5 Mart 2012 Pazartesi

Suriye: Pandora’nın Kutusu

Kutay Meriç

Türkiye solu Suriye’ye yönelik emperyalist müdahaleye karşı tavır alırken, Suriye halkının demokrasi ve özgürlük talebini görmezden gelmemeli. Türkiye devletinin yakın vadede Suriye’yi işgal etmek gibi bir politikası görünmüyor. Kriz, şiddetli bir iç savaş-mezhep savaşına doğru evirilecek gibi duruyor

Suriye’de 2011’in Mart ayı sonlarına doğru başlayan rejim karşıtı gösteriler, emperyalistlerin doğrudan müdahaleleriyle giderek derinleşen iç savaş sürecine doğru evrildi. Esad rejimini sarsan bu iç savaş süreci, “Arap Baharı”nın özgün gelişme çizgisine sahip Mısır ve Tunus’u bir tarafa koyarsak, Libya’da olduğu gibi doğrudan emperyalistlerin hegemonyasında ilerliyor.


Emperyalistlerin müdahalesi ve aktif taşeron AKP hükümetinin “komşularla sıfır sorun”lu dış politikası, ülkemizin de içinde olduğu bütün bir Ortadoğu bölgesini sonu belirsiz bir kaosa sürüklüyor. Suriye’deki gelişmelerin din-mezhep eksenli kanlı bir iç savaşa dönüşebilme potansiyelinin, Türkiye dahil tüm bölgeyi etkileyecek sonuçları olacaktır.


Ortadoğu’daki bütün mezhebi fay hatları harekete geçti, bölgeyi kan gölüne çevirecek mezhep savaşının ayak sesleri duyuluyor. Türkiye’de Şii-Caferi topluluklardan Arap Nusayri vatandaşları, Alevilere kadar bütün gözler Suriye’yi izliyor. Suriye eksenli Ortadoğu’da ısıtılan[1] mezhep savaşı, Anadolu’daki geleneksel gericiliği de harekete geçirmiş durumda.


Suriye rejiminde emperyalistlerin isteği doğrultusunda yaşanacak bir değişiklik, Ortadoğu’daki bütün dengeleri alt üst edecek nitelikte. Suriye rejiminin devrilmesi, Ortadoğu’daki İran etkisinin kırılması ile sonuçlanacak bir süreci tetikleyebilir. İsrail’e karşı direnişinde, İran’dan gelen askeri yardımları[2] Suriye üzerinden alan Hizbullah’ın tasfiyesine yol açacak bir süreci başlatabilir. Bu durumda Lübnan, emperyalistlerin ve İsrail’in doğrudan çiftliği haline gelecektir. Filistin’deyse (Gazze’de), İsrail’e karşı güçlü bir direniş odağı olan Hamas’ın rehabilitasyonu ve bölünmesi ile sonuçlanacak bir süreç hızlanabilir.[3] İran etkisindeki Irak Şiilerinin hizaya getirilmesi de sağlanmış olur.


Ortadoğu’da İsrail ile birlikte iki bölgesel güçten biri olan İran’ın nüfuz hattının Suriye’den başlayarak mezhep savaşı yoluyla kırılması ve “Arap Baharı”nın “Fars sonbaharı” olarak ortaya çıkmasının koşullarının hazırlanması, bütün bu yaşananların uzun vadeli hedefidir. Suriye’de başlayan şey, emperyalistlerin İran savaşıdır.


Suriye’ye karşı girişilen Esad rejimini devirme harekatı, başarılı olana kadar devam etmek zorunda. Bütün bu olan bitenden sonra Esad rejiminin ayakta kalması ise İran’ın, Ortadoğu’daki bölgesel gücünün daha da artmasına yol açar.


Suriye’deki isyanın niteliği

Geçen yıl Dera’da kitle gösterileri ve Esad rejiminin sert müdahaleleri ile başlayan Suriye isyanı, kısa sürede emperyalistlerin kontrolüne girdi. Başlangıçta baskıcı-otoriter Esad diktatörlüğüne karşı halk muhalefetine doğrudan ya da dolaylı olarak destek veren birçok bağımsız ilerici unsur, emperyalist müdahale çağrılarının başlaması ve inisiyatifi emperyalist güçlerin ele almasıyla geri çekildi.

Suriye’ye yapılan emperyalist müdahalede Müslüman Kardeşler ana sürükleyici güç. Esad rejimi ile “Müslüman Kardeşler” örgütü arasındaki mücadele, uzun ve kanlı bir geçmişe sahip.


Liderliğini Suriye ordusundan kaçarak Türkiye’ye sığınan Albay Riyad El Esed’in yaptığı Özgür Suriye Ordusu gibi rejimden kopan askerlerin oluşturduğu iddia edilen askeri örgütlenme ve çok sayıda birbirinden kopuk silahlı isyancı grup da var. Türkiye’de örgütlen(diril)meye çalışılan ve bütün muhalifleri bir araya getirmeyi hedefleyen ve ana gövdesini Müslüman Kardeşler’in oluşturduğu Suriye Ulusal Konseyi gibi girişimler, halk nezdinde meşru ve güçlü bir odak haline gelebilmiş değil.


Suriye’deki isyan, geldiği boyut itibariyle silahlı biçimlere
dönüştürülmüş, kimi kent ve kasabaları kontrolü altına almış durumda. İsyancılar, Libya usulü kurtarılmış bölgeler yaratma noktasından hareketle, Esad rejimini yıkacak bir askeri çizgi izlemeye çalışıyor. Ancak Esad güçlerinin hava ve zırhlı birlikler saldırısına dayanabilecek askeri güç ve örgütlenmeleri yok.[4] Suriye ordusunun uzun bir geçmişi olan savaş deneyimi de ayırt edici faktör. Bunun için Libya benzeri (uçuşa yasak bölge ilanı, hareket eden bütün zırhlı birliklerin NATO füzeleriyle vurulması gibi) bir askeri desteğe ihtiyaçları var.

Rusya’nın ve Çin’in BM’de Suriye’ye yönelik askeri bir operasyonu engelleyen tutumları[5] , Suriye sürecinin Libya gibi olmasını engelliyor. Rusya, Akdeniz’deki tek deniz ikmal üssü olan Suriye’nin Tartus limanındaki üssünü kaybetme tehlikesi nedeniyle istemiyor.[6] Ayrıca, SSCB’’nin dağılmasından sonra bir dünya gücü olma iddiasına sahip Rusya’nın, Ortadoğu’ya en önemli müdahil olma kapısını (Suriye-İran) kolayca bırakacağını beklememek gerek.[7]


Rusya ve Çin’in BM vetosu nedeniyle Libya usulü bir müdahale mümkün olmadığından, daha uzun vadeli sürebilecek ve kanlı bir iç savaş ihtimalini de göze alarak muhalefetin silahlandırılması ve organize edilmesi yürürlükteki seçenek.


Bu noktada bir başka senaryo tartışılıyor: Silahlı isyancı güçlerin ihtiyacı olan üslenme alanı, Türkiye’nin Suriye sınırlarını işgal ederek bir tampon bölge oluşturması ile sağlanması ve isyancılar buradan organize edilerek Esad rejimi yıkılana kadar bir yıpratma savaşı sürdürülmesi[8] ya da Esad güçlerinin kuşatması altındaki kentlere “insani yardım” koridoru açılması.


İsyancıları Suriye içinde koruyup kollamak için bir başka öneri de Arap Birliği’nden geldi. Uluslararası planda kamuoyu oluşturma, meşruiyet sağlama ve asıl muhatap olma rollerini üslenen Arap Birliği, Suriye’de ateşkesin sağlanarak BM-Arap ortak barış gücü gönderilmesini öneriyor.


Ancak, silahlı bir hale dönüşmüş muhalefet hareketinin, Suriye’yi sürükleyecek büyük kentlerde Şam’da, Halep’te ciddi bir etkisi ve gücü yok. Esad rejimi halen halkın en az yarısının desteğine sahip.[9] Nüfusun yüzde 26’sını oluşturan Dürzî, Nusayri ve Hıristiyanlar, demokratikleşme-reform beklentilerine rağmen, Suriye isyancılarının açık Sünni Müslüman kimliği, Müslüman Kardeşler’in oynadığı kritik rol ve emperyalist müdahale nedeniyle isyanın yanında yer almıyor.


Buna isyandan uzak duran nüfusun yüzde 12’sini oluşturan Sünni-Kürtleri ve rejimle çıkarları gereği bütünleşmiş Sünni-Arapları eklediğinizde, muhalefetin halk desteğinin, Esad’a olan destekten neden daha az olduğu anlaşılabiliyor. Mevcut durumda Esad ülkenin her renginin “birliği”ni, muhalefet ise sadece Sünni Arapların bir bölümünü temsil ediyor ve giderek Müslüman Kardeşler örgütü taraftarları ile sınırlı kalabilir.


Güçlü demokratik kültür ve geleneklere sahip olmayan Suriye’de çok dinli, çok mezhepli, çok uluslu yapı, 60 yıldır baskıcı Esad rejimi altında ayakta duruyor. Sopa zoruyla beş benzemezi uzun yıllardır bir arada tutan Esad rejimi, doğası gereği demokratikleşemiyor.


Muhalefet denen kesim, bunun karşısında ne öneriyor? Ana gövdesi Müslüman Kardeşler olan Suriye Ulusal Konseyi adlı oluşumun Suriye’ye dair siyasi ufku nereye kadar? Çok partili sisteme geçmek dışında Suriye halkına demokrasi ve özgürlükler adına ne söylüyor? Mezhep kavgası ötesinde hiçbir şey.


Ortadoğu’daki politik dengelere dair neler tartışıldığı konusunda, iki Suriyeli muhalif liderin sözlerine bakmak gerek.


Suriyeli muhalif gruplardan Ulusal Koordinasyon Kurulu’nun Başkanı Heysem Menna’nın ifadeleri çarpıcı: “Suriye halkının diktatörlüğü, yabancıların sömürgeciliğine ve mandacılığına değişmesi mümkün değildir. Bu durum birçok açıdan Türkiye için de geçerlidir. İsrail’den söz etmeye gerek görmüyorum. Suriye’deki en önemli siyasi muhalifler, Golan’ı işgal altında tuttuğu, Yahudi yerleşkeleri yapmayı sürdürdüğü ve Filistinlilerin gasp edilmiş haklarını vermediği sürece İsrail’le ilişki kurmayı reddetmektedir.”[10]


ABD, Fransa ve Türkiye tarafından oluşturulan Suriye Ulusal Konseyi’nin başkanı Burhan Galyun’un Wall Street Journal’a verdiği uzun demeç,[11] konseyin niyetini ortaya koymak açısından önemli bir belge. Galyun, yeni Suriye rejimini anlatırken artık Lübnan’ın İsrail’le hesaplaşmanın sürdürüldüğü bir politik arena olmayacağını, Golan Tepeleri İle ilgili sorunun müzakerelerle çözüleceğini ifade ediyor. Hamas’la da artık eskisi gibi değil, FKÖ üzerinden ilişki kuracaklarını söylüyor. Ekonomik ve siyasi ilişkilerini ise Arap yarımadasındaki devletler ve Arap Birliği ile sürdüreceklerini açıklıyor. İran ile olan ölçüsüz ekonomik ve siyasi ilişkilere son vereceklerini söylüyor.


Galyun’un bu açıklamaları, emperyalistler ve İsrail tarafından ayakta alkışlanıyordur herhalde.


Suriye halkı ve muhalefetin diğer kesimleri, çoğunlukla bu nedenlerden dolayı her şeye rağmen baskıcı otoriter Esad rejimini, İhvan’ın ve Suriye Ulusal Konseyi’nin sonu belli rejimine tercih ediyor.


Suriye sorunu ve Türkiye’nin konumu

Aktif taşeron AKP’nin Libya’da yaşadığı yalpalamada, “model ülke” olarak emperyalistlere yaranacağım diye Mısır’da salyangoz satma babından laiklik övgüsünü, Kuzey Afrika’da treni kaçırdık bari Suriye’de yakalayalım telaşını, Türkiye’nin yeni Osmanlıcı dış politikasının medcezir manzaraları olarak izledik.

Türkiye’yi Ortadoğu’da emperyalizmin ve İsrail’in çıkarları doğrultusunda bölgesel bir güç haline getirmek isteyen AKP, kanlı ve tehlikeli bir oyun oynuyor. Arap dünyasında bir türlü yer bulamayan lider ve model ülke olma iddiasının gerçekleşeceği sıçrama tahtasının Suriye olacağını düşünüyor. Suriye’yi yeni Osmanlıcı dış politikasının Arap dünyasına giriş kapısı olarak görüyor. Ortadoğu’da İran’ın nüfuzunun kırılması için elinden geleni yaparken, Suriye’yi nüfuz alanı haline getirerek Ortadoğu politikasında söz sahibi olmak istiyor. Ortadoğu politikalarında ve ülke içinde başına bela olan PKK’dan da kurtulmak için yeni fırsatlar doğacağını düşünüyor. “One minute” ile başlayan Marmara gemisi ile çuvallayan Filistin politikasında, İran’dan boşalacak yeri doldurmak istiyor.


Suriye’de yaşanacak gelişmeler ve siyasi sonuçları, emperyalizmin aktif taşeronu AKP’nin ve Tayyip Erdoğan’ın “one minute’ şovlarını yerle bir etmeye yol açacak derinliktedir. Geçtiğimiz hafta gerçekleştirilen Kürecikteki füze kalkanını deneme atışı, AKP’nin İsrail yanlısı tavrının en açık örneğidir. AKP’nin hem model ülke olayım hem suya sabuna dokunmayayım politikası, Suriye krizi karşısında artık bitti. Suriye sorunu konusunda aktif ve başarılı bir tutum izleyemezse bütün model-lider ülke ve Yeni Osmanlıcılık hayallerinin sonu olur. Ancak AKP’de biliyor ki, Suriye rejimi postu pahalıya satacak ve Türkiye kendisini mezhep içerikli bölgesel bir savaşın içinde bulacak. AKP’nin düştüğü durum, kırk katır mı kırk satır mı durumu.


AKP, Ağustos ayındaki son Davutoğlu-Esad görüşmesine kadar Tayyip Erdoğan’ın Esad’a yüksek perdeden bağırmaları dışında muhalifleri örgütlemekle uğraştı. Türkiye’ye Suriye konusunda emperyalist planda düşen asıl görev, Suriyeli muhalefet örgütlerine ev sahipliği yapmak, silahlı isyancıları barındırma, eğitme, sığınmacılar için çadırkentler kurma oldu.


AKP hükümeti, partneri ABD ile birlikte “insani yardım amaçlı” Sünni Arapların yaşadığı Hatay-Yayladağı’nda çadırkentleri örgütledi. Esad rejimi sivil halkı katledecek, katliamdan kaçanlar bu yerleşkelere doldurulacak ve Esad rejimi aleyhine kara propaganda örgütlenecekti. Bu plan tutmadı, çadırkentlerin misafirleri beş-on bin arası bir Suriyeli ile sınırlı kaldı. Esad’ın şiddetin “dozunu ayarlaması” ve isyancıların silahlı mücadeleye geçişi, meydanı sivil halk hareketleri görüntüsünden silahlı güçlerin çatışmasına bıraktı.


Tayyip Erdoğan, emperyalistlerin Suriye’de bin bir türlü denge nedeniyle işi ağırdan alan tutumuna “petrolü yok diye Suriye'deki katliamı görmüyorsunuz“ diye serzenişte bulunmuştu. Üstelik, sürecin Libya gibi hızlı ilerleyeceği ya da ilerlemesi gerektiği tespitiyle Suriye krizinin daha ilk günlerinde elini belli etti, Esad rejimine veryansın ederek erken öten horoz durumuna düşmüş oldu.


Emperyalist plan Suriye rejimine iki seçenek sundu. Birincisi; Nusayrilerin iktidarı bırakarak siyasette, orduda, ekonomide etkisiz bir azınlık haline gelerek varlıklarını sürdürmesi. İkinci seçenek ise Tayyip Erdoğan’ın, "Suriye'de hâlihazırdaki durum bir iç savaşa, ırkçı bir savaşa, mezhepler arası ve toplumlar arası bir savaşa doğru gidiyor… Suriye'de yaşanacak bir iç savaş, bizi zora sokar ve tehdit oluşturur." (10 Ocak 2012 ) sözleriyle açıkça ifade ediliyor.


Türkiye devletinin Suriyeli isyancıların siyasi ve askeri örgütlerine ev sahipliği yaptığı ortadayken bu sözler, Suriye rejimine mezhep savaşı çıkarırız tehdidi olduğu açık değil mi?


İkinci seçenek, geçtiğimiz yıl Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun son Suriye ziyareti sonrasında çoktan uygulamaya koyulmadı mı? Davutoğlu’nun Suriye ziyareti (9 Ağustos), Özgür Suriye Ordusu’nun Türkiye’de yaptığı kuruluş ilanı (29 Temmuz) ve muhaliflerin kitle gösterilerinden silahlı mücadeleye geçişleri (6 Haziran-Cisr El Şuğur’da 120 polis öldürülmesi) aynı tarihlere rastlamıyor mu?


Davutoğlu’nun son ABD ziyaretinde, ağırlıkla isyancıların güçlü olduğu Humus’a kadar “İnsani koridor” oluşturulması konusu gündemdeydi. AKP hükümeti, “insani koridor” konusunda özel görev bekliyor. 24 Şubat’ta Tunus’ta yapılacak “Suriye’nin Dostları Konferansı”nın önemli gündemlerinden biri de bu olacak.


AKP, Suriye, Kürtler

AKP’nin Suriye sürecine aktif müdahil olma arzusunun belki de en önemli nedenlerinden birisi, Irak işgali sonrası Kürt devletinin kurulması benzeri bir tehlikenin önlenmesi. Suriye topraklarında oluşacak yeni bir Kürt devleti ya da temel ulusal haklarını kazanmış bir Kürt bölgesi (üstelik bu bölge PKK’’nın etkin olduğu ve kendisine çok sayıda militan kazandıran bir bölge), Türkiye devletine kendi ülkesindeki Kürt isyanı karşısında büyük bir pozisyon kaybettirecektir.

Hilmi Özkök ve sonrasında göreve gelen bütün genelkurmay başkanları, 1 Mart tezkeresinin çıkmamış olmasının Irak siyasetinde Türkiye’yi etkisiz hale getirdiğini, Kürdistan’ın kuruluşunun engellenemediğini, Kürt sorunu ve PKK ile mücadelenin zaafa uğradığını savunmuşlardı. Ayrıca bu generallerin geçmişte, nükleer silahlara sahip bir İran’ın Türkiye için de bir tehdit olduğu yolundaki açıklamaları ile beraber düşünüldüğünde Türk Silahlı Kuvvetleri ile AKP, Suriye konusunda büyük bir mutabakat içerisindedir.


Türkiye ile iyi günlerinde Kürtlere ve PKK’ye karşı her türlü baskıyı uygulayan Esad rejimi, Suriye’de yaşanan gelişmelerin ardından Kürtleri isyanın dışında tutma çabasıyla PKK çizgisindeki Demokratik Birlik Partisi’nin (PYD) faaliyetlerinin önünü açarak Kürtlere kimi haklar verdi.


Suriye muhalefeti de Kürtler üzerinde hesap yapıyor. Suriye Müslüman Kardeşler Siyasi Büro Şefi Muhammed Faruk Tayfur’un ''Biz yönetime geldiğimizde, Kürtlere, Suriye'nin birliği için sosyal ve kültürel haklarını verecek bir açılıma gideceğiz'' sözlerindeki “açılım” ifadesi, bütün Kürtler için ne kadar tanıdık.


Türkiye ise Suriye Ulusal Konseyi’nden, Adana anlaşmasına sadık kalacakları sözünü aldı.


Suriye ve MİT krizi

Geçtiğimiz günlerde yaşanan MİT krizinde Suriye sorunu, belki de arka planda kalan en önemli nedenlerdendi. Okyanus ötesinden gelen bu hamlenin hareket ettiricileri, sadece cemaatle-AKP arasında yeni rejimin iktidar güçlerinin paylaşılması kavgası olmasa gerek. Operasyonu meşrulaştırmak için ortaya atılan PKK’ya sızmış MİT’çilerin suç işlediği açıklamalarını bir tarafa bırakıp Hatay’da tutuklanan MİT’çilere bakmak gerekli.

Sığınmacı subay Hüseyin Harmuş’un Suriye’ye iadesi, önce kamuoyuna PKK’lılar karşılığında verildiği şeklinde yansıdı. MİT kavgasında ise 100 bin dolar karşılığı satıldığı iddia edildi. Ancak daha gerçekçi bir iddia, MİT’in Suriye’ye gönderdiği çok sayıda elemanın yakalandığı ve bunlardan bir kısmıyla takasın gerçekleştiği yolundaydı. Suriyeli isyancılarda büyük bir tepkiye neden olan bu olayın, Suriye ordusunun parçalanması sürecine negatif bir katkı yapmadığını kim iddia edebilir.


Yeni rejimin kurulma sürecinde, devletin çelik çekirdeğini ele geçirme ve kontrol altına alma kavgasının sonrasında ABD’ye brifing bile veren emniyet teşkilatının oluşmuş olduğunu gördük. Ancak MİT’te ciddi bir tasfiye ve yeniden yapılanma duymadık. Acaba Suriye konusunda MİT (aslında hükümet), işini gerektiği gibi yapamıyor mu? Fethullah Gülen Hareketi bize verin, biz alasını yaparız mı demek istiyor? Ya da Gülen Hareketine “şu işe de bir el atın” mı dendi?


Sonuç

AKP’nin tüm İslam dünyasına emperyalizmle (ve İsrail’le) uyumlu model ülke ve bölgesel güç olma hayallerinin, pratikte birçok önemli engeli var. Suriye bu engellerin hepsinin bir arada bulunduğu yer. Suriye konusunda sarpa saracak işler AKP’nin yeni rejimini sarsacak sonuçlara yol açabilir. Bu korkuyla olsa gerek Antakya’da ilerici-sol güçlerin yapacağı Suriye mitingi yasaklanabiliyor.

İslamcıların, Suriye’ye yapılan müdahalenin Ortadoğu’da emperyalistlerin ve İsrail’in işine yarayacak bir planın parçası olduğu çok açık bir şekilde ortadayken aktif destekçi olmaları, sahte yüzlerinin ortaya çıkmasına yol açacak bir zemini de oluşturuyor. Bolca istismar ettikleri “Filistin davası”nın bu sürecin sonunda nasıl bir darbe yiyeceği ayan beyan ortadayken, bu kadar aktif emperyalizm taşeronluğunu nasıl açıklayacaklar. Türkiye’deki İslami akımlar içerisinde sadece azınlık durumda olan İrancılar denilen bir kesim Suriye’ye müdahaleye karşı çıkıyor.


Türkiye’deki Arap-Nusayri toplumunun, geleneksel olarak sol politik tavır içinde olmalarıyla Esad rejimini savunan tutumları birleşince, Türkiye solunda Saddamcılığı da aşan başka bir vaka ile karşı karşıya kalıyoruz. Bu duruma bir de Kürtlerle Esad’ın isyandan sonraki ilişkilerini de eklemek gerek.


Bu durum Türkiye solunda Suriye rejiminin değerlendirilmesi hakkında ciddi sorunlara yol açıyor, Suriye hakkında alınacak politik tutumlara yansıyor.


Esad rejimi anti-emperyalist bir rejim değil. Suriye’nin görüntüsü, 1980’lerin başındaki Türkiye gibi… Bütün mesele, korumacı ithal ikameci ekonomiden neo-liberal kapitalist düzene geçmeye çalışırken “Arap Baharı”na yakalanmış olmak. Esad rejiminin tepesindekiler, uluslararası tekellerin Suriye temsilcileri konumundalar. Dağılmadan önce SSCB yörüngesindeki milliyetçi küçük burjuva diktatörlüklerinden olan Suriye, sonrasında İran’ın nüfuz alanına girerek onun ekonomik-siyasi desteği ile yaşayan bir rejim haline geldi. Ki bu onu anti-emperyalist yapmıyor.


Baskıcı otoriter bir diktatörlük olan Suriye rejimi, bilinenin aksine laik bir rejim de değil. İslam hukuku, eğitimden medeni hukuka kadar devletin ve sosyal yaşamın geneline hâkim durumda. Suriye’deki bütün etnik, mezhebi farklılıklar ve bunların bir arada duruşu, halkın demokratik kültürü ve hoşgörüsü ile değil Esad’ın sopasıyla sağlanmış durumda. Esad rejiminde bu farklılıklar bahane edilerek korku politikası izlemek, bir yönetme biçimi.


Türkiye solu Suriye’ye yönelik emperyalist müdahaleye karşı tavır alırken, Suriye halkının demokrasi ve özgürlük talebini görmezden gelmemeli. Türkiye devletinin yakın vadede Suriye’yi işgal etmek gibi bir politikası görünmüyor. Kriz, şiddetli bir iç savaş-mezhep savaşına doğru evirilecek gibi duruyor.


Suriye sorunu konusunda sol, tavrını belirlerken, açık işgal ve bunun sonuçlarını beklemek yerine olan bitenin sürekli politik teşhirini esas alan bir çizgi izlemelidir. Suriye sürecinde sürekli politik karşı atakla AKP’nin ve onun emperyalizmle uyumlu İslamcılığının teşhiri etkili şekilde yapılmadır.


Sol, Suriye konusunda yalnız başına…


Dipnotlar:

[1] Geçen hafta Lübnan’ın Trablusşam kentinde Sünni militanlarla Nusayriler arasında çıkan çatışmalarda üç kişi yaşamını yitirdi.
[2] Bu yardımlar sayesindeki Hizbullah, İsrail’in 2006’daki Lübnan’ı işgal girişimini yenilgiye uğratmıştı. Bu direniş, altmış yıllık Arap-İsrail çatışmasında İsrail karşısında elde edilmiş ender başarılardan biridir. Hizbullah’ın direnişi İsrail ordusun yenilmezliği inancına büyük bir darbe olmuştu.
[3] Arap ülkeleri-ABD-Türkiye’nin baskıları sonucu, Halit Meşal, Hamas’ın yönetimine aday olmayacağını açıklayarak Suriye’nin başkenti Şam’ı terk etti ve Ortadoğu’nun en büyük ABD askeri üssünün bulunduğu Katar’a yerleşti. Diğer bir direniş örgütü İslami Cihad’ın lideri olan Ramazan Şallah ise Şam’ı terk ederek Lübnan’ın başkenti Beyrut’a yerleşti. Aralık ayı başında bir Hamas yetkilisi Türkiye’yi kastederek “Bize, utanmıyor musunuz? Yeter. Hemen oradan çıkın'” dediğini açıkladı. FKÖ üyesi olmayan Hamas ve İslami Cihad, FKÖ yönetim kurulu toplantısına katıldı. Doha’da Hamas-El Fetih tarafından Filistin’de seçim kararı alındı. Ancak Hamas liderleri gelişmelere göre tavırlarını değiştirebileceklerinin de sinyalini veriyor. Gazze’deki Filistin yönetiminin başbakanı İsmail Haniye Şubat ayı başında “İslam devrim”inin yıldönümünde İran’ı ziyaret ederek “İran’ın Filistin davasına karşılıksız şartsız destek verdiğini” söyledi.
[4] Arap yarımadasındaki gerici Arap rejimlerinin, özellikle Suudi Arabistan, Katar’ın isyanı açıkça destekledikleri, İngiliz ve Katar özel birliklerinin (aynı Libya’da olduğu gibi) çoktan isyanın güçlü olduğu kentlere geldiği ve isyancıları yönettiği artık daha fazla basında yer alıyor. Katar’ın isyancılara silah mühimmat, gelişmiş haberleşme cihazları ve Esad’ın tanklarıyla başa çıkacak Milan füzeleri verdiği vakayı adiyeden haberler durumunda.
[5] Daniel W. Drezner, - Foreign Policy’deki yazısında Rusya’nın tek itiraz noktasının aslında Akdeniz’deki tek ikmal üssü Tartus limanını kaybetmek istememesi olduğunu söylüyor. Küba’daki, ABD-Guantanamo üssü benzeri bir anlaşma yapılarak rejim değişikliklerinden etkilenmeyen bir çözüm öneriyor. http://www.velfecr.com/suriye-muhalefetini-silahlandirma-zamani-geldi-5906-haberi.html
[6] Mossad eski başkanı Efraim Halevy “Amerika, muhtemelen Moskova desteğini çektiği an yıkılacak olan Esed rejimini korumayı bırakması için Rusya'ya teşvikler sunmalı.” çağrısında bulunuyor.
Suriye: İran'ın Aşil Topuğu - Efraim Halevy http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=42924
[7] Çok sayıda İran ve Rus savaş gemisi Tartus limanında duruyor. Bu gemilerin büyük miktarda silah ve cephaneyi Esad rejimine getirmiş olduğu iddialar arasında.
[8] Tampon Bölge tartışması bu gerçek amacı saklanarak kamuoyuna, Türkiye’nin Saddam’dan kaçan Kürtleri ülke sınırları içinde ağırlamasının yarattığı sıkıntılar anlatılarak insani yardımın Suriye sınırları içinde yapılması gerekli diye sunuluyor.
[9] “ Katar Prensesi Şeyha Moza'nın başkanlığındaki Qatar Foundation'un yaptığı araştırmalara göre Suriye yönetimini içeride destekleyenlerin sayısı % 55'i geçmektedir.” Abdülbari Atwan / El Kuds'ül Arabi
[10] Yakın Doğu Haber http://www.yakindoguhaber.com/HD9855_istanbul-konseyi-dis-mudahale-ile-kuruldu.html
[11] Syria Opposition Leader Interview Transcript - WSJ http://online.wsj.com/article/SB10001424052970203833104577071960384240668.html

Suriye Açmazı

 Immanuel Wallerstein

Etkili konuşmaların tonu yüksek, iç savaş çirkin olmasına karşın, hiç kimse gerçekten Esad’ın gitmesini istemiyor. Bu nedenle Esad ne olursa olsun kalacak.

Beşar Esad, dünyada en az sevilen insanlardan biri olmada zirveye doğru yükseliyor. Hemen hemen herkes tarafından zalim olmakla, gerçekten de çok kanlı bir zalim olmakla suçlanıyor. Onu kınamayı reddeden hükümetler bile ona baskıcı yöntemlerini dizginlemesi ve içerdeki muhaliflerine karşı çeşitli siyasi tavizler vermesi yönünde tavsiyelerde bulunuyor gibi görünüyorlar.


Peki, Esad’ın tüm bu tavsiyeleri görmezden gelmesi ve Suriye’nin siyasi kontrolünün devamı için yaptığı had safhadaki baskıyı sürdürmesi nasıl oluyor? Koltuğunu bırakması için neden hiçbir dış müdahale yok? Bu soruları yanıtlamak için ilkin onun gücünü değerlendirelim. Evvela, Esad’ın oldukça güçlü bir ordusu var ve şimdiye kadar, birkaç istisna dışında, ordu ile ülkedeki diğer şiddet aygıtları rejime sadık kaldı. İkincisi, bir iç savaş tanımının artarak yapıldığı bir durumda o hâlâ halkının en az yarısının desteğine hakim görünüyor.


Hükümetin kilit görevleri ve resmi kurumlar, Şiiliğin bir kolu olan Alevilerin elinde. Aleviler, nüfusun bir azınlığı ve kuşkusuz çoğunluğu Sünni olan muhalif güçlerin iktidara gelmesi halinde kendilerine ne olacağından korkuyorlar. Ayrıca kayda değer diğer azınlık güçler -Hıristiyanlar, Dürziler ve Kürtler- bir Sünni hükümete karşı aynı derecede ihtiyatlı görünüyorlar. Son olarak büyük ticaret burjuvazisi henüz Esad ve Baas rejiminin karşısına geçmiş değil.


Ama bu gerçekten yeterli mi? Eğer hepsi bu olsaydı, Esad’ın gerçekten uzun süre direnebileceğinden kuşku duyardım. Rejim, ekonomik bakımdan sıkıştırılıyor. Muhalif Özgür Suriye Ordusu, Irak Sünnilerinden ve muhtemelen Katar’dan silah desteği alıyor. Ve dünya basını ile her tür politikacıdan gelen kınama korosunun sesi günden güne daha güçlü çıkıyor.


Buna karşın bugünden bir ya da iki yıl sonra, Esad’ı gönderilmiş veya rejimi kökten değişmiş olarak bulacağımızı düşünmüyorum. Nedeni, onu en güçlü sesle suçlayanların, onun gitmesini gerçekten istememeleri. Bunları tek tek inceleyelim.


Suudi Arabistan: Dışişleri Bakanı New York Times’a “Şiddet durdurulmalı ve Suriye hükümetine daha fazla şans tanınmamalı” dedi. Bu sözler gerçekten sert, ancak arkasından gelen “Uluslararası müdahale reddedilmeli” kısmı işin rengini değiştiriyor. Gerçek şu ki, Suudi Arabistan, Esad karşıtlarına inanılmasını istiyor ama ardından gelecek hükümetten de çok korkuyor. Esad sonrası (muhtemelen oldukça anarşik/kargaşalı) bir Suriye’de El Kaide’nin bir dayanak bulacağını biliyor. Ve Suudiler, El Kaide’nin ilk hedefinin Suudi rejimini devirmek olduğunu da biliyor. Öyleyse “uluslararası müdahaleye hayır.”


İsrail: Evet, İsrailliler aklını İran ile bozmayı sürdürüyor. Ve evet, Baas Suriye’si, İran dostu bir güç olmaya devam ediyor. Fakat aslına bakılırsa Suriye, İsrailliler için nispeten sessiz bir komşu, bir istikrar adası olmuştur. Evet, Suriyeliler Hizbullah’a yardım ediyor ama Hizbullah da nispeten sessiz. İsrailliler, Baas sonrası Suriye’de çalkantı riskini almayı gerçekten neden istesin ki? Hem o zaman iktidarı kim alacak ve bunlar kendi meşruiyetlerini İsrail’e karşı cihat ilan ederek kurmak zorunda kalmayacak mı? Ve Esad’ın düşüşü, Lübnan’ın şu an keyfini çıkarıyor göründüğü nispi sakinliğinin ve istikrarının altüst olmasına, Hizbullah radikalizminin güçlenmesi ve yenilenmesi ile sonuçlanmasına neden olmaz mı? Esad’ın düşmesi durumunda İsrail’in kazanacağı pek bir şey yok, kaybedeceği ise çok şey var.


ABD: ABD hükümeti, kendinden emin konuşuyor. Ama pratikte ne kadar ihtiyatlı olduğunun farkında mısınız? Washington Post 11 Şubat’taki bir haberine şu başlığı attı: “Katliam yapılırken ABD Suriye’de ‘iyi bir seçenek’ görmüyor.” Makale ABD hükümetinin “askeri müdahale heveslisi olmadığına” işaret ediyor. “Bu sadece özgürlük meselesi değildir” sözleriyle durumu itiraf edecek kadar dürüst olan Charles Krauthammer gibi neo-con entelektüellerin baskısına karşı heves yok. Onun da dediği gibi, bu gerçekten İran’daki rejimi yıkmak ile ilgili.


Ama Obama ve danışmanlarının iyi bir seçenek görememesinin nedeni tamamen bu mu? Libya’ya operasyon için sıkıştırdılar. ABD’nin pek can kaybı olmadı ama sonuçta gerçekten jeopolitik fayda sağladılar mı? Yeni Libya rejimi, şayet yeni bir Libya rejiminden söz edebilirsek, daha mı iyi? Ya da bu, Irak’tan çıkışına neden olan uzun süreli bir iç istikrarsızlık sürecinin başlangıcı mı?


Bu nedenle Rusya, Suriye üzerindeki Birleşmiş Milletler önergesini veto ettiğinde, ABD’nin derin bir oh çektiğini anlayabildim. Çatışmanın hedefini büyütmeye ve Libya tarzı bir müdahale başlatmaya yönelik baskı kaldırıldı. Obama, Rus vetosu ile cumhuriyetçilerin Suriye tacizine karşı korunmuştu. ABD’nin Birleşmiş Milletler’deki elçisi Susan Rice, suçu Rusların üzerine atabilir. “İğrençlerdi” dedi o; oh ne diplomatça.


Fransa: Suriye’de bir zamanların egemen rolüne her zaman hasret duyan Dışişleri Bakanı Alain Juppé, bağırıyor ve suçluyor. Ya askeri birlikler? Şaka yapıyor olmalısın. Yaklaşan bir seçim var ve askeri birlikleri göndermek asla destek görmez, özellikle Libya’da olduğu gibi pastadan dilim alamadığından beri.


Türkiye: Türkiye, Arap dünyasıyla ilişkilerini son on yılda inanılmaz derecede geliştirdi. Sınırlarındaki iç savaş nedeniyle kuşkusuz mutsuz. Bir tür siyasi uzlaşma görmekten mutlu olur. Ama Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, garanti vererek şunları söyledi: “Türkiye taraf değiştirmiş ordu mensuplarına silah ya da destek sağlamıyor.” Türkiye aslında tüm taraflarla dost kalmayı istiyor. Ve ayrıca Türkiye’nin kendi Kürt sorunu var ve Suriye, şimdiye dek yapmaktan çekindiği şeyi yapıp Kürtlere aktif destek verebilir.


Bu şartlar altında kim Suriye’ye müdahale etmeyi ister? Belki Katar. Ama Katar, zengin olsa bile hemen hemen hiç büyük bir askeri gücü yok. Sözün özü, etkili konuşmaların tonu yüksek, iç savaş çirkin olmasına karşın, hiç kimse gerçekten Esad’ın gitmesini istemiyor. Bu nedenle Esad ne olursa olsun kalacak.


15 Şubat 2012


[Immanuel Wallerstein’ın kişisel sitesindeki İngilizce orijinalinden Sendika.Org tarafından çevrilmiştir]

Suriye’ye Reagan Modeli

M. Ali ÇELEBİ
 
 
Suriye’de isyan birinci yılını dolduruyor. Son haftaların ana gündemi Suriye oldu. 16 Şubat’ta BM Genel Kurulu, Beşar Esad rejiminin insan hakları ihlallerini kınayan, bu ülkedeki şiddetin derhal sona ermesini isteyen karar tasarısını 137 oyla kabul etti. Rusya, Çin, Bolivya, İran, Venezuela, Küba, Kuzey Kore dahil 12 ülke “hayır” dedi. 17 ülke çekimser kaldı. Tunus’ta 24 Şubat’ta yapılan Suriye Dostları konferansa saatler kala BM Genel Sekreteri Ban Ki-moon ve Arap Birliği Genel Sekreteri Nebil El Arabi, BM eski Genel Sekreteri Kofi Annan’ın, iki yapının Suriye özel temsilcisi olarak atandığını duyurdular. Konferansta Suriye Ulusal Konseyi tanındı, baskıyı arttırma benimsendi.

26 Şubat’ta Suriye’de kısmi anayasa değişikliği referanduma sunuldu. 28 Şubat’ta AB dışişleri bakanları yaptırımları ağırlaştırıp Esad’a “istifa” çağrısı yaptı. 1 Mart’taysa BM İnsan Hakları Konseyi, sivillere yönelik “yaygın ve sistematik ihlaller” nedeniyle kınama kararı çıkardı. Aynı gün yıllardır sürgün yaşadığı Paris’te basının karşısına geçen Suriye Ulusal Konseyi Başkanı Burhan Galyun, bir “askeri büro” kuracaklarını duyurdu, İngiltere Şam elçiliğini tamamen kapattı. Ertesi gün de Fransa Şam elçiliklerini kapatma kararı aldı. Brüksel’de 2 Mart’taki AB zirvesinde devlet ve hükümet başkanlarıysa Suriye Ulusal Konsey’ini meşru temsilcisi olarak resmen tanımayı kararlaştırdı.

