11 Şubat 2012 Cumartesi

Ceylan Önkol Patlayıcıya Vurmadı; Korunmaya Çalışırken Öldü

Diyarbakır'ın Lice İlçesi'ne bağlı Şenlik Köyü'nün Hambas mezrasında, 2008'de, meydana gelen patlama sonucu ölen 12 yaşındaki Ceylan Önkol ile ilgili bağımsız bir rapor hazırlayan Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi'nden Adli Tıp Uzmanı Prof. Dr. Ümit Biçer, Önkol'un tahra ile patlayıcıya vurmadığını, aksine savunma pozisyonundayken hayatını kaybettiğini belirtti.
Önkol ailesinin avukatlarının talebiyle rapor hazırlayan Adli Tıp uzmanı Prof. Dr. Biçer olaydan sonra Lice İlçe Jandarma Komutanlığı'nın olay yeri inceleme birimi ve Başkomiser İrfan Özhan'ın düzenlediği bilirkişi raporlarını, Lice Cumhuriyet Başsavcılığı'nın adli muayene tutanağını; olay yerinde çekilen yedi ve adi muayene sırasında çekilen 20 ayrı fotoğraf inceledi. Biçer bu belgelerle ilgili raporunda "Düzenlenen belge ve tutanaklarda eksiklikler, tanımlama ve değerlendirme hataları ve uzmanlık alanı dışı yorumlar bulunmaktadır" dedi.

Otopsi usulüne uygun değil; hatalı

Biçer, Önkol'un vücudu üzerindeki yaralardan ölüm şekline dair şu değerlendirmede bulundu:

*Adli tıp uzmanı bulunmayan ve usulüne uygun yapılmayan otopsilerde değerlendirme, deliller eksik ve hatalıdır. Değerlendirme tek pratisyen hekim tarafından yapılmış, vücuda yayılan partiküllerin saptanması için radyoloji inceleme gerektiği halde yapılmamıştır.

*Vücutta tanımlanan lezyonlar ve fotoğraflar, patlamanın kişinin önünde ve ayaklarından belli bir mesafede uzaklıkta gerçekleştiği düşünülmektedir.

*Ellerde kopma ve kırıkların bulunmaması ve ön kolda görülen yaralanmalar (her iki kol ve önkolda yaraların kolun iç arkaya bakan yüzeyde olması) kolların önde, savunma pozisyonunda olduğu sırada isabet ettiğini düşündürmektedir.

*Vücuttaki lezyonlar ve fotoğraflar bir bütün olarak değerlendirildiğinde; patlamanın kişinin müdahalesi olmaksızın önünde yerde veya yere yakın olarak meydana geldiği, kişinin eli veya elinde bulunan bir nesneyle müdahale ettiği düşünülmemektedir.

Patlayıcıya tahra ile vurmadı

Biçer, "Önkol'un yerde bulunan bir patlayıcıya elindeki tahra ile vurması sonucunu öldüğünü" iddia eden Başkomiser Özhan'ın düzenlediği bilirkişi raporunun kesinlik taşımadığını belirtti. Biçer bu konuyla ilgili şu değerlendirmeleri yaptı:

*Olay yeri incelemesi ortamda yetkin olmayan kişilerin müdahalesi sonrası ve iki gün sonra yapılmıştır. Patlamaya ait delillerin (ağaçlarda araştırma izin, telef olduğu belirtilen oğlak, tahra) incelenip incelenmediği ya da hangi yöntemlerle incelendiği raporda yer almamış, buna karşın bomba uzmanı olarak imza atan bilirkişi vücuttaki yaralanmalardan yola çıkarak patlamanın kişinin elindeki tahra ile meydana geldiğini ileri sürmüştür.

*Tahrada görülen deformasyon bomba mühimmatına vurulma sırasında olaşabileceği gibi, patlama merkezine yakın olarak bulunan kişinin elinde veya üzerinde bulunması durumunda da oluşabilir.

Raporun tamamını buradan Okuyabilir ve isterseniz pdf formatında İndirebilirsiniz;

AKP'nin İşçiye Oyunu: Beş Yıl Sonra TİS Yapacak Sendika Kalmayacak

İstanbul - Toplu İş İlişkileri Yasa Tasarısı’nın yasalaşması durumunda 5 yıl sonra Toplu İş Sözleşmesi (TİS) yapacak sendika kalmayacak. Tasarı 2821 ve 2822’nin rötuşlanmış yeni bir düzenlemesinden ibaret ve bu haliyle çalışanlara zarardan başka bir sonucu olmayacak gibi görünüyor. Sendikasız kalan ve toplu sözleşme kapsamının dışına çıkan işçiler güvencesiz bir şekilde işverenlerin eline teslim edilmiş olacaklar.

Bakanlar Kurulu tarafından onaylanarak, TBMM’ye gönderilen Toplu İş İlişkileri Yasa Tasarısı’na karşı, Hak-İş ve Memur-Sen dahil bütün sendikaların tepkisi devam ediyor. Ancak bütün bu tepkilere rağmen, AKP hükümetinin tavrı tasarının yasalaşacağını gösteriyor. Sendika.org yazarı Ergün İşeri, yasa tasarısını, doğuracağı sonuçları ve sendikal hareketin buna karşı yapması gerekenleri ANF’ye değerlendirdi.

12 EYLÜL DÜZENİ

Yasa tasarısının, iktidarın ve sermayenin politikalarının ürünü olduğunu belirten Ergün İşeri, tasarıda ‘sendika’ kelimesinin bile olabilecek en az şekilde kullanıldığına dikkat çekti. Tasarının işçi sınıfına yeni bir kazınım getirmediğini, vurgulayan İşeri, şunları söyledi:

“En iyimser yaklaşım, üyelik ve istifada noter şartının kaldırılmasını bir gelişme olarak sunacaktır. Ancak bu kez üyelik ve istifa devlet denetimi altına alınmıştır. İşkolu, işyeri ve işletme barajlarının varlığı, grev yasaklarının daha yaygınlaştırılması, grev ertelemelerinde hükümete geniş yetkiler tanınması, özellikle havayolu taşımacılığında getirilen grev kısıtlaması 12 Eylül düzeninin sürdürüldüğünün açık kanıtlarıdır. İşkolu barajının yüzde 10’dan yüzde 3’e indirilmesinin pratikte hiçbir yararı yoktur. Tasarının geçici maddesine konulan 5 yıllık geçiş süreci, aslında bir aldatmacadan ibarettir. Bu 5 yıllık süre içinde sendikaların üye sayılarını birkaç kat artırmaları mümkün değildir. Özetle, tasarı 2821 ve 2822’nin rötuşlanmış yeni bir düzenlemesinden ibaret kalmıştır ve bu haliyle işçi sınıfına zarardan başka bir sonucu olmayacak gibi görünmektedir.”

Sendikaların birleşmelerinin bile bu süreci kurtarmaya yetmeyeceğini vurgulayan İşeri, yasanın doğuracağı sonuçları şöyle sıraladı:

“Sendikasız kalan ve toplu sözleşme kapsamının dışına çıkan işçiler, tümüyle güvencesiz, kuralsız bir şekilde işverenlerin eline teslim edilmiş olacaklardır. Bu durum tüm çalışanlar için en yüksek ücretin, hükümet tarafından belirlenen asgari ücret düzeyine düşmesi anlamına gelecektir. Birçok işkolunda, işçiler sağlık sigortalarını bile kendi ücretlerinden ödemek durumunda kalacak, işverenler eksik bildirim, kısa dönemli çalışma gibi yöntemlerle sigorta masraflarından kurtulacaklardır. Hamlenin bundan sonraki bölümünde çalışma koşullarının daha da ‘esnek’ hale getirilmesi vardır.”

ULUSLARRASI SÖZLEŞMELERE AYKIRI

Ergün İşeri, tasarının, ILO’nun örgütlenme ve toplu sözleşme haklarını düzenleyen 87 ve 98 sayılı sözleşmelerine, BM Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi’ne, AB Sosyal Şartı’na aykırı olduğunu da belirtti. İşkolu, işyeri, işletme barajlarının varlığının, grev yasak ve kısıtlamalarındaki keyfi düzenlemelerin tek başına Türkiye’nin devlet olarak taraf olduğu uluslararası sözleşmelerle taban tabana zıt olduğıuna dikkat çeken İşeri, şöyle konuştu:

“Üyelikte noter şartının kaldırılması ise ILO sözleşmelerine uygunluğu sağlamaya yetmemektedir. Üyelik işçi ile sendika arasındaki bir ilişkidir, araya başka kurumların hatta devletin girmesi, bu ilişkiyi zedelemektedir. Ayrıca örgütlenme, toplu sözleşme ve grev birbirini tamamlayan, birinin eksiği diğerini sakatlayan bir bütünlük oluşturmaktadır.”

AKP YANDAŞLARINI DA TERS YATIRDI

Hak-İş gibi Memur-Sen’in de tepkili bir görünüm sergilediğine işaret eden İşeri, “Ne kadar samimiler tartışmalıdır. Ama tepkili olmalarını da doğal karşılamak gerekiyor. Çünkü aylarca konuşup, hükümet ile bir anlaşma yaptıklarını kendi üyelerine anlatıyorlar. Sonra kendilerinden olduklarını düşündükleri hükümet, gidip rakipleriyle başka bir konuda anlaşıyor” dedi.

SENDİKALAR NE YAPMALI?

Sendikal hareketin bu konuda yapması gerekenlere de değinen Ergün İşeri, “Önce bugüne kadar biz ne yaptık da bu duruma düştük diye sorgulamakla başlamalıdırlar. Bu tasarıya karşı, tüm olanaklar seferber edilmeli, tüm araçlar kullanılmalı ve barajsız, yasaksız bir yasa için ortak mücadele verilmelidir. Şu veya bu konfederasyonda olmak, iktidara yakın olmak veya uzak olmak bir önem taşımamaktadır. Çünkü iktidarın asıl hedefi, işçi sınıfını örgütsüz bırakmak, bir yandan sermayeye düşük maliyetli işgücü yaratmak, diğer yandan önemli bir muhalefet odağını ortadan kaldırmaktır. En azından Emek Platformu, Demokrasi Platformu deneyimleri hatırlanarak, tüm emek ve demokrasi güçlerinin birlikte harekete çekmeleri için örgütlerin tabanları harekete geçirilmelidir” dedi.

“Sendikacılar teslim olsa bile işçi sınıfı, silkinip haklarına, ekmeğine, özgürlüğüne sahip çıkmak zorundadır” diyen İşeri, “Çünkü aksi halde yarın aynada kendi yüzüne bile bakamayacak, çocuklarının, ailesinin önünde boynu bükük kalacak,1960’lardan öncesinin koşullarına dönmüş olacaktır” diye konuştu.

ANF NEWS AGENCY

Roboski'de 2 Tuğgeneral

Şırnak - Roboski'de 34 sivilin savaş uçaklarının bombalaması sonucu ölümü ardından olayı araştırmak için bölgeye giden TBMM İnsan Hakları İnceleme Komisyonu bünyesinde kurulan Uludere İnceleme Komisyonu üyeleri, yakınlarını kaybedenler, köylüler, sivil toplum örgüt temsilcileri, savcılık, kaymakamlık ve valilik görüşmeleri ardından üst düzey askeri yetkililerle de görüştü.

Komisyon üyelerinin görüştüğü Çakırsöğüt Tugay Komutanı Tuğgeneral Erhan Patır, Üsteğmen olarak 1993 yılında Cizre ilçesinde görev yaparken, halen Jitem davasından 9 kez ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası ile tutuklu yargılanan Albay Cemal Temizöz'ün yardımcılığını yapıyordu. Jitem davasında savcıya ifade veren subaylar, Cizre'de Cemal Temizöz'un olmadığı zamanlarda yerine Üsteğmen Erhan Patır'ın baktığını söylemişlerdi.

Heyet üyelerinin görüştüğü bir diğer isim ise Şenoba Jandarma Tugay Komutanı Tuğgeneral Hacı İlbaş.

Kürtler, Hacı İlbaş'ı daha Yüzbaşı iken 1997 yılı Ocak ayında Diyarbakır'ın Lice ilçesinde İlçe Jandarma Komutanı ve Kaymakam vekili olarak görev yaparken, halkı zorla koruculaştırmasından tanıyor.

30 Ağustos 2011 tarihindeki yapılan Yüksek Askeri Şura kararları sonrasında Jandarma sınıfından sadece Albaylar Erhan Patır, Necdet Güngör, Hacı İlbaş ve Hacı Abdullah Doğan Tuğgeneralliğe terfi etti.

Tuğgenaralliği yükselen iki Albay halen Şırnak'ta görev yapıyor. Biri Şırnak Çakırsögüt Komando Tugay Komutanı, diğeri ise Şenoba Tugay Komutanı.

Uludere, Gülyazı ve Şırnak'ta incelemelerini sürdüren heyet üyeleri, komutanlarla Şırnak Adliyesi'nde biraraya geldi. Burada Tümen Komutanı Tümgeneral İlhan Bölük'ün dışında diğer komutanların TBMM heyet üyelerine neler söylediği basına açıklanmadı.

Ancak heyete bilgi veren Çakırsöğüt Komando Tugay Komutanı Tuğgeneral Erhan Patır ile Şenoba Tugay Komutanı Tuğgeneral Hacı İlbaş'ın ismi bölge insanına yabancı değil.

Tuğgeneral Erhan Patır, henüz Üsteğmen rütbesinde iken 1993 yılında Şırnak'ın Cizre ilçesinde görev yapıyordu. Adı faili meçhul cinayetlerle anılan ve halen Diyarbakır'da 9 kez ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası ile tutuklu yargılanan Albay (1993'teki rütbesi Binbaşı) Cemal Temizöz'ün yardımcısı olarak görev yapıyordu.

Diyarbakır 6. Ağır Ceza Mahkemesi'nde görülen duruşmaya katılan dönemin Cizre Komando Bölük Komutanı Üsteğmen Erhan Patır, sanıklardan Cemal Temizöz ile korucubaşı Kamil Atak'ı tanıdığını söylemişti.

Patır, 1991 yılında Cizre'de göreve başladığını ve 1993 yılında İzmir'e tayin edildiğini belirterek, iddianamede yar alan olayların yaşandığı tarihlerde ilçede bulunmadığını söylemişti.

Sanık Temizöz ile herhangi bir yerde birlikte çalışmadığını ifade eden Patır, ''Temizöz'ü jandarmanın ülke genelinde düzenlediği değerlendirme toplantılarında adından söz edildiği için tanırım. Kamil Atak ise o dönemde korucubaşıydı. Atak, terörle mücadele konusunda ilçeye gelenlere bilgi verirdi. Benimle ilgili ifade veren tanık Arafat Aydın'ı tanımam. Mustafa Aydın'ın öldürülmesi olayının yaşandığı dönemde ben İzmir'de çalışıyordum. O nedenle bir bilgim yoktur'' demişti.

Cizre'de Cemal Temizöz, korucular ve itirafçıların yer aldıkları cinayet konusunda açılan ilk soruşturma dinlenen Ahmet Öznalbant ise Cizre Merkez İlçe Jandarma Komutanlığı'nda 1992-94 yılları arasında Karakol Komutanı olarak görev yaptığını belirterek şunları söylemişti:

"Binbaşı Cemal Temizöz, itirafçılar Abdülhakim Güven Adem Yakın ile çalışıyordu. Bu kişiler ile birlikte 6-7 kişi, sivil giyimle karakolumuzun sorgu bölümünde çalışır ve ifade alırlardı. Bu grupta iki üç tane rütbeli personel olduğunu biliyorum. Benim çalıştığım dönemde ciddi miktarda faili meçhul yaşanırdı. Gözaltı işlemlerini bu grup yapar, bize bilgi vermezlerdi. Nezarethane defterleri de onlardaydı. 'Vukuat' denilen raporları da onlar çekerdi. Bunların resmi bir birim olup olmadığını bilemem ama karakol şemamızda böyle bir kadro yoktu. Bu birim direkt ilçe jandarma komutanı Cemal Temizöz ile birlikte çalışırdı. Emir ve komutayı ondan alırdı. O olmadığı zaman Hasan Başkök teğmenim ya da Erhan Patır üsteğmenim ile görüşürlerdi. Albayın emrinde çalışan ekibin elindeki listeye göre insanlar alınırdı. Bir kısım kişiler kimlikleri ile beraber alınarak sorgu ekibine teslim edilirdi. Sorgu ekibi, askerî personelden farklı olarak genellikle Kalaşnikof silah ve tabanca kullanırdı."
HACI İLBAŞ ZORLA KORUCULUĞU DAYATTI

TBMM Komisyonu'na ifade veren diğer Tuğgeneral ise Hacı İlbaş.

İlbaş, Yüzbaşı rütbesi ile Lice'de Merkez İlçe Jandarma Komutanlığı ve Kaymakam vekilliği görevlerinde bulundu.

Komutanlarının talimatları doğrultusunda 1996 Aralık ayının sonunda ilçeden seçtiği ve aralarında esnafların da bulunduğu yaklaşık 60 kişiye zorla silah vererek Lice Alayı'nda silah eğitimi vermeye başladı.

İlçe'de onlarca kişinin zorla korucu yapıldığı ve silah verildiği yönündeki haberler üzerine, 1997 Ocak ayının ilk günlerinde aralarında sivil toplum örgüt temsilcileri, sendikacılar ve gazetecilerin de bulunduğu 64 kişilik bir heyet Lice'ye giderek incelemede bulunmak istedi.

Burada gazetecilere ve heyet üyelerine Kaymakam vekili sıfatı ile açıklamada bulunan Yüzbaşı Hacı İlbaş, kimsenin zorla korucu yapılmadığını söyledi. Kaymakamlık önünde toplanan Lice'li yaklaşık binbeşyüz kişi ise kendilerine 'zorla kimse sizi korucu yaptımı' şeklinde soru soran Yüzbaşı İlbaş'a tüm basının önünde halk hep bir ağızdan 'Evet' cevabı verilmişti.

Heyet üyeleri ve gazeteciler 'gönüllü korucu oldular' denilen köylülerle görüşmek istemiş, ancak polislerin saldırısına uğramış ve akşam saatlerinde ilçeden ayrılmak zorunda kalmışlardı.
Sonraki gün Zaman gazetesi dışındaki tüm gazeteler, Yüzbaşı Hacı İlbaş'ın halka seslenirken aldığı 'Evet' cevabını sayfalarına ve köşe yazılarına taşımıştı.

90'lı yıllarda bölgede Üsteğmen, Yüzbaşı rütbesiyle görev yapanlar şimdi general olarak yine bölgede görevlerinin başındalar.

ANF NEWS AGENCY

Kontr-Cemaat!

KCK ve Kürt sorunu bahane… İki gün öncesine kadar PKK askerin denetiminde diyenler şimdi MİT diyorlar. Ondan önce ise Ermenistan, Rusya, ABD, Almanya, İsrail, Ergenekon, İran… Liste Portekiz'e kadar uzayıp gidiyor.

Hangi ülkenin Türkiye ile problemi çıkarsa hemen PKK’ye sarılıyorlar. Şeyh Sait İngilizler, Seyit Rıza için ise Rusların denetiminde demişlerdi. Egemen Türk ideolojisinin yaklaşımı bu. Yani, Kürtler kendileri bir şey yapamazlar, başkaları kullanır. Bu düşünceyi Çukurca'dan, Midyat'tan çıkıp Ankara ve İstanbul'a yerleşen bazı 'beyaz Kürtler'de benimsiyor.

Ankara’da yaşanan son kavgada yine aynı iddialar gündeme getiriliyor. Hedef, Hakan Fidan’ı KCK ile görüşmeye gönderen Recep Tayyip Erdoğan. Cemaat ilk kez açıktan Erdoğan’a tavır almış durumda.
Hüseyin Gülerce dünkü yazısında, 2014’teki cumhurbaşkanlığı seçiminin bu hesaplaşmanın en önemli dönemeci olacağının işaretlerini açık bir şekilde deklere etti.
Devlet içerisinde paralel bir şekilde örgütlendiği artık alenen ortaya çıkan cemaat bürokraside daha fazla güç elde etmek istiyor. Kulislerde Erdoğan’ın bir süredir cemaat mensuplarını bürokrasiye alımlarını durdurduğu bilgileri geliyor.

Cemaat son çıkışıyla polisi ve bir kısım yargıyı da arkasına alarak ‘devlet benim’ diyor. Ve bütün hükümetlerin en zayıf noktasından Kürt meselesinden Erdoğan’ı vurmaya çalışıyor. Hedef hükümetin Kürt politikası gibi gösterilse de sorun devletin kimin kontrol edeceği mücadelesi…

Erdoğan ve Gülen cephesi Kürt sorunu konusunda ortak hareket ediyor. 2009’dan bu yana süren KCK ve askeri operasyonlar hükümetin talimatları ile yapılıyor. Roboski’de öldürülen 34 kişi için Genelkurmaya teşekkür eden bir başbakan var. Gülen vaazlarında açıkça ‘yok edin’ talimatı verdi. Bu açıdan cemaat ile AKP arasında Kürt sorunu yada KCK konusunda bir ayrılık olduğunu söylemek mümkün değil.

Hakan Fidan ve MİT yöneticilerinin ifadeye çağrılması, savcılığın rest çekip yakalama kararı çıkarması, Kürt meselesi ve Erdoğan’ın Çankaya hesaplarına kadar çok sayıda olasılığı öne çıkarıyor.

Abdullah Gül’ün görev süresi 2014’te sona eriyor. Yeniden aday olması kanunen mümkün değil. Referandum sonrası AKP bütün planlarını Erdoğan’ın Köşk’e çıkması üzerine yaptı. Fakat Hakan Fidan olayı ile Erdoğan’ın Çankaya sürecinin de çatışmalı olacağı görülüyor.

Hemen her konuda ortak hareket eden Erdoğan-Gülen koalisyonu 12 Haziran öncesi kısmen bir gerilim yaşadı. Yaşanan diğer gerilimler basına yansımadı. Ancak cemaat ilk kez medya aracılığıyla kamuoyu önünde kavga yapmayı seçiyor.
Cemaat, Erdoğan’ı hedef olarak seçerken polis ve yargıda aldıkları mesafeyi MİT’te de olmasını istiyor.

Yeni Şafak gazetesi Ankara Temsilcisi Abdülkadir Selvi, yaşananları bir savaş olarak değerlendiriyor. Selvi’ye göre ‘’hükümet ve Çankaya bunu, ‘savaş ilanı’ olarak algıladı’’ diyor.

Savaşın bitmediği, hatta yeni başladığını belirten Selvi’nin şu satırları dikkat çekici: ‘’Bu doğrudan Başbakana yönelik bir tavır olarak algılandı. ‘Bunlar Başbakan'ı da tutuklatır’ şeklinde değerlendirmeler yapıldı’’ diyor.

Savcılığın son tutuklama kararı için ise ‘’Bu karar bir meydan okuma olarak görüldü. Bu düpedüz bir savaş ilanı olarak yorumlandı’’ diyen Selvi, ‘‘YAŞ krizlerini, HSYK'daki kavgaları hatta Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanlarının istifa sürecini izlemiş birisi olarak, siyasi iradenin bu denli öfkeli olduğu bir ana tanıklık etmedim’’ ifadelerini kullanıyor.

Bu operasyonda dikkat çeken bir başka gelişme ise İsrail. Mavi Marmara olayında İsrail'den yana tavır alan cemaat, MİT’in başında Fidan’ın bulunmasından rahatsız olan İsrail ile de ortak bir noktada buluşmuş oldu.

MİT üzerinden Erdoğan’a Suriye ile ilgili alınacak kararlar konusunda mesaj verildiği yorumları yapılıyor. AKP’ye Suriye konusunda bir müdahalede bulunuluyor olabilir diyen bazı gözlemciler, ‘’Bu da devlet içinde görünen bu çatışmanın aslında ABD’ye kadar uzanan boyutları olduğunu gösterir’’ diyorlar.

Güç mücadelesi Kürt meselesi açısından da önemli olacak. Kürt sorunu bir kez daha Ankara’daki çıkar ve iktidar kavgasına gerekçe edilerek yok sayılıyor. Hakan Fidan operasyonu da gösterdi ki, devletin Kürt meselesine yönelik bir çözüm politikası yok. Klasik, oyalamacı, inkarcı politika olduğu gibi devam ediyor.

ANF NEWS AGENCY