5 Şubat 2012 Pazar

Yeni Süreçte ‘Devrimci Halk Savaşı’

Zalime karşı savaşmayan mazluma, köle denir.
 
Türkiye’de barışçıl yollardan çözüme ulaşmanın yollarının kapatılmış olması, barış için Devrimci Halk Savaşı’nı zorunlu kılmıştır. Halkla birlikte ve bizzat onu söz, karar ve yetki sahibi kılarak KCK’yi örgütlerken, varolan ve çıkabilecek engelleri aşmak için de sert direnişler göstermek inşa sürecinin önemli bir özelliğidir.

Devrimci Halk Savaşı’na (DHS) ilişkin açıklama ve bilgileri incelediğimizde hiç kimsenin bu savaşın etkisi dışında kalamayacağını, bundan sonra Roboski’deki gibi halk ağlarken başka yerde yılbaşının öyle rahat kutlanamayacağını söylemek mümkün. Özgürlük mücadelesi yeni bir sürece girerken sadece Kürdistan, Türkiye ve Ortadoğu değil, buralarda egemenlik savaşı veren epmeryalist güçleri de yeni bir süreç beklemektedir. Bu yeni süreçte dipten gelen dalga olarak bu savaşın etkisini artık herkes bizzat yaşayarak hissedeceğe benzemektedir. Bu nedenle DHS’nı yakından incelemek süreci anlamak açısından da önemli olmaktadır.

Özgürlük Hareketi’nin dökümanları ve yetkililerinin açıklamalarından hareketle Devrimci Halk Savaşı, halkın ekonomik, siyasi, diplomatik, öz savunma ve diğer alanlarda kendi sistemini inşa etmesi ve savunmasının adıdır. İnkar, ihanet, imha ve sömürgeci güçlerin siyasi mücadelenin- barışçıl mücadelenin ve uzlaşmanın yollarını kapatması sonucu, Kürt halkının ve onun öncüsünün başvurmak zorunda bırakıldığı meşru savunmanın bir yoludur. Keyfi bir tercih değildir.

Meşru savunma zorunlu bir seçenek

Özgürlük Hareketi incelendiğinde temel bir çaba olan barışçıl-diyalog yoluyla Kürt sorununu çözme çabasının öncelikle tercih edildiği görülür. TC’nin tarihsel ve güncel olarak yaklaşımının ise asimilasyondan, oyalamaktan, Türkleştirmekten, sindirmekten ve savaştan yana tercih yaptığını ve bunu devletin değişmeyen temel politikası olduğunu görürüz. Özellikle AKP iktidarında bu durum çok daha net olarak açığa çıkmış bulunmaktadır. İmralı süreciyle yoğunlaşan diyalog çabalarına devlet tarafından nasıl samimiyetsiz yaklaşıldığı, iyi niyetlerin nasıl kötüye kullanıldığı, anlaşmayla varılan protoklün ve verdiği sözlerin nasıl çiğnediği, asla barış yanlısı olunmadığı ve zalimliği daha da netleşmiştir.

İşte bu tarihsel kin ve düşmanlık, zalimin kendi saltanatını ve sömürgeciliğini sürdürebilmek için her yalana başvuran bu sınıfsal yaklaşımı nedeniyle DHS denen halkın özgücü ve buna dayalı meşru savunma savaşını-devrimci direnişi zorunlu bir seçenek olarak gündeme getirmiştir. Süreci yakından takip eden ve tarafların yaklaşımlarını samimi tarafsız bir gözle izleyen herkesin bunu görmemesi mümkün değildir. Aksini dillendirenlerin ise rant peşinde olduğu ve iktidardan beslendiği açıktır.
Açığa çıkan bir gerçeklik olarak belirtmek gerekir ki, belki birazcık insanlıkları kalmışsa ordan tutarak barış için çabalamak ve diyalog yoluyla sorunu çözmeye çalışmak da karşılıksız kalmış ama bir kazanım olarak, devletin imha ve inkarcı, yalancı, adaletsiz, katliamcı ve vicdansız yüzü de teşhir edilmiştir. Elbetteki dört taraftan acımasız bir saldırı altında olan Kürtlerin kendi varlığını ve yaşam hakkını korumak için kendini savunması ve özgürlüğünü kazanma kavgası da bir hak olarak ortaya çıkmaktadır. Zaten dostları az ama hilelikte uzmanlaşmış düşmanları çok olan bir halkın başka çaresi de yoktur.

Özgürlük Hareketi, DHS kararını verirken bazı temel sorular sormuştu: “Savaşacaksak biz bu savaşla hangi sorunları çözeceğiz? Hangi görevleri yerine getireceğiz? Yaptığımız savaş neye hizmet edecek? Neyi yaratacak? Neyi yıkacak? Neyi kuracak?” Bu temel soruların cevabını da netleştirerek, bu savaş tarzının ideolojik ve siyasal amaçlarına hizmet eden doğru bir savaş tarzı olduğunu vurgulamıştı. Buna bağlı olarak da şu vurguyu yapmıştı: “Eğer siyasi çözüm devletle müzakereyle gerçekleşseydi, buna uygun bir hukuk sistemi ortaya çıkarılsaydı, bazı kararlar alınsaydı, daha sonra da belirlenen çözümün detaylarına inilecek ve KCK sisteminin diğer alanlarını bu siyasi kararlara, çözüme dayalı olarak örgütlemek gündeme gelecekti... Ekonomi, eğitim, sağlık, sosyal alan, spor, kültür, dil, diplomasi ve öz savunma örgütlenecek, Kürt sorunu bu temelde bir çözüm yoluna girmiş olacak ve halkın demokratik örgütlülüğü de sağlanacaktı. Fakat bu süreci tıkayan taraf TC oldu. Siyasi çözüme ilişkin görüşmeleri sabote etti. Görüşme halindeyken bile saldırılarını sürdürdü ve tüm bu görüşmelerin bir oyalama olduğu netleşti.”

Uzlaşma ve siyaset zemini essastır

İşte KCK sistemini tüm boyutlarıyla örgütlemek ona dayanarak ondan sağlanan ve onunla yürütülen mücadeleyle Kürt sorununun siyasi çözümünü sağlamak için DHS’nın zorunlu bir çare ve kaçınılmaz bir temel hedef olarak gündemleşmesi böyle gündemleşiyor. Özgürlük Hareketi’nin belgelerinde bu duruma ilişkin şu tespitlerin yapıldığını görmekteyiz:

“...uygulamak istediğimiz, hayata geçirmek istediğimiz program, devlet artı demokrasi programıdır. Bu da demokrasiyle devletin bir yerde uzlaşmasını ifade eder. Eğer en sonunda, biri diğerini yok etme noktasına gelmemişse, öyle bir düzeye gelene kadar ikili durum varsa, uzlaşma koşulları, zemini de vardır demektir. O nedenle her zaman bu güçler arasında bir uzlaşma, diyalog gündeme gelebilir. 1 Haziran 2010’da Yürütme Konseyi’nin yapmış olduğu açıklamada bu net olarak vardı. Biz DHS temelinde kendi inisiyatifimizle, irademizle, kendi gücümüzle direnerek KCK sistemini örgütleyeceğiz, hayata geçireceğiz ve Kürt sorununu kendimiz çözeceğiz. Kürtler açısından çözdük, siyasi sistem açısından da çözeceğiz diyoruz.”

Barış mücedelesi DHS’nı zorunlu kılmıştır

Görüldüğü gibi Özgürlük Hareketi hiç bir zaman uzlaşma ve siyaset zeminini reddetmemektedir. Kendisini savaş ve mücadele gücü olarak tanımlarken önderliği de barış, diyalog ve uzlaşma gücü olarak tanımlamaktadır. Yine burada önemle vurgulanması gereken diğer bir husus ise, Özgürlük Hareketi’nin bu yaklaşımında, ideolojik, askeri ve siyasi çalışmalarını uzlaşma zemini ortaya çıkartmak için değil, devleti geriletip Demokratik Konfederalizmi kendi öz gücüyle örgütlemek için mücadeleyi esas aldığını görmekteyiz. Ancak devlet barışçıl çözüm arayışına ciddi ve samimi olarak yaklaşırsa, KCK sistemini kabul edip, Kürt halkının iradesini, varlığını ve örgütlülüğünü tanırsa demokratik siyasi çözüme açık olunduğu da açıkça belirtilmektedir. Fakat Özgürlük Hareketi açıklama ve yazılarıyla özel olarak böyle bir beklentileri olmadığını da vurgulamakta ve öz gücüyle kendi sistemini inşa etme  mücadelesine yoğunlaşacağını vurgulamaktadır.

Yani Özgürlük Hareketi DHS’nı siyasi çözüm uğruna başvurulan bir savaş olarak değil, “Demokratik Konfederalizm’in bütün boyutlarını örgütlemek, geliştirmek için yürütülen bir mücadele” olarak ele almaktadır. Halkla birlikte ve bizzat onu söz, karar ve yetki sahibi kılarak KCK’yi örgütlerken, varolan ve çıkabilecek engelleri aşmak için de sert direnişler göstermek ve savaşmak bu inşa sürecinin de önemli bir özelliği olarak öne çıkmaktadır. Siyaset yoluyla önü açılamayan KCK’nin inşasını Devrimci Halk Savaşı (DHS) yoluyla gerçekleştirmek gibi zorunlu bir seçenek söz konusudur. Yoksa DHS’na halk savaşının önceden planlanmış bir aşaması olarak bakmak yaşanan süreçle uygunluk arz etmemektedir. Yani barışçıl yollardan çözüme ulaşmanın yollarının kapatılmış olması, barış için Devrimci Halk Savaşı’nı zorunlu kılmıştır. İşte özgürlük Hareketi’nin siyasi programındaki önceliklerini değiştirmesi böyle gündeme geliyor. Bu hareketin yetkili kurumları temsilcileri aracılığyla bu durumu defalarca kamuoyuyla paylaşmış olduğundan, kimin savaş yanlısı kimin barış yanlısı olduğunu da doğru tespit etmek gerekmektedir.

Anlaşılmaktadır ki DHS, halkın zararına olan kurum ve anlayışları yıkma ve yerine halkın iradesini ve özgürlüğünü temsil eden kurum ve anlayışları bizzat halkla birlikte inşa etme görevini icra edecektir. Yani çözümsüzlük gücünü tasfiye ederken, kendisini de bir çözüm gücü olarak sistemleştirecektir. Bunu gerek ideolojik-teorik tespitlerinde gerekse de pratiğinde görmek mümkündür. Bunun örgütsel, siyasal ve toplumsal tarifi ise şöyle yapılmaktadır:

“Mevcut sömürgeci ve soykırımcı özel savaş sistemini yıkıp, onun yerine KCK sistemini kuracak, bizzat inşa edecek, sosyal, siyasal, diplomatik, ekonomik, öz savunma ve değişik alanları örgütleyecek. A.Öcalan bunları yedi boyut olarak belirledi ve yedi temel amaç olarak özgürlük mücadelesinin önüne bir görev olarak koydu. Özgürlük Hareketi de bunu siyasi programı ve temel hedefleri olarak ilan etti. Bunlar aynı zaman da KCK sisteminin de esasları olmaktadır. DHS bütün bunları adım adım, parça parça inşa edecek, bu alanlardaki sömürgeci-inkarcı-soykırımcı ve asimilasyoncu olanı da yıkarak onun yerine demokratik olanı kuracaktır.”

Devlete rağmen demokrasiyi savunmak


Peki bu neden savaş yoluyla yapılmaktadır sorusu da şöyle cevaplanmaktadır: “Çünkü gerici olan ve toplumsal alanı dolduran güçler var, dolayısıyla bunların yıkılması gerekiyor. Bunu da ancak savaş yıkar. Yerine inşa ettiğin her şeyi savunman...güvenliğini sağlaman lazım. Güvenliğini sağlayabildiğin, koruyabildiğin kadarını inşa edeceksin. Savunabilir, koruyabilirsen onu yaşatabilirsin. İşte DHS böyle bir mücadele oluyor.” Bu açıklamalardan da anlaşılmaktadır ki, güçlü olunan yerde sömürgeci gücün mevcut eğitimini, ekonomisini ve diğer egemenlik alanlarını durdurarak, kendi eğitim, spor, sağlık, ekonomi ve diğer görevleri gücün oranında inşa etmek ve korumak bu savaşın özünü oluşturmaktadır.
Elbetteki buna bağlı olarak politika, hukuk, yargı sistemini, kendi diplomatik alanını, dil ve kültür alanını ve KCK sistemini saldırılara karşı her alanda koruyan öz savunma boyutunu örgütlemekte bu temel de ele alınmaktadır. Demek oluyor ki DHS, var olanı savunmak ve daha fazlasını yapmak için onurlu ve adaletli bir barış sağlanıncaya kadar sürecek olan bir mücadele anlamına gelmektedir. “O zamana kadar bazı yerlerde devlet, bazı yerlerde Özgürlük Hareketi etkili olacaktır. Yani karşılıklı ve iç içe ikili bir yönetim ve sistem duruşu ortaya çıkacaktır. Bütün alanlarda demokratik toplumla devletçi sistem arasında çatışmalı bir durum yaşanacaktır.”

O halde DHS, halkın çıkarlarını esas alan ilkelerde tavizsiz ama çözümde de esnek olarak, diplomatik, ekonomik, sosyal-kültürel, hukuksal, siyasi ve öz savunma alanlarında sürecek olan topyekün bir savaşın da adı olmaktadır. Devleti tümden reddeden ve yıkan değil de iç içe bütün boyutlarda, ne kadar etkinlik kurulabiliyorsa o kadarını kurabilen, onu büyütme mücadelesi veren bir tarzı esas alan devrimci yolun adı oluyor. Bu, siysi çözümsüzlüğü-uzlaşmayı reddeden sömürgeci devletçi sistemle Demokratik Konfederalizm-demokratik toplum arasındaki bir savaştır. Bu demokrasiyi reddeden devlete karşı, devlete rağmen demokrasinin kendisini var etme talebinin, bu uzun ve zorlu kavganın bir geçiş aşamasıdır. Bu ise, sürekli faşizm varoldukça sürekli mücadelenin de varolacağı anlamına gelmektedir.

Anlaşılmaktadır ki, devletin KCK’yi daraltma, sınırlandırma, etkisiz kılma ve tasfiye etme saldırılarının zıddı olarak da, devleti sınırlandırma, daraltma, etkisiz kılma, zayıflatma ve nihai olarak Kürdistan’dan tasfiye ederek kendi özgür yaşamının sistemini kurmak, temel bir çatışma ve çelişki olmaktadır. Ta ki devletsiz demokrasi inşa edilinceye kadar.

Şehir ve kır mücadelesinin birlikteliği

Bu bağlamda Devrimci Halk Savaşı’nın görevleri salt askeri boyutlu olmadığı, ne şehirlerde Sovyetik genel ayaklanma, ne de sadece dağa dayalı, dağda yoğunlaşan bir savaş olmayacağı, kır ve şehire dayalı, birlikte, dengeli ve ortak yürütülen birleşik devrimci bir savaş tarzı olacağı anlaşılmaktadır. Burada vurgulanan dağ, Kürt halkının stratejik duruşunun, yenilmezliğinin savunma gücünü ifade ederken, şehir savaşı ise, hedefleri etkisiz kılarak kendi sistemini kurmanın sağlam ayağı olmasıdır. Ayrıca DHS, şehir ve kır gerillasının ortak mücadelesinin halkın serhildanıyla içiçeliğinin de adı olmaktadır. Tarzda ve taktikte kazanmayı hedefleyen bu mücadelenin sırtını dayadığı güç ise, ideolojik-stratejik ve felsefik güçtür. Bu nedenle DHS’nın ayakları havada olmayan ve taktik olarak ele alınmayan bir zihniyet, bir ideolojik-felsefik ve bir politik savaş tarzı ve de devlet dışı tüm toplum kesimlerinin öz yönetim sistemini ve konfederal örgütlülüğünü inşa etme-koruma ve geliştirmenin adı olduğu anlaşılmaktadır.

Ahlaki politik toplumun yani demokratik ulusun yaşamsallaştırılması mücadelesi yeni bir aşama olarak karşımıza çıkmaktadır. Özgürlüğün bu onurlu kavgası, yerelden, komünlerden, kooperatiflere uzanan bir demokratik toplum örgütlenmesinin, Demokratik Ulus Kongresi’nin yaratılması mücadelesinin yolunda ilerlerken, Kürdistan’dan Ortadoğu’ya ve dünyaya yayılan bir özgürlük yolu olacağının verilerini de ideolojik temelinde taşımaktadır.

Bu uzun yürüyüşü devrimcilik, sosyalist ve komünistlik adını taşıdığı halde gör(e)meyen veya uzak durmayı güvenlik sebebi sayanlar ve bunu binbir türlü bahanelerle gizlemeye çalışanlar elbetteki tarihin gözünden de kaçmamaktadır.

HÜSNÜ ÇAVUŞ

Demirtaş: Bahara Az Kaldı

İZMİR - BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, partileri ve demokrat çevrelere yönelik AKP ve yargı eksenli saldırılara dikkat çekerek, "Öldürdükçe çoğalan bir halkız biz. Onların tek derdi bizim 15 Şubat'ta, 8 Mart'ta, Newroz'da sokağa çıkmamızın önüne geçmektir. Ama bahara az kaldı onlara bizi bitiremeyeceklerini, alanlardan taşarak göstereceğiz" dedi. Hakkında dava açan Genelkurmay Başkanı Necdet Özel için Demirtaş, "Onbaşı deyince zoruna gitti. Bu kadar zoruna gideceğini bilseydim on beş başı derdim" dedi.

BDP İzmir İl Örgütü'nün dayanışma amacıyla Fuar Göl Gazinosu'nda düzenlediği yemeğe Ege bölgesinden gelen BDP'li il ve ilçe yöneticileri, belediye başkanları, Halkların Demokratik Kongresi bileşenleri, MEYA-DER, KURDÎ-DER, TAYDER yöneticilerinin yanı sıra işadamları ve yurttaşlar yoğun ilgi gösterdi. Yemekte konuşan BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, aylardır aralıksız süren siyasi ve askeri operasyonları değerlendirdi. Kürtlere gelinen noktanın dışında artık başka bir şeyin yapılamayacağını söyleyerek, "Ölümden öte köy gerçekten de yok. 14 yaşındaki çocuğu tonlarca bomba ile katletmekten, binlercemizi tutuklamaktan, çocuklarımızın bedenlerini tanınmaz hale getirmekten başka ne yapabilirler" dedi. "Yurtsever Kürt iş çevrelerine" de seslenen Demirtaş, hükümetin geçtiğimiz günlerde İstanbul'da Kürt iş çevrelerine dönük yaptığı planları değerlendirerek "İstanbul'da tüm ekibini toplayan AKP, size zarar vermenin, sizi korkutmanın hesaplarını yapıyor. Dünya malını halkınızın geleceğine satmayın. Bir tarafta özgür yarınlarınız için gencecik bedenler tanınmayacak halde parçalanırken, diğer tarafta mal, mülk ve para duruyor. Sadece bir saniye düşünün. Bu değerleri tartışmak insanda onur ve haysiyet bırakmaz" dedi.

“BAHARDA ALANLARA SIĞMAYARAK AKP’YE NE KADAR BAŞARILI OLDUĞUNU GÖSTERECEĞİZ’

Son günlerde artış gösteren operasyonlar hakkında konuşan Demirtaş, yapılanların AKP cephesinde kısa vadede bir umut yarattığına değinerek, "Bundan böyle Kürtlerin partilerinin adını ağzına almayacağını sanıyorlar. Nasıl ki 1990 döneminin konsepti halkı bıktırmak, sokağa çıkmasını engellemeye çalışmaktı, bu dönem de bire bir aynıdır. O dönem dışarıdan Kürt halkına bakanlar onların sindiğini düşünürdü. Ama unuttukları birşey vardı ki halkın içindeki ateş, öfke gittikçe büyüyor. Öldürdükçe çoğalan bir halkız biz" dedi. Yoğun alkış alan konuşmasında Demirtaş devamla, "Oysa AKP ekibi bile masa başında yaptıkları planlarla bizi bitireceklerine inanmıyorlar. Onların tek derdi bizim 15 Şubat'ta, 8 Mart'ta, Newroz'da sokağa çıkmamızın önüne geçmektir. Neden böyle düşünüyorlar? Çünkü Ortadoğu kaynıyor. Halklar talepleri ile meydanları inletiyor. Türkiye'de de bir anayasa hazırlığı var. AKP ekibi 'nasıl yaparız da Kürtlerin sesini kısarız'ın peşinde. Ama bahara az kaldı onlara bizi bitiremeyeceklerini, alanlardan taşarak göstereceğiz. Baharda alanlara sığmayarak AKP'ye ne kadar başarılı olduğunu göstereceğiz" diye konuştu.

‘FAŞİZM VE BASKI KARŞISINDA DURABİLMEK TEK BAŞINA ZAFER İÇİN YETERLİDİR’

Yaşanan operasyonların nereye kadar devam edeceği noktasına da değinen Demirtaş, hükümetin tek isteğinin Kürtlere diz çöktürmek ve onların verdikleri ile yetinmek olduğunu ifade etti. Demirtaş, "Bu noktada onların yapabilecekleri değil bizim yapabileceklerimiz önemli. Emin olun bu faşizm ve baskı karşısında durabilmek tek başına zafer için yeterlidir. Daha fazla yapacakları birşey yok. F-16'larla çocukları katlediyorlar, 14 yaşındakini de 80 yaşındakini de, öğrenciyi de profesörü de, gazeteciyi de yazarı da kendi mahkemelerinde yargılayıp hapse atabiliyor. İşte bize kalan en güçlü şekilde partisinin yanında durmaktır. Çocuklarımızın bu zulmü yaşamaması için bu işin peşini bırakmamalıyız" ifadesinde bulundu.

‘DEVLET 90 YILDIR BÖLÜCÜLÜK YAPIYOR’

Kürtlerin anadilde eğitim talebinin elzem olduğunu ve bu talepten vazgeçmeye veya ikinci sınıf yurttaş olmaya hiç niyetleri olmadığını söyleyen Demirtaş, Kürtlerin Türkiye'de eşit olduğu ve istediği her makama gelebileceği tezine ise şu sözlerle değindi: "Evet Kürtler şuan ki Genelkurmay Başkanı'nın olduğu gibi paşa olabiliyor, bakan da olabiliyor. Onları kandırabilirsiniz ama siz 20 milyon Kürdü de paşa yapamazsınız ya. Belki de köylü olarak kalmak istiyor, sen onlara ikinci sınıf vatandaş muamelesi yapamazsın. Devlet bizzat kendisi 90 yıldır bölücülük yapıyor" dedi.

‘ZORUNA GİDECEĞİNİ BİLSEYDİM ONBAŞI DEĞİL ONBEŞ BAŞI DERDİM’

Geçtiğimiz günlerde Genelkurmay Başkanı hakkında "Bizim nazarımızda onbaşısın, senin kıymetin o kadardır" dediği için tepki aldığına da değinen Demirtaş, "Hükümet anadil tartışmaları çıktığında karşı olduğunu kendisi söyleyemedi tuttu Genelkurmay aracılığı ile meramını söyleyerek kamuoyunda anadile karşı bir kamuoyu oluşturmak istedi. Biz de ona onbaşı deyince zoruna gitti. Bu kadar zoruna gideceğini bilseydim on beş başı derdim. Savcı da hemen çıkıp hakkımda soruşturma açıp fezleke hazırladı. Ama nedense çoğu çocuk 34 insanımızı bombalayarak katleden kurumun başı olan o kişi hakkında soruşturma açmıyorlar" şeklinde konuştu.

KÜRT İŞVERENLERE ‘KORKMAYIN’ ÇAĞRISI

Hükümet yetkililerinin "Güvenlik Zirvesi" adı altında İstanbul'da topladığı ve Kürt işadamlarına karşı yaptırım kararlarının alındığı söylenen toplantının işadamlarını korkutmasına gerek olmadığını söyleyen Demirtaş, "Bizim kararlığımızdır onların paçalarını tutuşturan. Geçmişte malımızı, köyümüzü, ocağımızı yakan bu ekiplerden korkmayın. Dünya malını halkınızın geleceğine satmayın. Size baskı da yapabilirler ama bir taraftan sizin geleceğiniz için parçalanmış, tanınmaz hale gelmiş genç bedenler dururken, diğer taraftaki parayı düşünmek, bu değerleri tartışmak bizi onursuzlaştırır, haysiyetsizleştirir" ifadesinde bulundu.

‘ÖCALAN’A UYGULANAN TECRİDİN TEHLİKESİNİN FARKINA VARIN’

PKK Lideri Abdullah Öcalan'ın 7 aya yakın bir süredir avukatları ile görüştürülmemesi hakkında konuşan Demirtaş, herkesin tehlikenin farkında olmasına vurgu yaptı. Görüşmeye izin vermeyen yetkililerin bile yaptıklarının hukuk dışı olduğunu bildiğini söyleyen Demirtaş, ''Bu şekilde barış gelir mi?" diye sordu. Eylemlerini arttırarak sürdüreceklerini ifade eden Demirtaş, "Sokaklara çıkmaya devam edeceğiz. Çünkü Allah'tan bile korkmayan AKP, halktan korkuyor. Önümüzdeki bahar dönemi estirdikleri terörün başarılı olup olmadığını test ettirecek bize. Günde iki anket yaptırıyorlar ve güya halkın artık bizden bıktığını iddia ediyorlar. Sanırsınız anketleri AKP il binalarında yaptırıyorlar. Bizim o kadar paramız yok biz günde iki eylem yapıyoruz ancak. Ve artık bahara az kaldı, halkımız Sayın Öcalan'a uygulanan tecridi yok sayıp iradesine sahip çıkacaktır'' diyerek konuşmasını sonlandırdı.

AÇLIK GREVİNDEKİ BARIŞ ANNELERİ’Nİ ZİYARET ETTİ

Öte yandan Selahattin Demirtaş BDP'nin yemeğine geçmeden önce İmralı Tecridi'ni ve cezaevlerinde süren ve 40 günü aşan süresiz dönüşümsüz açlık grevine dikkat çekmek için 3 günlük açlık grevine başlayan İzmir Barış Anneleri İnisiyatifi'ni ziyaret etti. Annelerin yoğun ilgisi ve zılgıtları ile karşılanan Demirtaş, annelerin sessiz çığlığına ses verildiği gün barışın geleceğini söyledi.

ANF NEWS AGENCY

Fransa, Ermeni Meselesi ve Burası

Ragıp Duran


Aynı konu Paris ve Ankara’da çok farklı bir şekilde algılanıyor/değerlendiriliyor. İki tarafın kriterleri, gelenekleri, yaklaşımları nadiren örtüşüyor. Fransa’da kim neyi neden savunuyor? Bundan sonra neler olabilir?

‘Güzel ve yalnız ülkemizde’ yerli malı gazeteleri okuyup televizyonları izleyince, insan bir tuhaf oluyor. Çünkü bu milli takım medyasında okuduğumuz haber, bilgi ve yorumlar, ecnebi (gayrı milli demek istemiyorum ayıp olur) matbuatta ya hiç yer almıyor ya da çok farklı zaviyeden değerlendiriliyor. İşin bir başka garip tarafı da, bizim kamuoyumuzda çok konuşulan, hakikatmiş gibi sunulan bir çok bilgi, bir süre sonra, uygulamada, fos çıkıyor. Bunu da yine sağolsun ecnebi matbuattan öğreniyoruz. Mesela Senato’daki tartışmalar sürerken, Türk TV’leri sürekli olarak ‘Değişiklik önergesi verilirse yasa tasarısı gündemden düşer’ diye alt yazı geçti. Böyle bir şey olmadı. Tartışma sonrası yapılan 3 oylama için de, bizim medya hala umut besliyordu. Halbuki sonuç olarak yasa büyük bir oy farkıyla Senato’dan geçti. Paris’deki Büyükelçilik yetkilileri, oraya giden resmi ya da gayrı-resmi heyetler, yaptıkları görüşmelerde, hatta hazırlık çalışmalarında bu büyük oy farkını sezememişlerdi anlaşılan.

Türkiye’de gerek gazeteciler gerek üst düzey siyasiler, mesela bu Ermeni konusunda Fransa’da nelerin olup bittiğini herhalde izliyorlar değil mi? Paris’de Seine nehri kenarında Ankara Sokağı üzerinde koskocaman bir Türkiye Cumhuriyeti Büyükelçiliği var, orada çalışan insanların görevi zaten Fransa’da olup biteni Ankara’ya aktarmak/bildirmek. Paris’te eskiden beri Türk medyasının muhabirleri de hep var, onlar da herhalde gelişmeleri izleyip aktarıyor.

Bugünkü iletişim teknolojisi çağında orada olup biteni öğrenmek için ille de Büyükelçiliğe ya da orada çalışan muhabire de ihtiyaç yok artık. Dil biliyorsanız, girersiniz İnternet’e bir çok olayı naklen bazılarını da bilahare izleyerek, okuyarak öğrenirsiniz. Tabi neyi nasıl okuduğunuz da ayrıca pek mühimdir…

Ben bir Fransız gazetesinin Türkiye muhabiri olduğum için, görevim gereği Fransa’da olup biteni zaten izliyorum. Fransa’da Türkiye konusunda bir gelişme olursa onları da daha yakından ve ayrıntılı olarak izlemek durumundayım. Mesela son olarak Senato’da Soykırım İnkar Yasası tartışılırken İnternet’ten Senato TV’ye girip bütün tartışmaları naklen izleyebildim (Yasanın tam başlığı ‘Irkçılığa Karşı Mücadele ve Yasa Tarafından Tanınmış Soykırımların Varlığına İtirazın Bastırılmasına ilişkin Yasa’). O günden bu yana da, Fransa’daki meslekdaşlarla, eşle dostla ve buradaki Fransız meslekdaş ya da diplomatlarla bu Ermeni konusundan başka bir şey konuşmuyoruz. Başlıklar halinde aktarmaya çalışacağım:

TARTIŞMA KONUSU SOYKIRIM DEĞİL, SOYKIRIMIN İNKARININ CEZALANDIRILMASI

Türk kamuoyuna, medyasına ve devletine bakarsanız, Fransa’daki tartışmanın, ''1915 Olaylarının Soykırım olup olmadığı üzerine bir tartışma'' olduğunu sanırsınız. Oysa ki Fransa’da gerek Ulusal Meclis’te gerekse Senato’da son olarak yapılan tartışma, 14 satırlık bir yasa tasarısı üzerine ve bu yasa tasarısı esas olarak Ceza Hukuku ile ilgili. Yasa metninde ne Ermeni ne de Türk sözcüğü geçiyor. Soykırımın inkarı ya da açık bir şekilde küçümsenmesi yaptırıma bağlanıyor. Fransa Parlamentosu (Ulusal Meclis ve Senato), şimdiye kadar 30 civarında Parlamento’nun yapmış olduğu gibi, 1915’i Soykırım olarak çoktan niteledi/tanıdı. Son yasa ilk yasanın devamı nitelediğinde. Yasa yazım tekniğinde, genel hukuk ilkelerine uygun olarak, yasanın ilk bölümünde bir konu, bir edim yasaklanır, ikinci bölümünde de bu yasağın çiğnenmesi sözkonusu olduğunda öngörülen yaptırım belirtilir. Bu son yasa aslında ilk çıkan yasanın ikinci bölümü.

‘TARİHÇİLERE BIRAKALIM’ TEZİ GEÇERSİZ 

Türk resmi görüşü, uzun yıllar boyunca, Soykırım tezini topyekün inkara dayalı idi. Son yıllarda sivil toplumun girişimleri (Akademik seminerler, yayınlar, Hrant’ın girişimleri, cenazesi, Özür Diliyorum Kampanyası, 24 Nisan Anmaları vs…) ve AKP iktidarının ilk yıllarındaki farklı resmi ideolojisi sayesinde (Erivan’la protokoller), Ermeni Soykırımı tabusu tamamen kırılmasa da olumlu bir şekilde sulanmaya başladı. Örneğin ‘Sözde Soykırım’ deyişi eskisi kadar kullanılmaz olmaya başladı. Yeni tez ‘Arşivleri açalım, ortak tarih komisyonu kuralım, tarihçiler karar versin’ şeklinde özetlenebilir. Bu konuda bazı girişimler de oldu ama sonuçsuz kaldı. Türk devleti (Ve Saz Arkadaşları Türk medyası ve Türk kamuoyunun önemli bir kesimi) son olarak Fransız Ulusal Meclisi ve Senatosu’nun 1915 olaylarını Soykırım olarak niteleme girişimleri karşısında ‘Siyasal kurumlar/makamlar tarihi yargılayamaz’ tezini ön plana çıkardı. Bugün hala bu tez, bu savunma gündemde. Oysa ki Fransız Hükümetinin Parlamento ile İlişkilerden Sorumlu Bakanı Patrick Ollier, Senato’daki tartışmalar sırasında, İnkara Yaptırım Yasasının savunucusu kimliği ile bu konuya değinirken mealen şöyle konuştu: ‘’Bu konuyu tarihçilere bırakalım deniyor. Neden ? Tarih, siyaset dışı, siyaset üstü bir konu mu ki? Tarihçilerden kastedilen kimler? Bugün Ermeni sorunu ile ilgilenen tarihçilerin yüzde 90’u 1915’i zaten Soykırım olarak nitelendiriyor. Evet ‘Soykırım değildir’ diyen tarihçiler de var. Biz o zaman hangi tarihçilerin kararına bakacağız? Bu ve diğer konularda hükümet, Meclis ve Senato gibi siyasi karar organları var. Bu kararı siz senatörler vereceksiniz, tarihçiler değil. Tarihçiler, ancak sizin karar verebilmeniz için gerekli bilgi, belge, fikir ve yorumları sunabilirler. Kararı tarihçi veremez. Siz vereceksiniz’’. Bu yaklaşım, başta Fransız siyasetçiler olmak üzere geniş bir kesim tarafından da doğru olarak değerlendiriliyor. Çünkü hem tarih çok siyasi bir alan, hem de siyasi karar mercii, yetkisini başka bir meslek erbabına ya da makama devretmez, devredemez. Siyasilerin de, özellikle iktidarın da, tarihin siyasi yorumunu görmezden gelmesi, bu alandaki sorumluluklarını başkalarına devretmeleri sözkonusu değil. Çünkü mesela herhangi bir ülkede, sağlık gibi teknik özellikleri olan bir konuda da, kararı doktorlar vermez. Bir devletin sağlık politikalarını o devletin hükümeti, Meclisi kararlaştırır. Burada tayin edici olan, siyasi makamın saptadığı politikanın, yani aldığı kararın gerçeklerle, kamu çıkarıyla uyuşup uyuşmaması.

BU YASA SARKOZY’NİN SEÇİM MANEVRASI MI? 

Türk tarafı, yasanın esas olarak Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin yeniden seçilmesiyle ilgili olduğunu sanıyor. Çünkü, Mayıs ayında Fransa’da Cumhurbaşkanlığı seçimi var ve yaklaşık 500 bin nufuslu Fransa Ermeni cemaatinin oylarını ve sempatisini kazanmak için Sarkozy böyle bir girişimde bulunuyor. Bu saptama da birkaç açıdan yanlış. Sarkozy’nin Mayıs ayında iki turlu seçimdeki muhtemelen en önemli rakibi Sosyalist Parti’nin adayı François Hollande’ın Ermeni meselesinde, Soykırım ve Soykırımı İnkara Yaptırım konularında farklı bir tutumu yok. O da Soykırım diyor, o da inkara yaptırım istiyor. Üstelik Fransa’da yaşayan Ermeniler, ki 1915’den beri bu ülkede yaşıyor, Ermeni kimliklerine rağmen esas olarak kendilerini Fransız yurttaşı olarak görüyor ve algılıyor, dolayısıyla da oy kullanırken adayların sadece Ermeni meselesindeki tutumlarına göre değil, kendi şahsi ideolojik tercihlerine göre oy kullanıyorlar. Hele her iki önemli adayın da Ermeni meselesinde benzer görüşler savunması, Ermeni kökenli seçmenlerin oy kullanırken kendi şahsi ideolojik tercihlerini daha çok ön plana çıkarması doğal.

Sarkozy’nin partisi son olarak Senato seçimlerinde yenilip çoğunluğu Sosyalistlere kaptırınca, evet, Sarkozy, Ermeni oylarından medet ummaya başladı, çünkü Ermeni lobisi de Senato’nun yeni çoğunluk liderleriyle yaptığı görüşmede bu yasanın geçmesini talep etti. Sosyalistler de bu talebi kabul etti.

Gerek Ulusal Meclis’te gerekse Senato’da son yasa ile ilgili tartışmalara ve oylama sonuçlarına baktığımızda, ortaya bir başka gerçek çıkıyor. Bu konudaki ayrışma iktidar/muhalefet, yani Sarkozy ve Sosyalist Parti temelinde gerçekleşmedi. Her iki partiden de yasayı destekleyenler ve yasaya muhalefet eden milletvekili ve senatörler var. Hele son olarak yasayı Anayasa Konseyine gönderen parlamenterler listesine baktığımızda Sarkozy’nin UMP’sinden daha fazla isim görüyoruz. Dolayısıyla bu girişim Sarkozy’nin ya da Sarkozy Fransa’sının bir girişimi değil. Türk devlet aklının pek kavrayamadığı bir ilke meselesi var burada. Fransa toplumunun ve siyasetçilerinin Soykırım gibi bir İnsanlık Suçu konu olduğunda gösterdikleri siyasi tarihi ve hukuki duyarlığı bilmek ve kavramak gerek. 2. Dünya Savaşına ve özellikle de Musevi Soykırımına tanık olan insanların bir kısmı bugün hala hayatta.

Türkiye’deki ‘uzmanların’ pek anlayamadıkları bir mesele de, bizde ‘Grup kararı’, ‘Parti disiplini’ gibi deyimlerle ifade edilen lider sultasının Fransa’da pek geçerli olmadığı. Özellikle de bu Soykırımı İnkara Yaptırım Yasasında. Sarkozy çok istese de, çok bastırsa da, iktidar partisinin milletvekilleri de senatörleri de Elysee Sarayından gelen direktif ya da ricaya topyekün evet demediler. Keza, Hollande da yasanın çıkmasından yana tutum almış olmasına rağmen, bazı Sosyalist vekil ve senatörler yasa aleyhinde oy kullandı.
ANAYASA KONSEYİ NELER YAPABİLİR? 

Yasanın Anayasa Konseyine gönderilmesi nedense Türk resmi çevrelerinde büyük bir sevinç yarattı. Halbuki ortada henüz bir karar yok.

Fransız Anayasa Konseyinin İnternet sitesine göre, 60 milletvekili ve 60 senatörün imzası üzerine yasa, Anayasa’ya aykırılık denetimi için, Anayasa Konseyine 31 Ocak 2012 tarihinde 2012-647 DC kayıt numarası ile kaydedildi. Fransa’da Ulusal Meclis’te toplam 577 milletvekili, Senato da toplam 348 senatör görev yapıyor. Konsey’in, hükümetin acil (En geç 8 gün içinde) karar istemesi dışındaki durumlarda, bu başvuruya en geç 1 ay içinde yanıt vermesi gerekiyor. Hükümet acil karar talep etmedi.

Önce, 1958’deki 5. Cumhuriyetin yeni bir kurumu olan Anayasa Mahkemesine bakalım. 9 kişiden oluşuyor. Bu 9 üyeyi Cumhurbaşkanı, Meclis Başkanı ve Senato Başkanı atıyor. Tüzüğe göre hukuk ve siyaset alanlarında uzmanlığı/yetkinliği bilinen her Fransız yurttaşı, Anayasa Konseyi üyesi olarak atanabilir. Her üyenin görev süresi 9 yıl. Her üç yılda bir Konsey’in üçte bir üyesi yenileniyor. Üyeler sadece bir kez seçilebiliyor. Ayrıca eski Cumhurbaşkanları, isterlerse ve emekli iken sürdürdükleri uğraş Konsey üyeliği ile çelişmiyorsa Konsey üyesi olarak görev yapabiliyor. Fransa’da halen hayatta olan iki eski Cumhurbaşkanı var: Valery Giscard d’Estaing ve Jacques Chirac. Chirac şimdiye kadar hiçbir Konsey toplantısına katılmadı. Dolayısıyla yasa hakkında sonuç olarak 10 kişi karar verecek. Bu 10 kişinin hepsi de sağcı Cumhurbaşkanları (Chirac ve Sarkozy) yine sağcı Meclis ve Senato Başkanları tarafından atanmış üyeler. Üyelerin CV’lerine baktığımızda azınlık Chirac, çoğunluk Sarkozy yanlısı görülüyor. Şimdiki üyelerin sadece ikisi kadın. Hepsi üst düzey hukuk ve/veya Siyasal Bilgiler tahsili yapmış, yargı ya da idarede üst düzeyde görevlerde bulunmuş kişiler. Konsey kararı hukuki olduğu kadar kaçınılmaz olarak siyasi içerik ve yön de taşıyacak. Konsey bu konuyu tam da Cumhurbaşkanlığı seçim kampanyasının ilk döneminde inceleyeceği için, Sarkozy karşıtı Chiracçıların tutumu önemli. Tüzük gereği Konsey tartışmaları ve oylama gizli olarak yapılıyor.

Şimdi bu Konsey olası 3 karar alabilir:

- Yasa Anayasa’ya aykırı değildir. Derhal yürürlüğe girebilir.

- Yasa Anayasa’ya tamamen aykırıdır. Meclis ve Senato taslağı gözden geçirip Anayasa’ya uygun hale getirmelidir. Bu durumda yasa Meclis’e gönderilir.

- Yasa, Anayasa’ya kısmen aykırıdır. Yürürlüğe girmeden önce gerekli rötuşlar yapılır.

Konsey’in alacağı kararın zamanlama ile de ilgisi var. 31 Ocak’ta gelen yasa hakkında Konsey en geç Şubat sonu/Mart başına kadar karar alması gerekiyor. Söz konusu karar Anayasa’ya aykırılık nedeniyle iptal olursa, yasanın yeniden Meclis ve Senato’da görüşülmesi bu yasama döneminde pek mümkün görünmüyor. Çünkü Fransa’da Meclis ve Parlamento, Cumhurbaşkanlığı seçiminden 3 ay önce çalışmalarını sonlandırmak zorunda. Bu takvime göre en geç Mart ortasında Parlamentonun iki kanadı kapanacak.

Sarkozy’nin son olarak ‘Konsey yasayı iptal ederse yeni kanun çıkarırım’ şeklinde özetlenebilecek tehdidi, Parlamenterleri rahatsız etti, çünkü Sarkozy’nin bu açıklaması, yürütmenin yasamaya müdahalesi olarak değerlendirildi.

Fransa’da Cumhurbaşkanı’nın, bazı özel ve acil yasaları hızla geçirebilmek için, Parlamento’nun iki kanadını toplantıya çağırma yetkisi var. Ancak sadece bu yasa için, Sarkozy’nin böyle bir girişim yapması şimdilik ihtimal dışı görünüyor.

Konsey’in verebileceği karar konusunda tartışmalar var:

Konsey’in ‘Yasa Anayasa’ya aykırı değildir’ diyeceğini savunan görüşün taraftarları şöyle düşünüyor:

- Konsey hukuki açıdan, gerek basın özgürlüğü gerekse ‘Soykırım’ı tarihçilere bırakalım’ teziyle hiç ilgilenmeyecek. Çünkü yasa metninde, katliam, soykırım gibi insanlık suçlarının savunulmasının basın, düşünce, ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilemeyeceği açıkça belirtiliyor. Çünkü yasa metninde uluslararası bir mahkeme tarafından hükme bağlanmış Soykırımların yanı sıra ayrıca ‘Fransız kanunlarının kabul ettiği soykırım’ ibaresi geçiyor.

- Konsey bu yasayı iptal edemez. Çünkü bu yasayı iptal ederse Yahudi Soykırımını inkar edenleri cezalandıran Gayssot yasasını da iptal etmek zorunda kalabilir.
Konseyin, ‘Yasa Fransız Anayasasına tamamen veya kısmen aykırıdır’ diyeceğini öngörenlerin görüşleri ise şöyle:

- Bu yasa, Soykırım gerçeği devletçe yasa yoluyla kabul edilmiş olsa da, tarihçilerin, bilim insanlarının özgürce araştırma yapmasına ve vardıkları sonuçları yayınlamasına engel teşkil eder. Devletin gerçeğini tek gerçek olarak gördüğü gibi buna karşı çıkanı da cezalandırmak doğru değildir.

- Bu yasaya gerek yok, çünkü gerek Gayssot yasası gerekse Ceza kanunundaki diğer hükümler, zaten Ermeni Soykırımı ve benzeri insanlık suçlarını inkar eden ve yok sayanları cezalandırıyor. Le Pen olsun Türk yanlısı tarihçi Gilles Veinstein olsun vakti zamanında, bu yasa çıkmadan önce de, mahkemelerce yargılandı ve ceza yedi.

Konsey’den ne karar çıkarsa çıksın, Konsey’in ‘ Fransa Cumhuriyeti, 1915’de Osmanlı İmparatorluğunda meydana gelen Ermenilere yönelik harekatı Soykırım olarak niteler ve tanır ’ ibaresini içeren yasanın iptali söz konusu görünmüyor. Bu konuda Anayasa Konseyine zaten açık ve doğrudan bir başvuru yok. Ancak Konsey, son yasa ile bu yasa arasındaki rabıta üzerinde değerlendirme yapmaya yetkili.

ORADA VE BURADA HER ŞEY ÇOK FARKLI 

Türk devleti (Ve onun ayrılmaz, bölünmez bütünü olan Türk milleti) ve medyası, belki de daha doğru bir deyişle Türk milli medyası sabah akşam Sarkozy ve Ermeni Soykırımını İnkar Yasası ile yatıp kalkarken, Fransa’da sadece Türkler ve Türkiye ile ilgili kesimler bu konuyu, üstelik bizden çok farklı bir şekilde izleyip tartışıyor.

Fransa’da aslında hiçbir siyasi ‘1915 Soykırım değildir’ demiyor. ‘Ermeni meselesi bir Türkiye-Fransa meselesi değil, Türklerin kendi iç meselesidir. Türkiye’nin daha doğrusu Osmanlı’nın geçmişindeki bir olayın, 1923’den beri Türk devlet ve dolayısıyla millet muhaleyesinde, geçmişle özgürce yüzleşemeyen, doğru bir muhasebe ve eleştirisini yapamayan zihniyetin yarattığı bir meseledir’ diyenler var. ‘Hayır, bugün Fransa’da Türkiye’nin on misli Ermeni yaşıyor, bu nedenle Ermeni meselesi Fransa’nın da bir meselesidir. Ayrıca Türkiye ile Ermenistan arasında da bir meseledir’ diyen de var. Bazı Fransız siyasiler ve diplomatlar, Fransa’yı Türkiye ile Ermenistan arasındaki Soykırım ihtilafında doğal bir arabulucu, çözüm önerici köprü konumunda görüyor. Onların bir kısmı yasaya karşı çünkü, ‘Bu yasa, gerek Türkiye’de sivil toplumun başlattığı ve AKP’nin de ilk başta kapalı ve gizli bir şekilde hiç olmazsa karşı çıkmadığı tarihle yüzleşme sürecine de, Ankara ile Erivan arasındaki buzların çözülmesine de hizmet etmiyor’ diyor. Mesela Istanbul doğumlu Yeşiller Partisi senatörü Esther Benbassa.

Genel resme bakıldığında, burası hala Soykırım engeli/tabusuna takılmış durumda iken orada Soykırım İnkarının yaptırıma bağlanmasının olası yarar ve zararları tartışılıyor. Türkiye dolayısıyla Fransa’daki tartışmayı aslında birkaç basamak geriden kavramaya çalışıyor.

Fransa’da evet mesela Dışişleri Bakanı Juppe ya da Tarım Bakanı Le Maire gibi önemli şahsiyetler yasaya açıkça karşı olduklarını ilan ettiler. Son Bakanlar Kurulu toplantısında Sarkozy, isim vermeden bu iki bakanı hafifçe azarladı.

Türkiye ile ilişkilere önem veren Fransız siyasiler ve diplomatların iki şikayeti var: ‘Bu tartışma sanki sadece Türk-Fransız ekonomik ve ticari ilişkilerine zarar verecekmiş gibi gösteriliyor. Oysa ki iki ülke arasındaki siyasi ve kültürel ilişkiler bile şimdiden zarar görmeye başladı. Sorun sırf para meselesi değil ki…’

Paris ile Ankara arasındaki ihtilaf yanlış ve olumsuz bir şekilde şahsileştirilip sanki bir Erdoğan-Sarkozy çelişkisine dönüştürülmek isteniyor. ‘Koskoca Türkiye Cumhuriyetinin Başbakanı’nın kalkıp böylesine önemli bir siyasi meselede işin içine Sarkozy’nin babasını, dedesini katması hiç hoş olmadı. Hiçbir medeni ülkede, hiçbir demokratik ülkede böyle yapılmaz ‘.

Gerçekten de Başbakanın Kasımpaşa damarı tutunca baba ve dede Sarkozy’ye laf yetiştirmesi , Paul Auster’le polemiğe girmesi belki yandaş medyada ve milliyetçi kesimlerde böbürlenmeyi sağlar ama Edirne ya da Hakkari’yi geçince, bu tutumlar büyük antipati yaratıyor.

Ben, iki tarafı izleyip anlamaya çalışırken ve gerek Türkçe gerek Fransızca haber yazarken, çok somut bir şekilde bir ikilemi çözmek durumundayım. Ankara’nın devletlü ve Türk toplumunun milli/milliyetçi muhayalesi/yaklaşımı, hem Avrupa’nın genel olarak Soykırım konusundaki hassasiyetini ya bilmiyor ya anlamıyor, ya da ikisi birden, hem de iç politika ile dış politika arasındaki tanım ve alan farkını gözetemiyor. Fransa devlet ve medyası da, bunun karşılığında, tıpkı KKTC meselesinde olduğu gibi, Ankara’nın dogmatik tutumunun, ısrarının altında yatan gerekçeleri bilmiyor, anlamıyor dolayısıyla da kabul etmiyor. Zaten bu dogmaları anlamak mümkün olsa bile Fransa gibi bir devlet tarafından kabul edilmesi imkansız.

Bugün 30 civarında Parlamento, 1915’i Soykırım olarak kabul etti. Ermeni diasporası ve Erivan, 2015’de yani Soykırım’ın 100. yıldönümü için daha yaygın, güçlü ve etkili kampanyalar hazırlıyor. Mesela düne kadar ABD’deki İsrail lobisinin de desteğiyle 24 Nisan’larda Soykırım sözcüğünü telaffuz etmeyen Washington, Ankara/Tel-Aviv ilişkilerinin bozulmasının ardından aynı tutumu izleyecek mi? İsrailli bakanlar, Türkiye ile ilişkilerin bozulmasının ardından Kürt meselesinin yanı sıra Ermeni meselesini gündeme getirme tehdidinde bulunmadılar mı?

Fransa’nın Soykırım konusundaki tutumu, AB’nin en büyük ikinci ülkesi olarak diğer AB ülkelerini ne derece etkiler?

Sıfır Sorun (Yoksa Sıfır Çözüm mü?) uzmanı Dışişleri Bakanı bu konuda ne düşünür acaba?

Ankara KKTC deneyiminden ne dersler çıkardı? (Çıkardıysa).

Kendi iç sorununu 87 yıldır çözemeyen bir devlet, söz konusu sorunu tabi ki kendi perspektif ve çıkarları doğrultusunda şu veya bu şekilde çözmeye çalışan ikinci ve üçüncü taraflara karşı kendisini ne zamana kadar nasıl savunabilecek?

Fransa’da çıkan son yasa kesinleşirse, Soykırım mağdurlarına ve mağdur temsilcilerine, açılacak mahkemelerde taraf olma hakkını da tanıyor. Yarın öbürgün Fransa’dan bir Ermeni Derneği, bir şekilde, Strasbourg, Luxembourg ya da Lahey’deki uluslararası mahkemelerden birine başvurup, 1915’in Soykırım olarak tescil edilmesini talep ederse, Ankara’nın kendi tezlerini yeteri kadar savunabilecek siyasi, ideolojik, hukuki gücü var mı? Bu görev yoksa Doğu Perinçek ve Talat Paşa Komitesine mi verilir?

Son seçimde yüzde 50 oranında oy almak herhalde çok büyük bir başarıdır. Ne var ki ülke içinden alınan meşruiyet belgesi, tek başına iyi ve akıllı bir diplomasi için yeterli değil.

SORUN NEDİR? ÇÖZÜM NASIL OLABİLİR? 

Ermeni meselesi, Soykırım, kırım, katliam tehcir… adına ne denirse densin, Türkiye Cumhuriyeti devletinin, hükümeti, muhalefeti, sivil toplumu, akademiası, aydını, medyası, Ermenisi, Kürdü, Hıristiyanı, Süryanisi ile hep birlikte çözebileceği ve çözmesi gereken bir sorun. Hrant’ın öldürülmesini izleyen dönemde, yüzbinlerin katıldığı cenaze yürüyüşü, Özür Dilerim kampanyası, Osmanlı Ermenileri konusundaki akademik çalışmalar, Ankara-Erivan yakınlaşması, 24 Nisanların Türkiye’de de anılması sorunun çözümü için olumlu adımlardı. Ne var ki bu gidişat sırasıyla, Ogün Samast’ın jandarma ve polisle Türk bayraklı posteri, Hrant davasında hem yargının hem yürütmenin esas suçluları gizlemesi, Ankara-Erivan yakınlaşmasında Bakü engeline direnemeyiş ve son olarak Fransa’daki yasama girişimlerine karşı milliyetçi tepkiler, olası olumlu gidişatın önüne set çekti.

Dış baskılar bu toplumda hep boomerang etkisi yapıyor. Bu etkiyi önlemenin biricik yolu da sorunu içeride, bu toplumun demokratik çıkarları doğrultusunda çözmek olmalı. Paris’te binlerce Türkü otobüslerle meydana toplayıp ‘Soykırım yalandır’ demekle bir yere varılamadığı görüldü. Kibirdir yorulup yollarda kalan…
Mustafa Muğlalı’nın adını kışlalardan kaldıran anlayış, yüzlerce Talat Paşa caddesine hala dokunmuyorsa, Dersim katliamı konusunda yarım ağızla özür dileyip Uludere katliamını gerçekleştirenleri destekliyorsa siyasi iradenin samimiyeti sorgulanır.

Son olarak Fransa’da Ermeni meselesinin ele alınış şekli, bu olayın Batı ve Türk medyasındaki yansımaları, önümüzdeki dönemde de Ankara’nın başının daha çok ağrıyacağının işaretleri.

PS: Konuya ilgi duyanlar Fransız Ulusal Meclisi, Senatosu ve Anayasa Konseyinin aşağıda belirtilen linklerinden yasa metni, Parlamenter tartışmalar ve Anayasa Konseyi hakkındaki ayrıntılara ulaşabilir:

- http://www.conseil-constitutionnel.fr/conseil-constitutionnel/francais/actualites/2012/saisine-2012-647-dc-%5bcontestation-des-genocides%5d.104651.html

- http://www.assemblee-nationale.fr/13/dossiers/lutte_racisme_genocide_armenien.asp

- http://www.senat.fr/leg/tas11-052.html

* Kaynak: http://apoletlimedya.blogspot.com

Karayılan: PKK Tehdit Ediyor Diyenler Rant Peşinde

Behdinan - KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan, “PKK bizi tehdit ediyor” diyenlerin rant sağlama peşinde olduklarını belirterek, ''kimseyi tehdit etmiyoruz, Bu propagandaları yapanlar devlet projesiyle hareket ediyorlar'' dedi.

KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan gündemdeki konuları Newroz TV’ye değerlendirdi. Konuşmasına 2006 yılında bedenini ateşe vererek yaşamını yitiren PKK militanlarından Viyan Soran’ı anarak başlayan Karayılan, Viyan Soran şahsında tüm devrim şehitlerinin anılarını PKK lideri Abdullah Önderi Öcalan’ı ve Kürt halkını özgürleştirerek yaşatacaklarını belirtti.

‘PKK BİZİ TEHDİT EDİYOR’ DİYENLER, RANT SAĞLAMAK İSTEYENLERDİR

Hareketlerine dönük olarak kimi marjinal çevrelerin yürüttükleri karalama kampanyalarına değinen Karayılan, bu kişilerin kendilerini gündeme sokmak ve bu şekilde rant elde etmek istediklerini belirterek şunları söyledi: “Bu konu üzerinde çok durmak ve kimsenin adını vermek istemiyorum. Çünkü onları eleştirirken adlarını zikretmemizi ve böylece rant elde etmek isteyen bir çok kişi var. İşte, adları geçince ‘PKK bizi tehdit etti, bize imkan verin’ vb. yaklaşımlar göstererek devletten veya başka çevrelerden destek almaya çalışıyorlar. Bu nedenle ben kimsenin adını anmak istemiyorum. Kaldı ki bundan önceki konuşmamda da ben isim vermedim ancak birileri üzerine alındı. Olabilir. Benim burada dile getirdiklerim bir anlayıştır. Bugün Kürdistan Özgürlük Mücadelesi önemli bir aşamaya girmiş durumda. Biz hareket olarak şu an Türk sömürgeciliğiyle diplomatik, siyasi, toplumsal, askeri, kültürel, vb. her alanda bir mücadele içerisindeyiz. Bu mücadele sürecinde AKP-Gülen Cemaati ittifakı öncülüğünde kendisini yenilemiş olan Türk sömürgeciliğinin yeni yöntemlere başvurduğunu biliyoruz. Mesela bu yöntemlerden birisi Kürtler arasında bir işbirlikçi kesim geliştirmek ve bu kesim aracılığıyla Kürt Özgürlük Mücadelesi’ni zayıflatmaktır. Kürt tarihinde de sıkça buna benzer durumlar yaşanmıştır. Kürt halkının düşmanları, her zaman bu gibi yöntemlerle Kürt halkının isyanlarını ezmişlerdir. AKP de şimdi bu oyunu oynamak istiyor. Herkes buna karşı duyarlı olmalıdır.”

Aslında bu kişilerin ve çevrelerin muhatapları olmadığını vurgulayan Karayılan, “Kimi konularda sessiz kalındığı takdirde kamuoyu yanlış anlayabilir, bu nedenle kamuoyunu aydınlatma görevimiz vardır” dedi ve ekledi: “Gerçekleri tersyüz ediyorlar ve insanı cevap vermeye zorluyorlar. Aslında biz hiç yanıt vermek istemiyoruz. Onlar bizim muhataplarımız değiller. Ancak bazı şeyler var ki, sen yanıt vermezsen, sessiz kalırsan, toplumun bazı kesimleri bu yalan politikalara inanacak ve yalana dayalı bu karşıt propagandaların doğru olduğunu düşünecekler. Bu nedenle kimi hususlara değinmek, kamuoyunu bilgilendirmek ve bilenlere de hatırlatmak amacıyla, bir görev olarak biliyorum.”

‘İYİ Kİ UÇAKLARIMIZ YOK’

PKK’nin başka düşüncelere tahammül etmediği, sadece kendisini esas aldığı ve karşıtlarını tehdit ettiği söylemlerinin yalan olduğunu kaydeden Karayılan, PKK’nin Kürt halkının birliğini kurmak için çabaladığını ifade etti. Karayılan, tüm fikirlerin bir platformda toplanmasını istediğini belirterek 12 Haziran 2011 seçimlerinde kurulan Emek, Barış, Demokrasi Bloğu’nun arkasında sonuna kadar durduklarını hatırlattı.

“PKK’nin farklı düşüncelere sonuna kadar saygısı vardır” diyen Karayılan, yaptıkları eleştirileri çarpıtan kesimlere yönelik şunları ifade etti: “Kendileri her şekilde bize saldırıyorlar. Ancak biz yanıt verdiğimizde tehdit ettiğimizi belirtiyorlar. Kim tehdit etmiş? Tehdit diye bir şey yok. Bunlar kendilerini şişirerek bunun üzerinden siyaset yürütmek istiyorlar. Bu dönemde Kürt halkı için birlik her dönemden daha fazla gereklidir. Biz, bunun üzerinde duruyoruz. Biz özellikle yurtsever halkımızı, bağımsız siyasetçileri, Kürt aydın ve sanatçılarını bu konularda gerçekleri daha iyi izlemeye çağırıyoruz. Karşımızda psikolojik bir savaş var. Devletin imkanları çok; onlarca TV ve gazetesi var. Paraları ve propaganda araçları çoktur. Her şeyi tersyüz ediyorlar; var olan bir şeyi yok gibi, yok olan bir şeyi ise varmış gibi gösteriyorlar. Şimdi soruyorum; Kim gelmiş demiş, ‘benim düşüncem farklıdır ama ben burada çalışmak istiyorum’, önünde engel olmuşuz? Kim gelmiş demiş ki ‘biz farklı düşünceler olarak bir araya gelelim ve bir olalım’ biz demişiz hayır? Nerede ve kimin üzerine herhangi bir baskı uygulamışız? Kısacası bu iddialar doğru değildir. Biz, özünde halkın birliğini esas alan, tutarlı düşünce sahibi olan herkesle bir platformda olmak ve her yerde onlara yer vermek istiyoruz. Hangi alanda yer almak istiyorlarsa onlara yer vermeye hazırız. Hakikat budur ama bizim savaştığımız düşmanın yanında yer alırsan ve her gün onları desteklersen bu, doğru bir tutum olmaz. AKP öncülüğündeki Türk sömürgeciliği, Roboskî’de 34 gencimizi katletti. Bu olayda AKP’yi aklamak için neler yapıldığını biliyorsunuz. Ancak her şey gün yüzünde olmasına rağmen, bu olayı da ters çevirip bizim üzerimize atmak istiyorlar. İyi ki uçaklarımız yok. Olsaydı kesin bizim yaptığımızı söylerlerdi. Tabii bugün bunların Kürtlerin eliyle yapılması bir utançtır. İşte biz bunları dile getirdiğimiz zaman ‘tehdit ediyorlar’ diye bas bas bağırıyorlar. Ancak bunları dile getirmek bir tehdit değil, gerçeklerden bahsetmektir.”
ONLAR DEVLET PROJESİDİR, BİZ BU HALKIN FEDAİLERİYİZ

Bu propagandaları yapan kişilerin bir devlet projesiyle hareket ettiklerinin ortada olduğunu dile getiren Murat Karayılan, bu kadar açık olmasına rağmen, PKK’nin bir devlet projesi olarak yansıtılmasını “güneş balçıkla sıvanmaz” diyerek yanıtladı. Türk devletinin PKK’yi yok etmek için tüm imkanlarını seferber ettiğini dile getiren Karayılan, Öcalan da dahil olmak üzere PKK’nin tüm eski kadrolarının bir çok kez ölümden döndüğünü, büyük bir çoğunluğunun ise yaşamlarını yitirdiğini ve kendilerinin bu halkın fedaileri olduğunu belirterek şunları söyledi:
300 ARKADAŞTAN 10 KİŞİ KALDIK, BEN ÜÇ DEFA YARALANDIM

“Biz Lübnan’a çıktığımız dönemde, Filistinlilerin yanında bulunduğumuz süreçte, sayımız 300’e yakındı. O zor şartlarda ülkede mücadeleye ihtiyaç vardı ve biz ülkeye geri döndük. Bir yanda Mazlum Doğan, Kemal Pir, Hayri Durmuş ve Ferhat Kurtay yoldaşlar öncülüğünde zindanlarda direniş geliştirilirken, diğer yandan ise biz de dağda örgütlendik. Şimdi o 300 arkadaştan biz yaklaşık 10 kişi kaldık. Bazı bilinen bizden kopan, ihanet edenler var, onlar dışındaki tüm arkadaşlarımız şahadete ulaştılar. Önderlik de dahil hepimiz şimdiye kadar onlarca kez tesadüfen ölümden kurtulmuşuz. Çünkü düşman şimdiye kadar birçok kez saldırmış bize. Mesela ben 3 defa yaralandım. O kalan 10 civarında arkadaş da birçok sefer yaralandılar ve çok zor şartlardan geçtiler. Şu an belgeleri de açığa çıkmış; Tansu Çiller, ‘96 yılında Önder Apo’yu suikast etmek için 50 milyon dolar vermiş. Bunların hepsi belgelidir.
20 BİNE YAKIN ŞEHİT VERDİK


Peki, biz kimiz? Ne için yaşıyoruz? Biz bu ülkenin fedaileriyiz. Biz bu ülkenin özgür olmasını istiyoruz. Bunun için hayatımızı feda etmişiz. Bizlerin hiçbirinin şahsi bir şeyi yoktur. Önder Apo’nun bir lirası var mı? Köyden, eskiden kalma bir şeyler varsa belki onlar üzerine kayıtlıdır, başka da hiçbir şeyi yoktur. Bizim bir şeyimiz var mı? Yok. Biz ne için çalışıyoruz? Biz, bu halkın mücadelesi başarsın diye 20 bine yakın şehit verdik. Bu yıl bile 200’e yakın arkadaşımız şehit düştü ve bunlardan 6’sı hareketimiz içerisinde merkezi düzeyde yönetimde yer alan arkadaşlarımızdır; merkezde beraber yer aldığımız yoldaşlarımızdır. PKK, bir fedai hareketidir. Kimse PKK üzerine sis perdesi örtmeye çalışmasın. PKK berrak bir harekettir. PKK’liler fedai olmasa bu mücadeleyi yürütemezler. Doğrusu budur. Önderliğimiz şu an İmralı’da bir direniş içerisinde. Eğer kendisini feda etmese o direnişi sürdürebilir mi? Bu kolay mı? Kürdistan mücadelesinin yükü ağırdır; öyle kanallarda gezerek, konuşarak yürütülemez. Biz bunu biliyoruz. Biz de kendimize ev yapmayı, yer edinmeyi, zengin olmayı biliyoruz. Ama bu halk şerefli ve onurlu bir yaşamı hak ediyor ve biz bu yaşam için kendimizi feda etmeyi tercih ediyoruz.

Tabii PKK olarak biz bunu yürütürken, kimse üzerinde egemenlik kurmak istemiyoruz. Bizim programımızda egemenlik yoktur. Yine hiçbir PKK’linin bireysel ve özel yaşamı yoktur. Felsefemiz ‘bir lokma bir hırka’ felsefesidir. Gerisi insanlığa, özgürlüğe, demokrasiye, halkların kardeşliğine ve özgür yaşama hizmettir. Buna rağmen bazıları oradan buradan konuşuyor. Bazı marjinal kişilerin bu yaptıkları ve gerçekleri tersyüz eden politikaları sonuç alamaz. Kürt halkının mücadelesi büyük bir mücadeledir ve her şey açıkça ortadadır. Bu türden çeşitli çabalar daha önce de çok denendi ama sonuç alamadılar. Bu hakikat, şu an içinde bulunduğumuz süreçte de göz önündedir. Ben bu inançtayım.”


KÜRT MİLLİ SERMAYESİ’NİN OLUŞMASINDAN KORKULUYOR

Geçtiğimiz hafta İstanbul’da yapılan ve amacının PKK’nin maddi kaynaklarının kurutulması olduğu öne sürülen toplantıyı değerlendiren KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan, bu tür girişimlerin gerçeğe dayanmadığını ve işadamlarından yardım almak gibi bir politikalarının olmadığını belirtti. Karayılan, bu tür haberlerle Milli Kürt Sermayesi’nin oluşmasının engellemek istendiğini vurguladı. “Basından takip ettiğimiz kadarıyla anlaşılıyor ki, İstanbul’da yapılan bu toplantıyla yeni bir senaryo üzerinde duruluyor” diyen Karayılan şöyle devam etti: “Gerçekleri çarpıtan bu tür şeylerle Kürt işadamlarını zayıflatmak istiyorlar. Biliyorsunuz ‘90’larda da Tansu Çiller, ‘PKK’ye yardım eden işadamlarının listesi cebimdedir’ demişti ve ardından Savaş Buldan, Behçet Cantürk başta olmak üzere birçok Kürt işadamı şehit edilmişti. Geride kalanları da kontrol altına alarak zayıflattılar. Teslim olan oldu, olmayanı ise zayıflattılar ve iflas ettirdiler. Yani Kürtlerin zengin olmasını, iş-güç sahibi olmasını istemiyorlar. İş sahibi olanların onlara bağlı olmalarını istiyorlar. Çünkü onlar bir ‘Kürt Milli Sermayesi’ oluşmasından korkuyorlar. Bu esasen böyle bir senaryodur. Açık ki nasıl ki zamanında Tansu Çiller geri çektiği Kürt işadamlarının yerine kendine ait olan adamlarını öne sürdü, bugün de böyle bir çaba olduğu anlaşılıyor.

Biz herhangi bir Kürt işadamından bir yardım almış değiliz. Öyle özel bir şey yok. Biz bu konuya mesafeli yaklaşıyoruz. Çünkü biz meselelere stratejik yaklaşıyoruz. Doğrudur, biz bir Kürt sermayesinin oluşmasını istiyoruz. Böyle bir politikamız var. Onlar da bunu biliyorlar ve esas olarak bunun önünde engel olmak istiyorlar. Bunun için böyle gerçekle alakası olmayan, ‘PKK işadamlarından yardım, ihalelerden pay, belediyelerden zorla para alıyor’ vb. iddiaları öne sürüyorlar.”


YURTSEVER BELEDİYELER KIRMIZI ÇİZGİMİZDİR

Bağımsız-yurtsever Kürt belediyelerinin dürüst çalışmasının kırmızıçizgileri olduğunu belirten Karayılan, “Biz halkımızın değerleri ve mevzileri korumak için canımızı veriyoruz. Dolayısıyla yurtseverlerin bir mevzisi varsa, o mevzi maddi çıkarlar için değil, Kürt halkının kazanması ve siyasi başarılar için kullanılmalıdır. Kimse maddi şeyler için canını vermez” diyerek bu tür durumlar varsa ilk önce kendilerinin bunlara karşı olacağını belirtti. Karayılan, bu propagandaları yayanların Kürt Özgürlük Hareketi’nin bu tür konularda ne kadar hassas ve duyarlı olduğunu çok iyi bildiklerini fakat bilinçli bir biçimde çarpıttıklarını dile getirdi.

AKP SAMİMİ DEĞİL

Diyarbakır’da yapılan restorasyon çalışmalarında bulunan insan kemikleri üzerinden tekrar tartışmaya açılan toplu mezarlar ve faili meçhul cinayetleri değerlendiren Karayılan, bu çalışmaların devlet tarafından istenilerek çıkarılmadığını belirterek bu çalışmaların ailelerin ve insan hakları kuruluşlarının zorlamasıyla veya Amed-İç Kale’de olduğu gibi, restorasyon, vb. çalışmalarda rastgele ortaya çıktığını belirterek, bu konuyu çarpıtanlara tepki gösterdi. “Hem insanlarımızı şehit ettiler hem de bunun üzerine bizi suçluyorlar” diyen Karayılan, dün Kürtlerin faili meçhul bir şekilde şehit edildiğini ancak bugün ise zindanlara doldurularak ölümden beter edildiğini belirterek devlette geçmişte hakim olan anlayışla bugün sahip olunan anlayış arasında bir fark olmadığını dile getirdi. Bulunan bu insan kemiklerinin militan, sempatizan ve taraftarlarına ait olduğunu belirten Karayılan, insanlarını toprak altına gömen bu zihniyetten hesap soracaklarını belirtti.

ÖCALAN’A ÖZGÜRLÜK, KÜRDİSTAN’A SİYASİ STATÜ YÜRÜYÜŞÜNÜ SELAMLIYORUM


31 Ocak günü İsviçre’de başlayan ve 18 gün sürecek olan Uzun Yürüyüşü değerlendiren Karayılan, bu yürüyüşü sıradan bir yürüyüş olarak görmediklerini belirterek içinde toplumun her kesiminden ve Kürt halkının dostlarından oluşan yürüyüşçülerin, bu eylemleriyle sorunun başladığı Avrupa’ya ve tüm dünya kamuoyuna çok büyük bir mesaj verdiklerini dile getirdi.

Öcalan’ın, geçmişte Kürt sorununun barışçıl ve siyasi yollarla çözümü için Avrupa’ya çıktığını ancak Avrupalıların buna karşılık olarak hukuksuz bir şekilde kendisinin kaçırılmasında rol oynadıklarını ve Türk devletine teslim ettiklerini belirten Karayılan, Batı ülkelerinin her zaman Kürdistan’ı sömüren ülkelere arka çıktığını ifade etti. Karayılan, “Bir tek Türk devleti ya da Kürdistan üzerinde egemen olan diğer devletlerden birisi olsa, siyasi, diplomatik, kültürel ve toplumsal olarak tek başına Kürt mücadelesi karşısında duramazlar” dedi.

Kürt halkının her şart ve koşul altında Öcalan’a sahip çıktığını dile getiren KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan, bu uğurda halk olarak birçok şehit verdiklerini, binlercesinin ise tutuklandığını hatırlatarak artık Öcalan’ın ve Kürt halkının gösterdiği direniş gerçekliğinin görülmesi gerektiğini belirtti. Karayılan, “Aralarında aydın, yazar, siyasetçi, sanatçı ve toplumun diğer kesimlerinden birçok aktivistin öncülüğünde gerçekleşen ve 18 gün sürecek olan bu yürüyüşün gerçekleşmesi, tüm dünyaya Kürt halkının Komployu kabul etmediğinin mesajıdır” dedi.

ABD GELDİ, GİTTİ, KÜRT SORUNU HALEN YERİNDE

Kürt sorunun çözülmesini istemeyenlerin Kürtlerin iradeleşmesinin önüne geçmek istediklerini, özgür Kürdü ezmek, sorunu kendilerine göre ele almak ve Kürt sorununu sürüncemede bırakmak istediklerini belirten Karayılan şöyle devam etti:

“Bu kesimlerin Kürt sorununun çözülmesi gibi bir niyetleri yok. Aynı yaklaşımı biz Güney Kürdistan’da da gördük. İşte ABD Irak’a geldi, Irak’ta egemen oldu ama Kürt sorununu çözmeden gitti. Kerkük sorunu ve ona bağlı olarak daha birçok sorun, halen ciddi birer sorun olarak duruyor. Bu, Kürt inkarına dayalı bir zihniyettir ve bu sorunun çözümü için öncelikle Kürtler üzerindeki inkarın kalkması gerekiyor. Bu çerçevede ‘Önder Apo’ya Özgürlük, Kürdistan’a Statü’ şiarıyla gerçekleştirilen yürüyüş, gerçekten değerlidir. Bu eylem aynı zamanda bir öncü eylem niteliğindedir. Çünkü biz Uluslararası Komplo’nun 14. yılına girdiğimiz bu Şubat ayıyla birlikte Uluslararası Komplo’yu kırmak ve Önder Apo ile Kürt halkının özgürlüğünü sağlamak istiyoruz. Önder Apo’nun özgürlüğü Kürt halkının özgürlüğüdür, 8 bin tutsağın özgürlüğüdür. Biz Önder Apo şahsında temel bir sorunun çözümünü esas alıyoruz. Bu yüzden biz bu ayda ister yurt içinde olsun ister yurt dışında olsun, tüm halkımızın ve demokratik kurumların Önder Apo’nun özgürlüğünü gündeme koymalarını istiyoruz. Bundan önce de halkımız her yerde büyük bir katılımla komployu kınıyorlardı. Ancak bu yıl daha da güçlü kınayacak, hatta kınama yetmeyecek uzun süreli bir mücadele verecek ve Uluslararası Komplo’yu tamamen sona erdirecek bir mücadeleyi başlatacaktır. Biz bunun için Önder Apo’ya özgürlük ve Kürdistan’a statü istemeyi önemli görüyoruz. Ortadoğu bölgesinde halklar arasında kardeşlik ancak böyle gelişebilir; barış ve demokrasi ancak böyle gelişebilir.

Bunun için tüm Kürt halkını, yurtseverlerini, barışçıl ve demokrat insanları, demokratik kurumları ve Kürt kadını ile gençliğini bu komplonun meydana geldiği Şubat ayında Önder Apo’ya sahip çıkmaya, Önder Apo’nun özgürlüğü için çeşitli düzeylerde ki eylemleri geliştirmeye çağırıyorum. Tüm halkımızın ve yurtseverlerin Önder Apo’nun en son ailesiyle görüşmeme tutumunu iyi okuması gerekmektedir. Bugün İmralı’da neler oluyor, biz bilemiyoruz. Zaten Önderliğimiz de görüşmeyi reddederken ‘burası çok hassastır, görüşme için koşullar müsait değildir’ diyor. Yani orada bir zulüm ve işkence var. Bu, bunlara karşı bir tutumdur. Bizlerin de bu çağrıyı doğru okumamız önemlidir. Ancak bu şekilde Önderliğe Özgürlük ve Kürdistan’a statü sürecini güçlü bir şekilde örgütleyebiliriz. Bu temelde tekrardan başta uzun yürüyüş eylemcileri ile haksızlığa, komploculuğa, faşizme ve sömürgeciliğe karşı mücadele yürüten herkesi selamlıyorum. Başarı halkımızın olacaktır.”

ANF NEWS AGENCY

Ferda Çetin: Ilım İslam Kürtlere Karşı Hiç de ‘Ilımlı’ Değil

Hamburg - 'Kapitalist Moderniteye Karşı Alternatif Konseptler ve Kürtlerin Arayışı' konferansının dün akşamki bölümünde İslam ve Gülen hareketi tartışıldı. ABD’nin giremediği yerlerde Gülen cemaatinin devreye girdiğine dikkat çeken gazeteci Ferda Çetin “Gülen özellikle Kürtler açısından Kemalist kültürün iflas ettiği noktada onun yerine hareket geçirilmiş yeni bir ideoloji. Gülen’in İslam’ı Kürtlere karşı hiç de ılımlı değil” dedi.

İslam uzmanı Prof. Sadık Hassan İtaimsh dinin her zaman siyasi hedeflere ulaşmak için bir araç olarak kullanıldığına dikkat çekerken, Kürt siyasetçi Muzaffer Ayata, batının Kürtler konusundaki çifte standardına vurgu yaptı. Gazeteci-yazar Ayhan Bilgen ise “Türkiye’de çok sayıda insan tutuklandı, Pazartesi ben de Türkiye’ye gideceğim ve bu yüzden Gülen hareketine ilişkin sorulara cevap veremeyeceğim” dedi.

Almanya’nın Hamburg kentinde devam eden 'Kapitalist Moderniteye Karşı Alternatif Konseptler ve Kürtlerin Arayışı' başlıklı konferansın dün akşamki bölümünde Kürt özgürlük hareketi ve Ortadoğu ülkeleri açısında can alıcı bir hususa dikkat çekildi. Bölgede demokrasi arayışları, ‘ılımlı İslam’ ve batının Gülen cemaatine biçtiği role ilişkin yapılan tartışmalara gazeteci Ferda Çetin, İslam uzmanı Prof. Sadık Hassan İtaimsh, Kürt siyasetçi Muzaffer Ayata ve Türkiye’den Ayhan Bilgen katıldı.

Bu bölümde ilk söz alan insan hakları savunucusu gazeteci-yazar Ayhan Bilgen sunumuna şu soruyla başladı: “Kapitalist moderniteyi Ortadoğu'da nasıl okumak gerekir? Kapitalist modernitenin sadece bir suç unsuru olmadığına dikkat çeken Bilgen “Birçok şeyi etkileyen hayatın içine giren bir kavramdan söz ediyoruz” dedi. Bilgen, özetle şu görüşleri dile getirdi:

‘ARAP BAHARI GEÇMİŞLE HESAPLAŞMADIR’

“Alternatif bir program nasıl çıkartılır? Baskıcı rejimlerinden kurtulmak için siyasi partileri önemsemek gerekir, fakat bunu abartan bütün örgütlemeyi abartır ve başka çıkmazları getirir. İki kötü arasında tercih yapma dışında bir alternatif savunulabilinir? AKP, Türk hegomanyasını kurmak için aktif bir dış politika içerisine girmiştir.

Dolayısıyla Türkiye, Suriye ve Lübnan ile diğer ülkelerdeki gelişmelerde taraftır. Türkiye bu isteğe kendi dinamikleriyle girmiş midir, yoksa başka güçlerin dayatmasıyla mı girmiştir. Bunu zamanla göreceğiz. Sadece Kürecik'te kurulan füze savunma bile bunun ilk göstergesidir. Arap baharı hem kendi geçmişiyle hesaplaşma ve hem de kendi geleceğini tayin etme mücadelesidir.”


Ayhan Bilgen’nin tartışmada bölümünde yaptığı şu açıklama ise dikkat çekti: “Türkiye’de çok sayıda insan tutuklandı, Pazartesi ben de Türkiye’ye gideceğim ve bu yüzden Gülen hareketine ilişkin sorulara cevap veremeyeceğim.”

“AVRUPA’NIN GÖZÜ ÖNÜNDE KÜRTLER MAHKUM”

Daha sonra söz alan Kürt siyasetçi Muzaffer Ayata ise 35 yıllık mücadele hayatının 24 yılını cezaevinde geçirdiğine belirterek, kendi yaşamından örnekler anlattı. Darmstadt üniversitesinde Kürt öğrencilerin böylesi bir salon temin etiğini ve Fetullah Gülen hareketini tartışmak istediklerini ancak Türklerin devreye girdiğini hatırlatan Ayata şöyle konuştu:

“Sonuçta üniversite yönetimi olaya müdahale etti ve konferansı veremedik. Bunlar kendini demokrat gösteren bir ülkede yaşandı. Türk devleti dünyanın her tarafında baskılarını uyguluyor. Ermenilerin kökü kazındı, Arap, Çerkez ve Kürtleri Türk göstermek istediler. Bütün kültürleri kuruttular. Bu ırkçılar Türkiye’de istedikleri gibi yasalar yapıyorlar, istediğini tutuklayıp, öldürüyorlar.

Bu soykırıma karşı çıkan bizleri dünyada terörist ilan edip kapıları kapatıyorlar. Bugün Kürt halkı İmralı da tutsak durumdadır. Kürtlerin lideri sayın Öcalan kendi adına İmralı’da bulunmuyor. Kürt olduğu için bütün ülkeler kapılarını kapattı. Nasıl bir sistem ki bu Avrupa ve dünyanın gözünün önünde Kürt halkı mutlak bir ölüme yok ölüme mahkum edilmiş.”

Kürt özgürlük mücadelesinde yer alan siyasetçilerin Avrupa’da da kovulduğuna dikkat çeken Ayata “Bize diyorlar ki konuşmayın, tartışmayın sorgulamayın. Avrupa’da tutukluyken Türkiye idam cezasını kaldırdı ve Alman eyalet mahkemesi benim Türkiye’ye iademe karar verdi. Fakat delillerin sahte olduğu için iadeden vazgeçti. Şimdi bu sistem halklara demokratik ve özgürlük getirebilir mi?” dedi.

Güncel konulara da dikkat çeken Ayata devamla şöyle konuştu: ''Afganistan’ı işgali eden Amerika Talibanlarla görüşme yapıyor. Kaddafi biraz bunlara boyun eğmeyince ortadan kaldırdı. Aynı Amerika Suudi Arabistan krallarına karışmıyor, Ürdün’e karışmıyor. Bunlar çok mu demokratik? PKK gibi halka mal olmuş bir hareketi görmüyorlar, terörist ilan ediyorlar.”

‘DİN HEDEFLER İÇİN ARAÇ OLARAK KULLANILDI’

Daha sonra söz alan İslam uzmanı Prof. Sadık Hassan İtaimsh ise dinin her zaman siyasi hedeflere ulaşmak için bir araç olarak kullanıldığına dikkat çekti. Şu anda olmayan İslam şeklinin insanlara kabul ettirilmek istendiğini savunan Prof. İtaimsh, tarihten de örnekler verdiği konuşmasında şu hususları dile getirdi:

“Adalet derken, insanlığın adaleti mi Müslümanların adaleti mi, sadece müslümanlar için mi geçerli yada bütün insanlar için geçerli mi? Günümüze kadar birçok siyasi örgütlenme oluştu. Bu durumları çok iyi kullanarak, bu halkı kurtarabilecek, çözüm getirebilecek bir durum kuramadılar. Bunlar akılsız ve cahil bir şekilde çözüm bulamadılar.

İslam çözüm diyorlar, kesinlikle değil. Evet, islam her zaman her yerde eşittir. Herkes günde 5 kez ibadet eder, Mekke’ye gider. Bütün müslümanlar tek bir tanrıya inanırlar. Sizce bu islam mı? İslam gruplar içerisinde 73 okul ve yön vardır. Bu yön demektir. İslam çözümdür diyorlar, farklı bir açılıma, tartışmaya girmiyorlar.”


İslam’da bir merkezleşmenin olmadığını önemle vurgulayan Iraklı uzman İslam’ın yaşadığı sorunları şöyle dile getirdi: “Peki bu hilafetin merkezi Mekke mi olsun? Bunu istemiyorlar. Mısır mı olsun? Onu da kabul etmiyoruz. Tahran mı olsun? Yok onu da istemiyoruz diyorlar. Ondan dolayı ayrılmalar var, bir belirsizlik var.”

“KURAN’DA DEVLET ANLAYIŞI YOK”

Kuran-ı Kerim’in 4 ana temelde ele alındığını ve hiç birinde devlet anlayışının olmadığını belirten Prof. Sadık Hassan İtaimsh “Kuran ibadetleri ele alır. Örneğin ticaret, evlenme ve insanlararası ilişkileri konu alır. Nuh gemisini ve Adem’i ele alır. Hiç bir devlet yapılanmasını ele almaz” dedi.

Arap dünyasında insanların zor şartlarda mücadele ettiğine vurgu yapan Prof. İtaimsh son olarak şöyle konuştu: “İnsanlarımız çok zor durumda. İnsanların verdiği büyük mücadele devam ediyor. Ancak bunun bilimsel ve barışçıl olması gerekir. Sizlerden bu zorlu mücadeleye destek vermenizi istiyorum.”

Oturumun son bölümünde söz alan gazeteci Ferda Çetin ise “Demokrasi ve İslam” başlıklı sunumunda Gülen hareketi ve ılımlı İslam tartışmalarına dikkat çekti. “Sizce ılımlı İslam nedir?” sorusuyla başlayan Çetin “Dinlerin sosyal demokratlığı, ılımlısı olmaz” dedi. Dinlerin doğal haline bırakıldığına dinler arasında bir çatışmanın söz konusu olmadığını belirten Çetin özetle şu görüşleri dile getirdi:

‘GÜLEN, KÜRTLERE KARŞI KEMALİZMİN YERİNE GEÇTİ’

Güvenlik söz konusu olduğu zaman bireylerin özgürlük, hareket alanı ve konuşma alanı daralıyor. Bu engeller bertaraf edilmeden özgürlük konuşulmaz. Bir yandan islami büyük bir tehlike olarak görüyorlar, bir yandan da ılımlısını ayarlamaya çalışıyorlar.

Fethullah Gülen de özellikle Kürtler açısından Kemalist kültürün iflas ettiği noktada onun yerine hareket geçirilmiş yeni bir ideoloji. Ilımlı islam tam da bunun gibi bir hareket. Keskinleşen, muhalefet eden, toplumsal örgütlenmelerle karşı çakan radikal yerleri yerle bir ediyor. Bunlar hep ABD ile işbirlikçidir. Amerika’nın etkili olmadığı, problem yaşadığı yerlerde Gülen tarikatı devreye giriyor. Bunlar banka ve ticaret konusunda çok iyiler. Borsa işine girmede ustalar. Ilımlı islam, Kürtler açısından hiç ılımlı değil.”
Gülen’in 12 Eylül darbesini desteklediğini yazılarında dile getirdiğini hatırlatan Çetin cemaatin en çok etkili olduğu ülkelerden birinin de Almanya olduğuna dikkat çekti. “Gülen, İran’ın müslüman olmadığını söylüyor. Bu Amerika’dan daha çok Amerikacı bir anlayış” vurgusunu yapan Ferda Çetin, İran-Türkiye-ABD ilişkisine ilişkin ise şu örneği verdi:

“Geçen yaz bir Kürt gerilla komutanı şöyle demişti; F-16’ların dumanı, Heronlar ve katuşaların sesine karışıyor. ABD’nin Heronları istahbartı toplayıp Türkiye’ye veriyor ve heronlardan yarım saatten sonra İran, gerilla bölgelerine katuşalarla saldırıyor.”

‘KAPİTALİST MODERNİTE BU KEZ İŞE YARADI’

Gazeteci Çetin, Kürdistan’da yapılan ‘Sivil Cuma’ları örnek veren bir dinleyicinin “Kürt hareketi de İslam’a ılımlı yaklaşmıyor” sorusuna ise şu cevabı verdi: “Sivil cumalar aslında belki de geç kalmış bir durum. Camilerde devletin resmi görevlileri Türkçülük ideolojisini Türkçe dilinde anlatıyor. İbadet sonucunda ellerini açıp ‘ordumuzu koru, teröristlerin kökünü kurut’ diyorlar. Din devlete bırakılacak bir durum değil. Kürt halkı inisiyatifi eline aldı.”

Gülen kendi sesinden “5 bin ölmüş, 50 bin ölmüş, bu kadar ordu Kürt direnişini kıramıyorsa yazıklar olsun” dediğini hatırlatan Çetin, konuşmasının sonunda şu espriyi yaptı; “Aslında kapitalist modernite bu kez işe yaradı, yoksa Gülen’in bu sözlerini belgeleyemezdik.”
ANF NEWS AGENCY