2 Şubat 2012 Perşembe

Roboski'li Kadınlar: Kapımız Size Kapalı, Rüşvet İstemiyoruz

Şırnak - 34 insanını toprağa veren Roboskililer, çocuklarını ve eşlerini yitiren kadınların Emine Erdoğan ile Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin’in yapacağı ziyareti protesto için evlerinden çıkmayacaklarını söyledi. Oğlunu kaybeden Selam Encü ise Başbakan Erdoğan’a bir mektup yazarak hükümetten gelecek tek bir kuruşu almayacaklarını söyledi.

ERDOĞAN’A MEKTUP 


Şırnak’ın Uludere ilçesine bağlı Roboski köyünde 28 Aralık gecesi sınırdan geçen 19’u çocuk 34 köylünün bombalanarak öldürüldüğü olayda oğlu Selam Encü’yü yitiren Senire Encü, Başbakan Tayyip Erdoğan’a bir mektup yazarak kendilerini ödeneceği açıklanan 123 bin liralık tazminatı istemediğini belirtti. Encü, çocuklarını ve eşlerini yitiren kadınların Emine Erdoğan’ın ziyaretinde de protesto için evlerinden çıkmayacaklarını söyledi.

DEVLETE SATACAK OĞLUM YOK 


Anne Encü mektubunda, “Recep Tayyip Erdoğan, para göndereceğim demişsin. Ben senin paranı istemiyorum. Ben oğlumun katillerini istiyorum. Benim devlete satacak oğlum yoktur. Devlet bana bir trilyon verse, oğlumun tırnağı etmez” dedi.

EMİNE ERDOĞAN GELDİĞİNDE EVİNDEN ÇIKMAYACAKLAR 


Kadınların Erdoğan’ın eşi Emine Erdoğan’ın ziyaretinde protesto için evlerinden çıkmayacaklarını söyleyen Encü, ‘’Katliamı bu devlet aydınlatmadan niçin geliyorlar buraya. Gelmesinler, istemiyoruz’’ dedi.

Aralarında Emine Erdoğan’ın da bulunduğu bir ekip ile Uludere’ye gidecekti. Ancak ziyaret, olumsuz hava koşullarından dolayı şubatın ilk haftasına ertelendi. Emine Erdoğan, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin, AKP’nin bölge milletvekilleri ile AKP Kadın Kolları Genel Başkanı Güldal Akşit önümüzdeki günlerde Roboski köyünü ziyaret etmeyi planlıyor.

TAZMİNATLAR VALİLİK HESABINA YATIRILDI 


Bu arada hayatını kaybeden 34 kişi için yakınlarına ödenecek olan 123'er bin liralık tazminatların Şırnak Valiliği hesabına yatırıldığı bildirildi.

Kişi başına 123 bin lira olarak belirlenen tazminat paralarının, ölenlerin yakınlarının tespiti ve işlemler tamamlandıktan sonra hak sahiplerine ödeneceği belirtildi.

Şırnak'ın Uludere ilçesinde ölen 34 kişi için toplam 4 milyon 182 bin lira ödeme yapılacak.


PYD: Suriye’de Her Olasılığa Hazırız

PYD Başkanı Muhammed: Suriye her duruma gebe. Biz Kürtler olarak her duruma hazırlıklıyız. Çözümlerimiz var. Gençlerimiz özsavunma sisteminde örgütlendi. Kurumlarımızı oluşturduk. Demokratik Özerklik’in alt yapısını hazırlıyoruz.

Suriye’de 11 aydır devam eden şiddet ve kaos ortamında binlerce kişi yaşamını yitirdi. Rejimin demokratikleşme yönünde adımlar atmaması, silahlı muhaliflerin saldırılarını yoğunlaştırması ülkeyi iç savaşa sürüklüyor. Hem uluslararası güçler hem Arap Birliği, Suriye’de silahların susmaması halinde Şam yönetimini BM Güvenlik Konseyi’ne havale edileceğini duyurdu. Kürtler ise Suriye’de yeni döneme hazırlanıyor. Biz de PYD Başkanı Salih Muhammed ile Suriye’deki durumun yanı sıra Kürtlerin hazırlıklarını ve son olarak Hewler’de düzenlenen konferansı konuştuk.

Öncelikle Suriye’de yaşanan durumun özetini alalım sizden...
 
Suriye’de karmaşık bir durum var. Birkaç yönden bakılabilir. Birincisi çatışmalar şiddetlenerek artıyor. Özellikle Idlip, Hama, Humus ve Şam’da çatışmalar yaşanıyor. Diğer taraftan Arap Birliği’nin çatışmalardan dolayı gözlemcilerin faaliyetlerini durdurması oldu. Şu an bekleme durumundalar. İleriki günlerde sürecin izlenmesi için daha fazla gözlemci gelebilir Suriye’ye. Gözlemcilerin görevi, Suriye’deki durumu tespit etmek. 
Gözlemciler Suriye’de rejimin sözünü tutmadığını ancak ülkede silahlı gruplar olduğunu söyledi. Daha sonra bir rapor hazırladılar. Kentlerdeki askerlerin ve askeri araçların geri çekilmesi, silahlı grupların şiddete son verme çağrısında bulundular. Eğer şiddet ortamı azalırsa, gözlemciler tekrar görevlerine dönecekler. Diğer bir durum ise Şam yönetiminin BM Güvenlik Konseyi’ne havale edilmesi oldu. Ulusal Konsey ilk günden itibaren dış müdahale istiyordu. Askeri müdahale istiyordu. Bunun için birçok girişim oldu ancak Rusya ve Çin’in vetosuna takıldılar. Şimdi şanslarını bir kez daha deniyorlar. Ancak bizim de dahil olduğumuz muhalif gruplar ise dış müdahaleye kesin kes karşı.

Arap Birliği son toplantısında Esad’a iki ay süre tanıdı. Eğer Esad görevlerini yardımcısına devretmezse ve şiddet artarsa Suriye’nin BM Güvenlik Konseyi’ne havale edileceği duyuruldu. Siz ufukta Suriye’ye bir müdahale görüyor musunuz?
 
Suriye’nin jeopolitik konumundan dolayı bir dış müdahale beklemiyoruz. Bölgedeki dengeler şimdilik bir müdahaleyi engelliyor. Suriye’nin komşularından Irak’ta bir Şii-Sünni çatışması var. Lübnan’la da ilgisi var. Hizbullah var. Suriye İran için çok önemlidir. Zaten Tahran yönetimi birçok kez ‘Suriye’ye yönelik bir saldırıda elimiz kolumuz bağlı kalmayacak’ dedi. Suriye’deki gelişmeler, Türkiye için çok önemlidir. İşte bu nedenlerden dolayı Suriye’ye olası bir müdahale bölgeyi ateş topuna çevirebilir. Bunu da kimse göze alamıyor. Tabii Rusya’nın rolünü unutmamak gerekir. Rusya’nın ‘BM Güvenlik Konseyi’ne 20 defa gelse 20 defa da veto ederiz’ açıklaması var. Tüm bu nedenlerden dolayı bir müdahale kararı çıkmasını beklemiyoruz. BM Güvenlik Konseyi’nde büyük ihtimalle Arap Birliği’nin talepleri tekrarlanacak. Arap Birliği’ni destekleyecek. Güvenlik Konseyi son sözü Arap Birliği’ne bırakacak diye düşünüyoruz.

Suriye’de yaşananlar her türlü gelişmeye açık görünüyor. Suriye’deki Kürtler, olası gelişmelere ne kadar hazır?
 
Suriye’de olayların başlamasıyla Kürtler ortak hareket etme kararı aldı. Bizim her duruma göre planlarımız var. Kürtler olarak Suriye’nin demokratikleşmesini istiyoruz. Dış müdahaleye karşıyız. Rejim muhakkak çözülecek. Eğer demokratik bir rejim kurulursa Kürtler, kendi çözümlerini ortaya koyacak. Şimdiye kadar bütün Kürtlerin kabul ettiği ortak çözüm Demokratik Özerklik’tir.
Kürtler sadece son 11 ayda değil daha öncelerde de örgütleniyordu. Birçok kurum oluşturduk. Halk meclisleri kuruldu. Demokratik Özerklik’in altyapısını oluşturmaya çalıştık. Bunları hayata geçireceğiz. Örgütlenmeler devam ediyor.

Suriye’de çatışmaların yaşanmadığı tek yer Güneybatı Kürdistan’dır. Burada Ulusal Konsey ile ilişkili bazı odaklar Kürtlerle devlet güçlerini karşı karşıya getirmeye çalıştı. Kürtler bu oyuna gelmedi. Ancak Kürtler kendilerine yönelik bir saldırıda ise kendilerini koruyacak. Birçok bölgede öz savunma gücü oluşturuldu. Bunu gençlerimiz gönüllü olarak üstlendi. Kürt halkına karşı bir saldırı olursa halkımızı koruyacaklar.

Olası bir dış müdahale Kürtlerin yararına olmayacak. PYD olarak bir dış müdahaleye karşı demokratik güçlerle birlikte direneceğiz. Burada rejimin yanında yer aldığımız ya da rejimi kurtarmak istediğimiz anlaşılmasın. Olası bir müdahalede Suriye parçalanır, iç savaş çıkar. Olası bir dış müdahale ancak NATO eliyle olur. Bunun öncüsünün de Türkiye olma ihtimali var. Türkiye -biz buna AKP diyelim- Müslüman Kardeşler ile Kürtlerin haklarının verilmemesi konusunda anlaştı. AKP bu koşulla Ulusal Konsey’e destek verdi. Bunun için politikamızı Suriyeli demokratik güçlerle demokratik bir sürecin başlatılması olarak belirledik. Ki sözkonusu demokratik güçlerle Kürt sorununun demokratik yollarla çözülmesi için anlaşma sağladık.

Geçtiğimiz haftasonu Güney Kürdistan’ın Hewler kentinde Suriye’deki Kürt partilerin biraraya geldiği bir konferans düzenlendi. Siz bu konferansa neden katılmadınız?
 
Örgüt olarak davet edilmediğimiz için katılmadık. Suriye’deki 11 Kürt partisi, olayların başlamasıyla ortak hareket etme kararı almıştı. Bir konferans düzenleyecektik. Örgütler olarak konferansa halkın temsilcileri katılması konusunda anlaştık. Konferansa katılacakları halkın belirlemesini istedik. Konferansa, parti temsilcilerinin yanı sıra aydınlar ve bağımsız şahsiyetlerin katılmasını uygun gördük. Ulusal konferansa katılacakların halk tarafından seçilmesi gerekiyor, ki kurulacak konsey gerçekten ulusal olsun. Ancak konferansı düzenleyenler bundan kaçındılar. Ancak bir kaç parti geldi kendi adaylarını önerdi, kendi taraftarlarını konferansa götürdü. Konferans sonucunda da ulusal konsey değil de partiler konseyi kuruldu. Konferansa katılanlar ve konseye seçilenler halkın onayını almamıştır. Biz bunun için kabul etmedik. Konferans ilkel milliyetçilik üzerinden düzenlenmiştir.

Ancak Güney Kürdistan Bölgesel Yönetimi yetkilileri, PYD’nin de davet edildiğini açıkladı...
 
Örgüt olarak davet edilmedik. Ancak böyle bir konferansın düzenleneceğinden haberimiz vardı. Kimlerin katılacağını da biliyorduk. Konferanstan iki gün önce temsilcimize konferansa ‘misafir’ olarak katılabileceklerini söylediler. Ancak temsilcimiz, ‘PYD’yi temsil ediyoruz. Hazırlık komisyonu için davet almadık. Her şeyi kendiniz hazırladınız. Misafir olarak gelmeyiz’ cevabını verdi. Temsilcimizin bu cevabından iki gün sonra konferansın düzenleneceği gün temsilcimize ‘PYD adına katılabilirsiniz’ dendi. Biz de bunu kabul etmedik. Davetleri bu şekilde oldu.

Peki neden davet edilmediniz?
 
Davet edilmememizin arkasında Güney Kürdistan Başkanlık Divanı olduğunu düşünüyoruz. Zira Başkanlık Divanı, hazırlık komitesini by pass ederek konferansa kimlerin katılacağına karar veriyor ve onlara davetiye gönderiyor. Konferansa katılanların çoğu PDK’ye yakın örgütler olması dikkat çekiyor. Konferansın masraflarını da Başkanlık Divanı karşıladı. Konferansın amacı Suriye’deki Kürt siyasetine yön vermekti.

Konferans öncesi Güney Kürdistan’da ABD, Ulusal Konsey temsilcileri ve Türkiye’nin diplomasi trafiği yaşandı. Konferanstan sonra Suriye’deki Kürt siyasetinde bir değişiklik olur mu?
 
Hewler’deki konferansı düzenleyenler, Suriye’deki Kürtleri kendi çizgisine çekmek istiyor. Ancak biz Suriye’deki Kürtlerin çok fazla etkilenmemesini temmeni ediyoruz. Bugüne kadar ortak yürüttüğümüz politikanın devamından yanayız. Ancak birileri bundan rahatsız. Konferansa katılan partiler aracığıyla Kürtleri, Suriye Ulusal Konseyi çizgisine çekmek istiyorlar. Ancak bunu açıkça söyleyemiyorlar. ‘Müslüman Kardeşler’in ya da AKP’yle aynı çizgide olun’ demiyorlar da onlarla paralel bir politika izliyorlar. Suriye Ulusal Konseyi’nin özellikle de Müslüman Kardeşler’in Kürt politikası herkes tarafından biliniyor. AKP destekli Ulusal Konsey’le birleşme değil de uzaktan bir anlaşma olsun, o anlaşmaya göre hareket edilsin isteniyor. Kürtler arasında çelişki çıkarmak istiyorlar. Biz de bunu engellemeye çalışıyoruz. Zaten konferansa bütün Kürtlerden tepki ve eleştiri geldi.

DENİZ BAŞPENİR

Geleceği Belirsiz Ülke: Irak

ABD’nin 2003 yılında başlayan Irak işgali, çekildiği 2011 yılına kadar Irak’ta sorunları daha da derinleştirdi. 2005 yılında yapılan referandumdan sonra resmen Federal bir devlet olan Irak, hiçbir zaman gerçek anlamda federal bir sisteme geçiş yapmadı. Kürdistan Bölgesi ve Irak’ın diğer bölümü olarak iki devlet gibi durmaktadır.

ABD askerlerinin büyük oranda resmi olarak çekildiği 2011 yıllı sonu, Irak’taki şimdiye kadar dile getirilen fakat ertelenen sorunların kriz olarak açığa çıktı. Bu kriz görünenin dışında farklı nedenleri olduğu da bilinmektedir. ABD’nin çekilme tarihi olan 2011 yılı sonu yaklaştığında, birçok kesim Pandoranın kutusunun açılacağı ön görülmekteydi. Şia Araplarının nüfusun yüzde 65’ne sahip olduğu bir Irak’ta iktidarını kurumlaştırmak isteyeceği bilinmekteydi. Yeni bir bloklaşmanın olduğu bölgede Irak’taki Şia ağırlıklı Nuri Maliki hükümetinin köklü olan sorunların üstesinden gelmeyeceği bilinmekteydi. Hata Maliki’nin sorunların temel kaynaklarından olduğu açığa çıkmış durumdadır. Bir yandan tarihsel sorunları içinde barındıran mezhep çelişkileri, diğer yandan farklı halkları içinde barındıran bir Irak’ın mevcut siyasi sınırlarını koruyabilir mi? Irak halklarını nasıl bir gelecek bekliyor, üç ayrı devlet ne kadar gerçekçi ve şartları var mı? En önemlisi Kürtler ne yapacaktır? Bu sorunlara cevaplar bulmaya çalışacağız.

14 Temmuz 1958 Irak ordusu monarşiye karşı bir darbe gerçekleştirdi ve darbenin başındaki isim Abdülkerim Kasım, Irak’ta cumhuriyet ilan etti. Monarşiye karşı ordunun yaptığı Sovyetlerin desteklediği Abdülkerim Kasım ırka dayalı bir cumhuriyet yerine vatandaşlığa dayalı bir sistem kurmayı esas aldı. Arap milliyetçiliğine dayalı kurulan BAAS partisinin 8 Şubat 1963: Abdüsselam Arif komutasındaki ordunun gerçekleştirdiği darbeyle iktidara geldi. Abdüsselam Arif devlet başkanı oldu. BAAS iktidarı 2003 yılına kadar Iraklılık temelinde kendi iktidarını korudu.

Cezayir Anlaşması ve Kürtler

Kürtlerle sürekli diyalog ve çatışma eksenli olarak ikircikli (düalist) oldu. 11 Mart 1970 tarihinde Kürdistan Demokratik Partisi lideri Mele Mustafa Barzani ve Devrim Komuta Konseyi arasında Kürtlerin varlığını tanıyan ve onlara bazı haklar sağlayan özerklik anlaşması imzalandı. Bu Özerklik anlaşması temelinde bugünkü Kürdistan Bölgesinin sınırlarını aşan bir coğrafyada yönetime ortak edildi. Bu ortaklık ile Irak ve Sovyetler arasında 1972 yıllında 15 Yıllık Dostluk ve İşbirliği Anlaşması imzalandı. Sovyetler ile yapılan anlaşmalar yine batılı şirketler ile yapılan anlaşmayla petrolünü millileştirdi.

Özerklik ve Kerkük’ün Kürt özerkliğine dahil edilmemesi üzerine oluşan anlaşmazlıklar, 1974 yıllında Kürtlerle Irak hükümeti arasında çatışmaya dönüştü. Bu çatışma durumuna İran’ın Irak arasındaki sorunlardan kaynaklı olarak Kürtleri Irak’a karşı destekler. Irak ile Sovyetler arasında yapılan anlaşmalar ve İran Şahlık rejiminin ABD ve NATO ile ilişkilerinden kaynaklı olarak ABD Kürtleri destekler. Ancak  1975’te imzalanan Cezayir Anlaşması ile İran’la sorunun çözülmesi üzerine hem İran hem de ABD’nin desteğini kaybeden Kürtler, başta İran ve Türkiye’ye göç etmek zorunda kaldılar.

Cezayir Anlaşması’ndan Güney Kürdistanlı güçler arasında da ciddi sorunlar yarattı. Süleymaniye merkezli yeni birliğe giderler. İbrahim Ehmed öncülüğünde ve Celal Talabani liderliğinde Haziran 1975’te Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB) kuruldu. Bu Güney Kürdistan’da Mele Mustafa Barzani önderliğindeki KDP’den ciddi bir kopuş oldu. Kürtlerin uzun süre kendi arasındaki çatışmaların temelinde yer alan bu kopuş, halen aşılmış değildir.

İran - Irak savaşı ve Enfal operasyonu

Irak’ın Saddam Hüseyin’li yılları ise İran İslam Devrimiyle paralel oldu. 16 Temmuz 1979 Saddam Hüseyin devlet başkanı oldu ve Devrim Komuta Konseyi’nin başına geçti. Saddam başa geçer geçmez çok sayıda parti üyesini idam ettirdi. İran İslam devrimiyle değişen dengeler, aynı zamanda Irak’ın İran karşıtı bir rol de üstlendi. Bu aynı zamanda İran’ın bölgedeki Şia yayılmacılığının önüne geçmek için ve kendi sınırları içindeki Şiaları etkilemesi için bir saldırı politikası içine girdi. Saddam rejimi, 1 Nisan 1980’de başbakan yardımcısı Tarık Aziz’e düzenlenen suikasttan İran yanlısı el-Dava Partisi sorumlu tutu ve yine aynı yıllın 4 Eylül’lünde İran, Irak sınırını top ateşine tuttu. Irak bunu savaş sebebi olarak gördüğünü kabul etti. Aynı yıl İran, Cezayir Anlaşması’nı feshettiğini açıklayarak, Irak ile 8 yıl sürecek savaşın fitilini ateşledi.

Irak’ın Kürt politikası Irak-İran savaşının çıkmaza girdiği 1988 yıllı önemli bir dönemeçti. 23 Şubat 1988 tarihinde Kürtlere yönelik Enfal operasyonu başlatan Saddam Hüseyin, 16 Mart 1988’de Halepçe de kimyasal silahlar kullanarak yaklaşık 5.000 Kürdü katletti. Enfal Operasyon tamamlandığında resmi kayıtlara göre sürgün ve öldürmelerle birlikte yaklaşık 180,000 Kürt kaybettirildi.

Bu katliam aynı zamanda Kürt sorunun uluslararası alanda duyulmasını beraberinde getirdi. Sünni mezhebine mensup Saddam Hüseyin rejiminin katliamlarına sesiz kalan ABD ve müttefikleri, Irak’ın fazla petrol çıkarmasına ve aşırı üretim yaptığı için petrol fiyatlarını düşürmesinden rahatsız duymaya başlamışladı. İran’a karşı Irak’ı silahlandıran ABD ve müttefikleri, Saddam’ın Kuveyt’i işgal etmesine karşı gelerek, askeri bir operasyon düzenledi. Irak güçleri Kuvet’ten çıkarılmasının yanı sıra Irak’ta da özel statülü bölgeler oluşturuldu. Kısacası, ABD ve müttefiklerinin müdahalesiyle Irak’ın bugünkü durumuna düşürülmesinde büyük pay sahibi oldular.

36. Paralel ve Kürtler arası çatışma

Güney Kürdistanlı Kürtler için 5 Mart’ta ortaya çıkan boşluktan yararlanarak “Raperîn” olarak adlandırılan yeni bir hamle başlatarak bugünkü Hewler, Süleymaniye ve Dohuk şehirlerinin denetimini elegeçirdiler. ABD’nin 36. Paralelin üstünü uçuşa yasak bölge ilan etmesi, bu bölgenin Kürtlerin ellerinde kalmasında önemli bir rol oynadı. Bu aynı zamanda Kürtler arası iç çatışmaların başladığı yıllar oldu.

1991-2003 yılları arasında Irak’taki mezhepsel çelişkilerin ve halklar arası çatışmaların daha da derinleştiği yıllar oldu. Bir yandan uluslararası ambargo, diğer taraftan Saddam rejiminin baskılarından bir nebze olsun Kürtler, bu yıllarda iktidar çatışmalarına giriştiler. Bölge devletlerinin de karıştığı bu çatışmalar sonucunda Güney Kürdistan Bölgesi fiili olarak ikiye bölündü. Bir yandan KDP’nin ve YNK’nin hakimiyet kurduğu şehirler arasında sınırlar oluştu. Bu durum bölgede Kürtler arasında da ciddi bir parçalanmışlık oluşturdu.

Şii ve Sünni mezhepleri arasındaki çelişkiler güncel olduğu kadar, tarihsel geçmişi olan antegonist çelişkilerdir. Tarihte Kerbela olayı olarak bilinen ve Hz. Ali’nin çocuklarının öldürülmesine kadar dayanan tarihsel dayanakları olan bir sorun. Bu gün sorun farklı bir hal alsa da, esas çelişkilerin temelinde Şia mezhebinin çoğunluğuna dayalı olarak elde ettiği iktidarını paylaşmak istememesi yatmakta. Kuruluşundan bu yana Sünni mezhebinden Arapların iktidarındaki Irak’ın iktidarı ellerinden gitmesi ve Şiaların iktidarı eşit bir şekilde paylaşmak istememesi uzlaşmaz olan sorunları derinleştiriyor.

ABD’nin Irak işgali ile 1 milyon insan yaşamını yitirdi

ABD’nin Irak işgali ve Saddam rejiminin yıkılması, Irak’ta yaşayan halklar arasında özgürlük ve demokrasi açısından büyük umutlar yaratmıştı. Fakat bunun böyle olmadığı kısa süre içinde anlaşıldı. ABD’nin 2003 yılında başlayan Irak işgali, çekildiği 2011 yılına kadar Irak’ta sorunları daha da derinleştirildi. Zira binlerce Amerikan askerinin ve büyük çaplı bir askeri mühimmatın kullanıldığı Irak operasyonunun ABD’ye maliyetinin 1 trilyon Doları bulduğu söylenmekte. Bazı sivil kuruluşlara göre ABD işgalinden bu yana 1 milyona yakın sivilin yaşamını yitirdiği ifadelendirilirken, resmi kaynaklar 2003 ile 2011 yılları arasında 148 bin kişi yaşamını yitirdi.

İngiltere’nin Birinci Dünya savaşından sonra Ortadoğu’da dizayn edilen devletlerin birçokları gibi Irak’ta azınlıkların egemenliğine verildi. Bu politikanın en belirgin olduğu yerlerden bir tanesi Irak’tı. Irak’ın bu durumu günümüzde federasyon ile sorunların çözülmesi için oluşturulan federal sistemin uygulanmamasından kaynaklı ciddi sorunları beraberinde getirdi. 2005 yılında yapılan referandumdan sonra resmen Federal bir devlet olan Irak, hiçbir zaman gerçek anlamda federal bir sisteme geçiş yapmadı. Kürdistan Bölgesi ve Irak’ın diğer bölümü olarak iki devlet gibi durmaktadır.

ABD işgalinden sonra bölge devletlerinin çıkar çatışmalarının yoğunlaştığı ve yayılma alanıydı. ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) Afganistan’dan sonra ikinci önemli çatışma sahası oldu. Finans ekonomisine dayalı yapının krize girdiği bir süreçte, Ortadoğu’daki enerji kaynaklarının denetimi ve eşyanın sınırsız dolaşımına-tüketilmesine endekslenmiş BOP’un uygulanmasına bölge halklarından ciddi bir direniş ortaya çıktı. ABD işgalinden ve sonrasında Irak’taki etkisini artırmaktan ziyade, halklar nezdinde imajı bozuldu. ABD “Arap Baharı” olarak bilinen Ortadoğu halklarının özgürlük taleplerini kendi Büyük Ortadoğu Projesinin hizmetine koymaya çabası içinde. İran’ın ise ABD işgali boyunca Irak’taki etkinliğini artırdı.

Türkiye ve İran arasındaki çıkar çatışması

Irak’ta Bölge devletlerinin etkinlik kurma mücadelelerinde ABD’nin, Irak’tan çekilmesiyle birlikle İran ve Türkiye’nin mücadelesine dönüştü. Türkiye’nin Sünni mezhebinin İslam alemindeki temsilciliğine soyunduğu böyle bir dönemde, İran’ın hem bölge hem de özelde Irak’taki çıkarları çatışmaktadır. ABD ile stratejik ittifak içinde hareket eden Türkiye’nin, İran’ın bölgesel çıkar çatışmaları içine girmeleri ön görülmekteydi. Türkiye ve İran arasında tarihten kalan bölgesel çıkar çatışmaları, uluslararası güçlerinde içine girmesiyle karmaşık bir hal almış durumda.

ABD’de Irak’ta bir denge politikası izledi. Bu politikada geçmişte iktidarı elinde bulunduran Sünni mezhebinden Saddam Hüseyin’i deviren ABD’nin işgalden sonra Sünni mezhebinden Araplara dayalı olarak bir rejime gitmeyeceği bilinmekteydi. Fakat Şia mezhebinden olan ve yıllarca baskı altında kalan Şia mezhebine dayalı bir rejiminde kendi çıkarlarına görmemekteydi. Fakat tekrardan iktidarı Sünni mezhebinden Araplara vermeleri de, rejimi değişimi anlamına gelmeyecekti. Bu noktada Kürtleri bir denge unsuru olarak kullanan ABD, Irak’ta tüm kesimleri içinde barındıran ve referandum ile kabul edilen anayasaya dayalı olarak çok karmaşık dengelere dayalı bir devlet kuruldu.

Partiler ve ‘zorunlu’ ittifaklar

Irak’taki partilerin son seçimlerindeki itifakları:

HUKUK DEVLETİ: Başbakan Nuri El Maliki, kendi partisi Dava ile aralarında bazı Sünni aşiret liderlerinin, Şii Kürtlerin, Hristiyanların ve bağımsızların bulunduğu geniş tabanlı bir ittifak oluşturdu. Dava partisinin kökeni Şii olsa da ittifak mezhepçi olmayan bir platformda seçime katılıyor. İttifakın güvenliğin artmasından fayda sağlama umutları, Bağdat’taki hükümet hedeflerine yapılan bir dizi büyük saldırıyla yara aldı. Bunun yanı sıra ittifak liderlerinin Saddam Hüseyin’in Baas partisi yanlılarının seçime girmesini yasaklama girişimleri de ittifaka zarar verdi. İttifak geçen yıl ocak ayında yapılan yerel seçimlerin birincisiydi.

IRAK MİLLİ İTTİFAKI: Daha ziyade Şiilerden oluşan ittifak (IMİ), ülkenin en büyük Şii partisi Irak İslam Yüksek Konseyi (IİYK), Amerikan karşıtı Şii lider Mukteda Sadr, Basra merkezli Fadhila, 2003 işgali öncesinde Washington’ın gözdesi Ahmed Çelebi ile birkaç Sünni lideri bir araya getiriyor.

KÜRTLER: Kürt ittifakı Mesud Barzani’nin lideri olduğu Irak Kürdistan Demokratik Partisi (IKDP) ile Cumhurbaşkanı Celal Talabani’nin liderliğini yaptığı Irak Kürdistan Yurtseverler Birliği’den (IKYP), Goran Hareketi, Komela İslami, Yekgirtû İslami ile ortak bir cephede girdi.

IRAKİYE: Sünni Arap Devlet Başkan Yardımcısı Tarık El Haşimi, laik Şii eski Başbakan İyad Allavi ve Sünni Salih El Mutlak’ın oluşturduğu grup, seçimde milliyetçi bir cephe durumda.

IRAK BİRLİĞİ: Bu laik ittifakın başını, Şii İçişleri Bakanı Cevad El Bolani, Anbar vilayetinden Sünni aşiret lideri Ahmed Ebu Rişa ve Ahmed Abdül Gaffur El Samaray çekiyor.

IRAK UZLAŞMA CEPHESİ: Bir zamanlar ülkenin en büyük Sünni ittifakı olduğu halde, Irak Uzlaşma Cephesi’nden 2005 seçimlerinden sonra kaçışlar oldu. Cephe halihazırda Irak İslam Partisi ve bazı aşiret liderlerinden oluşuyor. 

ABD’nin bakısıyla oluşan hükümet nereye kadar?

Irak’taki son seçimler ve sonrasında oluşturulan hükümet tüm partilerin içinde yer aldığı bir koalisyon hükümetiydi. 7 Mart 2010 tarihinde yapılan seçimlerden sonra 21 Aralık’ta Nuri El Maliki başkanlığında kurulan hükümetin uzun soluklu olmayacağı, Irak’taki güç dengelerinin paylaşılmasındaki anlaşmazlıklardan ortaya çıkıyordu. ABD’nin baskıları sonucunda anlaşan Irak’taki partiler, özellikle güç paylaşımına razı olan Şiaların, ABD’nin işgale son vermesinden sonra hakimiyetini artırmak isteyeceği ön görülmekteydi. Bu öngörü ABD’nin işgale son vermesinden sonra krizlerle kurulmuş olan Irak hükümeti içerisinde, çoğunluğu oluşturan ve Başbakan Nuri El Maliki tarafından temsil edilen Şii blok ile Sünni blok arasındaki gerginlik, El Maliki’nin Sünni kökenli Cumhurbaşkanı Yardımcısı Tarık El Haşimi’yi kendisine yönelik suikast girişimleri ve terör eylemlerinin artması suçlaması ve onun hakkında yurtdışına çıkış yasağı aldırarak tutuklama emri çıkarmasıyla zirve noktasına varmıştır.

Aynı gerginlik kapsamında Sünni kökenli Irak Maliye Bakanı Rafi El Isawi ile Sünni kökenli Başbakan Yardımcısı Salih Mutlak da suçlanmakta. Başbakan El Maliki’nin krizi tırmandırması ve tüm Sünni kökenli isimleri yakın takibe aldırması, Irakiye listesinden seçilmiş 8 bakanın hükümetten çekilmesi ve hem Sünni hem de Kürt kökenli milletvekillerinin meclis çalışmalarına katılmayacaklarını açıklamasıyla sonuçlanmıştır. 

DEVAM EDECEK

AZİZ KÖYLÜOĞLU

AKP Pişkince Reddediyor

Toplu mezarların açılması ve faili meçhul cinayetlerin açığa çıkarılması için verdikleri Meclis Araştırma Komisyonu önergesi AKP’li vekillerin oylarıyla reddedilen BDP, dün Meclis’e konuyla ilgili tekrar önerge verdi.

Amed’de 90’lı yıllarda JİTEM’in kullandığı bina ile Kapalı Cezaevi ve Adliye Sarayı’nın bulunduğu Saraykapı‘da 11 Ocak’ta başlayan kazılarda bulunan kafatası sayısı 26’ya yükseldi. BDP Amed Milletvekili Altan Tan, 23 Ocak’ta „kazılarda bulunan cesetlerin bütün yönleriyle araştırılması“ talebiyle verdiği Meclis Araştırma Önergesi önceki gün Meclis Genel Kurulu’nda görüşüldü.  Önerge sahibi Tan, Meclis’te yaptığı konuşmada kazı yapılan yer ile ilgili olarak önceki dönemde BDP’li milletvekillerinin defalarca önerge verdiğini, Genel Kurul’da konuşma yaptığını ancak buna rağmen AKP Hükümeti’nin hiçbir şey yapmadığını hatırlatarak, şöyle konuştu: „Bu cesetler kime ait, devlet buna cevap vermelidir. 10 bin yıl öncesine ait olmadığı kesindir. Eğer DNA testi verenlerin çocukları burada değilse bu vatandaşların çocuğu nerededir. Bunları açıklamanız gerekiyor. Kaybolan vatandaşlar nerede? 2 soru soruyoruz. Birincisi, bu kemikler kimlere ait? İkincisi ise kaybolan çocuklar nerededir?“

Hakikatleri araştıralım

Hakikatleri Araştırma Komisyonu’nun kurulmasının önemine vurgu yapan Tan, „O dönemin valilerine, emniyet müdürlerine niye sorulmuyor. ‘Hiçbir bilgimiz yoktu’ diyorlarsa, siz orada ne yapıyordunuz? Domates mi satıyordunuz. Bu kadar cinayet olacak siz ‘Duymadım, bilmedin, görmedim’ diyeceksiniz. O dönemin orada görev yapan bütün kişilere sorulmalı ve bu insanlar hakkında soruşturma açılması lazım“ dedi. Önerge AKP’li vekillerin „hayır“ oyu ile reddedildi.

BDP yine önerge verdi

Türkiye’nin geçmişiyle yüzleşmesi ve faillerin açığa çıkarılarak yargılanması yönündeki talebinde ısrar eden BDP, dün verdiği yeni önerge  ile taleplerini yineledi. BDP Amed Milletvekili Nursel Aydoğan, toplu mezarların açılması, cenazelere uygulanan insanlık dışı muamelenin, faili meçhul cinayetlerin açığa çıkarılması ve faillerin bulunması için Meclis Araştırma Komisyonu kurulmasını istedi. Önergede JİTEM üssü ve Silopi’nin Görümlü Beldesi’ndeki toplu mezarlarda çıkan kemikler ile bir askerin sosyal paylaşım sitesinde gerilla cenazelerine işkence yapıldığını ve toplu mezarlara gömüldüğünü gösteren fotoğraflara dikkat çekildi. Fotoğrafların AKP Hükümeti iktidar olduğu 2007 tarihinde çekildiğine işaret eden Aydoğan, „Fotoğraf, bölgenin birçok yerinde yüzlerce kişinin gömülü olduğu toplu mezar gerçeğinin 2000’li yıllarda da yaşandığının kanıtıdır. Her yerde ‘faili meçhullerin üzerine gidiyoruz. Toplu mezarları açıyoruz’ diyen AKP’lilere cevap niteliğindedir“ dedi.

Savaş suçu işleniyor

BM Cenevre Sözleşmesi’nin 15, 16 ve 17. maddelerine atıfta bulunulan önergede, „Ancak savaş hukukunun uygulanmadığı bölgede 1990’lı yılların başından itibaren çatışmalarda yaşamını yitiren PKK gerillalarının cenazelerine uygulananlar hala yeni yöntemlerle sürüyor. ‘Savaş suçu’ olarak nitelenen ‘ölüye saygısızlık’ son birkaç yılın verilerine dahi bakıldığında uygulanan bir yöntem olarak ortaya çıkıyor“ denildi.

BDP’nin talepleri


Meclis’te konuyla ilgili Araştırma Komisyonu kurulmasını isteyen Aydoğan taleplerini şöyle sıraladı:
- Kayıtlara göre Türkiye’de 17 bin 547 faili meçhulün bulunduğu göz önünde bulundurulursa, bunların aydınlatılması için ivedilikle toplu mezarlar açılmalı,

- Failler açığa çıkarılarak sorumlular hakkında gerekli işlemler yapılmalı,

- Bu bağlamda bütün toplu mezarların açılması ve cenazelere uygulanan insanlık dışı muamelenin tüm yönleriyle araştırılması,

- Meydana gelen maddi ve manevi zararların tespit edilmesi amacıyla meclis araştırması açılması gerektiğini Anayasa’nın 98’inci İç Tüzüğün 104 ve 105’inci maddeleri gereğince meclis araştırması açılması. 

DİHA/ANKARA


Cevap Ver Sultan !!!

AKP Genel Başkanı Erdoğan, Roboskî Katliamı'yla ilgili hesap vereceğine yine BDP'ye hakaret etti.

BDP Eş Başkanı Demirtaş'ın Roboskî Katliamı'nın talimatını verip vermediğini sorduğu Türk Başbakan Recep T. Erdoğan, cevap vermek yerine hakaret ve tehditlerini sürdürdü. Bunun üzerine Demirtaş, bir kez daha hatırlattı: Soru halen orta yerde duruyor; Uludere'de vurun talimatı verdin mi vermedin mi?

AKP Genel Başkanı Erdoğan, Roboskî Katliamı'yla ilgili hesap vereceğine yine BDP'ye hakaret etti. Demirtaş'ın "Vurun dedin mi" sorusuna Erdoğan'ın yanıtı, "Bu iddianın içinde husumet, cahillik var. Ama daha da kötüsü bu iddianın içinde siyasi ahlaksızlık var" oldu. Hakaretlerinin ardından "Biz güvenlik güçlerine genel çerçevede yetki veririz. O genel çerçeve içinde de güvenlik güçlerimiz, yetkisini kullanır. Gerekirse bazı konularda bize danışabilirler" itirafında bulunan Türk Başbakan, savaşa devam edeceklerini, kimsenin devlet güçlerinin motivasyonunun kırmayacağını belirterek, tehditler de savurdu: "Terör örgütüyle mücadele, siyasi temsilcileriyle de müzakere ederiz demiştim. Ben bu sözümün yine arkasındayım. Ama bu çerçeveyi iyi korumaları lazım. Açık söylüyorum; kim terör örtüyle içli dışlı olursa yargı da gider gereğini yapar."

AKP Genel Başkanı Recep T. Erdoğan, dün partisinin grup toplantısında konuştu. Geçtiğimiz hafta BDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş, Roboskî'de 34 sivilin F-16 bombalarıyla katledildiğini hatırlatarak, Erdoğan'a şu soruyu sormuştu: "Uludere bombardımanı yapılmadan hemen önce askeri yetkililer Başbakan olarak sizi arayıp '50 kişilik grup var, içlerinde sivil de var' dediklerinde siz 'vurun' dediniz mi demediniz mi?"
Yanıt 1 hafta sonra geldi

Erdoğan dün bu soruya ağır hakaretlerle yanıt verdi. İşte Erdoğan'ın yanıtı: "Geçen hafta BDP Genel Başkanı şahsımla ilgili hiçbir dayanağı olmayan bir iddia ortaya attı. Güya Uludere’de operasyon bana sorulmuş. 50 kişilik grup var, içlerinde sivil var ne yapalım diye bana sormuşlar. Ben de vurun demişim. İşte bu tür siyaset, seviyesiz siyaset, ahlaksız siyasettir. Ben hep diyorum ya bunlar 5 koyunu ellerine ver güdemezler, kaybederler. Ya da tenhada kesip kebap yapmanın derdine düşerler. Bu iddianın içinde husumet, cahillik var. Ama daha da kötüsü bu iddianın içinde siyasi ahlaksızlık var. Böyle bir hezeyanı gündeme getirmek acziyettir. Siyaset, muhalefet üretemeyenler acziyet üretirler ve onun altında kalırlar. Şunu BDP Genel Başkanı'na hatırlatmak isterim; Başbakan'a yönelik bu tür cahilce iddialar, BDP'nin Uludere hadisesini istismar çabalarını, Uludere hadisesi için yapılan basın toplantısında da kahkaha atma ahlaksızlığını örtmez, örtemeye de yetmez. Bu cahilce ithamlar, BDP'nin artık gizlenemez hale gelen kimlik bunalımını da saklamaya, örtmeye yetmez.
Devlet güçlerine yetki

Biz güvenlik güçlerimize genel çerçevede yetki veririz. Siyaset budur, Hükümet etme budur. O genel çerçeve içerisinde de güvenlik güçlerimiz ama TSK ama Emniyet o genel çerçeve içerisinde yetkisini kullanır. Gerekirse bazı konularda yine bize danışabilirler, sorabilirler. Ama tabii bunların bugüne kadar böyle bir şey yapmaları söz konusu olmadığı için, bunlara talimat dağdan geldiği için böyle yapmaları mukadder. Sürekli olarak İmralı'yı adres gösteriyorlar, sonra da çıkıp diyalogdan, siyasette muhatap alınmaktan bahsedeceksiniz. Biz sizi siyasette muhatap aldık. Ben de görüştüm, yardımcılarım da görüştü, defaetle görüştüler. Ama siz dağa sormadan, İmralı'dan haber gelmeden hiçbir zaman adım atamadınız. Sizin iradeniz yok, karar verme yetkisiniz yok. Ancak oralardan size müsaade gelirse siz adım atabilirsiniz. Ama biz sadece ve sadece halkımıza soruyoruz, halkımızdan aldığımız yetkiyi de kullanırız.

Gereğini yaptıracak

Bir uluslararası toplantıdan dönerken medya mensuplarıyla uçakta yaptığımız görüşmede de söylemiştim; Biz özelikle terör örgütüyle mücadele ederiz ve siyasi temsilcileriyle de müzakere ederiz demiştim. Ben bu sözümün yine arkasındayım. Ama bu çerçeveyi iyi korumaları lazım. Söyledikleri ne? Efendim, 'BDP'yi kriminalize ediyormuşuz.' Açık söylüyorum; kim ilegaliteye bulaşırsa, kim terör örtüyle içli dışlı olursa, kim hak hukuk tanımazsa, yargı da gider gereğini yapar. Kimsenin hukuk karşısında imtiyazı yoktur, kimseye de ayrıcalık yapılamaz.

Savaşa devam

Uludere istismarı üzerinden devam eden terörle mücadeleyi akamete uğratacaklarını sananlar büyük bir yanılgı içinde. Askerimizle, polisimizle, tüm istihbarat ve güvenlik birimlerimizle yürüttüğümüz başarılı mücadele, kesintisiz sürecektir. Buna ara vermek yok. Terör olduğu sürece terörle mücadelede olacaktır. Kimsenin güvenlik güçlerimizin motivasyonunun kırmasına izin vermeyeceğiz. Yaşananlardan dersler çıkararak daha büyük bir azimle terörle etkin mücadele etmeyi sürdüreceğiz.''

Demirtaş soruyu tekrarladı

Türk Başbakan'ın sorusuna yanıt vermek yerine hakaret ve tehditlere başvurması üzerine BDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş, şu kısa açıklamayı yaptı: "AKP Genel Başkanı'na sorduğum basit sorunun cevabı halen yok. Uludere'de 'vurun' talimatı verdin mi vermedin mi? Bu sorunun cevabı basittir; ya 'evet verdim' ya da 'hayır filan yetkili talimat vermiş' diyecek. Hakaret ve tehditle bu sorunun cevabını geçiştiremez. Ortada 19'u çocuk 34 sivil cenaze var; bu sorumluluktan kurtulamaz. Suçluluk psikolojisiyle hareket edip bize saldırarak katliamı örtemez. Uludere defteri kapanamaz. Soru halen orta yerde duruyor; Uludere'de vurun talimatı verdin mi vermedin mi?"

Yeni Özgür Politika

Öcalan: Konya-Kayseri Merkezli Yeşil Türkçü Faşist Hegemonya Dönemi

AKP iktidarının ilk sekiz yılını, CHP’nin 1923-1931 yıllarına benzeten Öcalan, ikisinde de tek partili rejimin egemen olduğuna dikkat çekiyor.

PKK Lideri Abdullah Öcalan AİHM’e ulaşan son savunmasında “Ankara merkezli Beyaz Türk faşizmi yerine, Konya-Kayseri merkezli Yeşil Türk faşizmi emin adımlarla yeni hegemonik gücü olma yolundadır” diyor.

AKP iktidarının ilk sekiz yılını, CHP’nin 1923-1931 yıllarına benzeten Öcalan, ikisinde de tek partili rejimin egemen olduğuna dikkat çekiyor. Tayyip Erdoğan ile Abdullah Gül'ün iktidar çekişmesinin gelişebileceğine vurgu yapan Öcalan, ''Bu çekişme Mustafa Kemal ile İsmet İnönü arasında olduğu gibi AKP’yi farklı rotalara saptırabilir'' diyor.

PKK Lideri Abdullah Öcalan, “Kürt Sorunu ve Demokratik Ulus Çözümü” adlı son savunmasında cumhuriyet tarihinin gelişim sürecinde rol oynayan iktidar güçlerinin faşizan uygulamalarına değiniyor.

‘İttihat ve Terakkicilerin Beyaz Türklük ideolojisi ile arı Türkçülüğü esas alan Siyah Türklük ideolojisinin faşist çizgide olduğuna’ işaret eden Öcalan, bunların birbirinden beslendiğini ve dış güçler tarafından da her dönem desteklendiğine dikkat çekiyor. Öcalan, 2000’lerden sonra ise dünyada ve bölgedeki siyasi konjonktürün değişmesiyle birlikte Türkiye’de bu çizgilerin giderek etkisini yitirdiğini, bunun yerine Türk İslam sentezi çerçevesinde Yeşil Türk faşizminin ikame edildiğini ifade ediyor.

İkinci Dünya Savaşından sonra ABD’nin Beyaz Türk Faşizmini daha da tahkim ederek Türkiye’yi denetlemeye devam ettiğine vurgu yapan Öcalan şöyle diyor:

“ABD daha sonra 27 Mayıs darbesini yapacak olan bir grup subayı 1945 ve 1950’lerde Gladio örgütlenmesi temelinde eğittiği ve sistemin kompase edilmesinde bunları kullandığı bilinmektedir. İngiltere’nin daha önce 1940’larda bir grup Türk pilotunu savaşta bu çerçevede kullandığı da bilinmektedir. Özellikle bu subaylar içinde öne çıkan Alparslan Türkeş ve grubu 1960’lar sonrasında Türkiye sol ve emekçi hareketlerini yine bu çerçevede işlemez kılmakta kullanılmıştır.”

ANADOLU TÜRK HEGOMONİK SİSTEMİ

Bu noktada Beyaz Türk Faşizmiyle ilişkili olsa da, bu grupların değişik bir versiyonunun da bu arada hep devrede olduğunu hatırlatan Öcalan, değerlendirmesini şöyle sürdürüyor:

“Bunlar anti-Siyonist olup, daha çok Hitlercilik paralelinde faaliyet yürüten ırkçı Türk faşistleridir. Bu kesimler, Anadolu’da Proto İsrail varlıklarını tasfiye ederek, saf Türklükten ibaret bir Anadolu Türk hegemonik sistemi inşa etmek isterler. Bu kesimler Birinci Dünya Savaşında kazandıkları ve ilk defa Ermenilere karşı uyguladıkları sistemi bir daha tam olarak ele geçiremediler. Kısmen, o da Beyaz Türk faşizmi ihtiyaç duyduğunda, mevcut yapılanmaya eklendiler. Özellikle Türkiye demokratik ve sosyalist hareketlerine karşı çok acımasızca, hukuk dışı ve komplocu tarzda kullanıldılar. İşin tuhaf yanı, Kürt kimliğinin tasfiyesi söz konusu olduğunda, ulus-devletçi sol ve demokratik yapılanmaların da istisnalar dışında Beyaz Türk faşizminin çekirdek yapılanmasına dahil olmaktan geri durmamalarıdır. Hem de sözde karşı çıktıkları emperyalistler tarafından nasıl kullanıldıklarını fark etmeden!”

ÜÇÜNCÜ KUŞAK FAŞİST HAREKET

12 Eylül darbesinin Türk-İslam sentezinin benimsenmesiyle üçüncü kuşak faşist hareketinin gündeme geldiğini belirten Öcalan, “Yeşil Türk faşizmi diyebileceğimiz bu akım, 1970’lerden itibaren Sovyetler Birliği’nin Ortadoğu’da yayılmasını önlemek, Sovyet Rusya’yı Afganistan’dan atmak, Orta Asya’da sorunlarla uğraştırmak ve İslam ülkelerinin demokrasiye ve sosyalizme kayışını önlemek isteyen ABD’nin ırkçı milliyetçiliğe göre daha kullanılır görmesi ve desteklemesi sonucunda gelişim sağlamıştır” diyor.

İslamcı hareketin, ağırlıklı olarak İngiliz hegemonyacılığına hizmet temelinde ortaya çıktığını vurgulayan Öcalan, “İslamcı Hareket, sanıldığı kadar millici ve özgürlükçü de değildir. Kapitalist milliyetçiliğin bir versiyonu olarak geliştirilmiştir. Temel hedefi, İslamî kültürün yaygın yaşandığı toplumların demokratikleştirilmesini ve sosyalistleştirilmesini barajlamak, İslam kültürünü kapitalizme entegre etmektir” ifadelerini kullanıyor.

AKP MODELİ NASIL OLUŞTURULDU?

Türkiye’nin hem Sovyetler Birliği etkisinin kırılmasında hem de İran devriminin önüne set çekilmesinde yeniden inşa edilecek bir İslami harekete şiddetle ihtiyaç duyduğunu dile getiren Öcalan, şu değerlendirmelerde bulunuyor:

“Türkiye’de bu model için radikal sayılan Necmettin Erbakan hareketinden daha ılımlı sayılan unsurlar ayıklanarak ve farklı cemaatlerden kadro derlenerek, bir iktidarcı elit grubun devşirildiği anlaşılmaktadır. Turgut Özal’la yapılmaya çalışılan buydu. Fakat hala nasıl ve niçin tasfiye edildiği bir sır olarak duran Turgut Özal’ın fiziksel ve siyasal olarak tasfiye edilmesi ve Necmettin Erbakan’ın 28 Şubat 1997’de Başbakanlıktan düşürülmesinin ardından, daha sonra kendini AKP olarak şekillendirecek model üzerinde çalışıldığı anlaşılmaktadır.”

AKP’nin çıkışının öyle sanıldığı gibi 2001’de olmadığını, en azından 12 Eylül darbesine kadar giden bir kökeni olduğunun altını çizen Öcalan, şu gelişmelere işaret ediyor:

“ABD Başkanı G. W. Bush döneminde BOP’un gündeme girmesi, Afganistan ve Irak işgalleri Türkiye’deki ılımlı İslam projesini yeni bir alternatif haline getirdi. Beyaz Türk faşizmi laikçi ve eskimiş yapısı nedeniyle kitlelerden tecrit olmuştu. Ayrıca içe kapanmacıydı. Küresel kapitalizme pek açık değildi. Karşısında ciddi bir sosyalist ve demokratik hareket olmadığı için, ABD ırkçı faşizme pek ihtiyaç duymuyordu. Daha da önemlisi, Kürdistan genelinde olduğu gibi Türk egemenliğindeki Kürdistan’da da büyük gelişme sağlamış olan Kürt Demokratik Özgürlük Hareketi gelişimini sürdürüyordu. Dolayısıyla beyaz ve ırkçı tonlardaki faşist ideolojilerin tecrit olmuş durumu göz önüne getirildiğinde, bir yeşil faşist Türk elitine ihtiyaç duyulduğu kendiliğinden anlaşılır.”


KONYA-KAYSERİ MERKEZLİ FAŞİZM DÖNEMİ

Öcalan, İslami kültürün Kürt kültürel kimliğinde önemli rol oynaması dolayısıyla Kürt toplumunda tarikatçı eğilimlerin etkili olması, Yeşil Türk faşist seçeneğini daha kullanılabilir bir argüman haline getirdiği yönünde bir tespitte bulunarak, yapılan planı şu şekilde değerlendiriyor:

“Diğer iki kanat faşizminin ordu içinde ve CHP ile MHP başta olmak üzere siyasi partilerdeki temsilcileri içteki bu iktidar kaymasına şiddetle karşı çıktılar. 2001’den 2007’ye kadar dört darbe denemesine giriştiler. Fakat ABD ve AB desteğinden yoksun olmaları başarılı olmalarına imkân tanımadı. Ayrıca AKP’nin aşırı küresel finans sermaye yandaşlığı tek seçenek olmasını, hatta tek partili iktidar olarak kalmasını pekiştirdi. AKP’nin iktidara gelmesi, devlette yeni hegemonik dönemi ifade eder. Cumhuriyet’in seksen yıllık Beyaz Türk hegemonyası, yerini yavaş yavaş ve sancılı şekilde Cumhuriyet’in Ilımlı İslamcı geçinen Yeşil Türk faşizmine bıraktı. Şüphesiz bu durum devletin tümüyle fethedildiği anlamına gelmez, fakat o yola girilmiştir. Ankara merkezli Beyaz Türk faşizmi yerine, Konya-Kayseri merkezli Yeşil Türk faşizmi yavaş yavaş fakat emin adımlarla Cumhuriyet’in yeni hegemonik gücü olma yolundadır. Cumhuriyet’in 100. yılı olacak 2023 yılının bu hegemonya altında karşılanması daha şimdiden açıkça planlanmaktadır.”


Yeni hegemonik gücün Yahudi sermayesi ve ideolojik versiyonlarıyla olan ilişkisine değinen Öcalan, şunları belirtiyor:

“Yeni hegemonik gücün ılımlı İslamî yapısı ve benzer İslami güçler ve iktidarlarla ilişkisinin İsrail Siyonizm’iyle çelişkiye yol açması kaçınılmazdı. Fakat bu durum AKP’nin Yahudi sermayesi ve diğer ideolojik aygıtlarıyla bağının olmadığını göstermez. Tersine AKP, Yahudi sermayesinin Siyonist olmayan evrenselci-küreselci finans kanadıyla ve evrenselci Karaim Yahudi ideolojisiyle en sıkı bağlara sahiptir; daha doğrusu, Siyonist kanat yerine bu kanadın daha güçlü biçimde ikame edilmesidir. AKP herhangi bir beyaz ve ırkçı Türk partisinden çok daha fazla evrenselci Yahudi sermayesi ve ideolojik aygıtının Anadolu’daki, Türkiye Cumhuriyeti’ndeki temsilcisi, acentesi konumundadır.”

ASIL KİMLİK PROBLEMİNİ KÜRTLER YAŞAYACAK

Bu yeni hegemonik dönemde Türk kimliğinin ulus-devletçi niteliğini olduğu gibi korumakla birlikte, Sünni İslamcı ideolojik aygıtlarla daha da pekişeceğini kaydeden Öcalan, söz konusu bu yeni dönemde asıl kimlik problemini Kürtlerin yaşayacağını ifade ediyor.

Kürt kimliğinin bu yeni hegemonik güç döneminde tasfiyesi için yeni komplo yöntemlerinin devrede olduğunu belirten Öcalan, bunun provalarının ilk defa açıkça Türkiye Hizbullah’ı adıyla 1990’larda başladığını anımsatıyor. JİTEM’in kurucusu Albay Arif Doğan’ın ‘Hizbul-Kontra’yı biz oluşturduk’ sözünü hatırlatan Öcalan, şöyle devam ediyor:

“Bu oluşumun 10 bini aşkın insanın faili meçhul bir biçimde katledilmesinde önemli rol oynadığı herkesçe bilinmektedir. Bu deneyimden sonra AKP ile ikinci aşamaya geçildi. AKP’nin müttefikleri ile birlikte Kürdistan için öngördüğü temel tasfiyeci model ve bu modelin temel uygulama aracı ılımlı Sünni İslamcılık iken, Hizbul-Kontra yerine yeni tetikçi güç olarak öngördüğü yapılanma ise bir nevi Kürt Hamas’ı dediğimiz oluşumdur. Yeni tasfiye planı eski Beyaz ve Siyah Türk faşist yöntemlerini tümüyle devre dışı bırakmıyor, daha çok tamamlayıcı nitelikte olup onların etkisiz kaldıkları alanları yeni baştan düzenliyor.”

YENİ DÜZENLEME

AKP’nin özellikle ABD ve ordunun resmi komuta grubuyla 5 Kasım 2007 tarihli Washington ve 4 Mayıs 2007 tarihli Dolmabahçe Protokolleriyle ekonomik, sosyal, kültürel-psikolojik, askeri, siyasi ve diplomatik alanı hızla düzenlemeye çalıştığını belirten Abdullah Öcalan, bu partinin icraatlarını şöyle sıralıyor:

“Daha önce eşi görülmeyen hava saldırıları, ABD ile anında istihbarat paylaşımı, KCK operasyonları, DTP’nin kapatılması, sahte Kürt burjuva sivil toplum inisiyatifleri, Roj TV’ye yönelik saldırılar, AB ülkelerinde geliştirilen yaygın operasyonlar ve tutuklamalar, Kürdistan’ın her ilindeki holdingleşme, çocukların yatılı il bölge okullarına (YİBO) kapatılmaları gibi en önemli uygulama örnekleri bu yeni düzenlemenin önemli ipuçlarını sunmaktadır. Kürt gerçekliği, Kürt kimliği özünde tarihinin en kapsamlı ve her alanda planlanmış bir özel savaş kuşatmasıyla karşı karşıya getirilmiştir. Bazı sözde demokratik açılım örnekleri bu soykırımı gizleyip örtülemek amacıyla geniş propagandalarla sunulmaya çalışılmıştır. Buna Güney Kürdistan’daki sermaye yatırımlarını, diplomatik ilişkileri ve üçlü ittifakları da eklemek gerekir. Böylelikle tarihin en kapsamlı ve tüm toplumsal alanları kapsayan soykırımcı, özel, örtülü, gizli ve açık savaşı hayata geçirilmiştir.”

24 OCAK KARARLARI İLE BAŞLAYAN SÜREÇ

Türk-İslam sentezinin benimsenmesi, 24 Ocak 1980 Ekonomik Kararları, 12 Eylül darbesi, Beyaz Türk ulus-devletçi partilerin kapatılması, Genelkurmay’da kural dışı atamalar, DYP’de Tansu Çiller operasyonu ve hükümeti, 28 Şubat süreci, Erbakan Hükümeti’nin düşürülüşü ve en son Bülent Ecevit’in hem kişisel hem de hükümet olarak tasfiyesini bu sürecin belirgin aşamaları olarak değerlendiren Öcalan, ılımlı siyasal İslam’a giden yolu şöyle değerlendiriyor:

“AKP’yi böylesi aşamaların tüm iç ve dış unsurlarının bir düzenlemesi olarak değerlendirmek büyük önem taşır. Bu, Türkiye çağdaş tarihinin Cumhuriyet hamlesi kadar önemli bir hamledir; o ayarda bir dönüşümün adıdır. Nasıl ki CHP Tanzimat, Birinci ve İkinci Meşrutiyet ve Ulusal Kurtuluş sürecinin merkezî devlet partisiyse, AKP de aynı süreçlerde çoğunlukla muhalif kalmış, Abdülhamit rejimiyle uzlaşmış, Alman hegemonyasına karşı İngiltere hegemonyasını esas almış, laik ulusçuluğa karşı İslami milliyetçiliği geliştirmiş, Siyonist milliyetçiliğe karşı Karaim Yahudi evrenselciliğiyle ittifak kurmuş, ordunun 12 Eylül darbesinde desteklediği Türk-İslam ideolojisini kendine destek yapmış, bizzat ordunun 28 Şubat süreciyle radikal millici Necmettin Erbakan’ın partisini parçalaması sonucu hayat bulmuş uzun bir sürecin merkezî ulus-devlet partisidir. Deniz Baykal önderliğindeki CHP’nin ana muhalefet partisi olması karşılığında, Tayyip Erdoğan’ın önderliğinde kurulmuş stratejik hegemonik bir parti kimliğiyle, yeni dönem Yeşil Türk faşizminin inşa edici ve yürütücü gücü olarak, uzun bir tarihi geçmişe dayanan, hegemonik iç ve dış güçlerin desteğini arkasına alarak iktidara oturmuş bir partidir.”

ILIMLI İSLAM CUMHURİYETİ DEMEK HENÜZ ERKEN

AKP önderliğinde somutlaştırılmaya çalışılan rejime İkinci Cumhuriyet veya Ilımlı İslam Cumhuriyeti demenin henüz erken bir yorum olacağını kaleme alan Öcalan, bu süreci şu şekilde değerlendiriyor:

“Esas karakteri idea edilmesine ve anayasada ifadesini bulmasına rağmen, rejim hiçbir zaman demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti haline gelememiş, kuruluşundan beri oligarşik faşist karakterini hep korumuştur. Cumhuriyet rejimi klasik anlamda hep bir ad olarak kalmıştır. Özellikle demokratik cumhuriyet haline gelememiştir. Tıpkı CHP hegemonyasına karşı olduğu gibi, AKP hegemonyasına karşı da demokratik cumhuriyet ve anayasası mücadelesi gündemde olacaktır. Dolayısıyla yaşanan sürece oligarşik dikta ile ona karşı verilen demokratik cumhuriyet mücadelesi dönemi demek daha doğru olacaktır. Her ne kadar ısrarla ve çok bilinçli medyatik çarpıtmalarla seksen yıllık beyaz Türk faşizminin alternatifi olarak sunulsa da, bu rejimi özünde uyuştuğu renk farkıyla sürdürme kararındadır. Yıpranan, içte ve dışta desteklerinin önemli bir kısmını yitiren Beyaz faşist rejimin hem gizli desteği hem de yıpranmasının doğal sonucu olarak, AKP’nin Yeşil faşist rejiminin önü, yolu açılmıştır.”

AKP’NİN İLK 8 YILI CHP’NİN İLK SEKİZ YILINA BENZİYOR

AKP iktidarının ilk sekiz yılının CHP’nin ilk sekiz yılına (1923-1931) çok benzediğini, ikisinde de tek partili rejimin egemen olduğunu ifade eden PKK Lideri, şöyle devam ediyor:

“Tıpkı 1931’den itibaren ağırlaşan İsmet İnönü ve Recep Peker faşizmi gibi, AKP’nin de 2011 seçimlerinden itibaren diktatoryasını yoğunlaştırma ve kendi anayasasıyla pekiştirme olasılığı yüksektir. Yine tıpkı dönemin CHP’sinde olduğu gibi, sürecin sancılı geçmesi ve iç çelişkilerin artması Mustafa Kemal ile İsmet İnönü arasında olduğu gibi AKP’yi farklı rotalara saptırabilir. Tayyip Erdoğan ile Abdullah Gül çekişmesi gelişebilir. AKP’nin hegemonik iktidarı henüz kesinleşmediği gibi, demokratik anayasal bir rejimin kaderi de kesinleşmiş değildir. Her iki olasılıktan hangisinin kesinlik kazanabileceğini hegemonik güçlerle Türkiye’nin demokratik, sosyalist ve Kürdistan’ın demokratik özerklik mücadelesinin durumu belirleyecektir.”

İKTİDAR BAŞKA TÜRLÜ AKP’YE TESLİM EDİLEMEZDİ

Yeni hegemonik iktidar döneminde Kürt varlığı ve özgürlüğünü tasfiye amaçlı özel savaş rejiminin daha da güçlendirilerek yürütüleceğini belirten Öcalan, “AKP’nin ordu şahsında rejimin eski iktidar sahipleriyle yaptığı uzlaşmanın temelinde Kürt varlığının ve özgürlüğünün tasfiyesi ve kültürel soykırımın sürdürülmesi yatmaktadır” diyor. “İktidar başka türlü AKP’ye teslim edilemezdi” diyen Öcalan devamla şunları söylüyor:

“1925’teki Siyonist milliyetçilik ve Türk ulusçuluğu arasındaki uzlaşmanın temelinde de Kürt varlığının inkârı ve isyancı güçlerin şiddetle tasfiye edilmesi yatmaktaydı. Bu uzlaşma AKP döneminde sadece olduğu gibi kabullenilmekle kalmamış, İslami argümanlarla daha da güçlendirilerek devam ettirilmiştir. Özcesi, her üç ana akım milliyetçiliklerin ortak paydası Kürtlerin kültürel soykırımıdır. Her üç milliyetçilik diğer tüm konularda birbirlerine karşı darbe yapıp kanlı mücadelelere girseler de, Kürt gerçekliği karşısında hep ortak tavır alırlar. Faşist rejimin ‘tunç yasası’ denen olgu budur. Bu yasayı tanımayan hiçbir güce sistem içinde yaşama ve siyaset yapma hakkı tanınmaz.”

Erdoğan’ın, 2005’te Diyarbakır’da önce “Kürt sorunu bizim de sorunumuzdur” diyerek, Kürt halkının önemli desteğini arkasına aldıktan sonra, 2006’da çocuklar ve kadınları kapsamına alıp daha da geliştirilen TMK’yı sinsice çıkarmaktan çekinmediğini hatırlatan Öcalan, bu süreçte yaşananlara şöyle dikkat çekiyor:

“Çocukların ilk defa yaygın olarak tutuklanmaları, KCK operasyonları, hava saldırıları bu stratejinin gereğidir. Psikolojik savaşın her türlüsü, işbirlikçi bir Kürt sermayenin hem Güney hem de Kuzey Kürdistan’ın önemli kentlerinde çekim merkezi olarak oluşturulmaya çalışılması ve sahte Kürtçü sivil toplum örgütlerinin kuruluşu da bu yeni stratejiyle yakından ilgilidir. Buna işbirlikçi Kürt medyasını da eklemek gerekir. Spor ve sanatın birçok dalı da benzer stratejik amaçlarla kullanıma açılmıştır. Belki de en vahim uygulama, Hizbul-kontra yerine Kürt Haması’nın oluşturulması deneyimleridir. Dinci yayın ve örgütlenmelerin temel hedefi, son aşamada KCK’ye karşı kendi Kürtçü Hamas’ını kurup harekete geçirme ve başat kılmadır. Yeni dinci liseler ve Kuran kursları da bizzat açıklandığı gibi bu amaçla aceleyle tesis edilmektedir. Diyanet İşleri Başkanlığı tüm camileri kültürel tasfiyeciliğin hizmetine sokmuştur. Din tamamen politize edilip Kürt varlığının inkârında ve özgürlük mücadelesinin karalanmasında kullanılan bir araç durumuna indirgenmiştir.”

Nasıl ki, CHP’nin 1925-1940 döneminde Kürt direnmesi ve varlığının kanlı tasfiyeci ulus-devlet partisi olduğu gibi, 2000’li yıllardan itibaren AKP’nin de aynen ve daha da ağırlaştırılmış koşullar temelinde Kürt gerçekliğini ve Özgürlük Hareketi’ni tasfiye etmeyi amaçladığını ifade eden Öcalan, şöyle devam ediyor:

“AKP’nin 2002 yılının sonundan itibaren PKK içinde yürüttüğü tasfiye hareketi (ABD, Güney Kürdistan otoritesi ve PKK’li işbirlikçi tasfiyeci unsurlarla yürütülen tasfiye girişimi), 2006’dan beri diyalog adı altında DTP ve KCK’nin Avrupa temsilcileriyle sürdürülen ve bana kadar yansıyan görüşmeler, bazı devlet yetkililerinin iyi niyetine rağmen, aynı stratejinin duvarlarına çarparak boşa çıkarılmıştır. Açık ki, bu barış düşmanı tasfiyeci strateji terk edilmedikçe, yeni AKP hegemonyası altında özel savaş yoğunlaşarak devam edecektir. AKP ve dayandığı iç ve dış güçler barış konusunda stratejik bir yaklaşımı kamuoyuna açıkça deklere etmedikçe ve demokratik bir anayasa için bağlayıcı kararlar almadıkça, Kürt gerçekliğine ve Özgürlük Hareketi’ne yönelik sergilenecek her tutum, eylem ve söylem tasfiyecilikten öteye bir anlam ifade etmeyecektir.”

SON SEÇENEK DEVRİMCİ HALK SAVAŞI

Öcalan, sonuç olarak yeni hegemonik güç olan Yeşil Türk faşizminin öncülüğüne soyunan AKP’ye ilişkin şu tespitte bulunuyor:

“Türk hegemonik güçlerinin KCK’ye karşı tasfiyeci özel savaşının önümüzdeki dönemde stratejik, politik ve toplumsal açıdan önemi büyük olan gelişmelere yol açacağı kesindir. Stratejik barış kararı verilmezse, Kürdistan somutunda ve giderek komşu coğrafyalarda gelişecek olan en önemli bir olasılık da demokratik modernite perspektifli devrimci halk savaşının üst boyutlarda gelişimidir; öz savunma savaşıyla iç içe demokratik özerk yönetimlerin ekonomik, sosyal, kültürel, hukuksal ve diplomatik boyutlarda geliştirilmesidir.”

ANF/ Elif Yıldız-Mustafa Delen