17 Eylül 2012 Pazartesi

Karayılan: Kendinize Güveniyorsanız Hodri Meydan!

Behdinan - KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan, AKP’nin sözde anketlerle gerçeği ters yüz etmek istediğini belirterek referandum çağrısı yaptı: “Kendinize güveniyorsanız, buyurun uluslar arası kuruluşların gözetiminde referandum yapalım. Halka demokratik özerkliği isteyip istemediğini soralım, hodri meydan!”

KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan gündemdeki konulara ilişkin ANF’nin sorularını yanıtladı.

Karayılan, PKK lideri Abdullah Öcalan’dan haber alınamamasının ciddi bir kaygı yarattığını belirterek, “Bu tarz bir yaklaşım çok riskli ve tehlikelidir. Herhangi bir durumun gelişmesi halinde sorumluluk tamamen kendilerine aittir” diye uyardı.

Türk ordusunun kapsamlı bir operasyon hazırlığı içinde bulunduğuna dikkat çeken Karayılan, bu yöntemlerin sonuçsuzluğuna işaret etti. Olası bir sınırötesi operasyon konusunda Karayılan, “Türk ordusu artık Kürdistan’da istediği yere giremez. Bu ilerleyişi durduramazlar” dedi.

Türkiye Başbakanı Erdoğan’ın vekillere Kandil yolunu göstermesine ilişkin de, “Başbakan bu sözü aslında gençliğe söylemiştir. Kürt gençliği “Vekiller Değil, Gençler Kandil’e!” diyerek Başbakan’a gereken cevabı vermelidir” ifadesini kullandı.

Karayılan, Kürt parlamenterlerin Meclisten atılması durumunda HPG’nin de Kürdistan’da AKP’nin tüm siyasetçi ve parlamenterlerini tutuklama hakkının doğacağı uyarısında bulundu.

Sayın Öcalan üzerindeki ağırlaştırılmış tecrit işkencesinin 14. ayına girdiği bugünlerde ‘Öcalan’a Özgürlük İnisiyatifi’ tarafından Öcalan’ın özgürlüğü için bir imza kampanyası başlatıldı. Aralarında dünyaca ünlü yazar, düşünür ve bilim insanlarının da bulunduğu kalabalık bir çağrıcı grubun başlattığı girişimi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu sorunuza yanıt vermeden önce dün (önceki gün) akşam üzücü bir olay yaşanmış. BDP milletvekili Sayın Sırrı Sakık’ın oğlu Sidar’ın, 5 katlı bir binadan atlayarak yaşamını sona erdirdiğini öğrendim. Başta Sırrı Sakık olmak üzere tüm aile fertlerine başsağlığı diliyor, üzüntülerini paylaştığımızı ifade etmek istiyorum.

Sorunuza gelince; öncelikle Abdullah Öcalan’a Özgürlük İnisiyatifi tarafından uluslararası düzeyde başlatılan imza kampanyasını ve yine Strasbourg’taki nöbet eylemini selamlıyorum.

Önder Apo Türkiye’de herhangi bir tutuklu veya hükümlü değildir. Önder Apo, Kürdistan halkının halk olmaktan kaynaklı doğal hakları için özgürlük mücadelesinin önderliğini yapan, kapitalist moderniteye karşı demokratik modernite paradigmasını geliştiren ve çağı çözümleyen bir liderdir. Evrensel hukuk kuralları çiğnenerek uluslararası bir komployla kaçırılarak Türkiye’ye teslim edilmiştir. Dolayısıyla uluslararası bir saldırı sonucu esir alınan bir liderliktir. Aynı zamanda bölgesel ve uluslararası bir niteliği de bulunan Kürt sorununda düğümü çözmek için uluslararası kamuoyunun desteğine de ihtiyaç vardır. Bu açıdan Abdullah Öcalan’a Özgürlük İnisiyatifi’nin başlattığı uluslararası kampanya çok önemlidir.

‘ÖNDER APO’NUN ÖZGÜRLÜĞE KAVUŞMASININ ZAMANI GELDİ’

Yurt dışındaki tüm Kürdistanlılar ile insan haklarından, demokrasiden, eşitlik ve özgürlükten yana olan Kürt halkının dostlarının bu kampanyanın başarısı için ciddi çaba göstermeleri gerekmektedir. Latin Amerika, Afrika, Asya ve dünyanın daha birçok bölgesinde başlatılmış bulunan bu kampanyaya katkı gösterecek tüm değerli dostlara ve barışsever çevrelere şimdiden teşekkürlerimi iletiyorum. Artık Önder Apo’nun özgürlüğüne ve Kürt halkının da yeryüzündeki diğer halklar gibi haklarına kavuşmasının zamanı gelmiştir. Hem çağımızın yükselen değerleri hem de soykırım kıskacındaki Kürt halkının sömürgeci zulüm politikalarına ve her türlü asimilasyona karşı yükselttiği direniş mücadelesinin vardığı aşama bu günün artık gelmiş olduğunu ortaya koymaktadır. Bu açıdan başlatılan bu kampanya çok doğru ve çok yerinde bir kampanya olduğu kadar, çok isabetli bir zamanda başlatılmış olmaktadır. Umarım önemli başarılar ve sonuçlar ortaya çıkaracaktır.

Önder Apo üzerinde 416 günden bu yana ağır bir tecrit ve psikolojik işkence sistemi uygulanmaktadır. Bunun hiçbir ahlaki ve hukuki temeli yoktur. Bu tamamen TC Başbakanı Tayyip Erdoğan’ın talimatıyla uygulanan keyfi bir idari durumdur. Etikten uzak, onurlu bir devlet duruşuyla alakası olmayan, kirli yöntemlerle sonuç almayı isteyen çirkin bir tutumdur. Halklar gerçeğini ve insan iradesini hiçe sayan AKP yönetimi, çirkin yöntemlerle amacına ulaşmayı hedeflemekte, Önder Apo üzerinde baskı oluşturma ve iradesini kırmaya dönük bir uygulamadır. AKP devleti Önderliğimizin hareketimizle ve toplumla ilişkisini keserek sürdürdüğü bu keyfi uygulamayla birlikte topyekün bir savaş yürüterek sonuç almayı önüne koymuş bulunmaktadır. Sözüm ona bu uygulamayla hareketin komuta kontrol merkezini işlevsiz ve perspektifsiz kılmayı hedeflemektedir. Bu çok yanlış bir tespittir. Çünkü kırk yıla yakın bir tecrübeye sahip olan bu hareketin perspektifsiz kalma gibi bir durumu söz konusu olmaz. Hem PKK hareketinin hem de Kürt siyasetinin göstermiş olduğu performans bunun açık göstergesidir.

AKP hükümeti bu uygulamalarla uluslararası savaş ilkelerini de çiğnemiş olmuyor mu?

Evet. Savaşın da bir ahlakı ve dayandığı etik ilkeleri olmak zorundadır. Hiçbir kaide-kural tanımayan, pervasızca yürütülen bir savaş, insanlıktan çıkma olacağı gibi hiç kimseye de bir yararı olmayacaktır. Haysiyetli hiçbir güç, karşı taraftan esir aldığı kişilere böyle yaklaşamaz. Hele hele bir liderliğe!.. Bizim de Türk tarafından almış olduğumuz esirler vardır. Biz öyle yaklaşmıyoruz. Biz nasıl yaşıyorsak onlar da öyle yaşıyor. Ama AKP devletinin bu zihniyeti İmralı’daki mevcut durumu yaratmıştır. Özellikle 6 aydan bu yana Önderliğimizden ve yanındaki 5 arkadaştan hiçbir bilgi alınamamaktadır. Bu bizlerde ve toplumumuzda ciddi kaygılara yol açan bir durumdur.

Açık ki bu durumun yaratacağı her tülü sonuçtan doğrudan Başbakan ile AKP hükümeti sorumlu olacaktır. Nasıl böyle uzun bir süre ilişkisizlik içinde bırakılıyor, anlayamadım. Bu tarz bir yaklaşım çok riskli ve tehlikelidir. Herhangi bir durumun gelişmesi halinde sorumluluk tamamen kendilerine aittir. Önderliğimizin bu biçimde tecrit içinde tutulması bir risktir. Yani devlet için de bir risktir. Bu durumda yaşanacak doğal bir durumda bile Başbakan sorumlu olacaktır. Bu nedenle hiçbir savaş hukukunda ve etiğinde yeri bulunmayan bu ağır tecrit koşullarına son verilmelidir. Bunun için Önder Apo’nun avukatları ile görüş yapması için ileri sürdüğü şartların gerekleri yerine getirilmelidir. AKP hükümeti, uluslararası kurumlara, “biz tecrit uygulamıyoruz, kendisi görüşmek istemiyor” diyerek sorumluluktan kaçma taktiğini uyguluyor. Halbuki Önder Apo Türk devletinin ulusal ve uluslararası hukuka uymasını istemekte, bunun için avukatların bırakılması, avukatlık mesleklerinden dolayı yakalanmayacaklarına dair güvence verilmesi ve görüşmelerin açıkça dinlenilmesinin, kayıt altına alınmasının kaldırılmasını istemektedir. Bu, Türk devletine, “ulusal ve uluslararası hukuka uymalısınız” anlamına gelmektedir. Buna uymayıp tamamen hukuksuz bir biçimde keyfi uygulamalarla hiçleştirici tutumlara prim verilmeyeceği açıktır.

AKP TÜRKİYE’NİN BİRLİĞİNİ DİNAMİTLİYOR

AKP mevcut politikalarıyla sonuç alabilecek bir zemin yaratabilir mi?

Topyekûn bir savaşla her şeyi önüne katan ve özellikle savaş dışında -cezaevi ortamında bulunan Kürt Halk Önderliği ile tüm tutsaklara dönük geliştirilen bu faşizan ve insanlık dışı uygulamaların hiçbir sonuç vermeyeceği açıktır. Hatta bugün yürütülen savaş bu denli derinleşmiş bir şekilde gelişiyorsa AKP hükümetinin ve Erdoğan’ın İmralı’da uyguladığı politika ile Kürt siyasetine karşı geliştirilen soykırım siyasetinin belirgin bir rolünün olduğu ve hatta belirleyici olduğu çok açık ortadadır. Şunu da belirteyim ki eğer bugün hala Özgürlük Hareketi ve Kürt halkı Türkiye’nin birliği içerisinde bir çözüm arayışında ısrar ediyorsa bilinmeli ki bunun tek nedeni, Kürt siyasetinin Önder Apo’nun geliştirdiği ideolojik çözümleme ve perspektife dayalı olarak geliştirdiği siyasal zemindir.

Şimdi AKP, çok ciddi ve stratejik doku anlamına gelen bu her iki alana da yoğun bir biçimde yönelerek aslında hızla, Türkiye’nin birliğini dinamitleyen bir doğrultuya doğru gitmektedir. Ve açık ki, bu, Türkiye açısından çok ciddi tehlike arz eden bir siyasi anlayıştır. Neredeyse İttihat-Terakkici politikaların bir benzeri anlamına gelecek olan bu denli gözü kara, hiçbir toplumsal ve siyasal özelliği dikkate almayan, tek yönlü dayatma ve saldırılar kesinlikle derin yaralar açacak ve Türkiye’yi karanlıklara doğru sürükleyecektir.

‘KÜRT HALKI CEZAEVİ DİRENİŞİNİ SAHİPLENMELİ’


Geçtiğimiz günlerde cezaevindeki Kürt tutsaklar yaptıkları bir açıklama ile yeni bir direniş sürecini başlattıklarını ve bu çerçevede açlık grevi, görüşlere çıkmama, vb. bir dizi eylemselliği geliştireceklerini duyurdular. Bu eylemsellik sürecini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Evet. Cezaevindeki arkadaşların açıklamalarını biz de izledik. Geliştirdikleri tutum doğru, yerinde ve zamanında bir tutumdur. Ben cezaevinde direnişi başlatmış bulunan tüm arkadaşları selamlıyor, kendilerine başarılar diliyorum. Tüm halkımız cezaevinde gelişen ve her sahada yükselen bu direnişe daha güçlü sahip çıkmalı ve katılım göstermelidir. Özellikle tüm cezaevi yapısının İmralı’da devletin uyguladığı tecridi kendi kendilerine uygulayarak İmralı’yı genelleştirmeyi esas almaları daha uygun olur. Yani bugün nasıl ki İmralı’da bir tecrit var, o zaman tüm cezaevlerindeki arkadaş yapısının da devlet sisteminin işlettiği uygulamaları reddederek aynı İmralı sistemini tüm cezaevlerinde uygulaması da önemli bir eylem olacaktır. Devlet, Önderliğe böyle bir yaklaşım içerisindeyken diğer arkadaşlara farklı yaklaşımlar geliştirebilmektedir; dolayısıyla gücümüzü bölmekte ve parçalamaktadır. Buna karşı tüm cezaevleri tıpkı İmralı’daki sistem gibi bir vaziyet almalı, bir direniş geliştirmeli. Nitekim yapılan açıklama da sanırım bu çerçevededir. Bu şekliyle devlete, Önder Apo’ya dönük geliştirdiği uygulamaların kabul edilmediğini, protesto edildiğini daha güçlü göstermek imkan dahiline girmiş olacaktır. Arkadaşların da öngördüğü tarz herhalde bu çerçevededir. Bu açıdan doğru ve yerinde bir çıkış olmuştur. Kendilerini tekrardan selamlıyorum.

‘BİR HALKI TEKNOLOJİYLE ORTADAN KALDIRAMAZSINIZ’

Tüm bu saldırı ortamında AKP’nin dışarıdan, özellikle de Batı’dan aldığı desteği nasıl yorumlamak gerekiyor?


AKP devleti, bugün Batı’nın Ortadoğu üzerindeki amaçları doğrultusunda bir pozisyon alarak ve taşeronluğu kabul ederek Kürt politikasında rahat hareket etmenin olanaklarını sağlamış bulunmaktadır. AKP yöneticileri ABD’nin kendilerini desteklediğini, bu nedenle istedikleri tekniği verdiklerini, yine Avrupa’nın da aynı şekilde ses çıkarmadığını, o zaman diledikleri gibi Kürtleri hizaya çekebileceklerini zannediyor. Halbuki Kürtlerin bir özgücü ve direnişi vardır. Bu nedenle dış destekli olan bu politika sonuç vermeyecektir. Çünkü her şey ABD’de veya Avrupa’da bitmiyor; bir de Kürt halk gerçekliği vardır. Kimse tarihin derinliklerine dayanan bu gerçekliği uluslararası ittifaklarla ve gelişmiş teknolojiyle ortadan kaldıramaz. İşte AKP’nin anlayamadığı gerçeklik budur. Bunun dayandığı derin tarihsel ve toplumsal gerçekliği göz ardı etme vardır.

Dikkat edelim; bugün İmralı’da evrensel hukuku ayaklar altına alan insanlık dışı bir uygulama vardır. Avrupa ve ABD buna ses çıkarmamaktadırlar, halbuki sorumlulukları vardır. Hakeza KCK operasyonlarının bu kadar geliştirilmesi karşısında hiçbir tepki göstermemeleri de aynı biçimde bir ortaklığı işaret etmektedir. Yani bugün AKP, çeşitli Batılı devletlerin dileklerine göre hareket etmekte, bunun karşılığında onlar ise AKP’nin, Kürt Halk Önderliği’ne ve Kürt siyasetine karşı olan uygulamalarına karşı ses çıkarmamakta ve göz yummaktadırlar. AKP bundan yararlanarak bazı sonuçlar elde etmek istemektedir.

Bu konuda biz zaman zaman Avrupa’ya seslenirken, “bu çifte standartlı tutumu bırakın” diyoruz ama aslında çifte standartlı da değildir. Açıkça Türkiye’yi bu konuda destekleyen bir pozisyonu vardır. Yine ABD bölgede bir dizayn geliştirmek istemekte ama Kürt halkını göz ardı ederek, Kürtlerin bir kısmını iyi, bir kısmını kötü tanımlayarak; bu çerçevede bir kısmını yanına, bir kısmını ise karşısına alarak bunu yapamaz. Böyle bir siyaset Ortadoğu’da başarılı olmanın zeminini yakalayamaz. Dolayısıyla ilgili güçlerin bu politikadan vazgeçmeleri gerektiğini, ancak bölge gerçekliğine uygun politikalarla sonuç alabileceklerini vurgulamak istiyorum.

Biz haksızlıklara karşı hiçbir zaman boyun eğmeyeceğiz. Kürt halkı şimdi değil, tam 90 yıldır dışarıdan hiçbir destek almadan direnen bir halk olarak kendi özgücüyle bu direnişini bu düzeye getirmişse, başarıya da götürecektir. Bu gerçeğin herkes tarafından görülmesi büyük önem taşımaktadır. Gerçek olan şu ki, ortada haklı bir dava var; onların belirttiği gibi bir terör durumu yok, uygulanan soykırım politikalarına ve devlet terörüne karşı halkımızın savunma savaşı ve direnişi vardır.

Gelişen politik atmosfer içerisinde Türk Başbakanı’nın Kürt siyasetine dönük verdiği sert demeçler, onları baskılama politikaları, yine ‘ya meclis ya Kandil’ biçimindeki açıklamaları geçen haftanın en çok tartışılan konularındandı. Siz bu ortamı ve Başbakan’ın tutumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bütün bunlar, demin belirttiğim siyasal zihniyetin bir sonucu olarak herkesi bastırma, teslim almanın histerisiyle yapılmış saldırılardır. Açık ki Kürt siyasetini zorlamak istiyor. “Ya teslim ya da tasfiye olursunuz” demek istiyor. Bu, Kürt halkıyla Türkiye arasındaki köprüleri uçurma girişimidir. Tıpkı 1925’lerden sonra gelişen tümden bastırma, toplumun hiçbir siyasal, toplumsal özgünlüğünü dikkate almadan, tüm kesimleri sindirerek sonuç alma zihniyetinin bir tasavvurudur. Belki farklı üsluplarla ve farklı koşullarda gerçekleşiyor ama nihayetinde aynı kapıya çıkan bir tutumdur. Tümüyle Kürt siyasetini tasfiye etmeyi hedefleyen, “ya kendi gerçeğine ihanet edip benim gibi olacaksın, ya da karşımda olacaksın” diyen bir politikadır.

‘VEKİLLER DEĞİL GENÇLER KANDİL’E CEVABI VERİLMELİ’

Burada AKP’nin artık MHP’lileştiğini, Kürt politikasında AKP ile MHP arasında çok ciddi bir farkın olmadığını, Başbakan’ın bu son 2-3 ayda Kürt siyasetine ilişkin yaptığı açıklamaların hemen hemen tümünün arkasında MHP’nin de durduğunu, bunu resmen açıkladıklarını da herkes izliyor. Çünkü AKP, MHP’leşmiştir. Yani başlangıçtaki o liberal görünümü giderek aşılmış ve gerçek yüzü açığa çıkmıştır. Milliyetçi-ırkçı şiddet ve bastırmayla sonuç almayı önüne koyan bir siyasal duruş durumu söz konusudur. Devleti ele geçirdikçe, güçlendikçe daha fazla sertleşme ve daha fazla milliyetçileşme süreci bu biçimde gelişmiş ve bugün en katı, ırkçı, faşizan bir politika haline gelmiş bulunmaktadır.

Erdoğan, Kürt parlamenterlerine “dağa çıkın” demektedir. “Ya meclis ya Kandil”, yani “ya teslim olacaksınız, ya da Kandil’e gideceksiniz” demektedir. Ben de buradan tüm Kürt gençliğine şunu söylüyorum; Başbakan bu sözü aslında gençliğe söylemiştir; “Yüreğiniz varsa dağa çıkın” demektedir. Kürt siyasetinin dağa gelmesine gerek yok ama Kürt gençliği Başbakan’ın bu sözlerine karşılık dağa çıkarak cevap olmalıdır. “Vekiller Değil, Gençler Kandil’e!” diyerek Başbakan’a gereken cevabı vermek gerekmektedir. “Mademki dağa çıkılmasından çekinmiyorsun, o zaman biz çıkıyoruz” diyerek tutum almanın her yurtsever Kürt gencinin bir görevi olduğunu belirtmek istiyorum. Erdoğan’ın bu sözlerine karşılık Kürdistan gençliğini mücadeleye katılmaya, gerillaya katılmaya çağırıyorum.

Açık açık, “ben yargıyla konuştum, yargı gerekenleri yapacak, Meclis’e geldiğinde biz de gerekenleri yapacağız” diyerek nasıl bir ‘demokratik sistemin’ işlediğini bizzat Başbakan ortaya koydu. Belli ki Kürdistan Özgürlük Hareketi’ni ezme politikaları çerçevesinde Kürt siyasetini parlamentodan atmayı karar altına almışlardır. Sanki Kürt halkı parlamentodan çok şey kazanıyor da bunları kaybedecekmiş gibi bir yaklaşım var. Oysa 8 bin Kürt siyasetçisini tutuklayarak, geriye kalmış parlamenterleri de kuşatma altında tutarak en ufak bir gelişmeye imkan vermemişlerdir. Şimdi de “siz siyaset yapmayın, dağa çıkın, elinize silah alın” anlamına gelen şeyler söylüyorsa, bizden ziyade kendileri kaybedecektir. Erdoğan zaten Çiller’i okuyarak uygulamalarını yapıyor; amacı aynı ama bazı değişiklikler yapıyor. Amaç etkisizleştirmedir. Çiller öldürerek ve tutuklayarak etkisizleştirmek isterken, Erdoğan kişiliksizleştirerek ve tutuklayarak bunu yapmak istiyor. Aslında her ikisi de aynı kapıya çıkmaktadır. Kürt Özgürlük Hareketi’ni tasfiye etme, etkisizleştirme amacı Türk devletinin baki ve değişmeyen bir amacıdır.

DEMİRTAŞ HAKKINDAKİ İNCELEME GALİLE’NİN DURUMUNA BENZİYOR

Haziran ayından beri gerillanın içinde bulunduğu askeri hareketlilik, son yılların en kapsamlı devrimci hamlesine evrilmiş durumda. Yüksekova, Şemdinli, Çukurca ve Beytüşşebap’ta gerillanın hakimiyeti sağladığı ve bölgenin kontrolünü büyük oranda ele geçirdiği biliniyor. Bu gerçek gün yüzünde olmasına rağmen, Türk devleti ve hükümet yetkilileri hakimiyet sanki TC Ordusu’ndaymış gibi göstermeye çalışıyor. Siz devletin içine girdiği bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?


Türk devletini yöneten AKP hükümeti özellikle Kürdistan konusunda ve hareketimize karşı yürüttüğü politikalarda gerçekleri gizleye gizleye bugün çok ilginç bir noktaya gelmiş bulunmaktadır. AKP’nin geniş ve kapsamlı bir biçimde örgütlediği yandaş medyanın yardımıyla gerçek dışı senaryoları tamamen gerçekmiş gibi yansıtmakta ve gerçekleri de gizlemektedir. Bu, aynı zamanda Türkiye toplumuna karşı çok saygısız bir konuma düşme anlamına da geliyor. Ancak bugün gerçekleri çarpıtma bir tarz haline de gelmiş bulunuyor.

Belirttiğiniz alan hakimiyeti konusunda BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş da bir demecinde değinmiş. “Çukurca ve Şemdinli arasındaki alanların PKK denetiminde olduğu” yönündeki söylemine karşı savcılık inceleme başlatmış. Bu durum, tarihte dünyanın yuvarlak olduğunu ve güneşin etrafında döndüğünü ilk kez söyleyen bilim adamı Galilei’ye Roma’nın Engizisyon Mahkemesi’nin verdiği ceza durumuna benzemektedir. Yani burada Selahattin Demirtaş yanlış bir şey söylememiş ki inceleme başlatılıyor! Ancak Demirtaş ve partisi belli düzeyde doğru olan şeyleri söyledikleri için Başbakan bu kadar saldırganlaşıyor ve kendilerini hedefliyor. Açıkça, “niye yalan söylemiyorsunuz” diyor. Çünkü Türkiye’nin Kürt politikası yalana dayalı bir politikadır. Sürekli üç maymunu oynayacaksınız; “görmedim, duymadım, bilmiyorum” diyeceksiniz. Eğer buna gelmezseniz hedeflenirsiniz.

Daha önceden de bir röportajda belirtmiştim; “şurası bizim, burası onların” gibi bir tartışmaya çok girme yanlısı değilim. Fakat söylenen şeyler gerçek şeylerdir. Eğer öyle değilse siz niye gece gündüz oraları bombalıyorsunuz? Eğer öyle değilse neden şimdi operasyon hazırlığı yapıyorsunuz? Onlarca yeni ağır bombardıman uçağını neden Amed’e getirdiniz? Yine asker yığınağı yapıyorsunuz. Niçin bu operasyonu yapacaksınız? Tabii ki, bu alanlarda devletin hakimiyetini tekrardan kurma amacıyla yapacaksınız. Çünkü şimdiye kadar bu amaçla geliştirdiğiniz operasyonların tümü sonuçsuz kaldı. En son Genelkurmay’ın da gelip Şemdinli’de iddia ettiği, işte “7 Taburun Katıldığı Büyük Operasyon” da sonuçsuz kaldı. Şimdi daha kapsamlısına hazırlanıyorsunuz. Bunun en açık örneği de gerillanın daha dün operasyon yaptığı Haruna Karakolu’dur. Gerillalar Şemdinli’nin çevresindedir ve her tarafındadır, gerçekleri gizleye gizleye nereye kadar gideceksiniz? Açık ki mevcut yapılan operasyonla, daha çok hava tekniğine dayanarak hakimiyeti sağlama amacı güdülmektedir. Bu operasyonlar bunun için yapılmaktadır.

‘TÜRK ORDUSU ARTIK KÜRDİSTAN’DA İSTEDİĞİ YERE GİREMEZ’

Peki, hazırlıkları yapılan operasyon Güney Kürdistan’ı da kapsayabilir mi? Kuzey’de denetim sağlanan alanlar dışında bir de gerillanın denetimindeki Medya Savunma Alanları’na yönelim söz konusu mudur?

Bir olasılık olarak düşünmek gerekiyor ama Türk devletinin, Türk ordusunun eskisi gibi her yere operasyon yapma durumu söz konusu olmaz. Çünkü gerillanın savaş performansı ve gücü, eskiye göre birkaç kat artmıştır. Örneğin eskiden Güney’de girdiği birçok alana şimdi giremez. Sorun sadece Şemdinli ile Çukurca arası değil ki? Beytüşşebap ile Şırnak arasına girebiliyor mu ki, gelip Güney’e girecek?

Şimdi bir gerçeği açıkça ifade etmek gerekiyor: Türk devleti bunu kabul etmiyor ama bu bir gerçek, Türk toplumu da artık bunu görmeli; Türk devleti ve Türk ordusu her şeye kadir değil ve istediği her yere her zaman giremez. Çünkü karşısında bir gerilla gücü var ve bu gerilla gücü dayandığı tarihsel-toplumsal gerçeklikle birlikte askeri olarak bir irade olduğunu da kanıtlamıştır. Açıkça söylüyorum; Türk ordusu artık Kürdistan’da istediği yere giremez. Şimdi Bahçeli, sürekli bir biçimde Kandil’e bayrak dikmekten bahsediyor. Peki, acaba Kandil’e bayrak dikilebilinir mi? Kandil’e bayrak dikmek öyle kolay mıdır? Kandil’i bırakın, önce Herekol’a bir bayrak dikmeye çalışın. Şimdi artık gerçeklerin zamanıdır. Bu tür kaba, mekanik ve ajitatif tehditlerle hiçbir şey yapamazlar.

Mevcut durumda gerillanın alan hakimiyeti taktiği gelişiyor. Şimdi bu operasyon bu taktiğin önüne geçme çabası olarak pratikleşecek. İster Güney’i ister Kuzey’i kapsasın, bazı köşelerden ve daha çok da kapsamlı hava saldırılarıyla bu gelişen taktiksel hamleyi sözüm ona durdurmaya çalışacaklardır. Aslında AKP politikaları boşa çıktı, başarısız kaldı, ciddi bir sıkışmayı yaşıyor. Bu sıkışmadan kurtulmak için bir karşı atak yapmayı deneyecekler.

Başarabilirler mi?

Bu ilerleyişi durduramazlar. Kapsamlı hava saldırılarıyla halktan insanları katledebilirler ama 28 yıllık tecrübeye dayalı olan Kürdistan Özgürlük Gerillası, Türk devletinin her biçimdeki saldırısı karşısında gereken tedbirini alacak ve bu tarihsel süreçte gelişmesini-ilerlemesini sürdürecektir. Bundan hiç kimsenin kuşkusu olmasın.

Türk devleti, yeni geliştirdiği uzman-paralı ordusuna gerillaya karşı mücadelede çok güveniyor…

Özel kuvvetler, uzman kuvvetler, bunların hepsi zaten denendi, her türlü teknik denendi. Aslında denenmeyen bir şey yoktur. AKP çevresinin sürekli gündemleştirdiği uzman kuvvetler 3-4 aydır deneniyor ama ne yaptılar ki? Hepsi pul gibi döküldü. Başarısızdırlar yani. Gerillanın başarısı karşısında herhangi bir gücün durabileceğini pek sanmıyorum. Kuşkusuz bu bir savaştır, bizim de kayıplarımız olabilir. Bunu yadsımıyorum. Onların tek avantajı teknolojidir. Şimdi bu avantajlarını sonuna kadar kullanmaya çalışacaklardır. Aksi takdirde arazide hakimiyet anlamında devletin sadece kendi üslenmiş olduğu kışlalarını koruma gibi bir pozisyonu vardır. Ama bundan kurtulmak ve daha fazla denetim sahasını geliştirmek için çeşitli çabalar sergileyebilirler. Bunun sonuçlarını pratikte göreceğiz.

Türkiye’de “Stratejik Araştırma Merkezi” adı altında faaliyet yürüten birçok kurum, yapmış olduğu araştırmaların sonuçlarını yayınlanmakta. En son BİLGESAM isimli kurum, Kürt toplumunun aslında Türkiye’den ayrılmak istemediğini, yüzde 90’ının Türkiye’yle birlikte yaşamak istediğini, hatta yüzde 67’sinin Siyasi Soykırım Operasyonları’nı desteklediği yönünde kimi sonuçlar yayınladı. Bu konuda ne diyorsunuz?


Türk devleti, Kürdistan’daki işgal ve sömürgeci gerçeğini gizlemek, Kürdistan’da yürüttüğü asimilasyon ile soykırımı göz ardı etmek ve normalmiş gibi göstermek için her türlü yol ve yöntemi geçmişte denemiştir. AKP, bugün biraz daha zengin yöntemlerle aynı şeyi yapmaya çalışmaktadır. Geçmişte Kürt gerçeğini yok saymak için sözüm ona bilim adamlarına araştırmalar yaptırdılar. İşte, “Kürt diye bir şey yoktur, karda yürürken kart kurt sesleri çıkmaktadır, oradan bu Kürt kelimesi ortaya çıkmıştır” diyenler de profesördü, bilim adamıydı.

‘KENDİNİZE GÜVENİYORSANIZ BUYRUN REFERANDUM YAPALIM’

Türk devleti şimdi de aynı şeyi yapıyor. Bilimsel araştırma, bilim adamlarıdır adı altında yaptırdığı çalışmalarla manüplasyon yöntemini kullanarak gerçekleri tersyüz etmeye çalışmaktadır. Bu anlamda Türk devleti Kürt ve Kürdistan gerçeğini inkarda geçmişte nasıl bilime kast etmişse ve bilim suçu işlemişse bugün de Kürt halkının PKK’yle olmadığı, Kürt halkının PKK’ye-KCK’ye karşı olduğu yönündeki tezini ispatlamak için bilim suçu işlemekte ve bilime kastetmektedir. Bunlar kesinlikle gerçekleri tersyüz eden psikolojik savaş amaçlı çalışmalardır. BİLGESAM’dır, bilmem ne samdır gibi birçok uzman kesilen Stratejik Araştırma Kurumu altında aslında psikolojik savaş daireleri çalışmalarını yürütmektedir. Bunların söylediklerinin hiçbir değeri yoktur, gerçek dışıdır. Neymiş de, “Kürtlerin yüzde 90’ı Türkiye’yle birlikte yaşamak istiyormuş!” Neymiş, “Türklerle komşu olmak, evlenmek isteyen Kürtlerin oranı yüzde 78’miş, buna karşı Türklerin de yüzde 24’müş!” Yani, “Kürtler bizimle yaşamak istiyor, Kürtler bize muhtaçtır, Kürtler ikinci sınıftır, biz aslında Kürtleri kabul etmiyoruz, onlar bizimle yürümek istiyor” imajını yaratmak istiyorlar. Burada yeniden bir ırkçılık, bir egemenlik, “işte bu toplum bize aittir, bize tabiidir, bizden ayrılmak istemiyor” demeye getiriyorlar. Bu, kesinlikle bir bilim suçudur, bilimi katletmedir, gerçekleri tersyüz etmedir. Alçakça yalan söylemektir, başka bir şey değildir.

Kürt halkı o kadar onursuz bir halk değil. İşbirlikçi kesimler olabilir. Beyaz olarak tanımlanan, işbirlikçi kesimler her toplumda vardır, Kürt toplumunda da vardır ama Kürt toplumunun büyük ekseriyeti kendi onuruna, kişiliğine, diline, kültürüne ve şerefine sahip çıkacak bir halktır. Kalkıp öyle internet yoluyla bilmem araştırma yapmış gibi gösterip, ondan sonra onun üzerinden kanal kanal dolaşıp propaganda yapıyorlar. Bununla kimseyi kandıramazlar.

Eğer siz doğru söylüyorsanız, söylediklerinize güveniyorsanız, yalan söylemiyorsanız, buyurun, BM’nin gözetiminde en demokratik bir sistemle referandum yapalım. Halka; “demokratik özerkliği isteyip istemediğini” soralım. Madem Başbakan her gün çıkıp, “BDP, PKK benim Kürt vatandaşlarımın temsilcisi değildir, AKP Kürtlerin temsilcisidir” diyorsa ve bu sözünde tutarlıysa, buyursun uluslararası kuruluşların gözetiminde referandum yapalım. Hodri meydan!

‘BAŞBAKAN SÖZ ÇARPITMA USTASI’

Başbakan’ın BDP’liler için söylediği “Onların sine_i milletleri yoktur, sine_i PKK’ye giderler. Çünkü onların aldığı oyların yarısı baskıyla alınmıştır” sözleri için neler diyeceksiniz?

Başbakan büyük bir “söz çarpıtma ustası”dır. Bravo kendisine! Her gün polisiyle askeriyle sağı solu bastırıp tehdit ediyor, sonra da dönüp BDP’nin bizim tehdidimizle oy aldığını söylüyor. Çarpıtma olur da bu kadar mı olur? Siz BDP’li mi bıraktınız? Her gün baskı uyguluyorsunuz, her gün tehdit var. İnsanların banka kredilerini kesiyorsunuz, onları mahrum ediyorsunuz. İş vermiyorsunuz, Kürt halkı kapılarda süründürülüyor. Varlıklı olanlara top attırıyorsunuz. Her türlü baskı ve şiddet yöntemini kullandıktan sonra “AKP oy alıyor” diye övünüyorsunuz. Baskı kalksın bakalım hele Kürt halkı hangi kararı veriyor. Yani tehditle oy alan biz değil kendisidir; ters çevirerek bunu söylüyor.

Aynı tersyüz etme durumu yaşanan çatışmaların sonuçları için de geçerli?

Evet. Yani, bir devlet bu kadar yalan söyleyemez. Şimdi mesela son olarak Şemdinli’de bizim 75 kendilerinin de 4 kayıplarının olduğunu açıkladılar. Emin olun ki gerçek tam tersidir. Bizim 4 şehidimiz vardır ve muhtemelen onların kaybı -arkadaşlarımızın tekmilde verdiği rakamlara bakamadım ama tahminen- 75 civarıdır. Tam ters çevirerek yansıtıyorlar. Madem siz Şemdinli’de bu kadar gerilla öldürdüyseniz, niye o zaman hakimiyet sağlamıyorsunuz? Yalan söylemeyin; burada halkın çocukları sizin denetiminizde ölüyor; gizleyerek evlerine gönderiyorsunuz. Bol para ve kredilerle aileleri susturuyorsunuz. Bir savaş var ve her türlü çabayla bu savaşı gizlemeye çalışıyorlar. Kısaca çok büyük bir manüplasyon faaliyeti vardır, çok büyük bir dezenformasyon vardır. Bu şekilde toplumu yanıltarak sonuç almayı hedeflemektedirler. Zaten öyle de yapıyorlar.

AKP’nin diğer bir şeyi de, mesela kendisi toplumu yönlendiriyor, toplumun şovenist duygularını kamçılıyor. Bir şovenizm dalgası geliştiriyor, ardından dönüp anket yapıyor, “siz Kürt veya PKK meselesi için ne diyorsunuz?” diye soruyor. Sen zaten hepsini şişirdin, doldurdun, ne diyecekleri bellidir. Yani kendisi şişiriyor, biçimlendiriyor, sonra üzerinde anketle oyun oynuyor. Oysa gerçek bir Anadolu insanı, gerçek bir TC vatandaşına Kürt sorunu doğru anlatılsa tutumu farklı olur. Yani şimdi başka bir ulus gelip de Türkiye’nin herhangi bir bölgesinde Türk tarihini ve dilini yasaklasa, insanlara “sen farklı bir ulustansın” dese bunu normal görürler mi? Bunu nasıl normal görmeyeceklerse Kürt halkı da kendisine dayatılan bu sistemi normal görmüyor.

‘KÜRDİSTAN GERİLLASI AYNI ZAMANDA BİR TÜRKİYE GERÇEĞİDİR’

Kürt halkının değerleri vardır. Değerleri tarihin derinliklerine dayanan kültürel birikimidir, şehitleridir, Önderliğidir. Kendi Önderliğine bağlıdır tabii; şehitlerine her koşul altında sahip çıkacaktır ve çıkmaktadırlar.

İşte BDP’li parlamenterler gitmiş, bir gerilla grubuna rastlamış ve merhaba etmiş. “Vay siz niye merhaba edersiniz” diye onları meclisten kovacaklar ve zindana atacaklar. O zaman siz bu halkla birlikte yaşamak istemiyorsunuz. Eğer siz bu halkla birlikte yaşamak niyetindeyseniz buyurun 10 bin gerilla vardır. Bu gerillaları ne yapaksınız? Yani bu gerillaya düşman gözüyle, öldürülmesi gereken kişiler olarak bakıyorsanız, o zaman nasıl bir arada yaşayacak ve nasıl çözüm bulacaksınız? Dayattıkları tamamen teslim olma ve şovenizmdir, ırkçılıktır. Kürdistan Özgürlük Gerillası bir Türkiye gerçeğidir, bir Kürdistan gerçeğidir. Sen eğer bu ülkenin birliğini savunuyorsan ve barış istiyorsan, elbette ki gerillaya hürmet göstereceksin. Gerilla, kendi amaçları ve iddiaları uğruna hayatını ortaya koyacak kadar dürüst ve samimi özgürlük militanıdır. En saygın insandır. Hiçbir bireysel çıkar gözetmeden kendi halkı için her türlü riski göze almayı, fedakarlık yapmayı önüne koymuş kimsedir. Bu kişi saygın bir kişidir tabii. Şimdi “siz niye kucaklaştınız, niye merhabalaştınız” diye parlamentodan atmayı düşünüyorlar.

KÜRT PARLAMENTERLER MECLİS’TEN ATILIRSA…

Atsalar ne olur?

Atsınlar da görelim bakalım. Herhalde bu halkın da buna karşı vereceği bir cevabı vardır. Kürt siyasetinin ve Kürt halkının buna karşı alacağı bir tutum vardır. Fakat şimdiden belli olan şey şu ki, böyle bir durum gelişirse o zaman HPG’nin de Kürdistan’da AKP’nin tüm siyasetçi ve parlamenterlerini tutuklama hakkı doğar.

Şu bilinmeli ki; biz halk olarak kimseye muhtaç değiliz. Önümüzde tek seçenek yoktur, birçok seçenek vardır. Bu halkı daha fazla zorlamayın. Asıl biz hala sabırlı yaklaşıyoruz. Biz şuanda savaşı halen kontrollü yürütüyoruz; savaş ilkelerini ve ahlakını gözeterek yürütüyoruz. Henüz devreye konulmayan daha keskin savaşabilecek güçler de vardır. Biz savaşı henüz zincirleri boşalmışçasına yürütmek durumunda değiliz. Gelişen saldırılar karşısında bizim savunma savaşımız ahlaklı ve ilkeli olacak ve kontrollü bir direniş yürütülecektir. Zaten şimdiye kadar da öyle yürüyor. Ama bu savaşı çirkefleştiren, her türlü etik değeri ayakları altına alarak sürdüren karşı tarafın zihniyet yapısıdır. Bu konuda halkımızın göstermiş olduğu büyük kararlılık vardır, direniş vardır. Biz, halkımızın bu büyük direnişine layık olmak istiyoruz.

Özellikle bu kadar baskı ve şiddete rağmen, en son Beytüşşebap halkının gerillaların cenazelerine sahip çıkmada gösterdiği cesaret ve kararlılık her türlü takdire şayandır.

Yine Bingöl’de, Karlıova halkımızın, kendi siyasi temsilcilerinin tutuklanmasına karşı göstermiş olduğu direniş, geliştirdiği tepki çok anlamlı ve değerli bir duruştur.

AKP niçin Karlıova’da böyle bir uygulama yaptı?

Çünkü Bingöl’de Kürt yurtseverliğinin gelişme sürecini hissetti, bunu görüyor. Ve bunu önlemek için Kürt yurtseverliğinin en çok geliştiği Karlıova’da Kürt siyasetçilerini ve seçilmişlerini tutuklayarak ve yine toplumda bir korku yaratarak bu yurtseverliği geriletmek istemektedir. AKP Kürdistan’daki oylarını kesinlikle şiddet, korku ve rüşvet temelinde almaktadır. Özgür bir seçim ortamında AKP Kürdistan’da oy alamaz. Bunu çok iyi biliyor. İşte Bingöl’deki operasyon bunun açık örneğidir. Ama bütün bu numaralar, bu baskılar ve şiddet ters tepecektir. Çünkü halkımız artık şiddetle sindirilemeyecek bir bilinçlenmeyi, örgütlenmeyi ve direniş sürecini yaşamaktadır. Bu nedenle AKP’nin hiçbir çabası sonuç vermeyecektir, vermemektedir. Hareketimizin yükselişi ve gelişmesi bugün bu gerçeğe dayanarak gerçekleşmektedir.

Bingöl-Karlıova yolunda gerçekleşen eylemde 8 polisin öldüğü, 9’unun ise yaralandığı belirtiliyor.


Ben de az önce duydum. Henüz kimin yaptığını bilmiyorum. Herhangi bir şey belirtmiyorum. Ama halkımız içinde bir söz vardır; “eden bulur” derler. KCK adı altındaki operasyonlara karşı bir cevap olmuş olabilir. Bunu bir ihtimal olarak belirtiyorum. Çünkü somut bir bilgi elimde yok. Zaten bu çatışmaların bu düzeye gelmesinin en önemli nedenlerinden birisi KCK adı altındaki Siyasi Soykırım Operasyonları’dır. Bu operasyonlar Kürt halkının genç, okumuş, bilinçli ve kimlikli duruşa sahip tüm kadrolarını hedefleyerek Kürt halkının geleceğini karartmak, dinamik gücünü tasfiye etmek istemektedir. Bu Kürt halkına karşı yapılmış bir zulümdür; bir vicdansızlıktır. Karlıova’da o insanların legal-yasal siyaset yapmak dışında ne suçları vardır? KCK adı altında toplayıp tutuklamak adalete sığar mı? Halkımızın yaptığı bütün gösteri, miting ve çeşitli protesto eylemlerinde bunların hepsi ifade edilmedi mi? Bunlar bir yerde Kürt halkının çığlıkları ve çağrılarıydı. Ama AKP hükümeti bu haklı çığlıkları cop ve gazla karşıladı. Hiçbir yolu bırakılmazsa elbette ki bu halkın adaletsizliğe karşı direnişi kendine başka yollar bulacaktır. Polise karşı gelişen gerilla eylemini de bu kapsamda düşünmek gerekiyor. Eğer birileri buna üzülüyorsa bunun sorumlusu KCK operasyonlarına karar verenlerdir. Kürt Özgürlük Mücadelesi’ni güvenlik politikaları adı verilen katletmeyle ortadan kaldırmaya karar verenlerdir. Bu polislerin ve ölen askerlerin gerçek katilleri bu savaşa karar verenlerdir. Kürdistan Özgürlük Gerillalarını bombardımanla, savaşla ortadan kaldırmayı kararlaştıranlar, bütün bu kayıpların gerçek sorumlularıdır. Türkiye’de yaşamını yitiren asker-polis aileleri haklı bir dava uğruna dili ve kültürü için büyük olanaksızlıklar ortamında direnen Kürt halkını suçlayacaklarına bu savaşa karar veren kendi hükümetlerini suçlamalıdırlar.

Geçtiğimiz hafta İstanbul Sultangazi’de bir polis karakoluna yönelik bir intihar eylemi gerçekleştirildi. Gerçekleştirilen eylemi DHKP-C üslendi. Siz bu eylem hakkında kısaca neler söyleyeceksiniz?

Bir insanın kendi düşüncesine ve inancına, yaşamını feda edecek kadar samimi yaklaşması değerli bir tutumdur. Bir örgüt olsun, bir insan olsun inançlarına samimi ve dürüstçe bağlıysa bu temelde amaçlarına kilitlenerek büyük fedakarlıkları göze alıyorsa, ister katılalım ister katılmayalım kendi başına bu duruş insani açıdan büyük bir duruştur. Bu eylemi gerçekleştiren İbrahim Çuhadar’ın duruşuna da bu çerçevede yaklaşıyor ve militanca bir duruş olarak görüyorum.

‘OKUL BOYKOTU SİYASAL DEĞİL, ULUSAL VE TOPLUMSAL BİR YAKLAŞIM’

Daha önce siz de açıkladınız, yine hareketinizin çeşitli organları açıklamalar yaptı. Okulların boykot edilmesi, devletle Türkçe konuşmama, askere ve mahkemeye gitmeme ve vergi vermemeye ilişkin halka çağrılarınız oldu. Okulların açıldığı bu günlerde özellikle okul boykotunu sormak istiyorum. Okul boykotlarına ilişkin çağrınızı neye dayandırıyorsunuz?

Öncelikle şunu söyleyeyim: Doğru, bizler çağrı yaptık ama Kürdistan’da bir takım demokratik kurumlar bizden önce böyle bir kararı almışlar. Yine bizim çağrımızdan sonra da bazı kurumlar da benzer açıklamalar yaptılar. Dolayısıyla bu konudaki söz konusu çağrı sadece bizim çağrımız olmaktan çıkıp, çok çeşitli kesimlerin çağrısı haline gelmiş bulunuyor.

Sorunuza gelince; her şeyden önce tüm yurtsever halkımız şunu bilmeli ki, özgürlük mücadelemiz tarihinin en önemli bir aşamasına girmiş bulunmaktadır. Bu aşama normal bir aşamayı değil, olağanüstü bir dönemi ifade ediyor. Biz bu süreci, bir final süreci olarak karşılamak ve artık Kürt sorununu köklü bir biçimde çözüme kavuşturmak istiyoruz. Süreç öyle bir süreç ki, olmazsa olmaz bir biçimde başarıyı ve çözümü dayatan bir süreçtir. Böylesine tarihi bir süreçte artık her yurtsever Kürdistanlının elini taşın altına koyması gerekmektedir. Hem bölgede hem Kürdistan’da yaşanan gelişmeler, gerek Batı gerekse de Kuzey Kürdistan’daki hamlesel çıkış, bir devrimsel süreci dayatıyor. Batı Kürdistan halkımız bir özgürleşme ve devrim sürecini yaşamaktadır. Kuzey’de hareketimizin geliştirdiği hamlesel çıkış çok önemli sonuçları ortaya çıkartmış bulunuyor. Biz artık bu sürecin bir final süreci olması gerektiğini, Kürt sorununun olmazsa olmaz bir biçimde çözümü dayattığını, çözümün gelişmesi için de sadece gerillanın savaşmasının değil toplumun da sivil itaatsizlik biçiminde sömürgeci devlet sistemini reddeden bir tutum almasının çok önemli olacağını düşünüyoruz.

Hakikaten, Kürt halkı kendi anadiliyle çocuklarının eğitim görmesini istiyorsa ve artık asimilasyonun baskısı altında kalmak istemiyorsa, okulların açılışında bir tutum almalıdır. Bunu sadece bir istem olarak söylemek, yine gerillanın başarılı bir süreci geliştirmesini seyretmekle elde etme biçiminde bir yaklaşımı geliştirmek doğru değildir. Biz diyoruz ki, tüm yurtsever çevreler, hangi partiden olursa olsun kendine Kürdüm diyen samimi İslami çevreler, yine samimi Alevi çevreler ve kendi halk gerçekliğine sahip çıkmak isteyen bütün kesimler bu dönemde anadilde eğitim hakkını her biçimde gündemleştirmelidir.

Bugün bir taraftan bölge kaynıyor, herkes hak arıyor, öbür taraftan bir anayasa çalışması gündemde; Kürt sorununun çözümü kendisini dayatıyor. Burada anadilde eğitim hakkı çok önemli bir noktadır. Bir ülkede anadilde eğitim hakkı olmadığı müddetçe orada asimilasyon olur. Bunun için bugün dünyada anadilde eğitim hakkı evrensel bir insan hakkı durumundadır. Ama bu gerçeğe rağmen Türk devleti hem bölgenin en demokratik ülkesi olduğunu iddia ediyor, AB’ye girme iddiasında bulunuyor hem de kendi içinde anadilinde eğitim görmek isteyen 15-20 milyonluk bir halka anadilinde eğitim görmesini yasaklıyor. Türkiye artık bunu daha fazla taşıyamaz. Bunun için Kürt halkı bu istemini toplumsal düzeyde ifade etmeli. İfade etmenin bir aracı olarak da okulları boykot etmelidir. Yani çocuklarını göndermemeli, gençler de okula gitmemelidir. Buna üniversite de dahildir. Varsın bir süre okula gidilmesin. Kürt halkı eğer gerçekten anadilde eğitim hakkını istiyorsa, hangi siyasal görüşten olursa olsun bir Kürt olarak artık böyle bir tutumu almalıdır. Bu okul boykotu bir siyasal yaklaşımdan ziyade bir toplumsal yaklaşım, bir ulusal yaklaşımdır. Kürtler anadilde eğitim hakkını talep ediyor. Bu meşrudur, bu doğal bir haktır.

Kürtçeyi seçmeli ders yapma, anadilde eğitim hakkını sabote etmek için geliştirilmiş bir taktiksel yaklaşımdır. Öbür yandan, bu topraklarda binlerce yılın temel bir dili olan Kürtçe dilini Kürdistan’da seçmeli dil yapma tutumu Kürtçe diline ve Kürt halkına karşı bir hakarettir. Bizim Kürt olarak bu hakareti kabul etmemiz şerefsizliği kabul etme anlamına gelecektir. Bunun için hiçbir biçimde bunu kabul etmemeliyiz. Hiçbir Kürt bunu kabul etmemeli. Nasıl oluyor da Mezopotamya’nın en eski dilini bu topraklarda seçmeli ders olarak kabul edip, bir de bunu bir nimetmiş gibi bize sunuyorlar. Bu, bizle alay etmedir, boşa çıkarmadır, başka bir şey değildir. Bunun için tüm değerli Kürdistan gençliği bu konuda diline, onuruna, haysiyetine sahip çıkmalı, tüm yurtsever halkımız bu konuda ortak bir tutum alarak ortak bir tavır geliştirmeli.

Şimdi barış toplumumuzun temel bir amacı ama biz onurlu bir barış istiyoruz. Teslim olma biçimindeki bir sessizlik barış değildir. Eğer onurlu bir barış isteniliyorsa toplum olarak böyle bir sivil itaatsizlik eylemini yapmalıyız. Çünkü anadilde eğitim hakkı gündeme kapsamlı bir biçimde oturursa bununla birlikte Kürt sorununda demokratik çözüm süreci de gündeme girebilir ve yeni bir sürecin gelişme olasılığını da beraberinde getirebilir. Bu açıdan şunu söylüyorum; kendine Kürdüm diyen tüm kesimler ile Türkiye’nin birliğinden yana olan Kürt olmayan yurtsever ve demokrat kesimler, barıştan yana olan bütün kesimler ve Kürt sorununun diyalog yöntemiyle demokratik çözümünden yana olan herkesin anadilde eğitim hakkını savunması ve bu çerçevede geliştirilmesi gereken okul boykotunu desteklemesi gerekmektedir. Buna sahip çıkılmalıdır. Çünkü ortada bir evrensel insan hakkı vardır. Bu, Kürt halkının halk olmaktan kaynaklı doğal hakkıdır ama devlet bu hakkı vermeye yanaşmamaktadır. Toplum olarak tutum almalı, demokrasiden yana olan bütün kesimler Kürt halkının bu tutumunu desteklemeli ve böylece sorunun çözümünde ciddi bir adımın gelişmesini hedeflemelidir.

OKUL BOYKOTU BARIŞI GETİREBİLİR

Barıştan yana olan birtakım kesimler sürekli bazı çabalar geliştiriyorlar, bildiriler yayınlıyorlar. Fakat o türden çabalar şimdiye kadar bir sonuç almış değildir. Bu konuda şunu söyleyebilirim: Barış için en pratik tutum budur. Toplumsal tutumun konulması, sivil itaatsizlik eylemiyle devletin asimilasyoncu şiddet politikasına dur denilmesi suretiyle sonuç almak mümkündür. O açıdan biz bu çerçevede anadilde eğitim hakkını istemek amacıyla okulların açılışında böyle bir tutumun alınması gerektiğini çağrı olarak ifade ettik. Biraz önce belirttiğim gibi bizden önce de bazı kurumların karar aldığını duyduk, bizden sonra da bazı kurumlar bu yönlü açıklama ve çağrılar yaptılar. Açık ki, bu her kesimden olan bütün Kürdistanlıların ve bütün demokratik kurum ile kuruluşların bir talebi haline geliyor. Ben de diyorum ki; biz Kürtler olarak bu ortak talepte hepimiz birleşelim, herkes bu tutumu alsın, geliştirsin ve bu haklı istemi gündeme koysun. Bunun en uygun yöntemi de tabii ki toplumsal bir tutum almaktır, sivil itaatsizlik tutumuyla bunu yapmaktır. Bu muhtemel ki, devletin çözüme gelmeyen tutumunu da gerileterek yeni bir çözüm sürecini doğurabilir. Bu açıdan biz bunu önemli görüyoruz ve ben tekrar tüm Kürdistan halkını ve değerli çocukları ile gençlerini böyle bir tutum almaya çağırıyorum.

ABD’de yapılmış olan bir filmin İslamiyet’e ve Hz. Muhammed’e hakaret etmesiyle birlikte gelişen olaylar var. Şuan birçok İslam ülkesinde şiddet tırmanmış durumda. Siz bu film ve protestolar hakkında ne diyeceksiniz?

Öncelikle şunu belirteyim: Zaman zaman ABD ve Batı kaynaklı olarak İslam dinine, Hz. Muhammed’e ve bir bütün olarak Ortadoğu kültürüne hakaret eden, onu küçümseyen çeşitli çıkışlar olmaktadır. İşte bazen kitap yazılmakta, bazen Kuran yakılmakta, bazen de bu filmde olduğu gibi hakaret edici tutumlar geliştirilmektedir. Bunun altında Batı’nın o kibirlilik o egemenlik ve üstünlük psikolojisi vardır. Batı, Ortadoğu’yu bir arka bahçesi gibi görüyor ve onun değer yargılarını küçümsüyor. Bunun bir sonucu olarak bu tür şeyler çıkıyor. Kuşkusuz ki toplumun değer yargılarına saygısız yaklaşım hiçbir zaman tasvip edilemez. Bu tutumu kınıyorum. Bu, egemenlikçi ve kendini üstün gören zihniyetin bir sonucudur ve bu zihniyet halklar arası düşmanlığı geliştirmekten başka bir sonuç elde edemez.

Fakat buna karşı tepki de şiddet içerikli olmamalıdır. Tepki haklı bir tepkidir. Dolayısıyla şiddet geliştirerek, hele hele insan öldürerek değil de barışçıl-demokratik protesto yöntemleriyle bu tepki gösterilebilinir. Esas olarak da Ortadoğu’nun daha kimlikli bir duruşu gerçekleştirmesi, AKP gibi taşeronculuğa oynama değil de kimlikli bir duruşa sahip olması ile Ortadoğu’nun kimlikli bir duruş kazanması temelinde bu tür şeylerin önüne geçmek mümkün olacaktır. Yani Ortadoğu halklarının kimlikli duruşu, kendi kültürel gerçekliğini temsil etmesi ve doğru-çağdaş değer yargılarıyla yoğrulmasıyla bunun önüne geçmek mümkündür. Bu da ancak halkların özgürlük ve demokrasi mücadelesinin gelişmesiyle imkan dahiline girecektir.

‘KÜRDİSTAN İSLAM KONFERANSINI ÖNEMSİYORUZ’

Yine geçtiğimiz hafta Kürdistan’da bir İslam Konferansı gelişti. KCK İnanç Komitesi bu konuda bir açıklama yaptı ama Başkanlık Kurumu’ndan bir açıklama gelmedi. Siz bu konferansı nasıl görüyorsunuz?

Doğru, Amed’de Kürdistan İslam Konferansı gerçekleşti. Bizim herhangi bir açıklamamız olmamış olabilir ama biz samimi, dürüst Kürdistan dindarlarının geliştireceği her yaklaşımı onurlu ve yerinde görürüz. Saygı duyarız. İzlediğimiz kadarıyla bu konferansta ortaya konulan genel çerçeve Kürt ulusal gerçekliği ve onun dini bakış açısıyla bütünlük arz eden bir çerçevedir. O açıdan önemsiyoruz ve destekliyoruz. Özellikle birçok vurgusunun önemli olduğunu düşünmekteyim. Yani İslam dinini devletin bir aracı olmaktan çıkarma tutumu, İslami esaslara çok uygun bir tutumdur. Çünkü tarihin çeşitli aşamalarında çeşitli egemen devletler tarafından din istismarı temelinde zulümler ve katliamlar yapılmıştır. İslam dini, bir selamet dinidir, bir barış dinidir. Ona dayanarak katliam yapmak, hele hele başka bir halkın üzerinde soykırım politikalarını geliştirmek, dilini ve kültürünü yasaklamak İslam dinine aykırıdır. Zulüm yapmak İslam dinine aykırıdır ama bunlar yapılmıştır.

Bugün AKP hükümeti, hem de dini istismar etme yöntemiyle Kürdistan’daki sömürgeciliği kalıcılaştırmak istemekte ve doğal bir sistem gibi göstermeye çalışmaktadır. Bu açıdan dini devletin dışına taşıma, devlet dışında dini topluma mal etme, gerçek samimi inançlı bir toplumsal gerçekliği geliştirme bakımından çok çok önemlidir. Ben bunun sadece Kürt halkı açısından değil, dini değerleri yaşatma açısından da önemli bir çıkış olabileceğini düşünmekteyim. Bu açıdan yakaladığı perspektifi oldukça yerinde buluyor, hem toplumsal gerçekliğe hem de İslam dininin özüne uygun bir çıkış olduğunu düşünüyorum.

‘KÜRT GAZETECİLER ONURLU BİR DURUŞ SERGİLEDİ’

Son olarak geçtiğimiz haftaya damgasını vuran diğer bir olay ise görülmeye başlanan KCK Davası’nın basın ayağıydı. Yine olaylı geçen bir duruşma oldu. Gazeteciler savunmalarını Kürtçe olarak yapmak istediler. Bu dava hakkında neler söyleyeceksiniz?

Şimdi KCK operasyonunu biz bir siyasal soykırım operasyonu olarak değerlendirdik. Bir kültürel soykırımdır. Yani Kürtleri kolsuz kanatsız bırakma girişimidir. İşte onun siyasetçilerini, hukukçularını, öğrencilerini, tüm aydın dinamiklerini, basın ve kültür çevrelerini tasfiye etmek için AKP ve Gülen Cemaati Koalisyonunun bu operasyonu, geleceğe dönük olarak Kürt halkını güçsüzleştirme ve egemenlik altında tutmada önemli bir ayak olarak gördükleri anlaşılıyor. Bu nedenle TC yasalarına göre yaklaşma gibi bir şey yoktur, sömürgeci hukuk anlayışı egemendir.

Zaten davaya başlanmasıyla birlikte herkes, çoğu zaman Başbakan ve çeşitli devlet yetkililerinin “bunlar gazeteci değil teröristtir” sözlerinin ne kadar içi boş ve yalan sözler olduğunu gördü. Bunlar gazetecidir ama Kürt gazeteci oldukları için yakalanmışlardır. Zaten iddianamelerinde de bu ortaya çıkmakta; “Sen filan haberi niye yaptın, filan yere niye gittin, filan konularda niye program yaptın?” gibi konularda suçlama söz konusudur. Yani kimlikli Kürt duruşunu savundukları ve bu çizgide bir basın-yayın faaliyetini yürüttükleri için tutuklanmış ve yargılanmaktadırlar. Dolayısıyla bu davanın evrensel hukuk açısından hiçbir temeli yoktur. Tamamen sömürgeci amaçlarla yapılan siyasi bir yaklaşımdır. Kürt halkını güçsüz bırakma, dilsiz bırakma ve sindirmenin sömürgeci uygulaması sonucu bu davanın ve diğer bütün KCK davalarının gündeme geldiği bir kez daha 2-3 günlük dava günleri boyunca açığa çıkmış hususlardır. Bu açıdan devletin bu konuda haksız bir uygulamayla kendi hukukunu bile çiğneyerek yürüttüğü bir politika açığa çıktığı kadar Kürt halkının da bunun karşısında yürüttüğü mücadelenin haklılığı da açığa çıkmıştır. Yürütülen özgürlük mücadelesi haklı mücadeledir. En sıradan bir Kürt duruşu bile kabul edilmemekte ve bu duruşu gösterenler çeşitli gerekçelerle içeri atılmaktadır. Bunu en son görülen basın davası vesilesiyle bir kez daha herkes görmüş oldu.


ANF

Hiç yorum yok: