9 Nisan 2012 Pazartesi

Tunus'un AKP'sine de İsyan Var!


Tunus - Tunus’ta polisler başkent merkezinde protestoculara şiddetli müdahalede bulundu, gazetecileri de tartakladı. Özgürlük ve demokrasi talebiyle 23 yıllık iktidarı deviren sokaklar, bu kez Tunus’un AKP’si olarak değerlendirilen Ennahda hükümetinin baskısı altında.

Merkezi cadde olan Habib Burkiba’da düzenlenen protesto gösterisine polisler gözyaşartıcı gazlar ve joplarla saldırıda bulundu. Eylemciler bu kez V. Muhammed caddesine bir araya geldi ancak polisler burada da göstericileri dağıtmak için gaz bombaları kullandı.
GAZ BOMBALARI VE COPLARLA SALDIRI

Burkiba caddesi etrafındaki sokaklarda polis coplarla küçük gruplara saldırdı. Çok sayıda kişi polis saldırısında yaralandı. “Defol! Defol!” diye slogan atan eylemciler “Sizden korkmuyoruz, sokaklar halkındır” diye haykırdılar. Cadde üzerindeki kafe ve dükkanların çoğunluğu kepenklerini indirirken, bir çok sokağın ıssız olduğu görüldü. Boş sokaklarda taşlar ve gaz bombası kapsülleri dikkat çekti.

AFP muhabirine göre, Fransız haftalık dergisi Le Point muhabiri Julie Schneider polisler tarafından tartaklandı, fotoğraf makinesi polislerce kırıldı. Eylemler sırasında gözaltına alınan çok sayıda kişi polis araçlarına konularak götürüldü.

DEVRİMİN İKTİDARA GETİRDİKLERİ GÖSTERİLERİ YASAKLIYOR


Tunus İnsan Hakları Ligi eski Başkanı Muhtar Trifi, “Üzüntü verici bir durum. Devrimin iktidara getirdiği insanlar bugün eylem yapmayı engelleyenlerdir” dedi. İçişleri Bakanlığı sözcüsü Halid Tarrouche ise Burkiba Caddesi dışındaki diğer yerlerde eylem yapmanın mümkün olduğunu savundu.

Fransız askeri birliklerinin 9 Nisan 1938’de bir gösteriye yönelik kanlı saldırında hayatını kaybedenleri anmak amacıyla sosyal ağda eylem çağrıları yapılmıştı. Genellikle tüm protesto gösterileri Tunus devriminin sembolü olan Burkiba Caddesi’nde organize ediliyor. Ancak İslamcı bir gösteri sırasında sanatçıların tartaklanması ardından 28 Mart’tan bu yana bu caddede eylem yapılması yasaklanmış durumda.

GÜNLÜK OLARAK BİZE UYGULANAN BASKILARI KINAMAK İÇİN GELDİK

Gösteri sırasında Habib Burkiba caddesindeki bir kafeye sığınan genç doktor Raed Korbi, “Biz buraya özgürlük için, Ennahda milislerinin günlük olarak bize uyguladığı baskıyı kınamak için geldik” dedi. Korbi, “Bütün dünyaya diyoruz ki, karanlık Ennahda projesinin kabul etmiyoruz” diye ekledi.

Tunus’ta devrim sonrası da sık sık gösteriler yaşanıyor. Bunlar daha çok “iş” ve “onurlu bir yaşam” talepleriyle gerçekleşiyor. Tunus sokaklar, bir yıl önce Zeynel Abidin Bin Ali’nin devrilmesine yol açan devrimi, “bazı oportünistlerin kendi siyasi hesaplarını gerçekleştirmeleri için değil diktatörlüğe son vermek için yaptıklarını" belirtiyorlar.

Aralık 2010’da Sidi Bouzid kentinde Muhammed Buazizi isimli bir gencin bedenini ateşe vermesi, bugün adına Arap Baharı denilen ayaklanmaları ateşlemişti. Tunus’taki ayaklanma 14 Ocak 2011’de Zeynel Abidin Bin Ali rejiminin düşmesiyle sonuçlanmış. Bin Ali’nin Suudi Arabistan’a kaçmasıyla 23 yıllık iktidar sona ermişti.

Tunus’ta Ekim 2011’de yapılan seçimleri, Türk AKP’sine sempatisini açıkça ifade eden Ennahda partisi kazanmıştı. Daha sonra bu partinin AKP hükümeti tarafından finanse edildiği ortaya çıkmıştı. Kasım ayında Fransız LCP kanalında yayınlanan panele katılan Paris X-Nanterre Üniversitesi profesörü ve aynı zamanda “Tunus Baharı” isimli kitabın yazarı Abdelwahab Meddeb, İslami hareket Ennahda’ya “bir kısım paranın Türkiye’den geldiğini” söylemişti.

ANF NEWS AGENCY

Selahattin Demirtaş: Başbakan, Silahlı PKK ve Öcalan’la Görüşecek

BDP Eş Genelbaşkanı Selahattin Demirtaş, Taraf Gazetesinden Neşe Düzel'in çeşitli konulardaki sorularını  cevaplandırmış. Hükümetin PKK ve Öcalan ile konuşmak zorunda kalcağını belirten Demirtaş, görüşmeleri AKP'nin planlayarak kestiğini belirtiyor.

NEDEN SELAHATTİN DEMİRTAŞ

Ankara'da önemli bir görevli bir süre önce hükümetin yeni bir Kürt stratejisi başlattığını açıkladı. Buna göre müzakereler tekrar başlayacaktı! Ama tek farkla, geçmişteki gibi İmralı ve PKK'yla görüşülmeyecekti. Bundan böyle sorun siyasi yapılarla konuşulacaktı. Hükümetin bakanlarının bu yeni Kürt stratejisinden haberi yoktu ama Başbakan böyle bir stratejinin olduğunu Kore'ye giderken uçakta bir grup gazeteciye doğruladı ve BDP'ye müzakere çağrısında bulundu. BDP bu çağrıya müzakereye hazırım cevabını verdi ama... Sonra ne oldu? BDP'ye hükümetten bir cevap geldi mi? BDP, hükümetle müzakereye oturursa, hükümetten ne isteyecek? Hangi şartlarda müzakereleri sürdürecek? BDP, İmralı ve Kandil'e ne diyecek? BDP'nin bir barış planı var mı? Hükümet nasıl bir çözüm bekliyor? İmralı nasıl bir çözüm istiyor? Kandil ne diyor? PKK, kendisine yöneteceği bir toprak verilmeden barışa razı olur mu? Kandil, Öcalan'ı dinler mi? Silvan'da niye dinlemedi? Oslo sürecinde neler yaşandı? BDP'ye göre, devletin İmralı, PKK ve KCK'yla yaptığı müzakereler niye, nasıl ve ne zaman bitti? PKK silahları susturmaya hazır mı? Hükümet, silahları susturmaya hazır mı? Kürtlerin olmazsa olmaz dedikleri şartlar neler? Nasıl bir siyasi statü isteniyor? Coğrafi özerklik bölgelerinin sınırları nasıl belirlenecek? Kürt sorununu çözmeyen bir Türkiye'yi bölgede neler bekliyor? Kürdistan nasıl kuruluyor? Bütün bu hayati soruları Türkiye'nin ve Kürt sorununun bu çok kritik döneminde BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş'a sorduk. Çok aydınlatıcı, çok çarpıcı, çok tartışılacak cevaplar aldık.

***
NEŞE DÜZEL: Yeni Kürt stratejinin açıklanmasından ve Başbakan'ın, Kürt meselesinin siyasi partilerle müzakere edileceğini söylemesinden sonra, siz müzakerelere hazır olduğunuzu söylediniz. Sizin açıklamanıza hükümetten bir cevap geldi mi?

SELAHATTİN DEMİRTAŞ: Hayır, gelmedi. Başbakan, en son olarak da, "Eş başkanlar, kendi iradeleriyle karar vereceklerse görüşürüz, onun dışında onlarla görüşmeyiz" dedi. Bu çok ilginç! "Eğer iradeniz ve karar alma gücünüz yoksa, eğer bir karar oluşturamayacaksanız, ben sizinle neyi konuşacağım?" diyor Başbakan.

Sizce ne demek istiyor? "Terör örgütünden emir almayan, iradesi olanla müzakere ederiz" dedi Başbakan.

Aslında bu sözlerin altındaki beklentiyi okursak, Başbakan "aslında benim konuşmak istediğim şey silah meselesi" diyor. Yoksa Başbakan, Kürt sorununu konuşmak istiyorsa, BDP'yle her şeyi konuşabilir.

Neleri konuşabilir?

Anadilde eğitimi, yeni anayasayı, anayasal vatandaşlığı, yasal değişiklikleri her şeyi konuşabilir. Bizim bu konuların tamamında irademiz de var, karar alma gücümüz de var. Ama Başbakan'ın derdi, Kürtlerin hakları ve özgürlükleri değil! Bu yüzden de "ben, BDP'yle ne konuşacağım? Onların karar alma güçleri ve yetkileri yok" diyor. Çünkü o, hep silahı konuşmak istiyor. Onun kafasındaki Kürt sorunu sadece silah sorunu!

Siz, çağrıya cevap verdiniz ve "müzakere ederiz" dediniz. Hükümetin size cevap vermesini bekliyor musunuz?

Cevap vereceklerini sanmıyorum.

Eğer hükümet sizinle müzakereye oturursa, siz bu müzakereleri hangi şartlarda sürdüreceksiniz?

Birinci koşulumuz, müzakereler açık ve şeffaf olmalı. Her görüşmeden sonra kamuoyu, görüşmelerin içeriğiyle ilgili bilgilendirilmeli. Görüşmeden ne elde ettik, biz ne konuştuk onlar ne dedi, hepsi açıklanmalı. İkinci koşulumuz, her görüşmeden sonra hükümet, somut adımlar atmalı.

Anlamadım...

Müzakere süreciyle ilgili taraflara ancak böyle somut adımlar atılarak güven verilebilir ve ancak o zaman çatışmasızlık ortamı yaratılır. Bu çatışmasızlık ortamı sayesinde de müzakereler ilerler. Yani iki süreç birbirini besler. Bakın... KCK operasyonlarıyla ve basına yapılan baskılar nedeniyle şu anda siyasi ortam zehirlenmiş durumda. Yedi bin üyesi, milletvekili, belediye başkanı tutuklanmış bir partinin, demokratik siyasi kanallar güçlü mesajını verebilmesi için elinin güçlü olması lazımdır. Dolayısıyla Terörle Mücadele Kanunu dâhil bazı yasal değişikliklere ihtiyaç var.

Müzakere yapmak için bir koşulunuz da KCK konusunda Terörle Mücadele Kanunu'nun değişmesi ve KCK tutuklularının serbest bırakılması mı?

Evet. Hükümetle kuracağımız diyalogda bunları konuşuruz. Bu konularda adım atmasını isteriz. KCK'den alınanları serbest bırakacak düzenlemeler yapılmalı. Çünkü bu adımlar atılmazsa, bizim müzakere yapma şansımız olmaz. BDP, sürekli üyeleri tutuklanan bir parti. Benim bile tutuklanmayacağımın bir garantisi yok. Anayasa Komisyonu üyemiz bile tutuklandı bizim. Türkiye'nin son yüzyılının en ağır sorununu çözeceksek somut adımlar atılmalı artık. Ama hükümet adım atmazsa...

Hükümet adım atmazsa ne olur?

Hükümet, adım atmazsa ama buna karşılık bir yanda askerî operasyonları ve KCK tutuklamalarını sürdürüp diğer yanda da BDP'ye, "ben seninle gene de bu silah meselesini konuşurum" derse, aslında bu, hükümetin müzakere yapma niyeti yok demektir. Oysa bizim müzakerenin başlangıcındaki ilk beklentimiz, silahların susması olur.

Silahlar nasıl susacak?

Silahlar karşılıklı olarak susmalı ve hükümet de bunun için çaba sarf etmeli. Hükümet operasyonları durdurmalı. PKK de ateşkes sağlamalı. Önce bu zemini oluşturmalıyız. Bu zemin oluşmadan esası konuşmakta zorlanırız! AKP, "terörle müzakere etmem" diyor ama, geçmişte İmralı'da, Oslo'da, iki buçuk, üç yıl görüştüler. Başbakan o zaman da "terörle müzakere etmem" diyordu. Ben bu yüzden müzakereler tümüyle bitti diye düşünmüyorum.

PKK'yla müzakereler devam mı ediyor?

Sanmıyorum ama, "PKK ile devlet arasında görüşmeler artık asla olmaz" da dememek lazım. Koşullar oluşursa ve müzakereye inanç gelişirse görüşmeler yeniden başlayabilir. BDP bu konuda katkı sunabilir. Şöyle söyleyeyim... Hükümet, Kürt sorununun siyasi ağırlığını bizimle konuşsun. Biz, siyasi muhatabız. Seçmenlerden bunun için oy, destek ve yetki aldık biz. Meşruiyetimiz var. Bizim...

Evet...

Bizim, Kürt halkının haklarının ve özgürlüklerinin anayasa ve idari yasalar düzeyinde nasıl teminat altına alınacağı, eşitlik sorununun nasıl çözüleceği konularında çözüm önerilerimiz, takvimlendirilmiş programımız ve projemiz var. Hükümet, siyasi konuları bizimle rahatlıkla konuşabilir.

Hükümet, sizinle neyi konuşamaz?

Silah ve ateşkes konularını bizimle doğrudan görüşemez: Bu konuda bizim yetkimizin olmadığını Başbakan çok iyi biliyor. Silah konusunda doğrudan biz karar veremeyiz. O makamlar bize bağlı örgütler ve kurumlar değil. Eğer taraflar kabul ederlerse, biz silah konusunda ancak arabuluculuk rolü oynayabiliriz. Ama Başbakan gene de silah konularını bizimle görüşmek istiyor! Sonra da kalkıp, "Bu konularda karar alma yetkiniz yoksa, ben sizinle neyi konuşacağım" diye soruyor.

Peki, siz ne diyorsunuz?

Biz de, "Senin bütün derdin silah mı? Kürtlerin hakları, özgürlükleri ne olacak? Bunları konuşalım" diyoruz. Çünkü asıl mesele Kürt sorunudur. Asıl mesele PKK sorunu değildir! Biz, partimizin politikası ve aldığı oy çerçevesinde, Kürtlerin haklarıyla ilgili her türlü kararı verme yetkisine sahibiz ama silahla ilgili karar yetkisi bizde değil. Başbakan da bunu biliyor. Eğer bizden istediği karar, silahla ilgiliyse, bunu başka yerle görüşecek.

Nereyle görüşecek?

PKK'yla ve Öcalan'la görüşecek.

Silah bırakma ve dağdan iniş konularını Kandil'le mi, Öcalan'la mı konuşmak lazım peki?

İkisiyle de görüşmek lazım. İkisinden birini sürece katmadığınız takdirde süreç sağlıklı işlemez. Ama PKK'nin vereceği nihai kararda son söz Öcalan'ın olacaktır. Hükümet, "karşı taraf ateşkes ilan ederse, ben de operasyon yapmam" diyebilmeli.

Bu şartlarınızı hükümet kabul edecek mi sizce?

20 milyonluk Kürt halkının haklarını konuşacağız. Bu şartlar ne ki? Daha işin esasına girmedik bile! Eğer hükümet, usul konusunda bile esneme ve adım atma niyetinde değilse... Görüşmenin önündeki mayınları temizlemeyi göze alamıyorsa... Kürtlerin haklarına geldiğimizde ne konuşacağız onunla? Hükümet açısından o konu daha ağırdır.

Hükümetin karşı şartları olabileceğini düşünüyor musunuz?

Kamuoyu desteğinin oluşması için mutlaka şartları olacaktır. Biz de onun şartlarını duymak isteriz.

Peki, bu karşılıklı açıklamalardan sonra hükümet kanadından birileriyle gayrı resmî görüşmeleriniz oldu mu?

Hiç olmadı. Ne doğrudan bir temas oldu, ne de bir mesaj geldi.

Eğer müzakereler başlar, İmralı ve Kandil ile görüşürseniz, onlara bir şey söyleyecek misiniz? Yoksa sadece onları dinleyip, söylediklerini mi hükümete aktaracaksınız?

Hayır. Biz burada sadece iletişim kanalı olarak kalamayız. Biz ikisini de çözüme evriltecek bir pozisyon almaya çalışırız. Ama önce bizim sürece güvenmemiz lazım. Çünkü biz ancak o zaman onları da sürece güvenmeleri konusunda ikna edebiliriz. Bakın... Şu nokta önemli. Geçmişte kesintiye uğrayan müzakereler hiç olmamış gibi davranmayacak iki taraf da.

Nasıl davranacaklar?

Geçmişteki müzakereler, iki tarafta da izler bıraktı. Sonuç olarak Öcalan'da da, Kandil'de de müzakere konusunda siyasi iradeye karşı muazzam bir güvensizlik var. İkisi de müzakereyi yürüten heyete güveniyordu ama hükümete güvenmiyorlardı. Çünkü heyetin, İmralı, PKK ve KCK'yle yaptığı görüşmelerin arkasına hükümet hiçbir zaman güçlü bir siyasi irade koymadı.

Haksızlık yapmıyor musunuz? Hükümet tarafından görevlendirilen MİT heyetinin PKK'yla yaptığı Oslo müzakerelerinin bant kayıtları geçen yıl tam seçim öncesinde sızdırıldı... Hükümet bütün bunları üstlendi.

Bakın... Oslo süreci aslında şöyle yürüdü. Hükümetin müzakere yetkisini verdiği heyet, protokol hazırlanması sürecini hükümetle görüşerek ve ona danışarak yürüttü! Protokol hazırlanıp da, seçimler atlatıldıktan sonra, hükümet bu protokoller hiç yokmuş gibi, bunlar sadece Öcalan'ın fikirleriymiş, kendisi kâğıda bir şeyler yazmış gibi davrandı.

Bu durumda hükümetle müzakereye oturmak için bir şartınız daha mı olacak? "Oslo sürecinde kaldığımız yerden devam edeceğiz" mi diyeceksiniz hükümete? Nerede kalmıştık diye mi başlayacaksınız konuşmaya?

Biz öyle demeyeceğiz ama umuyorum ki Öcalan ve PKK öyle diyecek. Biz o dönemde müzakere sürecinde yoktuk. "Bu protokolleri biz oluşturana kadar iki, üç yıl görüştük, konuştuk. Bizim bu konuda söylediklerimiz yazılı metne bağlandı. Heyet bunu hükümete götürdü ve hükümet reddetti" diyecekler. Çünkü protokol bir süreci tarif ediyor ve sonunda silahsızlanma var. Dolayısıyla Kandil'in de onayladığı bir protokolle ilgili artık hükümetten bir cevap bekleyecekler.

Ama Oslo süreci ve ortaya çıkan protokoller sadece silah bırakmaya yönelik değildi ki. Anadilde eğitim olmak üzere, Kürtlerin hak ve özgürlükleri de var o protokollerde. Eğer o protokollerden geri adım atılmayacaksa, siz neyi müzakere edeceksiniz hükümetle?

Ben şunu söylemek istiyorum. Niye bozuldu bu protokol? Hükümet, bu protokolleri reddettiğini kamuoyuna resmen açıklamalı. Hükümet bu protokolleri artık konuşmalı. "Şu maddesini reddediyorum, şu maddesini kabul ediyorum" demeli. "Bizim, PKK ve Öcalan'la tartışma zeminimiz şu protokoldür" demeli!

Siz Öcalan ve Kandil'in tek bir vücut olarak davrandığını söylüyorsunuz ama sanki durum öyle değildi. Öcalan, "tamam her şey çok iyi gidiyor. Devrimci halk savaşına gerek yok" dediği anda, Kandil Öcalan'ın talimatına uymadı ve tam tersini yaptı. Müzakere masasından kalktı. Silvan saldırısı oldu.

Bu, gerçek değil! Biz sürecin öyle olmadığını biliyoruz. O süreçte büyük bir manipülasyon yapıldı. Hükümet, "bakın ben tam barış yapacaktım, bunlar süreci baltaladılar" diyerek medya ve iletişim kanalları üzerinden manipülasyon ve psikolojik harp yaptı. Evet... Öcalan, "Anayasal demokratik çözüm sürecinde tarihî bir noktadayız. Yüzyıldır ilk defa bu noktaya geliyoruz" dedi.

Evet...

Çünkü heyet ona, "konuştuğumuz protokoller KCK tarafından onaylandı. Biz bunu artık hükümete götüreceğiz. Hükümetin bu işin esaslı kısımlarına çok karşı çıkacağını tahmin etmiyoruz. Biz hükümeti ikna edeceğiz" mesajını verdi. Ama seçimler bitti ve AKP oyunu aldı. Sandıklar toplandı ve hükümet bu kez kamuoyuna döndü, "ortada protokol falan yok. Bunlar, Öcalan'ın kendi düşünceleri" mesajını verdi.

Hükümet kamuoyuna böyle bir şey açıkladı mı?

Açıklamadı tabii. Ama biz biliyoruz. Net olarak biliyoruz. Gülten Hanım da biliyor. BDP olarak biliyoruz. Bu, Öcalan tarafından da biliniyor tabii...

Hükümet ret cevabı mı verdi?

Bu protokollerin ciddiye alınmadığını biz öğrendik. Hatta üst düzey bir yetkili bize, seçimi kastederek, "Kritik süreçleri zaten atlattık" dedi. Bize söyledi bunu. Hükümetin görüşü buydu! Yapılan ahlaki bir şey değildi. Biz hakikaten çok tedirgin olduk. Zaten Kürt tarafında her zaman, "bu hükümet bizi oyalıyor mu? Kandırmaya mı çalışıyor" ihtimali vardı. O yetkiliye, "Siz ne söylediğinizin farkında mısınız?" dedik.

Ne dedi?

"Evet" dedi. "Artık kritik süreçleri atlattık. Ortada protokol falan yok. Öcalan'ın kişisel düşünceleri bunlar. Biz Kürt sorununu önemli ölçüde zaten çözdük. Bildiğimiz yoldan ilerleriz" dedi.

Peki, müzakere süreci her sarsıldığında, gelgitler yaşandığında PKK silaha mı sarılacak? Silvan, Çukurca gibi saldırılar mı olacak?

Müzakere sürecinin sarsıldığı bir süreç değil bu! Müzakere masası bizzat hükümet tarafından devrildi. "Ne müzakeresi kardeşim?" mesajı hükümet tarafından verildi.

Hükümet müzakere masasından PKK'nın kalktığını söylüyor. Size, "Artık kritik süreçleri atlattık. Ortada protokol falan yok" mesajını kim getirdi?

Eğer Hükümet ısrarla çıkıp "hayır, asla böyle bir şey yok" desin, çıkıp birlikte açıklayalım! Bakın... Müzakere sürecini kesmeyi, hükümet zaten seçim öncesinde kararlaştırmıştı. 150 bin kişilik özel orduyla ilgili yasayı bile Meclis kapanmadan hemen önce çıkardı. Silvan kırılma noktası deniyor ya...

Evet...

Silvan, PKK'nin planladığı bir eylem değildi. Silvan, PKK'nin sabit bir birime saldırısı değildi. Silvan, baskın değildi. PKK'nin kampına doğru giden askerî birliğin PKK'lilerle karşılaşması sonucunda yaşandı Silvan. Ölen PKK'liler olsaydı, kimse Silvan kırılma noktası demeyecekti.

Öcalan da Silvan'ı eleştirdi. Zaten avukatlarla görüşmeyi de böylece kesti, değil mi?

Öcalan 10 metrekarelik bir İmralı çukurundan bütün dünyayı takip etti. Biz o gün Diyarbakır'daydık ve asker üç gündür operasyon yapıyordu. Silvan'dan sıcak çatışma haberleri geliyordu. Bunu basın da takip ediyordu.

Silvan yaşandığı gün, Demokratik Toplum Kongresi özerklik ilan etti. Bütün bunlar müzakereleri sürdürmek için yapılan hamleler miydi?

Hükümet, müzakereyi terk ettiğini açıklayamadığı için Silvan'ı kullandı. Silvan'ı bir fırsata dönüştürdü. Sanki PKK, müzakereleri bitirmek için bunu yaptı havasını yaydı. Oysa Silvan, bir askerî operasyonda PKK'yle karşılaşma sonucunda ortaya çıkan acı bir bilançoydu.

Hükümetin yeni müzakere teklifine dönersek... BDP'nin, hükümetten, Kandil'den ve İmralı'dan bağımsız bir barış planı var mı?


Elbette var. İroni olsun diye söylüyorum. Başbakan'ın deyişiyle "talimat alarak yaptığımız" bir barış planı değil bu. Elimizde, BDP'nin parti meclisinin tartışarak hazırladığı bir barış planı var. Geçen ekimde BDP'nin genel kurulunda bu planı biz maddeler halinde açıkladık. Ama BDP'nin hiçbir barış planı bugüne dek tartışılmadı. Hükümetin varmış gibi olan fakat bir türlü öğrenemediğimiz barış planları hep tartışıldı. Asıl soru şudur. Hükümetin bir barış planı var mı?

Siz barış için ne istiyorsunuz?

Biz, anadilde eğitim istiyoruz. Türkiye'nin tamamında yerel yönetimlere yetki istiyoruz. Ezilen, yok sayılan bütün kimliklerin tanınmasını ve anayasal güvence altına alınmasını istiyoruz. Anayasal vatandaşlık istiyoruz. İfade, basın özgürlüğü ve örgütlenme hakkı istiyoruz. Bunları Türkiye Cumhuriyeti'nin bütün vatandaşları için istiyoruz. Elbette Kürtler için de istiyoruz.

Öz savunma gücü istiyor musunuz?

Bu tümüyle çarpıtmadır. Sanki PKK'ye bağlı bir öz savunma birlikleri kurulacak gibi ifade ettiler bunu. O insanlar, öz savunma birliği olmak için dağa çıkmadılar. Bakın... Dünyada hem özerk bölgelerde hem de yerinden yönetimin güçlü olduğu yerlerde, yerel güvenlik birimleri yerel yönetimlere bağlıdır. New York Polisi, New York Belediye Başkanı'na bağlıdır. İstanbul'da, Antalya'da ve Diyarbakır'da da böyle olmalıdır. Yerinden yönetim budur!

Polis kime bağlı olmalıdır?

Polis, İçişleri Bakanlığı'na değil, yerele bağlı olmalıdır. Ulusal sınırları savunan ordu ise Ankara'ya bağlıdır. Bizim önerimiz budur. Yoksa, PKK'nin silahlı militanları dağdan inecek ve öz savunma birliklerini oluşturacak diye bir düşüncemiz yok bizim. Bu yanlış bir şeydir de. Dedim ya. Bunun için dağa çıkmadılar onlar.

Hükümet nasıl bir çözüm bekliyor sizce?

Hükümet'in bütün derdi, "PKK teslim olacak mı? Silahı bırakacak mı?" meselesi. Hükümet için bir tek PKK gibi bir terör sorunu var. "TRT Şeş'i açtık. Özel Kürtçe kurs açtık. Üniversitede bölüm açtık. Terör sorununu çözersek, geriye bir sorun kalmaz" diyor hükümet.

Yakında da okullarda Kürtçe seçmeli ders olacak gibi gözüküyor. Kürtlerin hakları ve demokratikleşme açısından iyi bir adım değil mi sizce bu?

Bir halkın kendi anadilini öğrenmesi seçmeli ders olamaz. Biz seçmeli derse karşı değiliz, bu yapılsın ama hükümet anadilde eğitime kesinlikle karşı olduğunu söylüyor. Çünkü hükümet, tek ulusa ve tek dile dayalı ulus yaratma projesinden vazgeçmiyor. Bu projeye göre de, Türkiye'de her şey Türklerindir. Polis Türklerindir, savcı Türklerindir. Polis, Türk polisidir. Sporcu bile Türk sporcusudur. Dolayısıyla hükümet, tekleştirmeye ve asimilasyona zarar verecek bir adım atmaya yanaşmıyor. Eğitim sistemini değiştirirken, okullarda okutulan tarih, coğrafya, inkılâp tarihi, vatandaşlık kitaplarındaki farklılıkları yok sayan anlayışı değiştirmiyor.

Ders kitaplarında tam olarak neyi değiştirmiyor?

Mesela inkılâp tarihi kitabında Kürtler iki yerde geçiyor. O da, zararlı Kürt cemiyetleri sayılırken. Onun dışında Kürt yok. Çünkü Kürtler hep zararlıdır. Oysa Kürt halkı diye bir şey var Türkiye'de. Onların tarihi nerede? Nereden gelmişler? Ataları, dedeleri kim? Nerede savaşmışlar? Kahramanlıkları, yenilgileri var mı? Biz hep Türk tarihini okuyoruz Orta Asya'dan bu yana gelen. Benim çocuğum da onu okuyor. AKP asimilasyondan vazgeçtiyse eğer, benim çocuğumun tarihi nerede? Tarih öğretilirken Kürt yok. Dil öğretilirken yok. Coğrafya anlatılırken Kürdistan diye bir şey yok. Oysa Kürdistan diye gerçek bir yer var yeryüzünde. Kürt halkı geçerken buraya uğramış bir halk değil. Kürtler, anavatanında yaşayan bir halktır. O nedenle...

O nedenle...

Kendini Türk olarak tanımlayan ne hakka sahipse, kendini Kürt olarak tanımlayan da aynı hakka sahiptir. Ama kaygı şudur. "Peki, o zaman bunlar ayrışmaz mı?" Biz de ayrışma istemiyoruz. Bölünme olmasın! Gelin bunun tedbirini birlikte alalım.

Nasıl tedbir alacaksınız?

Ortak resmî dilimiz Türkçe olsun. Kürtçe eğitim alan çocuğa da mutlaka Türkçe öğrenme zorunluluğu konulsun. Ben bundan gocunmam ki. Tam tersine, ben bu ülkenin vatandaşıysam ve vergi veriyorsam, bu benim hakkımdır. Ama özerk bölgede, okulda ve kamusal alanda iki resmî dil olabilir.


YARIN: İmralı, Kandil, hükümet ne istiyor?

İran, Türkiye'ye Karşı Askeri Alarmda!

Tahran - Suriye ve Malatya'da kurulan füze kalkanı projesi sonrasında ilişkileri gerilen Türkiye-İran arasında yeni gerilimler yaşanıyor. İran ordusunun, Türkiye'ye karşı alarm durumuna geçtiği ve askeri tedbirler aldığı bildiriliyor. İsrail'i korumak için Türkiye'den sonra Basra Körfezi'ne de füze savunma sistemleri kurulacağını iddia eden İranlı yetkililer, "Acı olan bunun Müslümanların parasıyla yapılıyor olması" dedi.

İranlı Öğrenciler Haber Ajansı'nın (ISNA) haberine göre, Devrim Muhafızları Hava-Uzay Kuvvetleri Komutanı Tuğgeneral Emir Ali Hacızade, bir törende yaptığı konuşmada, bölgedeki füze savunma sistemlerine ilişkin değerlendirmelerde bulundu. Tuğgeneral Hacızade, ''Siyonist rejimi korumaya yönelik işgal topraklarında (İsrail) ve Akdeniz'de birkaç sistem oluşturuldu" diyen Tuğgeneral Hacızade, İsrail'i korumaya yönelik füze savunma sistemlerine karşı gerekli önlemleri önceden aldıklarını da iddia etti. Basra Körfezi'ne de füze savunma sistemi kurulacağıyla ilgili açıklamayı zaten beklediklerini ifade eden Hacızade, ABD ve İsrail'in erken uyarı, bilgi toplama ve füzelerin yön tayini gibi sistemler kurma planlarının hayata geçirildiğinden haberdar olduklarını belirtti.

İsrail'i korumak için Türkiye'den sonra Basra Körfezi'ne de füze savunma sistemleri kurulacağını iddia eden İran, "Acı olan bunun Müslümanların parasıyla yapılıyor olması" dedi.

'TÜRKİYE'YE KARŞI TEDBİR ALDIK'

İranlı komutan Emir Ali Hacızade, ''Hem Basra Körfezi hem de Türkiye'deki füze savunma sistemleri, siyonist rejimin emniyetini temine yöneliktir. Ancak biz bunlar için gerekli hazırlıkları önceden düşünmüşüz'' dedi. Savunma Bakanı Ahmed Vahidi de Basra Körfezi'ne füze savunma sistemlerinin kurulması planının ABD ve İsrail'in işi olduğunu söyledi. Vahidi, ''Biz, en başından beri bu işi reddettik, bunu bölge güvenliğine karşı bir durum olarak değerlendiriyoruz. Dostlarımıza bu konuya girmemeleri için çaba göstermelerini tavsiye ettik'' şeklinde konuştu. ABD'nin Basra Körfezi bölgesine füze savunma sistemi yerleştirilmesi için Suudi Arabistan ve diğer Körfez ülkeleri nezdinde girişimlerde bulunduğu basında yer almıştı.

İran ve BM Güvenlik Konseyi'nin daimi üyeleriyle Almanya'dan oluşan 5 artı 1 ülkeleri arasındaki nükleer müzakerelerin ikinci turunun Bağdat'ta yapılacağı belirtildi. İran Ulusal Yüksek Güvenlik Konseyi Genel Sekreterliği'nden yapılan açıklamada, ilk tur müzakerelerin 14 Nisan'da İstanbul'da yapılacağı, buradaki görüşmenin ardından ikinci turun tarihinin belirleneceği belirtildi. Taraflar en son Ocak 2011'de İstanbul'da müzakerelerde bulunmuş, ancak kayda değer sonuç alınamadığı için müzakerelere ara verilmişti.

Zübükleşen Bir Devlet

Zübük tiplemesini az çok artık herkes biliyor. Aziz Nesin’in kaleme aldığı Kemal Sunal’ın beyaz perdede canlandırdığı Zübük tipik bir kasaba politikacısıdır. 

Kasaba politikacılığı neyi ifade ediyor? Kasaba politikacılığı ayak oyunlarına dayalı, üçkâğıtçılığı içeren, başkalarını manipülasyonu esas alan, ajitatif, duygular üzerinde oynayarak günü kurtarmak için uygulanan politikadır. 

Denilecek ki yukarıda sıralananlar başka kişilik yapılanmalarında da vardır. Örneğin feodallerin benzer bir yönetme yürütme biçimi vardır. Denilecek ki söylenenleri özel savaş kurumları da uyguluyor. 

Sosyal olaylar başka sahalarda olduğu gibi bıçak gibi birbirinden ayrılmazlar, kesilmezler. Mutlaka benzerlikler, yakınlıkları olacaktır. Ancak yukarıda dile getirilen kasaba politikacılığının esası günü kurtarmaktır. Özel savaş sistemleri uzun vadeli politikalar üretirler. Bu politikalarla toplumları yönlendirmeyi esas alırlar. Yine feodal yapılarda bu yönetme biçimi kurumsallaşmış ya da atalardan öğrenilenin bir tarz haline getirilmesi söz konusudur. .

Lakin bizim söylediğimiz kasaba politikacılığın çokta ciddi bir sistemi yoktur. Bir sorunla karşılaşılmışsa bu sorunu aşmak için o an üretilen bir politikadır. Yani benzer sorunları ancak ortamlar farklı oldukları için çözümleri de farklı üretebilirler. Çünkü birinin yanında zaman mekân koşulları farklı olduğu için çözümü bir şekildedir, diğerinin yanında zaman ve mekân koşulları farklı olduğu için çözümü bir şekildedir. 

Örneğin kasaba politikacılığı yapan tipler birinin yanında dindar olabilirler, ancak diğerinin yanında laikliğin savunucuları da olabilirler. Çünkü bu kişiliklerde en az bulunan, ilkelerdir. Esasta fırsatları değerlendirirler. Fırsatçıdırlar. Kaptı kaçtı diyorlar son zamanlarda bu tiplere… Kaptı kaçtı kişilikleri vardır, yaranmacıdırlar. Sağlıklı bir dünya görüşleri yoktur. Dünya görüşleri onların çıkarlarıdır. O anki çıkarları demek gerekir. 

Kasaba politikacılığına en iyi örnek Aziz Nesin’in çizdiği bu Zübük tipidir. Geçmişte en ileri düzeyde Zübük olarak Erdoğan’ı tarif etmiştik. Nedeni ise Zübük filminde Zübük rolünü oynayan Kemal Sunal’ın gösterdiği:

“Zübük, kendisine dindar görünümü vererek dindarlığın tüm nimetlerinden yararlanarak bunu istismar ederek durumu -pozisyonu lehine çevirebilen bir tiptir. 

Zübük kendisini vurmaya gelenleri atlatmak için namazı, niyazı saatlere uzatabilir. 

Zübük dindarlık kisvesiyle saygın bir insanın kızı ile oynayarak düşürebilir. 

Zübük öyle bir tiptir ki kimse yokken namaz kılmaz. Ancak camide hem de çok sincice hoparlörleri açarak rakibini cami yapımında-ki rakibi okul yapımına dönük düşünceler öne sürdüğü sırada- tahrik ederek teşhir edebilir. 

Zübük kendi kasabalılarıyla ile yürürken gazetecilere ayrı bir görünüm vermek için kaçırılmış süsü vererek oyun oynayabilir. Polislerce alı konulan akrabalarına karşısında kurtarıcı olarak çıkabilir. 

Hem tutuklanmalarının gerekçesi hem de serbest bırakmanın nimetlerini cebine atabilir.

Zübük kendisini basmaya gelen esnaf, manav, dükkân sahiplerini atlatmak için kendisini iki tipe büründürerek dalavereden kaçınmaz. Kazıkladığı esnafları savunuyormuşçasına yüzbaşı rolü oynayabilir.

Çıkarlarını yüz başı karşısında savunabilir. Ve de ona yönelmeye gelenleri mahcup düşürebilir.

Zübük bir partinin kuruluşunda çok fazla bağırdığı için başkan seçilebilir. 

Zübük öyle bir zübüktür ki karısını da kendisine benzeştirmekten zorluk çekmez.

Gelenlere rüşvet verdikleri için fırça atar ancak çekmeceyi çekerek de paranın nereye atılması gerektiğini gösterir. Yâda masa üstünde bulunan bezi kaldırarak paranın nereye indirilmesi gerektiğini gösterir.” 

Evet, Zübük böyle yetenekli ama bu zübüklüğün sadece birkaç saatlik etkisi vardır. Çünkü diyorlar ya: “yalancının mumu yatsıya kadar yanar” diye. Yani zübük’ün yaptıkları hep yatsıya kadardır. Ya da daha az bir zamanda açığa çıkarlar. 

Evet, Türkiye’de iktidarına çalışan devlet memurları, siyasetçileri, medyacılarının tümü neredeyse bir zübükleşmeyi yaşıyorlar. 

Kasım Engin

Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi

www.navendalekolin.com - www.lekolin.org - www.lekolin.net – www.lekolin.info

Yeşil Sermaye'nin 'Karakutusu' Deniz Feneri İddianamesi Hazır


Ankara - Yeşil sermayenin bir uzantısı olarak değerlendirilen Deniz Feneri soruşturmasında 550 sayfalık iddianame hazırlandı. 230 klasör delilin toplandığı soruşturmada 20 sanık var.

Davanın sanıkları arsında eski RTÜK Başkanı Zahid Akman ve Zekeriya Karaman bulunuyor. İddianame savcılığa gönderilecek.

Deniz Feneri Soruşturması kapsamında tutuklanan ve aralarında Zahid Akman'ın da bulunduğu 6 kişi 21 Ekim 2011’de serbest bırakılmıştı.

Deniz Feneri e.V. Derneği’ne yönelik soruşturmayı yürüten yürüten üç savcı da aynı yıl 21 Ağustos’ta görevden alınmıştı.

CHP Denizli Milletvekili İlhan Cihaner, Deniz Feneri e.V davasını yürüten savcıların görevden alınmasını, “Türk hukuk sisteminin uluslararası saygınlık noktasında sınav verdiği bir soruşturmaya, doğrudan doğruya müfettişler eliyle, HSYK eliyle müdahale ediliyor” sözleriyle yorumlamıştı. Cihaner, “Anlaşılıyor ki soruşturma AKP’ye ulaştı ya da ulaşmak üzereydi, onun için ‘dur’ demek gerekiyordu” ifadelerini kullanmıştı.

Deniz Feneri soruşturması kapsamında ilk kapsamlı gözaltı operasyonu 6 Temmuz 2011’de gerçekleşti. Almanya’daki Deniz Feneri e.V. bağlantılı soruşturma kapsamında Radyo ve Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) Üyesi Zahid Akman ile Kanal 7 Genel Yayın Yönetmeni İsmail Karahan, Genel Müdür Yardımcısı Mustafa Çelik ve Finans Müdürü Erdoğan Kara gözaltına alınmıştı.

DAVANIN GEÇMİŞİ

Almanya’nın en büyük bağış skandalı davası olarak bilinen Deniz Feneri e. V. ile ilgili Türkiye’de de üç yıl önce soruşturma başlatıldı ancak henüz dava açılmadı. AKP iktidarı döneminde ortaya çıkan bu skandal Türkiye’nin en uzun süreli soruşturmalarından biri haline geldi. Dava Türkiye’de 2008 yılı sonundan bu yana gündemde.

Deniz Feneri davasını ilki Eylül 2008’de Almanya’da karara bağlandı ve mahkeme üç dernek yöneticisi olan Mehmet Gürhan, Firdevsi Ermiş ve Mehmet Taşkan’ın hakkında suçu sabit görülmüş ve toplamda 10 yıl 5 ay hapis cezası vermişti. Deniz Feneri e. V’nin malvarlığı ise kamuya devredilmişti. Alman savcılar toplam 41 milyon euro bağış toplandığını belirlerken, bu paranın 17 milyon euroluk kısmının Türkiye’ye gönderildiği tespit edilmişti. Ancak Türkiye’ye gönderilen 8 milyon euroluk kısmın Türkiye’deki Deniz Feneri’ne aktarıldığı belirlenmiş, kalan kısım ise netlik kazanmamıştı.

Şubat 2009’da Frankfurt Başsavcısı Doris Möller Scheu Avrupa’da yayın yapan Kanal 7 televizyonunun 28 bin kişiden 41 milyon Euro para topladığını, bir kısmının Deniz Feneri’ne verildiğini bir kısmının da amacı dışında Türkiye’de bazı kişi ve kuruluşlara nakit olarak aktarıldığını söylemişti.

Şubat 2009’da ayrıca Avrupa Parlamentosu (AP) Dış İlişkiler Komisyonu'nda kabul edilen Türkiye raporunda, Deniz Feneri ve İslami holdinlerin gerçekleştirdiği yeşil sermaye vurgunlarıyla mücadele konusunda hükümetin adli makamlarla daha sıkı işbirliği yapması istenmişti.

