeylerini kaybetmiş olan Kürt halkının unutmaması ve iyice anlaması gereken noktalardan biri budur. Bu ulusal demokratik ruhun muhafazası, demokratik ulus ve özgürlük için mücadele veren Kürt toplumu için hayati önemdedir. Türk Devleti bunu bildiğinden dolayı, tarih boyunca tüm yönleriyle bu zayıf noktaya, direnişin kaynağına yükleniyor. 

Türk Devleti, bütün ideolojik aygıtlarını da kullanarak harekete geçmiş ve Kürt halkına karşı, stratejik psikolojik savaş yürütmektedir. Stratejik psikolojik savaşın diğer iki (taktik ve güçlendirici) psikolojik savaş türünden farkı, hedef kitlenin dolaysız olarak tümden düşman görülmesidir. Taktik psikolojik savaşta doğrudan doğruya düşman ilan edilen örgütlü güçler ve onun askeri birlikleri, yani gerilla hedeftedir. Bunların ruhları çökertilmeye çalışılır. Güçlendirici psikolojik savaşta ise Türk Devleti kendi öz kitlesinin moralini yükseltmenin yollarını arar. Mesela, herhangi bir spor takımının ya da sporcunun başarısı, uluslararası alanda sanat etkinliklerinde biraz başarı, enflasyonun düşme eğilimi, Ankara’ya ya da birçok ülkeye yapılan önemli iç-dış ziyaretler ve yapılan antlaşmalar, Türkiye’yi övücü beyanatlar, eğitim-sağlık ve ekonomik açıdan ortaya çıkan gelişme vb bunların tümü psikolojik savaş malzemesidir ve Türk kitlesinin moralini yükseltmek için kullanılır.

Psikolojik savaşta hedefler çok geniştir. Sadece bir hedefe yönelik değildir. Psikolojik savaşla belirlenen hedefler bir yandan hasım ilan edilen güçler olurken, diğer yandan da tarafsız güçlerdir. Öbür tarafta da kendileri için dost gördükleri güçlerdir. O nedenle psikolojik savaş, toplumun hepsine karşı yürütülür. Toplumun içindeki bireylere varıncaya kadar da kapsamlı bir şekilde ele alınır. Bütün toplumsal sınıf ve tabakalara karşı yürütülür; kültürel, dinsel, inançsal, ulusal topluluklara karşı da yürütülür. Bu anlamda psikolojik savaşın hedefleri çok geniştir. Her zaman hedeflerine uygun yönelim içerisinde olur. 

Örneğin: Herhangi bir gücü, kesimi ya da toplumu, hasım olarak ilan etmiştir. Hasım güçlere karşı psikolojik savaş hangi amaçla yürütülür? Hasmın iradesini teslim almaya yönelik bir amaçla yürütülür. Hasım güçler ezilir veya hasmın kafasında kuşkular yaratılarak inancı kırılır ya da hasmını geri çekilmek, teslim olmak zorunda bırakarak başarıya ulaşmak ister. Hasım teslim olduğu zaman onun bir parçası ya da yönlendirdiği bir güç haline gelecektir. Eğer hasım olarak gördüğü güç, bağımsız düşünce üretemez hale gelmişse; doğal olarak psikolojik savaş da amacına ulaşmış olacaktır. Yine hasmının kafasında bir kuşku yaratmışsa orada psikolojik savaş amacına ulaşmış demektir. Psikolojik savaşı yürütenler, daha çok cepheden yürütülen savaşla sonuç elde edemeyeceklerini anladıklarında bu yönteme başvururlar. Çünkü direkt saldırdıklarında veya üzerine direkt yöneldiklerinde, eğer ezemezlerse çok güçlü bir karşı koyuşun ve direncin gelişmesine neden olurlar. Bunu gördüklerinden, halk arasında denildiği gibi ”Dimyat'a pirince giderken, evdeki bulgurdan olurlar”. Bu noktada daha bilinçli bir yöntem olarak kullandıkları yöntem, hasımın kafasında kuşku yaratmaktır. Hasmın kendine olan güvenini sarsmak ve onun yanlış hareket etmesini sağlamaktır. Eğer karşı güç, üzerine saldırıyorsa ve belirli bir süre mücadele etmişse; o süre içerisinde istediği hedefe ulaşamamışsa; acaba doğru mu yapıyorum diye yoğunlaşmaya başlar. Bir kere ‘yaptıklarım, düşündüklerim doğru mu?’ diye düşünmeye başladığından itibaren o zamana kadarki savunduğu düşüncelerden uzaklaşma eğilimi içerisinde olur ve o düşüncelerin yerini alacak başka düşünceleri bulma arayışı içerisine girer. Bu da o andan itibaren onun, kendi kendisine yabancılaşması sürecini başlatır. Çözülme böyle başlar. Özellikle uzun süren mücadelelerde ya da yoğun saldırılar karşısında gücün kırılmaya başladığı anlarda, bu tür durumlar çokça yaşanmıştır. Öyle ki kişilerin kafasında oluşmaya başlayan bu düşünce giderek örgütlerin ideolojik doğrultuları haline gelmiştir. Örgütlerin ideolojik doğrultuları haline geldiği andan itibaren o güne kadar düşmana karşı mücadele eden o örgütler, o sistemin içinde düşmanın yedeği durumuna düşmekten kurtulamamışlardır. Bu, tehlikeli bir durumdur. Hem kişiler düzeyinde hem de örgütler hareketler ve partiler düzeyinde bir tehlike yaratır. Bu anlamda düşüncede oluşturulacak olan şüphe ve kuşku, psikolojik savaş yürütücüleri açısından önemle ele alınan bir husus olarak ele alınmaktadır.

Dikkat edilirse tanrıya karşı ilk başkaldırı, hangi soru sorularak başlamıştır? Sorula bu sorunun ne anlama geldiği düşünsel olarak da çoğu kez tartışma konusu olmuştur. “Tanrım neden?” sorusu sorulduğunda tanrıya ilk başkaldırı gerçekleşmiş olmaktadır. ‘Neden’ sorusunun sorulması aslında cinin şişeden çıkma halidir. Psikolojik savaşı yürütenler, hasmın kafasında kuşku yaratmaya başladıkları andan itibaren; hasım olarak gördüklerini, kendileri için tehlike olmaktan çıkarmaya başlamış olurlar. Yani cin artık şişeden çıkmıştır. Psikolojik savaşın, hasım karşısında amaçlarını gerçekleştirirken, yaptıklarının en önemli nedenlerinden bir tanesi budur. Psikolojik savaşta, hasım olarak belirlenenin iradesi teslim alınmaya çalışılırken; aynı zamanda onun kafasında kuşku, endişe, kaygı ve tasa yaratılmak hedeflenmektedir. Bunlar yaratıldığı zaman, hasma karşı yürütülen psikolojik savaş başarıya ulaşmış demektir. 

Hasma karşı bu biçimde yürütülen psikolojik savaş, sadece düşünsel alanda yapılan propagandalarla gerçekleştirilmez. Psikolojik savaş, eşittir propaganda savaşları dersek yanılırız. Çünkü propaganda psikolojik savaşın sadece bir boyutudur. Nelerin propagandası yapılır? Eylemin, örgütün, yaşamın propagandası yapılır. Çünkü bunlar somut olgulardır. Yani söylem dışında var olan olgulardır. O nedenle düşman, hasım güç olarak ilan ettiklerine karşı psikolojik savaşı yürütürken tüm bahsettiğimiz alanlarda da saldırıya geçer. Yapmış olduğu bir eylem maddi ve askeri anlamda somut bir hedef doğrultusunda gerçekleştirilebilir. O şekilde sonuç da elde edebilirler. Ama yapılan eylemin çok daha büyük etkisi psikolojik amaçlıdır. Türk devleti, gerçekleştirdiği hava saldırılarıyla, havan toplarıyla vb. sadece bize karşı fiilen bir savaş mı yürütüyor? Kendisi şu şekilde belirtiyor: “Ben, bu saldırılarla onların alt yapı tesislerini bozmak ve hazırlık yapmalarını engellemek istiyorum.” Bunun anlamı, “ben bu saldırılarla bunlar üzerinde bir psikolojik savaş yürütüyorum.” Düşman saldırdıkça biz savunma pozisyonuna geçiyoruz. Bahara yönelik yapmamız gereken hazırlıkları yapmıyoruz. İçimizde inancını yitirmiş, kafasında kararsızlık ve kuşku duyanlar varsa, o saldırılarla o tip kişiliklerin saflarımızdan kaçmasına neden oluyor.

Düşman, etkisi sadece fiziki, fiili anlamda bir askeri saldırıdan daha çok psikolojik anlamda bir savaş yürütüyor. Bu örgütlenme boyutuyla da böyledir. Eğer bir örgüt gelişiyor, başarılı oluyorsa bunun kadrolarda ve toplumda yaratacağı psikolojik etki güvendir, güç vermedir, izlemedir ve onun çok güçlü bir şekilde harekete geçmesini sağlamadır. Onu güçlendirip, düşmanı zayıflatmadır. Örgütün güçlülüğü, büyüklüğü ve tutarlılığı beraberinde toplum psikolojisi üzerinde bir güvenin gelişmesini sağlarken, daha büyük gelişmelerin de önünü açıyor. Yaşam boyutu açısından bakarsak da öyledir. Düzenli yaşam, disiplin ve tutarlılık toplumun psikolojisini büyük oranda etkiliyor. Çünkü yaşamda bozukluk, tutarsızlık ve sahte gündemler o hedefin sadece örgüt olmasını olumsuz açıdan etkilemekle kalmıyor ve onun psikolojisini de bozuyor. O ortamda git-gel psikolojisi oluşurken, davranışta tutarsızlıklar başlıyor. Bir şeyi, kimin niçin yaptığına dair belirsizlikler oluşuyor. Sahte gündemler, gücün ve enerjinin çok farklı şekilde kullanılmasına neden oluyor. Öylesi yaşamın ve disiplinin bozulduğu koşullarda bir bütün olarak toplumun da psikolojisi bozuluyor.

Psikoloji nedir, neyi inceler? Davranış bilimidir ve davranışı inceler. Eğer toplumun davranışı üzerinde bir istikrarsızlık oluşmuşsa, orada psikolojik savaş amacına ulaşmış olur. O açıdan biz psikolojik savaşı sadece propaganda alanında yürütülen bir savaş olarak görmeyelim. Askeri, örgütsel, yaşamın her alanında sürdürülen mücadelenin sonuçları ya da bu alanlarda mücadele karşısında düşmanın yapmış olduğu saldırılarının sonuçları olarak görmemiz gerekiyor. Demek ki; psikolojik savaş, hasma karşı yöneltildiğinde bu şekilde hedefler içeriyor. 

Psikolojik savaşın bir de tarafsız kitlelere karşı ya da tarafsız-ortada bulunan kesimlere karşı yönelimi vardır. İki temel karşıt gücün yer aldığı savaşlarda, ortada bulunanların sayısı azımsanmayacak düzeydedir. Hatta bazı süreçlerde, bu ortada duranların tutumu savaşların kaderini belirler. Eğer savaşın tarafları, bu ortada bulunanları kendi saflarına çekmeyi başarabilirlerse savaşı kazanabilirler. Bizim bugün yaşadığımız en temel sorunlardan birisi de budur. PKK savaşan bir taraftır. Türk Devleti de savaşan bir taraftır. Türk Devleti savaşan bir taraf olarak kendini militanlaştırmıştır. PKK de militanlaşmıştır. Bunun dışında, savaşın içinde doğrudan olmamakla beraber kendisini devlete ya da bize karşı mesafeli tutan, zaman zaman PKK’ye ya da devlete karşı yakınlaşan kesimler de vardır. Bu kesimlerin tutumu önemlidir. Eğer PKK, bu kesimleri yanına alırsa Türk Devleti’ne yaptıramayacağımız bir şey kalmaz. Ama Türk Devleti bu kesimleri yanına alırsa, biz de hızla marjinalleşmeye doğru gideriz. Bunun için, ortada tarafsız olarak bulunan ve kim güçse ondan yana tavır koyabilecek duruma gelen bir kesim üzerinde mücadele yürütülür. Psikolojik savaşın bir amacı da budur. Yani psikolojik savaş bir yönüyle de bu tarafsız, ortada duran kesimleri etkileyerek kendi tarafına çekme mücadelesidir. Yani ortada bulunan bu kesimleri kendi taraftarı haline getirmektir. Bunu, karşıt gücün, ortada tarafsız kalanların da karşıtı olduğunu ve kendisinin ise ortada bulunanlarla veya tarafsız olanlarla ortak değerlerde ve noktalarda buluştuğunun propagandasını yaparak, örgütlenmesini ve ilişkisini geliştirerek yapıyor. Onu yaptığında da psikolojik savaşını gerçek amacına ulaştırmış oluyor.

Devrimci partiler aynı zamanda bir propaganda partileridir. Biz propaganda ve örgütlenmelerimizi yaparken mutlaka bu gerçeği düşünmek zorundayız. Orta ve ara kesimleri karşına alırsan, kendini daha mücadelenin başında marjinalleştirmiş olursun. O açıdan bunlar, en hassas politikaların geliştirilmesi gereken bir kesimdir. Bu durum, gerçek psikolojik savaş yürütücülerini de buna göre bir yaklaşım içerisine girmeye yöneltiyor. Orta ve ara kesimleri yanına alarak etkilemek istiyor. Böylelikle onları da kendi özel savaşlarının bir parçası haline getirmek istiyor. 

Psikolojik savaşın üçüncü bir hedefi ise kendine dost gördüklerini sürekli yanında tutma eğilimidir. Kendisinin yanında tutma hedefiyle hareket eder. Yine geliştirdiği saldırılar, politikalar ve herhangi bir yönelim içine girmişse, dost olarak gördüklerini yanında görmek ister. Burada psikolojik olarak yürüttüğü savaş, dost olarak gördüklerini hep bu konumda tutma mücadelesidir. Bu daha çok uluslararası alanda sürdürülür. Örneğin, Türkiye’nin dostu İsrail ya da Amerika ise, Türkiye bu iki devleti hep yanında görmek ister. Yine İsrail ve Amerika’nın PKK’yi düşman görmesini ve ona karşı mücadele etmesini ister. Türkiye bir saldırıda bulunduğu zaman, Türkiye’ye hak vermesini ister. Hep bu konumda ve uluslararası alanda dost olarak gördüklerini kendi yanına çeken, açık tavır almaya zorlayan bir propaganda ve savaş biçimi de psikolojik savaşın üçüncü hedefini oluşturuyor.

Bunların hepsi psikolojik savaşı anlatmaya yetmiyor. Çünkü psikolojik savaşın hem savaşan güçleri hem de bir bütün olarak toplumu bu savaşa hazırlaması vardır. Toplumu bu savaşı yürütülebilir hale getirmesi vardır. Psikolojik savaşın, savaşan güçleri ve toplumu hazırlama gibi bir görevi vardır. Sadece hasım ya da hedefteki güçlere karşı değil aynı zamanda savaşan güçleri de buna hazırlama görevi vardır. O amaçla da psikolojik savaş yürütülür. Kendi savaşan güçlerini psikolojik olarak savaşa hazırlayabilmesi için ilk önce onda üstünlük duygusunu yaratmayı hedefler. Bu üstünlük duygusu nedir? Kime karşı mücadele ediyorsa onun zayıf ve küçük olduğunu “bir sinek gibi ezilebileceğini” kafasında düşünce olarak şekillendirir. Artık ona kendisini inandırır, ama bunu yaparken de kendisini çok güçlü, büyük idealleri ve amaçları olduğunu sanacak hale getirir. Bu anlamda abartılı, kof bir büyümeyi sağlayan bir şekilleniş yaratır. Bunu yaratırken de kendisini motive edecek ideolojik tasarımları da kullanır. Milliyetçilik daha çok bunların başvurdukları ideoloji haline gelir. Buradaki milliyetçilik de, aslında yaratılmaya çalışılan üstün ve güçlü olma yaklaşımının bir parçasıdır. Çünkü milliyetçi olduğu zaman, kendisini diğer milletlerden, topluluklardan üstün ve güçlü görür. Böylece kendisini güçlü, kuvvetli, kudretli ve her şeye gücü yeten olarak varsayar. Bunu güçlendirmek için tarihi, toplum yaşamını hep buna uyarlayacak şekilde yoruma tabi tutar. Tarihte büyük kahramanlıklar yaptıklarını söyler. Tarihteki büyük gelişmeleri kendilerinin sağladıklarını anlatırlar. Kendi gibileri olmazsa, toplumun bir hiç olduğunu varsayarlar. Onun psikolojik olarak şekillendirilmesi bunu emreder. Psikolojik olarak bu şekilleniş sağlanırken de ona uygun şekilde yaşam koşulları hazırlanır. Onu güçlü, heybetli gösterecek yaşam koşulları hazırlanarak, ona göre giyim kuşam ve araçla donatılır. Normal olan kırmızı elbise giyiniyorsa, o mavi elbise giyer. Normal olan dipçikli silah kullanıyorsa, dipçiksiz silah kullanır. Yani giyimiyle, kuşamıyla, silahıyla, yaşamıyla kısaca her şeyiyle kendisini değerlerinden farklı görebilecek bir ortam içerisinde şekillendirilir. Ona uygun şekilde savaşa sürülürler. 

Toplumun psikolojik anlamda özel savaşa hazırlanması ise, artık toplumun her şeyiyle bir sürü haline getirilmesini anlatır. Sürü psikolojisi denilen olgu budur. İstenildiği yere sürüklenen, istenildiği gibi harekete geçirilen bir toplum yaratma gerçekliğidir. Bunu, yürütülen savaştan sorumlu olanlar, özel savaşı yürüten güçler değil de, özel savaşın karşısında yer alan güçlermiş gibi topluma göstererek gerçekleştirir. Yani sorumlu özel savaş değil, özel savaşın saldırdıklarıdır biçiminde toplumda bir yanılsamaya götürür. Bu yanılsama toplumda bir kanıksamaya dönüştüğünde, artık toplum nezdinde suçlu olan, özel savaşa karşı olanlardır. Özel savaşa karşı olanlar olmazsa, sanki özel savaş olmayacakmış gibi bir yanılgı ortaya çıkar. Bu da beraberinde özel savaş rejiminin, özel savaş yürüten güçlerin desteklenmesini getirir. Bu giderek bir amaçla bütünleştirilir.

Nedir bu amaç? ''Ülke anarşi ve teröre maruz bırakılıyor. Anarşi ve terör ortamına sürükleniyor. Öyleyse buna karşı olmak için özel savaş yürütenleri desteklemek gerekir. Anarşi ve terörü yaratanlar dış mihrakların desteğini alıyor, amaçları ülkeyi bölmektir. Öyleyse dış güçlere karşı olmak için, ülkenin bütünlüğünü sağlamak için özel savaş rejimini desteklemek gerekir''. Böylesi amaçlar ortaya koyuyor ve bu amaçlar da ideolojilerle tamamlanıyor. Bunlar kimi zaman milliyetçilik ideolojisi, kimi zaman da dincilik oluyor. Ülkenin birliği ve bütünlüğü için, milliyetçilik ve vatanseverlik duygusunun yanında, eğer ülkede dinsel bir kümelenme varsa, dini anlamda yani Hıristiyanlık, Müslümanlık ya da Yahudilik içinde farklı mezhepten bir bölüm ya da farklı bir topluluk varsa, onun adıyla anılan bir ideolojik söylem oluşturulur. Bunlar birleştirildiği zaman toplum en çirkin, en kanlı savaşlara ortak edilmiş oluyor. Böylece bu kirli savaşlar, sürüleştirilmiş kitlelere dayandırılarak yürütülür hale getirilmiş olur. 

Psikolojik savaşın bu anlamda hem kendi savaşan güçlerini, hem de toplumu buna hazırladığını unutmamamız gerekir. Bunu yaparken hem bireyi, hem toplumu ona göre şekillendiriyor. Aslında psikolojik savaş, özel savaşın her koşulda sürdürülmesini vaat ediyor. Eğer birey ve toplum özel savaşa hazır hale getirilmezse, özel savaş sürdürülebilir mi? O nedenle bireyin, toplumun özel savaşı, özel savaşın bir dişlisi haline gelerek yürütebilmesi için psikolojik anlamda fethedilmesi gerekiyor. Düşünsel anlamda topluma özel savaş ideolojisi verildiğinde, yani özel savaş toplumu ve bireyi yönlendirmeye başladığında, artık orada psikolojik savaş amacına ulaşmış oluyor.

Yine psikolojik savaşı günümüzle sınırlayarak açımlamak yeterli olmaz. Tarihten günümüze kadar yürütülen savaşların, toplum üzerinde etkili olma yanı vardır. Onları da psikolojik harekât kapsamında yürütülen mücadele olarak değerlendirebiliriz. O açıdan köklerini, tarihin derinliklerinden alıyor. O nedenle özel savaş ABD tarafından icat edilmemiştir. Önceki süreçlerde yaşanan egemenlikli ilişkilerin, egemenliği sürdürmek için geliştirilen savaşların, iktidar ilişkilerinin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra değişen dünya koşullarına göre ABD tarafından uyarlanmasını ifade ediyor. Mesela ABD’nin geliştirdiği psikolojik savaş var. Bunu ABD bulup ortaya çıkarmıyor, ondan önce Almanya’da Hitler döneminde stratejik bir düzeyde ele alınıyor. Hitler’in propaganda bakanı var, Göbbels. Çok gelişkin bir şekilde psikolojik savaş yürütüyor. Alman halkını, Yahudilere karşı düşman haline getiriyor ve Alman halkının bir ordu halinde savaşa girmesini sağlıyor. Bundan daha büyük bir psikolojik harekât olabilir mi? Türkiye’de, Osmanlı döneminde gelişen yeraltı örgütleri var( öncesine dayanan örnekler de var). Osmanlıda gelişen Teşkilat-ı Mahsusa adında özel bir örgütlenme vardır. Teşkilat-ı Mahsusa toplum içinde gizli faaliyet yürüten ama devletin çıkarları için devlet tarafından oluşturulan bir örgütlenmedir. Teşkilat-ı Mahsusa adam kaçırıyor, hapishane kaçkınlarından ordu oluşturuyor. Dünyanın her tarafında, Türklerin bulundukları yerlerde örgütlenmelere giderek geniş faaliyet sürdürüyor. 

Devlet içinde ‘derin devlet’ dediğimiz, ordu içinde ‘Derin NATO’ dediğimiz ‘Gladyo’lar da bunları yapıyor. İşte ABD tüm bunları alıyor, sentezliyor ve kapitalizmin jandarmalığını üstlendiği koşullarda bunun geliştirici-yürütücü rolünü oynuyor.

Psikolojik savaşa ilişkin bu belirtiklerimizle birlikte nüans farkı varmış gibi görülen psikolojik harekâtla arasında olan ince farka da burada kısaca değinmekte yarar var.

Psikolojik Harekât Nedir?

Çoğu kez, psikolojik harekât terimi ile psikolojik savaş terimi birbirine karıştırılmaktadır. Özde bu terimlerin anlamı aynı olmakla birlikte psikolojik savaş, uygulama alanı olarak psikolojik harekâtı da kapsamaktadır. Bu çerçevede, düşman olarak belirlenen güç ya da güçlerin tüm boyutlarını(sosyal, siyasal, ahlaki, askeri, kültürel, ekonomik, örgütsel, vb.) kapsayacak şekilde yürütülen faaliyetler psikolojik savaş olarak ifade edilebilir. Yürütülen bir psikolojik savaş, toplumsal güçlerden yalnızca birini kapsıyorsa psikolojik harekât olarak tanımlanabilir. Bu anlamda psikolojik savaşın stratejik olma özelliğine karşı, psikolojik harekâtın bu stratejiye uygun belirlenen hedefe yönelimi söz konusudur. 

Psikolojik harekât, hiçbir teorisyenin, düşünürün icat ettiği bir faaliyet şekli değildir. İnsanlık tarihi kadar eski olan bu faaliyet şekli ilk olarak insanlar arası anlaşmazlıkların çözümünde hilenin kullanılması ve büyücülük faaliyetleri ile ortaya çıkmıştır. Hile ve büyücülük faaliyetleri ne denli ilkel olsa da modern psikolojik harekât faaliyetlerinin atası sayılabilir.

Bununla beraber, psikolojik harekât terimi oldukça yeni ve çoğu zaman üzerinde tartışmaların sürdürüldüğü, sınırları kesin hatlarla çizilmemiş bir konudur. Bütün bu tartışmalara rağmen kullanılan teknik ve taktikleri ile de belli bir doktrin ve esaslara sahiptir.

Psikolojik harekât, hedef birey, grup ve toplumların tutum ve davranışlarını etkilemek suretiyle düşünce, duygu ve davranışlara etki yapmaya yönelik faaliyetlerdir.

Psikolojik harekât faaliyetleri bir toplumu toplum yapan ekonomik, sosyal, kültürel, ahlaki, siyasi, askeri ve psikolojik her türlü değeri hedef alabilmektedir. Bu faaliyetlerin en tehlikelisi de, bir toplumun kültür-ahlak değerlerine sızarak toplumsal erozyona neden olmasıdır. Bilindiği gibi toplumları ayakta tutan öz kaynakların tamamı kültürden beslenmektedir. Bu bağlamda bir toplumu yok edebilmenin en kestirme yolu onun kültür değerlerine sızarak tahrip etmektir.

Kısacası, hangi görüş ve düşüncede olursa olsun hasım güçler tarafından yürütülen psikolojik harekâta hedef olmayan fert ve grup mevcut değildir. Ancak işlenen temalar, kullanılan kitle iletişim araçları ve izlenen yöntemler her hedef grup için toplumsal ahlaki-kültürel örgülerin çözülmesi ve birlik ruhunun tahrip edilmesidir.

Türk Devleti’nin topyekûn bir şekilde Kürt halkına karşı yürüttüğü savaşımın en karmaşık ve dolayısıyla anlaşılmaz alanı olan psikolojik savaş alanı ve bu temelde geliştirilen psikolojik harekâttır. Onun için eğer psikolojik savaşı doğru anlamamışsak, psikolojik harekâtı da doğru anlayamaz ve her an düşman güçlerin oyununa gelebiliriz. Psikolojik savaş, bir sıcak savaşı kazanmak için veya şu anda yaşadığımız kriz anında bir davayı savaşsız kabul ettirmek için en etkili politik araçtır. O halde bu alanı çok iyi bilmek gerekiyor.

Stratejik psikolojik savaş kapsamında psikolojik bir harekât yürüten Türk Devleti, hedef olarak belirlediği; mahalli olanından geneline kadar, tüm kilit isimleri karalamak, böylece onların etkinliklerini yok etmek için olağanüstü çaba harcar. İftira, karalama, yoz kişilikleri ön plana çıkarma, bu savaşımda önemli bir yer tutar. Ayrıca bu mahalli veya genel önderleri satın alma veya tehdit yoluyla kendi saflarına çekme ciddiyetle ve sabırla uygulanır. Hapse düşen veya gözaltına alınan herkese işbirliği teklifi götürmeleri boşuna değildir. DTP üzerinde yapılan çeşitli hesaplar ve baskı ile kuşatma altına alınmak istenmesi bu savaş kapsamı içinde ele alınmalıdır. Türk Devleti, ayrıca her türlü karşı yayın organlarına sızarak, ince bir taktikle, insanları birbirine düşürür; bazen birinin bazen de diğerinin tarafını tutarak enerjinin iç mücadelede tüketilmesi için elinden geleni yapar.

Bu yaklaşım asıl olarak da kaynağını sömürgeci zihniyetten ve egemen güçlerin sömürge ülkelerde uyguladığı toplumsal psikolojiye dayanarak sömürge halkları küçük düşürme, ucube gösterme, geri ve aşağılık bir varlık olarak lanse etme arayışından almaktadır. Fransızlar’da Cezayir’de uyguladığı psikolojik harekâtta benzeri bir yaklaşım geliştirmişlerdir. Fransızlar, Cezayir toplumunu beyazlar karşısında görgüsüz, ilkel, cahil gibi aşağılayıcı nitelemelerle ötekileştirmişler ve egemen ulus karşısında iradesizleşmesini, özgüven yitimini yaşamasını amaçlayarak ruhsal kırılmaya uğratmaya çalışmışlardır. Kürdistan’da Türk egemenlerinin genelde Kürt ulusuna özelde de onun öncü gücü Özgürlük Hareketine karşı geliştirdiği toplumsal psikolojik harekât ise Fransız örneğini katbe kat aşan bir düzeydedir. Kürt toplumunu ilkel, çağdışı kalmış bir topluluk olarak lanse ederek kendi kitlesine (Türk) aşağılanması gereken bir varlık olarak göstermiştir. Yine toplumsal yaşam içinde Kürtleri asi-avare bir topluluk olarak ta göstererek uygarlıktan uzak kavgacı nitelemesini de yaparak kendi tabanına “kötü topluluk, kötü bireyler” biçiminde önemli oranda algılatarak zihinlerine kazımıştır. İlkeliği çağrıştıran kavramlarla yaşamın her alanında Kürdü kötü gösterme psikolojik harekâtın genelleştirmesi amacını taşımıştır. Özelde ise özgürlük harekâtı ve özgürlük savaşçıları için 30 yıl içerisinde en geri, vahşi nitelemelerle bu yaklaşımını sürdürmüştür. Kürt özgürlük güçlerine; şaki, terörist, barbar, bölücü türündeki vb. nitelemeleri bu konuda birkaç örnektir. Kürdün en masum siyasal eylem, aktivitesinin bile, bu kavramlarla dile getirilmesi tamamen psikolojik harekât kapsamında geliştirilmektedir.

Özelikle de Önder Apo’nun esaretinden sonra psikolojik harekât çok daha kapsamlı ve planlı bir şekilde uygulanmaya konulmuştur.

Türk özel savaş kurmayları Önde Apo’nun esaretini Kürt Özgürlük Hareketinin stratejik bir yenilgisi olarak ele almış ve bunu da bir kök kazıma harekâtına dönüştürmek istemiştir. Bu kök kazıma harekâtını da sadece askeri boyutuyla değil, psikolojik savaş kapsamında sürdürmeyi kendisine esas almıştır. Bu süreçten sonra Kürt toplumu ve özgürlük hareketi kendi içerisinde bir ayrıştırmaya tabi tutulmuş ve ona göre de bir politika uygulamaya konulmuştur.   
    
Uygulanmaya konulan bu politika bir psikolojik harekât biçiminde yürütülmektedir. Buna göre Kürt toplumu yenilmiş ve umutlarını yitirmiş bir toplum olarak ele alınmakta ve bu temelde de yeni bir şekillenmeye tabi tutulmak istenmektedir. TV kanalarında yaygınca Kürtleri ele alan dizi filimlerin yayınlanması, 2000’ler öncesinde Kürdistan da adeta silinmiş olan siyasal, eğitsel kültürel vb. kurumlara yeniden canlılık kazandırılması gündeme getirilmiştir. Adeta bununla Kürdistan yeniden bir işgale başlanılmıştır. Psikolojik harekâtın belirlenen hedefe her cepheden tüm imkân ve araçları kullanarak harekete geçmesinin sonucu olan bu yönelimin bir parçası olarak toplum bireylerine varıncaya kadar özel uzmanlarınca saptanmış saldırıların hedefi haline getirilmiştir. Aynı şekilde Kürt özgürlük güçleri de kendi içlerinde sınıflandırılarak özel yönelimler tabi tutulmuştur. PKK’nin yönetim ve kadroların bir birinden ayrıştırılması, taraftarlarının ise farklı bir statüde ele alınması bu çerçevede gelişmiştir. O süreçte PKK yönetim kadrolarının rencide edici, itibarlarını sarsıcı bildiriler ve karikatürler uçaklardan Medya Savunma Alanlarına üzerine atılmaya başlanılmış, kurulan Güven Radyosunda özel yayınlar yapılmaya başlanılmıştır. Bu radio yayınlarıyla kadronun kafa ve düşünce yapısının muğlaklaştırılması, güven yitimine uğratılarak kararsız kılınması, şüphe ve kuşkunun geliştirilmesi ve ardından da kaçışların gerçekleştirilmesi hedeflenmiştir.

Psikolojik harekâtın en kapsamlı ve geniş tutulduğu alanlardan biride yasal demokratik siyasal zemin ve zindanlardan çıkan kadrolar olmuştur. Yasal demokratik siyasal zemin 2000 yıları sonrasında Kürt Özgürlük Mücadelesinin stratejik mücadele alanlarından biri olarak belirlenmesinin ardından böylesi bir yönelim gerçekleşmiştir. Bu yönelimin hedefinde yasal siyasal zeminin temel örgütlenmesi olarak kabul edilen örgütlenmeler bulunmuştur. Psikolojik harekâtın bu örgütlenmelere karşı saldırısı ise açık fili saldırıdan daha çok içine sızma, yanlış bilgilerle yönlendirme, iç karışıklık yaratarak güvensizlik geliştirme mücadele yerine didişmeyi geliştirme ve böylece zaman yitimine, enerji kaybına uğratma vb. biçimlerde gelişmiştir. Bu da halk nezdinde ciddi bir güven kaybına neden olurken, sömürgecilerin çıkarlarına hizmet edebilecek sahte söylemler kullanan ajan örgütlenme ve kimler tarafından kurulduğu iyi bilinen tarikatları gelişimine kapıların aralanmasına imkân sunmuştur. Psikolojik harekâtın bir sonucu olarak gelişen böylesi bir ortamda zindandan çıkanlara yönelik saldırılar da bunun bir tamamlayıcı faktörü olarak geliştirilmiştir.

Zindanlar Kürt halk tarihinde ve direniş mücadelesinde saygın ve tartışmasız bir yere sahiptir. Psikolojik harekâtla yapılmaya çalışılanda son derece haklı olarak edinilen bu itibarın yok edilmesi olmuştur. Bunun içinde zindandan çıkanlar hedef alınmıştır. Zindandan çıkanların zaaflarının kullanılması, haklarında söylentilerin geliştirilmesi ve bir hedef haline getirilmiş olmaları da bunun bir sonucudur. En son 22 Temmuz 2007 genel seçimlerinde ve 29 Mart 2009 yerel seçimlerinde görüldüğü gibi psikolojik harekât bunlarla da sınırlı kalmamış AKP’nin her yönüyle iktidara getirilmesi, yasal demokratik siyaset zemininin Kürt özgürlük mücadelesine kapatılarak DTP’nin bitirilmesine yönelik olarak özel örgütler kurularak kapsamlı bir harekât yürütülmüştür. Bu harekât kapsamında oluşturulan özel örgütler tam bir psikolojik saldırı harekâtı yürütmüşlerdir. Bunlar sürekli olarak yasal, demokratik siyasal zemini sürekli kontrol altında tutmaya çalışmışlar ve bunun içinde ajanlar sızdırmaya, işbirlikçiler oluşturmaya çalışmışlar ve istihbarat faaliyetleri yürütmüşlerdir. Tüm bunlar sonucunda edindikleri bilgiler sonucunda taktikler belirleyerek harekete geçmişlerdir. En son olarak devlet tarafından gerçekleştirilen KCK’ye yönelik saldırı sonucunda açılan mahkeme iddianamesinde ele alınan konular, dile getirilenler ve sunulan kanıtlara da bu kapsamda ele alınmışlardır. Böylece tüm yasal demokratik siyasal alan kontrol altına alınmaya çalışılmıştır.   
 

Psikolojik Savaşın Özel Savaş Kapsamında Stratejik Olarak Ele Alınarak Geliştirilmesi


Bunu açımlayıp bireye kadar indirgemekte yarar vardır. 

Özel savaş, stratejik olarak İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD tarafından ele alınmış ve geliştirilmiştir. İkinci Paylaşım Savaşı sonrası ABD, artık kapitalizmin jandarmalığını üstlenmiştir. ABD, sömürgecilik mirasını devralmıştır. Özel savaş da, kapitalizme karşı duran kim varsa, onlara karşı yürütülen bir savaş olma özelliğiyle anılmaya başlanmıştır. Bu anlamda; hedefinde toplumun en küçük dokusuna varıncaya kadar kapsamı geniş olarak sürdürülen bir alana yayılan savaş olma özelliğine sahip kılınmıştır. O nedenledir ki dinsel, mezhepsel, etnik, kültürel, sınıfsal kesimler;  kadın ve erkek olarak cinsler; toplum içerisindeki yaş grupları; ailede tek tek bireylere varıncaya kadar herkes, özel savaşın hedefi haline getirilmişlerdir. Bu çerçevede de toplum içinde, bireyler nezdinde sürdürülen özel ve psikolojik savaş; o bireyin, o toplumun seçeneğini, tercihini kapitalizmden yana yapması; kapitalizmin kendisine öngördüğü yaşamı benimsemesi ve kendisine o yaşam dışında bir yaşam seçeneği bırakmaması anlamına gelir. Bireyin bu anlamda kapitalist sistemi yaşayan, onun alışkanlıklarını yaşamının amacı haline getiren bir duruş sahibi olması; buralarda toplum ve kişilik nezdinde özel savaşın başarı kazanması demektir. Önderlik bu duruma; “İnsanın maymunlaştırılması” diyor. Ve kapitalizme karşı mücadelenin ne anlama geldiğini anlatırken de “En onurlu savaş insanın hayvanlaşmaya karşı insanlık onurunu koruma savaşıdır” demektedir. Önderliği böyle bir tanım yapmaya ve değerlendirmeye götüren özel savaş gerçekliği işte budur. Kapitalizmin birey ve topluma karşı yürüttüğü özel savaşın, neden olduğu tahribatlara karşı insanın insan olarak, toplumun toplum olarak var olma savaşını anlattığı için Önderlik öylesi bir belirlemede bulunuyor. Bunun içindir ki, özel savaşı ele aldığımız zaman, sadece stratejik anlamda ele alınan, uygulanan değil; aynı zamanda bir bütün olarak topluma ve bireye karşı yürütülen bir savaş olarak görmek ve değerlendirmek durumundayız.

Özel savaşın toplum ve birey üzerinde en fazla etkili olmasını sağlayan da psikolojik savaştır. Psikolojik savaş toplumu ve bireyi öyle bir noktaya getiriyor ki, artık toplum ve bireyin yapmış olduğu her şey kapitalizmin ön gördükleri doğrultusunda gelişiyor. Yapılan her şey kapitalizmin çıkarlarına güç ve destek veren bir davranış haline geliyor. Özel savaşın toplum üzerine ve kişilikte yarattığı sonuçlardır bunlar. 

Doğal toplum özellikleriyle, egemenlikli-devletçi uygarlık özellikleri, tarihsel olarak bir çatışma halindedir. Doğal toplum özellikleri, toplumu komünal demokratik değerlerle bütünleştirirken insanlığı, erdemli yaşamla buluşturmaya götürüyor. Bunun karşısında egemenlikli sınıflı, devletçi uygarlık özellikleri ise, insanı var eden temel özelliklere karşı savaşarak hayvanlaşmaya götürüyor. Kapitalizmin kişilikte, toplumda yürütüp sonuç aldığı özel savaş insanda da, toplumda da hayvanlaşmayı yaratmaktan başka bir amaç taşımıyor. İnsan komünal-demokratik değerlerden ne kadar uzaklaşırsa, o kadar fazla egemenlikli, devletçi-sınıflı toplum özellikleriyle buluşuyor. Bu da sınıflı uygarlığın en gelişmiş biçimiyle, kapitalist özelliklerin kişiliklerdeki somutlaşmasıdır. Alışkanlıklar, ilgiler, kişilikteki yabancılaşma buna göre gelişiyor. Bunlar da psikolojik savaşla gerçekleştiriliyor. Bunun için, eğitim yaygın bir şekilde bu amaca hizmet eder hale getiriliyor. Toplumu düşünsel alanda etkilediği ölçüde, onun yansımasını sağlayacak tüm araçları, organları, imkânları kullanıyor. Basın yayını organları bu konuda çok etkili bir şekilde kullanılıyor. Birey kendi doğal özellikleri dışına çıkarılarak, kapitalizmin istediği şekilde olan, ona göre davranan bir birey haline getiriliyor. Bu çerçevede de kişinin beğeni ve güzellik ölçüleri ya da değer olarak kabul ettiği ölçüler kapitalist modernitenin isteğine uygun hale geldiği zaman, amaca ulaşılmış oluyor.

Toplum ve bireyin esas aldığı ölçüler doğal toplumun komünal demokratik özelliklerine göre mi, yoksa kapitalist sistemin ona verdiği ölçülere göre mi belirleniyor? Eğer kapitalizmin ona verdiği ölçüler temelinde belirleniyorsa, orada bireyde de toplumda da özel savaş etkili olmuş demektir. Veya toplum içerisinde onun dile getirdikleri, rağbet görüp ilgi uyandırıyorsa, demek ki orada özel savaş başarılı olmuştur. Mesela, moda neye göre belirleniyor? Zaman zaman bazı yiyeceklerin reklâmı yapılıyor. Bazen de bazı tüketim mallarının reklamı geri plana çekiliyor. Bazen hiç de ihtiyaç olmadığı halde, suni olarak kullanım malzemeleri yaratılıyor ve bunlar piyasaya sunuluyor. Piyasada da bu ürünler büyük ilgi görüyor. Bu, özel savaşın kişilere benimsetmiş olduğu, sözde ihtiyaçları karşılama biçimidir. 

Ayrıca, kapitalizmin yönlendirmesiyle açığa çıkan kitlesel davranışlar da söz konusu olabilmektedir. Mesela, yer yer televizyonlarda karşılaşıyoruz. Bir dizi ya da herhangi bir programda bir davranış biçimi, bir mimik sıkça kullanılıyor. Bir bakıyorsun ki bu, giderek toplumu etkileyerek, herkesin yaptığı bir davranışa dönüşüyor. Yani toplum onu taklit etmeye başlıyor.  Önderlik “Toplum için, maymunlaşma…” tanımını daha çok da bu tür durumlar için yapıyor. Yani kendisi olmaktan çıkan, kendisine ait olan ölçülere göre değil de kapitalist modernitenin kazandırdığı şekil ve biçimi kabul eden bir toplum gerçeğini kastediyor. Bu davranış ve biçim, yemeden-içmeden tutalım, davranışa, ilişkilere, alınan bütün yaşamsal ölçülere, değer olarak kabul edilen ilkelere varıncaya kadar geniş bir alanı kapsıyor. Toplum, özellikle de bu tür şeylere son derece açık hale getiriliyor. 
Şu yanılgıyı biz çoğu defa yaşadık. İki binli yıllara girerken, iki binli yılların ‘barış ve demokrasi’ yüzyılı olacağı şeklinde değerlendirmeler yapıldı. İki binli yılların demokrasi ve barış yüzyılı olması gerçekten de arzulanan, istenen ve karşı olunmayan bir hedeftir. Herkes bunu ister. Ama iki binlere girdik, barış ve demokrasi gelmedi. Elbette bu durum, iki binli yıllarda barış ve demokrasinin gelmeyeceği anlamına gelmez. Eğer mücadele edilirse, gelecektir. Yani kendiliğinden olmayacaktır. Bilimsel teknolojik devrimden, bilgi yüz yılından- toplumundan bahsettik. Bilgi yüzyılı ve toplumu bilinçli insanla oluşmuş toplum demektir. Yani bilgili insana bilinçsiz insan muamelesi yapılamaz.
Bilgili insan, kendiliğinden bilgili olan bir insan değildir. Öğrenen, öğrendiklerinin doğru olduğunu test eden bu ölçüde doğru kararlar alan, aldığı kararların doğruluğunu pratikte gören, uygulayan özgürleşmiş insan demektir. Özgürleşmiş bilgili insan oluşmadan, bilgi toplumundan bahsetmek yanılgıdır ve öyle yanılgılar içine de girilmektedir. 
 
Psikolojik Savaşın Bireyi Toplumsallıktan Uzaklaştırmanın Temel Bir Yöntemi Olarak Kullanılması 

Kişi özgürleşmeden, ondan birey olması beklenemez. Kişi birey olmadan, onun özgürlük anlayışının nereye gideceği bilinmektedir. Özgürlük deyince, birey olmayan kişiler için, ilk önce aklına geleni yapmak ya da o anki bedeni ihtiyaçlarını her şeyin üstünde tutarak onu karşılamak gelir. Özgürlük aklına geleni yapmak mıdır, yoksa sorumluluk bilinciyle hareket etmek midir? Özgürlük, yaptığınla başkalarının özgürlüğünü sınırlandırmak mıdır, yoksa kendi özgürlüğünle birlikte başkalarının özgürlüğünün önünü açmak mıdır? Bu konularda yanılgılı yaklaşımlar çok fazla olmaktadır. Özgürlük ve bilgi toplumu bu nedenlerle çarpık anlaşılmaktadır.

Yirmi birinci yüzyıla girdik. Yirmi birinci yüz yıl, bilgi toplumu oldu diye biz de hemen bilgili insan mı olduk? Değil. Bilgili insan, özgür insandır. O zaman biz de hemen özgür insan mı olduk? Değil, böyle özgür, böyle bilgili insan ya da birey olunmaz. Bilgili ve özgür olmak, onun gerçekten de gereklerini yerine getirmekle olur. Böylesi yanılgılar içine girildi. Bu yanılgılı yaklaşımlar, kişiliklerde özel savaşın çok daha etkili olmasına neden olurken; psikolojik savaşın da üzerimizde etki kurmasına neden oldu. Çarpık eğilimler ve yanlış yaklaşımlar gelişti. Bunlar özgürlük adına, demokrasi adına savunulmaya başlandı. Hâlbuki kişinin içinde yaşadığı kaynak olan toplum köleleştirilmiştir. Terbiyesini köleleştirilmiş bir toplumdan ve köleleştiren bir insan gerçekliği ile karşı karşıyayız. Hiyerarşik devletçi sistem bir köleleştirme ve topluma karşı savaş sistemidir. Önderliğimiz, boşuna Hiyerarşik Dönem için ‘Köle Toplumun Doğuşu’, Köleci Dönem için ‘Köle Toplumun Oluşumu’, Feodal Dönem için ‘Olgunlaşmış Kölelik Dönemi’, Kapitalist Dönem için de ‘Genelleşmiş ve Derinleşmiş Kölelik Dönemi’ demedi.

 Uygarlık sistemi toplumu ahlak ve politikadan uzaklaştırarak karılaştırma ve sürüleştirme sistemidir. Devletli uygarlık sistemi, karılaştırma ve sürüleştirmeyi adeta kendi var oluş şartı olarak bellemiştir. Bunun için de insanlarla oynamaktadır. İnsanların başta zihniyetleri olmak üzere her şeylerine hitap ederek onları kendi çıkarları için tehlike olmayacak ve kullanılabilecek bir hale getirmektedir. İradesiz, sorunlarını çözemeyen, toplumsallık karşısında sorumluluklarını yapamayan, muhalefet edemeyen, örgütsüz ve bu nedenle de devlete göbekten bağımlı bir toplumsal gerçeklik yaratmaktadır. Bu durum, toplumu ve kişiyi özünü teşkil eden demokratik komünal özelliklerden uzaklaştırmış, onları gerçek halleri olan doğal hallerinden koparmıştır. İnsan türü için var oluş koşulu olan toplumsallaşma saldırı altında iken ve özünden önemli ölçüde uzak düşürülmüşken bireyin özgür olduğundan bahsedilebilir mi? Özgürlük yaratabilmektir, kendi özüne göre davranabilmektir. İnsanın özünün de en genel anlamda ahlak ve politika anlamına gelmek üzere toplumsallaşma olduğunu, bize insanlaşma tarihi vermektedir. İnsan, toplumsallaşarak var olur. İnsan, insanlaşmayı toplumsallaşma faaliyeti içinde olanaklı kılar. En özgür insanların ahlaki ve politik toplum insanları olmasının nedeni, onların bu toplumsallaşma faaliyetlerine olan katılımlarıdır. Özgür insan kendisi ile var oluş koşulu olarak tanımladığı toplumu arasında iki farklı kimlik tanımlaması yapmaz. Toplumu, toplumsallaşmayı adeta anası olarak beller, onu temel güç kaynağı olarak görür, kendisini de toplumsallaşmaya katkı sunduğu oranda gerçekleştirir, var eder. Bu yönüyle birey özgürlüğü ile toplum özgürlüğü birbirinin karşısına konacak iki farklı şey olmaktan çok birlikte olan-olacak olan şeylerdir. Bireyin tek başına özgür olabileceği ya da özgür olduğu savları, tamamen safsata olmanın yanında,  özü toplum düşmanlığı olan liberalizmin ve gerisindeki temel zihniyet formu olarak devletçi zihniyetin bir yaratımıdır. İnsanları insanlıktan çıkarmak için uydurulan bir yalan ve kandırmacadır. Dolayısıyla bireyin kendini toplumsallaşmanın karşısına yerleştirerek özgürlük iddiasında bulunması, ne adına hareket edilirse edilsin, esasında özü insanlıktan çıkarma olan sistemi yaşamak anlamına gelir. Buna da bireyin özgürlüğü değil de bencilliklerin yaşam bulma özgürlüğü anlamına geldiği açıktır. Devletçi sistem, bunu yaygınlaştırarak aslında insanın var oluş şartıyla oynamaktadır. Eğer toplumsallaşma esas alınmazsa, herkes kendi bencilliğinin peşinden sürüklenirse, insan türünün sonunun dinozorlaşma olacağını Önderliğimiz her defasında dile getirmektedir. 

Önderliğimiz, içinde yaşadığımız koşullara ne diyor? Yirmi birinci yüz yıla ilişkin güçlü değerlendirmeler yapıyor ama içinde bulunduğumuz koşullara da “Kaos aralığı” diyor. Kaos aralığı bir geçiş dönemidir. Ama herhangi bir geçiş dönemi değildir. Kim örgütlü, kim hazırlıklı, kim güçlüyse onun kazanacağı bir geçiş dönemidir. 

Onun için özel savaş, kim toplumu-örgütü etkiler, kim kişileri-kadroları kazanırsa savaşı onun kazanacağı gerçeğinden hareket etmektedir. Örgütümüze ve kadrolarımıza karşı özel savaş ve psikolojik savaş bu temelde yürütülmüştür-yürütülmektedir. Örgüt içinde iki binin ilk yıllarında o kadar çok sorunun yaşanmasının, o kadar çok kafaların karışmasının nedeni, örgütümüze karşı geliştirilen özel ve psikolojik savaşın yarattığı doğrudan sonuçlardır. Bunun etkileri hala da vardır. Düşünsel alanda, psikolojik alanda yaratılan etkilenme diğer etkilenmelerden daha kalıcı ve etkili sonuçlar yaratır. Bunun etkisinden kurtulmak uzun bir sürece yayılır. Demek ki biz psikolojik savaşı ele alırken, herhangi bir savaşmış gibi ele almayacağız. Çünkü psikolojik savaş, savaşın fiilen sürmediği dönemlerde çok daha etkili ve öncelikli yürütülen bir savaş olarak sürer. Yirmi dört saatin her saati, her saatin her dakikası, her dakikanın her saniyesinde sürekli olan bir savaş olarak yürütülür. Beynin sürekli açık olduğu gerçeği, insanın uyurken bile beynin çalıştığı gerçeği psikolojik savaşın her an her saniye neden sürdürüldüğü gerçeğini ortaya koyar. Beyin çalıştığı sürece algılar. Beyin ne verirsen onu alır. O verilenle, algılananla yaşama sürekli yön verir. Psikolojik savaş budur. O açıdan kişiye ve topluma karşı sürekli sürdürülen ve yürütülen bir savaştır. Hasım güçler arasında ise bu çok daha fazla geçerlidir.

Cemal Şerik

Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.navendalekolin.com - www.lekolin.org - www.lekolin.net – www.lekolin.info  

Cemaat Çöplüğündeki Horoz

Muhittin CEMİL - Ender KARADENİZ

Gerçekler inatçıdır. Mızrak çuvala sığmaz. Güneş balçıkla sıvanmaz. Hakikat girmeyen eve iç savaş girer...

Bu son söz “ata sözü” değil. Medya Diyalog sözü.


Ve hakikat adım adım birilerinin kafasına dank etmeye başladı bile. Cemaat ve Hükümet “iç savaş”a benzinle koşarken, Cemaatçilerin arasında bile bu gidişten kaygı duyanlar seslerini yükseltmeye başladı.


İhsan Dağı, Cemaat’in “resmi merkez organı” Zaman Gazetesi'nde yazıyor. Tehlikeyi sezmiş gibi. Bakınız neler diyor:


“Sonuç olarak Türkiye kritik bir noktada. Bırakın yeni anayasa yapmayı, mevcut demokratikleşme seviyesinin muhafazası bile yükselen milliyetçilik ve buna hassas siyaset nedeniyle zora girebilir.


Belirleyici olan AK Parti’nin alacağı pozisyondur; AK Parti yükselen milliyetçi dalganın üzerinde siyaset yapmaya yönelirse devlet de otoriterleşir. Yok, milliyetçiliğe teslim olmak yerine onu dizginlemeyi ve yönetmeyi tercih ederse dalga kırılabilir, Türkiye sakin sulara ulaşabilir. Bunun için AK Parti’nin Kürt sorununda ‘güvenlikçi’ politikadan ‘açılım’ ve diyalog yaklaşımına geri dönmesi; Ermeni katliamı konusunda Dersim katliamı kadar cesur olması ve ezber bozması; dış politikayı içeride milliyetçiliği kabartacak bir tonda kullanmaktan kaçınması gerekir.”


Bu sözler, hükümetin “yeni” stratejesi denilen Ergenekoncu “inkar ve imha” stratejisinin geçenlerde Milliyet ve Taraf’ta açıklanmasından sonra edilmiş. O nedenle anlamlı.


Ama biz yine de İhsan Dağı’yı uyaralım. Cemaat çöplüğünde “erken öten horoz” olabilir. Mehmet Altan “AKP çöplüğünde” erken ötmüştü de... Bizden söylemesi...

 
Alıngan bir T 24 yazarı

KCK Konsey Başkanı Murat Karayılan medyayı eleştirdi ve şöyle dedi: “Türk basını iki yüzlü bir basındır. Sömürgecilik ve yalan üzerine gazetecilik yapıyorlar. Onun için doğru gazetecilik yapmıyorlar. Belki bazı köşe yazarları, kimi gazeteciler var, onlara saygımız vardır. Ama genelde Kürdistan’daki gelişmeleri, gerçekleri görmüyorlar. Katledilen Kürtleri görmüyorlar, Kürt insanını insan olarak görmüyorlar. Ayrımcılık yapıyorlar, bu basını kınıyorum.”

Karayılan’ın bu eleştirisine, T 24 adlı internet sitesinde Doğan Akın adında birisi yanıt verdi:

“PKK’nın iki numaralı ismi Murat Karayılan’ın da hedefinde ‘Türk basını’ vardı” diye başlayan yazar, “Karayılan’dan öğrenilecek bir gazeteciliğe ihtiyacımız yok” diye bağırdı. Ve şöyle devam etti: “Talimatlarınızı, emir-komuta zinciri içinde yayın yapanlara verin. Gazeteciliğin gerçekler dışında hiçbir yere sadakat borcu yok.”

Bu adam belli ki kendisini “Türk basını” sanıyor. Karayılan’a “Türk basını” adına yanıtlar veriyor.

Medya Diyalog bu yazarı tanımıyor. Ama Oya Baydar’ı tanıyor. Ona soruyoruz, Karayılan’ın yukarda alıntılanan sözleri Cemaat ve AKP medyasında yazan çoğunluğu tastamam yansıtmıyor mu? Sizin yazar neden bu sözleri üzerine alıp, hindi gibi kabarıyor.

Arkadaşınızın “afili” davranışına bir şeyler deyin bari... Şöyle: “Doğan Akın kardeş, biz T 24 olarak ‘Türk’ basını değiliz, alınganlığa gerek yok, bırak senin bu laflarını Cemaatçiler ve Mehmet Altan’ın yerini alanlar versin...”

Evet, evet... T 24 Türk basını mıdır?



Vehbinin kerrakesi...

Taraf gazetesi “sistematik iş” yapıyor. Organize bir beyin harıl harıl çalışıyor.


Siz “masum” bir söyleşiyi “merakla” okurken, arkanızdan esaslı dümenler çevriliyor.


Geçen hafta Neşe Düzel, Taner Akçam adındaki eski bir “ihtilalci” yeni bir profesörle söyleşi yaptı. Söyleşinin en dikkate değer yanı, bu şahsın “ayrılıkçılığı”, “ayrı devlet kurmayı” değil, Kürtlerin Türklerle uzlaşmak için kabul edeceklerini açıkladığı “özerkliği” hedef tahtasına koymuş olmasıydı. Şöyle diyordu bu şahıs:


“Özerklik, etnik temelde çözüm arayışıdır. Bu, ulus devletin çekirdeğidir. Light devlettir bu. Böyle bir çözümle bölgede kan gövdeyi götürür.”


“Otonomi çevresinde bir çözüm, hem Türklerle Kürtler, hem de Türk devletiyle Kürtler arasında kitlesel katliamlara zemin hazırlar. Kısaca, özerk bölge kurulması çatışma getirir.”


Tam da hükümetin Milliyet ve Taraf’ta yayınlanan stratejisine uygun. Zamanlama müthiş. Söyleşide “özerklik kan gölüne çevirir, en iyisi Avrupa yerel yönetimler sözleşmesi” deniyor. Birkaç gün sonra hükümet “Anayasada özerklik yok, belediye reformu var” deniyor. Bunları artık “bölücük” suçlaması da kesmiyor; “özerklik” talebi “kan dökülecek” umacısıyla sunuluyor.

Neyse. Devam edelim...


PKK’ye saldırılarla dolu bu söyleşiye Özgür Politika’da Mustafa Karasu’nun verdiği yanıt Kuyerel’de yayınlanınca da, Zeynep Tanbay’dan Halil Berktay’a  kadar bir koro “bu yazı yayınlanamaz” diye bağırdı. PKK’ye ağzına geleni söyleyen ve “özerklik bölgeyi kan gölüne çevirir” diye “Ergenekon” ağzıyla konuşan bu şahsa Karasu’nun “devlet ağzıyla konuşuyor” demesi “nefret suçu”ymuş.


En iyisi biz bu zevatın “tık” diyemeyeceği bir saygın ağızdan Taner Akçam’ın hangi “ağızla” konuştuğunu öğrenelim. İsmail Beşikçi şöyle yazdı:


“Taraf Gazetesi’nde, 12-14 Mart 2012 tarihleri arasında, Neşe Düzel’in Taner Akçam’la yaptığı bir röportaj yayımlandı. Bu röportajı şaşırarak okudum. Hrant Dink’in katledilmesinde, Hrant Dink Davası’nda, Ergenekon’u eleştiren, İttihat ve Terakki’den bu yana, Ergenekon politikalarına şiddetle kaşı çıkan Taner Akçam, konu Kürdler olduğunda Ergenekon politikalarını ve uygulamaların aynen benimseyerek Kürdleri korkutmaya çalışıyordu. ‘Bireysel haklarla yetinin, daha fazlasını istemeyin, yoksa ortalık kan gölüne döner’ diyordu. Bu tam anlamıyla Ergenekon söylemidir.”


Hoca da mı “nefret” suçu işliyor. Ne narin bir çiçekmiş bu şahıs böyle...

 
Nazlı Ilıcak klasiği ve alçaklar

Medya Diyalog Nazlı Ilıcak’ın bir süredir Cemaat yanlısı yazılarını dikkatle izliyor. Onda bir değişim hali olduğunu saptıyor.

Ama Nazlı Ilıcak yine de Nazlı Ilıcak’tır. Milliyetçidir, Kürt Özgürlük Hareketi’nden hazzetmez. Tipik bir “beyaz Türk” halleri vardır. Ama yine de onda bir gazetecilik damarı olduğu inkar edilemez. Bazen “doğruya doğru, eğriye eğri” deyiverir. İşte size bir Nazlı Ilıcak klasiği:

“Nevruz’un, illâ ki 21 Mart’ta kutlanması ısrarı, resmi açıklamalara bakılırsa, provokasyon endişesinden kaynaklanıyor. Oysa kutlama dolayısıyla bombalar patlatılacak, çatışma çıkacaksa, aynı tertibe 21 Mart’ta da başvurulabilirdi.

İkinci gerekçe: ‘BDP, pazar olsun istiyor; çünkü ancak o zaman kalabalıkların katılımını sağlayabilir.’ Bunda ne var? Bir siyasi partinin, kutlama daha kalabalık olsun arzusu kınanacak bir mesele mi?”

Bu kısacık paragraf, AKP hükümetinin mahkumiyet belgesi gibi bir şeydir.

Çünkü bu paragrafta ilgili bütün hükümet yanlısı medyadaki hükümet yasağıyla ilgili savunmalar çökmüştür.

Bu savunmacı köşe yazarlarından hiçbiri ortaya çıkıp, Ilıcak’ın bu paragrafına “tık” diyemez.

Diyemez ama, ahlaksız, alçak, namussuz laflar etmeye de devam ederler.

Etsinler. Ahlaksızlığa, alçaklığa, namussuzluğa ne kadar devam edilirse, o kadar ahlaksız, alçak ve namussuz olunur.
 

Hürriyet ve Milliyet’te 5’inci kol

Hürriyet gazetesini Kürt sorununda Taha Akyol ve Milliyet gazetesini de Fikret Bila bloke ediyor. Bunlar bu iki gazetede hükümetin Kürt sorunuyla ilgili politikasını eleştiren demokrat köşe yazarlarını etkisiz kılmakla görevli.


Nitekim, geçtiğimiz gün Fikret Bila hükümetin sözde “yeni” Kürt stratejisini Milliyet’in manşetine taşıdı. Ve on maddelik stratejiyi aktardıktan sonra  yaptığı yorumda, adeta Newroz yasağına ve polis şiddetine itiraz eden Milliyet yazarlarını tıpkı Başbakan gibi hizaya girmeye çağıran şu sözleri yazdı:


“PKK ve Kürt sorunu, ulusal nitelikte bir sorundur. PKK ile mücadele ve Kürt sorununun çözümünde Türkiye’nin ortak bir akılla hareket etmesi gerekir. Özetlemeye çalıştığım stratejide bunun izleri görülüyor.


Bu stratejinin ulusal bir nitelik ve güç kazanması için çalışmalar hakkında muhalefet liderlerinin bilgilendirilmesi, onların da görüş ve önerilerinin alınması; toplumsal ve siyasal uzlaşmaya dayalı bir ulusal stratejinin yürütülmesi bakımından faydalı olacaktır.”


Bila, eskiden askeri vesayet güçlerinin ve bu arada Baykal’ın sözcülüğünü yapıyordu. Şimdi “Cemaat vesayeti” güçlerinin ve Başbakan Erdoğan’ın sözcülüğüne soyundu.


Hürriyet’te de Taha Akyol gazetede artan hükümet eleştirilerine ve Kürt sorununda izlenen çizgiye yönelik itirazlara karşı sesini yükseltti. Şöyle yazdı:


“Fakat etnik milliyetçiliğin terör tehdidi tırmanırken ‘barış olsun’ diyerek masaya oturmak onun saldırganlığını artırıyor. İngiliz Başbakanı Chamberlain’ın  ‘barışı kurtarmak’ için izlediği ‘yatıştırma’ politikasıyla verdiği tavizler Hitler’i cesaretlendirmekten başka neye yaramıştı? Onun için ben ‘siyasetle müzakere, terörle silahlı mücadele’ formülünü yaşamakta olduğumuz süreçte doğru buluyorum.”


O bu siyaseti doğru bula dursun, 1970’leri yaşayan kuşaktan insanlar, bu eski faşistin Chamberlain’ın “Hitleri yatıştırma” siyasetini eleştirmesine gülüyorlar. Gülmeyin. Faşistin faşizme karşı konuşması da bir faşist demagojidir. Unutmayın. Adamın amacı “yatıştırmamak”, yok etmek. Bu amaç için kendi kendisine bile küfredebilir...

Özgür Gündem

İnsansız Savaş Uçağına Yatırım

Türkiye savaş macerasından macerasına koşadursun bir yandan da milyar dolarları silaha yatırmaya devam ediyor. Savunma Sanayii Müsteşarlığı, Türk İnsansız Savaş Uçağı’nın (TİSU) milli imkanlarla gerçekleştirilmesi için çalışma başlattı. Yakın zamanda fizibilite çalışmalarına başlanması amaçlanıyor. Savunma Sanayii Müsteşarlığı, Türk İnsansız Savaş Uçağı’nın (TİSU) kendi imkanlarıyla gerçekleştirilmesi için çalışma başlattı. Savunma Sanayii Müsteşarlığı koordinasyonuyla Türk Silahlı Kuvvetleri, sanayi kuruluşları ve üniversitelerin işbirliği ile “Türkiye İHA Sistemleri Yol Haritası” çalışması gerçekleştirildi. Türkiye devleti İHA Sistemleri Yol Haritası’na göre, 2030 yılına kadar İnsansız Savaş Uçağı’nın (TİSU) yapılması için planlamaları yapıyor.

Türkiye Nükleer Silaha Koşuyor!

“Bölge ve dünya pazarlarında savaş gücüne dayanarak pazar elde etme” arayışındaki Türkiye’nin Çin gezisi, ilginç yorumlara neden oldu. İngiliz basını Başbakan Erdoğan’ın Çin gezisini nükleer silah elde etmek amacı taşıyan hükümetin Çin’e Karadeniz’de tesis kurdurma çabası olarak değerlendirdi.
 
Türkiye nükleer silaha koşuyor!

İngiliz basını,
“Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Çin gezisinin en önemli gündem maddesinin nükleer santral kurma yarışı olduğunu” yazdı. Financial Times, “Çin proje için hükümet teminatı istemiyor ve finansmanını kendisi sağlama vaadinde bulundu. Buna karşılık Güney Kore, teminat istiyor, Tokyo elektrik şirketi Fukuşima felaketi sonrası projeden çekildi, Toshiba ise hâlâ ihale üzerinde çalışıyor.” diye kaydetti.

‘Barışçıl’ kisvesi altında...


“Çin’in Karadeniz kıyısında (Sinop) kurulacak santral için öne çıkması, nükleer şirketlerinin bu sektörü küresel düzeyde yeniden şekillendirmekte ne kadar iddialı olduğunun bir göstergesi”
yorumunu yapan gazete, Çin’in ülke dışında şimdilik sadece Pakistan’da santral yaptığını, ama yeni reaktör üretiminde dünyanın en büyüğü olduğunu belirterek şunları kaydetti: “Çin’in girişimi bu hafta Erdoğan’ın Pekin ziyaretinde imzalaması beklenen barışçıl nükleer işbirliği anlaşmasıyla daha da güç kazanacak, zira bu herhangi bir anlaşma için nihai olmasa da gerekli bir adım.” Buna karşılık Çin’in devlet şirketlerinin dış ihalelerinin önerebildikleri reaktör modellerinin sınırlı olmasıyla sekteye uğradığını kaydeden Financial Times, Çin’de kullanılan daha gelişmiş modellerin telif hakları dolayısıyla ihraç edilemediğini belirtiyor.
 
Suriye’yi ver nükleeri al!

Sinop’a nükleer tesis kurulması ve Suriye politikasında uyum
için Başbakan Erdoğan’ın ziyaretini değerlendiren Çin basını, ziyaret için “milat hükmünde” değerlendirmesini yaptı. Nükleer santral ihalesi karşılığında Suriye’yi “isteyen” Erdoğan’ın 3 günlük Çin ziyaretini yorumlayan Çin basını, bu ziyaretin çok önemli bir dönüm noktası olduğunu ileri sürüyor. Doğu gazetesinde yer alan yorumda, “Erdoğan’ın ziyaretinin iki ülke ilişkileri açısından hakiki manada ‘balayı dönemi’ne girildiğinin göstergesi olduğu” ifade edilirken, “Yükselen ekonomisi ve siyasi istikrarıyla Ortadoğu’nun model ülkesi konumunda olan Türkiye ile ilişkilerin geliştirilmesinin son derece büyük önem taşıdığı” iddia edildi.

Fınghuang TV’nin internet sitesinde, ziyaretin
“Türkiye’nin yüzünü, Batı’dan Doğu’ya çevirdiğinin simgesi mahiyetinde olduğu” yorumu yer alırken, karşılıklı sorunların çözümünde yapıcı ve aktif tavır koymakta kararlı iki ülkenin ilişkilerinde artık flört döneminin bittiğini ve tarafların sorumluluklarının farkında olduğu” ifadesi kullanıldı.

Suriye sorununda tarafların fikir alışverişi yapacağını
belirten Çin basını, bu yıl Türkiye’de Çin yılı ve gelecek yıl da Çin’de Türkiye yılı olduğunu hatırlatarak, ‘Türkiye-Çin ilişkisini Suriye bozamaz’ mesajı vermeye çalıştı.

Özgür Gündem

Hürmüz Boğazı'nda Senaryo Değişebilir


Kuveyt'in, olası bir savaş durumunda petrol sevkiyatının aksamaması için stratejik Hürmüz boğazıyla ilgili "faklı senaryolar" üzerinde çalıştığı bildirildi. Kuveyt petrol şirketi Kuwait Petroleum Corp'un (KPC) üst yöneticisi Faruk el-Zanki, gazetecilere yaptığı açıklamada, dünyanın en önemli petrol geçiş noktalarından Hürmüz boğazıyla ilgili birçok senaryonun tartışıldığını, ancak henüz bir plan üzerinde anlaşılamadığını açıkladı.

KPC'den, Hürmüz boğazının kapatılması durumunda yapılacaklara ilişkin planlar hazırlanmasının istendiğini belirten Zanki, Körfez İşbirliği Konseyi'nin daha önce acil durum senaryoları üzerinde çalıştığını, ancak bunları yeniden ele alarak, bütün taraflarca kabul edilecek somut bir plan hazırlamaları gerektiğini belirtti.

Zanki, dünya petrol sevkiyatı için hayati önem taşıyan Hürmüz boğazıyla ilgili çalışmaların, Körfez İşbirliği Konseyi ile koordinasyon içinde yürütülmesi gerektiğine de işaret etti. İran yönetimi, nükleer tesislerine yönelik askeri müdahaleye misilleme olarak, dünya petrolünün beşte birinin geçtiği Hürmüz boğazını kapatma tehdidinde bulunmuştu.

ANF NEWS AGENCY

Roboskili Aileler Konuşunca Meclis TV Yayını Kesti

Ankara - Roboski'de savaş uçaklarınca öldürülen 34 kişinin anne ve babası, bugün BDP Grup Toplantısı için Meclis'e geldi. Grup toplantısına katılan aileler kürsüye çıkıp konuşurken, toplantıyı canlı yayınlayan TBMM TV yayınını kesti.

'Roboski için adalet' sloganı ile Ankara'ya gelen aileler, BDP grup toplantısına katıldı. BDP Grup Toplantıs'nda kürsüye çıkan aileler adalet istediklerini dile getirdi. Bu arada BDP toplantısını canlı yayınlayan TBMM TV, ailelerin kürsüye çıkması ardından canlı yayını kesti.

ANF NEWS AGENCY

AKP'nin 'Protestan Kürt' Hesabı

Ankara - Kamuoyuna Oslo Görüşmeleri olarak yansıyan, PKK ile AKP hükümeti arasındaki görüşmelerin, Türk Başbakan Tayyip Erdoğan'ın müdahalesi ile kesilmesi, eskinin tekrarını dayattı. Geleneksel Türk siyasetinin temel yapı taşlarından olan müzakere edememe durumu, AKP'de de devam ettiğini kanıtladı. Masayı boşa çıkaran AKP, çok geçmeden kendinden önceki iktidarların tercihini sahiplenerek savaşı tek ”çözüm” olarak gören politikalara sarıldı.
Adaletsiz seçim sistemine sığınarak, Kürdistan'da gasp ettiği milletvekillikleri üzerinden "en çok Kürt kökenli milletvekiline sahip partiyiz" propagandasını yapan AKP, Kürt halkı indinde hiç bir siyasal değeri olmayan bazı isimleri bulundukları Avrupa ülkelerinden devşirerek kendi yalanına inanan bir "Kürt kökenli" yandaş grubu oluşturmayı da ihmal etmedi. Bunların toplamı bir kaç ismi geçmese de denetimindeki basın ve televizyonlar aracılığı ile gürültü çıkarmaya çalışan Erdoğan bu yandaşlarından ”muhatap” oluşturma hesabı yapıyor.

BDP'ye siyasal kimliğini inkar etmesi kaydı şartı ile ”muhatap” alınabileceği mesajı veren Erdoğan, hiç bir siyasal gücü olmayan yandaşlarını muhatap olarak kamuoyuna pazarlamaya çalışıyor.

Erdoğan bu yolla, İngiliz sömürgeciliğinin Kuzey İrlanda sorununda protestanlaştırdığı İrlandalı yandaşlarına masada yer açarak, özgür İrlanda mücadelesine yaptığı müdahaleyi Kürdistan'da hayata geçirmeyi planlıyor.

AKP eski Diyarbakır milletvekili Abdurrahman Kurt, Neşe Düzel'e verdiği röportajda, (02.04.2012-Taraf) Kürt tarafını kast ederek, AKP'nin iktidara gelmesinin ardından, ”2004’ten 2011’e kadarki dönemde ben pek çok görüşmenin aracısı oldum” diyerek, ”Birçok olayda kendim bizzat onları görüşmeye davet ettim. Hükümet sorunu BDP’yle istişare etti o dönemde” diyor. Kurt ardından da, istişare etmenin AKP açısından ne ifade ettiğini ise şu sözlerle dile getiriyor:

”Aksine örgütün toplum üzerindeki hegemonyası derinleşiyor. Bunlar bu sefer bütün Kürtleri hegemonyaları altına almaya çalışıyorlar. Bunlar, toplum üzerinde kurmaya çalıştıkları hegemonyayı meşrulaştırmak için bizimle görüşüyorlar, diye düşünüldü.” Kurt aslında, siyasal gücü anlaşılan Kürt Özgürlük hareketinin bu gerçekliğinin iktidarı nasıl paniğe sevk ettiğini anlatıyor.
Kurt ardından özgürlük hareketini tasfiye planını açıklıyor, ”Kürt sorunu sadece BDP ile görüşülürse, çözüm süreci eksik kalır. Çünkü Kürt sorununun siyasi uzantısı herkestir. Sadece BDP değildir. Şunu bilmek lazım. PKK, Kürt sorununu hegemonyası altına almaya çalışıyor. Problem burada. BDP, tüm Kürtlerin temsilcisi değildir... Eğer devlet asayişi sağlayamazsa, insanlar üzerindeki tehdit ve şantajı kaldıramazsa ve KCK sistemi Kürtlere dayatılırsa, bölgede bir iç savaşa gitme ihtimali var.”

Kurt önce Kürt sorununda ”herkes” muhataptır diyerek kendileri açısından hedefin sorunu muhatapsızlaştırmak olduğunu vurguluyor ardından da bunun yöntemini, bugün bağımsız hiç bir siyasal gözlemcinin zikretmediği ”Kürtler arası bir iç savaştan” söz ederek bir tehdite dönüştürüyor. AKP, Kuzey İrlanda örneğinde olduğu gibi, Kürdistan'da da Kürtler arası bir silahlı çatışmadan medet umuyor.
Düzel'in, Kurt'un bu belirlemesi karşısında gizleyemediği şaşkınlığı ile yönelttiği, ”Bölgede PKK’nın dışında silahlı bir güç var mı?” sorusuna Kurt'un cevabı AKP'nin bu yöndeki hazırlığını gözler önüne seriyor:

”Yok ama, KCK’nın sürmesi silahlanmayı zorlar. Bu yapı, Kürtleri kendi içinde bir iç savaşa götürür. Bölgede farklı gruplar var. Bir bölümü İslami gruplar. Hizbullah, bunlardan biri. PKK sempatizanı arkadaşları KCK sistemiyle ilgili ben çok uyardım. “Toplumun üzerinde bu baskıyı kurmayın. Toplum bir yerden patlar. Nasıl ki siz devletin baskısına karşı bir yerden patladınız, birileri de sizin KCK sistemiyle topluma yaptığınız baskıya karşı patlar” dedim. Ama dinlemediler.”

Kurt'un, doksanların başında devlet eli ile palazlandırılarak paramiliter bir güç olarak kullanılan, ”Hizbullaha” yaptığı gönderme benzer bir hazırlığın bugün AKP eli ile yapıldığını düşündürüyor.

AKP bu hazırlıkları ile Kürt sorununda Kürt halkı adına güçlü bir muhatabın varlığının meşruiyetini yok saymayı hesaplıyor. Nitekim, İngiliz sömürgeciliğinin Kuzey İrlanda sorununun çözümünde Katolik İrlandalılar tek muhatap almak yerine kendi yandaşı Protestanlar'ı da masaya dahil etmesi sorunun çözümden çok uzun zamana yayılan bir çözümsüzlüğün pratiği olarak geçti tarihe.

Asıl muhatap dururken arabulucuya ne hacet

AKP Hükümeti'nin, ”Yeni Kürt Stratejisi” olarak kamuoyuna sunulan planlarda var olduğuna dikkat çekilen arabulucu pozisyonu da düşündürücüdür. Buna göre Güney Kürdistan Bölgesel Yönetimi Başkanı Mesut Barzani'nin ”aktif bir rol” alacağı vurgusu yapılıyor. Barzani'nin Kürt siyasetindeki rolü elbette yadsınamaz. Etkisi ve bugün temsil ettiği konumun tüm parçalardaki Kürtler açısından son derece önemli olduğu da açık. Ancak, sorunun taraflarının çok açık ve net bir biçimde ortada olduğu Kuzey Kürdistan'da bir arabulucu arayışını gündeme getirmek, çözümü sürüncemeye bırakmak çabasıdır. Olası bir masayı kalabalıklaştırarak konunun gerçek veçhelerinin ele alınmasını zorlaştırmaktır.

BDP Grubu, DTK ve dolayısı ile bu yapıları ayakta tutan halk desteği ortada dururken, Öcalan ve PKK müzakere etme gücüne sahip iken, Barzani'nin ara buluculuğu ne kadar anlamlı? Zira, kısa bir süre öncesine kadar hem İmralı Adası'nda Abdullah Öcalan ile hem de PKK yöneticileri ile en üst düzeyde direk görüşmeler yapan AKP'nin bugün, kendi sabote ettiği müzakereleri başlatmak için ”arabulucu arayışında olması” bu yaklaşımın ne denli samimiyetsiz ne denli meseleyi asli mecrasından çıkarmaya yönelik olduğunun göstergesidir.
erdemcan@riseup.net

ANF NEWS AGENCY

Erdoğan Suudi Arabistan'a Gidiyor

Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, 12-13 Nisan 2012 tarihlerinde Suudi Arabistan’a bir ziyaret gerçekleştirecek.

Başbakanlık Basın Merkezi'nden yapılan açıklamaya göre Başbakan Erdoğan Çin ziyaretinin ardından 12-13 Nisan 2012 tarihlerinde Suudi Arabistan'a resmi bir ziyaret gerçekleştirecek. Erdoğan'ın ziyaretinde ana gündem maddesinin Suriye'deki gelişmeler olması beklenirken, Suriye'de Beşar Esad yönetimine karşı uluslararası adım atılması açısından ziyaret önem taşıyor. Erdoğan'ın Suudi Arabistan ziyaretinde, Esad rejimine karşı atılacak uluslararası adımlarda Arap ülkelerinin öncü olması, bu çerçevede bir an önce adımların koordinasyonunun sağlanması mesajlarını iletmesi bekleniyor.

ANF NEWS AGENCY

Hangi Müzakere?

Selahattin Erdem

 
Son günlerde “Müzakere” konusu siyaset gündeminin de en önemli tartışmalarından biri haline geldi. Bunda Kürt halkının miting meydanlarında yükselen müzakere talebinin belirleyici payı var. 15 Şubat’tan beri Kürtler “Savaş değil barış, tecrit değil müzakere” pankartlarıyla meydanları dolduruyor. Bu talep özellikle Newroz kutlamaları sürecinde doruğa çıkmış bulunuyor.

Bunun etkisiyle olacak ki, Başbakan Tayyip Erdoğan da sık sık “Terörle mücadele, siyasetle müzakere” diyor. Kuşkusuz “terör” ile kastedilen PKK oluyor. Elbette “siyaset” ile de BDP kastediliyor. Tabi Başbakan, PKK ile BDP’nin adını vermiyor. Hatta ilerleyen süreç sıkıştırdıkça, yukarıdaki sözü “Terörle sonuna kadar mücadele, siyasal uzantılarıyla da müzakere” haline getiriyor. BDP, Tayyip Erdoğan tarafından “Terörün siyasal uzantısı” olarak tanımlanıyor. Buna bir de “Kendilerine ait iradeleri varsa” ibaresi ekleniyor. AKP yandaşı basın ise, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın bu formülünü topluma taşıma görevini yerine getirirken durmadan “İmralı ve Kandil ile artık asla görüşülmeyeceğini” tekrarlıyor.

Bu açıklamalara cevap veren BDP Eşgenel Başkanı Selahattin Demirtaş, “Kürt tarafının bütünlük içinde müzakereye hazır olduğunu” belirtiyor. BDP’nin irade sahibi olduğunu vurguluyor. Esas kendilerinin muhatap bulamadıklarını, “müzakereyi kiminle yürüteceklerini bilmediklerini” ifade ediyor.

Kürt halkının somut müzakere talebi karşısında siyaset kurumu çözümsüzlüğünü bir kez daha ortaya koyuyor. Bu konuda BDP’nin yapabileceği çok fazla bir şeyin olmadığını siyasetten anlayan herkes görebiliyor. Çünkü kendisinden “müzakereye taraf olması” değil, “AKP’ye teslim olması” isteniyor. Siyasal çözüm sürecini çok açık bir biçimde AKP tıkatıyor.

Yandaş basının yazdığı gibi, “İmralı ve Kandil ile artık asla görüşülmeyeceği” görüşünün ne kadar gerçeği yansıttığı pek belli değil. Zira Beşir Atalay ile Mesut Barzani’nin açıklamaları, hatta çağrıları bunun tersini gösteriyor. AKP’nin KDP üzerinden oyalama politikasını devam ettirmek istediği anlaşılıyor. Bu konuda “PKK’ye baskı uyguladıklarını” Mesut Barzani açıkça söylüyor.
Benzer şekilde Tayyip Erdoğan’ın sözleri de pek gerçeği yansıtmıyor. Tayyip Erdoğan “Kürt Halkı” demediği gibi, BDP’nin adını da telaffuz etmiyor. Dahası “Terörün siyasal uzantısı” diyor. Terörle müzakere etmeyen, hiç terörün uzantısıyla müzakere eder mi? Elbette etmez! Ama sanki BDP ile müzakere edecekmiş gibi bir hava yaratıyor. Bu da birçok insanın kafasını karıştırıyor. “AKP acaba BDP ile müzakere edecek mi?” sorusunu sordurtuyor. “Etmeyecek” deyince, “O halde niye siyasetle müzakere diyor” cevabı veriliyor. Tabi bunun da cevabı basittir. Başbakan Tayyip Erdoğan başka ne söyleyebilir ki! Açıktan “BDP ile” veya “siyasetle müzakere etmeyeceğim” diyebilir mi? Böyle söylese sadece kendini yalnızlaştırır ve siyasal hata yapar. Bu biçimde ne liberalleri Kürtlerden koparabilir, ne de Kürtleri içten bölebilir. Belli ki Tayyip Erdoğan’ın “Terörle mücadele, siyasetle müzakere” sözü bir oyundur. Sanki BDP ile müzakere edecekmiş görüntüsü verip beklenti yaratarak liberalleri kazanmayı ve Kürtleri içten parçalamayı, tartıştırmayı hedefleyen ucuz bir siyasettir.

AKP’nin BDP ile müzakereyi hiç öngörmediği birçok olguyla sabittir. Bir tanesi Tayyip Erdoğan’ın sözkonusu ifadeleridir. Hiçbir parti, müzakere etmek, yani görüşmeler yapmak istediği başka bir partinin adını söylemezlik eder mi? O parti için “Terörün siyasal uzantısı” der mi? Bu durumda o partiyle görüşse kendisi de “Terörün uzantısının ortağı” haline gelmez mi? Sadece bunlar bile AKP gündeminde BDP ile “Kürt sorununun çözümünü müzakere etme”nin bulunmadığını göstermeye yeter. AKP aslında bu tür oyunlarla “BDP’yi tasfiye mücadelesi”ni derinleştirmek istemektedir.

Diğer önemli bir veri, son üç yılın siyasal soykırım operasyonlarıdır. Şöyle bir geriye dönüp son üç yılda yaşananlara bakalım. 29 Mart 2009’da yerel yönetimler seçimi yapıldı. AKP’nin “referandum niteliğinde” dediği bu seçimi Kürdistan’da ezici bir çoğunlukla Kürt demokratik siyaseti (o zaman adı DTP idi) kazandı. Böylece Kürt sorununun siyasal çözüm zemini ciddi bir biçimde güçlenmiş oldu. Bu zeminin kullanılması ve bu temelde Kürt sorununun siyasal çözümünün önünün açılabilmesi amacıyla KCK Yürütme Konseyi 13 Nisan 2009 günü “Tek taraflı ateşkes ilan ettiğini” açıkladı. 7 Nisan’da da ABD Başkanı Obama DTP Eşgenel Başkanı Ahmet Türk ile görüşmüştü. Peki AKP hükümetinin bu siyasal girişimlere karşı tutumu ne oldu? 14 Nisan 2009 günü, yani PKK’nin ateşkes ilanından sadece bir gün sonra “KCK Operasyonları” adı altındaki Kürt demokratik siyasetine yönelik siyasal soykırım operasyonlarını başlatmak!

Şimdi 13 Nisan ve 14 Nisan olaylarının üçüncü yılı doluyor. Geçen bu üç yılda neler yapıldı? Herkesin bunu namusluca değerlendirmesi gerekiyor. PKK’nin ateşkesine karşı başlattığı tutuklama operasyonlarını gizleyebilmek için, AKP sahte bir “Açılım” kavramı ortaya attı. Bir yandan “Kürt açılımı”, “Demokratik açılım” derken, diğer yandan bu üç yılda yedi bin kişiyi zindana tıktı. DTP’yi kapattı. Ahmet Türk ile Aysel Tuğluk’un milletvekilliğini düşürdü. BDP’nin çeşitli düzeylerdeki yöneticileri ile halkın seçtiği belediye başkanlarını tutukladı. İmralı işkencesini artırdı. Halk üzerindeki faşist polis terörünü yoğunlaştırdı. Bütün bunlarla Kürt demokratik siyasetini yok etmeye çalıştı. 14 Nisan darbesinin dördüncü yılına girerken, AKP’nin bu faşist saldırıları artarak devam ediyor. O halde sormak gerekiyor: AKP hangi siyasetle, hangi BDP ile müzakere edecek? Dışarıda BDP ve Kürt demokratik siyaseti kalmadı ki! Hepsi AKP’nin siyasal kararları temelinde zindanlara dolduruldu ve şimdi hepsi de açlık grevi yapıyor. Peki AKP kiminle müzakere edecek? Zindana doldurduğu BDP ile mi?

Çok açık ki, zindanda siyasal müzakere yapılamaz. Bu nedenle Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan, “Eğer benimle müzakere yapacaksanız İmralı’dan çıkarmanız gerekir” dedi. Aynı durum BDP için de geçerlidir. Bu kadar BDP yöneticisi ve belediye başkanı sadece BDP’li oldukları için zindandayken, hangi BDP’li AKP ile müzakere yapabilir? Böyle bir duruma hiç kimsenin giremeyeceği açıktır. Çünkü, zindandaki insan müzakere yapamaz. Zindandaki insanla müzakere yapılmaz. İnsanlar zindana “Teslim alınmak” için konur. Her zindana koyuş, o insan için bir “Teslim ol” çağrısıdır.

Demek ki Tayyip Erdoğan’ın mevcut koşullarda “Siyasetle müzakere” demesi, aslında BDP’ye yönelik bir “Teslim ol çağrısı” anlamına geliyor. Zaten bu müzakerenin hep sözü ediliyor, nedense hiç pratikleşmiyor. Çünkü AKP, “Gel Kürt sorununun siyasal çözümünü tartışalım” demiyor. Daha masaya oturmadan önce ilk şart olarak “PKK’ye karşı tavır al, bizimle ortak mücadeleye katıl” diyor. Aynı şeyi KDP ve YNK’ye de dayatıyor. Yani AKP Kürt sorununu çözmeyi değil, PKK’yi yok etmeyi hedefliyor. Müzakere adı altında BDP’den de, KDP’den de istediği budur. Bunu da BDP kabul edemeyeceğine göre, o halde mevcut koşullarda BDP ile müzakere sözü sadece bir oyundur.
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın netçe ifade ettiği gibi, Kürt sorununun siyasal çözümünü müzakere etmenin iki koşulu vardır. 

Birincisi, başta Önder Abdullah Öcalan olmak üzere PKK ve BDP bu müzakerenin birer tarafıdır. 

İkincisi ise Önder Abdullah Öcalan ve BDP ile müzakere ancak cezaevinden çıkılırsa, yani İmralı zindanı dağıtılır ve “KCK tutukluları” salıverilirse, PKK ile müzakere de ancak çift taraflı ateşkes yapılır ve silahlar susturulursa mümkündür.  

Bunlar da çok açık bir biçimde “Kürt sorununa demokratik çözüm projesini” gerektirir. Kürt sorununda müzakerenin de, çözüm arayışının da başka yolu yoktur.

Kaynak: Yeni Özgür Politika