1 Mart 2012 Perşembe

Devlet Güdümünde Irkçılık/Militarizm

Ercan AKTAŞ
Pazar günü Beyoğlu/İstiklal sokaklarında İçişleri Bakanı Naim Şahin ve İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu’nun da arasında bulunduğu kalabalıklar ellerinde Türk bayrakları, “Dişe diş, kana kan, intikam intikam”, “Bozkurtlar burada, Hrantlar nerede?”, “Hepiniz Ermenisiniz, hepiniz piçsiniz” sloganları ve dövizleriyle bir kez daha bize bu devletin “öteki” tarihini gösterdi. Bir araya geliş nedenlerini “Hocalı katliamını protesto” olarak ifade etmişlerdi. Günlerce billboardlarda, metro istasyonlarında, gazete sayfalarında bu çağrıları gördük. Neden bu yıl ??? diye düşünenler de elbette olmuştur.

Miting için ellerinde Türk bayrakları ile sokak aralarında yürüyen grupları gördüğümüzde, bu fotoğraf başka bir şeyi çağrıştırdı. 6-7 Eylül, Maraş, Sivas katliamları... Bu ülkede ırkçılık/faşizm her zaman devletin güdümünde geliştirildi, kontrol altında tutuldu. Devlet geleneği işgal/talan üzerine kurulu olduğu için kendini besleyen kitleleri de bu bağlamda her zaman arkasında hazır kıta olarak bulundurdu/bulunduruyor. Hem ülke içinde muhalif yapı ve grupları baskı altında tutmak ve hem de uluslarası siyasette istediğini yapmak için bu gücü zaman zaman sokaklara salar.


Aslında bütün devletler soykırımcı ve katliamcıdır. Zaten devlet dediğimiz yapı belli bir ırkı yücelterek, diğer ırkları yok sayarak, inkâr ederek, belli bir ayrımcılığı temel alarak kendisini var eder. Halklar ise devletlerin iktidar oyunlarıyla tarihte ve günümüzde birbirine düşman edilmiş ve edilmektedir. Bu anlamıyla Ermenistan devletinin yapmış olduğu bir katliamdan dolayı ne Osmanlı devletinin Ermeni Soykırımı unutulabilir ve ne de geçmişteki tarih gerekçe gösterilerek yeni katliamlara çağrı yapılabilir.


Ellerinde bayraklar, ırkçı dövizler, dillerinde/sloganlarında nefret/ırkçılık ve önlerinde İçişleri Bakanı Naim Şahin. T.C’nin fotoğrafı budur. Bu fotoğraf tek partili/CHP faşizminde başlayıp bugün çok partili/AKP faşizmi ile devam etmektedir. Zira “karanlık devleti yargılıyorum” diye içeride tuttuğu Ergenekoncular ekranlarda Pazar gününün Beyoğlu sokaklarını gördüklerinde “bizler içerideyiz, ancak fikrimiz iktidarda” demişlerdir.


Fransa’da devam edegelen Ermeni soykırım yasa tasarısı sürecini bahane ederek gelenekselleştirdiği gasp/talan/işgal oyununa T.C. hiçbir değişiklik katmadan tekrardan sahneye koymuştur. Irkçı hezeyanlar ile ellerinde balta/kazma sokakları doldurup akıl almaz şekillerde insanları katleden, sonrasında ise geride bıraktıkları mal varlıklarına konan bu kalabalıkların “vatan sevgisi”nde de Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana bir değişiklik olmamıştır.


Bu korkunç fotoğrafı Tayyip Erdoğan; “marjinal ve de münferit birkaç pankart” diyerek geçiştirmeye çalışıyor. O’na göre 28 Aralık’ta Roboski köyünde 34 genç Kürdün savaş uçakları ile bedenlerinin parçalanması da “münferit” bir olaydı. Gene Tayyip Erdoğan’ın münferit olayları Adana/Pozantı cezaevinde bu kez de çocuk bedenleri üzerinde taciz/tecavüz olarak devam ediyor. Bu çocuklar yargılandıkları mahkemelerde kendi hayatlarının 4-5 katı cezalara çarptırıldılar. TMK değiştirildi, çocuklardan bazıları bırakılırken diğerler ise “bunlar güzel çocuklar” denilerek adlilerin koğuşlarına bırakıldılar. Bırakılanlar aynı gerekçelerle tekrardan demir parmaklıkların ardındalar bugün. Savaşın içine doğan çocuklar bunlar. Sokaklardan, arkadaş çevrelerinden, ailelerinden, yaşamlarından koparıldılar. Yaşadıkları ağır travmalar ile kendi bedenlerinde devletin nasıl bir şey olduğunu deneyimlediler.


Bu ülkenin sokaklarda, cezaevlerinde, mahkeme salonlarında, üniversite anfilerinde, TBMM’de, Milli Güvenlik Kurulu salonlarında her defasından yeniden yeniden ırkçılık/militarizm üretiliyor. “Makbul” kurum ve de isimlerce üretilen bu düşmanlığın, nefretin hayatlarımız üzerindeki işgali her gün daha da çoğalarak devam ediyor. Dünyada en çok çocuk pornosunun izlendiği devlet Türkiye, elinde en büyük porno arşivini bulunduran TSK, sorumlu olduğu ağır hak ihlallerini, şiddeti, insan ölümlerini, ırkçılığı, faşizmi görmeden dünyaya demokrasi dersi vermeye çalışan tek “lider” ise Recep Tayyip Erdoğan.


Hafta sonu yapılan mitingden dolayı Naim Şahin istifa etmeyecek. 34 Kürt gencinin katilleri hesap vermeyecek. Kürt çocuklarına tecavüz edenler yargılanmayacak. Ta ki bu ülkenin lanetlileri; emekçiler, Kürtler, sosyalistler, kadınlar, Aleviler, Ermeniler, Rumlar, Hıristiyanlar, anarşistler, vicdani retçiler, LGBTT bireyleri, ekolojistler, bir bütün savaşkarşıtları olarak savaşı durdurmak için bu ülkenin sokaklarını doldurmayana kadar.

MGK’den Yeni Tehcir Planı

TOKİ kıbleyi şaşırdı TOKİ Kîlîs’teki konutlara yaptığı caminin kıblesini şaşırdı. Kilis TOKİ Konutları’ndaki bir ev sahibi, TOKİ’nin yaptığı caminin kıblesinin yanlış olduğu yönündeki şüphesinin TBMM Dilekçe Komisyonu’na iletti.
1990’lı yıllarda binlerce köyü boşaltan MGK şimdi de kentlerdeki Kürtleri göçertiyor. Mersin Akdeniz’de nüfusun yüzde 96’sını Kürtlerin oluşturduğu 3 mahallenin boşaltılıp TOKİ konutlarının yapılmasının Milli Güvenlik Kurulu’nda görüşüldüğü ve ardından Bakanlar Kurulu’nda karar altına aldığı ortaya çıktı.
 
MGK’den tehcir kararı

1 990’lı yıllarda köylerinden sürgün edilerek Mersin’e yerleşen Kürtler bu kez de Mersin’de sürülmek isteniyor. 2008 yılında Mersin’in Kürtlerden arındırılması için Milli Güvenlik Kurulu’nda (MGK) alınan karar AKP hükümeti tarafından TOKİ aracılığıyla uygulamaya konulmak isteniyor.


MGK’de alınan kararın ardından Kürtlerin yaşadığı Çay, Çilek ve Özgürlük mahallelerini boşaltmak için harekete geçen hükümet, Kamulaştırma Kanunu’nun 27. maddesi uyarınca TOKİ eliyle bu mahallelerde istimlak çalışması başlattı. Bakanlar Kurulu kararıyla Mersin’deki Kürt mahallelerinin boşaltılmak istendiğini söyleyen Akdeniz Belediye Başkanı Fazıl Türk, Mersin’de Kürtlerin ikinci bir göç ile karşı karşıya olduğunu kaydetti. Fazıl Türk, “Bu 2008 yılında alınan bir karardır. O dönemde, göç ile gelen insanların ‘ikinci bir göç’e tabi tutulduklarına dair bir çalışma olmuştu. Bizden önce, Akdeniz ilçesinde MGK’nin söz konusu Kürtlerin yaşadığı yerleri dağıtmak ile ilgili bir kararı vardı. Nasıl eskiden köyünden etmişlerse, şimdi de aynı kararı burada uygulamak istiyorlar” dedi.


Etnik arındırma çalışması


Kürtlerin Mersin’den sürülmesi kararının MGK tarafından verildiğini söyleyen BDP İl Eşbaşkanı Musa Kulu ise, AKP’nin fırsatı değerlendirip yeşil sermayeye alan açtığını belirterek, TOKİ’nin bu amaçla kullanıldığını söyledi. Kulu, kararın dayandırıldığı Kamulaştırma Kanunu’nun 27’inci maddenin Mersin’deki duruma uymadığını belirterek, şöyle konuştu: “Madde deprem, sel, afet ve savaş gibi anlarda yürürlüğe girer. Ancak Akdeniz ilçesinde sel, deprem ve savaş söz konusu değildir. Buna rağmen bu yasanın devreye konulması aslında ikinci bir göçe zorlamaktan başka bir şey değildir. Bu uygulama sadece siyasi değil, etnik arındırma uygulamasıdır. Orada oturanların listesi belli, orada oturanların yüzde 96.3’ü göç sebebi ile Mersin’e gelen Kürt insanıdır. Ve büyük kısmı BDP’ye oy veren insanlardır. Akdeniz Belediyesi BDP’nin seçilmiş belediyesidir. Belediyeyi BDP’den almak niyeti söz konusudur.”


Yüzde 93 TOKİ’ye karşı


Bakanlar Kurulu’nun kentteki yerel yönetimleri baypas ettiğini söyleyen Akdeniz Belediye Başkan Yardımcısı Mehmet Altuntaş ise TOKİ’nin belediye ve kamuoyundan habersiz Bakanlar Kurulu’ndan kamulaştırma yetkisini aldığını söyledi. Çay, Çilek ve Özgürlük mahallelerinin gecekondu önleme bölgesi ilan edildiğini hatırlatan Altıntaş, “Ancak bu mahalleler gecekondu mahalleleri değildi. Ayrıca Bakanlar Kurulu Kiremithane mahallesini bu projenin içine almamış. TOKİ kentleşme adına Çay mahallesinin tamamını yıkıp 13 katlı yüksek bloklar dikmek, diğer taraftan da ticari alana dönüştürmek, Özgürlük mahallesi sakinlerini de binalara sıkıştırmak istiyor” dedi. Kürtlerin yaşadığı 3 mahallenin de gecekondu olmadığını kaydeden Altıntaş, mahallelerin gecekondu önleme bölgesi olarak ilan edilmesinde usulsüzlük olduğunu söyledi. Akdeniz Belediyesi çok kısa bir süre önce bir anket çalışması yapmış ve sonuç olarak halkın yüzde 93’ünün TOKİ’ye karşı olduğu çıkmıştı. Ayrıca Bakanlar Kurulu’nun söz konusu kararına karşı Akdeniz Belediyesi ve yurttaşların idare mahkemelerine açmış olduğu iptal davaları sürüyor.
 
TOKİ kıbleyi şaşırdı

TOKİ Kîlîs’teki konutlara yaptığı caminin kıblesini şaşırdı.


Kilis TOKİ Konutları’ndaki bir ev sahibi, TOKİ’nin yaptığı caminin kıblesinin yanlış olduğu yönündeki şüphesinin TBMM Dilekçe Komisyonu’na iletti. Meclis’ten istenen yardım üzerine komisyon, konuyla ilgili TOKİ Başkanlığı’ndan bilgi istedi. TOKİ’nin cevabı, yurttaşın şüphesinin haklı olduğunu gösterdi. TOKİ yapılan bu hatanın gerekçesini, “Çok yoğun çalışıyoruz. Yürütülen bu büyük projelerde bazen bu tür istenmeyen hatalar olabiliyor” diye açıkladı.
 
Afet riski değil talan yasası

TMMOB Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet Soğancı, Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkındaki Kanun Tasarısı ile ilgili yazılı açıklama yaptı.


Soğancı, 17 Ağustos 2011 tarihinde resmi gazetede yayımlanan 648 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na tüm ülke toprağını tapulu veya tapusuz istediği gibi kullanma yetkisi verdiğini belirterek, afet riski altındaki alanların dönüştürülmesi hakkındaki kanun tasarısı ile de yetkinin hangi araç ve yöntemlerle kullanılacağının düzenlendiğini vurguladı. Soğancı, tasarının yasalaşması durumunda hiçbir kayıt ve koşula bağlı kalmaksızın yerleşim yerleri, orman alanları, kıyılar, boğaziçi, meralar, kültür ve tabiat varlıkları, tarım arazileri ve zeytinlikler gibi özel koruma altında olan alanların özel mevzuattaki kısıtlamalara bağlı olmaksızın rezerv yapı alanları, riskli alanlar ve riskli yapı statüsüne alınıp, tasfiye, dönüştürme, yeniden yerleştirme ve yıkım işlemlerine tabi tutulabileceği uyarısında bulundu. Soğancı, uygulamada gerek bireyin, bölge halkının ve gerekse kamu yararını koruma altına alan yasa hükümlerinin devre dışı bırakıldığını ve idarenin denetim yolarından olan yargısal denetim yolunun kapandığını ifade etti.

Bir Milletvekili Daha Açlık Grevine Girdi

BDP’nin tutuklu milletvekilleri Selma Irmak, Faysal Sarıyıldız, İbrahim Ayhan’dan sonra BDP Mêrdîn Milletvekili Gülser Yıldırım da süresiz dönüşümsüz açlık grevine başladı. Ayrıca bugün Amed’de bir araya gelecek olan BDP’li bütün belediye başkanları da açlık grevine girecek.
 
4 BDP’li vekil açlık grevinde

BDP’nin tutuklu Şirnex milletvekilleri Selma Irmak, Faysal Sarıyıldız ve Riha Milletvekili İbrahim Ayhan ile yaklaşık 400 tutuklunun PKK Lideri Abdullah Öcalan üzerindeki tecridin sonlandırılması, askeri ve siyasi operasyonların durdurulması için başlattığı açlık greve Mardin E Tipi Kapalı Cezaevi’nde bulunan BDP Mêrdîn Milletvekili Gülser Yıldırım da başladı. Yıldırım BDP Mardin İl Örgütü’ne gönderdiği açıklamada açlık grevine girdiğini belirtti.


Belediye Başkanları da bugün grevde


Cezaevlerindeki açlık grevlerine dikkat çekmek için BDP Genel Merkezi’nde milletvekillerinin de 2 gün girdiği açlık grevlerine şimdi de yerel seçilmişler başlıyor. Birçok yerde il genel ve belediye meclis üyelerinin ardından bugün de Amed’de BDP’li bütün belediye başkanları açlık grevine girecek. BDP Kayapınar ilçe binasında devam eden açlık grevi eylemi 17. gününe girerken, grevi geçtiğimiz gün Farqînliler (Silvan) devralmıştı. Grevi bugün BDP’li belediye başkanları devralacak.


Çözüme kadar direneceğiz


Amed’de Dicle Üniversitesi öğrencileri, BDP Kayapınar ilçe binasında giderek daqevam eden açlık grevine kitlesel destek verdi. Öğrenciler adına açıklama yapan Mazlum Yerlikaya, “Bizler Dicle Üniversitesi öğrencileri olarak parasız, eşitlikçi, sosyalist düzende anadilde eğitim ile tutuklanan arkadaşlarımızın serbest bırakılması için direniyoruz, direneceğiz” diyerek, sürdürülen açlık grevlerine dahil olacaklarını duyurdu. Yerlikaya, demokrasi ve çözüme kadar direneceklerini ve direnenlerinin yanında yer alacaklarını söyledi. Ardından da 50 öğrenci, BDP Kayapınar ilçe binasında, BDP Farqîn İlçe Örgütü’nün sürdürdüğü açlık grevi eylemine dahil oldu.

PKK Seviniyor Krizi Gizleyin!

MİT’çilerin ifadeye çağrılmasıyla başlayan devlet içindeki krizi değerlendiren Başbakan, devlet içindeki kapışmayı PKK’yi hedef göstererek gizlemeye çalıştı. Krizin üzerine gidenleri “PKK yararlanır” sözleriyle uyaran Erdoğan, “Örgütü sevindirecek bu tür şeylerden geri durun” dedi.

Erdoğan: Susun PKK yararlanıyor!


Başbakan Tayyip Erdoğan, partisinin grup toplantısında konuştu. Konuşmasının büyük bölümünde CHP’yi ve TÜSİAD’ı eleştiren Erdoğan, 1992’de Hocalı’da yapılan katliama değinerek, “Biz Hocalı katliamını unutmayacağız. Ancak nefreti ve öfkeyi çoğaltan değil, barışı, hakkı ve hukuku savunan taraf olacağız. Etnik kökenine, inancına, dinine bakılmaksızın bu ülkenin her vatandaşı birinci sınıftır, hukuk önünde eşittir” dedi. Kendi İçişleri Bakanı’nın örgütlediği ırkçı gösteriyi görmezden gelen Erdoğan, “Taksim’de açılan pankartlar üzerinden bir kışkırtma yaratılmaya çalışıldığını savunarak, buna karşı uyanık olacaklarını” ileri sürdü.


28 Şubat’ı değerlendirdi


28 Şubat sürecinin milletin hissiyatı ile uyuşmayan düzenlemeler ile toplumu da değiştirmeyi amaçladığını belirten Erdoğan, “Ama şimdi 28 Şubat’ın mimarları toplum huzuruna çıkmaktan çekiniyor. Tarih ve toplum karşısında bir mahcubiyet yaşıyorlar. Tarih 28 Şubat’ın mimarları kadar “taşeron” STK’ler ve medya kuruluşlarını affetmeyecek” dedi.


‘Çatışmayı gizleyin’


Dolaylı olarak MİT’çilerin ifadeye çağrılması krizine değinen Erdoğan’ın, “Kurumlar arasında çatışma varmış gibi göstermek kimsenin işine yaramaz. Türkiye’ye büyük zarar verir ‘terör örgütü’nü sevindirecek bu tür şeylerden geri durulmalıdır.” demesi dikkat çekti. “Uludere’deyi unutmadık”ları iddiasında bulunan Erdoğan, “En az onlar kadar acı hadisenin aydınlatılmasını takip ediyoruz. Sivil ve askeri yargı bu çalışmayı sürdürüyor. Süreç tüm hızı ile devam ediyor.” diyerek “katliamı sürece yayarak unutturma” siyasetinin sinyallerini verdi.

Ahmet Altan ve Psikolojik Savaş Zırvası

Muhittin CEMİL - Ender KARADENİZ
Geçtiğimiz gün Taraf gazetesinde Ahmet Altan PKK Önderi Abdullah Öcalan’ın neden kardeşiyle görüşmeye çıkmadığına dair “tahmini” bir yazı yazdı. O, bu yazıyı yazana kadar hükümet cenahına yakın hiçbir gazeteci bu konuda konuşmamıştı. Yalnızca Adalet Bakanı, ağzında geveleyerek, Öcalan’ın “Avukatlarıyla da görüşmeye çıkmadığını” söyleyecek gibi yaptı, ama devam edemedi. Ardından da, Ahmet Hakan’ın “avukatları kasıtlı mı göndermediniz?” sorusuna, çaresiz kalıp, “evet bilerek göndermedik” yanıtını verdi ve böylece hükümetin altı ay boyunca Öcalan’ın görüşme hakkını gasp ederek suç işlediğini itiraf etmiş oldu.

Bu itiraftan sonra, bir iki mırıltı halinde “Öcalan’ın kendi isteğiyle görüşmeye çıkmadığı”nı söylemeye yeltenenler oldu. Sonra hepsi sustu.


Ne zamana kadar?


En kahraman Rıdvan Ahmet Altan geçtiğimiz çarşamba günü mahut yazıyı yazana kadar. Bu yazıda Ahmet Altan, kafadan sıktığını “tahmin” kelimesiyle itiraf ederek, tipik bir psikolojik savaş mantığıyla Öcalan’ın kardeşiyle görüşmeye çıkmaması
nı, onun PKK’ye tavır alması olarak çarpıttı. En keskin zekalı psikolojik savaş uzmanlarının bile aklına gelmeyen bu “tahmin”den sonra Zaman ve Sabah gazetesi Ahmet Altan’ın yazısına dört elle sarıldı.

Yasin Doğan (Yalçın Akdoğan) tipik bir şarlatanlık örneği verdi. Şöyle yazdı:


“Oysa geçen hafta görüldü ki, Abdullah Öcalan, kardeşi Mehmet Öcalan’ın görüşme talebini reddetti, görüşme yapmak istemediğini söyledi. Böylece ‘tecrit’ ve ‘görüştürülmüyor’ söyleminin inandırıcılığı da kalmadı.”


“Dün Ahmet Altan Öcalan’ın yürüttüğü sürecin terörü tırmandıran PKK tarafından bozulduğunu, Apo’nun ise yeni bir talimat vermesi halinde sözünü dinlettirebileceğinden emin olmadığı şeklinde bir değerlendirme yaptı. Gerçekten de Öcalan, PKK tarafından boşa düşürülmüştür. Hatta aylar öncesinde yazdığım bir yazıda İmralı’nın PKK tarafından canlı canlı gömüldüğünü belirtmiştim.”


Neymiş? Demek ki, hükümet Öcalan’ı altı aydır tecrit etmemiş. Kardeşiyle görüşmeyince “tecrit ve görüştürülmüyor” söyleminin inandırıcılığı kalmamış.” Bir zırnık ahlakı olan bir gazeteci böyle laflar etmez. Bu bir. İkincisi de, PKK Öcalan’ı İmralı’ya “canlı canlı gömmüşmüş”. Çünkü Ahmet Altan’ın dediği gibi, örgüt onu dinlemiyormuş. Öcalan da, tecritte olduğu için değil de, bu nedenle altı aydır konuşmuyormuş...


Bu rezilliğe, Kürt sorununa “serin” yaklaştığı sanılan bir kişi daha ortak oldu. Mahmut Övür de, Ahmet Altan’dan neşet eden laflar etti. “Yapı” dediği PKK’yi “iyi tanıyan” bir “uzmanla” konuşmuş. “Uzman” öyle laflar etmiş ki, Mahmut Övür’e “bu uzman sen misin, yoksa Ahmet Altan mı?” diye sorasımız geliyor. Şöyle yazmış:


“Yapıyı iyi tanıyan bir uzman şöyle diyor:


‘Bu bir dönemin sonunu işaret ediyor. Şiddeti yükselterek Öcalan’ı zorlayan şahinlerin yenildiğini gösteriyor. PKK yönetimi şiddetle sonuç alınacağını ileri sürdü ve liderini zora soktu.’


Bu yorumdan çıkan kısa sonuç şu: Öcalan ‘devrimci halk savaşı’yla sonuç alınacağını söyleyip şiddeti dayatanları susarak protesto ediyor.


Bir anlamda ‘Barış sürecini bertaraf ederek beni işlevsiz bıraktınız’ mesajı veriyor.”


Şimdi burada örnek olarak ele aldığımız bu üç kafadar, kendilerini çok akıllı, okurlarını “ahmak” bile değil, “ahmak oğlu ahmak” sanıyorlar.


Efendim “Silvan’da terörü tırmandıran PKK Öcalan’ı boşa çıkartmış, Öcalan da görüşmeye çıkmayarak bu ‘şiddeti’ pro
testo etmiş...” Bunlar Silvan’dan ve görüşmelerin kesilmesinden bu yana Öcalan’ın hiç kimseyle görüşmediğini, o günden sonra ilk defa Mehmet Öcalan’la görüşecekken, görüşmeye çıkmadığını okurlarına yutturmaya çalışıyorlar.

Öcalan bu uydurma “kırılma” olayından çok sonra kardeşiyle görüştü ve bu görüşmede hükümeti ağır biçimde suçladı. Eğer bunların dedikleri doğru olsaydı, Öcalan o gün de görüşmeye çıkmazdı. Ama çıktı. O görüşmeden sonra neler oldu? PKK kışla mı bastı, bilmem kaç askeri “etkisiz hale” mi getirdi? Müzakereler o görüşmeden sonra mı kesildi?


Siz o görüşmeyle, son görüşme girişimi arasında ne olduğunu bir düşünün bakalım... Avukatların, BDP yöneticilerinin, yazarların, gazetecilerin, akademisyenlerin tutuklandığını, Roboski’de katliam yapıldığını hatırlayın...


Dillere dolanan Silvan çarpışmalarından sonra görüşe çıkan Öcalan’ın o görüşmede “örgütünü protesto etmezken”, bütün bunlardan sonra görüşe çıkmayarak örgütünü “protesto” ettiği zırvasını varın değerlendirin.


Ve Ahmet Altan’ı da bir kere daha değerlendirin...

 
Başbakan’ın gazetecisi

Sabah Gazetesi iletişim kanalı değil, gazeteci kılıklı bir takım kimselerin mide bulandıran “atıklarını” haber ve yazı diye Türk medya havuzuna akıtıyor. Onu kirletiyor.


İşte Ersin Ramoğlu adındaki kişi dün bu “kanaldan” medyayı böyle bir mide bulandırıcı atıkla kirletmiş.

Önce gıdasını nereden aldığını açıklamış, şöyle:


“Sayın Başbakan, gazeteci kimliğiyle içeride yatanların işlediği suçları bir bir açıkladı.”


Bu pespaye gıdayı hazmettikten sonraki çürük yumurta kokulu iğrenç ifrazatı da şöyle:


“Şimdi, silah ve patlayıcı madde bulundurmak, terör, darbeye teşebbüs, tecavüz gibi suçlar nedeniyle içeride olanları gazeteci mi sayacağız?


Yani bunlara gazeteci mi diyeceğiz? Bunlar için mi dünyayı ayağa kaldıracağız? Ama ülkemiz bunlar için gammazlanıyor. Gözaltına alınanlar gazeteci değil birer terörist.  Hatta içlerinde sapık olanı da var...”


Namuslu her gazeteci bu alçakça lafların hesabını sormalıdır.


Bu yazı Başbakan’ın Zaman Gazetesi’nin kuruluş yıldönümünde yaptığı konuşma üzerine yazılmış...


İşte Başbakan’ın “gazetecileri” böyle tiplerdir. Her siyasetçi layık olduğu gazeteciyi bulur.

 
Roj TV ‘yıldızlar savaşı’nda

Haberi okuyalım:

“ABD’nin Ankara Büyükelçisi Francis Ricciardone, Türk gazetecilerle yaptığı sohbet sırasında Roj TV konusunda itiraf gibi bir açıklamada bulundu: “Roj TV sustu. Türkiye için yapabileceğimiz her şeyi yapıyoruz.”

Ey Türkler... Ulusalcılar... Milliyetçiler... Ülkücüler... Anti-Amerikancılık denince mangalda kül bırakmayanlar. Ey “devletimizi bölmek isteyen ABD  PKK’ye silah veriyor” diye maskaralık yapanlar. Ve ey “İstiklal caddesinde” bir aşağı, bir yukarı “anti-emperyalist” nümayiş yapan “sol ulusalcılar”...


“Utanın ve kendinize gelin!”


Ve ey medyatörler...


Hemen heveslenmeyin... Roj TV “düzenli orduya” benzemez. Bugün şu uydudan, yarın bu uydudan halka ulaşır. Nitekim bu satırlar yazılırken Kürdistan’ın bütün parçalarında Roj TV spikerleri “Roj baş” demeye başladı bile...


Şu anda Roj TV “ABD ve müttefiklerine ve Türk emperyalizmine” karşı, “yıldızlar savaşı” içindedir.


Anladınız mı?

 
Allah yazdırmaz, konuşturur

Liberal yazarlar bir “tanıtma” toplantısı yapmışlar. Neyi tanıtmışlar?


Fethull
ah Gülen’in, başlığı “şakaya” benzeyen kitabını. Kitabın adı şu: “Yaşatma ideali...”!!!

Bu “Türk-İslamcıları” ilginç adamlar. Yazarken “yaşatma ideali”nin savunucuları... Konuşurken “kökünü kurutma” sevdalıları...


Sizce bunlar “yazarken” mi samimi, yoksa “konuşurken” mi?


Halk dilinde şöyle bir söz hiç duymadık: “Allah yazdırdı!”


Allah “yazdırmaz”, “Allah konuşturur”...


Bizce Mehmet Altan, Ali Bulaç, Şahin Alpay ve diğerleri Fethullah Gülen’in “kitabını” değil, “kök kurutma, işini bitirme” klibini tanıtsalar daha iyi ederler...

 
Hem ‘çağdaş’, hem ‘korkak ve ahlaksız’

Ahmet Hakan çelişkileri mükemmel ortaya koyan sorular sormuş:


“Kenan Evren’i, Tahsin Şahinkaya’yı yargılayan ve bu
nunla gurur duyanlar, neden parti genel başkanlarını “kral” haline getiren 12 Eylül zihniyetinin ürünü Siyasi Partiler Yasası’nı değiştirmeyi akıllarının ucundan bile geçirmiyorlar?

Generalleri içeri tıkanlar, dokunulmazlara dokunanlar, neden 12 Eylül’den yadigâr “milletvekili adaylarının genel başkanlar tarafından belirlenmesi” kuralını değiştirmeyi gündemlerine bile almıyorlar?

  • Yargının CHP’nin arka bahçesi haline gelmesine son verdiklerini söyleyenler, neden kimsenin arka bahçesi olmayan bir yargı sisteminin oluşmasını sağlamıyorlar?
  • TRT Şeş’i açmakla övünenler, JİTEM kazılarından çıkan kemiklerle hesaplaşanlar, neden karanlık günlerden tevarüs edilen “yüzde 10 seçim barajı”na “dokunma yanarsın” muamelesi çekiyorlar?
  • Darbe defterlerini açanlar, 12 Eylül’le hesaplaşanlar, neden konuyu bir türlü 12 Eylül’ün “Türk-İslam sentezi” ideolojisinin oluşumuna katkı sunan Aydınlar Ocağı’na getirmiyorlar?
  • “Darbelere selam durdular” diye her gün her görüşten insanı hararetle afişe edenler, neden bir gün olsun cemaat liderlerinin darbeci general övgülerine dair kelime bile etmiyorlar?
  • 30 sene evvel devlet dersinde öldürülmüş gençlere gözyaşı dökenler, neden bugün sırf pankart açtılar diye gençleri devlet dersinde süründürmekten geri durmuyorlar?”
Sonucu biz yazalım: Çünkü insanların her şeyi duyup gördüğü bu iletişim çağında, diktatörleri içeri tıkmadan, diktatörlük yapılamaz. CHP’ci yargı suçlanmadan AKP’ci yargı egemen kılınamaz. TRT 6 açmadan, yüzde on barajı savunulamaz. 12 Eylül mahkum edilmeden 12 Eylülcü “Türk-İslam sentezi” ülkeye egemen kılınamaz. Darbe yanlısı medya suçlanmadan, darbe yanlısı Fethullah Gülen göklere çıkarılamaz. Denizlere, Mahirlere “vah vah” demeden Amedli Denizleri, Dersimli Mahirleri katletmek mümkün olmaz.

Çağımız böyle bir çağdır işte. Geçmişte katillerimiz  tarihteki bütün katillere sahip çıkacak bir  “cesaret ve”ahlaka” sahiptiler. Bugünün katilleri ise, kendi tarihlerindeki katillere küfreden korkak ve ahlaksız katillerdir. İletişim çağında katiller korkak ve ahlaksız hale gelirler...

Finansal İktidar Diktatörlüğe Dönüşmüştür

Krizin derinleşmesi, yıkıcı toplumsal sonuçları ile bilinen geleneksel paradigmalarla açıklanacak boyutları geçti. Netice yalnızca anaakım ekonomi biliminin  iflası ile sınırlı değil, bu yıllar boyunca ekonomi politik eleştirisini özgün tarzda yapmakta olanların bugüne kadar görülmemiş bir başkaldırı sergilemeleri de sonuçlar arasındadır. Özetle, ekonomik kategori ve politik kategori arasındaki ilişki her geçen gün çok daha açık bir şekilde görülmektedir. Andrea Fumagalli ve Christian Marazzi’ye krizi sorduk. Andrea ve Christian’ın yanıtlarını bir diyalog formatında sunuyoruz.

Perde arkasında işlerin nasıl yürüyeceğini belirleyen gizli bir liderin olmadığından gerçekten emin misiniz? Komplo teorileri dışında, yalnızca her bir karar mekanizması analizi dahilinde, yalın bir spontene birlik değil, bilinçli bir biraraya gelmeyi öngören...  


Andrea Fumagalli
: Büyük finansal şirketler aslında tekel tarzıyla hareket ediyorlar. Amaçları artı-değer oluşturmak. Bu aşamada en büyük artı değer CDS türevleri değişikliklerinden çıkarılmaktadır. Finansal tekelin doğası rating şirketleri aracılığı ile garanti edilmektedir. Riskli kredi krizlerinden itibaren (2007 sonları) yeni bir finansal pazarlar birlikteliği süreci oluşmaya başladı. İşte birkaç veri: 2010 Ocak ayı itibariyle dünya gayri safi milli hasılası 74 trilyon idiyse, finansal piyasa rakamları bunu aşıyor: Dünya hisse senedi piyasası 95 trilyon dolardır. Dünyadaki tüm borsalar 50 trilyon, türevleri ise 466 trilyon. Yani piyasalar, reel üretimin-endüstri, tarım, hizmetler- sekiz katı bir zenginliği hareket ettiriyorlar.

Bütün bunlar apaçık ortada, ama sık sık unutuluyor, bu süreç, üretimin kapitalist birikimini, el emeği ve bilgi sömürüsünü saptırmanın yanında, büyük bir birikimde nitelik bulan bir başka ‘asli birikim’e kaynak oluyor. Federal Rezerv verilerine göre, bankacılık sektöründe sadece 1980-2005 arası dönemde 11.500’e yakın birleşme gerçekleşti, yani yıllık ortalama 440 kadar. Bu birleşmeler banka sayısını 7.500’ün altına indirdi.


2011 yılında, beş SİM (Gayrimenkul Aracılık Şirketleri ve bankacılık bölümleri: J.P Morgan, Bank of America, Citybank, Goldman Sachs, Hsbc Usa) ve beş banka (Deutsche Bank, Ubs, Credit Suisse, Citycorp-Merrill Linch, Bnp-Parisbas) %90’dan fazla hisse senedininin kontrolünü ele geçirdiler. Hisse senedi piyasasında, birleşme ve satın alma stratejileri borsadaki şirket sayısını epey düşürdü. Şimdilerde borsa sermayesi en büyük ilk 10 şirket, 7800 kayıtlı şirketin % 0,12’ini temsil etmelerine rağmen borsanın toplam değerinin  %41’i, kârın %47’ini ve artı değerin %55’ini topluyorlar.


Bu birleşme süreçlerinde, baş rolü kurumsal yatırımcılar yerine getiriyorlar. Günümüzde, yine Federal Rezerv verilerine göre, kurumsal yatırımcılar nominal değeri 39 trilyon kadar olan senetleri (titulos) yönetenlerdir, bu miktar toplamın %88,4’üdür ve 20 yıl öncesinin 20 katı kadar fazlasıdır. Bu rakam son bir yıl içinde kamusal borç senetleri artışı sonucu daha da büyümüştür. Büyük finansal şirketlerin yönetim stratejilerinin devamını tavsiye edecek birilerinin olabileceğini sanmıyorum, hele bir ‘siyasetçi’nin bunu tavsiye edebileceğini hiç zannetmiyorum.


Christian Marazzi: ‘Gizli liderlik’ olmaz olur mu! Piyasaların önderliği son yıllarda finansallaşmanın “stop-and-go” (dur-kalk) sahtekarlığı üzerine kurulagelen endüstriyel-finansal sermayenin mükemmel konsantrasyonunda ikamet

Christian Marazzi: Piyasaların önderliği son yıllarda finansallaşmanın dur-kalk sahtekarlığı üzerine kurulagelen endüstriyel-finansal sermayenin mükemmel konsantrasyonunda ikamet etmektedir. Yatırım bankaları, çokuluslu şirketler, kurumsal fonlar ve emeklilik fonları kalbini teşkil ediyorlar: Onlardır ‘piyasayı yaratanlar’ ve spekülasyonu yönlendirenler
etmektedir. Yatırım bankaları, çokuluslu şirketler, kurumsal fonlar ve emeklilik fonları kalbini teşkil ediyorlar: Onlardır ‘piyasayı yaratanlar’ ve spekülasyonu yönlendirenler. 2010 Şubat’ındaki euroya hücum kararını bir grup spekülatif fon aldı. Luciano Gallino, Finansal Kapitalizm kitabında ‘dünyada varlığı değerli olan insan’ sayısını 10 milyon olarak hesapladı yanılmıyorsam. Lobiler, G20, IMF, AB ve Avrupa Merkez Bankası’nın üst kademelerinden başka, ulus devletlerin içinde de eylem halindeler. Ama yine de en önemlisi şudur: ‘Gizli önderlik’ var, ama her zaman değil. Finansal iktidar, ‘piyasanın ruhsal durumu’nu, bir tür birikim sürecinin normal gidişatını belirliyor.

Pek çok siyasi analist piyasaların devletlerin merkezileşme kabiliyetlerini yıktığını ve bu nedenle de devletlerin fiili sade bir egemenlik eyleminden ziyade finansal çıkarların katlanarak büyümesi amacıyla yukarılardan kararlaştırılmış bir egemenlik eylemi olduğu görüşündedir. 2008’den itibaren devletlerin bankaları fÌnanse ederek kurtarma aşaması egemen güçlerin piyasa çıkarlarına yeniden itaat etmesiyle sonlanacaktı.


Mevcut krizde bu durum nasıl işliyor?


A.F.:
Önceki on yıllık dönemde düşüşte olan borçlanma yükselişe geçti, özel borçlanma yıllık ortalama %18, kamusal olansa yaklaşık %14 artış gösterdi.

Bu durumdan hareketle, Avrupa çapında empoze edilen politikalar iki hedefe ulaşmaya yönlendirilmişlerdir:


a)
Özel sektör iflaslarının yol açacağı domino etkisinin önünü almak için finansal sisteme karşılıksız likidite sağlamak

b)
Kamusal  borçlanma sayesinde likidite meselesi halledildikten sonra, söz konusu borçlanmanın belli bir kritik eşiği geçmemesini sağlamak, finansal oligarşinin beklentileri doğrultusunda belirlenen eşiği. Spekülasyon ABD gibi iflas riski yüksek ülkeleri vurmadı...

Bugün yeni olan şey bu iktidarın siyasi liderleri direkt seçip hükümetlere getirme olanaklarına sahip olmasıdır. Finansal iktidar diktatörlüğe dönüşmüştür. Siyaset ve hukuk bilimleri uzmanları belki de bu duruma ilişkin bir şeyler söylemeliler artık.


C.M.:
Tepeden belirlenen egemenlik nasıl işliyor? Yalın olarak şantajla işlediği söylenebilir.

Finansal güç o kadar büyüktür ki, bu durum karşısında ekonomiyi yeniden canlandırma çareleri çaresiz kalıyorlar.


A.F.
: İşten atma serbestisi ne kadar çok olursa, sağlık ve diğer kamusal hizmetler ne kadar çok özelleştirilirlerse, finansal piyasaların ‘özel sosyal sigorta’cılık rolleri daha çok artacaktır, ve tabi finansal pazarların el attığı alanlar da çok daha fazla genişleyecektir.
 
Andrea Fumagalli: Bugün yeni olan şey finansal iktidarın siyasi liderleri direkt seçip hükümetlere getirme olanaklarına sahip olmasıdır. Finansal iktidar diktatörlüğe dönüşmüştür. Siyaset ve hukuk bilimleri uzmanları belki de bu duruma ilişkin bir şeyler söylemeliler artık
C.M: İtalya ve İspanya’nın borç pazarlığında güçlü bir dönem geçirmekte oldukları fikri bana hiç doğruymuş gibi gelmiyor. Yine aynı şekilde acınası Monti-Sarkozy ekseni artık fazlasıyla bıkkınlık veriyor. Borç durumu kötüye gidiyor. Ben, ‘neşeli Avrupa’ya asıl darbeyi vuracak olanların İtalya ve İspanya olacaklarına inanıyorum, ‘Yunan sendromu’nun bir nihai sonucu olarak. Yani şu sarmal gelişecek: Recesion (gerileme)-borç artışı-kamu harcamalarında kesinti-recesion (gerileme)- yeniden sertleşme. Ve gerilemeye (recesiÛn) başladık ve depresyona çok yakınız.

ABD siyasi bir Avrupa’yı hiç sevemedi, euro’yu hiç ama hiç benimsemedi. Bazen şu tür fikirler de dolaşıyor aklımda: Tek taraflı eski bir refleks, euro’ya saldırı için finansal pazarlar denen oluşumun içinden harekete geçirmiş olabilir mi diye düşünüyorum. Küresel kargaşa içinde dolar hegemonyası savunması etrafında örgütlü bir emperyalist canlanma, mutatis mutandi, düşünülebilir mi?


A.F
: Yok, sanmam. Euro’nun patlamasında çıkarı olacak yegane güç ABD’dir, Çin ile ikili ilişkileri yalnız siyasi olarak değil, aynı zamanda ekonomik-finansal olarak da cezalandırmak için: Bir tür çift kutuplu ‘imparatorluk’ olan Çin. Ama ABD, emperyalist politikaları taşıyacak yeterli güce sahip değil, ne askeri, ne siyasi, ne de ekonomik olarak... Çin’in finansal seçimlerini izlemek lazım. Şimdiye kadar Çin finansal tahvillerini, finansal pazarın 10 kardeşi (şirketi) yönetmekte idi. Ama bu ne zamana kadar böyle olacak?...

Sinan AYGÜL / Sandro Mezzadra & Antonio Negri /Çeviri: Zekine Türkeri

İran Bağlantılı Nükleer Gerilimin Kafkasya’ya Yansımaları

Damien MCGUİNNESS / BBC Tiflis
İran ile Batılı ülkeler arasında süregiden gerilim, Kafkasya’ya da sıçradı. Bölgede geçen hafta bir İsrailli diplomatın otomobiline bomba yerleştirildiği ortaya çıktı.

İran ile İsrail, Kafkasya’da, üstü örtülü tehditler, bombalı saldırı ve suikast planlarıyla mücadeleye girişmiş görünüyor.


İran yönetiminin yalanlamasına rağmen, Batılı ülkeler Tahran’ın nükleer silah geliştirmeye çalıştığı kanısında olduklarından, İran’ın gizli nükleer programı, casusların başlıca hedeflerinden biri.


Gürcistan’ın başkenti Tiflis’teki bombalı saldırı planı, komşu Azerbaycan’da, yetkililerin İsrail’in Bakü büyükelçisine suikast düzenlemeye hazırlamakla suçlanan üç kişiyi tutuklamasını izliyor.


Azeri yetkililere göre, hedefler arasında bir Yahudi okuluyla yerel hahamlar da bulunuyordu. İsrail hükümeti, saldırıların ardında İran’ın bulunduğunu savundu; İran ise bu suçlamayı reddetti.


Geçen hafta İran, İsrail ile dostça ilişki içinde olan Azerbaycan’a yönelik öfkeli açıklamalarda bulundu. Tahran yönetimi, Ocak ayında düzenlenen suikastte İranlı nükleer bilim adamını öldürenlerin Azerbaycan üzerinden kaçmasına izin verildiğini savundu.


Kabala radar istasyonundan komşu İran da izleniyor.


Bu gerginlikler İranlı casusların ve İsrail gizli servisi Mossad’a bağlı ajanların Güney Kafkasya’da gayet faal durumda olduklarını ortaya koyuyor.


Hazar Denizi’nin petrol ve doğal gaz zenginliği ve önemli boru hatlarıyla Batı’ta enerji sevkiyatının bu bölgeden yapılması, Güney Kafkasya’nın stratejik önemini artırıyor.


Büyük güçler arası rekabet


Gürcü siyasi yorumcu Alexander Rondeli, iş casusluğa geldiğinde, bölgenin 2. Dünya Savaşı öncesinin İsviçre’sine benzediğini söylüyor. Rondeli, “Herkes bu gizli savaş için Güney Kafkasya’yı kullanıyor. Buna hiç kuşku yok.” diyor.


Kuzey İran’daki Azeri asıllıların sayısı 20-30 milyon dolayında. Geçen yıl İran’la arasındaki vize uygulamasını kaldıran Gürcistan, İranlı tüccarlar ve turistler için çekici bir ülke oldu. Geçen yıl beklenmedik bir şekilde, 60 bin İranlı turist ziyaret etti Gürcistan’ı.


Ama aynı zamanda Gürcistan ve Azerbaycan Batı ile sıkı ilişkiler içinde olan iki devlet. Her iki ülke de NATO’nun Afganistan’daki operasyonlarına destek veriyor; Avrupa ile sıkı iş ilişkileri yürütüyorlar.


Gürcistan’ın başlıca dış politika hedefi NATO ve AB’ye girebilmek. Batılı ülkelerin yanı sıra İsrail’e de petrol ve doğal gaz satan Azerbaycan da, buna karşılık İsrail’den silah ve askeri gereç satın alıyor.


Ama yüzyıllardır Rus, Pers ve Osmanlı İmparatorluklarının savaş alanı olan bu bölgede, bağlılıkların sarsılması yeni bir olgu değil. Kuzeyde Rusya, güneyde İran’la çevrili bölge, en çetin koşullar altında.


Eskiden Azerbaycan’da karşı istihbarat görevlisi olarak çalışan, şimdiyse Bakü’de siyasi uzman olarak görev yapan Arastun Oruçlu, “Bu, son 200 yılın en karmaşık dönemi” diyor.


Bölge, giderek bastıran üç kuvvetle çevrili halde. Buralarda sık sık duyulan bir söz, “Komşunuzu seçemezsiniz...”


İran’a saldırı olursa...


Peki İran’a, ABD veya İsrail’den bir saldırı gelirse bunun sonuçları ne olur?


Arastun Oruçlu, “İran’ın girişeceği karşı saldırı için, en yakın hedef Gürcistan olur. Azeybaycan Batı’yla herhangi bir işbirliğine girmekten kaçınmaya çalışacaktır. Ama Gürcistan seve seve işbirliğine yanaşır” diyor.


Gürcistan’daki Batı yanlısı yönetim ABD müttefiki olma hevesini ortaya koysa da, Alexander Rondeli bu senaryoya katılmıyor; “Bizde Amerikan üsleri yok, gereken askeri altyapı da yok” diyor. Diplomatlar, Washington’un Gürcistan’ı böylesine savunmasız bir konumda bırakmayacağı düşüncesinde.


Rondeli, Gürcistan için asıl tehlikenin Rusya’dan geleceği inancında. İki ülke 2008 yılında savaşa girmişti ve bugün Gürcistan topraklarının yüzde 20’sinde hala Rus askerleri bulunmakta.


Kimi Gürcüler, Rusya’nın, İran’la doğabilecek bir çatışmadan yararlanarak, arka bahçesi olarak gördüğü, her an patlamaya hazır Ortadoğu ile arasında yararlı bir barikat olarak değerlendirdiği bu bölgedeki varlığını yeniden güçlendireceği kaygısı içinde.


Rusların bu yıl Kafkasya’da yaplayı planladığı kapsamlı askeri tatbikat da, Gürcülerin korkularını artırıyor.


İran’la doğacak herhangi bir çatışma, büyük bir insanlık krizi yaratır. Yüzbinlerce mülteci İran sınırından Azerbaycan’a kaçacaktır. Oysa Azerbaycan 1990’larda Ermenistan’la girdiği uzun savaş yüzünden yerlerinden yurtlarından olmuş 1 milyona yakın insanla başetmeye çalışıyor hala...


Siyasi yorumcular bir nokta üzerinde görüş birliği içinde: Bu bölgede kimse, yeni bir çatışma çıkmasını istemiyor.


Son saldırı girişimleri, bir sinir savaşının yansımaları gibi görünüyor. Ama uzun yıllardır süregelen savaşların etkisini atmaya çalışan bu bölgede, insanlar, istikrar ortamına hasret.

Baharda Ölmek

BDP Şırnak Milletvekili Selma Irmak ile Faysal Sarıyıldız’ın başlattığı süresiz açlık grevi; ürkütücü, tedirgin edici, karanlık ve soğuk adıyla ‘Ölüm Orucu’ bugün 15’inci gününe giriyor!  

BDP milletvekilleriyle birlikte Türkiye zindanlarında yatmakta olan yüzlerce Kürt tusak da çıplak bedenlerini ölüme yatırmış bulunuyor. Hepsi de şimdi, yaşama dair tüy kadar hafif sözcüklerinin sessizliği içinde ölümü bekliyor.

Ne yazık ki bahar, bu sene de kucak dolusu ölümlerle geliyor.
Hayat bu sene de ‘erken çekilen tetik’ misali, ölümü vaktinden önce gönderiyor ve onun acıyla ve utançla büyüyen gölgesini yine ve yeniden, bir kadermiş gibi üzerimize seriyor.

Ölüm dört bir yandan geliyor ancak, buna rağmen hükümeti, meclisi, siyasi partileri ve egemen medyasıyla Türkiye de susmayı tercih ediyor.

Sanki Kürtlere ölüm müstehakmış gibi ve sanki bu haksızlık, bu hukuksuzluk, bu zulüm, bu barbarlık başka bir ülkede yaşanıyormuş gibi, Türkiye üç maymunları oynamaya devam ediyor! Bir avuç onurlu insan dışında kimse ‘ölüme yatmış’ insanlarla ilgilenmiyor.

Kaldı ki ‘ölüm orucu’ direnişi sadece zindanda değil, ülke içinde ve dışındaki birçok merkezde de yapılıyor ve giderek  dalga dalga yayılıyor!

Kürt halkı uzun bir aradan sonra yeniden topluca ölümün üstüne yürüyor ve bu yürüyüşün ciddi alt- üst oluşlara yol açacağı gözleniyor ama mutapları susuyor. Türkiye susarak aslında suçunu itiraf ediyor. Ne var ki susmanın artık çare olmadığının ve bir işe yaramayacağının bilinmesi gerekiyor.

Zira, bundan böyle hayatını kaybedecek her Kürt ile birlikte insanlıktan ve uygarlıktan nasibini almamış Türk devletinin de cenaze namazı kılınacaktır. Kürt halkı bu vahşete daha fazla katlanmayacaktır. Bunun bilinmesinde fayda var!

Kürtler çıplak bedenlerini yeniden namluya sürüyor ve ‘insanlık onuru’ adına bir kez daha ölümün üstüne gidiyorlarsa, Türkiye’nin bütün dinamikleriyle bunun üzerinde ciddiyetle durması ve düşünmesi gerekiyor.

Biliyorum; bu tür söylemler Türk devletinin ilgi alanına girmiyor. Uyarı, tehdit, öneri ne derseniz deyin, devleti yönetenlerin umurunda olmuyor!

Ancak bu söylemin muhatabı küresel sermayenin bekçisi ve çöpçüsü Türk yöneticiler değildir. Muhatap ülkesi adına kaygı duyan, vicdan ve sorumluluk sahibi olan sıradan Türklerdir.
 Bugün onlara her zamankinden daha çok ihtiyaç vardır.

Onların AKP’nin bu provokasyonundan ülkeleri adına endişe duymaları ve harekete geçmeleri gerekmektedir.

BDP milletvekillerinin öncülüğünde başlayan ölümüne bu direnişe kulak vermelidirler. Kürtlerin haklı taleplerini sahiplenmelidirler.
Aksi durumda kimse olayların önüne geçemez. Kürt halkı göz göre göre işlenen bu cinayetleri imkanı yok daha fazla sineye çekmez, çekemez.

Kaldı ki ‘ölüm orucu’ direnişini başlatan Irmak ile Sarıyıldız kabul edilmeyecek talepler ileri sürmemişlerdir.

 BDP’li vekillerin talepleri topu topu 3 maddeden oluşuyor! Direnişe katılan içerideki ve dışarıdaki eylemciler de bu talepleri paylaşıyor.

Buna göre; Kürt dili üzerindeki yasakların kaldırılması, askeri ve siyasi operasyonların son bulması, tutsakların serbest bırakılması ve PKK lideri Öcalan üzerindeki ağırlaştırılmış tecridin kaldırılması; sağlık, güvenlik ve özgürlük koşullarının sağlanması gerekiyor.

Talepler bunlar. Bunların hepsi de temel insan haklarına dayanıyor. Bunların hiçbiri için ne anayasa değişikliği, ne devrim, ne de evrim gerekiyor.

Bunları karşılamak için insanlıktan birazcık nasip almak ve temel insan haklarına saygılı olmak yetiyor da artıyor!  

Dediğim gibi insan onuruna yaraşır birkaç temel insani talep için Kürtler bugün topluca ölümü göze alıyorlarsa, Türkiye’nin bunun üzerinde uzun uzun düşünmesi gerekiyor.

Bunu o ülkede yaşayan herkesin herşeyden önce kendisinin bir ayıbı olarak görmesi gerekiyor.

Türk devleti uzay çağında bile bir devlet gibi değil, ilkel bir kabile gibi davranıyorsa, hala anadil yasağında ısrar ediyor ve hala, ‘ben Kürt’üm bir dilim, kimliğin, kültürüm, ülkem ve iradem var’ diyeni yaka-paça içeri tıkıyorsa, bundan en çok da o devletin ‘Türk’ kimlikli vatandaşlarının rahatsız olması gerekiyor.

Kendini ‘Türk’ hisseden herkesi bugün böylesi bir sınav bekliyor. Türk halkı şayet küresel sermayenin kendisine biçtiği ‘bekçi ve çöpçü’ rolünden kurtulmak istiyorsa; kendi ülkesinde başkasının paryası olmak istemiyorsa, başka şansı yok Kürt halkıyla eşitliğe ve özgürlüğe dayalı ortak bir gelecek kuracaktır.

Ya bunu kuracaktır ya da vesayet altındaki egemenliğinden de olacaktır.

İşin şakaya gelir yanı kalmamıştır; Kürt halkının topluca ölümü kucakladığı bu bahar Türk ırkçılığın ‘sonbaharı’ olacaktır.

Türk halkı bu tarihsel süreçte kendi kaderine sahip çıkmalı, ırkçılığa karşı tavır almalı ve Kürt halkıyla ortak bir gelecek kurmalıdır.

 Aksi durumda baharda ölmenin faturası bu kez çok ağır olacaktır.

GÜNAY ASLAN
gunayaslan@hotmail.de

Cingöz Recai’ye Bazı Sorular

‘Siz Öcalan’ı susturuyorsunuz. Neden?”  Öcalan örgütüne “savaş emri vermesin” diye. Örgütün savaşmak için Öcalan’dan “emir” almasına gerek yok ki… Örgüt zaten savaşıyor. Öcalan’ı biraz daha susturursanız, bu savaşın “gümbür gümbür” gelişini durdurmanız bile imkansız.

Örgütün savaşmak için değil, “barışmak” için Öcalan’ın “emirlerine” ihtiyacı var.

Bunu ya omuzlarınızın üzerinde taşıdığınız kafacıklarınız almıyor; ya da siz aslında “savaş istiyorsunuz.”

AKP’li aklı evvel Öcalan’ı susturmakla Kürt halkına göz dağı verdiğini sanıyor. Sanıyor ki, böyle yaparsa, Kürdün iradesini kırar. “Önderi susturursam, halk haydi haydi susar” diye düşünür.
Susmaz. Susmuyor zaten. Önder susturulunca halkın susması, geçmişe ait bir şeydi. Köprülerin altından çok sular aktı. İmralı’daki önder, farklı bir önder. Onu orada tutanların boyunu aşan kitapları var orta yerde.  

Kürt halkı Türkçe sıkılan palavraları “bilinmeyen bir dilde” sıkılan palavralar olduğu için anlamıyor, anlasa bile anlamazlıktan geliyor; ve bu halk “kitapsız, müshafsız” olanı değil, “kitaplı müshaflı” olanı dinliyor. İmralı’da yatan insan düşünüyor, yazıyor, kitapları rafları dolduruyor. Ve sokakları “Bijî Serok Apo” diye dolduranlar, yarım yılı aşkındır sesini duyamadıkları Öcalan’ın kitaplarını okuyor, böyece onunla konuşuyor ve onlar Öcalan hakkında, “Serok İmralı’da bizim için düşünüyor, bizim için yazıyor ve bizim için direniyor” diye konuşuyor.  Şimdi soralım: Tecrit ne işe yarıyor? Dağdaki tecrit’e rağmen “savaşmakta”, şehirdeki tecrit’e rağmen sokakları doldurmakta… Barıştan ise eser yok.
……..
Siz diyorsunuz ki, “devlet elinde silahla dolaşanlara tahammül edemez, PKK silahsızlanmadan çözüm de olmaz…”

Diyelim ki, PKK “silahsızlandı”…

Siz “silahsız PKK’liye” ne yapacaksınız?

AKP’li Cingöz Recai konuşuyor: “Hoş geldiniz diyerek evlerine göndereceğiz.”

Soruyoruz; “neden silahsız Öcalan’ı ve beşbin silahsız BDP’liyi evlerine göndermiyorsunuz?”  

Cingöz Recai sırıtıyor; “Silahlı silah bırakmazsa, silahsızı da biz bırakmayız…”

Soruyoruz: “Siz 5 bin BDP’li yi, neden tutukladınız, Terörle Mücadele Yasasını çiğnedikleri için mi, yoksa PKK’liler bir türlü dağdan inmediği için mi?”  Cingöz Recai havaya bakarak, yanımızdan sıvışıp gidiyor.
…………
Soruyoruz; PKK dağdan indiği gün siz, dağdan inenlerle birlikte KCK tutuklularını serbest bırakacak mısınız?  Ancak bir meczup ve geri zekalı, bu soruya “hayır silahsız KCK tutuklularını hapiste tutacağız; dağdan inenleri serbest bırakacağız” diye yanıt verebilir.

Belli ki, bu sorunun Hükümet tarafından verilecek olan yanıtı şöyle olacak; “Eğer PKK dağdan inerse, dağdan inenleri ve mevcut yasalar ve mahkeme kararları değişmediği halde KCK tutuklularını, bu arada ölüm orucundaki Selma Irmak ve Faysal Sarıyıldız’ı serbest bırakacağız.”

“Ya PKK’liler dağdan inmezse?...”

“Serbest bırakmayacağız…”

Yani Hükümet, PKK’liler dağdan inmiyor diye, Selma Irmak’ı, Faysal Sarıyıldız’ı ve her geçen gün artan sayıda ölüm orucuna yatan BDP’lileri ölüme mahkum edecek.

Siz hem PKK’lileri dağdan indirecek biricik iradeyi susturacaksınız, ardından da “PKK dağdan inmiyor” diyerek, binlerce BDP’liyi zindanlarda rehin tutacak, bunu protesto eden Selma Irmak ve Faysal Sarıyıldız ile yüzlerce direnişçiyi ölüme terk edeceksiniz, öyle mi? Siz devlet misiniz, yoksa korsan mı? PKK’yi dağdan indiremiyorsunuz, indirecek olanı susturuyorsunuz, susturduğunuzun direnişini kıramıyorsunuz, gücünüz Selma Irmak’la, Faysal Sarıyıldız’a mı yetiyor?

Yetmeyecek… Bu iki insanı ve onların arkadaşlarını ölüme sürükleyemeye gücünüz yetmeyecek! Halk ölümlere izin vermeyecek. Onlar 21 Mart Newrozu’nda yaşama yeniden dört elle sarılacaklar ve böyle giderse, ne dağdakileri indirebilecek, ne ovadakilere boyun eğdirebileceksiniz.
Aklınızı başınıza toplayın.
………..
Soralım: Siz Oslo’da PKK’yle görüştünüz mü?  “Evet görüştük”.  “Neden Oslo müzakerelerine son verdiniz?” “Çünkü PKK Silvan’da askerlerimizi öldürdü!”

Bırakın numarayı! PKK otuz yıl boyunca askerlerinizi öldürdüğü halde Oslo’da görüşmelere evet dediniz de, şimdi bir tek Silvan saldırısı yüzünden mi görüşmeleri sona erdirdiniz? 

Yoksa siz, şu Cemaat denilen illegal gizli örgütle Kürtlerin sırtından uzlaşmaya çalıştınız da, bu uzlaşmayı yüzünüze gözünüze mi bulaştırdınız? Uzlaşmak için Oslo’da masayı devirmenize rağmen Cemaat sizden tıpkı Osmanlı Medrese “Talibanları” gibi MİT müsteşarının kellesini isteyince mi aklınız başınıza geldi?

Allah akıl, fikir ihsan eylesin! Amin!..

VEYSİ SARISÖZEN

Vicdansızın Vicdanı!..

Kürdistan’ı, fethetme güdüsüyle, çepeçevre sarıp, silahtan barikatlar kurarak esir kampına çevirmeye çalıştılar.

 İnsani duygu ve vicdanın ölü olduğu esir kampında hayatın kuralı, Amerikalı General Caster’ın Kızılderililer için söylediği sözün adaptasyonuyla, „iyi Kürt, ölü Kürt’tür“ üzeredir.

Silahlı güç oluşturup, kırım yapmak, sıram sıram toplama kampları kurmak şeref ise eğer, onuru kendilerine ait, TC kurulduğundan beri, bu böyledir.

Bebeklerin gözündeki uykuyu, ellerindeki ekmeği çaldıktan sonra katlettiler. Kendi toplumlarını da katillerle doldurdular. Fakat Kürdistan, ekili patates tarlasını andırıyor. Kazmanın vurulduğu, belin saplandığı yerden kefensiz ölülerin kemikleri toprak yüzüne çıkıyor. Onların kurumları da „yüz yıl öncesine ait“ diye etiketler yapıştırıyorlar. Yüz yıl öncesine aitse bile, şerefinin kendilerine ait olduğunu unutarak…

Siirt’te Kasaplar Deresi, Kürtler için kazılmış toplu mezar tarlalarından biridir. Eserlerini görmeye, gömdükleri yakınlarının kemiklerini çıkarmaya giden Kürtlerden 36 tanesi, Türk adaletinin esiri olarak, ağır hapis istemiyle yargılanıyor. Suçları, cinayetler işleyen devlete övgü dizeceklerine karşı çıkmak, katile „katil“ diye bağırmaktır.

Dicle Üniversitesi öğrencisi Rıdvan Çelik, koşuda üç kere TC şampiyonu, bir kere de Avrupa birincisidir. Rıdvan Çelik, esir kampında 14 yıl 7 ay hapis cezası hükümlüsüdür. Suçu 1 Mayıs gösterisinde, ağzı açıkken polise yakalanmak...

Bu kış, uçakların bombardımanı hiç kesilmedi. Türk medyası, uçakların havalanmasını zaferin habercisi olarak müjdelediler. Türk medyası, zehirli gaz yağmuruna tutulmuş Kürt gençlerinin bedenlerini, alan hakimiyeti diye gösteriyorlardı.

Peki yarın karlar eriyip, dağlar geçit verdiğinde ne olacak? Kırıma çıkanlar karşılık bulduklarında?..

Uçaklar uçtukça, Kürdistan topraklarına havadan zehir yağıyordu. Kürdistan’ın havasını, toprağın otunu, böceğini de zehirlediler. Dersim’in karı kadar beyaz olan cevizleri artık, kara. Çünkü, cevizler de zehirli.

Kamuoyunun vicdanı olması gereken Türk medyası, Kürdistan’ın fethi adına havanın, su ve toprağın zehirlenmesine kör, sağır ve dilsiz…

 Türk parlamentosunun tutuklu Kürdistan temsilcilerinden Selma Irmak ve Faysal Sarıyıldız, vicdanın ölü doğduğu bir yerde, 15 günden beri ölümüne açlık grevinde. Vicdanın cüzdana sığdığı bir yerde, iki Kürt temsilcinin açlık direnişi ölümle sonuçlansa bile kimin umrunda!

Çünkü, olmayandan vicdan istenmez!..

Hangi vicdan? Zorba, elindeki silah ve askeri kalabalıkla Kürdün evine girip, işgal etmiş. „Hadi, bana benzemek için, kendini inkar et ve yaşa“ onursuzluğunu dayatıyor. Adam, „düm tek“ niyetine, „tek millet“ diye borazanlaşıyor.

Aralarında, „ben daha çok Kürt kanı döker, geçtiğim toprakları yakar, yıkarım“ diye yarışanlarda, vicdan ne arar!..

Dil yasaklamak, terörle kimlik yasaklamak hangi vicdanın kitabında yazılı?

Onur mu var ki, onur aranıyor kimilerinde? Onuru olan insan, başkasının onurunu çiğnemeyi zafer sayar mı? Onursuzluğu insaniyet olarak beller mi? Teklik, insaniyetin hangi defterinde yazılıdır?

Teklik adına dün Geli e Zilan’ı bebek, kadın, ihtiyar ölüleriyle dolduran, Dersim’de insanları diri diri yakarak kıranların çocukları, torunları, köyü yakılmış, kendi yurdunda mültecileşmiş Küretlerin küçücük çocuklarını, Pozantı’da katillerin kucağına atıyor, bugün. Onlara zorla kendi bayraklarını öptürüyor, gözler önünde tecavüz ediyorlar.

Koruculuk hizmeti vermeyen Roboskî’nin 34 çocuğunu bir araya toplayıp, üstlerine bomba yağdırıyor, kendinden geçmiş ruh haliyle havayı, suyu, toprağı yalnız Kürtlere ait sanıp zehirliyorlar.
Bütün bunları yapanlardan utanmayı beklemek, bunlarda vicdan yoklamasına çıkmak, vicdan aramak olmayan ve hiç bir zaman olmamış vicdanlarını harekete geçirmek için ölümüne açlığa yatmak, olmayan vicdanları sevindirmek değil midir?

AHMET KAHRAMAN
akahraman61@hotmail.com

Kürt Direnişi...

Kürtlerden kendisine boyun eğmesini isteyen AKP, bu kışın bitmesini hiç istemiyordu. Ama kış bitti! Bahar mevsimi geldi. Hem de Newroz’un görkemi ile geldi bahar. Evet beklenen zaman gelip çattı. Kürtler yıl boyunca direniş mayaladılar. Dağlara, zindanlara, kentlere, sürgünlere direniş mayası attılar. Herkesin yüreği bir noktaya odaklandı. “Zulme boyun eğilmeyecek, ya onurlu ve özgür bir yaşam ya da hiç!” sözü Kürtler için zorunlu bir yön tayini oldu. Çünkü dağlarda tonluk bombalar üzerlerine atıldı ama Kürt gerillaları teslim olmadı. Onlarca genç kendini feda etti. Binlercesi tutuklandı. Yüzlerce kilometre yürüdüler. 

Bedenlerini ölüme yatırdılar. Bir adada tek kişilik hücrede, bir halk olup direndiler. Evet, Kürt direnişinin mayası her alanda tuttu. Şimdi Kürtler çelikleşmiş iradeleri ile zulme kafa tutuyorlar. Aynen 12 Eylül 1980 faşizmine karşı Amed zindanında olduğu gibi. Aynen Dersim, Botan, Zap ve Kandil’de direnenler gibi... Direniş kesintisiz bir hal aldı Kürtlerde. Dört parça Kürdistan, şimdi tek bir yürek gibi. Ama AKP’nin zulmünün anlamsızlaştığını bir tek AKP hala anlayabilmiş değil.

2010 yılında barışçıl çözümün gelmesi için Kürtler ellerinden gelen herşeyi yaptılar. Süreci ustaca yönettiler. Kendilerinden kaynaklı bir çözüm sürecinin bozulmasını istemediler. Askeri olarak potansiyelini bütün yönler ile ortaya koyma şansları varken, çözümün siyasal zeminde gelişmesi için çaba gösterdiler. 2011 yılına girilirken AKP hükümetinin başındaki Tayyip Erdoğan’dan akla gelmez sözler duyulmaya başlandı. Seçim sürecinin öncesi olduğu için “bazıları“ bunu seçim politikası sandı. Ama Kürt siyaseti AKP’nin bu konudaki şifresini artık çözmüştü. Kendi pozisyonunu direniş olarak belirlemişti. Çünkü AKP 12 Eylül 2010 referandumunda kendisine göre başarılı hamleler yapmıs ve artık devletin sahibi olarak kendisini ilan etmeye başlamıştı.

12 Haziran 2011 seçimlerinde anlaşılmaz sözler pratiğe geçmeye başlamış, AKP “ustalık” dönemini ilan etmiş; Kürtler üzerindeki katliamına bahaneler üretmeye başlamıştı. O dönemde AKP’nin medyası, cemaat ulakları ve liberaller “PKK’nin devrimci halk savaşı”nın tutmadığını, PKK’nin 2011 yılının yazında biteceğini yazıp çizdiler. Zulmün odaklandığı nokta İmralı’da PKK lideri Abdullah Öcalan’dı. Öcalan, gayet vakur, kendinden ve halkından emin bir şekilde tutumunu ortaya koymuş “ben hayatta olduğum sürece Kürtlerin onuru ile kimse oynayamaz” demişti. AKP bu tutum karşısında iyice dellenmiş, kitlesel katliamları takvime bağlamıştı. Siyaseten yenemediği Kürtlere askeri olarak diz çöktereceğini sanmıştı. Tamil örnekleri, Sri Lanka deneyimleri üzerine Fethullah Gülen ulakları ve AKP yalakaları kalem oynatmaya başlamıştı. Ama Kürt gerillası da milim geri adım atmadı. Kimyasal silahlar, tonluk bombalar sayısız askeri operasyonlar sonuç alamamıştı. Bu kez “2011 sonbaharında PKK bitecek, Kürtlerin siyasal örgütlenmesi bitecek” teması ile özel savaş mesaisi başlamıştı.

Cemaatin ABD’deki başı Kürtler için katliam fetvası vermiş katliamın hedefi sadece gerilla değil sivil halk da kapsama alanı içine girmişti. Tutuklama furyası tekrar canlandırıldı. Avukatlar, gazeteciler, akademisyenler, siyasetçiler, Kürtlere selam veren kim varsa sabaha karşı polis baskınlarına maruz kalıyor. Soluğu zindanlarda alıyordu. Ama bu çabalar nafile çabalardı. Sonra Roboskî katliamı ile devlet Kürtlere tarihi bir gözdağı vermeye çalıştı. Ama Kürtler zulmün bu haline de boyun eğmedi. AKP ve cemaat bu kez “Bu kış PKK bitecek, Kürtlerin siyaseti teslim alınacak, herkes başının çaresine baksın” şeklinde yorumlar yaptı. Kemal Burkay, İbrahim Güçlü vb bazı Kürt tipleri ortaya çıktı. AKP, Cemaat ve yeminli Kürt düşmanı bu tipler birleşti. Askeri, siyasi, diplomasi ve her alanda Kürtler üzerine görülmedik zulümler uygulanmaya başlandı. Kürtler hiç eyvallah etmediler. Evet Kış da bitti. Kürtler hala ayakta. Zulmün her haline direnişin her halini göstererek yanıt verdiler. Zindanda bedenlerini ölüme yatırdılar, dağlarda mevzilerinde direnişe devam dediler, sürgünde kentlerin, ülkelerin sınırılarını aştılar. Direniş diğer parçalara da yayıldı. Güney Kürdistan’da serhildanlar Kuzey’i aratmıyordu. Suriye’de Batı Kürdistan’da Demokratik Özerklik’in inşaası için yüz binler seferber oldu. Doğu dingin ve derinden kendisini korudu.

Ancak AKP ve cemaat önce gözü dönmüş biçimde toplumu bir bütünen esir almaya çalıştı. Sonra kendi aralarında iktidar savaşına yöneldiler. Birbirlerine etmedik laflar bırakmadılar. AKP’nin zulüm politikaları Kürtleri birbirine kenetleyip direnişi mayalarken, devletin içindeki çürüme giderek hızlandı. İçişleri bakanı faşist ırkçı mitinglerde boy göstermeye başlarken, cezaevlerinde çocuklara işkence ve tecavüz haberleri gelmeye başladı. Tayyip Erdoğan ve şürekası kendi iktidarını korumak için çaba gösterirken, cemaatin başındakiler devlete kendi rengini vermek için hamle üzerine hamle yaptılar. Sonuçta ortaya çıkan durum şu; Tayyip Erdoğan ve ekibi çaresizliğe doğru hızla ilerliyor. Cemaat memlekete kendi rengini vermek için hegemonya araçlarını çoğaltmak için çaba gösteriyor. Kemalist ulusalcılar ise malum halleriyle can çekişiyor.  Kürdistan’da ise görkemli bir direnişin ayak sesleri geliyor. Bu öylesine bir direniş hali ki, ne AKP, ne cemaat, ne AKP ve cemaat yalakalarının anlayabileceği bir durumdur. Bu Kürt direnişi, Kürtler için onurlu ve özgür bir yaşamı içeriyor. Bu nedenle AKP devleti tutuşmuş. Bu nedenle cemaat AKP ile köprüleri tamamen atmak istemiyor. Bu nedenle AKP’nin kalemşörleri “siyasetle müzakere” teraneleri ortaya atıyor. Ama ne yapsalar da nafile, özgürlüğe gidecek olan direnişin tadı alınmış bir kere. Geriye dönüş yok.

BAKİ GÜL

İsveç ‘diktatörleri’ Sever!

Stockholm - Silah ihracatından sorumlu "Stratejik Ürünler Müfettişliği" geçtiğimiz yıl İsveç’in 13,9 milyar kronluk silah ihraç ettiğini açıkladı. Silahların yüzde 60’ı insan hakları ihlallerinin yaşandığı Suudi Arabistan, Tayland, Hindistan, Pakistan ve Birleşik Arap Emirliği’ne satıldı.

Bir yandan demokrasi ve insan hakları şampiyonluğu yaptığı iddia edilen İsveç öte yandan halklarını ezen ve katleden diktatörleri silahlandırmayı sürdürürken, kadınların futbol maçı izlemesinin yasak olduğu Suudi Arabistan’a 2011 yılında 2,9 milyar kronluk silah sattı.

Suudi Arabistan İsveç ve öteki emperyalist ülkelerden aldığı silahlarla sadece kendi halkının değil komşu ülkelerin halklarının da demokrasi ve özgürlük mücadelesini bastırıyor.

Suudi Arabistan geçtiğimiz yılın 14 Mart’ında demokrasi talebiyle ayaklanan halkının direnişini kırmak için 150 tankıyla Bahreyn’e girdi.

Kuzey Afrika ve Orta-Doğu ülkelerinde demokrasi ve özgürlük talebiyle alanlara çıkan halka karşı İsveç silahları kullanıldı. İsveç onyıllar boyunca yıllarda Mısır, Tunus, Bahreyn, Suudi Arabistan, Cezayir, Uman, Katar, Kuveyt ve Birleşik Arap Emirlikleri’ndeki diktatörleri silahlarla donattı.

İsveç’in bu politikası barış örgütleri başta olmak üzere sivil toplum kuruluşlarının tepkisine yol açmış, diktatörlere silah satışının yasaklanmasını talep etmişlerdi.

19 Mayıs tarihinde Parlamento silah satışının daha katı kurallara bağlanması yönünde karar almış ve hükümete yasalarda gerekli düzenlemeleri yapma görevi vermişti.

Aradan neredeyse 10 ay geçmesine rağmen diktatörlere silah satışının engellenmesi için herhangi bir adım atılmadığı gibi diktatörlüklerle yönetilen ülkelere yapılan silah ihracatı arttı.

Ticaret Bakanı Suudi Arabistan ve Pakistan gibi insan haklarının sistematik olarak ihlal edildiği ülkelere silah satışlarını yorumlamaktan kaçınarak topu "Stratejik Ürünler Müfettişliği" ile "Silah Denetim Konseyi"ne atıyor.

Barış ve insan hakları örgütleri ise insan haklarını ihlal eden ve diktatörlüklerle yönelen ülkelere silah satışlarının artmasına tepkili. İsveç Barış Derneği Başkanı Anna Ek ile Politik sekreteri Rolf Lindahl ortak bir açıklama yaparak Hükümetin diktatörlere silah satmasına karşı çıktılar.

Hükümeti parlamentonun aldığı kararları uygulamaya ve silah satışlarını daha katı kurallara bağlaması için önlem almaya çağırdılar.

Yapılan kamuoyu yoklamalarının sonuçları da İsveç halkının yüzde 92’sinin insan haklarını ihlal eden ülkelere silah satılmasına karşı çıktığını gösteriyor. Halkın yüzde 81’i İsveç’in savaşan ülkelere silah satmasına karşı çıkarken, halkın yüzde 50’sinden fazlası silah ihracatının tamamen yasaklanmasını istiyor.

ANF NEWS AGENCY

AKP Diyarbakır Teşkilatı ‘Dindar Nesil’ Raporu Hazırladı

Amed - Türkiye Başbakanı Tayyip Erdoğan’ın “Dindar bir gençlik yetiştirmek istiyoruz” sözleri ile başlayan tartışma sürerken, AKP Diyarbakır İl Başkanlığı ile DİYANET-SEN Şube Başkanlığı’nın ‘Dindar Nesil’ raporu hazırladı.

“İmam Hatip Liseleri, Kuran Kursları ve Gençlik Merkezleri Durum ve Geliştirmeleri” başlıklı hazırlanan raporda öğrencilere, “Kuran ve dini eğitimi önemsemeyen arkadaş çevresiyle ilişkileri sınırlı tut”, ailelere ise “Günün belli saatlerinde haber saati gibi Kuran okuyun. Bunları yaparken ekonomik bunalımlarınız azalacak” önerileri yapılıyor.

AKP Genel Merkezi’ne de gönderilen “Gizli” ibareli 20 sayfalık raporda, Kuran kurslarında Türkçe, matematik derslerinin verilmesi, kurslara akıllı tahtalar, projektör, bilgisayar ve benzeri altyapı olanakları sağlanması isteniyor.

Raporun anne ve babalara düşen görevler bölümünde de ebeveynlerin yapması istenenler şöyle sıralanıyor:

- “Gerek yazılı ve gerekse görsel medyaya duyduğumuz ilgi ve ayırdığımız vaktin bir kısmını, Kuran’ı okuyup öğrenmeye, anlamaya ve öğretmeye de ayırmalıyız. Aile fertlerimizle birlikte günün belli saatlerini tıpkı haber saatleri gibi Kuran saati olarak belirlemeliyiz.

- Eğitim ve öğretim hayatlarında çocuklarımızın başarılarından sonra teşvik edici hediyeler, sürprizler yaptığımız gibi dini eğitim alan çocuklarımızın veya Kuran kursunu alan çocuklarımızın da ellerinden tutup bizzat hocasına götürmeli ve derslerini takip etmeli, başarılarından sonra teşvik edici hediyeler veya sürprizler yapmalıyız. Bütün bunlar anlık olmayıp daimi olmalıdır. Bu süreç devam ettiği müddetçe evimizde bir bereketin olduğunu hepimiz hissedeceğiz. Ekonomik bunalımlarınız azalacak, Allah’ın rahmet ve bereketinin üzerimize sağanak halinde indiğini yaşayacağız.”


Raporun öğrencilerin yapması gereken görevleri başlığı altında da şu öneriler sıralanıyor:

- “Derslerde öğrendiklerini dini bilgileri ve davranışları evde, okulda, arkadaş ortamlarında uygulamaya çalışmaları gerekir. Yemek duası yapmak, namaz kılmak, yaşlılara karşı saygı, komşu hakları gibi.

- Kuran ve dini eğitimi önemsemeyen arkadaş çevresiyle ilişkileri sınırlı tutmak. Onların etkisinde kalmamaya gayret etmek ve alternatif arkadaş ortamlarını sağlamaya çalışmak gerekir. Allah’a adanan bir hayatın boşa gitmeyeceğini hiçbir zaman unutmamak gerekir.”


BOZDAĞ: DİYANETİN ÖNCELİKLİ HEDEFİ ÖĞRENCİLERİ UMREYE GÖTÜRMEK

Öte yandan Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın öğrencileri umreye götürmesinin öncelikli görevleri arasında olduğunu belirtti.

Bakan Bozdağ, CHP Edirne Milletvekili Recep Gürkan’ın soru önergesine verdiği yanıtta, “Müslüman bir gencin, İslamiyet’in doğduğu yerleri görme arzusuna Diyanet İşleri Başkanlığı’nın rehberlik etmesi tabii bir durum” dedi. Toplumu dini görevlerde aydınlatma görevinin yasayla Diyanet’e verildiğini anımsatan Bozdağ, bu çerçevede, hac ve umre görevini yerine getirmeyi amaç edinen öğrencilerin, bu ibadeti kurallarına uygun şekilde sağlık ve güvenlik şartları içerisinde yapmasının bu kurumun öncelikli görevleri arasında olduğunu söyledi.

Bozdağ şöyle dedi: “2012 yılı sömestr tatilinin umre dönemine denk gelmesi öğretmen, öğrenci ve velilerden gelen yoğun talepler, başkanlığın bu doğrultuda adım atmasını gerektirdi. Ücretleri müracaat edenler tarafından ödenmek kaydıyla 10 günlük umre turu düzenlendi ve 2 bin 600 kişi bu organizasyona müracaat etti. Vatandaşlarımızdan alınan ücretler, kendilerine verilen malzemeler, iskan, ayniyat ve ulaşım hizmetlerinin karşılığı olarak tahsil edilmektedir.”

ANF NEWS AGENCY

İstanbul'da Patlama: 10 Polis Yaralandı

İstanbul - İstanbul Sütlüce'de MÜSİAD binası önünde bir çevik kuvvet midibüsünün geçişi sırasında patlama oldu. İlk gelen bilgilere göre aralarında polislerin de olduğu 10 polis yaralandı.

Sütlüce İmrahor Caddesi üzerindeki AKP İstanbul İl Başkanlığı ile MÜSİAD binaları yakınında hareket halinde olan Çevik Kuvvet otobüsü yakınında patlama meydana geldi.

Hareket halinde ve AKP İl binasına doğru giden çevik kuvvet otobüsü bir motosikletin yanından geçerken patlama meydana geldi. Patlamayla birlikte otobüste büyük hasar meydana geldi. Çevredeki bazı araçlarda da hasar oluştuğu görüldü.

AKP İl binası önünden geçen İmrahor Caddesi patlamanın ardından çift yönlü trafiğe kapatılırken, olay yerine çok sayıda sivil ve resmi polis sevk edildi. Patlamanın olduğu bölgede inceleme yapan İstanbul Emniyet Müdürü Hüseyin Çapkın, patlamanın motosiklet üzerine konulan bombanın uzaktan kumandayla patlatılması sonucu meydana geldiğini doğruladı. Çapkın, patlamada 10 polisin yaralandığını söyledi.

Yaralı polislerin Okmeydanı Eğitim ve Araştırma Hastanesi'ne kaldırıldığı belirtildi.

Olay yerinde incelemeler devam ediyor.

ANF NEWS AGENCY