Nisan 2009’da Alman makamları 16 zanlı hakkında yürüttükleri soruşturma kapsamında, Frankfurt bölge mahkemesi savcılığının adli yardım talebinin Almanca ve Türkçe metinlerini Türkiye Adalet Bakanlığı’na elden ulaştırmıştı. Aynı ay içerisinde Bakanlıkta incelenen evrak, Ankara Başsavcılığı’na ulaştırılmıştı.

Son olarak 3 Ocak 2011 tarihinde Deniz Feneri soruşturmasını yürüten 3 cumhuriyet savcısı, soruşturmayla ilgili delil toplama ve ifade almak için Almanya’ya gitmişti.

AKP BAĞLANTILARI

2009 yılında CHP’li Atilla Kart, ‘Deniz Feneri, AKP ve YİMPAŞ arasında sermaye akışına yönelik bulgular var’ iddiası üzerine Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı harekete geçmişti. Atilla Kart, “YİMPAŞ, Deniz Feneri ve AKP ilişkilerini, sermaye akışını gösteren belli bazı bilgi, bulgu ve duyumlarımı ilgili savcılara ulaştırdım. Endişem, idari aşamadaki delillere yönelik olarak hükümet kaynaklı karartma girişimleri” demişti.

Eylül 2008’de Başbakan Erdoğan’ın gizlemeye çalıştığı Deniz Feneri davasındaki yolsuzluk belgeleri de tek tek ortaya çıkmıştı. Deniz Feneri davası sanığı Mehmet Gürhan’ın kasasından o dönem Erdoğan’ın sözcüsü Mehmet Akif Beki ile Zahit Akman'ın da isminin yer aldığı Kanal 7 ve Deniz Feneri yöneticileriyle ortaklığının belgesi çıkmıştı. Bu belge Yeni Özgür Politika gazetesi tarafından ele geçirilmişti. Belge, Deniz Feneri davası sanığı Mehmet Gürhan, o dönemde Erdoğan’ın başdanışmanı Mehmet Akif Beki, RTÜK Başkanı Zahit Akman, Türkiye Deniz Feneri Derneği Başkanı Engin Yılmaz ve Kanal 7 Yönetim Kurulu Başkanı Zekeriya Karaman’ın birlikteliğine ışık tutuyordu.

ANF NEWS AGENCY

Kürtler, Kürdistan, PKK ve İşgalciler Üzerine...

1. PKK, son bir yıldır Suriye politikasında gösterdiği başarıyı ne yazık ki Türkiye'de gösteremiyor. Çünkü bu iki bölgede Kürtler ve egemenler arasındaki ilişki farklı biçimlerde kurulmuştur. Türkiye'deki Türk-Kürt ilişkisi çarpıktır ve bir Stockholm Sendromu örneğidir.

2. Türkiye'de Kürtler ne vardır ne yoktur. Sistem, onları ne yok saymıştır ne de var. Bu yüzden herkes uyku ile uyanıklık arasında bir boşluktadır. Suriye, Irak ve İran'a kıyasla Türkiye'de bir Kürdün sisteme entegresi daha kolaydır çünkü Kürtler Kemalist darbe ile Türk olarak tanımlanmışlardır ve bu tanım Türkiye'nin hukukî, beşerî ve ekonomik alanlarında karşılık bulmuştur.

3. Türkiye'de Kürtlerin birer Türk vatandaşı olarak sistem içinde kendilerini görece ifade edebiliyor oluşu (seçme-seçilme hakları vs.) Kürtlerin sistem içinde yer edinmesine sebep olduğu için ruhsal ve fiziki kopuşu yavaşlatmıştır. Sözgelimi Roboskî'de 34 Kürdün öldürülmesinden sonra büyük çoğunlukla Kürtler, bu olayı Türk devletinin Kürtlere yaptığı bir saldırı olarak değerlendirmek yerine 'devletin kendi vatandaşlarına uyguladığı bir zulüm' olarak değerlendirmiş ve 'hükumetin bu konuyla ilgili hesap vermesini' istemişlerdir. Oysa Halepçe, Amûdê Sineması ve 2004 Qamişlo olayları incelendiğinde, tepkilerin kaynak ve muhtevasında yapısal farklılıklar net bir şekilde görülecektir.

4. Yirmi yıldan bu yana BDP gibi Kürt partilerinin varlığı ve dolayısı ile siyasal sistem içindeki bu ifade ediş, her ne kadar Kürtlerin kendilerini 'diğer' olarak tanımlamasına engel olmuşsa da varlıkları tümüyle olumsuz değildir. Çünkü bu varlık yine de Kürtleri talepler konusunda diri tutmuş ve toparlamıştır. Kürt siyasal partileri yasalara göre Türk partileri olmasına rağmen kitleleri Kürttür ve sosyalleşme onlara kimi duygular aşılamıştır. Fakat bu partilerin çoklukla kendilerini 'Türkiye partisi olmak' üzerine kurgulamaları, adayları arasında Türk politikacılara yer vermeleri, direkt olarak Kürdistan'ın ayrı bir bölgesel yönetime kavuşmasına dair bir talepte bulunmamaları, durumu Kürtler açısından içinden çıkılmaz bir hale sokmuştur. Bu yüzden de bu durum parti taraftarlığı dışında bir kimliğe dönüşememiştir.

5. Türkiye, çoğunluğu aynı bölgede yaşamasına rağmen Kürtleri, Suriye'dekine benzer bir şekilde vatandaşlık bağı açısından hiçbir zaman reddetmemiştir. Kürtler bu ülkede Türk üst kimliğini kabul etmeleri halinde cumhurbaşkanı dahi olabilmişlerdir. Yine aynı şekilde Kürtler de Türk vatandaşlığını reddetmemiş, vatandaşlıktan çıkarılanlar yıllar sonra yine Türk vatandaşı olabilmek için başvuruda bulunmuşlardır. Oysa ki 1943-1946, 1967 ve 1977 olaylarında Irak'ta yaşayan Kürtler, Bağdat'a karşı kimliksiz olmayı tercih etmişlerdir. Yine aynı şekilde Gandhi hareketinin Britanya tarafından kendilerine verilmiş pasport, kimlik, geçiş izni vb. belgeleri topluca yakma ve reddetme gibi bir direnç göstermemişlerdir.

6. Irak'ta bir kitle yasal olsun ya da olmasın Kürt veya Kürdistan adıyla bir parti kurabilir. Irak tarihinde bu hep böyledir. Suriye'de ise bu durum kanunla yasaklanmıştır. Türkiye'de salt bu duruma işaret eden bir yasaklama olmadığı halde Kürtler, adında Kürt veya Kürdistan geçen yasal bir parti girişimi gerçekleştirmemişlerdir. Çünkü bu durum algıda bir 'imkansızlık' ve 'öğrenilmiş çaresizlik' yarattığı için Kürtlerce de kabul edilmiş ve böyle bir girişim olmamıştır. İşte bu üç durum, millî, karşıt ve entegre politikalar olarak üç farklı yaklaşımın çıkmasına sebep olmuştur.

7. Irak'ta Kürtler, önceleri Kürdistan toprakları dahilinde, ardından da merkezî hükumete karşı bir millî politika ve millî söylem geliştirmiştir. Suriye'de ise Fransızlara karşı bağımsızlığın ilan edilmesinden sonra değişen ortamda Kürt partileri kurulmuş ama bu partileri faaliyet alanları yasaklandığı için yer altına çekilmişlerdir. Suriye'de nasıl bir politika izlemeleri konusundaki fikir ayrılıkları partilerin sürekli bölünmesine sebep olmuştur. Nitekim şu an Suriye'de en az 26 Kürt partisi mevcuttur ve son olaylarla birlikte legal alana çıkmaya başlamışlardır. Türkiye'de ise HEP, DEP, HADEP, DEHAP vs. partileri ile Türk devletine kendi kanunları çerçevesinde entegre siyaseti izlenmiştir. Sürgünde Kürt Parlamentosu girişimi ve Leyla Zana'nın Kürtçe yemini dışında ciddi bir karşı duruş ve Kürdistanî bir durumdan söz etmek mümkün değildir. Nitekim parlamento kısa bir süre sonra işlevsiz kalmış, Zana'nın yemini ise "Türk ve Kürt halklarının kardeşliği"nden bashettiği için Kürt milliyetçilerince eleştirilmiştir.

8. Suriye’de Kürt partileri, Türkiye'deki legal ve illegal partilere nazaran daha az diasporaya ihtiyaç duymuşlardır. Irak'ta ise bu durum savaş halleri dışında olmamıştır. Sözgelilimi PKK, henüz ilk yıllarında kurulduğu topraklardan çıkmak zorunda kalmış ve önce Lübnan'a ardında da Irak topraklarındaki Kürt bölgesine yerleşmiştir.

9. İran'da ise iki siyasi dönemden bahsedilmelidir. Mollalar öncesi ve sonrası. Ama ikisinde de Kürdistan bir ülke olarak vardır, kısmen bir statüye de sahiptir. Kürt partileri yoğun olarak burada çalışmalar yürütmüş, başarılar elde etmiş ama dağlarda elde edilen zaferlerini siyaset masasında kurşunlanmayı hesap edemedikleri için kaybetmişlerdir. Irak'ta ülke ve statü durumu İran'dan daha gelişkindir. Türkiye'de halen tartışmaya açılamayan Kürdistan otonomisi, 1970'li yılların ortalarında Irak'ta anlaşmaya bağlanmıştır. Bu her iki ülkedeki toprağa bağlı tanım, Kürtleri var kılar. Oysa Türkler, 1941 Coğrafya Kongresi ile Kürdistan'ı Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu olarak isimlendirmiş ve hem Kürdistan'ı hem de buna bağlı olabilecek siyasal bilinci ortadan kaldırmışlardır. Kürtler de buna adapte olmuşlardır. Kürt siyasal gelişiminin olduğu veya bölgenin isyanlarla gündeme geldiği dönemlere denk gelen seçimlere bakıldığında bu durum daha da anlaşılır olacaktır. Seçim sonuçları, seçimlere katılım oranlarının yüksekliği vb. göstergeler büyük oranda bir kabulün de göstergesidir. Halen bile birçok Kürt siyasetçisi Türk partilerinde yönetici veya parlamenter olarak görev almakta, Türk partileri Kürt illerinde yüksek sonuçlar almakta, merkez Kürt partilerinin bile yöneticileri Kürdistan demek yerine bölge, doğu, güneydoğu vb. tanımlamaları farkında olmadan kullanmaktadır.

10. Bütün bu durumlar göz önüne alındığında PKK gibi bir hareketin Türkiye'deki Kürtler içinden çıkmış olması mucizevî olarak nitelenebilir. Fakat bu hareketin işi gerçekten çok zordur. Bu zorluğun büyük bir kısmı aşılmış olsa da bu büyük hareketin Türklerin entegrasyon mantığını aşmadığı söylenebilir çünkü toprağa dayalı bir tanımlama yapmaz. Bu durumun ortaya çıkardığı mantıktan dolayı da çoğu kez, Kürtlerin Türkiye'den ne talep edeceği de şaşılır: Kültürel haklar mı? Siyasi haklar mı? Statü hakkı mı? Türk ordusu ve Kürt ordusu arasındaki savaşın bitirilmesi mi? Başka bir ülke ideası mı? İşte bütün bunlar Türk politikasının Kürtleri hem var hem yok sayması ile birbirine karışmıştır. Mesela 2000'lerin başından bir önceki seçim dönemine kadar "barış süreci" adı verilen dönemde sadece kültürel haklar talep eden harekete devlet, bu hakların hiçbirini vermemiştir. Oysa yasal partisi aracılığıyla 100'e yakın belediyeyi dolaylı da olsa PKK'ye vererek Kürtleri sisteme dahil etmiştir. Bunun olumlu daha çok sonucu olmasına rağmen birçok yerde ihale kavgaları ve küçük hesapların ortaya çıkması yer yer Kürt partisine olan güveni kırmıştır. Birçok belediyede imkansızlıklardan dolayı başarısızlık yaşanmış ve bazı illerde kazanılmış belediyeler kaybedilmiştir. Buradaki tehlike Kürt hareketinin AKP, CHP veya MHP'ye benzer bir şekilde bir parti hareketine dönüşmesi tehlikesini yaratmıştır. Devletin benzer şekillerde Ecevit ile Türkiye'de solu, Devlet Bahçeli ile ülkücü hareketi, Erbakan ve Erdoğan ile Milli Görüş'ü bitirmesi gözden kaçmamalıdır.

11. Diğer taraftan Kürt gençleri dağa çıkar, bilinç sıçraması yaşarlar ve özgür bir ülke için mücadele ederler. Ama bu entegrasyon mantığından dolayı bir süre sonra hedefleri Kürt ülkesi istemek yerine Türkiye içinde üstelik toprağa bağlı olmayan bir özerklik anlayışına evrilir. Bu savaş da Türkiye'nin demokratikleşmesi savaşına döner. 2007'de bir gerilla annesi oğlunun cenazesinde şöyle bağırır: ‘’Oğlum Demokratik Türkiye için değil Bağımsız Kürdisan için şehit oldu, bu böyle biline... ‘’

12. Asimilasyon hızla devam etmekte ve Kürtler, Kürt sorununu dahi Türkçe konuşmaya başlamışlardır... İşte tam da burada PKK'nin işi zordur çünkü kendisini üzerine bina ettiği temel nokta tanımsızdır. Mesela Kürdistan, Doğu ve Güneydoğu Anadolu olmuştur. Değilse bile 22 özerk bölgeye ayrılmış Türkiye içinde birkaç bölgeden oluşmuş bir yönetim bölgesidir. Kürt bağımsızlığı, Kürt özgürlüğü ifadesiyle yer değiştirmiştir. Türk devleti, Türk ordusu, Türk başbakanı vs. Kürtlerin de devleti, ordusu, başbakanıdır. Bu durum tümüyle reddedilemez. PKK'nin Türk devletinin bütün baskılarıyla karşılaşan gazete ve internet sitelerinde bile bu yaralı bilincin yansımalarıyla karşılaşılır: "Başbakan şöyle dedi...". Kimdir bu başbakan? Kürtlerin de başbakanı mıdır yoksa "Türk Başbakanı" mıdır? İşte tam da tanımsızlıktan kaynaklı bu durum, Kürtleri Türk devleti karşıtlığından hükumet aleyhtarlığına taşır farkında olmadan. Mesela polis, asker ve yargı Türk devletinindir ama bütün Kürt siyaseti, 'AKP'nin polis, asker ve yargısı'nı hedef alır. Sanki iktidar değişse Kürtlerle Türk devleti arasındaki sorun çözülecekmiş gibi. Oysa Kürdistan diye bir ülke vardır ve Türk devleti orayı işgal etmiştir. Hükumetler seçimlerle değişir ama Türk devletinin oraya temel bakış açısı değişmez.

13. Suriye, Irak ve İran'daki Kürtlerle Türkiye'de yaşayan Kürtlerin temel farkı bu tanımlanma meselesi üzerinden okunmalıdır. Türkiye'nin siyasi bir uyanıklıkla bilinçlerden sildiği Kürdistanîlik meselesi Kürtlerin siyasetinin yeni belirleyeni olmak zorundadır.

14. Türkiye, yarın PKK'ye seçimlere girme hakkı tanırsa ne olacaktır? Bütün davası bitecek ve Türkiye için mi çalışacaktır? Ya da yeni bir Türkiye inşaası mı önerecektir? Ne olursa olsun iktidara hiçbir zaman gelmeyeceği kesindir. O halde bu durum, baştan kaybedilmiş bir mücadele olmayacak mıdır? Ya da bir Türkiye partisi olduğu zaman Kürtler dışında bir kesimden oy alabilecek midir? Bugün BDP'nin siyasetinin Türk kesimindeki karşılığı görülmektedir ve durum hiç de iç açıcı değildir. Çünkü Kürtlerin Türk toplumuna yaklaşımı ile Türk toplumunun Kürtlere yaklaşımı aynı değildir. Bir taraf sömüren iktidarın sahibi bir toplum diğeri ise herhangi bir iktidarı olmayan ve sömürülen toplumdur. Türk siyaseti içinde yer alan Kürtlerin sayısı bu yüzden Kürt siyasetini destekleyen Türk sayısını bine katlar.

15. Dünya haritalarının yeniden şekillendiği bu dönemde artık Kürt hareketlerinin Kürdistan üzerinden bir konumlandırma zorunluluğu vardır. Bu konumlandırma, toprak merkezli bir kültür, dil, inanç ve ekonomik merkez yaratacağı için hareketleri başarıya ulaştırabilir. Çünkü Kürtlerin dinî, ekonomik ve ideolojik bütün sınıfları, Türk sistemine karşı kendi topraklarında bir alternatif yaratma ideali çerçevesinde işgalcilere karşı ikna edilebilir. Geriye kalan bütün konumlandırmalar enerji kaybı doğuracaktır. Irak Kürtleri ve dolayısı ile Kürdistan bunu başarmıştır, Suriye Kürtleri de PKK'nin müthiş siyaseti sonucunda doğru yoldadır. PKK'nin yeni dönemde Türkiye Kürtleri için biçeceği elbise, bunlar dikkate alınarak yapılmazsa Kürtleri, bu rezil Türk politikasına kurban edecektir.

İbrahim Halil Baran

Tanrıkulu: Gaz Bakan'ın Üstünde Test Edilmeli"




Sezgin Tanrıkulu : Sayın Bakan yine coşmuştur. Sayın Bakan acaba Metin Lokumcu'nun ölüm nedenini biliyor mu? Sayın Bakan bu açıklamasını acilen geri çekmeli ve kamuoyundan özür dilemelidir. Çünkü polisin gazı insanlar üzerinde, hak arayan kesimler üzerinde nasıl kullandığını herkes biliyor. Buradaki gelişigüzel ve hoyratça kullanım birçok insanın hayatına mal olmuş ve çoğu insan zehirlenmiştir. Bakanın bu açıklamasından sonra hastanelerin acil servislerine bile gaz bombası atan polis artık vatandaşların bizzat evlerine 'servise' başlar" dedi.

BAKAN'IN ÜSTÜNDE TEST EDİLMELİDİR

Bakan Şahin'in açıklamasının akla vaktiyle çayda radyasyon olmadığını göstermek için rahmetli eski bakan Cahit Aral'ın kameraların önünde çay içme eylemini  getirdiğini belirten Tanrıkulu, "Benim önerim gazın ne kadar zehirli olup olmadığı laboratuarda değil, İçişleri Bakanı üzerinde test edilmelidir. Belki bakanın zihni bu şekilde açılır ve yaptığı açıklamanın ne kadar korkunç olduğunun farkına varır" dedi.

İdris Naim Şahin’in ‘zararsız’ olduğunu açıkladığı biber gazı bugüne kadar 7 kişinin ölümüne neden oldu. Ölümlerden bazıları ‘doğrudan gazın etkisinden’ meydana gelirken, bir kısmı da güvenlik güçlerinin bombayı gelişigüzel atarak, insanlara öldürücü darbe indirmesiyle meydana geldi. Bilanço şöyle:

* 1 Mayıs 2007’de 75 yaşındaki İbrahim Sevindik biber gazından havasız kalarak öldü.

* 27 Nisan 2011’de Bismil’de gaz bombalarından etkilenen 60 yaşındaki Kazım Şeker kalp krizi geçirerek hayatını kaybetti. 

* Geçen mayıs ayında Hopa’da Başbakan Tayyip Erdoğan’ı protesto eden gruba polisin attığı gaz bombalarından etkilenen 54 yaşındaki emekli öğretmen Metin Lokumcu, kalp krizi geçirerek hayatını kaybetti. 

* 21 Mart 2012’de Newroz’da kafasına gaz bombası isabet eden Hacı Zengin hayatını kaybetti. 

* 9 Ekim 2009’da Cizre’de polisin attığı gaz bombası kafasına çarpan 18 aylık Mehmet Uytun yaşamını yitirdi. 

* 4 Nisan 2009’da Ömerli’deki yürüyüşe katılan Mustafa Dağ, gaz bombasının kafasına isabet etmesiyle öldü. 

* 12 Haziran’da Şırnak’ta polisin attığı gaz bombasından etkilenen Hatice İdin de yaşamını yitirdi.

12 Eylül'de Kaç Kişi "Hayır" Demişti?

Ben de Aslı (Aydıntaşbaş) gibi 12 Eylül davasından heyecanlanamayanlardanım.

Aslı bunun nedenini “12 Eylül bitmedi ki, bütün kurumlarıyla ayakta” diye özetlenebilecek bir gerekçeye dayandırdı.

Katılıyorum. AKP, darbenin mirasını yiyor.

Ama ben bu kitlesel heyecansızlığın ve mahkeme önündeki tenhalığın ardında bir gerekçe daha seziyorum:

Suçluluk duygusu…

Suç ortaklığı psikolojisi…

Benliği ezip çürüten bir günahkârlık hissi…


* * *

Mazide işlediği ve cezasını çekmediği bir cinayeti yok sayarak unutmaya çalışan suçlular gibiyiz.

Biliyoruz ki 12 Eylül, bizim ortak eserimiz…

Çoğumuz alkışladık, kimimiz rahatladık, kimimiz nemalandık, kimimiz susarak, oy atarak onayladık.

Bakmayın şimdi atıp tutanların kalabalığına:

İşadamından sendikasına, üniversitesinden basınına, parlamenterinden sanatçısına uzanan geniş bir kitle desteği sayesinde kolayca hükmetti, arsızca zulmetti 12 Eylül…

Şimdi kime sorsanız “Ben anayasaya ‘Hayır’ oyu vermiştim” diyor.

Öyleyse yüzde 91,3’lük “Evet”i kim verdi?

Şahin Mengü ile hesapladık:

O dönem 650 bin kişi gözaltına alınmış.

Her gözaltına alınanın 4 kişilik ailesi olsa 2,6 milyon kişi etkilenmiş demektir.
Peki, kaç kişi Evren ve anayasasına “Hayır” dedi:

1,6 milyon…

Yani bazı tutukluların aileleri bile darbeyi destekledi.

Başka söze ne hacet…


* * *

Evet, katilimize âşık olmuştuk.

Belki buradan bir çıkış ummuştuk.

Şimdi 94’lük Evren’i lanetleyip duruyorlar ya… O dönem Evren’in yurt gezilerini izlemiş bir gazeteci olarak tanıklık edebilirim:

Yüz binler darbecileri coşkuyla alkışlayarak bu suça “müdahil oldu.”

Şimdi mahkeme kapısına gidip “Darbecilerden hesap soralım” diye bağıramıyorlarsa, biraz da bu suçluluk kompleksindendir.

Evren’in tek başına yargılanıp mahkûm olması, davanın orada durması, şakşakçıları kurtarıp aklayacağı için çoğumuzun işine gelir.

* * *

Suçluluk duygusuyla baş etmenin birkaç yolu var:

Ya suçluluk duyduğunuz konudan kaçarsınız.

Ya arsızlığa vurup üste çıkarsınız.

Ya da günah çıkarıp onunla hesaplaşırsınız.


İlk iki yol kullanışlı olsa da sonunda vicdan azabına çıkar.

Sağlıklı olan, gerçeği (suçu) kabullenip sebeplerini keşfetmek, tekrarını engellemektir.

* * *

Evet, can havliyle toplu bir suç işledik.

Ama üç yıl sonra askerin işaret ettiği partiye nanik yaparak bizim alkışlara pek güven olmayacağını da ispat ettik.

Mazimizle hesaplaşabildiğimiz, suçumuzu itiraf edebildiğimiz ölçüde rahatlayacağız.

Belki o zaman, 12 Eylül’ün ezdiği solun boşluğunda iktidar olanların, iktidarken darbenin hukukuna, seçim barajına, ekonomi bakanına sahip çıkanların, cunta liderini Köşk’te ağırlayanların şimdi “Hesaplaşıyoruz” cakası satmasına göz yummayacağız.

Katilimize âşık olmamızın günahını affedecek vicdanımız…

Bundan böyle biri darbeye kalkıştığında ya da başka birileri darbenin neticelerinden nemalandığında her bir ağızdan “Hayır” diye bağıracağız.

İşte biz o gün heyecanlanacağız

www.candundar.com.tr

Özel Savaş Stratejileri-2

Gayri Nizami Harp 

Sınırları kurallarla belirlenmemiş bir savaştır. Düzenli olmayan bir savaştır. Gayri Nizami Harp daha çok gerilla savaşı için kullanılan bir tabirdir. Gerilla savaşı gibidir. Düzenli orduların, birliklerin yürütmediği bir savaştır. Yani savaşı kendi kurallarına göre belirliyor. Sürekli hareket halindedir. Sabit üslenme noktaları yoktur. Zamanı geldiğinde küçülüyor, zamanı gelince büyüyor. Kendi içinde esneme kapasitesine sahip. Özgün koşullarda yürütüldüğü için diğer normal savaşan birliklerden çok daha fazla hareket koşulları isteyen, ona göre ruhen ve bedenen hazırlıklı olan kişiler tarafından sürdürülen bir savaş, gerilla savaşıdır. Gerilla için derler ki, bir keçinin geçemediği yerden geçer. Küçük bir birlik halinde örgütlenen gerillanın kendisinden kat be kat büyük olan düşman gücünü alt edebileceği bilinir. Bu gerillanın gücünün doğa ve devasa rakipler karşısında pes etmeyen durumunu ortaya koyar. Bu şekilde gerilla savaşı için getirilen tanımlar vardır. İşte bunun için Gayri Nizami Harp, gerilla savaşı ve mücadelesi için kullanılan bir tanımdır. 

Elbette düşmanın uyguladığı ya da özel savaş içindeki Gayri Nizami Harp bundan farklıdır. Özel savaş içinde uygulanan bu yönteme Gayri Nizami Harp denmesinin nedeni, özel savaş güçlerinin kendisini gerilla gibi örgütleyerek, gerilla gibi hareket eden bir konumda tutmak istemesinden kaynaklıdır. O da gerillaya ya da düzenli olmayan birliklere karşı düzenli orduyla mücadele edilemeyeceğini ve sonuca gidilemeyeceğini görür. O nedenle de düzensiz olan ve düzenli ordu gibi örgütlenmeyen gerillaya karşı da kendisini öylesi bir güç olarak örgütlemeyi hedefler. Bunun için gerilla hangi koşullarda yaşıyorsa, onun da o koşullarda yaşayabilecek bir şekilde gücünü hazırlaması ve eğitmesi gündeme gelir. Gerillanın eylemi vur-kaç ise, baskın, sabotaj ve suikast ise o da o tür yöntemleri kullanmayı esas alır. Yani gerillanın yöntemiyle gerillaya karşı bir mücadele yürütür. Gerillanın yöntemlerini kullanarak, gerillaya karşı mücadele ettiği için bunlara gerilla denmemiş, kontrgerilla denmiştir. Gerilla yöntemlerini kullanarak gerillaya karşı savaşan güce, kontrgerilla yani karşı-gerilla tanımı getirilmiştir. İşte bu güçlerin yürüttüğü savaşa Gayri Nizami Harp deniyor. 

Özel savaş stratejistlerinin ortaya koyduğu Gayri Nizami Harp bu şekilde açımlanabilir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Kuzey Atlantik Savunma Paktı( NATO) kuruluyor. Bunun dışında dünyanın diğer kıtalarında da CENTO, CEATO gibi askeri paktlar oluşuyor. NATO bünyesinde yer alan ülkelerde ise hem sosyalist ülkelere hem o ülkelerde gelişecek sınıf mücadelelerine hem de gelişen sömürge halkların bağımsızlık mücadelelerine karşı örgütlenmeler içine giriliyor. Bu örgütlenmeler gizli örgütlenmelerdir. Açık, legal örgütlenmeler değildir. Bu örgütlenmelere NATO’ya üye ülkeler içerisinde ‘gizli NATO’lar adı veriliyor. Bu gizli NATO’lar diye oluşturulan örgütlenmelerin temel görevi ise kapitalist sisteme karşı bir tehlike varsa, ona karşı gizliden mücadele yürütmek ve bu ülkelerde gelişen devrimci mücadeleler varsa onlara karşı mücadele etmektir. Eskiden Doğu Bloğu Ülkeleri vardı, reel sosyalist ülkeler vardı. O ülkelerin bu ülkelere karşı bir harekâtı gerçekleştiği zaman da bu ülkelerde, bu devletlerin direniş birliklerinin oluşturulması görevi vardır. Bu temelde görevler atfedilerek oluşturulan örgütlenmeler de bu gizli NATO’lar kapsamındadır. Bu örgütlenmeler gizli tutuluyordu. Daha çok devlete bağlılığı ispatlamış, milliyetçi, devletçi fikirlerle donatılmış kişilerden oluşuyordu. Bu örgütlerin ideolojik söylemleri de vardır ve kendilerine isimler veriyorlardı. Vermiş oldukları isimler genel olarak 'Vatanseverler' anlamına geliyor. Dünyanın neresinde olursa olsun bu oluşan gizli NATO’larda yer alan kişiler kendilerini ‘Vatanseverler’ olarak adlandırıyorlar. Doğal olarak onların ideolojileri ve düşünceleri de ulusalcı, milliyetçidir. Ulusal ve milliyetçi düşünceler etrafında bir araya gelen bu kesimler, kendi aralarında derin, gizli ilişkiler oluşturarak hem toplum, siyaset üzerinde etkili olmaya, hem de gizliden gizliye toplumu yönlendirmeye çalışan bir güç olarak toplum yaşamında yer alıyorlardı. Bunlar Türkiye, Yunanistan, Fransa, İspanya, İtalya ve her yerde örgütlenmişlerdir. Bunların her yerde almış oldukları farklı isimler vardır. Örneğin, İtalyanlar Gladio, İspanyollar Rüzgâr Gülü, Fransızlar Sara Roza( Kırmızı Gül), Yunanistanlılar ise bunun adına Yumuşak Keçi Postu demişlerdir. Türkiye’de de buna ilk önce Seferberlik Tetkik Kurulu sonra Özel Harp Dairesi daha sonraki adına Ergenekon demişlerdir. Bunlar bu şekilde isimlerle adlandırılmıştır. Daha çok ordu içinde oluşan bir teşkilatlanma olarak ele almışlardır. Bunlar hangi ülkede örgütlendirilmişlerse, o ülkelerin değişik alanlarında üslenmişleridir. Bu üstlenme gerillaların yapmış olduğu üstlenme gibi değildir. Nasıl üsleniyorlar? Derin devlet içinde, derin ilişkiler içerisinde yer almışlardır. Devlet imkânlarına bağlı olarak kendileri için stratejik olarak gördükleri alanlarda örgütlenmişlerdir. Ne yapmışlardır? Devlet bürokrasisi içine sızmışlardır. Sivil toplum örgütleri varsa, onların içine sızmışlardır. Yerel partiler varsa onlar içine sızmışlardır. Bu şekilde toplum üzerinde etkili olabilecek şekilde kendilerini konumlandırmışlardır. Yine ülkenin değişik yerlerinde her an harekete, saldırıya geçebilecek özel birlikler oluşturmuşlardır. Bu özel birliklerin kullanacakları cephanelikler oluşturmuşlardır. İlk örgütlenme biçimi böyledir. Gerektiği zaman sürekli örgütlenen, harekete geçen bir güç olarak ele almışlardır kendilerini. 

Bu güçler kendilerini iki esas üzerinde örgütlemişlerdir. 

Bir: Gizli yeraltı unsurları 

İki: Legal yer üstü unsurlarıdır. 

Özel Harp Dairesi’ni ya da Gayri Nizami Harp’i yürütecek olan kontrgerilla yeraltı unsurları ve yer üstü legal unsurlar biçiminde örgütlendirilmiştir. Yeraltı unsurları tamamıyla belirttiğimiz temellerde örgütlendirilmişlerdir. Bunlar uyuyan birlikler temelinde, ülkenin muhtelif yerlerinde örgütlendirilmiş, harekete geçmeye hazır güçlerdir. Bunlar gerektiği zaman harekete geçeceklerdir. Düşman olarak kimi ilan etmişlerse, ona karşı saldıracak güçler biçiminde yer almışlardır. Cephaneleri vardır, devletin derin ilişkileri içinde kendilerini var etmişlerdir. Böylesi bir konumda bulunmaktadırlar. Yer üstü unsurları ise kendini açık legal alanda var etmiştir. 

Özel Harp Dairesi’nin, kontrgerillanın Gayri Nizami Harp’i yürüten güçlerin ideolojik temelini ‘vatanseverlik’ oluşturuyor. Askeri yönünü de herhangi bir tehlike karşısında harekete geçebilecek şekilde hazır tutulan güçleri oluşturuyor. Bunun yer üstü unsurları da aynı şekilde örgütlenmiştir ama legaldir, açıktır. Yani gizli değildir. Yer üstü unsurları bu anlamda ideolojik ve askeri olarak örgütlenmeler olarak kendilerini var etmiştir. Askeri olarak kendisini nasıl var ediyor? Özel harekâtı yürütecek güçler şeklinde kendini örgütleyerek var ediyorlar. Bunlar nedir? Örneğin, Türk Ordusu’nda 1960’larda oluşan komando tugayları vardır. Bu komando tugayları normal askeri birlikler değildir. Gerillaya, iç savaşa karşı mücadele yürütme temelinde oluşturulan tugaylardır. Mesela, Türkiye’de komandolara, Türk Ordusu’nun çelik çekirdeği, demir çekirdeği adı verilir. İngiltere’de SAS komandoları, Amerika’da Deniz Piyadeleri, Almanya’da G-8, Türkiye’de ise komandolar vardır. Bunlar hep özel harekâta göre ordu içerisinde oluşturulmuş özel harekât birlikleridir. Eğer Gayri Nizami Harp’in yer üstü, legal askeri örgütlerinden bahsedeceksek, bunun ordu içerisindeki özel harp, özel savaş temelinde örgütlendirilmiş halini görmek zorundayız. Daha sonraki süreçte bu askeri alandaki yer üstü unsurları, daha farklı biçimlerde kendini örgütlendirebiliyor. Bunlara “Çelik Güç”, “Çevik Güç” adı verilirken, Türkiye’de olduğu gibi “A Takımı”, “B Takımı” denildiği gibi, şimdi de “profesyonel ordu” denilebilmektedir. 

Özel Harp’in ya da legal unsurların diğer bir boyutu; siyasi partiler, sendikalar, dernekler, basın yayın organları, ideolojik kurum- kuruluşlar, bürokrasi ve entelektüel kesimlerden oluşuyor. Bunlar açık partiler şeklinde örgütleniyorlar. Nasıl temel ideoloji olarak vatanseverliği, ulusalcılığı ve milliyetçiliği öne çıkartıyorlarsa; bu temelde oluşan örgütlenmeler kendilerine milliyetçi, vatansever adlarını verebiliyorlar. Bunlar Almanya, Türkiye örneğinde olduğu gibi farklı isimler de alıyorlar. Mesela, Almanya’da Neonazilerdir, Türkiye’de Milliyetçi Hareket Partisi’dir. Değişik isimler altında da kendilerini var etmişlerdir. Bunlar halkı o temelde örgütleyerek özel savaşın kitle tabanını oluşturmayı hedefleyen partilerdir. Herhangi bir iç savaş durumunda, devrimcilere ya da egemen güçlere karşı kim mücadele ediyorsa ona karşı halkın harekete geçmesini legal alanda sağlayacak olan örgütlerdir. Böylesi partiler bunun için örgütlendiriliyor. Bu partilerin, kitleleri ideolojik olarak yönlendirmesi çalışmaları da Özel Harp’in kapsamı içinde değerlendirilir. Gazetelerin köşe yazarları bu konunun baş aktörleridir. Bunların dışında Türkiye’de olduğu gibi TRT Genel Müdürlüğü, Diyanet İşleri Başkanlığı, YÖK, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu, yazarlar özel savaş kapsamında önemli bir yer tutarlar. Bunlar, toplum yaşamının yönlendirilmesinde aktif konumda bulunanlardır. Gazetelerdeki köşe yazılarıyla ne yaparlar? Toplumu yönlendirirler. Televizyondaki programlarıyla ve herhangi bir konu üzerine ortaya koydukları görüşlerle toplumu yönlendirirler. Toplumu eğitme, yönlendirme ve bir düşünce doğrultusunda harekete geçirme temelinde faaliyet yürütürler. Bunlar, kimi yerlerin üniversitelerinde öğretim üyesidir, kimi yerlerin gazetelerinde köşe yazarıdır, kimi yerlerin mahalle muhtarıdır, kimi yerlerde ilkokul öğretmenidir, kimi yerlerde doktordur, kimi yerlerde avukat ve kimi camilerde hocadırlar. Bunlar devlet tarafından özel olarak hazırlanmış kişilerdir. Devlet, kariyeri olanları kullanır. Ama toplum üzerinde etkili olabilmek için birilerini de kariyer sahibi yapar. Kariyer sahibi yaptıklarının çoğu bu şekilde Özel Harp’in yer üstü unsurlarından oluşmaktadır. Tanıdığımız birçok kişi var. Öyle ki, yazdığı bir kitabı yoktur, ama okulda profesör olmuştur. Ya da çok sonraları birden okuma yazma öğrenmiş ya da geliştirmiş ama bakmışsınız bir kitap yazmıştır. Birileri yazmıştır, onun adına yayınlanmıştır ya da birilerinin yazdığı onun adına üniversitelere tez olarak sunulmuştur. Bu şekilde Özel Harp sadece kendini yeraltı, gizli esaslarda değil aynı zamanda yer üstü legal unsurlara dayalı olarak da örgütlemektedir. 

Bunlar, her zaman bir biçimiyle yasal kılıflar bulmaktadır. Mesela, ‘sivil savunma'dan bahsedilir. Sivil savunma kulağa hoş gelir. Sivil toplumun kendisinin savunması değildir, bu kulağa hoş gelen şey. Devlet tarafından belirlenmiş, İçişleri Bakanlığı tarafından yapabilirliği uygun görünmüş kişilerden oluşur. Bunlar herhangi bir tehlike karşısında da doğal görevli olarak kollarına takacakları bantlarla hareket serbestliğine sahip olacak kişilerdir.  Özel savaş kapsamında Gayri Nizami Harp dediğimiz Özel Harp, kendisini yukarda da görüldüğü gibi yeraltı ve yer üstü unsurları temelinde, çok farklı biçimlerde örgütlemektedir.

Aynı şekilde Özel Harp'ın eylem tarzları da çok farklıdır. Bunlar gerillaya karşı konumlandırılmışlardır. Gerillaya karşı geliştirilirken de gerilla tarzını kendilerine göre esas almışlardır. Gerilla hangi koşullarda yaşıyorsa, kendilerinin de o şekilde yaşayabileceklerini ortaya koymak istemişlerdir. Gerilla, vur-kaç, sabotaj, baskın yapıyorsa, onlar da gerillaya karşı bu tür eylemlerle sonuç elde etmeye çalışmışlardır. Ama nitelikleri ve amaçları farklıdır. Sadece gerillanın bir taklididir. Gerillanın bir taklidi olduğu için kontrgerilla kendi eğitimini yaparken, gerillanın eğitiminden esinleniyor ve kendisine göre de hedefler belirliyorlar. Mesela diyor ki, düzenli ordu gerilla karşısında başarısızdır. Kendisi buna göre neyi belirliyor? Diyor ki, ''gerillanın azami hızı, kontrgerillanın asgari hızı olmalıdır. Eğer gerillanın azami hızı, kontrgerillanın asgari hızı olursa gerillayı alt edilebilir'' diye düşünüyor. Bu ne demektir? Gerilla bir koşuyorsa, kontrgerilla iki koşmalıdır. Gerilla on gün açlığa dayanıyorsa, o yirmi gün açlığa dayanmalıdır. Gerilla belirli bir güçle eylem yapıyorsa, o ondan daha az güçle eylem yapmalıdır. Bu şekilde kendisine göre hedefler belirliyor. Buna göre de kontrgerilla elemanını örgütlüyor ve gerillaya göre biçim kazandırıyor. Mesela gerilla, karanlık ve ormanlık alanları yaşam sahaları olarak tercih ediyor. Karanlık, gerillaya rahat hareket imkânını sağlar. Yine dağlık, kayalık ve ormanlık bölgeler gerillanın barınma alanlarıdır. Çünkü düzenli ordu buralara kolayca girip hareket edemez. Kontrgerilla bunun karşısında ne yapmak istiyor? Karanlığın, gerillanın hareket zamanı olduğunu bildiği için kullanmasının önüne geçmek istiyor. Kontrgerilla karanlıkta hareket ediyor. Kontrgerilla karanlıkta hareket edince, gerilla karanlıkta savunma pozisyonuna geçmiş oluyor. Kontrgerilla ormanlarda, dağlık, kayalık bölgelerde mevzi tutmaya çalışıyor. Bu sefer karanlık, ormanlık ve sert alanlar gerilla için güvenilmez alanlar haline geliyor. Yani karanlığın, ormanın, sert arazinin gerillanın dostu olmaktan çıkarılmasını hedefliyor. Karanlığı ve sarp araziyi, ormanları kendisi için tarafsız bölge haline getiriyor. Yani gerilla da yararlanıyorsa,  kendisinin de bundan yararlanabileceğini düşünüyor. Bizim yaptıklarımızı, yapmak istiyor. Bizim yaşadıklarımızı, yaşadığımız koşullarda yaşamak istiyor. Bizim avantaja dönüştürdüğümüz zorlukları kendisi için avantaj durumuna getirmek istiyor. O temelde eğitiliyor, o temelde kendini hazırlıyor. 

Kontrgerilla eğitim kitaplarına bakıldığında görülecektir. Kontrgerillanın eğitimi, savaştırdığı güçlerin ideolojik olarak hazırlanması, tamamıyla bizim geliştirdiğimiz gerilla mücadelesini boşa çıkarma temelinde ama ona karşıtlık temelinde yapılmıştır. O konuda hiçbir şüphe yoktur. Biz nasıl savaşan bir güç olarak kendimizi ayakta tutuyorsak, onlar da bize karşı ayakta durabilmek için kendisini o temelde hazırlamak istiyor. Komando eğitimleri ya da özel harekât birliklerinin eğitimleri hep bu temeldedir. 

Bizim onlardan farkımız nedir? Biz gerillayız. Onlar bize karşı geliştirilmiştir; yani bizim taklidimizdir. Nasıl bir taklittir? Kaba, özden uzak bir taklittir. Biz inanarak, karşılıksız ve bir halk savaşçısı olarak bunu yapıyoruz. Bunun için de her şeyimizi feda etmeye hazır bir vaziyetteyiz. Ama kontrgerillanınki böyle değildir. Parayla görev yapıyor. Bir süre sonra inancının kırıldığı noktada psikopatlaşıyor. Bazıları intihar ediyor. Bazıları da farklı bir biçimde kendisini savaş dışı bırakıyor.
  
Kendini halk ve gerilla savaşına karşı eğiten kontrgerillanın, Gayrı Nizami Harp yürütenlerin kendilerini örgütlemesi, sadece bu değildir. Kendisi için tehlike olarak gördükleri gelişmeler yaşanmaya başladığı andan itibaren, ‘uyuyan birlikler’ diye adlandırdıkları yeraltı unsurlarını harekete geçiriyorlar. Bu uyuyan birlikler harekete geçtiğinde, her yol ve yöntemi kullanmayı, kendileri için mubah görüyorlar. Bu birliklerin talimatları vardır. Bu Türkiye’de de “sahra talimatnameleri” olarak geçer. Bu ‘uyuyan birlikler’ diye adlandırılan birliklerin sahra talimatnamelerinde önlerine koydukları görevler vardır. Bu birlikler her şeyi yapabilirler. İnsan öldürebilirler, insan kaçırabilirler, fidye isteyebilirler, tecavüzde bulunabilirler, soygun yapabilirler, katliam gerçekleştirebilir, sabotajlarda bulunabilirler ve her türlü şiddet içerikli eylemi gerçekleştirebilirler. Bu talimatnameleri deşifre olmuştur. Bu talimatnamelerinde açık olarak dile getirdikleri tek şey, ‘eylem serbestliği’dir. İnsan kaçırıp, çok rahat öldürüp bir kenara atabilirler. Toplumda panik yaratmak için insanları kaçırıp, tecavüz edebilirler. Fidye isteyebilirler, toplumun tanınmış kişilerine suikast düzenleyebilirler. Toplumda kargaşa yaratmak için camiler, kültür merkezleri olmak üzere birçok yeri havaya uçurabilirler. Bunlar, kendilerinin yapmaları serbest bırakılan eylemlerdir. Tehlike olarak görüldüğü dönemlerde bunları harekete geçiriyorlar. Ve halkı galeyana getirmek için de dini kullanabilirler, ırkçılığı geliştirebilirler. Yani çıkarlarına uygun ne varsa, buna göre bunlar harekete geçerler.   

Bu açıdan biz, Gayri Nizami Özel Harp içerisinde Gayri Nizami Harp’i iki boyutta ele alacağız. Bunlar: Yeraltı ve yer üstü unsurlarıdır. Bugün dünyanın birçok yerinde geliştirilen özel savaş uygulamalarını, bu gerçeklik üzerinde değerlendireceğiz. Arkadaşlar bazı yabancı Amerikan ve Hollywood filmleri izliyorlar. Son süreçte Yeşil Çam’da da ona benzer filmler yapılmaya başlandı. O filmlerde gösterilen özel harekâtlar ve özel eylemlilikler vardır. Bunlar kontrgerilla harekâtı olarak değerlendirilen harekâtlardır. Özel savaşın, Gayrı Nizami Harp dediği, yani düzenli olmayan kısmı budur. Biz buna “kontrgerilla” diyoruz. Tamamıyla özel savaşa göre şekillenmiş güçler tarafından yürütülen bir savaştır. Bunlar gerilla mücadelesini alt etmeyi esas aldığı içindir ki, gerillanın kullandığı yöntemleri gerillaya karşı kullanarak sonuç elde etmek istiyorlar. Gerillanın taklidi de olsa, tamamen gerilladan farklı bir örgütlenmedir. Bu nedenle, bu birliklere kontrgerilla adı veriliyor. 

Dünyanın birçok yerinde gerilla güçlerine karşı bunlar kullanılıyor. Hala da dünyanın birçok yerinde devletler bu tür güçlere başvuruyor. Kontrgerillanın, gerilla nasıl yaşıyor, eğitiliyor, eylem yapıyor gibi konulardan yararlanarak kendisini eğitmesi beraberinde gerillanın da kendisini gözden geçirmesi gerektiğini ortaya koyuyor. Çünkü o, gerilla karşısında başarılı olabilmek için kendisini gerilladan daha hızlı ve sonuç alıcı hale getiriyor. Bu noktada gerillanın da yapması gerekenler vardır. Bunlar; kendisini sürekli yenilemek, geliştirmek ve performansını güçlü tutmaktır. Eğer gerilla, kendisini sürekli yenilemezse, geliştirmezse, performansını güçlü tutmazsa doğal olarak kontrgerillanın da, özel harp yürüten güçlerin de belli yönleriyle sonuç alması olanaklı hale geliyor. Eski arkadaşlar bilirler. PKK mücadelesinin gelişmeye başladığı süreçten sonra bize karşı bir özel savaş yürütülmeye başlandı. Bize karşı özel savaş yürütenler belli ölçüde sonuç da elde ettiler. Elde ettikleri sonuçlar, hep gerillanın özelliklerini kaybetmeye başladığı anlarda yaşanmıştır. Gerilla ne zaman gerillalıktan uzaklaşmaya başlıyor, ne zaman asi- avare konuma düşüyor, ne zaman gevşiyor, ne zaman kurallı yaşamayı bir yana bırakıyor, gerilla kurallarına ve taktiklerine uymuyor; o andan itibaren gerilla kayıp veren, zarar gören güç durumuna geliyor. O nedenledir ki, özel harekât ya da kontrgerilla güçlerinin başarılı olmasını engelleyecek olan yine gerillanın kendisi oluyor. 

Kendini yenileyen, sürekli güçlendiren, performansını daima güçlü tutan bir gerilla, kontrgerillayı alt edecek bir güç olarak varlığını korur. Bu konuda değişik ülkelerdeki kontrgerilla hareketleri de incelenebilir. Kontrgerillanın yaşamını, eğitimlerini anlatan kitaplar vardır. Bunlar okunarak düşman daha iyi tanınabilir. Düşmanımızı iyi tanırsak, ona karşı başarılı bir mücadele verebiliriz. Kim ki, düşmanını tanımıyorsa onun karşısında başarılı olamaz. O açıdan özel savaş konusu, düşmanı tanıma, düşmanın nasıl bir güç olduğunu görme ve düşmanı küçümsememek gerektiğini bilince çıkarma açısından çok önemlidir. Düşmanını küçümseyen, tanımayan kişi düşmanı karşısından başarılı olamaz. Özel savaşın Gayri Nizami Harp diye adlandırdığı kontrgerilla bölümünü çok iyi özümsememiz, anlamamız mutlaka gereklidir. 

Bir de kontrgerillanın bir taktik olarak geliştirilerek kullanıldığı farklı uygulanma biçimleri söz konusu olmuştur. Angola’da, Nikaragua vb ülkelerde bunlar görülmüştür. Yine Kolombiya vb ülkelerde de farklı türden örneklerine rastlanabilmiştir. Angola’da Portekiz sömürgeciliğine karşı bağımsızlık mücadelesinde ilk aşamada ulusal cephede yer alan UNİTA, daha sonra CIA tarafından yönlendirilerek, oluşan yeni devlet yönetimine karşı savaştırılan bir güç haline getirilmiştir. Yine aynı şekilde Nikaragua Devrimi sürecinde Sandinistlerle hareket eden Eden Pastora tarafından komuta edilen güçler, devrim sonrasında oluşan iktidara karşı silahlı bir mücadele içerisine girmiştir. 

Kolombiya, El Salvador, Filipinler vb. ülkelerde ise kontrgerillanın daha farklı örgütlendirilişleri söz konusu olmuştur. Bu, Kolombiya’da iktidara karşı savaşan gerilla güçlerine karşı, cepheden örgütlendirilen silahlı milis ordulaşması biçimini alırken, Filipinler ve El Salvador vb. ülkelerde Ölüm Mangaları, Kafatası Avcıları vb. adlarla sokak ortalarında adam öldüren, kaçıran, tecavüz eden cinayet şebekeleri, çeteleri biçiminde örgütlendirilmişlerdir.     
    
İstikrar Harekâtı:

İstikrar Harekâtı olarak dile getirilen özel savaşın ikinci saç ayağını ise asıl ismiyle darbeler oluşturmaktadır. Aslında burada istikrar harekâtı adı kullanılarak gerçekleştirilen darbeler için meşru bir kılıf yaratılmaya çalışılmaktadır. O nedenledir ki istikrar harekâtı tanımı, özel savaşın kendi gerçeğine demagojik anlam yüklemiş olduğu bir anlamı ifade etmektedir. Çünkü istikrar düzendir. Darbeler için İstikrar Harekâtı denildiği zaman toplumun bilincinde “düzeni sağlama harekâtı” gibi bir yanılsama da yaratılmış olmaktadır. Oysa özel savaş düzen sağlama harekâtı değil, düzensizlik harekâtıdır. Sömürücü güçlerin egemenliğini garantiye alma harekâtıdır. Diktatörlüktür. Yani faşizmdir. Faşizmin sağlayacağı “istikrar” da, halkı zapturapt altına almaktır. O nedenledir ki bu zapturapt altına alma hareketlerine darbeler dememiz daha doğru olacaktır.

Darbeler; sivil hükümetlerin gerçekleşen askeri müdahalelerle, darbelerle hükümetten uzaklaştırılması, cuntaların devlet yönetimine el koyması ya da askerlerin müdahalesi sonucunda sivil hükümetlerin el değiştirmesi biçiminde gerçekleşmektedir. Bu hükümet, cuntalar ya da cuntaların kurduğu hükümetler biçiminde de olabilir. Bu darbeler stabilize yani düzen sağlama, biçim verme harekâtı olarak değerlendirilebilmektedir. Ancak darbecilerin stabilize olarak anlam biçtikleri darbelerin gerçekleşmesinden önce darbelerin kendilerine bir gerekçe yaratmaları söz konusu edilmektedir. Darbeciler gerekli gördükleri bu alt yapı hazırlıklarını da ‘destabilize’ olarak adlandırmaktadırlar. Buradan da anlaşılacağı üzere darbeciler stabilize dedikleri kendilerini oturtma eyleminden önce ortalığı karıştırarak, harekete geçebilmeleri için ortamı hazır hale getirmeyi ön görmektedirler. Bu şekilde darbeler öncesinde yapılan ön hazırlıklara destabilize adı verilmiş oluyor. Destabilize sözcüğünün sözlük anlamından da anlaşılacağı gibi, karışıklık; öyle bir noktaya getiriliyor ki, halk içerisinde de benzeri taleplerin gelişimi sağlanarak, darbe sanki bir gereklilikmiş gibi halka sunulmuş oluyor. Böylelikle ortalığı karıştırma çalışmaları bir sonuç veriyor. 

Egemen ve sömürücü güçler, çıkarları tehlikeye girdiği zaman darbelere başvururlar. Yoksa iş olsun diye darbe gerçekleştirmezler. Hükümetlerin, egemen güçlerin ya da oligarşilerin çıkarlarını temsil edecek şekilde bir pozisyonda bulunmalarını isterler. Onun için yasa gerekiyorsa yasa çıkartılması, ödenek gerekiyorsa ödeneklerin verilmesi, askeri araç- gereç gerekiyorsa bunların sağlanması, sömürü ve soygun düzenlerinin önünde engeller oluşmuşsa, bunların aşılması yani çıkarları için ne isteniyorsa onların yerine getirilmesi hedeflenir. Eğer bunlar normal siyasal işleyişin sınırları içerisinde yerine getirilemiyorsa, orada sorunlar ya da onların yerine getirmesini engelleyecek olaylar yaşanmaya başlamış demektir. O noktada darbeler devreye girer. Ama darbeler devreye girmeden önce bunun hazırlıkları yapılır. Bu hazırlıkları nasıl yapıyorlar? Hükümetleri düşürmek için hükümetler içinde iç sorunlar yaratıyorlar ve hükümetler istifa ettiriliyorlar. İstifalarla, tehditlerle, şantajlar vb. tutumlarla hükümetleri hükmedemez duruma getiriyorlar. Hükümetlerin yaşadığı yolsuzluklar varsa, bu yolsuzlukları gündemleştiriyorlar. Artık öyle bir noktaya geliyor ki hükümetler skandallarla anılır hale getiriliyor. Durum böyle olunca, o hükümetlerin halk içerisindeki meşruluğu da kaybolmaya başlıyor. Hükümetlerin meşruluğunu bitirdiği yerde genel seçim olur. Yeni bir hükümet oluşur, normal siyasal işleyiş bunu gerektirir. Ancak darbelerin asıl hedeflediği bu değildir. Kendini ya da güdümlü hükümetleri müdahale ile hükümet haline getirmektir.

Darbelerde en önemli olan şey, darbeyi yapanların kurtarıcı pozisyonuyla iktidara gelmeleridir. Darbeler yapıldığında daha çok kurtarıcı pozisyonla sahneye çıkarlar ve böylelikle iktidara gelirler. Kendilerini kurtarıcı pozisyonla sahneye koyabilmeleri için de ortamı buna hazır hale getirmeleri gerekir.  

Ortamın darbelere hazır hale getirilmesi de ortamın karıştırılmasıyla, kaos ve kargaşanın yaratılmasıyla mümkün olur. O nedenle kurtarıcı pozisyonla sahneye çıkan darbeciler her zaman darbelerin gerçekleştiği ülkeleri bir kaos, bir kargaşa ortamına sürüklemişlerdir. Ortamın kaos ve kargaşa haline sürüklenmesi ise bilinçli bir çaba ile ortam terörize edilerek, suni gerginlikler ve sorunlar yaratılarak sağlanmıştır. Bunun ardından halk tepkisinin gelişmesinin önünün açılması gelmiştir. Yukarıda örneklendirdik. Şili’de 1973’te darbe oluyor. Bir yıl önce Allende, seçimlerle iktidarı ele geçirmişti. Allende seçimlerle iktidarı ele geçirince, kendine göre sosyalist bir proje geliştirdi. Bu projeyle, sosyalizmin barışçıl yollarla Şili’de gerçekleşmesiyle büyük üretim alanlarının toplumsallaştırılması sağlanacaktı. O yönde çalışmalar da başlatıldı. Bu nedenle ABD Şili’deki Allende iktidarının aleyhine bir tutum takındı. Allende’den bir an önce kurtulmak istiyordu. Ama nasıl kurtulacaktı? Hemen gidip orada bir darbe yapma koşulları da yoktu. Toplumun buna hazırlanması gerekiyordu. ABD Şili’de bu doğrultuda harekete geçti. O zaman Şili’nin en güçlü sendikalarından birisi de, Kamyon Şoförleri Sendikası’dır. ABD’nin Merkezi Haber Alma Teşkilatı (CIA), Kamyon Şoförleri Sendikası’nı harekete geçirdi. Bunlar büyük bir grev örgütlediler. Gerçekleşen bu grev sonucunda taşımacılık durdu. Taşımacılık durunca üretim zayıfladı. Üretim zayıflayınca kara borsa ortaya çıktı. Karaborsa ortaya çıkınca mallar zamlı satılmaya başlandı ve enflasyon arttı. Ardı sıra gelişen toplumsal kargaşa ve hareketlilik gelişti. Kamyon sendikacılarının grevinin devam ettiği bir süreçte de General Pinochet yani Şili’deki Amerikancı askerler darbe yaparak iktidarı ele geçirdiler.

Darbeler öncesi gelişen kargaşalarda dünyanın neresinde olursa olsun, darbecilerin mutlaka rolü vardır. Mesela: Türkiye’yi örnek vermek gerekir. Türkiye’de 1961, 1971, 1980 gibi çeşitli dönemlerde darbeler gerçekleşmiştir. Tabi daha sonra post modern darbeler diye adlandırılan darbeler de yaşanmıştır. 28 Şubat darbesi, 27 Nisan’da Yaşar Büyükanıt’ın yapmış olduğu bir konuşma vardır. Bunlara da sanal darbeler denilmiştir. Bu şekilde darbeler gerçekleşmiştir. Bu tür darbelerin gerçekleşmesinden önce Türkiye hep bir kargaşa içine çekilmiştir. Türkiye’de yaşanan bu kargaşalar, Şili’de olduğu gibi grevler değildir. Terörizmdir. Nasıl terörizmdir? Faşist terördür. Daha önce devletin Özel Harp Dairesi’nden, Gayri Nizami Harp’ten, onun yeraltı ölü hücrelerinden, uyuyan birliklerinden bahsetmiştik. O güçlerin harekete geçmesi Türkiye’de yaşanan terör olaylarının temel nedenidir. 

Bunlar nasıl yaşanmıştır? Ağırlıklı olarak 12 Eylül 1980 darbesi öncesinde görüldüğü gibi; Türkiye’de bilinen toplum içinde saygın insanlara karşı suikastlar düzenlenmiştir. Bunlar: Bedrettin Cömert’tir, Bedri Karafakioğlu, Ümit Kaftancıoğlu, Abdi İpekçi’dir vb. bilinen öğretim üyeleri, saygın kişiliklerdir. Bunlara kaşı suikastlar düzenlenmiştir. 1 Mayıs Katliamı düzenlenmiştir. Kahvehaneler basılarak insanlar öldürülmeye başlanmıştır. Maraş’ta kitlesel katliam yaşanmıştır. Sivas ve Çorum’da olaylar yaşanmıştır. Malatya’da belediye başkanı Hamit Fendioğlu kendisine gönderilen bombalı paketin patlamasıyla birlikte çevresinde bulunan yakın aile üyeleriyle birlikte öldürülmüştür. İnsanlar kaçırılarak yok edilmiştir. 1971 12 Mart Darbesi öncesi de benzeri provokasyonlar yaşanmıştır. Bu provokasyonlar sadece darbeler öncesinde de değil, esasında bir darbe niteliği taşıyan faşist kararnamelerin hazırlandığı dönemler de gerçekleştirilmiştir. Türkiye’de 1991’de çıkarılan ve kamuoyu tarafından SS Kararnameleri olarak nitelendirilen Sansür Sürgün Yasaları da böylesi bir sürecin ardından çıkarılmıştır. O süreçte de Muharrem Aksoy, Turan Dursun ve Bahriye Üçok gibi tanınan birçok saygın şahsiyet katledilmiştir. 

2008 yılında Ergenekon yargılamaları adıyla açılan dava iddianamesinde bu gerçek çok açık bir şekilde ortaya konulmaktadır. Aslında bu, davayı açanlara rağmen açığa çıkan ve çıplak bir vaziyette kamuoyunun gözleri önüne serilen bir gerçeklik olma özelliğini taşımıştır. Ergenekon yargılamalarını başlatanların, Ergenekon’u yargı konusu haline getirirlerken amaçları halka karşı işlenen suçlar değil, AKP hükümetine karşı planladıkları darbeler olmuştur. Böyle de olsa hazırlanan iddianamede dile getirilenler planlanan bir darbe yapılmadan önce nasıl hareket edildiği ve toplumun nasıl adım adım buna hazırladığı yönünde ibret verici bilgilerle doludur. Bu iddianamede darbe yapma hazırlıkları içerisine girenlerin ülkede nasıl bir karışıklık yaratmak istedikleri, bunun için nasıl hareketleri, kimleri hedef olarak seçtikleri ve kimleri kullandıkları açık açık dile getirilmiştir. Orada Ergenekon tarafından kurulduğu iddia edilen sivil toplum örgütlerinin(Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği vb. ), sendikaların (Türk Metal-iş vb), TV’lerin (ART) ve Partilerin(İşçi Partisi), toplum içerisinde kariyer sahibi olarak bilinen birçok kişinin kullanıldığı ve bunların örgütlendirilerek, harekete geçirildikleri örnekleriyle anlatılmaktadır. Ayrıca toplumda bir infial yaratmak için kendilerine yakın gördükleri kurumlara(Yargıtay ve Cumhuriyet Gazetesine) yönelik saldırıların düzenlendiği ve kişilerin öldürüldüğüne dikkat çekilmektedir.    

Ergenekon iddianamesinde verilen örnekler den görüldüğü gibi gerçekleştirilen provokasyonlarla ortamın darbelere açık hale getirilecek şekilde kaosa sürüklenmesi ve kargaşanın yaratılması hedeflenmektedir. Tüm bunları yapanlar da, bir kurtarıcı pozisyonuyla darbeyi gerçekleştirenlerdir. Bunlar darbeyi gerçekleştirirken zamanlamasını iyi yaparlar. Hatta darbeyi yapacakları saati bile ona göre belirlerler. Özel savaş uzmanlarına, darbeleri neden daha çok gece yarıları ya da gece on ikide yapmış oldukları yönünde sorulan soruya verdikleri cevap da bunu göstermektedir. Darbeciler bu soruya kendilerince cevap vermişler ve bu cevabı “askerlikte on ikiden vurmak” diye bir tabirle cevaplandırmışlardır. Bu şekilde kendi askeri argümanlarına uygun bir biçimde darbenin gerçekleştiği günleri, saatleri de kendi özel savaş uzmanlıkları alanında belirlemeyi tercih etmişlerdir. Bunlar darbeleri gerçekleştirirken, hazırlıklarını da buna göre yaparlar ve çalışmalarına değil aylar, yıllar öncesinden başlarlar. Hatta darbeyi gerçekleştirene kadar, birkaç defa denemesini bile yaparlar. Ardında da bilinen o darbelerini gerçekleştirirler. İşte bahsi geçen bu darbe, özel savaşın üzerine kurulduğu İstikrar Harekâtı diye adlandırılan üç saç ayağından ikincisini oluşturur. 

Burada askeri darbelerin sadece ülke içerisinde gelişen demokratik muhalefet güçlerine karşı geliştirildiği gibi sınırlandırıcı bir yaklaşım oluşmamalıdır. Ağırlıklı olarak gelişen darbelerin demokratik muhalefet güçlerine karşı geliştirildiği doğrudur. Ancak egemen güçlerin kendi iktidar mücadelelerinin bir sonucu olarak da darbeler gerçekleşebilmektedir. 1973 öncesi yıllarda ABD’nin bir yeni-sömürgesi olan Güney Vietnam’da yine Afrika’nın ve Latin Amerika’nın birçok ülkesinde benzeri türden darbeler gerçekleşmiştir. Hatta bu tür ülkelerde darbeci bir yönetimin, başka bir darbeci klik tarafından iktidardan alaşağı edilişine tanık olunmuştur. 

Burada ayrıca üzerinde durulması gereken bir konuda geçmişte benzerlikleri nedeniyle Reel sosyalizmin sistemi içerisinde yer alan ve bu sistemle bir biçimiyle ilişki içerisinde olan bazı ülkelerde gerçekleşen askeri darbelerdir. Bu ülkelerde gerçekleşen askeri darbelerin yukarda örnek olarak verdiğimiz ülkelerde gerçekleşen darbelerle bazı farklılıkları olsa da burada ayrıca ele alınmasında yarar vardır. Çünkü bunlarda sonuçta gerçekleşen ve herkes tarafından kabul edilen birer askeri darbelerdir. 
 
Önderlik, toplumlar tarihine yeni bir bakış açısı getiriyor ve burada insanlığın yaşadığı kök toplum olarak “doğal toplum” belirlemesinde bulunmaktadır. Doğal toplum belirlemesinin ardından da ilerleyen insanlık tarihinin bir sapma içerisine girdiğini ve sömürücü egemenlikli devletçi toplumun da öylesi bir süreçte yaşanmaya başladığına dikkat çekmektedir. Önderlik reel sosyalizm pratiğinin de insanlığın yaşadığı sapmalı süreç içerisinde yer aldığını belirtmektedir. Çünkü son tahlilde iktidarcı ve devletçi bir konuma gelen reel sosyalizmin kendisi de kapitalizmin bir mezhebi haline gelmekten kurtulamamıştır. Kendini iktidarcı ve devletçi kılan reel sosyalizm o egemenlik koltuğuna oturduğunda, iktidarı yok etme yerine kendisini o koltuğun sahipleneni haline getirmiştir. Yani reel sosyalizm iktidarı değil, iktidar onu fethetmiştir. Abdullah Gül Cumhurbaşkanı olduğu zaman, Türkiye’de bürokrasi içerisinde yer alan ve Turgut Özal’ın yakınında konumlandırılan bir kişinin yapmış olduğu bir değerlendirme vardı. O kişi yapmış olduğu o değerlendirmede Türkiye’deki Cumhurbaşkanlığı koltuğunu yani makamını anlatıyordu. Diyordu ki; ‘Bu koltuk öyle bir koltuktur ki, layık olanı üzerinde oturtur, layık olmayanı ise, ne hale getireceğini iyi bilir.’ Bu şekilde bir tahlilde bulunarak, devlet ve iktidar koltuğunu tanımlıyordu. Kısacası iktidar koltuğu üzerine oturulduğunda, oturanı da kendisine benzetmiş olmaktadır. 

Reel sosyalizm de devletçiliği aşamamıştır. Ulusal kurtuluşçuluk da sosyal demokrasi de devletçiliği aşamamıştır. Devletçiliği aşamadıkları içindir ki, kapitalizmin mezhebi haline gelmişlerdir. Eğer kapitalizmin mezhebi haline geliyorlarsa, onun uygulayacağı ve kullanacağı yöntemler de, kapitalizmin uyguladığı yöntemlerin dışına çıkmaz. Sosyalizm adına birçok darbe yapılmıştır. Mesela, Afganistan’da 1979’da Afganistan Demokratik Halk Partisi, Sovyetler’de eğitim görmüş ordudaki generalleri ayaklandırarak bir darbe gerçekleştirmiştir. 1978’de Etiyopya’da -o zamanki adı Habeşistan’dı- Haile Selasiye iktidarına karşı, ordu içinde kendine sosyalist diyen küçük burjuvalar darbe gerçekleştirmiştir. Yine daha önceki yıllarda 1950’li ve 1960’lı yıllarda Macaristan ve Çekoslovakya’ya Sovyet tankları girmiş ve oralarda o zamanki oluşan hükümetleri yıkmış, yerine başka hükümetler oluşturmuştur. Bunlar yapılmıştır. Ancak özgürlük sağlanmış mıdır? Hayır! Bırakalım özgürlüğü yaşanan en değme bir kapitalizm ve totaliterizm olmuştur.  

Bunlar demokratik sosyalizm kurallarına, ilkelerine yakışan davranışlar mıdır? Hayır, devletçi yaklaşımlardır. Komünal demokratik değerleri temsil mi etmiştir? Hayır; devletçi değerleri temsil etmiştir. Bunlar sosyalizm adına yapılanlar oluyor. Her ne kadar söylem düzeyinde kullanılsa da aslında bunlar sosyalizm uğruna yapılmayanlardı. Sosyalizm adını kullananların benzeştikleri kapitalizmden ödünç aldıkları uygulamalardan başka bir şey değillerdi.

O nedenle biz özel savaş olgusunu değerlendirirken, devletçi egemenlikli toplum kapsamında bunu ele alıyoruz. Ama burada şöyle bir ayrım var. ABD, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra sömürgecilik mirasını devralıp, kapitalizmin jandarmalığını üstlendiğinde kendisine göre düşman ilan ettiği güçler var. Bu düşman olarak ilan ettiği güçler, kendilerini sosyalist olarak görüyorlar. Bu güçlerin de sosyalizm yolunda mücadeleleri var. Sapmaları, yanlışları da olsa kendilerine sosyalist adını veriyorlar. Bu durum, aynı zamanda o süreçte var olan kapitalist sistem karşısında gösterilen bir duruş olma anlamına da geliyor. Ama bu duruşları, demokratik komünal toplum şekline dönüşen, devleti giderek toplum üzerinde etkisizleştiren, bürokrasiyi giderek etkisiz kılan, toplumu kendi kendine yeterli hale getiren; öz yeterlilik ve öz güven temelinde yaşamı örgütleyen bir mekanizmanın oluşumuna dönüşemiyor. Sonuçta da burjuvaziden ödünç aldıkları devlet, onları kendisine benzetiyor. Oysa sosyalizm daha farklıdır. Komünal demokratik değerlere sahiptir. Doğal toplum özelliklerini temsil eder.

 Bu çelişkili durum içerisinde ise kazanan komünal demokratik değerler ya da sosyalizm olmuyor; kazanan kapitalizm oluyor. Bu nedenle birileri çıkıp birçok örneğinde görüldüğü gibi bu tür ülkelerde; seçimlerle, darbelerle, duvarları yıkarak ait oldukları kapitalist dünyaya entegre oluyorlar. Reel sosyalistler sosyalizme ait olanı değil, kapitalizmden ödünç aldıklarını ve giderek benzedikleri kapitalizmi uygulayarak bunu yapmışlardır. Reel sosyalizm pratiğini bu çerçevede ele almak gerekiyor. Kapitalistler, Batılılar da bunu yapmıştır

Cemal Şerik

Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.navendalekolin.com - www.lekolin.org - www.lekolin.net – www.lekolin.info