9 Temmuz 2012 Pazartesi

Ortadoğu'da Taşlar Yeniden Dizilecek


2011 yılında dünyada ve Kürdistan’da önemli siyasal gelişmeler yaşandı. Özellikle Ortadoğu’da Arap halklarının mevcut iktidarlara karşı tepkisi ve klasik iktidar bloklarının bir bir devrilmesi dünya siyasetinin de yeni bir yön almasını beraberinde getirdi. Kuşkusuz bu durumdan en fazla da Kürt halkının özgürlük mücadelesini veren hareketimiz etkilenmektedir. Çünkü bölgesel siyasi gelişmeleri etkilediği gibi, bölgedeki siyasal gelişmelerden de etkilenmektedir.

SERT BİR MÜCADELE SÜRECİNE GİRİYORUZ

Kürt sorunu her zaman uluslararası bir karakter taşıdı. Bölgesel ve uluslararası siyasal gelişmelerden fazlasıyla etkilendi. Ancak Ortadoğu’da yaşanan son gelişmeler yalnız Kuzey Kürdistan’ı değil, Kürdistan’ın dört parçasını ilgilendiren siyasal gelişmeler ortaya çıkardı. Bundan sonra da Kürdistan’daki siyasal durumun çok dinamik olacağı, tehlikelerin ve fırsatların iç içe olacağı bir dönem yaşanacağı şimdiden anlaşılmaktadır.

Ortadoğu, özellikle de son iki yüz yıldır kapitalist modernitenin bölgeye girmesiyle birlikte çok boyutlu sorunlar yaşamaya başlamıştır. Her ne kadar Osmanlı imparatorluğu altında halklar zulüm ve baskı görse de feodal sömürgeciliğin karakteri ve imparatorluğun bütün Ortadoğu coğrafyasını kapsaması nedeniyle kültürel, sosyal anlamda belli düzeyde toplumlar kendi yaşamlarını sürdürebiliyorlardı. Kapitalist modernitenin, dolayısıyla kapitalizmin bölgeye girmesiyle birlikte yeni bir siyasal egemenlik ve sömürü biçimi Ortadoğu alanına girmiştir. Kapitalist modernitenin girmesiyle birlikte Ortadoğu tek bir kapitalist devletin bölgeye müdahalesi ve egemenlik kurmasından öte, farklı kapitalist modernist güçlerin ve onların ulus devletinin güç savaşı alanına dönüşmüştür. Kapitalist modernitenin kendi ideolojik, kültürel, sosyal, ekonomik yaşamını dayatmasının getirdiği sorunlar yanında, bu güç mücadelesinin toplumları parçalaması, toplumların iç dengelerini ve Ortadoğu’nun bütünlüğünü sarsması o günden bugüne ağır sorunların yaşanmasına neden olmuştur. 

20. yüzyıl başında bu mücadeleler bir dünya savaşıyla sonuçlanmış; bunun en ağır sonuçlarını da Ortadoğu halkları yaşamıştır. Ortadoğu’nun tarih içinde oluşmuş bütünlüklü sosyal, kültürel, ekonomik yaşamı tamamen parçalanmış, kapitalist modernist güçlerin çıkarları doğrultusunda şekillenmiştir. Böylelikle tamamen dış güçler tarafından yönlendirilen, çıkarları doğrultusunda çatıştırılan, bütün dengeleri bozulan bir Ortadoğu ortaya çıkmıştır. Araplar 22 devlete bölündüğü gibi Kürdistan dörde parçaya bölünmüştür. Kürdistan’ın bütün parçaları üzerinde Arap, Fars, Türk egemenlikleri Kürtleri zaman içinde yok etmeyi hedefleyen bir politika izlemişlerdir.

Bu Ortadoğu devletleri şekillenişi itibarıyla dış güçlere dayandıklarından dolayı soğuk savaş döneminde de her devlet herhangi bir gücün etkisi altında kendini yaşatmıştır. Egemen sınıflar, soğuk savaş döneminin çatışmalı ortamında dış güçlerden her türlü desteği alarak hem dış güçlerin bölgedeki ajanları rolünü oynamışlar hem de halkların üzerinde despotik iktidarlar haline gelmişlerdir. Soğuk savaş döneminde reel sosyalizme bağlı olanlar da, kapitalist modernist sisteme bağlı olanlar gibi tamamen halkların üzerinde egemenlik sürdüren, baskı sürdüren devletler konumunda olmuştur. Dış güçlere dayandıklarından toplumların talepleri, istekleri onlar için çok önemli olmamıştır. 

Bölgeye müdahale 90’lı yıllarda başlamıştır

Sovyetler Birliği’nin dağılması ve soğuk savaşın sona ermesiyle birlikte dünyada olduğu gibi Ortadoğu’da da mevcut devletler yeni bir siyasal konseptin parçası olma sürecine girmişlerdir. Tabii bu süreçten en fazla da zorlanan iki kutuplu dünyada iki güç arasındaki çatışmadan yararlanarak ayakta kalan devletler olmuştur. Bu devletler önemli bir siyasal boşluk yaşamışlardır. Sadece Sovyetlere bağlı olanlar değil, kapitalist modernist sisteme bağlı olan devletler de siyasal zemin kaybetmişlerdir. Sonuç itibarıyla Ortadoğu’daki ülkeler ister kapitalist moderniteye bağlı olsunlar, ister reel sosyalist sisteme bağlı olsunlar hem halkların ihtiyaçlarına hem de yeni dünya siyasal sisteminin ihtiyaçlarına cevap vermeyen konuma düşmüşlerdir. Dünya siyasal sisteminin eski dengeleri yıkılıp yeni dengeler arayışına girilirken bu devletler de bir geçiş sürecini yaşamaya başlamışlardır. 

Soğuk savaşın bitmesinden sonra kapitalist modernitenin öncü gücü olan ABD, Ortadoğu’ya da çekidüzen vermek istemiştir. Ortadoğu’da eski dengeler sarsılmış, yeni dengelerin kurulmadığı süreçte çeşitli siyasal akımlar da harekete geçmiştir. Hem kapitalist modernist sistem için önemli bir alan olması, hem de soğuk savaş sonrası sistem dışı hareketlerin ortaya çıkması ve giderek sistem açısından sıkıntılar yaratması ABD’nin Ortadoğu’ya yeni bir düzen vermesini beraberinde getirmiştir. ABD I.  Körfez Savaşı’yla soğuk savaş sonrası yaşanan boşluktan yararlanmak isteyen Irak’ın üzerine giderek kendisini körfez alanına yerleştirmiş ve askeri olarak etkinliğini artırmıştır. Irak’ın hava sahasının uçuşa yasaklı hale getirilmesi bir yönüyle de bütün Ortadoğu’nun ABD hava kuvvetleri tarafından kontrol edilmesini sağlamıştır. ABD çok etkili bir biçimde bölgeye müdahale etmezse gelecekte daha büyük sorunlarla karşı karşıya geleceğini görmüştür. Hakim olunmadığı takdirde tarihte büyük uygarlıklar yaratmış, köklü bir kültüre sahip olan Ortadoğu coğrafyasında kendisini rahatsız edecek birçok gücün ortaya çıkabileceğini görmüştür. 

Bunlardan en önemlisi de PKK’ydi. Bu açıdan ABD Irak’a müdahale ederek Irak üzerinden Ortadoğu’ya hakim olmak ve Ortadoğu’yu kontrol etmesi önündeki engelleri ortadan kaldırmak için Önder Apo’ya yönelik uluslararası komplo gerçekleştirmiştir. Önder Apo esaret altına alınarak Ortadoğu’ya müdahale sürecinde PKK gibi etkin bir hareketin var olması ve bu hareketin müdahalenin yaratacağı sorunlardan yararlanarak kendini bölgede etkin kılıp ABD’nin bölge müdahalesine sorun çıkarması engellenmek istenmiştir. Bu açıdan Önder Apo’nun esaret altına alınmasını da bölgeye müdahalenin önemli hamlelerinden biri olarak görmek gerekir. 

ABD uluslararası komplo sonrası Afganistan ve Irak’a müdahale etmiş, önemli bir askeri güç yığınağı yapmış, bir nevi Ortadoğu’yu ABD askerlerinin istediği gibi müdahale ettiği ve tamamen kendisinin etkin olduğu bir alan haline getirmiştir. Ancak buna karşı direniş sürmüştür. Bölgeye müdahale ederken Avrupa’yla belirli çelişkiler ve sorunlar yaşayan ABD, bu direniş karşısında bölgeye müdahalesini kapitalist modernitenin çıkarları doğrultusunda ortaklaştırmıştır. Bu ortaklaşmaya rağmen ne Afganistan’da ne de Irak’ta sonuçlar almıştır. Aslında Afganistan ve Irak müdahalelerinde kimi mevziler elde etmiş olsa da genel itibarıyla başarısız kaldığını söylemek gerekmektedir. Çünkü müdahale ettiği zaman hedefleri çok farklıydı. Bütün ülkeleri istediği gibi dizayn edecekti, İran’a da müdahale edecekti. Ancak süreç içinde bunun olmayacağını görerek yine bölgedeki çeşitli statükocu güçlerle, çeşitli yerel odaklarla işbirliği içinde bölgedeki hakimiyetini kurma politikasına yönelmiştir. Ancak bu politikayla da çok önemli sonuç aldığı söylenemez. Sonuçta ABD bölgeyi bu tür ilişkileriyle ve kurduğu dengelerle kontrollü ve sürekli bir savaş halinde tutarak etkinliğini sürdürmek istemiştir. Tümden hakimiyetini kuramayacağını görünce düşük yoğunluklu savaş hali denen bir savaş biçimiyle bölgedeki varlığını kalıcı kılmayı hedeflemiştir. Ancak sistemin tercihi esas olarak bu değildi. Esas tercihi tam hakim olması, herkesi susturması ve bütün bölgeyi kapitalist modernitenin ekonomik, sosyal, kültürel, siyasal ihtiyaçlarına göre şekillendirmesi idi. Ancak bu olmayınca kendisi için belirli ekonomik ve siyasi bedelleri olan düşük yoğunluklu bir savaş sistemi içinde bölgedeki ağırlığını sürdürmek istemiştir. 

İşte Arap Baharı denen hareketler böyle bir süreçte ortaya çıkmıştır. Bu durum bir yönüyle de ABD’nin bölgede yaşadığı sorunlar açısından bir fırsat doğurmuştur. Kuşkusuz bu halk hareketleri hem mevcut despotik güçlere hem de iki yüz yıldır bölgeye ağır sorunlar yaşatan uluslararası güçlere yönelik gelişmiştir. Bu yönüyle bu halk hareketlerinin ABD tarafından yönlendirildiği, onun tarafından ortaya çıkarıldığı söylenemez. Kesinlikle halkların özgürlük ve demokrasi özlemiyle ortaya çıkmış on yılların, hatta yüz yılların baskısının halkta yarattığı tepkinin sonucu gerçekleşmiştir. Bu hareketlerin esas dinamikleriyse belli düzeyde toplumun dinsel, kültürel duygularını karşılayan, toplumun bu tarihsel ve dinsel kültürüne dayanarak kendisini belirli bir güç yapmış siyasal akımlar olmuştur. Çünkü kapitalist moderniteye bağlı muhalif güçler veyahut da onun yarattığı toplumsal kesimler ne halkın tarihsel, toplumsal, kültürel dokusuyla uyuşmuştur ne de onun özgürlük ve demokrasi ihtiyaçlarına cevap verecek karakterde olmuştur. Öte yandan sol güçler de kapitalist modernitenin işbirlikçisi güçlerin farklı versiyonu durumuna düşmüşlerdir. Tarihsel ve toplumsal dayanağı olan Ortadoğu’nun kültürel değerlerine, kültürel inançlarına, kültürel islama ters düşen, onlarla uyuşmayan karakterde oldukları için onlar da halk muhalefetine öncülük edecek güç olamamışlardır. Bu durum haliyle islami güçlerin, kesimlerin daha öne çıkmasını beraberinde getirmiştir.

Bölgede en uğursuz rol Türkiye’ye verilmiştir

Öte yandan ABD soğuk savaş döneminde Sovyetler Birliğine karşı Ortadoğu’da çeşitli islami güçleri desteklemişti. İşbirlikçi bir islami siyasal güç ve toplumsal zemin yaratmaya çalışmıştı. Bu yönüyle de uzun süreden beri Ortadoğu’daki bir kısım islami güçlerle ilişkilenmişti. Onları kendi bölge politikalarının parçası haline getirmeye çalışmıştı. Hem Türkiye’de hem Arap dünyasında hem de Afganistan ve Pakistan gibi ülkelerde bu tür ilişkiler geliştirmişti. Hatta İran ve Orta Asya’da da bu tür ilişkileri bulunmaktaydı. Ancak İran islam devriminin radikalleşmesi sonrası sisteme işbirlikçilik yapacak ılımlı islam odakları kalmamıştı. Zaten İran şahlığını kendisine çok bağlı gördüğünden daha çok onun üzerinden Sovyet karşıtı politikasını yürütüyordu. Sonuç itibarıyla ABD soğuk savaş dönemindeki bu ilişkilerini Arap dünyasında halk hareketleri ortaya çıkar çıkmaz hemen teşvik etmeye, desteklemeye ve toplumsal muhalefet içinde etkin olmalarını sağlamaya çalışmıştır. Daha önce hazırladığı Türkiye’deki işbirlikçi islami hareketi de bu işbirlikçi ılımlı islami hareketlerin etkin olması için kullanmaya çalışmıştır. 

Halk hareketleri öz itibarıyla egemen güçlere, hatta Ortadoğu’ya iki yüz yıldır büyük sorunlar yaşatan dış güçlere karşı bir harekat olarak ortaya çıkmasına karşın, ABD’nin geçmişteki ilişkilerine de dayanarak kendi ihtiyacını karşılayabilecek siyasal güç olarak gördüğü işbirlikçi ılımlı islama destek vererek, bu yönlü yönlendirmeler yaparak ve klasik iktidar güçlerinin despotik karakteri konumunda bunların koruyucusu gibi davranarak bölgedeki halk hareketlerini böyle bir siyasal doğrultu içine sokmaya, bunlar üzerinden de kendisini bölgede hakim kılmaya yönelmiştir. 

Tunus ve Mısır’ın düşmesinden sonra ortaya çıkan havadan da yararlanarak kendisine uzun süredir sorun çıkaran ve Kuzey Afrika’da stratejik bir konuma sahip olan, yine petrol kaynaklarının bulunduğu Libya’ya müdahale ederek bir bütün olarak Kuzey Afrika’yı kontrol altına almaya yönelmiştir. Bu süreç aslında ABD’nin bölgeye yüklenerek sonuç alma stratejisini ortaya koyuyor. Bunun en somut ifadesi o güne kadar idare ettiği Türkiye’ye, artık tamamen benim politikalarımın ajanı olacaksın, bölgedeki taşeronum olacaksın dayatması yaparak Türkiye’yi İran ve Suriye ilişkilerinden uzaklaştırıp tamamen kendi bölge politikasına çekmesidir. Türkiye ilk başlarda “bizim ne işimiz var Libya’da derken” bir hafta sonra Libya’ya saldırının üssü olması, ABD’nin bölgeye müdahalede ne kadar ısrarlı olduğu, bu konudaki işbirlikçilerinin, kendisine bağlı güçlerin tutumunu tamamen netleştirmesini nasıl istediğinin somut kanıtıdır. ABD Ortadoğu’da ortaya çıkan bu halk hareketlerini işbirlikçi ılımlı islam güçlerinin hakim olduğu temelde değerlendirerek ve bu güçlere dayanarak Ortadoğu’da yeni bir siyasal düzen kurmak istemektedir. Eski klasik iktidar bloklarının ihtiyaçlarına cevap vermediğini görmüştür. Bu nedenle toplumsal meşruiyeti olan ve kendisine bölgede uzun süre işbirlikçilik yapacak işbirlikçi siyasal islama dayalı bir Ortadoğu düzenini tercih etmiştir. Libya’ya askeri müdahale ederek işbirlikçi İslami güçleri iktidara getirmesi bunu açıkça göstermektedir. Tunus, Mısır ve Libya’dan sonra siyasal islamcıların önemli bir bölümü ABD ile işbirlikçilik yaparak, ona dayanarak her ülkede güçlenmeye başlamışlardır

Türkiye de bu süreçte ABD tarafından kullanılan önemli bir güç olmuştur. Türkiye bu kendini kullandırma, taşeronluk ve ajanlık yapma karşılığında Kürt özgürlük hareketinin tasfiye edilmesini sisteme dayatmıştır. Daha doğrusu ABD ve Avrupa’dan bölgedeki ajanlık ve taşeronluk yapma karşılığında Kürt Özgürlük hareketine karşı yürüttüğü savaşta destek sözü almıştır. Türkiye’nin İran’ı ve Suriye’yi terk ederek tümüyle ABD’nin politikalarına angaje olması bu nedenledir. Çünkü bunu yapmadığı taktirde Kürt özgürlük hareketine karşı yürüttüğü savaşta siyasi pozisyonunu kaybedeceğini bilmektedir. Dolayısıyla işbirlikçiliği ve taşeronluğu en pespaye biçimde yapmayı üstlenmiştir. 

Libya’daki Kaddafi yönetiminin düşmesinden sonra gelişmeler Suriye’de yoğunlaşmaya başlamıştır. Aslında Yemen, Bahreyn ve diğer ülkelerde de mevcut iktidarlara karşı halk hareketleri ortaya çıkmıştı. Hatta Bahreyn gibi ülkelerde çok büyük boyutlara ulaşmıştır. Ama buralarda İran’ın etkin olmasını engellemek açısından ABD bu iktidarları ayakta tutarak ve belirli siyasal reformlara uğratarak kendisine işbirlikçilik yapabilecek toplumsal tabanı güçlü yeni iktidar blokları ortaya çıkarmaya çalışmaktadır. 

Suriye ise farklıdır. Suriye, Libya gibi kendisine sorun çıkaran ülkelerden biriydi. Soğuk savaş döneminde de ABD’nin öncülük ettiği NATO karşıtı bir duruş içindeydi. Bu açıdan Suriye’nin de dönüştürülmesi ve sistem içine çekilmesi önemli görülmektedir. Bunda ilk adım Türkiye’nin İran ve Suriye ilişkisinden koparılarak ABD’nin bölge projesine eklemlenmesi olmuştur.

Sıra Suriye ve İran’a gelmiştir

Türkiye ABD’nin Suriye’deki rejimi değiştirmek istediğini, yeni hedefin Suriye olduğunu görmüştür. Bu yönüyle doğru tespit etmiştir. Suriye yeni hedeftir; ama Türkiye Suriye’nin diğer ülkelerden farklılığını ve özgünlüğünü görmediği için “Suriye benim komşumdur, Suriye’de Kürtler var, hak kazanmasın” yaklaşımıyla daha baştan çok radikal bir biçimde Suriye’ye tutum takınmıştır. Öyle ki Suriye’ye savaş ilan etmiştir. Herkesten önce Suriye’ye karşı en sert politikayı izleyen bir devlet konumunda olmuştur. Bu nedenle de Suriye’deki İhvan-ı Müslim’le sıkı bir ilişki içine girmiştir. Onları Türkiye’de korumaya, örgütlemeye ve yönlendirmeye yönelmiştir. Zaten eskiden beri İhvan-ı Müslim’in Türkiye’yle ilişkileri bulunmaktaydı. Ancak Suriye’de siyasal krizin ortaya çıkmasıyla birlikte Türkiye tamamen kendisini muhalefetin merkezi yapma, bu temelde de iktidar değişiminde Suriye’ye tümüyle hakim olmayı hedefine koymuştur. Bu açıdan İhvan-ı Müslim’e tam destek vermiştir. Ancak zaman içinde görülmüştür ki Türkiye yanılgılar içindedir. ABD Suriye’yi değiştirmeyi hedeflemekte, Suriye’de yeni bir iktidar blokunun ortaya çıkmasını istemekte ama İhvan-ı Müslim’in başat güç olmasını istememektedir. İhvan-ı Müslim’in içinde olacağı, ancak İhvan-ı Müslim’in başat olmayacağı kozmopolit, daha geniş bir yelpazede siyasal blok temelinde Suriye’de yeni bir siyasal sistem şekillendirmek istemektedir. Özellikle Batı Avrupa’nın politikası böyledir. Bu politikayı ABD’ye de benimsetmiştir. ABD ve Avrupa bu çerçevede Suriye’de politika izlemektedirler. 

Bu açıdan Türkiye’yle Avrupa ve ABD’nin politikaları çelişmiştir. Türkiye İhvan-ı Müslim’i esas alırken, ABD ve Avrupa ise İhvan-ı Müslim’i geriletip daha kozmopolit bir siyasal iktidar ortaya çıkarmaya, kozmopolit bir siyasal sistemi şekillendirmeye yönelmiştir. Çünkü Suriye’nin yapısı farklı etnik ve dinsel topluluklardan meydana gelmektedir. Bunların içinde önemli bir hıristiyan nüfusu da vardır. Öte yandan aleviler vardır, Dürziler vardır, Kürtler vardır. Bunlar da önemli bir nüfusu teşkil etmektedir. Bu açıdan İhvan-ı Müslim’i dengeleyecek önemli bir toplumsal zemin bulunmaktadır. Öte yandan Lübnan’ın yarısı hıristiyandır; İsrail’in Suriye’ye komşu olması da Suriye’yi farklı kılmaktadır. Bu açıdan Suriye’yi Libya’dan, Tunus’tan, Mısır’dan farklı ele almaktadırlar. ABD bölgede işbirlikçi ılımlı islama dayalı bir sistem kurmak isterken diğer yandan onları çok güç yapmayan, onları frenleyen, dengeleyen bir politikayı da benimsemiş gözükmektedir. Suriye’yi böyle bir ülke yaparak bölgede kendisine işbirlikçilik yapan siyasal islamı belirli düzeyde sınırlamış olacaktır. Öte yandan İhvan-ı Müslim’in Suriye’de etkin olması ve Türkiye’nin böyle bir iktidarla birlikte bölgede güç olmasını sadece Lübnan, Suriye için olumsuzluk olarak görmemekte, öte yandan bu durumun Türkiye’deki işbirlikçi ılımlı siyasal islamı da etkileyeceği, onun daha fazla islamcı karakterini öne çıkaracağı, hatta zaman zaman sistemden bağımsız hareket edebilen yaklaşımlara girebileceği düşünülmektedir. Bu nedenle de Türkiye’de işbirlikçi siyasal islamın kontrol edilmesi açısından da Suriye’nin İhvan-ı Müslim’in başat olduğu bir ülke haline gelmesi istenmemektedir. Bu durum Türkiye’nin Suriye politikasında sorunlar ortaya çıkarmıştır. Nitekim Arap Birliği ABD ve Avrupa’nın desteğiyle inisiyatif alarak Türkiye’yi sınırlayan bir politika izlemektedir. 

Türkiye açısından Esad rejimindeki siyasal ve ekonomik imkanları bulamayacağı yeni bir Suriye konumunun ortaya çıkacağı görülmektedir. Bu durum Kürtlerin de Suriye’de bir statü kazanmalarının iç ve dış koşullarını ortaya çıkarmış bulunmaktadır. Eğer Kürtler birliklerini sağlar, doğru politika izlerlerse hem Suriye’nin iç dengeleri hem de dış etkenler Kürtlerin oluşacak yeni Suriye’de etkin rol almalarını sağlayacak fırsatlar ve koşulları sunmaktadır. Şu anda Kürtlerin bugüne kadar izlediği politikanın mevcut Suriye koşullarına daha iyi cevap verebileceği ve bu politikanın kazanabileceği bir siyasal durumun var olduğunu söylemek mümkündür. İhvan-ı Müslim’i esas alan yaklaşımların gerileyeceği açıktır. Zaten uluslararası güçler de İhvan-ı Müslim’in başat olmaması için çatışmalara müdahale etmemektedirler. Bir yönüyle İhvan-ı Müslim’i zayıflatarak düşündükleri iktidar blokunun içine almayı hedefliyorlar. Eğer müdahalede gecikiyorlarsa nedeni, düşündükleri iktidar blokunun hakim kılacağı momenti yakalamak istemelerindendir.

Türkiye kuşkusuz yeni kurulan Suriye ile ilişki içinde olacaktır. Ama Irak’taki Kürtler kazanım elde etti; Suriye’de aktif politika izleyerek Kürtlerin kazanım elde etmesini engelleyeceğim politikasının tutmayacağı şimdiden anlaşılmıştır. Suriye’yle belirli siyasal, ekonomik ilişki içinde olacaklardır, ama Esad dönemindeki imkanlarından daha fazlasını bulamayacaklardır. Hatta siyasal olarak Esad dönemindeki etkinliğin gerisine düşecekleri açıktır. 

Bu süreçte İran’ın konumu çok tartışılmaktadır. Şu açıktır: Suriye İran’la ittifak içindeydi. Suriye üzerinden İran’ın Lübnan’da da etkisi vardı. Ancak gelinen siyasal durum nedeniyle zaman içinde İran’ın Suriye ve Lübnan’daki etkisi azalacaktır. Zaten alevileri de sistem içine alarak, yine Şiileri Lübnan’da dışlamayarak İran’ın bölgeye müdahale koşullarını ortadan kaldırmaya çalışmaktadırlar. Dolayısıyla Suriye’deki olası yaşanacak değişimden, yeni siyasal sistemden sonra İran’ın bu alanda etkisinin azalacağını rahatlıkla söylemek gerekir. İran da bunu görmektedir. Bu açıdan İran’ın Suriye ve Lübnan üzerinden büyük bir mücadele yürüteceği ya da direneceği sanılmamalıdır. Kuşkusuz manevi olarak aleviler ve şiiler üzerinde etkisini sürdürmeye çalışacaktır. Bu süreçte Esad’a destek vermesi bu anlamı taşımaktadır. Ama İran da Esad rejiminin gidici olduğunu görmektedir. Ya da kendisiyle ilişki içinde olan, Suriye’nin gelecekte olmayacağını görmektedir. Bu açıdan İran esas olarak ideolojik ve manevi olarak Suriye ile ilişkisini sürdürmek istemektedir. Çünkü ideolojik ve siyasi olarak bölgede etkili bir siyasal güç olmak istemektedir. Özellikle şia dünyası üzerinde etkisini sürdürmek istemektedir. Bu açıdan Suriye’deki mevcut siyasal ortamda Suriye ile dayanışma içinde olmasını bu çerçevede anlamak gerekir. Ancak İran’ın esas karargahını, cephesini Irak üzerinde kuracağı ve buradan kendisini güçlendirerek bölgede etkin olmaya çalışacağı, ya da kendisine yönelik saldırının ön cephesinin esas olarak Irak üzerinden olacağı şimdiden anlaşılmaktadır. Bu yönüyle İran adım adım Suriye’den ve Lübnan’dan geri çekilecek esas gücünü ve dikkatini Irak ve körfez üzerinde yoğunlaşacaktır. 

Bu yönüyle tabii ki bir sünni-şia çekişmesi vardır. İran’ın ideolojik olarak buna ihtiyacı vardır. Kapitalist modernist sistemin tümden kendisini bölgeye hakim kılmak istemesini görerek şii dünyası üzerindeki etkinliğini bir pazarlık gücü haline getirerek bölgedeki konumunu belirli düzeyde sisteme kabul ettirmeye çalışmaktadır. İran merkezli bölgedeki siyasal çatışmaya bir yönüyle Şii-Sünni çatışması denilebilir, ama bunu çok abartmamak, fetişleştirmemek, bölgedeki siyasal gelişmelerin esasını sünni-şii çekişmesi üzerinden yürüdüğünü düşünmemek gerekir. Çünkü yakın zamana kadar İran sadece şiilere değil sünnilere de oynuyordu. Bir nevi siyasal islamın ve radikal islamın sözcülüğünü yapmaya çalışıyordu. Ama giderek bu iddiasını bırakarak şii dünyasındaki etkinliğini kullanıp bunu pazarlık gücü yaparak bölgede etkin olmak istemektedir. İran mevcut haliyle şii-sünni çekişmesi içinde görülse de en önemli hedefinin Türkiye’nin bölgedeki etkinliğini geriletmek olduğu görülmelidir. Bu açıdan şii-sünni çekişmesi bir yönüyle de Türkiye-İran çekişmesi biçiminde somut olarak yansıyabilir. 

Bu durum bölgedeki demokrasi ve özgürlük güçleri açısından belirli fırsatlar, manevra imkanları ortaya çıkarabilir. Ama şu durum yoktur: Geçmişte İran vardı, Suriye vardı, bunlarla ilişkili örgütler vardı, ülkeler vardı. Bölgede iki cephe mücadelesi vardı; bundan sonra da böyle bir şey olabilir yaklaşımı mevcut siyasal gerçeğe ters düşmemektedir. Çelişkilerden yararlanarak politika üretmek gerekli olmakla birlikte; İran’a, Suriye’ye ya da başka bir güce dayanarak bölgede siyasal bir cephe oluşturmanın, buna dayanarak etkin olmanın zamanı geçmiştir. Bu yönüyle Şia cephesinde yer alalım ya da Sünni eksende olalım ve politikamızı böyle bir eksende yürütelim yaklaşımı içinde olmamak gerekir. Ama bunu derken çelişkilerin ortaya çıkardığı taktik imkanları, fırsatları da değerlendirmek, bunu da özgürlük ve demokrasi güçlerinin mücadelesi açısından mücadeleyi geliştirici, fırsat ve imkan sağlayıcı zemine dönüştürmek de tabii ki yanlış olmayacaktır. 

Bizim yeni siyasal yaklaşımımız, dünya genelinde, bölge genelinde veyahut da tek tek ülkeler boyutunda bir kopuşu sağlayacak cepheden mücadeleler yerine, iç içe mücadele ederek yan yana yaşayacak siyasal stratejileri ve taktikleri esas almaktadır. Nasıl ki Türkiye’de devlet yıkıp devlet olmak değil de devleti demokrasiye duyarlı kılarak özgür Kürdistan demokratik Türkiye yaratmak istiyorsak, bölge geneli açısından da ABD’yi ve Avrupa’yı cepheden savaşlarla tümden kovmak ya da başka bir siyasal güçleri kesin yenilgiye uğratarak bir ideolojik ve siyasal eğilimin hakim olduğu bir bölge yaratmak gibi bir yaklaşım içinde değiliz. Böyle bir cephe açan ve savaşı bu eksende yürüten stratejiler yürütmüyoruz. Ama demokrasi güçleriyle ittifak halinde bölge güçlerin ve egemen güçlerin çelişkilerinden yararlanarak demokrasi güçlerini hem tek tek ülkelerde hem de bütün Ortadoğu’da etkin kılarak sistemin yanında demokrasi güçlerini de var eden, bir yönüyle de mücadelenin sürekli olduğu, sürekli bir duruş ve mücadeleyle kendisine yer açan bir ideolojik, siyasi mücadele içinde olacağımız da kesindir. Yeni paradigmamızın, yeni ideolojik, teorik yaklaşımımızın pratik politikadaki yansımaları da bu çerçevede olacaktır. ABD’yle, kapitalist modernite sistemiyle sürekli bir mücadele içinde olacağız, demokrasi güçleriyle ittifak içinde olarak kapitalist moderniteyi gerileteceğiz. Bu yönüyle sistem içindeki çelişkilerden yararlanacağız, ama savaş açarak ABD ya da Avrupa’yı buradan atacağız, İran’ı tümden atacağız, diğer siyasal güçleri tümden süpürüp atarak sadece kendimizi hakim kılacağız biçiminde bir politik yaklaşımla hareket etmiyoruz, etmeyeceğiz. Ama sistemden kopan, sistemden ayrı kendi sistemini yaratan ve sistemle yan yana yaşayan ve sürekli mücadele etmesini bilen bir ideolojik, siyasal yaklaşımı da göstereceğimiz açıktır.

Kürtler birlik olmak zorundadır

Arap halklarındaki gelişmeler ve bölgedeki siyasal durum Irak ve Güney Kürdistan’ı da yakından ilgilendirmektedir. Irak’ta sünni-şia çekişmesi yeni bir boyut kazanmıştır. Bu durum ilerde Irak’taki gelişmeleri daha farklı bir noktaya getirebilir. Sünni güçlerin, hatta El-kaide gibi bazı kesimlerin bile bu şii-sünni çatışması içinde sistemin kontrolü altına alınması mümkündür. Zaten Türkiye böyle bir çalışmayı uzun süreden beri yürütmekteydi. Bu durum Irak’taki ilişkileri daha karmaşık hale getirebilir. Kürtlerin durumu da bu çekişme içinde yeni bir pozisyon kazanabilir. Hakim şia güçleriyle bir çatışma yaşamaktadırlar. Özelikle Kerkük sorunu ve diğer bazı yerlerin sorunları çözülmemiştir. Bu durum Güney Kürdistan’daki durumu nereye evriltir şimdiden kesin bir şey söylenemez. ABD, Türkiye ve Güney Kürdistanlı güçleri ilişkilendirerek Irak’ta bir denge kurmaya çalışmaktadır. Bu politika hareketimize karşı olumsuz durumlar ortaya çıkarabilir. Dolayısıyla bunu yakından izlemek ve takip etmek ve boşa çıkarmak gerekmektedir.

Güney Kürdistan hükümeti son zamanlarda ulusların kendi kaderini tayin hakkından, hatta bağımsızlık ilan edilebileceğinden söz etmektedirler. Bunu açık söylemeseler de dolaylı yollardan yansıtmaktadırlar. Kuşkusuz Güneyli halkın ve siyasal güçlerin yaklaşımları takip edilir. Eğer Kürtler için başka bir çare kalmazsa, farklı seçenekler de gündeme girebilir. Ancak bizim açımızdan Kürtlerin özgürlüğünün, demokrasisinin asıl güvencesi ne bağımsız devlet olmaktır ne de şu veyahut da herhangi bir ülkenin desteğidir. Esas güvence bölgenin ve mevcut ülkenin demokratikleşmesidir. Bu açıdan bölgenin demokratikleşmesi de esas olarak bu ülkelerden koparak ve bağımsız devlet kurarak değil de Irak sınırları içinde demokrasi güçlerini, demokrasi mücadelesini teşvik ederek demokrasi temelinde Kürtlerin haklarını elde ederek sağlanabilir. Doğru stratejik yaklaşım bu olmalıdır. Güney Kürdistan’ın bu açıdan kendini demokratikleştirme temelinde Irak’ta demokrasiyi sağlatma imkanları vardır. Ancak sünnilerle şii çatışmaları Kürtleri Irak içinde kalamayacak bir duruma zorlarsa ve Kürt halkı ve siyasi güçleri de bağımsızlık kararı alırsa tabii ki böyle bir durumda alınan karar saygı duymak ve bu çerçevede Güney Kürdistan’daki kazanımları koruma tutumu içinde olmak gerekmektedir. 

Güney Kürdistan’da tabii ki ciddi sorunlar yaşanmaktadır. Arap Baharı ve işbirlikçi ılımlı islamın etkileri Güney’e de yansıtılmıştır. Güney’deki islami kesimler bir taraftan Türkiye, diğer taraftan Suudi Arabistan ve çeşitli güçler tarafından desteklenmektedir. Bu yönüyle mevcut siyasal iktidarın altı her gün oyulmaktadır. Mevcut iktidar toplumsal desteği güçlü olduğundan değil, bölgesel siyasal dengeler ve dış güçlerin desteğinden dolayı ayakta kalmakta ve bu siyasal islamcı güçlere göz açtırmamaktadır. Kuşkusuz PKK öncülüğündeki Kürt özgürlük hareketinin varlığı da alternatif bir demokratik siyasal gücün var olması anlamına geldiğinden işbirlikçi siyasal islamcı güçler fazla etkili olamamaktadırlar. Bu yönüyle PKK’nin varlığı, ideolojik siyasi karakteri Kürdistan’da Türkiye, Suudi Arabistan ve çeşitli güçlerin desteklediği siyasal islamcı güçlerin etkin olmasını engelleyen temel faktörlerdendir. Hareketimizin varlığı olmasaydı bugün Güney Kürdistan’da siyasal islamcı güçler her yerde etkinliğini daha fazla artırırlardı. Belki KDP ve YNK bunun farkında değildir, ama PKK’nin konumu, ideolojik ve politik duruşu dış güçler tarafından desteklenen, siyasal islamcılar karşısında kendilerini ayakta tutan önemli bir dayanak olmaktadır. 

Güney Kürdistan politikalarının yakından takip edilmesi gerekmektedir. Bölgedeki siyasal gelişmeler çerçevesinde ABD’nin Türkiye ve Güneyli güçleri ortak tutum içine alma, bu temelde de birleşip bizi zorlamaları gündeme gelebilir. Bu yönüyle her ne kadar KDP “Kürt savaşı olmaz, biz karşıyız” dese de Kürt özgürlük hareketini geriletme, tasfiye etme politikası içinde şöyle veyahut da böyle yer alma zemini ve tehlikesi vardır. Bu yönüyle Güneyliler böyle diyor, bu nedenle Kürt özgürlük hareketine karşı tutum almazlar gibi gafil bir yaklaşım içinde olmamak gerekir. Kürt özgürlük hareketi ulusal kongreyle KDP’nin, YNK’nin ulusal demokratik tutum dışında yaklaşım göstermesini engellemek istemektedir. Önder Apo ve hareketimizin yıllardır ulusal kongre istemesi, ortak bir ulusal politikanın belirlenmesi çağrısında bulunması bir yönüyle bunu hedeflerken, diğer yönüyle Kürtlerin bölge değişirken statü kazanması açısından her parçadaki halkımızın özgürlük mücadelesinin manevi olarak desteklenmesi, birbirinden güç almasını sağlamayı hedeflemektedir. Ancak KDP ve YNK’nin yaklaşımları bu ciddiyette değildir. Ulusal kongrenin gündemde olduğu bir süreçte PKK silah bırakmalı, silahlı mücadelenin zamanı geçmiştir gibi sözlerin sık sık sarf edilmesi daha baştan ulusal kongreye yaklaşımı ciddiyetten uzak tutan bir durum olmaktadır. 

Bu tür söylemlerle ulusal kongrenin hedefini ve içeriğini boşaltmaya, Türk devletine ve çeşitli güçlere mesaj vermeye çalışılmaktadırlar. Ulusal kongreyi Kürtlerin güç olup tüm bölge ülkelerine karşı birbiriyle dayanışması ve Kürt sorununun çözümünü dayatması olarak ele almayı değil de sanki bölge ülkelerinin kaygılarını giderecek bir toplantı gibi düşünmeleri tarihi olarak büyük bir sorumsuzluktur. Bunlar tabii ki yanlış şeylerdir. Böyle tarihi bir kongrenin amacı PKK’nin silahlı mücadeleyi bırakıp bırakmamasını tartışmak olamaz. Bu kongre, Kürt halkının ulusal haklarının nasıl güvenceye alınacağını, bütün parçaların birbirini nasıl destekleyeceğini tartışarak temel ilkeler, ortak politika ve ortak kurumlar yaratmayı hedefleyecektir. Kuşkusuz Kürt özgürlük hareketi bunda ısrarlı olacaktır. Ulusal kongrenin bölgede yeni dengeler oluşurken halkımızın 20. yüzyılın başında olduğu gibi örgütsüz, politikasız kalmamasını, ortak bir politika doğrultusunda ulusal organ olarak ortak Kürt iradesinin ortaya çıkmasını sağlayıp siyasal gelişmelere müdahale etme görevi bulunmaktadır. Önümüzdeki dönemin temel görevlerinden biri de bu karakterdeki ulusal kongre kararlaşmasının sağlanması ve doğru çizgide yürümesinin gerçekleştirilmesi olacaktır.

AKP’nin bir çözüm politikası yoktur


Ortadoğu’daki mücadele sertleştiği gibi, Kuzey Kürdistan’daki Özgürlük mücadelesi de sert bir sürece girmiştir. Türkiye özellikle ABD’nin bölgedeki taşeronu olma rolünü oynayınca, bu konuda tamamen ABD politikalarına entegre olunca Kürt özgürlük hareketini dış destekle tasfiye edebileceğinin hesabını yapmaya başlamıştır. Seçimlerden önceki politikaları tamamen dış güçlere dayanarak Kürt özgürlük hareketini tasfiye edebileceği anlayışının sonucu ortaya çıkmıştır. AKP tabii ki oyalayarak, zaman kazanarak Kürt özgürlük hareketini tasfiye etmeyi hesaplıyordu. Kürt özgürlük hareketinin direnmediği bir ortamda tasfiye politikasını başarıya götürmek esas tercihiydi. Adım adım yıpratarak ve sonunda da kendine göre bir anayasa yapıp Kürt özgürlük hareketine dayatıp kabul ettirmek, kabul etmediği takdirde ise çok yoğun saldırılarla tasfiye etmeyi hesaplıyordu. Esas planı buydu. Ancak Kürt özgürlük hareketinin bu oyalamayı kabul etmeyeceğini, özellikle seçimden sonra kendisine bir çözüm politikası dayatacağını gördüğünden esas olarak savaşa hazırlanmış ve şiddetle ezmek isteyen bir stratejiyi devreye koymuştur. Nitekim Kürt özgürlük hareketi AKP’nin oyalama, zamana yayma ve bu temelde tasfiye etme politikalarını tutum koyar koymaz AKP hükümeti saldırılarını artırmıştır. Özellikle de Kürt özgürlük hareketinin tabanını ezmek, demokratik siyaseti bitirmek ve böylelikle halkın mücadelesinin önüne geçerek, gerillayı halktan kopararak, gerillanın da üzerine giderek tasfiye etme stratejisini devreye sokmuştur. 

AKP’nin politikasında herhangi bir çözüm niyeti olsaydı seçimde hem demokratik blok oylarını artırmıştı hem de kendisi oylarını artırmıştı; buna dayanarak bir çözüm politikası izleyebilirdi. Mevcut seçim sonuçları normal, herhangi demokratik bir ülkede böyle değerlendirilirdi. Mantıklı düşünüldüğünde seçim sonuçları demokratik çözümün en uygun olduğu bir süreç ortaya çıkarmıştı. Ama AKP’nin bir Kürt politikası olmadığından, siyasal egemenlik ve kültürel soykırımı yeni koşullarda sürdürmek istediğinden, iktidarını bugüne kadar bu anlayışla yürüttüğünden ve böyle iktidara geldiğinden, Kürt özgürlük hareketini ezerek devletin başat gücü olma stratejisi izlediğinden çözüm politikası değil, tasfiye politikasında ısrar etmiştir. Demokratik Özerklik ilanına bu kadar sert tepki göstermesi, daha doğrusu bütün saldırılarının gerekçesi bunu yapması, AKP’nin Kürt sorununda bir çözüm politikası olmadığının en somut kanıtıdır. 

AKP en sert tutumunu Önder Apo’ya karşı göstermiştir. 7 aydır avukatlarıyla görüştürülmemesi, bütün avukatların tutuklanması İmralı odaklı bir savaş yürütüldüğünü göstermektedir. Önder Apo da AKP’nin tutumuna karşı sert tutum koymuştur. Önder Apo zaten AKP’nin bu sert politikalarına “benim savunmamı okudular, bu nedenle bu tür tutumları koyuyorlar” diye izah getirmiştir. Savunmasında AKP’nin Kürt sorununda bir çözüm politikasının olmadığı, zamana yayarak tasfiye politikasını izlediğini, devleti böyle ele geçirerek Kürtler üzerinde siyasi egemenlik ve kültürel soykırımı sürdürmek istediğini açıkça ifade etmektedir. AKP, Önder Apo’nun ve Kürt özgürlük hareketinin kendi politikalarını kabul etmeyeceğini görünce demokratik siyasal alana yönelik saldırılarını dört dörtlük bir faşist terör düzeyine çıkarmıştır. Kürdistan tarihinde görülmemiş bir biçimde siyasi soykırım operasyonları yürütmektedir. Aslında dünyada bu düzeyde siyasetçiler üzerine giden bir devlet ve hükümet görülmemiştir. Faşist denilen devletlerin yürüttüğü politikalar araştırılırsa bu kadar siyasetçinin içeri atılmadığı görülecektir. Demokratik siyaset alanında tam bir kök kazıma hareketi yürütülüyor. Açıkça PKK’ye karşı çıkmayan, yurtsever tüm Kürt siyasetçileri, hatta toplumda sözü dinlenecek herkesi içeri atıyor. Bu yönüyle Kürt halkını tümüyle örgütsüz bırakmayı hedefliyor. Örgütlü, bilinçli bütün Kürtleri içeri atarak Kürt halkı mücadele edemez, örgütlenemez hale getirilmek istiyor. Bu, açıkça faşist bir terörü ifade etmektedir. Bu politikanın adı dört dörtlük faşizmdir. Başka türlü ifade etmek mümkün değildir. 

Anlaşılıyor ki bu saldırıları sürdürecekler. Bu aynı zamanda mücadelenin 2012 yılında da çok sert geçeceğini ortaya koymaktadır. Bir irade kırma, teslim alma harekatı yürütülmektedir. Buna karşı Önder Apo da Kürt özgürlük hareketi de direnecektir. Artık gelinen aşamada AKP’nin politikalarına boyun eğilmesi, zamana yayıp tasfiye politikalarının kabul edilmesi mümkün değildir. Dolayısıyla mücadelenin sert geçeceği bir dönem söz konusudur. Bazılarının belirttiği gibi AKP bir süre sonra yumuşayacak, yeni bir dönem başlayacak yaklaşımları kesinlikle doğru değildir. AKP irade kırmaya yöneliyor. Tabii ki irade kırabilirse, kendi dediğine getirebilirse uygulamalarda değişimler yaşanır. AKP’nin en korktuğu şey, Kürt halkının mücadele etmesidir, mücadeleyi sürdürmesidir. AKP mücadeleden korktuğu kadar hiçbir şeyden korkmamaktadır. Bu açıdan Kürtler mücadele etmezse, mücadelesiz kalırsa, AKP’nin politikalarını kabul ederse bu tabii ki AKP’nin tercih edeceği bir yaklaşımdır. Yani AKP ille de sertlik politikası izleyeyim demiyor. AKP’nin politikalarına direnmeyen bir Kürt hareketini tercih etmektedir. Böyle olduğunda yüzü yumuşak görülebilir. Bunu kendi politikalarının gerçekleşmesi açısından daha yararlı görmektedir. 

Bu açıdan mevcut durumda ateşkeslere de hazırdır. Hatta çift taraflı ateşkesleri bile kabul edebilecek bir durumu vardır. Ancak gelinen aşamada eski süreçlerin tekrarının olması mümkün değildir. Eski süreçleri tekrar etmek, tek taraflı ateşkes ilan etmek ya da hiçbir siyasal karşılığı ve sonucu olmayan herhangi bir siyasal çözüme hizmet etmeyen ateşkesler yapmak kesinlikle AKP politikalarının yürümesini sağlamaktır. Kürt özgürlük hareketini mücadelesiz bırakmak isteyen AKP’dir. Bu açıdan artık tek taraflı da olsa, çift taraflı da olsa net siyasal karşılığı olmayan ateşkeslerin gündeme gelmesi mümkün değildir. Yeni bir ateşkes Önder Apo’nun özgürleştiği, bütün demokratik siyasetçilerin serbest bırakıldığı ve devletin, AKP’nin Kürt sorununun çözümünde adım atacağını net ortaya koyacağı bir durumda böyle bir siyasal projenin parçası olarak gündeme gelebilir. Bir kere bunu böyle anlamak lazım. Yani geçmiş süreçlerdeki gibi hiçbir siyasal sonucu olmayan, AKP’nin politikalarını adım adım yürüttüğü bir süreci kimse beklememelidir.

Öte yandan AKP yumuşayacak ve belirli adımlar atacak yaklaşımları kesinlikle doğru değildir. Bunlar tamamen özel savaşın, özel savaş merkezinin Kürt özgürlük hareketini eylemsiz bırakma yaklaşımlardır; bir tuzaktır. Bu tür söylemleri kim söylerse söylesin ya özel savaşın dilini kullanıyordur ya da iyi niyetini dile getiriyordur. Ama bu iyi niyetli söylemlerin esas olarak da özel savaşçıların politikalarının parçası olduğu açıktır. Bunu bir kere böyle değerlendirmek gerekmektedir. Bu açıdan kimi Kürtlerin, Kürt aydınlarının “AKP bunu uzun sürdüremez, sonuçta yumuşar, bir çözüme yanaşmak zorunda kalır” yaklaşımları kesinlikle doğru değildir; AKP’nin tasfiye konseptinin kuyruğuna takılmaktır; devletin ya da AKP’nin politikalarını anlamamaktır. AKP’nin bir çözüm politikası olsa zaten yumuşama da olur, çözüm de olur. AKP’nin bir çözüm politikası yoktur. AKP bir çözüm politikası ortaya koymadan, bu net anlaşılmadan herhangi bir yumuşamanın olacağını beklemek ya da Kürt özgürlük hareketi tek taraflı ateşkes ilan etsin, direnişi bıraksın yaklaşımları içinde olmak sadece AKP’nin politikalarına hizmet eder. Bu açıdan sürecin karakterinin çok iyi anlaşılması gerekir.

6-7 aylık mücadele kesinlikle AKP’nin politikalarını boşa çıkarmıştır. AKP binlerce siyasetçiyi tutuklamıştır, avukatları ve gazetecileri tutuklamıştır, birçok operasyonda gerilla kayıpları olmuştur. Ama bunları AKP’nin maskesini düşüren, AKP’yi zayıflatan, AKP’yi Kürt özgürlük hareketi karşısında başarısız kalmaya mahkum eden politikalar olarak görmek gerekir. AKP’nin bugüne kadarki en önemli gücü kendine demokrat kendine müslüman karakteriyle toplumu, çeşitli güçleri aldatarak kendisine destekçi kılması ve buna dayanarak da hem Kürt özgürlük hareketi hem de demokrasi güçlerine karşı tasfiye politikası izlemesiydi. Kürtleri de demokrasi güçlerini de çeşitli liberalleri de bu tür masallarla oyalıyordu. Böylelikle hem özgürlük mücadelesinin hareketsiz kalmasını sağlamaya çalışıyor hem de daha etkili, güçlü bir alternatif demokrasi hareketinin ortaya çıkmasını engelliyordu. Şimdi AKP’nin maskesi düşmüş, AKP en zayıf konumuna getirilmiş bulunmaktadır. AKP amiyane deyimle Aşil Topuğundan vurulmuştur. AKP’yi on yıldır iktidarda tutan siyasal zemin kaymıştır. AKP’nin bugün dayandığı siyasal zemin kendisini iktidar yapan siyasal zemin değildir. Daha çok milliyetçi söylemlere sarılmıştır. Devletin şimdiye kadarki Kürt politikalarını kendi müktesebatı haline getirmiştir. Böylelikle geçmişteki klasik hükümetlerin yeni versiyonu haline gelmiştir. Bu yönüyle AKP’nin maskesinin düşürülmesi, AKP gerçeğinin demokratik ve özgürlükçü olmadığının gösterilmesi ve AKP’nin siyasal iktidar kayması içinde olduğunun, on yıllık demagojik olarak ortaya koyduğu söylemlerin dışında bir parti olduğunun görülmesi AKP’nin güç kaynaklarının ortadan kaldırılması anlamına gelmektedir. AKP’nin önümüzdeki dönemde Kürt özgürlük hareketine karşı pozisyonu zayıflamıştır. Halkımızın ve demokrasi güçlerinin pozisyonu güçlenirken AKP’nin pozisyonu geriletilmiştir. AKP’nin meşruiyeti zayıflamıştır. Bu yönüyle kayıplar da olsa, acılar da çekilse 6-7 aylık bu sert savaş süreci sonunda AKP başarısız kılınmıştır.

AKP’yi oluşturan blok çatlamıştır

AKP’nin bugün destekleyicileri tarafından eleştirilmesi bunun kanıtıdır. AKP bir siyasal islamcılar blokuydu. Kimi liberal ve demokratları da yanına almıştı. Şimdi bu blok çatlamıştır. Bir taraftan liberaller AKP’yi eleştirirken, diğer taraftan bu iktidar blokunun en önemli bileşeni fethullahçılarla Erdoğan’ın etrafındaki ekip arasında ciddi bir çekişme ve çatışma ortaya çıkmıştır. MİT üzerindeki savaş bunun sonucudur. Fethullahçılar MİT’i de kontrol altına alarak AKP’yi tümüyle kuşatıp iktidar bloğu içindeki başat güç haline gelecekti. Zaman içinde de kendi hiziplerinin iktidarını ortaya çıkarmayı hedefliyorlardı. Erdoğan kanadı bunu görerek tutum almıştır. Bu da AKP iktidar bloğu içinde çatlama ortaya çıkarmıştır. Yine AKP’nin nasıl rantçı bir iktidar olduğunu, nasıl bir hizip savaşlarıyla devletin imkanlarını değerlendirmek isteyen iktidar bloğu olduğunu ortaya çıkarmıştır. Bu da AKP’yi yıpratmıştır. Öte yandan Kürt politikasındaki başarısızlığı AKP’yi yıpratmıştır. Kürt sorununda demagojik olarak çözüm bulacağını söyleyen, Kürt sorunu vardır diyen Erdoğan ve hükümetinin, mevcut durumda Kürt sorununda çözüm politikası olmayan, Kürtler üzerindeki siyasi egemenlik ve kültürel soykırımı sürdürmek isteyen bir iktidar olduğu anlaşılmış ve Kürtler içindeki zemini de kaymaya başlamıştır. Son anketlerde BDP’nin oylarının yükselmesi bunun kanıtıdır.

Kuşkusuz bu çatışmaların esası Kürt özgürlük hareketi karşısındaki başarısızlıktan ileri gelmektedir. Kürt özgürlük hareketi karşısında AKP başarılı olsaydı bu çatışma ortaya çıkmazdı. Ya da AKP içinde fethullahçılar bu düzeyde bir hamleye girişmezlerdi. AKP hükümetinin Türkiye’nin en temel sorunundaki başarısızlığını gerekçe yaparak, onun üzerinden AKP’yi vurmak, iktidar bloğu içindeki hakimiyetini güçlendirmek istemişlerdir. Bu açıdan Kürt özgürlük hareketinin direnişi nasıl ki liberallerin, kimi demokratların AKP’nin gerçek yüzünü görmesini beraberinde getirmişse, AKP bloğunun çatlamasının esas nedeni de direnişimizin olduğunun görülmesi gerekmektedir. Yoksa AKP’nin bir çözüm politikası var, fethullahçıllar çözüm istemiyor; biri müzakereden yana, diğeri buna karşı, çatışma bundan meydana gelmiş yaklaşımları kesinlikle doğru değildir. Bu da bir saptırmadır, yönlendirmedir. Kuşkusuz AKP iktidardadır, pratik politika izliyor. Bu yönüyle politikanın imkanlarını kullanarak Kürt özgürlük hareketini sınırlamak, tasfiye etmek istiyor. Yoksa amaçta birdirler. 

AKP Kürt özgürlük hareketinin direnişi karşısında en temel iddiası olan Kürt özgürlük hareketini tasfiye etme kartını kaybetmiştir. Daha doğrusu politikasız kalmıştır. Daha önceki zora, şiddete dayanan hükümetlerden farkı kalmamıştır. Halbuki onun esas gücü, Kürtleri oyalayarak aldatacak, yumuşak gücü kullanacak, psikolojik savaşla etkisizleştirecek ve Kürtleri düşündüğü sistemin içine çekecekti. Fakat Kürtlerin AKP’nin düşündüğü sistemin içine çekilemeyeceği görülmüştür. Şu anda devletin de AKP’nin de yaşadığı kriz budur. Nitekim düşündükleri anayasayı yapamayacaklarını, bu konuda kriz çıkacağını şimdiden görmüşlerdir. Kürt özgürlük hareketinin, Kürt halkının talepleri karşılanmadan yapılacak bir anayasanın Türk devletinin ihtiyaçlarına cevap vermek bir yana, krizi daha da derinleştireceği açıktır. 

AKP hükümetinin bunu görmesi onu kimi işbirlikçi Kürtleri daha fazla kullanmasına yöneltmiştir. Liberaller, çeşitli kesimler AKP’nin demokrat olmadığını, Kürt sorununu çözemeyeceğini gördüğü, AKP’yi daha fazla eleştirdiği dönemde kimi işbirlikçi uşak ruhluların kullanılması AKP’nin sıkışıklığının ifadesidir. AKP bunlar eliyle güya Kürdistan’da çöken politikasının meşruiyetini yeniden sağlamak istemektedir. Bu yönüyle çeşitli Kürtleri bir araya getirme yaklaşımı içindedir. Kemal Burkay’ı kullanıyor. İbrahim Güçlü’yle Kemal Burkay’a her türlü küfrü yaptırıyor. Kürt özgürlük hareketi hakkında kuşku uyandırmak için her türlü şeyleri söyletiyor. Kemal Burkay en son Hak-Par içine girdi. Böylelikle AKP’nin Kürdistan’daki politikası çökerken, Kürtler birlik yaratıp Kürt sorununun demokratik çözümünü dayatma sürecine girmişken, böyle bir imkanı bulmuşken Kemal Burkay eliyle, İbrahim Güçlü eliyle Kürtler arasında oluşabilecek birliği bozmaya, Kürtler arasında parçalanmışlık yaratarak Kürt sorununda çözümsüzlüğünü sürdürmeye çalışmaktadır. Daha doğrusu işbirlikçi Kürtlere dayanarak Kürtler üzerinde yürüttüğü bugüne kadarki politikayı bir süre daha yürütebileceğini, buna dayanarak Kürt özgürlük hareketini geriletebileceğini düşünmektedir. Bu da önümüzdeki süreçte mücadelenin sadece askeri ve siyasi alanda sert sürmeyeceğini, AKP’nin bu psikolojik savaşına karşı da mücadelenin yükseleceğini ortaya koymaktadır. 

Kürt sorununun çözümü bir bir muhataplık ve siyasi irade tanıma sorunudur. Önder Apo muhatap olmaktan çıkarılacak, PKK muhatap olmaktan çıkarılacak, tasfiye edilecek, ondan sonra da Kürt sorunu çözülecek! Böyle sorun çözmek mümkün müdür? Kürt sorununda Kürt halkının siyasi iradesi tanınmadan, siyasal gücü kabul edilmeden herhangi bir çözümün olması mümkün müdür? Kürt halkının siyasi iradesi ortadan kaldırılacak, çözüm güçleri ortadan kaldırılacak, ama AKP-devlet çözüm yaratacak! AKP’nin bu yaklaşımlarına rağmen Kürt sorununda bir şeyler yapacağını beklemek, bu konuda beklenti yaratmak tamamen Türk devletinin özel savaş politikasının parçası haline gelmektedir. Dünyada böyle bir çözüm politikası olmadığı gibi Türkiye’de de olmaz. Bu bir çözüm politikası değil, bir tasfiye politikasıdır. Bu açıdan önümüzdeki dönemde Kürt Özgürlük hareketi hem askeri alanda, hem siyasi alanda, hem de psikolojik savaş alanında devlete karşı çok şiddetli ve yoğun bir mücadele içine girecektir. Bunun böyle görülmesi gerekir. Bu mücadele yürütülürken tabii ki bu işbirlikçi uşak güçlerin teşhir edilmesi, onların toplumdan izole edilmesi ve AKP’nin Kürtleri böl-parçala-yönet politikasının boşa çıkarılması gerekmektedir.

Kuşkusuz bu konuda Kürtlerin büyük tecrübesi vardır. Öyle işbirlikçi alternatif bir hareket yaratmak, Kürt özgürlük hareketini parçalayıp bölmek zordur. Sinek küçüktür, ama mide bulundurur misali bu tür kişileri de böyle kullanmaya çalışmaktadır. İşte Kürtler bir birlik oluşturmaya çalışırken, hasta ruhlu biri ortaya çıkarak bunu bozmaya çalışmaktadır. AKP’nin psikolojik savaş merkezlerinin eline yeni propaganda araçları vermektedir. Ancak Kemal Burkay’ın, İbrahim Güçlü gibilerin olduğu yerde bir alternatif hareketin oluşması mümkün değildir. Kelin merhemi olsa ilk önce kendi kafasına sürermiş. Bırakalım birlik yaratmayı, bir örgüt olmayı, var olan örgütlerini bile dağıtmış, mücadele gücü olmayan, sadece Kürt özgürlük hareketine küfreden kişilerin ve hareketlerin Kürt toplumunda itibar görmeyecekleri, aksine teşhir olacakları açıktır. Nitekim yaşadıkları da budur.

AKP Türk devletinin en son mücadele silahı olduğu gibi AKP’nin de en son deneyeceği silah Kürt işbirlikçileridir. Bu açıdan nasıl ki AKP’nin maskesi düşürüldüyse bu politikanın da maskesinin düşürülmesi gerekmektedir. AKP’nin yürüttüğü çok yönlü psikolojik savaşa karşı Kürt özgürlük hareketinin de çok yönlü ideolojik mücadeleyle, propaganda mücadelesiyle hem AKP’nin gerçeğini daha fazla teşhir etmesi, hem de AKP’nin bu Kürtleri kullanma politikalarının iyi teşhir edilmesi gerekmektedir. Çünkü Kürt özgürlük hareketine karşı yürütülen savaşın büyük bir kısmı psikolojik savaş haline gelmiştir. Bu açıdan mücadelenin askeri ve siyasal yanı yanında ideolojik ve propaganda yanı da çok önemlidir. Bunun hemen hemen bütün mücadele alanlarında etkili yürütülmesi gerekir. Siyasal alanın da bu ideolojik ve propaganda alanında etkili olması önemlidir. Tabii ki en başta da ideolojik çalışmaların, propaganda çalışmalarının, basın alanının Türk devletinin bu politikalarına karşı etkin bir mücadele vermesi gerekmektedir. Sadece düşmanın-AKP’nin gündeminin peşine takılmak doğru değildir; kendi gündemlerini de Kürt özgürlük hareketi hem siyasal alanda hem de propaganda alanında geliştirmesi gerekir. Bunun ihmal etmemesi gerekir. Ama Türk devletinin psikolojik savaşının da boşa çıkarılması, etkisiz kılınması, teşhir edilmesi, deşifre edilmesi, AKP’nin dayandığı en temel zeminin veyahut da yürüttüğü en temel savaşın boşa çıkarılması anlamına gelecektir.

Kürt sorunu Türkiye’yi sürekli sorunlar krizler
içinde yaşatmaktadır

AKP’nin bu süreçteki teşhir edilmesi gereken faaliyetlerinden birisi de anayasa konusudur. Anayasa tartışmalarının gündemde olduğu bu süreçte Kürt sorununun çözüm taleplerini açıkça ortaya konularak, Kürt sorununda demokratik çözümü içermediği takdirde bir anayasanın demokratik olmayacağı vurgulanmalıdır. Böyle bir anayasa bilincinin hem Kürt kamuoyunda hem de Türkiye kamuoyunda oluşturulması gerekmektedir. 

Öte yandan tabii ki devlet bir anayasa çalışması yürütüyor. Bu anayasa çalışmasıyla Kürt sorununu çözüp Türkiye’yi demokratikleştirmeyi değil, Kürtleri yeni bir siyasal egemenlik ve kültürel soykırım sistemi içine sokmayı hedefliyor. Bunun da çok iyi teşhir edilmesi gerekmektedir. Türkiye’de anayasa ihtiyacını ortaya çıkaran en fazla da Kürt sorunudur. Kürt sorununun çözümsüzlüğü yeni bir anayasayı zorunlu hale getirmiştir. Ama AKP hükümeti Kürt halkının örgütlü dinamiklerini, temel güçlerini ezmek istemektedir. Dünyada böyle bir anayasa yapma süreci yoktur. Anayasanın en temel çözmesi gereken sorunla ilgili demokratik ve örgütlü güçler, muhataplar ezilecek, tasfiye edilecek; ama demokratik anayasa yapılacak! Bu tamamen bir aldatmacadır, bir demagojidir. Bu yaklaşım bile AKP’nin demokratik bir anayasa yapmak istemediğinin, gerçek bir demokratik anayasa yapma niyetinin olmadığının açıkça ortaya koymaktadır. AKP geçmişten bugüne nasıl ki oyalayarak Kürt özgürlük hareketini tasfiye etme yaklaşımları gösterdiyse, bu anayasa çalışmalarıyla da Kürtleri ve demokrasi güçlerini oyalayarak, zaman kazanarak kendi düşündükleri sistemi hakim kılmak istemektedir. 

AKP dış güçlere dayanarak Kürt özgürlük hareketini tasfiye etmek istese de AKP’nin politikaları bir yönüyle de bölgede kurulmak istenen yeni dengelerin ihtiyaçlarına cevap verecek karakterde değildir. Bunu Suriye’de en somut olarak görmekteyiz. Kürt inkarcılığı, Kürtler hak elde etmesin yaklaşımıyla hareket ettiğinden sadece Kürtleri dışlayan İhvan-ı Müslim’e dayalı politika izlemiştir. Bu da Suriye’deki politik gelişmelerde giderek inisiyatif kaybetmesine yol açmıştır. AKP’nin Kürt politikası sadece Suriye’de değil, bütün bölgede etkin olmasını engellemektedir. AKP Kürt sorununu çözmediği müddetçe de bölgede etkin politika izleyemeyeceği görülmektedir. Bu açıdan mücadele edildiği taktirde AKP’nin hem bölge politikası çökertilir hem de Türkiye politikası çöker. Çünkü AKP’nin iç sistemi de bölgede etkin olmasını sağlayacak karaktere sahip değildir. Kürt sorunu Türkiye’yi sürekli sorunlar, krizler içinde yaşatmaktadır. 

Türkiye’de ekonomik göstergelerin iyi olduğu söylense de Kürt sorununu çözmediği takdirde dış politikasının alabora olması gibi, ekonomik göstergeler de alabora olabilir. Eğer AKP hükümetine karşı çok etkili mücadele edilebilirse AKP’nin Kürt sorunundaki çözümsüzlüğü ortaya konulur, bu politikaların sonuç almayacağı direnilerek gösterilirse bu sadece AKP’nin değil, devletin politikalarının da çökmesini beraberinde getirecektir. Bu durum da Kürt sorununu çözecek, Türkiye’yi demokratikleştirecek ortamın ve siyasal faktörlerin oluşmasını sağlayacaktır. AKP ve fethullahçılar zaten Kürt sorununun demokratik çözümünü kendi çıkarlarına görmüyorlar; bu nedenle direniyorlar. Eğer Kürt özgürlük hareketini ezemezlerse gündeme Kürt sorununun çözümü ve Türkiye’nin demokratikleşmesi gelecektir. Böylece AKP’nin, fethullahçıların ya da başka bir hegemon, otoriter, antidemokratik olan güçlerin hakim olduğu bir siyasal sistem yerine Türkiye’deki bütün etnik, dinsel ve sosyal kesimlerin demokratik gücüyle yer aldığı bir Türkiye ortaya çıkacaktır. Bu açıdan Kürt halkının özgürlük mücadelesi aynı zamanda Türkiye’nin demokratikleşme mücadelesidir. 

AKP’nin Türkiye’yi demokratikleştirme kaygısı yoktur; fethullahçıların demokratikleşme derdi yoktur. Görüldüğü gibi polis de yargı da her yerde hakim olarak Türkiye’nin yeni CHP’si olmak istemektedirler. 1930’ların CHP’si nasıl ki bütün alanlara hakim olarak kendini güç yapıp devletin sahibi kıldıysa, AKP’nin, fethtullahçıların da istediği de budur. Eskiden klasik iktidar bloğunun zihniyetinde olanlar, Ergenekon ve derin devlet denen kesimler ne diyorsa yargı o doğrultuda hareket ediyorduysa şimdi de fethullahçıların, AKP’nin dediği doğrultuda hareket etmektedir. Yani öyle bağımsız yargı yoktur; kuvvetler ayrılığı da yoktur. Herhangi bir hizbin kontrolünde yargı vardır, herhangi bir hizbin kontrolünde polis vardır, herhangi bir hizbinde kontrolünde devlet ve hükümet organları vardır. 

Herhangi birinin görüşü, düşüncesi islamcı da olabilir, sosyalist de olabilir, farklı bir siyasal düşüncesi de olabilir. Siyasal düşüncesi ne olursa olsun herkes Türkiye’deki herhangi bir siyasi, güvenlik ya da yargı kurumları içinde yer alabilir; kimsenin dışlanmaması gerekir. Ama herhangi bir zihniyetin yargıyı, polisi, siyaseti, ekonomiyi, belirli alanları kontrol edip tüm toplum üzerinde hegemonya kurması ayrı bir şeydir. AKP ve fethullahçılar bunu yapmaktadır. Bu giderek toplumda rahatsızlık ortaya çıkarmaktadır. Dolayısıyla Kürt özgürlük hareketi ve demokrasi güçleri direnirse nasıl ki toplum klasik iktidar bloklarını saf dışı ettiyse, onlarla artık yaşamak istemiyorsa, o bilince ulaşmışsa, artık yeni CHP’leri, yeni hegemon iktidar bloklarını da istemeyecektir. Direnildiği takdirde AKP’nin ve AKP iktidar bloğunun kaybetmesi kaçınılmazdır.

Direnenler kazanacak
direnmeyen kaybedecektir

Kürt özgürlük hareketi, Kürt halkı ve demokrasi güçleri direnmezse kaybeder. Direndikçe kazanır. Kazanmanın kanunu direnmek, kaybetmenin kanunu ise direnmemektir. AKP bu nedenle Kürt halkını, Kürt özgürlük hareketini mücadelesiz, direnmesiz bırakmak istiyor. Direnmediği takdirde, mücadele etmediği takdirde kaybedecektir. Hele hele Ortadoğu’da yeni dengelerin kurulduğu dönemde, Türkiye’de devletin tümüyle yeniden şekillendirilmek istendiği bir dönemde kesinlikle mücadele kazandırır. Seyretmek, bakmak kaybettirir. Ortadoğu’daki durum da Türkiye’deki durum da kesinlikle kararlı olanların, net olanların, net ve kararlı olarak mücadele yürütenlerin kazanacağı bir siyasal süreç ve konjonktüre tekabül etmektedir. Düşmanın ve sistemin saldırıları ne olursa olsun direnen güç kazanacaktır. Böyle bir siyasal konjonktürden geçiliyor. Bu siyasal konjonktürde direnmeyenler, izleyenler kaybedecek, direnenler kazanacaktır. Bu dönemin siyasal konjonktürünün kanunu budur. Bu açıdan Kürt özgürlük hareketinin siyasal güçlerinin, propaganda güçlerinin, bütün mücadele kurumlarının kendilerini direnişe göre mevzilendirmesi, direniş ekseninde şekillendirmesi gerekmektedir. Beklentili yaklaşımlar kaybettirir. 

Demokratik siyasetin geçmiş süreçte etkisiz kalmasının nedeni beklentili ruh haliydi. Son birkaç yıllık görüşmeler ortamında mücadele biraz yumuşamıştı. Böyle bir alışkanlık ve ruh hali ortaya çıkmıştı. Demokratik Özerkliği ilan ettiler, ama sert mücadele dönemine hazır değillerdi. Geçmiş bir iki yılın yaklaşımıyla hareket ettiler. Bu nedenle düşmanın saldırıları belirli düzeyde sonuç aldı. Düşmanın saldırılarına karşı cevap verecek etkin bir mücadele yürütülemedi. Kuşkusuz halk mücadelesiz kalmadı, sürekli mücadele içinde oldu, teslim olmadı, direndi. Ama yeni dönemin sert mücadele koşullarını karşılayacak çok etkili bir mücadele de yürütülemedi. Yetersizlik mücadeleye hazır bir ruh halinin olmamasından kaynaklandı. Gerilladaki kayıpların nedeni de benzerdir. Geçmiş yılların mücadele dönemine göre hazırlandılar. Tedbirlerini ona göre yaptılar. Sert mücadele dönemine göre hazırlanmadıkları için bu dönemde gevşek davrandılar. Geliyê Tiyarê vadisinde olduğu gibi sorumsuz, savaş kurallarını dikkate almayan yaklaşım içinde oldular ve kayıplar verildi. 

Yeni bir mücadele dönemine giriyoruz. 2012 yılı kesinlikle 2011’den daha sert bir mücadele yılı olarak geçecektir. Öyle yumuşama olmayacaktır. Kuşkusuz mücadele edilirse yumuşama olacaktır. Mücadele edilirse Türk devleti mevcut politikasını bırakmak zorunda kalacaktır. Ya da teslim alacak, ezecek, Pax-Romana (güçlünün barışı) ortaya çıkacaktır. Bu iki durum dışında hiç kimse yumuşama beklememelidir. Mücadele sürecine göre kendini hazırlamalı, söylemini, dilini, yaklaşımını, değerlendirmelerini buna göre yapmalıdır. Niyetlere göre, özlemlere göre, isteklere göre değerlendirmeler yapılamaz; siyasal gerçeklere göre değerlendirmeler yapılabilir. Özlemler, niyetler ancak mücadeleyle karşılanabilir. 

Mücadelenin de nasıl olacağı Önderliğin tutumundan bellidir. Önderlik görüşe çıkmayarak ortamı yumuşatmamıştır, gevşetmemiştir; AKP’nin tutumuna karşı ancak mücadele edilir demiştir. Görüşe çıkmaması kesinlikle böyle anlaşılmalıdır. Önder Apo’yu 7 aydır niye görüştürmüyorlar? Düne kadar en makul aktör Abdullah Öcalan’dır diyorlardı. Böyle dedikleri bir aktöre karşı niye böyle yoğun bir tecrit uyguluyorlar, özel yasalar çıkarıyorlar, tehdit ve şantaj politikası uyguluyorlar? Açıktır, Önder Apo sürecin karakterine göre bir duruş gösterdiği içindir. Bundan rahatsız oldukları içindir. Bu açıdan herkesin duruşu direnişçi karakterde olmak durumundadır. Şu da kabul edilebilir bir durum değildir. Önderlikle görüşme olursa siyasal durum değişirmiş gibi bir yaklaşım yanlıştır. Önderlikle görüşme de olabilir. Olduğunda ne olacak, yumuşama mı olacak? Artık sağlık, güvenlik ve özgürlük olmadan, kesin bir demokratik çözüm iradesi ortaya konulmadan, tutuklular serbest bırakılmadan hiç kimse herhangi bir görüşmeyi, herhangi bir durumu yumuşama vesilesi olarak görmemelidir. 

Mücadele içinde devletin ne taktikleri olur, hareketin ne taktikleri olur? AKP hükümeti yumuşuma olsun diye bir görüşme yaptırabilir. Önder Apo da bir görüşmeyi kabul edebilir. Bunları yumuşama oluyor deyip mücadeleden gevşeme vesilesi haline getirmek kesinlikle kabul edilemez. Büyük ve ciddi bir mücadele sürecinden geçtiğimizi görerek Ortadoğu’yu, Kürt halkının geleceğini ilgilendiren bir mücadele içinde olduğunu düşünerek, böyle bir yaklaşım, böyle bir hazırlık ve böyle bir ruh hali içinde olmak lazım. Bu açıdan önümüzdeki dönemin siyasal mücadelesinin en önemli özelliği kesinlikle direnişçi bir ruh halini toplumda yaratmaktır, örgütte yaratmaktır, basında yaratmaktır, her alanda yaratmaktır. Bu yaratıldığı an ve gerekleri yerine getirildiği an AKP’nin, devletin iradesi kırılarak Kürt sorununun demokratik çözümü ve Türkiye’nin demokratikleşmesi gerçekleştirilebilir. Bunun dışında bir çözüm beklemek, bunun dışında gevşeme, yumuşama beklemek tamamen bir gaflettir. 
 
Tabii ki siyasal mücadelede sadece direnişçi tutum değil, araçlarını da ortaya koymak gerekir. Bu yönüyle her alanda ki örgütlenme önemlidir. Demokratik siyasal alanın örgütlenmesi ve mücadelesinin geliştirilmesi gerekiyor, Türkiye’de siyasal ittifakın geliştirilmesi, Halkların Demokratik Kongresi’nin geliştirilmesi gerekiyor. Türkiye’de Kemal Burkay ve benzerlerinin engelleme çabalarına rağmen Kürtler arası ittifakın geliştirilmesi gerekiyor. Şerafettin Elçi’nin tutumu olumluydu, bu tür tutumların daha da geliştirilmesi ve Kürtlerin birliğinin yaratılması gerekiyor. Yine Güney Kürdistan’daki hükümetin ulusal demokratik politika içinde tutulması önem kazanıyor. Ulusal kongre içine çekmek ve ulusal tutum içinde tutmak gerekiyor. Bu yönüyle siyasal mücadelenin araçlarını da hem Türkiye’de hem bölgede geliştirmek önemlidir. Bu dönem aynı zamanda strateji ve taktiklerin çok esnek biçimde uygulanmasını gerektiriyor. Özellikle siyasal taktiklerin, siyasal araçların çok zengin yöntemlerle güçlendirilip geliştirilmesi mücadeleyi başarılı kılacaktır. 

Türkiye’de Halkların Demokratik Kongresi’ni geliştirmek, daha etkili bir güç haline getirmek önemlidir. Mevcut durumda yetersizlik vardır. Hala bütün siyasal partiler HDK’yi bir çatı örgütü olarak kabul edip onun etrafında mücadele yürütmüyorlar. Bunun sağlatılması gerekmektedir. Yine bölgedeki durum Kürtler için tehlikeleri ve fırsatları beraberinde getirmiştir. Türkiye’deki durum tehlikeleri ve fırsatları beraberinde getirmiştir. Bu açıdan Kürtlerin birliğinin gerekli olduğunu Kürt kamuoyunda çok etkili bir biçimde yerleştirmek gerekir. Kürt toplumunun, Kürt demokratik güçlerinin, Kürt siyasi güçlerinin böyle bir birlik ve demokratik birlik çizgisinde bir araya gelmelerini sağlatmaları gerekmektedir. Bu yönüyle siyasal araçlar doğru tespit edilirse ve direniş kararı etkili pratikleştirilirse 2012 yılını kesinlikle Kürt özgürlük hareketi ve demokrasi güçleri kazanacaktır. Sadece Kuzey Kürdistan’da değil, bütün parçalarda Kürt özgürlük hareketinin ve demokrasi güçlerinin kazanma imkanı her zamankinden daha fazla artmış bulunmaktadır.

Hiç yorum yok: