24 Şubat 2012 Cuma

Taraftar Medyada AKP, Cemaat Saflaşması

Ankara - MİT operasyonu ile başlayan AKP, Cemaat kavgası düne kadar hemhal olan her iki cenaha bağlı medyada da ciddi bir kutuplaşma yarattı. Cemaat'in en büyük gazetesi Zaman bir bütün olarak MİT operasyonu sonrası başlayan süreçte, savcıların soruşturmadan çekilmesi ve operasyonu yürüten polislerin görev yerlerinin değiştirilmesi konusunda, AKP Hükümti'ni hedef almakta bir beis görmedi.

Cemaat'in önde gelen medya figürleri olarak hem gazete yazarlığı hem de tv programcılığı yapan Hüseyin Gülerce gibi Ali Bulaç gibi öne çıkan isimleri AKP'yi çok sert bir dille eleştirdi. Bulaç önce, 13 Şubat tarihli ”Fitne” başlıklı yazısında, ”Akıllı tüccar, kazanan ve kazandıran tüccardır. "Rabbenâ hep bana" diyen tüccar bir-iki defa kazanır, ama eninde sonunda kaybeder. Siyasette de sürekli kazanmanın yolu, katılımı sağlamak, kaynaklar üzerinde tekel kurmaktan, temellükten kaçınmaktır.” sözleriyle, AKP'ye açıktan ciddi ithamlarda bulundu.

Ardından da, 'Akıllı tahta ve tablet' ne kadar akıllıca? başlıklı 23 Şubat günkü yazısında, AKP'nin ”yeni eğitim modeli” akıllı tahta ve tabletle eğitimi hedef alarak, ”Tablet ihalelerini alacak firmalara ödenecek miktarın 7,5 milyar dolar.” olduğuna dikkat çekerek bir önceki yazısında söz ettiği tüccara uyarısını sürdürdü.

Bulaç, AKP'nin bu eğitim modelinin ”tehlikelerini” sıralayarak, bu modelin okuma yazma konusuda toplumun Osmanlı'nın gerisine düşüreceği uyarısında bulunarak, ”Tablet bilgisayar, sonuçta bilgisayardır, çocukları hayli küçük yaşlardan başlamak üzere bilgisayara ve internete bağımlı hale getirecektir. İnternet kullanımının her zaman yararlı olmayıp ağırlıklı olarak yıkıcı olduğu gün gibi ortada. İsviçre'de bile kullanıcıların yüzde 2/3'ü kötü alışkanlıklar, cinsel sapkınlıklar, çarpık ilişkiler vb. amaçlı kullanıyor. Başta ABD olmak üzere birçok ülkede "internet hastaneleri" hızla artıyor. Bizde de Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi'ne günde 70 internet hastası başvuruyor. İnternet için ailesine bıçak çekenden, reel dünyadan kopup nevroz olanlara varıncaya kadar sayısız araz çocukları ve gençleri ahtapot kolları gibi sarmış bulunuyor.” diyor.

Bir çok ülkede açtığı okullarla ”eğitimi” örgütlenme ve yayılmada temel esas alan Cemaat'in, AKP ile eğitim konusunda da karşı karşıya gelmesi yaşanan kırılmanın boyutlarını da gözler önüne seriyor.

Personelinin büyük bölümü Cemaate yakınlıkları ile bilinen Taraf Gazetesi de bu kavgada açıktan Cemaat'in yanında saf tutarak AKP'ye cephe aldı. Gazete'nin polis yazarı son olaylarda MİT'in dolayısıyla AKP'nin kaybettiğini yazarken Cemaat'in rahlesinden yetişme kalemleri Başbakan Erdoğan'a ”kafa tutacak” kadar ileri bile gitti.

”AKP Cemaati püskürtecek”

AKP'ye hatta Erdoğan'a yakınlığı ile bilinen Sabah Gazetesi yazarları Cemaat'i hükümete karşı darbecilikle suçlamaya başladılar. Kuruluşundan bu yana AKP'yi ve Erdoğan'ı canı gönülden destekleyen Yeni Şafak Gazetesi ve yazarı Ali Bayramoğlu AKP-Cemaat ittifakının sona erdiğini, AKP'nin son olaylardan sonra sınırlarını zorlayan Cemaati kendi sınırlarına kadar, ”püskürteceğini” söyleyerek yaşanan çatışmanın süreceğine dikkat çekiyor. Cemaat'in polis ve yargıdaki kadrolaşmasının Erdoğan'ı rahatsız ettiğini de söyleyen Bayramoğlu şu sözleri dikkat çekici:

”Cemaat bu aşmada, kendisine soru sormayı, şeffaflaşmayı becerebilir mi, bilmiyorum, ama içerde kaçaklar varsa, bütün bu yaşananlar cemaate “Ne oluyor, nereye gidiyoruz?” sorusunu sorduruyorsa bir geri çekilme olur. Sordurmuyorsa şurası açıktır ki siyasi iktidarın kararlılığı cemaati, cemaat sınırlarına doğru püskürtecektir. Siyasi iktidarın bundan böyle gerek Emniyet’te, gerek yargıda, otonom, eşit iktidar talep eden yapılara müsaade edeceğini sanmıyorum. Hükümete gelince. Mevcut kriz üzerinden hükümet poliste, yargıda karşımıza çıkan bu tür otonom yapıların işleyiş biçimlerinin, polisin savcıları yönlendirmesi; polis-adliye ikilisinin büyük politikalarda kapsamlı kararları vermesinin, buralardaki hukuksuzluklar ve demokratik eksikliklerin farkına varmışsa, bunu tersine çevirecek güce sahiptir.”

Bayramoğlu, aracını açık bir dille ifade etmese de AKP iktidarının bu çatışmada gücünü kullanacağını da ifade ediyor.

erdemcan@riseup.net

Bundan Sonrası HAK-PAR’ı da Bağlar

Ali Haydar Yerkan
 
 
 
Kemal Burkay’ın yeminli bir Apo ve PKK düşmanı olduğu elbette tartışılmaz. Ancak Burkay’ın bu çizgiyi en azından pratikte kesintisiz biçimde sürdürdüğü iddia edilemez. Göstermelik de olsa, kimi zaman PKK’ye yönelik bu düşmanca tutumunu değiştirdiğini gösteren somut örneklere rastlıyoruz. Nedenleri ne olursa olsun gerçek budur. 1993 yılı Burkay’ın PKK’ye en çok yakınlaştığı yıl oluyor. Bu yılın Mart ayında PKK’nin ateşkes ilanı için Bekaa’da düzenlediği basın toplantısına Celal Talabani’nin yanı sıra Kemal Burkay da katılıyor. Aynı süreçte Kürt Hareketi’nde birlik tartışmalarının öne çıktığı anlaşılıyor. Tüm Kürt örgütlerinin ortak bir cephede toplanması için çaba harcanıyor. Ateşkes talebinin bizzat Turgut Özal’dan gelmiş olması, Kürt sorununun barışçıl çözümü konusunda iyimser bir hava yaratıyor. Bu iyimserlik birlik istemleri üzerinde olumlu etkide bulunuyor.

Burkay’ın Öcalan ile görüşmesi Bekaa’daki basın açıklamasından sonra da devam ediyor. 30 Ağustos 1993’te bu görüşmelerden biri gerçekleşiyor. Kürt Halk Önderi Öcalan bu görüşmede yine birlik üzerinde duruyor. Değerlendirmeleri yapıcı ve olumludur. Aynı şekilde Kemal Burkay da birlik konusunda olumlu bir yaklaşım sergiliyor. Hatta ortak bir cephenin kurulması konusunda pratikte ciddi bir mesafe kat edilmiş gibi konuşmakta bir sakınca görmüyor. Görüşmede şu sözlerine tanıklık ediyoruz:

“Kürt hareketinin diğer bir avantajı da cephenin oluşmasıdır. Bu büyük önem taşıyor ve onları ürkütüyor. Biraz da bunun için acele ediyorlar. “Daha bu cephe kurulmadan, toparlanmadan acaba PKK’yi ezebilir miyiz?” diye hesap yapıyorlar. Dolayısıyla cephenin bir an önce sonuçlanması, iç ve dış kamuoyunda sesini biraz duyurması önemlidir. Çünkü onun ayrı bir anlamı var. Cephe bir birliği yansıtıyor. PKK’nin tek başına gücü ne olursa olsun o cephenin ayrı bir anlamı var, değeri var. Sembolik de düşünülebilir, ama özel bir anlamı olacaktır. Bu oluştuğu zaman yurtdışında bir ses getirebilir. Türk devletinin “Kürt Hareketi terörizmdir” şeklindeki propagandalarını bozabilir.”

Burkay bu konuşmasında Türk devletinin Kürtlerin birliğinden büyük ürküntü duyduğunu açıkça ortaya koyuyor. Demek ki özgürlük için anlamı büyük olan Kürt birliği sömürgeciler için bir kâbustur ve Burkay da o zaman bunu teyit ediyor. Sömürgecilerin henüz cephe kurulmadan PKK’yi ezmek istediklerini belirtirken başka bir gerçeği dile getiriyor. Yani PKK ezilirse Kürt sorununun çözümünü hayal etmenin bile mümkün olamayacağını biliyor. Nitekim konuşmasının bir yerinde, “Türkiye askeri planda başarırsa artık durdurulamaz” diyebiliyor. Aynı Burkay PKK’nin ‘terörist örgüt’ olduğu tezinin “Kürt Hareketi terörizmdir” teziyle örtüştüğünü de dolaylı da olsa kabul ediyor. Bu tür propagandaların bozulması gerektiğine işaret ediyor ve Kürt birliğinin bunda etkili bir rol oynayacağını belirtiyor. Ardından birlik konusundaki değerlendirmelerine şöyle devam ediyor:

“Türkiye Kürdistan’ında Kürt Hareketi’nin birliği hem yurtdışında ister istemez bir ses yaratacak, hem de yurt içinde giderek muhatap kazanacaktır. Bu birlik barış yönündeki eğilimi güçlendirebilir. Bu arada DEP rolünü oynayabilir. Bunda bir sakınca yok. O arkadaşların size rağmen, bize rağmen değişik kombinezonlara gireceklerini sanmıyorum. Ama bazı yaklaşımları farklı olabilir; belki istediğimiz gibi olmayabilir, ama o arkadaşların bir rolü olacak. Demokratik alanda bir ses olsunlar. O alanı da boş bırakmamak gerekir. Nitekim hükümet kapatmak, susturmak için her türlü baskı yapıyor.”

Bu görüşmede ağırlıklı olarak cephe üzerinde duruluyor ve pratikleşmesi konusunda ortak bir kararlılık oluşuyor. Burkay o zaman cephe yönetiminde Kürt örgütlerinin nasıl temsil edilecekleri konusundaki görüşlerini de dile getiriyor ve önerilerde bulunuyor: “Bizim önerimiz şuydu: Eğer siz de uygun görüyorsanız, altı-dört ya da iki-bir veya dört-üç, iki-bir olabilir. Sizden fazla olacak. Ama bu PKK’nin hakkıdır. Eşitlik olursa büyük örgütlere haksızlık olur. Ama PKK en güçlü örgüt. PKK’den altı olur, ondan sonra biz dördü temsil edebiliriz. Diğerleri iki olabilir. Ben şu kanıdayım: Biz Kürt’üz ve daha sorumluca çalışabiliriz” diyor. Burada “PKK derin devlet yapılanmasıdır, böyle bir örgütle birlik olmaz” gibi bir tutumun izi bile görülmüyor.

Doğrudur, Kemal Burkay PKK’ye ‘terörist’ damgasını vurmakta herkesten önce davrandı. ‘Devrimcilik mi, Terörizm mi? PKK Üzerine’ adlı küfürnamesini yayınladığı tarih 1980’lerin başıydı. Burkay burada yine PKK’nin MİT ile bağlantısından söz ediyor, bu partinin önder kadrosu Kemal Pir’in MİT ajanı olduğunu iddia ediyordu. Kemal Pir herkesin en çok tanıdığı ve halkın devrimciliğin timsali saydığı bir insandı. Henüz hayattayken bile kendisine bir efsane kahramanı gibi bakanlar çoktu. Burkay da bu gerçeği iyi biliyordu ve bu yüzden Önder Öcalan’dan sonra en çok Kemal Pir’e saldırdı. Kemal 1980’de esir düştü ve adı o eşsiz Amed Zindan Direnişiyle özdeşleşen ölümsüz kahramanlardan biri oldu. 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucunda şahadete ulaştı. Dersim’de “Üzerine pislik atılması altının değerini düşürmez” derlerdi. Öyle de oldu; Burkay’ın sıçrattığı pislikler Kemal Pir’i kirletemedi. Buna karşılık Kemal’in şahadeti Burkay’ın bir pislik imalat merkezi gibi çalıştığını namuslu herkese gösterdi.

Burkay’ın adı PKK militanlığıyla özdeşleşen Kemal Pir’e ve kendisine yönelik iğrenç saldırılarına rağmen, Önder Öcalan bu kişinin başında bulunduğu hareketle diyalog ve birlik arayışından vazgeçmedi. Oldukça esnek bir politik yaklaşımı esas aldı. Çünkü Kürtlerin birliği Kürt halkının özgürlüğü için son derece önemliydi. Burkay da bu yaklaşım karşısında daha fazla direnmedi ve geçici de olsa birlik çalışmalarında yer aldı. PKK’ye ve Önderliğine ilişkin bilinen görüşlerine rağmen böyle davrandı. Hannah Arendt yıllar öncesinden Burkay gibi adamların bu tutumuna netlik kazandırıyor, “Yalan sadece siyasetçinin ya da demagogun değil, devlet adamlığı zanaatının da her zaman için gerekli ve haklı bir gereci olarak kabul edilmiştir” diyordu. Üst toplum siyasetinin özü buydu. Kemal Burkay da bu siyasetin gereklerine uymuştu. Çamur atmak da yalan söylemenin bir biçimiydi. Ama dün dündü, bugün de bugün. ‘Zamanın ruhu’ Burkay’ın PKK limanına yaklaşmasını gerektiriyordu ve o da buna uymuştu.

Burkay’da olmayan omurgadır ve bu da kendisini müptezel bir tip yapmıştır. 1993’te PKK ile ortak bir cephede buluşmak isteyen bu müptezel, şimdi PKK’nin tasfiye edilmesi için yanıp tutuşuyor. Tasfiye harekâtını AKP iktidarı yürüttüğü için Burkay da bir sıra neferi olarak bu faşist iktidarın emrine girmiştir. Hepimiz dehşet ve ibretle izliyoruz: AKP polisinin siyasi soykırım operasyonlarına ara verdiği tek bir gün bile yoktur. Kürdistan tarihinde hiçbir dönemde görülmemiş düzeyde binlerce demokratik siyasetçi zindanlara doldurulmuştur. Türk ordusu en son tekniğe başvurarak halkın en yiğit oğulları ve kızlarını katlediyor. Yine Roboskî’de görüldüğü gibi korkunç katliamlar gerçekleştiriyor. Sürekli PKK’ye saldıran Burkay AKP’nin bu insanlık dışı uygulamalarına yönelik tek bir açıklamada bile bulunmamış, Roboskî katliamını bazı AKP’liler gibi ağız ucuyla bir iki şey söyleme dışında kınamamıştır bile. Bu tipik bir sıra neferinin duruşudur: Yeşil Türkçü faşizmin emrine girmiş ve ‘tak’ denildiğinde ‘şak’ diye yerine getiren aşağılık bir uşağın duruşu! Ne yazık ki Kürt diyalektiği böyle işliyor. Özgürlük ve kölelik, yurtseverlik ve ihanet ikilemi hükmünü icra etmeyi sürdürüyor. Sömürgecilik Burkay örneğinde görüldüğü gibi kadim Kürt meşesini kesmede kullandığı baltanın sapını yine aynı ağaçtan devşiriyor.

Bu müptezelin görevlerinden ilki Kürt birliği için legal alanda oluşan elverişli zemini tahrip etmekti. Sınırlı da olsa bunu başarmış gibi görünüyor. Zira kendisinin resmen HAK-PAR’a katılması bu anlama geliyor. HAK-PAR’ın parti disiplinini dayatarak Burkay’ın küfürbaz ağzına fermuar çekmesi çok zayıf bir ihtimaldir. Böylece HAK-PAR da Burkay’ın küfürlerini ve iftiralarını benimsemiş ve ortak olmuş olacaktır. Bir AKP projesi olan Burkay’ın HAK-PAR’ı da kendisine katması ve uşaklığını işbirlikçi bir parti projesi düzeyine çıkarması daha baskın seçenek gibi görünüyor. Kaldı ki, AKP’nin istediği de budur. Burada önemli olan bundan böyle HAK-PAR’ın alacağı tutumdur. Bundan böyle malûm müptezelin Özgürlük Hareketi’ne yönelik her hakareti bu partiyi de bağlayacak ve suça ortak edecektir. HAK-PAR için doğru olan, Burkay’ın 1993’te sergilediği nispeten olumlu duruşa dönmesini dayatmaktır. Bu aynı zamanda Kürt Hareketi’nin de hayrına olandır.

Kürt halkının Burkay’ın temsil ettiği ihanet ve uşaklık projesini yerle bir edeceğine asla kuşku yoktur. Herkesin bunu böyle bilmesi gerekir.

* Kaynak: Yeni Özgür Politika

Nuray Mert'in Gazetede Basılmayan Yazısı Anlatıyor

Nuray Mert'in gazetede basılmayan yazısı anlatıyor:

Merhaba, Ben Nuray Mert'in gazetede basılmayan yazısıyım. En az iki defa evden gazeteye basılmak üzere gönderildim. Gelin görün ki gazete yayımlamadı. İşin tuhafı neden yayımlamadığına dair ne bana ne de Nuray Mert'e bir bilgi verilmedi. Nuray'ın yazısının altına 'yazarımız yıllık iznini kullanacaktır' notunu eklediklerinden bu yana gazeteden ses yok. 'N'olucak benim bu halim?' diyerekten akıbetimi öğrenmek için Nuray'ı aradım, O da artık benim basılmamdan pek umutlu değil. Ancak bir açıklama yapılacaksa bu açıklamayı yapan kişinin de kendisi olmaması gerektiğini düşünüyor E, karşı taraf da susunca şimdilik durumlar 'kuzuların sessizliği' makamında seyrediyor. Bildiğiniz gibi Türkiye'de tatile çıkartılan yazarların ya da gazetecilerin işlerine pek zor geri döndüğü günlerden geçiyoruz. Giden gittiği ile kalıyor. Bir bakmışsınız kimi bir erkek dergisine genel yayın yönetmeni olmuş, kimi dizi işine giriyor, kimi yurtdışına kapağı atıyor. Nuray Mert ne yapar bilmiyorum. İşinin bundan sonra hiç de kolay olmayacağı kesin. Yıllar boyu bir kısım medya tasfiye tasfiye derken sanırım tam da bu günleri kastediyormuş da haberimiz yokmuş. Kabak benim başıma patladı bakın! Hal böyleyken yine de bir kesim için Nuray Mert'in basılmayan yazısı olmak çok havalı. Herkes benim akıbetimi merak ediyor. En çok konuşulan olunca pek çok kapı da ardına kadar açılıyor. Nitekim biraz da bu hava sayesinde hükümetten üst düzey birkaç isimle görüştüm. Ortaya çıkan bu durumdan hükümetin de memnun olmadığını işte bu sayede öğrendim. Onlar da basın konusunda kantarın topuzunun kaçtığını düşünüp böyle bir ortam yaratılmasından rahatsızlıklarını dile getiriyorlar. Ancak kimi kime şikâyet edeceksiniz, Gel de çık işin içinden... 

Farklı bir akademisyen 

Nuray Mert'in gazetede basılmayan yazısı olduğum için söylemiyorum ama Nuray Mert bugüne kadar yazdıkları ile duruşunu ve kimliğini hiçbir zaman gizlemeyen tam aksi her zaman ortaya net şekilde koyan bir yazar. Belki benim başıma ne geldiyse bu yüzden geldi de diyebiliriz. Nuray aslında bir akademisyen.  Ancak kendisini üniversitenin yüksek duvarlarının arkasına hapsedip işin teorisinde kaybolan sıradan bir akademisyen de değil. Yıllardır Türkiye ve Ortadoğu gerçekleri üzerine kafa yoruyor. Bunu sadece İstanbul'da oturduğu yerden de yapmıyor. Ortadoğu'nun pek çok yerini ziyaret ediyor, farklı isimlerle konuşuyor, görüşüyor. Sırf Ortadoğu'yu daha iyi anlamak için Nuray'ın «Nuray Mert'in gazetede basılmayan yazısı olduğum için söylemiyorum ama Nuray Mert bugüne duruşunu hiç gizlemeyen bir yazar, ff Cüneyt Özdemir yıllarca Arapça dersi aldığını biliyor muydunuz? Hatta yaz aylarında bazı Ortadoğu şehirlerinde uzun süre kaldığını. Mesela Lübnan'da Beyrut'un en büyük Ermeni kitapçısının bir numaralı müşterisinin Nuray Mert olduğunu, Sadece kitap alışverişi için bile Beyrut'a gittiğine şahit olan arkadaşları var. Türkiye'de de durum farklı değil. Türkiye kazan Nuray kepçe, ayak basmadığı yer yok. Güncel konuları takip ediyor. Her seferinde kendince bir pozisyon alıyor. Aldığı pozisyon kimilerini sevindiriyor kimilerini de rahatsız ediyor. Nuray Mert'in düşüncelerine katılmak zorunda değilsiniz. Söylediklerine kızabilirsiniz ancak entelektüel derinliğini tartışamazsınız. Nitekim her dönem bir şekilde iktidarın tepkisini çekmeyi biraz da söylediklerinin içeriğinden ve duruşundaki netlikten dolayı çekiyor. Bakmayın bugün hükümete yakın çevrelerin yerden yere vurduğuna. Bir zamanlar o çevreler yerden yere vurulurken yanlarında yine Nuray Mert vardı. Bugün Nuray Mert bırakın herhangi bir kanalda program yapmayı, konuk bile çağrılamayacak bir noktaya getirildi. Kim getirdi diye sormayın! Nuray Mert'in gazetede basılmayan yazısı olarak benim akıbetim çok da önemli değil. Bir yazı unutulur bin yazı yazılır ancak Nuray Mert'in elinin kolunun böylesine göz göre göre bağlanması önemli. Sadece Nuray Mert için de değil Türkiye'de muhalefetin sesinin kesiliyor olması nedeniyle önemli. Türkiye'nin demokrasi algısı yıllarca tamir * edilemeyecek kadar büyük bir yara alıyor. Kaybeden Nuray değil Türk demokrasisi oluyor. 

O yazıda ne vardı 

Evet gelelim bana..Nuray Mert'in gazetede basılamayan yazısına... Yazının içeriğinde ne olduğu çok da önemli değil. Önemli olan bu içerikte yazıların Türk basınında her geçen gün azalıyor olması. Ben ve benim gibi yazılar azaldıkça, entelektüel seviye düştükçe, ortada farklı düşünen tek bir ses bile kalmayınca zannetmeyin ki daha iyi daha müreffeh daha başarılı bir ülke olacağız. Tam tersi kurak bir kültürel iklimde yani bir çölün ortasında yükselen gökdelen şehirlere benzeyeceğiz. Daha çok bağıranın daha haklı olduğu, elinde gücü tutanın güçsüzü susturmasına bile gerek kalmadığı bir otokontrol sisteminde yapayalnız kalacağız. Belki ekonomimiz daha çok büyüyecek, belki Türkiye bölgesel bir güç haline gelecek, belki de hayal edemeyeceğimiz projeleri hayata geçiren bir devlete sahip olacağız ama orada hiçbir zaman kendimizi özgür hissetmeyeceğiz. Birbirimizden korkarak, içimizdekini içimize atarak, bolca yutkunarak dolaşacağız o ülkenin sokaklarında. Biliyorum o anlarda hiçbirinizin aklına Nuray Mert'in gazetede basılmayan yazısında acaba ne yazıyordu? Sorusu gelmeyecek. Gelse de bir işe yaramayacak. 

Cüneyt Özdemir

Türkiye ‘Vesayet’ Neymiş Asıl Yarın Görecek

Veysi Sarısözen

 
Bay, Bayan “cemaatçiler”, siz bir KCK “heyulası” yarattınız öyle mi? O halde ben de size bir “FGH ucubesi” sunayım... Hangisi inandırıcı halk karar versin!

“Fethullah Gülen Hareketi”, FGH adlı bir “örgüttür.” Sözcüğün gerçek anlamında bir “cemaat” değildir. Bir “tarikat” değildir. Bir “mezhebin” kolu değildir. “Gizli” bir siyasi örgüttür.

Ama klasik parti tarzında değil “cemaat” tarzında gizli örgütlenmiş siyasi bir örgüttür.

Poliste, yargıda, sağlık alanında, diplomaside örgütlenmesini büyük ölçüde tamamlamıştır. Şu anda FGH örgütü için tehdit olmaktan çıkan Ordu ise, “profesyonelleşme” sürecinde kesin bir şekilde FGH’nin denetimine girecektir; tepeden tırnağa silahlı “profesyonel” askerler, “Hasbitembeler” halindeki “erat” gibi olmayacaktır. “Meslekten asker” rütbeliler karşısında caydırıcı bir güç haline gelecektir. Bunlar örgütlenecek. Ve dikkat edin, şu anda FGH örgütü, MHP’den daha fazla Kürt Özgürlük Hareketi’ne düşmandır ve onun “gençleri” herkesten önce “kökünü kazımak, işini bitirmek” için orduya koşacaktır. Şimdi soralım: Her biri “Rambo” haline gelmiş ve kendi içinde örgütlenmiş bu profesyonel “FGH militanı” komandaya hangi subay bırakın “tekme atıp dizini kırmayı”, “sinkaflı” bir nutuk atabilir? Böylece FGH örgütü yakında “paralel devlet” olma sürecini büyük ölçüde tamamlayacaktır. Şimdiki hedef MİT’tir.

MİT’e egemen olma çabasının arka planı nedir? FGH yalnız “siyasi” bir örgüt de değildir; aynı zamanda muazzam bir “istihbarat” örgütüdür; dünyanın her yerinde kolları vardır; dünyanın her yerinde bu “kolların” rahatça faaliyet yürütmesi ABD desteği sayesindedir. Örgütün “tek” ve “ebedi şefi” Amerika’da yaşamaktadır.
Hakan Fidan’ın başında bulunduğu MİT de uluslararası çapta istihbaratla ilgilidir. Fidan askeri istihbaratın en sofistike dinleme aygıtına el koymuştur, şimdi Emniyet istihbaratını da kendine bağlamak istemektedir.
FGH adlı “gizli siyasi ve istihbari” örgüt de MİT’i kendisine bağlamak istemektedir.
Bunu gerçekleştirdiği gün, CIA’nın bile yapamayacağı bütün uluslar arası operasyonlarda FGH’nin rolü olacaktır. İslam ülkelerinde ipliği pazara çıkan CİA’yla kıyaslandığında FGH örgütü büyük avantajlara sahiptir. CIA’nın “dolaylı” yaptığı işleri FGH açık bir şekilde yapabilir. CIA için bundan daha büyük bir imkan olabilir mi?

İran karşısında Türkiye’nin rolü, yalnız hükümetin ABD ile politik, diplomatik, askeri ittifakıyla sınırlı değildir. Bunu aşmaktadır. Her şey ortadadır. Fazla bilgiye gerek yoktur.

Nerede Müslüman varsa orada FGH “okulları” var ve bunların oralarda neler yaptığını anlamak için, vaktiyle, sömürgecilik dönemlerinde Fransızların, Amerikalıların “sömürgelerde” kurdukları “kolejleri” ve “misyoner” faaliyetlerini incelemek yeterlidir. Nasıl bu “misyonerlerin” bir kısmı ve bu “kolejlerde” çalışan öğretmenlerin bir kısmı bu “dolaplardan” bihaberse, FGH okullarında “Allah için” çalışan nice Müslüman da neye hizmet ettiklerinin farkında bile değildir.

Böyle bir “örgüt” basit bir şekilde ABD’nin “ajanı” filan da değildir. Türk bölgesel emperyalizminin bölge çapındaki yayılmacı, hegemonyacı çıkarları için icat edilmiş “mükemmel” bir araçtır. Sünni ve Şii çatışmalarına gebe olan bölgede, Türk devleti yalnızca ABD desteğiyle, ordusuyla ve sınırları belli yeşil tekelci sermayesiyle rol oynayamaz. Onun kendi gücünden daha fazla bir rol oynaması ancak işte bu tür bir “örgüt” vasıtasıyla bölge ülkelerinde sözde “manevi”, gerçekte “istihbari” ağa sahip olmasıyla gerçekleşebilir.

FGH, bu koşulları sağlamıştır ve şimdi yaptığı bu “hizmeti” elbette “örgüt dışı” siyasi güçlere vermeyecek, kendisine bağlı siyasetin emrine verecektir.

Türkiye’nin geleceğini belirleyecek olan en önemli gelişmelerden birisidir FGH örgütlenmesi.

Bu örgütün kuracağı “Sünni Ayetullah vesayet rejimi”, askerin “vesayet” rejimiyle kıyas bile kabul etmez. “Askeri vesayet” somut bir kurumdur. Ordudur. Başındakiler bellidir. FGH ise bir “hayalet” örgüttür. Bakın topluma, yalnızca “tek ve ebedi şef” orta yerdedir. Hatta orta yerde bile değil, hiçbir Türk devlet kurumunun eliyle dokunamayacağı uzaklıktadır.

Geçen gün yazdım. Aslında FGH, Başbakan’ın hastalığı karşısında acele etmek zorunda kaldı. Bu hastalık koşullarında AKP’de Cemaat dışı, eski Milli Görüşçü çekirdek kadroların, örneğin 1 Mart teskeresini Gül’e ve Başbakan’a rağmen engelleyen grubun egemen olmasından önce elini çabuk tutmaya mecbur oldu.

Şimdi düşünün böyle bir ìdini vesayet rejimiî egemen olduğunda, hangi hükümet, hangi parlamento bu rejimin baskısına karşı koyabilir?

27 Nisan “laik muhtırasına” rest çekmek, parlamentoda ezici çoğunluğu olan bir hükümet ve başında partiyi sımsıkı birleştiren bir liderin varlığı koşullarında marifet değildir. Ama yarın “ikinci 27 Nisan Fetvası” karşısında böyle bir hükümet ve lider bile ayakta kalamayacaktır.

Yeşil tekelci sermaye ve ABD, hem “laik ve parlamenter” bir sistemden, hem de bu sistem üstünde “ordu vesayeti” yerine “dini vesayet”ten yanadır. Sovyetlere karşı “askeri vesayet” rejimi uygundu. Şimdi İslam bölgesinde geçer akçe olan, işte böyle bir FGH vesayetidir.

Kaynak: Özgür Gündem