Büyük resme baktığımızda babasının ölümü üzerine göstermelik seçimle 2000 yılında görevi devralan Esad’ın ikinci dönemi 2014’te doluyordu. İsyan büyüyünce muhalefeti ve Arap Birliği’yle batının şimşeklerini dizginlemek için kısmi Anayasa değişikliğine gidildi. Referanduma sunulan, Baas’ın devletin ve toplumun lideri olduğu 8. maddeyi de içeren değişikliğin yüzde 89.4’le kabul edildiği açıklandı. Ancak Kürtler ve Müslüman Kardeşler boykot edince meşruiyeti kalmadı. Kurnazlıklar, hileler barındıran bir değişiklik sözkonusu. Çok parti görüntüde olacak. Örnerğin azınlıkların partileri etnik veya mezhep odaklı diye yasaklanabilecek. Bu Kürtlere, Ermenilere, Dürzilere yolu kapatmaktır. Yeni anayasaya göre devlet başkanları artık 7’şer yıllık 2 dönem seçilebilecek. Ancak Bu Esad için uygulanmayacak, görevi tamamlayacağı 2014’ten sonra geçerli olacaktı. Yine devlet başkanı adayı olmak için en az 10 yıl Suriye’de yaşama şartı sözkonusu. Hücrede elleri arkasından bağlı birisinin yanına bir kilidi ön tarafta çift kilitli kapının anahtarını parmaklıklar arasından atıp “özgürsün” demekti bu. Bir süre daha Rusya ve Çin’in takozluk yapacak olmasına da güvenen Baas yönetimi muhalifleri oyalayıp bölmek, müttefiklerinin duruşlarını pekiştirmek için meclis seçimlerine oynayacak. Şubat’ta Humus’a odaklanıp katliamı yayan ordunun operasyonu duracak görünmüyor.

Buna karşılık dış basında ABD, Fransa, Türkiye ve Katar’ın başını çektiği ülkelerin neden müdahale etmediği soruları dikkat çekiyor. Buna ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’un muhaliflerin silahlandırılmasının El Kaide ya da Hamas’ın desteklenmesine yol açabileceği açıklamasını ekleyin. Bunun anlamı nedir?

Algı değiştirme oyunu:

Anlamı şu: Müdahale öncesi birçok yöntem denenecek. Bunlardan biri Müslüman Kardeşler örgütüne “Ço zor durumdayız, ABD müdahalesi olmadan sonuç alamayız” algısını yerleştirmek. Böylece ordu karşısında zorlanan, büyük darbeler yiyen Müslüman Kardeşler’e Esad sonrası için bazı şeyleri kabul ettirmek, Washington’dan bağımsız hareket etmemleri, İsrail’e karşı Hamas’vari bir tutum almamalarını, küresel ekonomik sistemden uzaklaşmamalarını sağlamak istiyorlar. Müslüman Kardeşler’in herşeyi kendi başlarına karar vermelerini önleyecek faktörlerden biri de ülkedeki azınlıklar. Sünni harekerin azınlıklarla uzlaşmaları, başına buyruk hareket etmelerini frenleyeceğinden geniş bir ittifak beklentisi içinde olduklarını hissetiriyorlar. Müdahale için de ABD’de seçimlerin yanısıra öncü rol üstlenmesi olması beklenen ülkelerden Fransa’daki seçimler de bekleniyor. Bu kerteye varmadan önce ABD Başkanı Ronald Reagan’ın 1979 sonrası Afganistan modelinin devreye gireceği emareleri var. Bu nasıl olacak?

Mekteb-el Hidamat:

Bugüne kadar birçok ülkeden Hür Suriye Ordusu’na hafif silahlar akıyordu. Yeni işaret fişeği Suriye Ulusal Konseyi Başkanı Burhan Galyun attı. Galyun Türkiye’deki siyasi büro ve eğitim kamplarına askeri büro da ekleyeceklerini açıkladı. Nerde açılırsa açılsın askeri büro üzerinden ülkelerden silah toplanacağını kaydetti. Ertesi gün AB liderlerinin konseyi resmen tanımaları danışıklı olduklarına işaret. Bunun için Afganistan ve Pakistan’ı bugünkü duruma düşüren politikalara bakın. 1979’da SSCB Afganistan’a girdikten bir süre sonra ABD ve İngiltere bölge hakimiyeti ve enerji nakil yolları için radikal İslamcı mücahit toplama, eğitme ve silahlandırma politikasını devreye sokmuş Hizmet Bürosu (Mekteb-el Hidamat) çarkı kurulmuştu. ABD’deki ve Pakistan-Peshawar gibi yerlerdeki bu bürolarda mücahitler buluşturulup, SSCB’ye karşı cepheye sürülüyordu. Taliban ve El Kaide’nin nüveleri Abdullah Azzam ve Usame Bin Ladin bu yolları CIA desteğiyle etkili şekilde kullandı. Bugün köktenci diye hedef tahtası yapılan Pakistan’daki medreseler de o dönemde ABD tarafından mücahitler kampları olarak öne çıkarılmıştı. ABD, CIA ve Pakistan istihbaratı ISI üzerinden etkili Stinger füzeleri dahil silah ve para sağlıyordu, Suudi yönetimi de bu çerçevede yanlarındaydı. Sonuç hâlâ bölgede kan akıyor. Müdahaleye hazırlanan güçlerin hesapları, Müslüman Kardeşler’in fikriyatı düşünüldüğünde oldukça tehlikeli süreç yaşanacağını söylemeye gerek yok. Baas-Esad gibi yeni zalim güçler yaratılacağı anlamına gelir bu siyaset. Libya’da yeni zalimler türediği gibi bu siyaset Suriye’de de halklara karşı yeni Esad’lar türetecektir.

Kaynak: Özgür Gündem

ANF NEWS AGENCY

Karayılan: Açlık Grevlerinde İnisiyatif Eylemcilerde

Behdinan - KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan, açlık grevlerine ilişkin İmralı’dan gelen mesajı değerlendirerek, açlık grevindeki eylemcilerin inisiyatifli olduğunu söyledi: "Kendi iradeleriyle kendileri karar vermişler. Önderliğimizin yansıyan görüşleri de var ama sürecin bize dayattığı gerçeklikler de söz konusu. Ben eylemcilerin bütün bu gerçekliklere dayanarak kararlarını vereceklerini ve inisiyatifli olmaları gerektiğini düşünüyorum."

ANF’nin sorularını yanıtlayan KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan, cezaevlerinden başlayarak yayılan açlık grevleri, Pozantı cezaevinde Kürt çocuklarına yapılan insanlık dışı muameleler, Adıyaman’da işaretlenen evler, Kürt dil konferansı ve Mart ayı eylemlerine ilişkin değerlendirmelerde bulundu.

* Tutuklu BDP milletvekilleri ile PKK ve PAJK’lı tutsakların 15 Şubat’tan bu yana başlattıkları süresiz-dönüşümsüz açlık grevi eylemleri, yine Avrupa’da ve birçok yerde başlatılan açlık grevi eylemleri sürüyor. BDP’li Belediye Başkanları da destek amacıyla iki günlük açlık grevi eylemi gerçekleştirdi. Başlatılan bu eylemliliklere yönelik İmralı’da tutsak olan Cumali Karsu’nun avukatlarına göndermiş olduğu bir faks da var. Siz Hareket olarak bu gidişatı, eylemlilikleri ve Karsu’nun mesajını nasıl değerlendiriyorsunuz?

İmralı’da Önder Apo’ya karşı geliştirilen sistem, bir işkence sistemidir. Bu sistem, aslında Önder Apo şahsında tüm Kürt halkına karşı geliştirilen bir sistemdir. Türk sömürgeciliğinin başta İmralı’da olmak üzere, Kürdistan çapında geliştirdiği, bastırma, ezme, geri adım attırma ve teslim almaya dönük bir sistemdir. Buna karşı Önder Apo ve yanındaki yoldaşlar, dik durarak, anlamlı, sabırlı, metanetli bir duruşu sergileyerek, direnmektedirler. Bu sisteme karşı mücadele vermek ve onunla mücadele halinde olmak tüm Kürdistanlıların, tüm yurtseverlerin ve siyasetçilerin bir görevi durumundadır. Çünkü “İmralı İşkence Sistemi” var olduğu müddetçe Kürt sorununun çözülmesi, barışın gelişmesi ve Kürt halkının özgürleşmesi mümkün değildir. Kürdistan'da barış, Kürt halkının özgürlüğü ve halklar arası kardeşliğin yolu bu sistemin ortadan kalkmasından geçmektedir. İmralı’da geliştirilen sistem kesinlikle bir sömürgeci soykırım siyasetinin uygulama biçimi olup, tüm Kürt halkına yönelik bir uygulamadır.

AÇLIK GREVLERİNİ SELAMLIYORUM

Bu açıdan başta zindanlarda bulunan 4 BDP’li milletvekili ile birlikte değerli Kürt siyasetçilerinin ve 400’ü aşkın devrimcinin sürdürmekte olduğu açlık grevi çok önemli ve anlamlı bir eylemdir. Aynı biçimde bir Avrupa merkezi konumunda bulunan Strasbourg’da gerçekleştirilen eylem de aynı amacı taşıyan değerli bir çıkıştır. Yine bu eylemcileri destekleyen, başta BDP’li parlamenterlerin ve Belediye Başkanlarının 2 günlük destek eylemleriyle halkımızın Kürdistan’da, Türkiye’de ve Avrupa’da gerçekleştirdikleri açlık grevlerinin tümü güçlü bir sahiplenmeyi ifade etmektedir. Ben gerek zindan ve Avrupa’daki eylemcilerini, yine tüm destekleme eylemcilerini en içten devrimci duygularla selamlıyorum. Onların başlattıkları açlık grevi eylemini anlamlı buluyor ve destekliyoruz.

KENDİNİ YAKMA ASLA KABUL EDİLECEK BİR EYLEM DEĞİL


Cumali Karsu arkadaşın avukatlarına göndermiş olduğu mesaj elbette ki önemli ve anlamlı bir mesajdır. Hiç kuşku yok ki bu mesaj aynı zamanda Önder Apo’nun görüşünü de yansıtmaktadır. Anlaşılıyor ki Önderliğimiz, kendisinin özgürlüğü için geliştirilen bu eylemlere hem değer biçmekte hem de ahlaki olarak yaklaşmakta ve kimsenin fiziki zarar görmesini istememektedir. Aynı biçimde kendini yakma eylemlerini de kesinlikle istememekte ve şiddetle karşı çıkmaktadır. Gerçekten de kendini yakma eylemleri, bu dönemin eylemi olmayıp, asla kabul edilemeyecek bir eylem biçimidir. Bütün bu konularda biz Önderliğimizin tutumunu anlıyor ve çok anlamlı görüyoruz. Bu mesaj yüksek bir duyarlılığı ifade etmektedir. Ancak aynı mesajın içeriğinde sürecin nasıl bir tıkanmayı yaşadığı ve ne kadar ağır-ciddi bir süreç olduğu da yansıtılmaktadır.

BU SÜREÇTE YAŞANACAK GELİŞMELER HALKIMIZIN GELECEĞİNİ BELİRLEYECEK

Açık ki Kürdistan halkı soykırım kıskacına alınmış bir halktır ve bu soykırım politikasının en etkili bir biçimde yansıdığı yer de İmralı’da uygulanan sistemdir. Bununla birlikte, başta Önderlik avukatları olmak üzere tüm topluma dönük hiçbir dönemde görülmedik bir tutuklama ve zulüm siyaseti yürürlüktedir. Zindanlarda ve sokaklarda halkımıza karşı uygulanan zulüm ve faşist baskı politikası her gün hükmünü icra etmektedir. Kürdistan boydan boya bir savaş ve işkence ortamına dönüştürülmüş durumdadır. Bu açıdan bu yok edici-sömürgeci zihniyete karşı ister zindanlarda olsun, ister dışarıda olsun her zeminde mücadelenin yükseltilmesi meşru ve temel bir görev durumundadır. Böylesi önemli bir dönemde, mücadelenin bedelleri göze alınmadan, mücadelenin başarıya gitmesi de mümkün değildir. Biz hareket olarak hem AKP devletinin Kürdistan'da uygulamakta olduğu politikaları ve İmralı’da geliştirdiği uygulamaları, hem de bölgesel düzeyde yaşanan gelişmeleri göz önüne alarak, önümüzdeki süreci Kürt halkının özgürlük mücadelesi açısından stratejik bir süreç olarak görüyoruz. Bu süreçte yaşanacak gelişmelerin halkımızın geleceğini belirleyeceği açıktır.

AÇLIK GREVLERİ KONUSUNDA İNİSİYATİF EYLEMCİLERDEDİR


Bunlardan hareketle şunu belirtmek mümkündür: Bütün alanlarda, bütün kurum ve kişiler bu süreçte Önderliğimize ve halkımıza dayatılan işkence ve imhaya karşı mücadele yürütme inisiyatifine sahiptir. Bu açıdan açlık grevindeki eylemcilerin de inisiyatifli olduğunu düşünmekteyiz. Kendi iradeleriyle kendileri karar vermişler. Önderliğimizin yansıyan görüşleri de var ama sürecin bize dayattığı gerçeklikler de söz konusu. Ben eylemcilerin bütün bu gerçekliklere dayanarak kararlarını vereceklerini ve inisiyatifli olmaları gerektiğini düşünüyorum. Fakat destekleme eylemlerinin sadece açlık grevi biçiminde değil, daha aktif-değişik eylemler biçiminde olması daha gerçekçidir. Çünkü dışarıdaki insanların sadece açlık grevi değil, zengin eylem biçimlerini geliştirme imkanı vardır. Bu nedenle dönemin ruhuna uygun aktif eylemselliklerle eylemcilere ve onların amaçladığı Önder Apo’nun özgürlüğüne bağlılığı ifade etmek, bunu toplumsal düzeyde yaygınlaştırmak önem taşımaktadır.

15 Şubat 2012 ile birlikte başlayan bu süreç, devrimci militanların tüm gücüyle yeterli öncülük görevlerini yapması ve Kürt siyaseti ile yurtsever halkımızın da yüksek bir fedakarlıkla dönem görevleri karşısındaki sorumluluklarını yerine getirmesi gereken bir süreçtir. Topyekun saldırı savaşına karşı kapsamlı bir direnişin her alanda ve her zeminde geliştirilerek mutlaka başarı sağlamamız gereken bir dönemdeyiz. Bu açıdan halkımızın ve tüm yurtsever-demokrat çevrelerin en fazla bu dönemde Önderliğimize sahip çıkmaları, Önderliğimizin özgürlüğü için mücadeleyi yükseltmeleri gerekmektedir. Çünkü Önder Apo’nun özgürlüğü, aynı zamanda Kürt sorununun çözümü, tüm halkımızın özgürlüğü ve barışın bu topraklarda geliştirilmesi anlamına gelmektedir.

ULUSAL KÜRT DİLİ KONFERANSI ÖNEMLİ
* 2 Mart günü Amed’de başlayan ve 3 gün süren “Ulusal Kürt Dili Konferansı”na ortak dil tartışmaları damgasını vurdu. Kürdistan’ın her parçasından ve yurtdışından da birçok dil bilimcinin katıldığı bu konferansa ilişkin siz neler söyleyeceksiniz?

Amed’de geliştirilen Ulusal Kürt Dili Konferansı önemli bir çalışmadır. Bu çalışmaya katkısı olan, katılmış bulunan herkesi selamlamak istiyorum. Kürt dilinin, asimile edilmek, yok sayılmak ve ortadan kaldırılmak istenen bir dil olduğu gerçeği dikkate alındığında bu tür çalışmaların anlamı ve önemi kendiliğinden anlaşılır. Kürt dili, Kürdistan üzerindeki sömürgeci devletlerin bütün asimilasyoncu politikalarına karşı direnerek, bugüne kadar varlığını sürdürebilmiştir. Eğer Kürt dili ve edebiyatındaki tarihin derinliklerine dayanan zenginlikleri olmasaydı, Kürdistan'da - özellikle de Kuzey Kürdistan’da- Kürtçenin ayakta kalması çok zor olurdu. Ama Kürt dilinin zenginliği ve sağlam zeminlere dayanma gerçekliği onu yaşatabilen temel olgu olmuştur.

HİÇBİR LEHÇE ÖNE ÇIKARILMADAN TÜM LEHÇELER YAŞATILMALI

Gelinen aşamada Kürt dilinin sorunlarını tartışmak, özellikle Kürdistan'da tüm parçalar arasında ortak bir konsensüse ulaşmak gerçekten gerekliydi. Basından edindiğimiz bilgilere göre ulusal bir Dil Hareketi öngörülüyor. Bunun için bir yönetimin oluşturulması kararı alınmıştır. Yine ortak alfabenin belirlenmesi hedefleniyor. Ayrıca tüm lehçeler arasında bir ortaklaşmanın geliştirilmesi tartışılıyor. Bütün bu konuların önemli olduğunu, gerekli olduğunu belirtmek gerekiyor. Fakat kapitalist modernitenin geliştirdiği ulus-devlet anlayışının özellikle dayattığı tek dil, tek devlet, tek vatan, vb. tekçi yaklaşımın burada esas alınmaması önemlidir. Kürt dilinin var olan lehçeleri, Kürt dil zenginliğini yansıtan gerçekliklerdir. Kürt dilinin tüm lehçelerini korumak da Kürt dil kurumlarının ana görevi olmalıdır, diye düşünüyoruz. Hiçbir lehçe öne çıkarılmadan, tüm lehçelerin yaşatılması temelinde ortak bir dile ulaşma belki düşünülebilir. Yoksa lehçelerin asimile edilmesi temelinde tek bir ortak dile gitmek doğru olmayacaktır. Eminim ki bu durum göz önünde bulundurularak, kararlar geliştirilmiştir.

KÜRT HALKI KENDİ ANADİLİYLE KONUŞMAK VE YAŞAMAK İSTİYOR

Bugün Kürt halkı her yerde kendi anadiliyle okumak, konuşmak ve yaşamak istiyor. Kürtler başka dillere düşman değildir. Bulunduğu ülkedeki egemen devletin dilini de kullanır ama öncelikle kendi anadilini kullanmak durumundadır. Kendi anadiliyle eğitim hakkı, insan hakları kapsamında kullanması gereken doğal bir haktır. Çağımızda dünyanın hiçbir yerinde toplumların anadiline yasak getirilmemektedir. Ancak bugün Türkiye’de bu hak, kamusal alan başta olmak üzere hayatın tüm alanlarında ve tabii ki eğitim alanında yasaklanmıştır. Bu insan doğasına ve toplumlar gerçeğine aykırı bir durumu ifade etmektedir. Bir dili zorla başka bir topluma dayatmak kadar daha geri, daha ilkel ve insanlık dışı bir uygulama olamaz. Bu açıdan Kürtler çok meşru bir biçimde bulundukları bütün ülkelerde artık dil hakkını kullanmak istemektedir. Buna karşın, AKP iktidarının şu veya bu biçimde yaptığı yakıştırmaları, “Kürtçe medeni bir dil değildir” türünden geri yaklaşımları veya “evde, çarşıda konuşabilirsiniz ama eğitim dili olamaz” türünden sömürgeci zihniyeti yansıtan politikaları sonuç alamaz. Bu politikaları geçerli değildir. Kürt halkının doğal, meşru ve çağdaş istemi kendi anadiliyle okumak ve yaşamaktır. Hiç kimse bunun önüne geçemez; bu doğal hakkı tartışmak bile ancak ve ancak sömürgeci zihniyetin bir yansıması olabilir.

POZANTI’DA ÇOCUKLAR İNSANLIK DIŞI UYGULAMALARA MARUZ KALDI
*Adana Pozantı M Tipi Cezaevi’nde Kürt çocuklarına yönelik işkence, tecavüz, gibi uygulamalar, çocukların yazdığı dilekçelerle ortaya çıktı. Ayrıca cezaevi yöneticilerinin terfi edildiği de öne sürülüyor. Siz bu durumu Kürt çocukları ve Kürt halkı açısından nasıl yorumluyorsunuz?

Aslında bu durum çocukların şimdi dilekçe yazmasıyla ortaya çıkmadı. Bu uygulamalara maruz kalan çocuklar, iki yıl önce dilekçe yazmışlardır fakat o dilekçelerin hasıraltı edildiği, görmezden gelindiği ve olayın üzerine gidilmediği anlaşılmaktadır. Ancak geçen yıl dışarıya çıkmış bulunan çocukların İHD Mersin Şubesi’ne dilekçe yazmalarıyla ve yine şimdi bütün yönetimi ve birçok çalışanı tutuklu bulunan Dicle Haber Ajansı’nın bunu haberleştirmesi sonucu gündeme girmiş bir durumdur. Devlet hep bunun üstünü örtmek istemiştir. Hatta basından izlediğimiz kadarıyla İHD’ye yazılan dilekçelerin geri alınması için polis devreye girmiştir. Yine belirttiğiniz gibi başlangıçta o cezaevinin yöneticilerinin terfi edildiğini öğrenmiş bulunuyoruz. Fakat olay bütün boyutlarıyla açığa çıkıp, artık üstü örtülemeyecek düzeye gelince, AKP hükümeti konuya ancak eğilmiştir. Şimdi Adalet Bakanı, “dört görevli memuru görevden alarak, başka yerde görevlendirdik” diyor. Topluma ve kamuoyuna dönük yapılan konuşmalar yüzünden binlerce insanı içeri atmışsınız da; yüz kızartıcı olan ve insanlığa sığmayan derecede suç işleyen bu cezaevi yetkililerinin cezası sadece görevden alınma mıdır? Açık ki değildir ama bu uygulamalar devletin Kürtlere yönelik icraatının bir sonucu olarak ortaya çıktığı için sadece o memurlar değil, sistem de bundan sorumlu ve suçludur. Bu gerçeği bildikleri için bu uygulamaları yapan memurlara şöyle hafiften yaklaşmaktadırlar. Bu memurlar “iyi çocuklar” olmaktadırlar.

Şimdi şurası bir gerçek; Türk devlet sisteminin birçok bozukluğu vardır. Yani çocuk cezaevinde genel anlamda da yaşanan birçok sorun olabilir. Ama burada bu çocuklar Kürt oldukları için ve taş attıkları için özel olarak işkenceye, tacize ve çeşitli insanlık dışı uygulamalara maruz kalmışlardır. Hatta tecavüz olayları bile yaşanmıştır ve bunlar bizzat en tepedeki müdür denilen kişilerin yönlendirilmesiyle yapılmaktadır. İşte Türk sömürgecilik gerçeğinin Kürt çocuklarına yaklaşımı budur; iki yıl boyunca hep üstü örtülmek istenmektedir.

POZANTI’DAKİ VAHŞETİ GÖRÜNCE YÜKÜMÜZÜN NE KADAR AĞIR OLDUĞUNU HİSSEDİYORUZ
* Peki, neden üstü örtülmek isteniyor?

Çünkü bu, bir devlet politikasıdır. Kürtlerin çocuklarına her türlü hakareti yap, yaşamını boz, onuruyla oyna, psikolojisi yerinde bir kişi olmaktan çıksın; hedefledikleri budur. Aynı şeyi biz Siirt ve Mardin’deki kız çocuklarına karşı geliştirilen tecavüz davalarında da görmedik mi? Açık ki Türk devletinin Kürt halkına düşmanca yaklaşımı değişik zeminlerde, değişik vahşi saldırılar biçiminde çocuklarımıza, kadınlarımıza, gençlerimize yansımaktadır. En tepedeki Başbakan kalkar, Kürt siyasetine küfreder ve onu hedef gösterirse, alttaki memur da bu biçimde işkence, taciz ve tecavüz yapar. Bundan AKP hükümetinin zihniyeti sorumludur. Dikkat edelim bu tür uygulamalar en çok AKP hükümetinin döneminde artmıştır. Tecavüz olayları ve insanlık dışı uygulamalar hep bu hükümet döneminde artmış bulunmaktadır. Bu bir zihniyettir ve Kürt halkını rencide etme, onursuzlaştırma, böylece de teslim alma politikalarının birer uygulamaları olarak yaşam bulmaktadır. Biz bunu iyi biliyoruz. Ama onurlu Kürt gençleri, tüm değerli Kürt kızları ve erkekleri, Türk sömürgeciliğinin-AKP faşizminin dayattığı bu onursuzluğa karşı onur mücadelesini ve savaşını yükselterek buna cevap vereceklerdir.

Nihayetinde bu Pozantı’daki insanlık rezaleti, vahşeti ve çocuklarımıza yapılanları gördükçe yükümüzün ne kadar ağır olduğunu hissediyoruz. Mutlaka bu yükün altından çıkmalıyız. Mutlaka buna cevap olmalıyız.

BİZ ARTIK BU TÜR İĞRENÇ UYGULAMALARDAN BIKTIK

Buna “artık yeter” demeliyiz. Sömürgeciliğin bu insanlık dışı uygulamalarına artık biz Kürt halkı olarak yeter demek zorundayız. Bir şeref varsa, bir haysiyet varsa ve bir değer varsa yapacağımız tek şey, bu tür vahşi sömürgeci uygulamalara karşı sessiz kalmamak, artık yeter diyerek gereken cevabı vermek ve çocuklarımıza sahip çıkmaktır. Başka yolu yoktur. Biz artık bu tür iğrenç, faşist uygulamaları duymaktan bıktık. Kürt gençliğini düşürme, yozlaştırma, alçakça uygulamalarla teslim alma uygulamaları karşısında tüm Kürt halkı isyan halinde olmak zorundadır. Biz buna karşı sessiz kalamayız. Buna cevap vermek boynumuzun borcudur. Bu, Türk sömürgeciliğinin Kürt halkına, Kürt çocuklarına karşı nasıl yaklaştığının aynasıdır, başka bir şey değildir.

ADIYAMAN’DA ÖZEL SAVAŞ UYGULAMALARI
* Adıyaman’da Alevi Kürtlerin evlerinin işaretlendiği basına yansıdı. Alevi Kürtlere yönelik bu durum geçmiş dönemlerde Kürtlere yönelik bazı uygulamaları hatırlatıyor. Sizce bu neye işarettir?

Adıyaman’da Alevi Kürt insanların evlerinin işaretlenmesi de az önce belirttiğim sömürgeci yaklaşımın bir başka versiyonudur. ‘78’de Maraş’ta bunu yaptılar ve Alevi Kürtlerin hepsini Maraş’tan sürdüler. Bugün o Kürtlerin hepsi mülteci durumunda, yurtdışında yaşamaktadır. Böylece Maraş’ı ele geçirdiler. Belli ki şimdi de Adıyaman’ı ele geçirmek istiyorlar. Zaten gericilik bir biçimde Adıyaman’a hakim olarak Kürdistan’a dönük politikalarını etkili kılmak istemektedir.

Bunu ne amaçla yapmış olabilirler? En azından korkutup, kaçırtmak ve belki de katletmek planları vardır ama böyle bir plan hayata geçmese bile Kürtlerin sineceği, korkacağı, ya kaçacağı ya da teslim olacağı varsayılmaktadır. Yani bunlar Kürtleri bastırmaya dönük planlı uygulamalardır. Birer özel savaş uygulamaları olarak adım adım hayata geçirilmektedir. Pozantı’daki uygulamaların amacı ne ise Adıyaman’da evlere yapılan işaretlerin amacı da odur. Kürt çocuklarını, Kürt insanlarını, Kürt Alevilerini teslim alma ve amaçları Kürdistan'da sömürgeciliği her boyutta egemen kıldırmaktır.

*İçişleri Bakanı da “iki-üç çocuğun işidir” diyerek yönelimi gerçekleştirenleri korumaya çalıştı…

Evet. Bu konuyu çözmekle görevli olması gereken zatın daha bir hafta önce, Taksim’deki mitingde nasıl şovenist salyalar akıttığını herkes gördü. Sömürgeci-faşist kimliğini çok iyi bildiğimiz bu kişinin kalkıp da burada kendi kimliğinde direnen Kürtlere karşı insani bir yaklaşımı geliştirmesi ve doğru söylemesi mümkün mü? Elbette değil. Belli ki işin başındaki adam zaten odur. Onun için hemen peşinen “iki-üç çocuğun işidir” diyor. Buna gerekçe olarak da yazıların yaşça olgun bir insanın boyu düzeyinde yüksek değil de biraz daha alçak yazılmış olmasını göstermektedir. Belki de bu planlı bir biçimde yapılmış bir şeydir. Yani bu zatın vermiş olduğu cevap da sömürgeciliğin neyi, nasıl ele aldığı ve aslında bu tür tehlikeli durumları nasıl hafife alarak meşrulaştırmak istediklerini göstermektedir. Bu açıdan sömürgeciliğin Kürt halkını teslim alma mücadelesinde bir yaygınlığın olduğunu söylemek gerekiyor. Hayatın bütün alanlarına yedirilmiş bir özel savaş uygulaması söz konusudur. Kürtlere ve Alevilere dönük bir sindirme ve teslim alma politikası vardır. Bu çerçevede bütün bunlar geliştirilmektedir.

8 MART MESAJI
* 8 Mart vesilesiyle Kürt kadınları ve dünya emekçi kadınlarına yönelik bir mesajınız var mı?

Kapitalist modernite zihniyetinin bütün eşitlikçi-özgürlükçü söylemlerine rağmen bugün dünyanın her tarafında kadın cinsi erkek egemenlikli zihniyet tarafından ezilmekte, angaryaya tabi tutulmakta, hor görülmekte, küçük düşürülmekte ve değişik biçimlerde sömürüye tabi tutularak, sömürülen bir cins konumunda tutulmaktadır. Çağımızın en çok ezilen ve sömürülen kesimi kadın cinsidir. Kadın cinsinin kurtuluş sorunu, eşitlik ve özgürlüğü kazanma sorunu, tüm insanlığın bir sorunudur. Egemenlikçi zihniyetten sıyrılmış, gerçek anlamda demokratik bir zihniyete sahip eşitlikçi her kişinin mutlak surette kadın özgürlüğünü olmazsa olmaz bir biçimde savunması ve bunun için mücadele etmesi gerekmektedir. Çağımızda devrimciliğin yegane temel ölçütü budur. Kadın özgürlüğü için mücadele etmeyen, kadın özgürlüğünü savunmayan, erkek egemenlikçi yaklaşımı normal gören ya da görmezden gelen veyahut bir biçimde süzgeçten geçirerek erkeğin dayattığı ölçüleri eşitlik sayan yaklaşımlar aşılmadan devrimci olunamaz.

Bu açıdan Önder Apo, dünya çapında solun yaşadığı temel birçok sorunda yeni açılımlar yaptığı gibi en çok da kadın konusunda, kadın özgürlüğüne bakış konusunda çok anlamlı bir çıkış ve açılım yapmıştır. Özellikle Kadın Kurtuluş Çizgisi’ni ve İdeolojisi’ni geliştirerek, kadın cinsinin özgürlük mücadelesini insanlığın bir sorunu olarak ortaya koyması ve temel bir devrim sorunu olarak görmesi çok önemli bir devrimsel çıkış olmuştur.

Bu çıkış temelinde Kürdistan'da geliştirilen mücadele ve tartışma, kadının köleliği sorgulaması, erkeğin egemenliği sorgulaması Kürdistan'da sosyal bir devrime yol açacak düzeyde önemli gelişmeler yaratmıştır. Kürt kadınının bugün ulaşmış olduğu özgürlükçü duruş ve performans tamamen buna dayanmaktadır. Önder Apo’nun geliştirdiği Kadın Kurtuluş Çizgisi temelinde büyük kadın devrimci militanların ortaya çıkması, daha başlangıçta Saadetlerin, Rukenlerin, Diclelerin, yine Bêrîvanların, Azîmelerin, Zelallerin, Bêrîtan ve Zîlanların, Şîlan ve Nûdaların ve de Çîçeklerin militanlaşarak, büyük bir iradeyi ortaya koymaları Kürt kadınının tarihin derinliklerinden gelen büyük birikiminin, gücünün ve özgürlükçü sesinin yansıması ve çağrısı olmuştur. Kürt kadını bugün Kürt halkının özgürlük mücadelesinin en önemli bir gücü ve öncüsü durumundadır. Önder Apo’nun gerçekleştirdiği teorik perspektif ve Kürt kadınının da büyük bir direniş sergileyerek-yüksek bir irade ortaya koyarak sağladığı bu büyük gelişme aslında tüm dünya kadınları açısından önemli bir güç kaynağı ve önemli bir mesaj olmuştur.

Belki biz bugün bütün dünyaya bunu taşıramıyoruz ancak Kürdistan gibi feodalitenin oldukça etkin olduğu bir zeminde bu denli özgürlükçü bir kadın hareketinin ortaya çıkmasının tesadüfi olmaması gerekir; normal ve sıradan bir durum da değildir. Çok önemli bir toplumsal gelişme durumudur. Bunun hem Dünya Emekçi Kadınlarına güç katacağı ve hem de Kürt sorununun çözümünde önemli bir rol oynayacağı açık ortadadır. Bu önemli devrimsel kadın gerçeğine dayanarak ve kadının dünya çapında özgürlük arayışçısı olma düzeyi dikkate alınarak, önemle ele alınması gereken bir sorun olduğu açıkça görülecektir. Ben bu temelde 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nü tüm Dünya Emekçi Kadınlarına ve Kürdistan emekçi, özgürlükçü yurtsever kadınlarına ve değerli şehit analarımıza kutluyor, onların özgürlük mücadelesinde üstün başarılar diliyorum.

Kürt kadınının, bu yıl 8 Mart etkinliklerini Hakkari ve Nusaybin’den başlayarak Amed’e kadar uzanan ve Kürdistan'da boydan boya bir direniş içerisinde Önder Apo’nun özgürlüğü ve Kürt sorununu çözme temelinde kadın özgürlüğünü savunuyor olması önemli ve büyük bir özgürlükçü duruştur. Tüm Kürdistan kadınının bu özgürlükçü duruşunu bütün hareketimiz adına selamlıyor, her zaman onların özgürlükçü duruşunun arkasında olduğumuzu, bu duruşun insanlığın kurtuluşunu sağlayacak bir duruş olacağı inancıyla, tekrardan üstün başarı dileklerimi ifade etmek istiyorum.

* 5 ve 8 Mart’la birlikte başlayarak, Mart ayının Newroz etkinlikleri ve sonrasında da yoğun bir ay olacağı anlaşılıyor. Bu yönlü genel olarak Mart ayının önemine ilişkin neler söyleyebilirsiniz?

Evet, Mart ayı Kürdistan halkı ve Özgürlük Mücadelesi açısından önemli bir aydır. Bu, tarih boyunca şekillenen ve olagelen bir durumdur. Kürdistan'da kış mevsimi genellikle çok ağır geçer. Kıştan bahara giriş ayı olan Mart ayı birçok hareketlenmenin, kışta yaşanan yoğunlaşmanın dışa vurduğu bir ay olarak hep pratikleşmiştir. Newroz ayı olmasının da bundan ileri geldiği anlaşılmaktadır. Kürt halkının dağlarda sağladığı kış yoğunlaşmasını baharla birlikte bir hamle geliştirmesi, direnişi yükseltmesi biçiminde Newroz Bayramı tarihteki yerini bulmuştur.

Newroz geleneksel olarak bir direniş sürecidir. Direniş, birlik ve özgürlük bayramı olarak kutlanmasının nedeni de budur. Öte yandan daha birçok anlamlı direnişin ve çıkışın bu ayda gerçekleşmiş olduğunu biliyoruz. Özellikle 5 Mart 1991’de Güney Kürdistan halkımızın Ranya’da gerçekleştirdiği çıkışın ve peşi sıra Süleymaniye ve diğer alanlara yayılarak, 5 Mart ayaklanmasının oluştuğu bilinmektedir. Güney Kürdistan halkımızın 5 Mart’ta Ranya’da başlayan bu çıkışının Kürdistan Özgürlük Mücadelesi’nde önemli bir yeri vardır. Biz 5 Mart ayaklanmasının 21. yıldönümünü kutluyor ve bu mücadelede yaşamını yitiren tüm şehitlerimizi anıyoruz. Bugün Güney Kürdistan'daki kazanımların geliştirilmesi, giderek ulusal bir kazanıma dönüştürülmesi tutumuyla 5 Martların karşılanması gerektiğini belirtmek istiyorum. Ayrıca 5 Mart ayaklanmasını Kürdistan genel direnişinden soyut ele almak yanlıştır. Kürdistan parçalarının birbirini yakından etkilediği bilinen bir durumdur.

İşte Saddam rejiminin 16 Mart 1988’de Halepçe Katliamı’nı gerçekleştirmesiyle birlikte Güney Kürdistan'daki peşmerge güçlerinin Güney Kürdistan sınırlarının dışına çıkma durumu gelişmiştir. ‘88 Martı’ndan ‘91 Martı’na kadarki zaman süreci içerisinde sömürgeciliğe karşı silahlı direnişi geliştiren tek hareket PKK Hareketiydi. PKK Hareketinin Güney’deki duruma karşı Kuzey’de direnişi yükseltmesi ve özellikle ‘90 süreci itibarıyla Cizre, Nusaybin, Lice, Amed ve Kuzey’in birçok alanında kitlesel hareketi yükseltmesiyle birlikte Güney’in de birbirini etkilemesi durumu süreci daha da ileriye taşımanın zemini olmuştur. Yani bir parçadaki ayaklanmanın diğer parçalardan soyutlanamayacağı bu biçimde açıkça görülmektedir. Bu açıdan 5 Mart ayaklanmasıyla birlikte Güney’de elde edilen kazanımların tüm Kürdistan halkının kazanımları gibi ele alınması ve algılanması daha doğru olacaktır.

8 Mart gününe zaten az önce değindik. Bugün de eşitlik ve özgürlük mücadelesinin yükseltildiği bir gün olarak tarihe geçmiş bulunmaktadır.

Ayrıca 12 Mart Qamişlo Katliamı vardır ve bu katliama karşı halkımızın tüm Batı Kürdistan'da gelişen direnişi söz konusudur. Burada onlarca şehit verildi ama halkımız Qamişlo’daki katliama karşı Dêrik’ten, Kobanî’ye, Efrîn’e kadar bütün Batı Kürdistan'da tepki göstermiş, ulusal duruşunu ve direnişini ortaya koymuştur. Bugün Batı Kürdistan'da gelinen devrimsel düzeyin temelinde bu direnişin rolü de vardır.

MART AYI ANLAMLI, MANEVİ DEĞERİ YÜKSEK BİR AY

Kısaca 5 Mart, 8 Mart, 12 Mart, 16 Mart ve 21 Mart Newroz, Newroz sonrası 21-28 Mart Kahramanlık Haftası bir bütünen Mart ayını bizler için anlamlı, manevi değeri yüksek bir ay haline getirmiş bulunuyor. Bu açıdan Mart ayının yeni dönemde de halkımızın demokratik toplumsal hareketinin, özgürlük mücadelesinin yükseliş ayı olacağı açık ortadadır. Özellikle Kürdistan’ın genel durumu ve bölgede yaşanan gelişmeler itibarıyla süreç ele alındığında 2012 Mart ayının daha güçlü karşılanması gerekliliği ortaya çıkacaktır. Bu nedenle Mart ayı bizim için genel anlamda önemli bir ay olmakla birlikte özellikle bu yıl Mart ayında halkımızın göstereceği toplumsal etkinlikler çok önemlidir. AKP hükümeti şimdiden halkımızın Newroz görkemliliğini zayıflatmak için suni gerekçelerle tutuklamalar yapmaktadır. Şimdiden belirteyim ki, bunlar tamamen AKP hükümetinin yakıştırmalarıdır; halkımızın toplumsal düzeyde Newroz’u karşılamasını önlemeye dönük girişimlerdir.

KAPSAMLI ETKİNLİKLER YAPILMALI

Hiçbir Kürdistanlı bu tür şeylere kulak asmamalı, hem 5 Mart gününü hem 8 Mart’ı, 12 Mart’ı, 16 Mart’ı ve 21 Mart Newroz Bayramı’nı eski yıllara göre daha kapsamlı toplumsal etkinliklerle karşılayarak, ulusal tutumunu özgürlükçü duruşunu ortaya koymalıdır. Bu açıdan Mart ayı, kapsamlı toplumsal bir katılımla Kürt halkının herkese gücünü göstereceği bir ay olmak durumundadır. Tüm yurtsever, demokratik kurum ve kuruluşların Mart ayına bu biçimde yaklaşması, toplumsal etkinlik ve katılımların ulusal ve uluslararası düzeyde Kürt halkının birer mesajı olarak yansıyacağını dikkate alarak, en yüksek düzeyde katılımı göstermesi gerekmektedir. Ve ben tüm halkımızın bütün parçalarda ve yurtdışında güçlü bir katılımla Mart ayını dolgun karşılayacağını, Mart ayını özgürlük mücadelesinde önemli bir çıkışla karşılayarak, özgürlükçü, demokratik tutumunu ortaya koyacağını düşünüyor; bu temelde tüm halkımızı en etkili bir biçimde Mart ayını ve Mart ayı içerisindeki başta 8 Mart ve Newroz olmak üzere tüm etkinliklere katılmaya çağırıyorum.

ANF NEWS AGENCY

Wall Street İşgal Eylemleri Hedefini Bulmaya Başladı

Londra - Eylül'de New York şehrinde "Wall Street'i işgal et" parolasıyla başlayan ve ABD'de son yıllardaki en büyük muhalefet hareketini yaratan işgal hareketi, durgun geçen kış aylarından sonra baharın gelmesiyle birlikte yeniden atağa geçti. Mart ayının başından beri ülke çapında onlarca eyleme imza atan hareket bünyesinde eşzamanlı olarak birçok kampanya sürdürülürken, yeni dalgada eylemlerin giderek biçim değiştirdiği dikkat çekiyor.

İşgal eylemleri başlangıçta sistemden canı yanan herkesin belirli bir bölgeyi çadırlarla işgal ederek aynı anda yüzlerce farklı talebi dile getirdiği bir platform niteliğindeydi. Hareketin bu geniş doğası hızla popülerleşmesini sağladı ama birçok çevre bu yöntemin aynı zamanda onun zayıflığı olduğunu öne sürüyor, daha somut hedeflere yönelmek gerektiğini savunuyordu. Yeni dönemdeki ilk işaretler bu eleştirinin tabanda karşılık bulduğunu gösteriyor. Eylemler artık çok daha somut taleplerle doğrudan şirketleri, kurumları ve hatta belirli patronları hedef alıyor.

İLK HEDEF 'ALEC'

Yeni dönemde hareketlenen protestocular, ilk olarak hedeflerine ALEC olarak bilinen oluşumu aldılar. Şirket temsilcileriyle politikacıları aynı masa etrafında buluşturan bir oluşum olan ALEC, ABD'de son dönemde kapalı kapılar ardında şirketlerin lehine birçok yasal düzenlemenin yapılmasını sağlamakla eleştiriliyor. Bunların en bilinenleri sendikaların yetki alanını kısıtlayan bir yasal düzenlemeyle Arizona'da yürürlüğe giren göçmen karşıtı kanun tasarısı. Ancak bunlar buzdağının sadece görünen kısmı. ALEC mekanizmasından geçerek yasalaşan tasarıların sayısının binden fazla olduğu tahmin ediliyor.

Bu gidişe dur demek ve ALEC'i teşhir etmek için harekete geçen eylemciler, 29 Şubat'ta "Şirketleri kapat" sloganıyla 70 kentte eşzamanlı olarak ALEC'te yer alan firmaları hedef alan eylemler gerçekleştirdiler. New York'ta Bank of America'nın merkez binası eylemciler tarafından kuşatılarak çalışamaz hale getirildi. İlaç devi Pfizer'in araştırma merkezi kuşatma altına alındı. Kaliforniya'da gıda tekeli Wal-Mart'ın üç dağıtım deposu koordineli bir eylemle işgal edildi. Ülke çapında Citibank'tan BP'ye kadar onlarca başka şirket protestoların hedefindeydi.

Başarılı geçen ALEC protestolarından bir gün sonra, 1 Mart'ta 50 kolej ve sendikaların çağrısıyla öğrenci eylemlerine start verildi. Eğitimde yapılan kesintilere, işten çıkarmalara ve son beş yılda üçe katlanan harçlara karşı "Eğitim bir insan hakkıdır" sloganıyla yapılan çağrıya destek veren yüzden fazla oluşum ülke çapında üniversitelerde birçok eyleme imza atarken bazı üniversitelerin girişi yüzlerce öğrenci tarafından saatlerce bloke edildi. Aynı gün Oakland'dan yola çıkan öğrencilerse Sacramento şehrine doğru 150 kilometrelik bir yürüyüş başlattı. Bugün şehre varması beklenen öğrenciler, buradaki eylemcilerle birlikte hükümet binasını işgal etmeyi planlıyor.

İŞGAL GENELLEŞİRSE

Meydanlardan sonra belirli binaların işgal edilmeye başlaması egemen çevrelerde de rahatsızlık yaratmaya başladı. Financial Times gazetesinde yer alan bir yorumda "işgal"in "sevimsiz" bir kelime olduğu söylenip eylemcilere başka yöntemler bulmaları öğütleniyordu. Egemenler rahatsız olmakta haklı. Çünkü ABD'de artık hemen her yer işgal konusu olabilmeye başladı.

Bunun en tipik örneklerinden biri geçtiğimiz haftalarda Chicago şehrinde yaşandı. Hemen hemen tamamen yoksul azınlıklara hizmet eden bir okulun bütçe kesintisi nedeniyle kapatılacağı açıklanınca tepesi atan öğrenciler, öğretmenler ve veliler okulu işgal etti. Aynı anda olay yerine gelen başka bir grup protestocu da okul girişine 40'tan fazla çadır kurarak "destek işgali" eylemi başlattı. Eylemciler karar geri alınana kadar işgali sürdürmeyi planlıyor.

Okul işgali devam ederken şehrin diğer tarafında bir cam fabrikası işçiler tarafından işgal edildi. Gerekçe yönetimin fabrikayı kapatma kararıydı. Karara karşı "işçi yönetimiyle fabrikayı biz çalıştırırız" diyen işçiler sadece 11 saatte yönetime geri adım attırmayı başardı ve karar geri alındı.

Chicago'daki fabrika işgalini değerlendiren bir sendikacı, Amerikan işçi hareketinin geleneğinde fabrika işgali yönteminin fazla köklü olmadığını ama Latin Amerika'da bunun adeta bir gelenek olduğunu söyleyerek, Latin Amerika kökenli yüzbinlerce işçinin çalıştığı güney eyaletlerinde bu eylemlerin yayılma potansiyelinin hayli fazla olduğunu söylüyordu.

İsgallerin gündemde olduğu bir başka alansa evler. Genel eylemlere paralel bir kampanya olarak süren ve boş evleri işgal etmekten evden atılanlara hukuki yardıma kadar birçok alanda çalışma yürüten "Evleri işgal et" kampanyası da kısmi mücadelelerden sonra hedefini somutlayarak bankaları karşısına aldı. Onbinlerce insanı önce borçlandırıp sonra ipotekle evlerine el koyan bankalara karşı ülke çapında eylem çağrısı yapan oluşum, 12-16 Mart tarihleri arasında birçok banka genel merkezi ve şubelerini hedef alacak eylemler planlanıyor.

AMERİKAN BAHARI MI?

Mart ayı boyunca yapılacak eylemler bunlarla sınırlı değil. Gerek yerel grupların inisiyatifiyle gerekse farklı şehirlerdeki grupların ortaklığıyla şirketleri ve politikacıları hedef alan birçok kampanya paralel olarak sürdürülüyor. Ortak kampanyaların en büyüğüyse Washington'daki işgal gruplarının çağrısıyla başlatıldı. Eylemciler 30 Mart'ta "iktidarı işgal et" sloganı altında eylemleri başkente taşımayı planlıyor.

Eylemin çağrı bildirgesinde artık halkın iki partili oyuna tahammülünün kalmadığından hareketle gerek Cumhuriyetçilerin gerekse Demokratların boğazlarına kadar yolsuzluğa battığı ve şirketlerin sesi olduğu, %1'in çıkarlarına hizmet eden mevcut sistemin yerine halkın %99'unun çıkarlarını esas alan katılımcı bir demokrasinin hayata geçirilmesi gerektiği belirtiliyor.

Yaklaşan başkanlık seçimleri öncesinde ABD'de artık oyunun kurallarının değiştiğini göstermek isteyen protestocuların başkent Washington'daki eylemleri 30 Mart'ta başlayıp 30 Nisan'a kadar devam edecek. Şimdiye dek 13 kentten işgal grupları eyleme destek verdiklerini açıkladılar.

ABD'de yükselişe geçen işgal eylemlerinin ikinci safhası ilk dönemle kıyaslandığında şimdilik yer yer daha az kitlesel olsa da çok daha organize ve ne istediğini bilen bir karaktere sahip gibi görünüyor. Bahar ayları boyunca yapılacak onlarca kampanya ve yüzlerce eylem bir "Amerikan Baharı"na dönüşecek mi bunu önümüzdeki günler gösterecek. Ancak yaşananlar Amerikan halkı, özellikle de gençliği içinde hoşnutsuzluk ve değişim arayışının giderek büyüdüğünü gösteriyor.

ANF NEWS AGENCY

AKP'de Diyarbakır Çatlağı Büyüyor: 370 İstifa Daha Kapıda

Amed - Partilerinin Roboski katliamına duyarsız kaldığını belirterek topluca istifa ettiklerini duyuran AKP Ergani İlçe Teşkilatı Gençlik Kolları Başkanı Sait Yılmaz, istifaların 22 üyeyle sınırlı kalmayacağını, sırada 370 üyenin bulunduğunu ve en yakın zaman da bunların da istifa edeceklerini söyledi.

34 kişinin katledildiği Roboski katliamı karşısındaki duyarsızlığı, Kürt diline yönelik hakaretvari açıklamalar, askeri ve siyasi operasyonlar ile genel anlamda Kürt sorununa ilişkin politikaları nedeniyle AKP bölgede kan kaybediyor.

Geçtiğimiz genel seçimlerde bölgede umduğunu bulamayan AKP'nin söz konusu politikaları tabanda büyük çatlaklara yol açtı. Geçtiğimiz günlerde 22 üye ile birlikte istifa ettiklerini duyuran AKP Ergani İlçe Teşkilatı Gençlik Kolları Başkanı Sait Yılmaz, istifa nedenleri ile ilgili bilgi vererek, yeni istifaların kapıda olduğunu söyledi.

İLÇE YÖNETİMİ TEFECİLER VE FAİZCİLERİN İŞGALİNDE

AKP Ergani İlçe yönetiminin faizci, tefeci ve eski MHP kadroları tarafından işgal edildiğini belirterek bu haliyle AKP'li yönetimin halka hizmet edemeyeceğini kaydeden Yılmaz, istifaların da bu yönlü yaklaşımlara bir tepki olarak geliştiğini söyledi.

"Yönetimin partiye ve Ergani halkına gerçekten değer vermediklerini gördük" diyen Yılmaz, "Gerçekten hizmet edeceklerini sanmıyorum, çünkü öyle bir görüntü yok ortada. Ergani yönetiminde ne kadar tefeci ve faizci varsa bu partiye gelmiş. MHP'nin Kozluk adamı gelmiş, bu partide hizmet ediyor gibi görüntüsü veriyor. Yani bu insanlardan ne beklersiniz" şeklinde konuştu.

Yılmaz, "Devlet dairelerine kendi adamlarını yerleştirecekler, bu çıkarlarını koruma doğrultusunda gelmişlerdir. İktidar partisi olduğu için gelmişlerdir. Yoksa bunların siyasetle ilgili hiçbir şeyi yoktur. Kendi menfaatleri doğrultusunda, şu an Ergani devlet hastanesinde 17 personel işten çıkarıldı. Yıllardır devlet hastanesinde çalışan personel vardır. Bunları işten çıkarıyor, kendi menfaatleri doğrultusunda kendi adamlarını yerleştiriyorlar. Biz bunlara karşı çıktık ve gençlere sahip çıkın dedik. Biz de baktık gençlere sahip çıkılmıyor, bu nedenle de istifa ettik" dedi.

UMDUĞUMUZU BULAMADIK

Yunanistan gibi bir ülkede 1200-1300 civarında Türkün anadilinde eğitim gördüğü, ancak Türkiye'de yaşayan milyonlarca Kürde neden bu hakkın tanınmadığını soran Yılmaz, "Kürt sorununa yaklaşım noktasında AKP başa geldiğinde gerçekten büyük beklentilerimiz vardı. Özellikle 2002 yılı seçimlerinde çok sıcakkanlılıkla yaklaştık ve biz Güneydoğu halkı olarak büyük beklentiler içerisine girdik. Fakat umduğumuzu bulamadık. Kürt halkı gerçekten çok daha iyi şeylere layıktır. Kürt halkının beklentisi daha fazlaydı. Örneğin Yunanistan'da 1200-1300 nüfuslu Türk var. Türk dilinde okul var. Türkiye'de milyonlarca Kürt var. Kürtler anadilinde eğitim istediği zaman neden rest çekiliyor. Kürtlere haklarının verilmesi lazım, haklarının savunulması lazım, Kürt halkına sahip çıkılması lazım" dedi.

"KCK" operasyonlarına da değinen Yılmaz, yapılan tutuklamaların yanlış olduğunu belirterek, "Belediye başkanlarının kelepçelenip tutuklanmaları yakışır bir davranış değildi. 'KCK' operasyonlarında tutuklanan insanların mahkeme önüne çıkarılması ve serbest bırakılması lazım" ifadelerini kullandı.

KADIN KOLLARI VE 370 ÜYE İSTİFA EDECEK

Gerçekleşen istifaların kendileriyle sınırlı kalmadan mevcut üyeler ve Kadın Kolları'na kadar yansımasını bulacağını söyleyen Yılmaz, "İstifalarımız zaten 22 üyemizle kalmayacak. 370 üyemiz sırada ve en yakın zaman da bunlar da istifa edecek. Buna paralel olarak şu an Kadın Kollarımız da istifaya hazırlanıyor ve onlar da istifa edeceklerdir. Şu an delegelerin imzaları toplanıyor. 170'in üzerinde imza toplanmış 200'ün üzerine çıktığı zaman istifa verilecek ve bu yönetim devrilecektir. İstifalar peş peşe gelecek bunlara hazırlıklı olsunlar" dedi.

Hangi partiye katılacaklarını açıklamayan Yılmaz, "Önümüzdeki süreç gösterecek. Memleketimize, ülkemize hangisi hayırlı olacaksa biz onları destekleyeceğiz ve emin olun destekleyeceğimiz parti kim olursa olsun en iyi yerlere gelecektir" diye konuştu.

ANF NEWS AGENCY

Otuz Yıl Sonra Yeniden Açlık Grevindeyim...

Fuat Kav
 
 
Bazen belleği bellek yapanın, onu tarihin arşivi haline getirenin duygu olduğunu söylediğimde kendi kendime kuşkuya düşer, ardından bilimle çeliştiğimi düşünerek kocaman bir 'acaba' kafamda oluşur. Sonra da her şeyi yorumlayıp biçimlendiren ve zaman içinde belli bir öze kavuşturan düşüncenin, bir başka ifadeyle bütün buna anlam kazandıran insanın rolünü sıradanlaştırdığım korkusuna kapılırım.

Ama zaman zaman bellek yoklamasına gittiğimde ve benim üzerimde büyük izdüşümleri olan olayları yeniden hatırladığımda 'hayır' diyorum. Öyle düşünerek ne düşünceyi, ne insanı, ne de tarihin gelişim çizgisini reddetmiş oluyorum. Gerçekten de duygunun son derece anlamlı olduğunu, belleği oluşturma ve tarihin yapıcıları olan olay ve olguların hatırlanmasında son derece etkin olduğunu bu son birkaç gün içinde artık kesin ikna olmuş oldum.

'Nasıl böyle kesin bir sonuca ulaştın' derseniz, vereceğim yanıt son derece basit olur: Açlık grevinin ilk gününde, hatta yaptığımız basın açıklaması sırasında, 14 Temmuz 1982 yılında Diyarbakır Zindanı'nda başlatılan Büyük Ölüm Orucu eylemi ilk düşünsel değil, duygularımla derin bir biçimde hissetmiş oldum. Burada düşünce ile duyguların birbirinden kopuk olduğuna dair herhangi bir yanılgıya girdiğim sanılmasın. Vurgulamak istediğim, o vahşet sürecini ve ona karşı başlatılan o büyük eylemi ilk duygularımla hissettim, ardından da düşünce dünyamla adeta bir kez daha o anı yaşamış oldum.

Hayrı, Kemal, Akif ve Ali geldi ilk duygularımın gözlerinin önüne. Evet, duygularımın gözlerine ilk takılan Hayrı, ardından Kemal, sonra Akif ve daha sonra da Ali oldu. Sonra birer halka gibi beni saran bu kahramanlar, tek tek halka biçiminde birleşerek beni adeta yeniden 1982 yılının o karanlık ve hain günlerine götürdü.

Eylem biçimi aynıydı, beden aynı ağırlığı hissedecekti, derilerimiz pul pul dökülecek, hücrelerimiz birer birer ölecekti, ölüm yavaş yavaş yaklaşacaktı bize, görme ve iştime, yürüme organlarımız yavaş yavaş işlevlerinin gereklerini yerine getiremeyeceklerdi. Ama Hiçbir şey o zamanki gibi değildi ve olmayacaktı. O karanlık ve vicdanı olmayan zamanda girdiğimiz ölüm orucunda etrafımızda tek bir ses, havaya kaldırılan bir tek yumruk, zafer işareti yapan tek bir parmak yoktu. Bırakalım bizi temsil eden bir bayrak, üstümüzdeki giysiler bile zalimlerin saldırısında paramparça olmuş ve yarı çıplak halde çıplak bir hücreye atılmıştık.

İnsanlık tarihinin yazıldığı bir andı, ama insanlık adına tek bir kırıntı bile yoktu. Zebaniler kolumuzdan tutarak tek kişilik hücrelere atılmış ve her birimizin arasında en az iki hücre boş bırakılmıştı. Hücreler farelerle doluydu, birer askeri battaniye ve içinde her türlü metal ve plastik maddenin olduğu birer yatak verilmişti. Ama Hayri arkadaşa bir battaniye ve o yatak bile çok görülmüştü.

Aradan yıllar geçmişti, tam otuz yılın ardından yeniden açlık grevine başlamış oluyordum. Daha doğrusu zindandan çıktıktan sonra ilk kez bir açlık grevine giriyordum. Hayat çok daha farklıydı. Belki Kürtler hala özgürlüğüne kavuşmamıştı, tasfiye konseptleri hala devam ediyordu. Ama bizimle birlikte büyük bir kitle vardı, bizi adeta sarmalayan dostlarımız, arkadaşlarımız ve yoldaşlarımız vardı. Havaya kalkan yüzlerce yumruk, zafer işareti için parmaklar ve Kürt halkının iradesini temsil eden bayraklar vardı.

1982 yılında büyük ölüm orucuna girerken büyük bir ölüm sessizliğinin eşliğinde hücreye atılmıştık, bu sefer büyük bir kitle ile birlikte yerli ve yabancı basının önünde basın açıklamasını yaparak başlamıştık eyleme. Buydu işte büyük ölüm orucunun görkemliği, Hayri, Kemal, Akif ve Ali'nin her gün hücre hücre erimesinin sonuçları böyle ortaya çıkmıştı işte.

Büyük ölüm orucuna karanlık, fare ve bitlerle dolu, küflü ve adeta Kerbela’yı andıran o cehennemde başlamıştık, bu kez tanrının evi olarak bilinen bir kilisede başlamıştık. Kimse bize yer vermediği için bir kilisede izinsiz ve kimseye haber vermeden başlamış ve ardından kilisenin papazını çağırarak eylemimizin amacını izah etmiştik. Papaz gerçekten de tanrının evine layık bir biçimde yaklaşmış ve bize bir yer ayarlamıştı. Ama benim için en dikkat çekici fark canlı, kalıba sığmayan ve zafere kilitlenmiş yeni bir nesille eyleme girmiş olmamdır. Genç kadın ve erkeklerle böylesi tarihi bir yolculuğa çıkmak en az zaferi görmek kadar anlamlıdır. Bir de o zaman cuntaya karşı bir tek direniş odağı yokken, bugün dağlarda, şehirlerde, ova ve zindanlarda büyük bir direniş dalgası vardır.

Bugünü o günden ayıran diğer temel bir özellik de, bugünkü istemlerimizin Kürt halkının ve Önder Apo'nun özgürlüğüne kavuşturma eksenli olmasıdır. O zamanki amacımız zindanda boğdurulmak istenilen hareketi kendi bedenlerimizi siper ederek korumak ve 'bizim şahsımızda partimizi ihanet çizgisine çekemezsiniz' demekti.

Bugün, eylemimizin 5. gününde ekrana yansıyan gösteri ve taşınan pankartları görünce Kemal Pir'in açlık grevinin ilerleyen günlerinde, 'Şimdi parti ve Abdullah yoldaş ölüm orucuna girdiğimizi duymuştur. Belki bugün bir şey yapamazlar, ama adım gibi biliyorum ki birgün halkımız akın akın sokaklara dökülecek ve her birimizin posteri en yükseklerde taşınacaktır' deyişini anımsadım...

Haklısın Kemal yoldaş, haklısın, bugün Kürt halkı akın akın meydanlara akıyor, kadınlar özgürlük haykırışı ile 8 Martları kutluyor, çocuklar sömürgeciliğe karşı büyük direniyor, genç, yaşlı, kısacası yediden yetmişe kadar herkes özgürlük istiyor. Zafer günü de gelecek, gözün arkada kalmasın...

ANF NEWS AGENCY

'Limonlu Kahve'nin Galası Yapıldı

Ankara - "Sosyalizme Saygı" üçlemesinin son ayağı olan ve 5 seks kölesi kadının hikayesini konu edinen "Limonlu Kahve (Coffee With Lemon)" belgesel filminin galası yapıldı.

Yönetmenliğini Medet Dilek'in yaptığı, 2 yıllık bir çalışmanın ürünü olan "Limonlu Kahve (Coffee With Lemon)" belgesel filminin galası Ankara Sanat Tiyatrosu'nda (AST) gerçekleşti. 63 dakikaya 5 seks kölesi kadının hikayesinin sığdırıldığı belgeseldeki çarpıcı anlatımlar, izleyeni sarsarken, başta devlet olmak üzere ataerkil toplumun, erkeğin, kadına yönelik baskı, şiddet, işkence, taciz ve tecavüzünü trajik bir biçimde ortaya seriyor.

"Beyaz Lale, Yeni Bahar, Gül Goncası, Mor Sümbül ve Sarı Zambak" rumuzlu 5 kadının, çocuklukları ve bugünlerini anlattıkları belgeselde ortak bir nokta gözden kaçmıyor. O da toplumun, ailenin ve erkeğin yanı sıra bir de polisin kadınlara yönelik yaklaşımındaki insanlık dışı durumlar. İstisnasız olarak belgeselde yer alan anlatımların sahibi 5 kadının, polisin şiddeti, cinsel tacizi, tecavüzüne uğradığını aktarıyor.
POLİSİN ORTAKLIĞIYLA TECAVÜZ

"9 yaşında tecavüze uğradım. Ailem sonra beni Almanya'ya götürdü" sözleriyle hikayesine giriş yapan kadınlardan biri, yaşadıklarını şöyle aktarıyor: "Almanya'da annem sürekli beni dışladı. 13 yıl sonra ülkeme geldim. Tanıştığım biri beni evlenme vaadiyle kandırıp Mersin'de geneleve sattı. Tabi bunu bir oyunla yaptı. Bu oyunun içinde polislerde vardı. Beni orada çalışmaya zorladılar. Ardından bir gün polis olan 4 kişi gelip gözlerimi bağlayarak, beni bir araca bindirip götürdü. Bir hafta polislerin tecavüzüne maruz kaldım."

ÜNİFORMALI TECAVÜZCÜLER

Bir başka seks kölesi kadın ise çocuk yaşta akrabasının tecavüzüne uğradığını, 20 yaşında evlendiğini, ancak tacizlerin sürdüğünü belirterek, "Eşim yaşadığı bir olay sonucunu birini öldürdü ve cezaevine girdi. Eşimin öldürdüğü kişinin yakınları evime gelip bana tecavüzde bulundular. Eşim cezaevinden çıkınca beni dövdü ve benden ayrılacağını söyledi. İstanbul'a götürdü. Orada ben sokakta kalmamak için sığınma evine gittiğim sıra bir polis bana yardımcı olacağını söyledi. Ben de kendisini aradım. Ancak beni kaldığı eve götürünce orada 7-8 polisin daha kaldığını gördüm. Amacım kalacak bir yerdi. İş bulup çalışmak istiyordum. Ancak orada da o 8 polis bir yıl boyunca bana tecavüz etti" diye belirtiyor.

Eşinin kendisi hakkında kayıp ilanı verdiği için Taksim'de karakola gittiğini söyleyen kadın, "Taksim'deki karakolda çıkacağım sıra bir polis koluma girip beni tuvalete götürdü. Yanında iki polis daha vardı. 3 polis bana orada tecavüz etti" diyor.

Yine belgeselde anlatımlarda bulunan 3 kadın, çocuk yaşlarda taciz ve tecavüze maruz kalarak, akrabaları, eşleri tarafından şiddet ve cinsel istismara maruz kaldıklarını, insan yerine dahi konulmadıklarının altını çizerek, "Ya öleceksin ya bu işi yapmak zorundasın" diyerek yaşadıklarına dikkat çekiyor.

'HAKSIZLIĞA UĞRAYANLARIN YANINDA OLMALIYIZ'

Belgesel gösteriminin ardından destek veren kurumlar arasında yer alan Şefkat-Der Başkanı Hayrettin Bulan, ülkede Kürt, Alevi, kadın sorunları konusunda önde olmak gerektiğine dikkat çekerek, "Diyeceksiniz ki ne alaka, Hülya Avşar Kürtçe bir şarkıya klip çekti. Aslında çok ilgisi var. Gönül isterdi ki, Avşar bu klipi 20 yıl önce çekseydi. Çünkü mesele zor zamanlarda yer alabilmek. Biz her kesimin, hayvanların dahi sorunlarının çözümünden yanayız. Vicdanen yer almalıyız. Sosyalistler, komünistler, her kim olursa olsun aslolan bu mücadelede yer almaktır. Haksızlığa maruz kalanların yanında olmaktır" diye belirtti.

'DEVLET ÖZÜR BORÇLU'

Bulan, konuşmasının ardından filme emeği geçen ekibe tek tek kırmızı gül verdi. Ardından yönetmen Dilek ile filmde anlatımlarda bulunan 5 kadından biri olan Ayşe Tükrükçü, seyircinin sorularını yanıtladı.

Tükrükçü, yaşadıklarından ötürü utanmadığını, devletin kendisinden vergi alıp, cinsel istismarına uğradığını vurgulayarak, "Bu devlet bana özür borçlu. Çaldığı yıllarımın tazminatını ödemeli. Ben 'eski genelev kadını' olarak anılmak istemiyorum" derken, gözyaşlarına hakim olmaadı. Yönetmen Dilek ise belgeselin kadınlara karşı 63 dakikalık özür ve saygı duruşu niteliği taşıdığını ifade ederek, "Bu bir arınmadır" dedi.

ANF NEWS AGENCY