29 Kasım 2012 Perşembe

Benlisoy: AKP, Kürt-Arap Gerilimi Yaratmak İstiyor


Suriye'de yaşanan gelişmelere ilişkin ANF'nin sorularını yanıtlayan araştırmacı tarihçi Foti Benlisoy, AKP'nin bölgede Kürt-Arap geriliminin zeminini hazırladığına dikkat çekti.

Araştırmacı tarihçi Foti Benlisoy, Türkiye'nin Suriye'ye ilişkin tüm planlarının arkasında Kürt sorununun olduğunun altını çizdi, Güney Kürdistan tarzı travmatik deneyimi Batı Kürdistan'da yaşamak istemediğini belirtti. Benlisoy, "Dolayısıyla Türk hükümetinin Güney Kürdistan'a yönelik müdahalesine de Batı Kürdistan'a yönelik müdahalesine de karşı çıkmadan onun Suriye meselesine yönelik angajmanına karşı çıkmanın anlamı yok" dedi.

AKP'nin Kürt-Arap geriliminin zeminini hazırladığına dikkat çeken Benlisoy, Suriye'deki siyasal ve askeri çatışmanın giderek mezhebi bir karakter kazanmasının yanında bir etnik karakter kazanmasının, ayaklanmanın kendi kendini bacağından vurması anlamına geleceğini söyledi, "Çünkü Esad rejiminin dağıtılıp daha demokratik bir rejim yaratılabilmesinin tek koşulu Suriye'de Kürtlerin demokratik siyasal özlemlerini tatmin edebilen siyasal bir form tarif edilmesi" dedi.

Araştırmacı yazar Foti Benlisoy, Suriye ve Batı Kürdistan'da yaşanan gelişmelere ilişkin olarak ANF'nin sorularını yanıtladı.

Libya'da 8 ayda iktidar düştü. Suriye için de ilk beklenti buydu. Ancak böyle olmadı. Suriye'de hesaplar tutmadı mı?

Suriye meselesine fazlasıyla Libya merkezli bakılıyor. Baştan beri Libya kıyası hakim oldu.

Bu bakış doğru değil mi?
Pek doğru değil. Libya'da başka dinamikler söz konusuydu. Örneğin, emperyalist merkezler tarafından Libya petrolünün çok önemli olması nedeniyle, bugün Suriye'de yaşanan uzun süreli istikrarsızlık orada göze alınamazdı. Bir başka özellik Arap devrimci süreci içinde Libya, emperyalist aktörlerin süreci kontrol edemediği bir dönemden çıkışın da işaretiydi. Emperyalist aktörlerin, Libya'daki ayaklanmayı çalması, yani oradaki halk hareketini kendi kontrolüne alması sadece Libya'ya değil, bütün Arap devrimci sürecine ilişkin bir müdahaleydi.

Suriye’de ise baştan itibaren emperyalist aktörlerin uluslararası askeri müdahale seçeneğini masaya koymadı, böylesi bir yönelim söz konusu olmadı.

YEMEN FORMÜLÜ ARANACAK

Neden?

Esad rejiminin Libya’nın tersine ABD ile ilişkileri iyi değildi. Libya'da Kaddafi rejimi, 2000 yıllardan itibaren ABD, İngiltere ve Fransa ile herhangi bir sorun yaşamayan bir rejimdi. Esad rejimi böyle değil; ancak buna rağmen askeri müdahale seçeneğinin açıkça gündeme gelmediğini görüyoruz. Bu Suriye'nin bölgedeki özgün konumuyla ilgili. Suriye'ye yönelik askeri bir müdahalenin yaratacağı bölgesel deprem emperyalist aktörler açısından ürkütücü. Özellikle ABD Suriye’ye açıktan bir askeri müdahalenin askeri, siyasi ve ekonomik maliyetini kaldırabilecek durumda değil. Ortada Libya’daki gibi petrol akışının devamlılığını garantiye almak gibi bir aciliyet de yok. İkincisi, Suriye'de Esad sonrasına dair garantiler yok. Suriye kapalı bir kutu.

Mesala Mısır'da Mübarek devrilmeden önce aşağı yukarı hangi politik aktörlerin güçlü olduğunu, Mübarek devrilirse eğer, hangi politik aktörlerin öne çıkabileceğini öngörmek belki mümkündü. Suriye'de ise böyle bir açıklık yok. Suriye'de şimdi devasa bir hareketlilik görüyoruz, yeni toplumsal ve siyasal akımlar ortaya çıkıyor. Yani emperyalist aktörler açısından ciddi bir belirsizlik söz konusu.

İsrail'in Suriye rejimiyle sürekli bir ihtilafı olmasına rağmen, Suriye onun için kestirilebilir, hatta 'güvenilir' bir rakipti. Şimdi oluşmakta olan siyasal, sosyal, askeri istikrarsızlık İsrail açısından dahi kaygı verici. Dolayısıyla bir açık müdahale seçeneği yok ortada. Bence emperyalist aktörlerin temel stratejik yönelimi, hem Beşar Esad rejiminin yorulması, yıpranması hem de onun karşısında oluşmuş muhalefetin yorulması yıpranması. Bunun sonucunda emperyalist aktörler bir tür aracı konumunda ortaya çıkarak, Yemen'de olduğu gibi diktatörün çekildiği ama diktatörlük kurumlarının mümkün mertebe ayakta kaldığı bir uzlaşı formülü uygulamaktı.

Emperyalist aktörler bu plana yakın mı?

Bir bakıma evet. Suriye’de tarafların yıprandığı, güçsüzleştiği bir hal var. Ancak emperyalistler açısından mevcut durum kontrolden çıkabilecek bir hal de alabilir. Hillary Clinton'un son açıklamasındaki, "Suriye Ulusal Konseyi, içerdeki muhalefeti ne kadar kapsıyor?" sorusu, onların tasavvurlarının, alanda cereyan eden mücadeleler açısından geçerli olmadığını ortaya koyuyor. Doha'da oluşturulan çatı örgütünün ne kadar kapsayıcı olacağı tartışmalı. Bizde Suriye'deki çeşitli muhalif grupların emperyalizmin bir piyonu olduğu düşüncesi hakim. Ancak Clinton'un açıklaması bir dizi müdahalelerine rağmen ABD’nin dahi o çatışma içerisinde tasarımlarını tam olarak hayata geçiremediğini gösteriyor. Bunda Esad rejiminin beklenenden daha sert ve kararlı çıkmasının etkisi de var.

TÜRKİYE GÜNEY KÜRDİSTAN TRAVMASINI TEKRARLAMAK İSTEMİYOR

Suriye ile ilgili tartışmalarda Batı Kürdistan çok özgün bir yerde duruyor. Bir özerklik ilanı da söz konusu oldu. Türkiye bu gelişimin önüne geçmeye çalışıyor. Batı Kürdistan'ın gelişimi engellenmesine uygun bir siyasi konjonktür var mı?

Güney Kürdistan tarzı bir travmatik deneyimin Batı Kürdistan'da yaşanması kaygısı, Türkiye'nin baştan itibaren Suriye'deki gelişmelere bu kadar aktif bir şekilde katılmasını beraberinde getirdi. Bu yüzden de Türkiye, Suriye Ulusal Konseyi'nin oluşturulmasında Kürt demokratik taleplerinin mümkün mertebe yansıtılmamasına çalıştı. Suriye Ulusal Konseyi (SUK) içinde Müslüman Kardeşler etkiliydi. Türk hükümetinin, Suriye Müslüman Kardeşleri ile ayrıcalıklı bir ilişkisi var. Türkiye'nin Suriye'de arkasında durduğu temel politik aktör, Müslüman Kardeşler. Bu nedenle Kürt muhalefetini SUK’a entegre etmek Türkiye açısından önemliydi. Fakat, Kürt muhalefetinin, Türkiye'nin denetim altında tuttuğu yapıya monte edilemediğini gördük. Suriye'deki Kürt muhalefeti derken, sadece PYD'den bahsetmiyorum, Kürt Ulusal Konseyi'ndeki tüm Kürt siyasal partilerinden bahsediyorum.

Türkiye'nin alternatifleri var elbette. Özellikle PYD'nin, Batı Kürdistan'da etkin olmaya başlaması, Türkiye'nin farklı stratejileri devreye sokmasını beraberinde getiriyor. Örneğin, Esad'ın PYD ve PKK ile gizli bir anlaşma yaptığı söylemi, sadece iç tüketime dönük bir söylem değil. Aynı zamanda Suriye'deki çatışmada da Türkiye'nin öne sürdüğü bir argüman. Türkiye, Suriye'deki değişik muhalif siyasal akımlarla görüşürken, onları kendi denetimi altına almaya çalışırken, aynı zamanda onlarla PYD ve Kürt muhalefeti arasındaki açıyı daha da büyütmeye çalışıyor. Bunu yaparken, bu söylemi onlar üzerinde de yeniden üretmeye çalışıyor. Bunda, yani Arap muhalefetinde PYD’ye dair şüphe oluşturmakta etkili olduğunu görüyoruz.

Üzerinde daha önce çok durmadığımız bir başka faktör de şu: Türkiye'nin Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) üzerinden Kürt bölgesindeki gelişmeleri tayin etmeye girişmesi. Türkiye'de ÖSO'nun emir-komuta zinciri içinde merkezi bir yapısının olduğu yönünde bir hayal var. Oysa ÖSO farklı siyasal yönelimleri olan yerel askeri birimlerden oluşan heterojen bir yapı.

SELEFİ/İSLAMİ DALGA YÜKSELİYOR

Bunun anlamı ne? Ne önemi var?

Değişik siyasal aktörlerin bu yerel ve parçalı silahlı birimleri kendi yedeklerine alma ihtimalini daha da kuvvetlendiriyor. Türkiye'nin kendine yakın bulduğu, lojistik destek sağladığı ya da finanse ettiği silahlı birimler aracılığıyla –bunlardan kimisi ÖSO etiketini kullanıyor, kimisi kullanmıyor- bir takım provokasyonlara giriştiği ortada. Haseki vilayetindeki bir dizi çatışmayı buna bağlamak gerekiyor. Türkiye bölgede bir Kürt-Arap geriliminin zeminini oluşturmaya çalışıyor adeta. Bu çok tehlikeli bir şey. Suriye'deki ayaklanmanın karşı karşıya olduğu en büyük sorun, dış aktörlerin, ayaklanmayı, kendi jeostratejik çıkarları doğrultusunda esir alması ve kullanmaya çalışması. Bu nasıl sonuçlar yaratıyor? Örneğin Katar ve Suudi Arabistan, kendilerine yakın silahlı grupları desteklerken, Suriye'deki halk hareketi içindeki İslami güçlerin gücünü artırıyor. Bu da Suriye'de son dönemde güçlendiği görülen Selefi/İslami dalgayı yaratıyor.

Suriye'de İslamcılığın güçlenmesi ne anlama geliyor?

Bu, ayaklanmanın başında neredeyse hiç olmayan mezhebi bir söylemin, halk hareketi içinde yaygınlaşması demek. Ayaklanmanın başında, hiçbir zaman mezhep ayrımlarının halk hareketi içinde ifade edilmediğini görüyoruz. Edildiği durumda bile çok sınırlıydı. Beşar Esad rejimi daha çok bu ayrımlara sarıldı. Yakın dönemde ise Katar ve Suudi Arabistan'ın finansal, siyasal, diplomatik manevralarıyla birlikte Suriye'deki muhalif hareket içindeki siyasal çatışmayı, mezhepsel terimlerle okuyan - örneğin şöyle: Nusayri-Safevi diktasına karşı Sünni ezilen halk adına cihat yapıyoruz- bir söylem yaygınlaştırılıyor.

Türkiye bu durumda nasıl bir pozisyon alıyor?

Türkiye de buna simetrik bir şey yapıyor. Müslüman Kardeşler ile özel ilişkisi dolayısıyla daha “ılımlı” İslami söylemi zaten yaygınlaştırıyor. Ama aynı zamanda bir Kürt-Arap geriliminin de zeminini yaratıyor.

KÜRTLER BAASÇI REJİMİN EN BÜYÜK KURBANLARI

Böyle bir gerilimin tarihsel gerilimi var. Güncel olarak, Kürt-Arap gerilimi planı tutar mı?

Dediğin gibi tarihsel olarak zemin var. 1960'larda yapılan nüfus sayımı ile yaklaşık 100-120 bin Kürt'ün vatandaşlık hakkından mahrum bırakılması, kamusal hayatta yer alamaması, dillerini kullanamaması, Araplaştırma politikaları sonucunda sürgüne maruz kalmaları, gayrimenkul alıp satamamaları... Bunlara karşı kendisini Arap milliyetçisi olarak tanımlayan bir rejim var.

Bunun yanında, muhalefet dediğimiz siyasal akımların önemli bir oranda kalkış noktası da bir tür Arap milliyetçiliği. Kürtlerin bireysel kimliklerini tanımaya dönük bir söylem varsa da, Kürt ulusal özlemlerinin, kendi kendini yönetme arzusunun, kolektif düzeyde kültürel hakların tanınmasının söz konusu olmadığını görüyoruz muhalefette de. Dolayısıyla da PYD'nin ya da Kürt Konseyi'ni oluşturan Kürt siyasal partilerinin muhalefetle de arasındaki soğukluğun temel kaynağı, muhalefetin de bu Arap milliyetçiliği geleneğini şu ya da bu biçimde benimsemiş olması. Bu yüzden de Kürt muhalif yapılarının, Suriye muhalefetine entegrasyonu söz konusu olamadı.

Ama şunu abartmamak gerekiyor. Türkiye'de özellikle AKP'nin öne sürdüğü gibi Kürtler eşit mesafe de almıyor. Kürtler Baasçı Esad rejiminin en büyük kurbanlarından biri. Onlar zaten sistematik olarak uzun yıllar boyunca Esad rejiminin muhalifi olarak kaldılar. 2004 Qamışlo Katliamı hatırlardadır. Dolayısıyla Esad rejiminin dağılmasından en çok sevinç duyacak topluluk Kürtlerdir. Kürtlerin tereddüdü, yeni oluşacak Suriye'de kendi ulusal taleplerinin karşılanıp karşılanmayacağı meselesi.

Bu sorunun şu an için yanıtı yok değil mi?

Yok. SUK'un bir önceki başkanı Kürt'tü. Demin bahsettiğim soğukluğu bertaraf etmeye dönük kimi girişimler oldu ama ara kapanmış değil. Hatta Serêkaniyê'deki çatışmalarda gördüğümüz değişik silahlı gruplar arasında PYD'nin Esad rejimi ile işbirliği yaptığı algısı da pekişmiş gözüküyor. Bu Türkiye kanalının yaygınlaştırdığı bir algı aynı zamanda. Bu mesafe daha da mı açılır, yoksa kapanır mı, onu göreceğiz. Burada Türkiye'nin tavrı çok kritik. Siyasal ve askeri çatışmanın giderek mezhebi bir karakter kazanmasının yanında bir etnik karakter kazanması, Kürtlere karşı değilse bile Kürtleri dışlar hale gelmesi, aslında ayaklanmanın kendi kendisini bacağından vurması olacaktır. Çünkü Esad rejiminin dağıtılıp daha demokratik bir rejim yaratılabilmesinin tek koşulu Suriye'de Kürtlerin demokratik siyasal özlemlerini tatmin edebilen siyasal bir form tarif edilmesi. Bu yapılamadığı takdirde, Beşar Esad rejimi yerine başka bir rejim gelecektir, o rejim de Kürtler açısından pek farklı olmayacaktır.

DİĞER HALKLARLA BERABER KALICI BARIŞ KOŞULLARI OLUŞTURULMALI

Esad rejimi devam ettiği ya da değiştiği durumda -bugünkü muhalefet yapısına bakıldığında- ilk hesaplaşacakları yerin Batı Kürdistan olduğunu düşünüyorum.

Olabilir. Bugün Irak'ta yaşadığımız sürece bakalım. Maliki rejimi ile Irak bir toparlanma yaşadı. Adeta bu derlenmenin doğal bir yan ürünü olarak Irak hükümeti ile Güney Kürdistan yönetimi arasında ciddi bir gerilim yaşanmakta. Dolayısıyla Kürtlerin kendi demokratik sosyal ve siyasal taleplerini bölgede gerçekleştirmesinin yolu oradaki diğer halklarla kalıcı barışın koşullarını oluşturabilmek.

Kürt tarafının niyeti böyle mi? Diğer halkları sürece kattıklarını düşünüyor musunuz?

Kürt tarafı da çok çeşitli. Arap kamuoyunda, Kürtlerin Irak’ta ABD işgalinin bir aktörü olarak değerlendirildiğini unutmamak gerekiyor. Maliki de bu algı üzerine giderek, Kürt düşmanlığına oynayarak, Şii ve Sünni toplulukları Arap milliyetçiliği aracılığıyla birleştirmeyi öngörüyor. Dolayısıyla bu gerilimin arkasında böyle bir tarihsellik de var.

Unutmayalım bölgenin tarihinde benzer durumların çok örneği vardır. Siyasal rejimin şu ya da bu nedenle çözüldüğü ya da zayıfladığı koşullarda Kürtlerin kendi kendilerini yönettiği yapılar kısa süre için oluşmuştur. Ama söz konusu devletler kendini toparladığı andan itibaren bunların, dediğin gibi, ilk vurduğu da Kürtler olmuştur. Dolayısıyla ulusal özlemlerin karşılık bulduğu kalıcı bir barışı inşa edebilmek konjonktürel başarıların ötesinde bir şey gerektiriyor. Suriye'deki Kürtlerin siyasal kazanımlarının kalıcı olabilmesi Suriye'nin daha demokratik, özgür olabilmesiyle mümkün. Böyle bir Suriye için farklı unsurları kapsayan demokratik bir çerçevenin tarif edilebilmesi gerek.

Suriye'den Türkiye'ye gelelim. Suriye'ye yönelik emperyalist müdahalelere karşı çeşitli eylemler yapıldı. Bu eylemlerde Batı Kürdistan'a yönelik Türk devletinin müdahaleleri söz konusu olmadı. Neden böyle?

Umarım bir tercih değildir. Tercih değilse şu demektir: AKP iktidarına karşı çeşitli tepkiler söz konusu. Bu tepkilerle kolaycı bir ittifak aranıyor olabilir. Kürt meselesini görmeden Suriye politikalarına itiraz ederek CHP tipi itirazla çok rahat bir araya gelinebilir. Herhangi bir pürüz olmaz. Muharrem İnce'nin Meclis'te yaptığı konuşma vardı, Güney Kürdistan'a yapılan müdahaleyi meşrulaştıran tezkere için "ne güzeldi" diyordu. Yeni tezkereye ise karşı çıkıyordu. Bu söyleme teslim oluruz savaş karşıtı hareket olarak. Oysa bizim sürekli iki tezkerinin söz konusu olduğunu vurgulamamız gerek.

Türkiye'nin Suriye'ye ilişkin müdahale, mahipülasyon ya da angajmanının arkasında hep Kürt meselesi var. Dolayısıyla Türk hükümetinin Güney Kürdistan'a yönelik müdahalesine de Batı Kürdistan'a yönelik müdahalesine de karşı çıkmadan onun Suriye meselesine yönelik angajmanına karşı çıkmanın anlamı yok.

Belli ki Türkiye'de çok geniş bir kesimde, Suriye'ye yönelik askeri maceraya karşı tepki var. Büyük ihtimalle, AKP'ye oy vermiş birçok insanın da paylaştığı bir kaygı bu. Dolayısıyla, Suriye ile doğal olarak birbirine bağlı Kürt meselesini birbirine iliştirmek, muhalefeti buradan örmek, bize ek bir enerji de sağlayacaktır. Kürt meselesinde de barışı talep edebilmek için oradan bir kanal açacaktır. Kürt meselesinde Türkiye Cumhuriyeti’nin yürüttüğü savaşa karşı tepkileri çoğaltmak için Suriye’deki savaş politikasının, aslında buradaki savaş politikasının bir uzantısı ve devamı olduğunu savunmak bizim açımızdan faydalı olacaktır. Yani sonuçta bugüne kadar çoğu kez yapılanın tam tersini yapmak gerekir. Bunu yaparsak, yani Suriye konusuyla Kürt meselesini ne kadar ilişkilendirirsek, Kürt halkının taleplerini karşılayan bir barışı savunmak açısından daha olumlu bir konumda olacağımızı düşünüyorum.

AKP'NİN SURİYE POLİTİKASI ABD DAYATMASINDAN İBARET DEĞİL

Güncel politikaya bakarak soruma yanıt verdin... Sol, sosyalist hareketin genetik kodlarındaki Kemalizm'le hesaplaşmanın etkisi nedir bu tutumda?

Daha derinde bulunan nedenler var tabi... Suriye eylemlerinde temel slogan, "Katil ABD, Ortadoğu'dan defol". Sanki AKP’nin Suriye politikası ABD’nin bir dayatmasından ibaret. Esas itibariyle kendi hükümetini, kendi hükümetinin dış politika tercihini çok da odağına almayan bir söylem. Aslında Suriye meselesinde solun politik hedefi Türkiye sermayesi, onun kolektif aklı olarak Türkiye devleti değil. ABD ve ABD'nin piyonları ya da ajanları olarak gördüğü yerel elemanlar, taşeronlar sadece. Türkiye sosyalist hareketin emperyalizmi nasıl algıladığı, kapitalizmin gelişimini nasıl anladığıyla alakalı bir durum bu. Tabi ki, bahsettiğin milli girdi, milliyetçi girdiyle de alakalı. Sosyalizm derken azımsanmayacak bir bölümümüzün antikapitalist boyutu olmayan, bağımsızlık çerçevesine sıkıştırılmış bir “sosyalizmi” kastetmemizle de alakalı. Sosyalist hareket içinde bu kadar bağımsızlık, bu kadar yurtseverlik vurgusu, antikapitalizmden arındırılmış antiemperyalist vurgu oldukça Kürt meselesi ile barışması çok zor olacaktır. Önemli bir bölümü yurtseverlik diliyle konuşan Türkiye sosyalist hareketi neoliberalizmin ve savaşın ikili basıncı altında ezilmiş Kürt halkına ne kadar değebilir ki.

MESELE SADECE İDEOLOJİK VE KÜLTÜREL SÖYLEM DEĞİL

Son olarak, "yeni osmanlıcılık" konusunu konuşmak istiyorum. Türkiye dış politikasında "yeni osmanlıcılık" tutar mı?


Mesele keşke bir ideolojik ya da kültürel söylem olarak Osmanlı emperyal nostaljisiyle sınırlı olsa. “Osmanlıcılık” söyleminin ardındaki daha temel dinamiklere bakalım: ABD'nin bölgedeki gücü, 2000'li yılların başındaki gücü değil. Bu yüzden ABD bir takım, alt emperyal aktörler aracılığıyla hareket ediyor, onların politik hamlelerini daha fazla gözetmek zorunda kalıyor. Mesela bu yüzden daha fazla Katar ismini duyuyoruz. Irak'ı işgal ederken, Katar ismini bu kadar çok duymuyorduk. ABD politikaları paralelinde hareket eden bölgesel aktörlerin, hareket sahasının arttığı bir dönem bu. Türkiye de bir altemperyal aktör olarak bu sahadan istifade etmek istiyor. Davutoğlu'nun diliyle söylersek, "bir oyun kurucu aktör" ya da bölge gücü olarak devreye girmek istiyor. Dolayısıyla bölge gücü olarak temayüz etmek arzusundaki Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye gibi aktörler arasında işbirliği olduğu kadar rekabet de söz konusu oluyor. Türkiye'nin aktifleşen dış politika tercihleri arkasında böyle bir dinamik de var.

Bir başka husus, Türk sermayesinin, eski Osmanlı coğrafyasını oluşturduğu söylenen topraklarda, hatta daha ötesinde Orta Asya'da etkin bir aktör olmasının adımları Özal döneminde atıldı. Güney Kürdistan meselesini Türk sermayesinden bağımsız tartışmamız mümkün değil. Türkiye sermayesi Güney Kürdistan'ın yeniden inşaası sürecinde etkin bir rol aldı. Barzani'nin AKP kongresinde konuşma yapması Erdoğan'a kişisel sempatisinden kaynaklanan bir şey değil. Türkiye ile Güney Kürdistan arasında oluşan çok ciddi iktisadi bağlar söz konusu. AKP hükümeti Barzani yönetimini mutlak anlamda kontrol edemez ancak üzerinde basınç oluşturacak ciddi bir iktisadi nüfuza sahip. Türk sermayesi daha geniş bölgede, Suriye'de örneğin çok etkin bir aktör haline gelmişti. Mısır ve Libya'da buna dahil.

Yani AKP'nin dış politikasının zeminini oluşturan daha yapısal dinamiklerden bahsederken, ABD'nin son 10 yıl içinde bölgedeki gücünün gerilemesi ve Türk sermayesinin daha aktif hale gelmesine bakmak gerekiyor.

Bu Türk dış politikasını bölgede daha etkin bir rol almaya doğru itiyor. Osmanlı meselesi bunun sosu. AKP, İslamcı bir kökenden geldiği, milliyetçi-muhafazakar olduğu için böylesi bir dış politika uygulamıyor. İdeolojik tercihler dolayısıyla ortaya çıkmış bir dış politika yönelimi değil bu. Elbette etkisi vardır ideolojik tercihlerin. Ancak, az önce de bahsettiğim gibi daha yapısal, temel dinamikler söz konusu.


ANF

Hiç yorum yok: