13 Kasım 2012 Salı

İp Sallanmaya Görsün...

Cahit MERVAN

Türk başbakanı Tayyip Erdoğan ilk önce partisinin Kızılcahamam toplantısında, daha sonra Türkiye’den kilometrelerce uzak turistik Bali adasında ve en son Skorsky tipi helikopter de ölen askerlerin cenaze töreninin ardından idam ipini sallamaya başladı.

Türk başbakanı idam sehpası kurmak istiyor. Bir cellat başı gibi bu sehpada muhaliflerini sallamak istiyor. Ancak Erdoğan bir gerçeği unutuyor. Tarih bir cellat başı gibi ortaya çıkan giyotin ve idam sehpaları kuran ve daha sonra bizzat kendisi ‘kurban’ edilen kişilerle doludur.

Osmanlı tarihinde hiçbir padişah, sadrazam, vezir eceliyle şöyle ‘ağız tadıyla’ yatağında ölmedi. Öldürüldü. Ya zehirlendi, ya başı baltayla vuruldu, ya boğularak bir çuval içinde İstanbul boğazının serin ve derin sularına bırakıldı, ya da halkın gözleri önünde kurulan bir idam sehpasında can verdi. Hepsi bir öncekini infaz ederek iktidara yürüdü. Bir gün zehirli bir yiyeceğin, keskin bir balatanın ya da yağlı bir urganın kurbanı olacaklarını düşünmemişlerdi herhalde.

Osmanlı padişahları gibi Fransız Maximilien Robespierre de binlerce insanı giyotine gönderirken o yağlı, keskin bıçağın bir gün kendi boynuna da ineceğini hiç düşünmemişti. Robespierre mahkemeler aracılığıyla sayıları bugünde dahi tespit edilemeyen, kimi kaynaklara göre 40 bini bulan her meslek grubundan, kadın ve erkeklerin boynunu büyük bir soğukkanlılıkla giyotinde vurdurttu. Bunu sözde ‘terörün yükselişini’ önleme adı altında yaptı. Ancak giyotin o keskin bıçağını bir gün de onun için biledi. Ve 28 Temmuz 1794’te başını gövdesinden koparıp aldı.

Robespierre’den yaklaşık 140 yıl sonra Almanya’da Adolf Hitler peş peşe girdiği seçimlerde partisinin oyunu hızla artırdı. 1933 yılının Mart ayında Potsdam Garnizon Kilisesi'nde düzenlenen bir törenle başbakanlık görevini ‘üstlendi’, daha doğrusu gasp etti. Bu ‘muhteşem’ Nazi törenine Hitler frak giymiş halde katıldı. Dönemin Alman cumhurbaşkanı Von Hindenburg'a oldukça nazik davrandı. Belki o salonda olan hiç kimse bu Avusturya asıllı Alman’ın ve ekibinin çok hızlı bir şekilde tarihte eşi benzeri görülmemiş bir kıyım tezgahı kuracağını bilmiyordu. Tahmin bile edemezlerdi.

Hitler, Fransa’nın Robespierre’si gibi giyotin kurma işiyle zaman öldürecek değildi elbet. Öldüreceği, infaz edeceği insan sayısı milyonları bulduğu için tek tek, daha sonra toplu olarak kurşuna dizmekten vazgeçti. Gaz odaları kurdu. Yüz binlerce insanı gaz odalarında diri diri öldürdü. Ve Krematoryum fırınlarında yaktı.

Hitler’in can dostu, ülküdaşı ve müttefiki namı değer Duce Benito Mussolini ise, aynı tezgahı İtalya’da kurmuştu. İktidarının çöktüğü ve bir Alman subayının üniformasını giyerek İtalya’dan kaçmak istediği zaman, kurduğu faşist mahkemelerde idama mahkum ettiği insanların sayısını artık bilmiyordu. Dahası bir gün kendi hakkında da bir mahkemenin ölüm kararı alacağını hiç düşünmemişti. Çünkü o İtalya’nın ölümsüz ve sonsuza kadar yaşayacak olan biricik Duce’siydi.

Ama hayat acımasızdı. ‘Rüzgar eken fırtına biçer’ misali, o da ektiğini biçecekti. İkinci Dünya Savaşı sona doğru giderken diktatörlüğü çökmüş ve kendisi bir grup Partizan tarafından saklandığı saman yüklü bir arabanın içinde bulunmuştu. Hakkında ‘devrim mahkemesinin’ verdiği idam kararı orada uygulandı. Ve İtalya’yı titreten, idam sehpaları kuran Duce ibreti-alem olsun diye ayağından bir iple Milano meydanında asılarak teşhir edildi. İp bu kez gelip Mussolini’yi bulmuş ve onu ayaklarından Milano meydanında sallamıştı.

Cesedi ipte sallanan Mussolini’nin akıbeti en çok ülküdaşı Hitler’i ürkütmüş olsa gerek. Hitler ele geçmemek için, yargılanmamak, daha sonra bir ipte sallanmamak veya bir askeri birlik tarafından kurşuna dizilmemek için savaşın son saatlerinde, Berlin’de saklandığı ininde eşiyle birlikte intihar etti. Cesetleri ise birkaç asker tarafından yakıldı. Halbuki dünyanın en güçlü ‘führeri’ idi. Dudağının arasından çıkan her kelime yüzünü dahi görmediği, adını dahi bilmediği yüz binlerce, milyonlarca insanın kaderini değiştiriyordu. Bir söylentiye göre ayaklarından Kızıl Meydan’da ipte sallandırılmasın diye cesedinin yakılmasını kendisi istemişti. Her halde Hitler öldükten sonra da ipin onu rahat bırakmayacağını düşünüyordu.

Peki neredeyse Hitler’den Mussolini’den bir çeyrek yüz yıldan sonra sayısız idam sehpası kuran, infaz mangalarını harıl harıl çalıştıran, soykırımcı Saddam Hüseyin’in iple olan buluşmasına ne demeli? İdam kararı imzalamaktan, öldürmekten yorgun düşmüş Saddam’da, her halde bir gün iple bu kadar yakın bir kader paylaşacağını düşünmemişti. Çevresinden hiç kimse onun yağlı urganın boynuna dolandığını anlattığı bir rüyasını duymamıştı.

Ama oldu. Yağlı urgan onu da geldi buldu. Hem de daha önce onun emriyle başkalarını salladığı için, bu kez onu salladı. Saddam’da Robespierre’nin, Mussolini’nin, Hitler’in yazgısını paylaştı.

Cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte şimdi Ankara’nın başkent, Erdoğan’ın ise başbakan olduğu ülkede idam sehpaları sık sık kuruldu. İstiklal mahkemelerinin verdiği kararlar doğrultusunda muhalifler, Kürt liderler ve taraftarları topluca idam edildi. Cellatlar o kadar titiz çalışıyordu ki, Kürdistanlı lider Seyit Rıza’yı idam etmek için yaşını küçülttüler, oğlunun ise yaşını büyüttüler.

Devlet bu geleneğini bozmadı. Kendi başbakanını da ipte salladı. Daha sonra idam sehpası üç fidan için kuruldu. Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan için. Onlar korkusuzca davaları uğruna cellada iş bırakmadan sehpalarını devirdiler. Dönemin ‘balyoz’ lakaplı başbakanı Nihat Erim aradan dokuz yıl sonra bir deniz kulübünün kapısının önünde otomobilinden indiği sırada öldürüldü. Artık ‘erim erim eriyesin’ türküsüne gerek kalmamıştı.

12 Eylül 1980’de yönetime el koyan generaller de idam sehpasını kurmakta gecikmediler. Önlerine gelen kararnameleri imzaladılar. Erdal Eren tıpkı Seyit Riza’nın oğlu gibi yaşı küçük olmasına rağmen, büyütülerek idam edildi. Çünkü generaller ‘asmayalım da, besleyelim mi’ fikrine sıkı sıkıya bağlıydılar. İdam kararı alan generallerin bir kısmı tıpkı İstiklal mahkemelerini kuran Atatürk ve arkadaşları gibi onlarca, yüzlerce, binlerce hatta yüz binlerce insanın, farklı inanç ve etnik topluluğun, farklı dillerde ve inançlarda bedduasını ve lanetini alarak ‘ecelleriyle’ bu fani dünyayı terk ettiler. Kenan Evren ise halen yaşıyor. Adına yaşamak denirse eğer.

Şimdi bu lanetli yoldan Türk başbakanı Tayyip Erdoğan yürümek istiyor. Yürüyor da. İktidar hırsı gözlerini kör etmiş. Kalpsiz ve akılsız bir diktatöre dönüştürmüş onu. Rehin aldığı binlerce insanın ölümünü seyretmekten zevk alacak kadar da vicdansız bir diktatör. Kürtler için idam sehpaları kuracağını söylüyor. Bir zindancı başı gibi, bir cellat gibi ip elinde ha bire bir o tarafa, bir bu tarafa sallayıp duruyor. Bununla yükseleceğini, büyüyeceğini düşünüyor.

Halbuki tarih bu zindancı başlarının küçüldüğü, idama gidenlerin ise büyüdüğü anlarla yazılıyor.

Örneğin 14 Nisan 1925 sabahı Bitlis'te Kürt liderlerden Yusuf Ziya Paşa, Cibranlı Halit Bey, Teğmen Ali Rıza Bey, damadı Faik Bey ve Molla Abdurrahman ile birlikte idam edildiği zaman ‘ne mutlu benim gibi birisine sizin gibi alçaklara böylesine yüksek bir yerden bakıyorum’ diyecekti.

Veya TBMM 1. dönem Lazistan vekili Ziya Hurşit 1926 yılında 13 arkadaşıyla birlikte Atatürk’e suikast düzenlemekten idam sehpasına yürürken ‘beni o kadar yükseğe asın ki, beni asanlar ayaklarımın altında kalsın’ diyecekti.

Geçmişte idam sehpaları kuranlar lanetle anıldı. İdam edilenler ise rahmetle. Bu kural değişmedi. Bir şey daha değişmedi: Nasıl ki giyotin en çok onu kullanan Robespierre’nin boynunu vücudundan ayırdıysa, nasıl ki bir ip Mussolini’yi Milano meydanında ayağından salladıysa ve nasıl ki o yağlı urgan Saddam Hüseyin’i gelip bulduysa, zulüm zulmedenin yanında kar olarak kalmadı.

Bir gün, hatta öldükten sonrada onu gelip buldu. Çünkü ip sallanmaya görsün, kimin boynuna kimin ayağına takılacağı hiç ama hiç belli olmaz. 


ANF

Hiç yorum yok: