2011 yılında dünyada ve Kürdistan’da önemli siyasal gelişmeler yaşandı. Özellikle Ortadoğu’da Arap halklarının mevcut iktidarlara karşı tepkisi ve klasik iktidar bloklarının bir bir devrilmesi dünya siyasetinin de yeni bir yön almasını beraberinde getirdi. Kuşkusuz bu durumdan en fazla da Kürt halkının özgürlük mücadelesini veren hareketimiz etkilenmektedir. Çünkü bölgesel siyasi gelişmeleri etkilediği gibi, bölgedeki siyasal gelişmelerden de etkilenmektedir.
SERT BİR MÜCADELE SÜRECİNE GİRİYORUZ
Kürt sorunu her zaman uluslararası bir karakter taşıdı. Bölgesel ve uluslararası siyasal gelişmelerden fazlasıyla etkilendi. Ancak Ortadoğu’da yaşanan son gelişmeler yalnız Kuzey Kürdistan’ı
değil, Kürdistan’ın dört parçasını ilgilendiren siyasal gelişmeler ortaya
çıkardı. Bundan sonra da Kürdistan’daki siyasal durumun çok dinamik olacağı,
tehlikelerin ve fırsatların iç içe olacağı bir dönem yaşanacağı şimdiden
anlaşılmaktadır.
Ortadoğu,
özellikle de son iki yüz yıldır kapitalist modernitenin bölgeye girmesiyle
birlikte çok boyutlu sorunlar yaşamaya başlamıştır. Her ne kadar Osmanlı
imparatorluğu altında halklar zulüm ve baskı görse de feodal sömürgeciliğin
karakteri ve imparatorluğun bütün Ortadoğu coğrafyasını kapsaması nedeniyle
kültürel, sosyal anlamda belli düzeyde toplumlar kendi yaşamlarını sürdürebiliyorlardı.
Kapitalist modernitenin, dolayısıyla kapitalizmin bölgeye girmesiyle birlikte
yeni bir siyasal egemenlik ve sömürü biçimi Ortadoğu alanına girmiştir.
Kapitalist modernitenin girmesiyle birlikte Ortadoğu tek bir kapitalist
devletin bölgeye müdahalesi ve egemenlik kurmasından öte, farklı kapitalist
modernist güçlerin ve onların ulus devletinin güç savaşı alanına dönüşmüştür.
Kapitalist modernitenin kendi ideolojik, kültürel, sosyal, ekonomik yaşamını
dayatmasının getirdiği sorunlar yanında, bu güç mücadelesinin toplumları
parçalaması, toplumların iç dengelerini ve Ortadoğu’nun bütünlüğünü sarsması o
günden bugüne ağır sorunların yaşanmasına neden olmuştur.
20. yüzyıl başında
bu mücadeleler bir dünya savaşıyla sonuçlanmış; bunun en ağır sonuçlarını da
Ortadoğu halkları yaşamıştır. Ortadoğu’nun tarih içinde oluşmuş bütünlüklü
sosyal, kültürel, ekonomik yaşamı tamamen parçalanmış, kapitalist modernist
güçlerin çıkarları doğrultusunda şekillenmiştir. Böylelikle tamamen dış güçler
tarafından yönlendirilen, çıkarları doğrultusunda çatıştırılan, bütün dengeleri
bozulan bir Ortadoğu ortaya çıkmıştır. Araplar 22 devlete bölündüğü gibi
Kürdistan dörde parçaya bölünmüştür. Kürdistan’ın bütün parçaları üzerinde
Arap, Fars, Türk egemenlikleri Kürtleri zaman içinde yok etmeyi hedefleyen bir
politika izlemişlerdir.
Bu Ortadoğu
devletleri şekillenişi itibarıyla dış güçlere dayandıklarından dolayı soğuk
savaş döneminde de her devlet herhangi bir gücün etkisi altında kendini
yaşatmıştır. Egemen sınıflar, soğuk savaş döneminin çatışmalı ortamında dış
güçlerden her türlü desteği alarak hem dış güçlerin bölgedeki ajanları rolünü
oynamışlar hem de halkların üzerinde despotik iktidarlar haline gelmişlerdir.
Soğuk savaş döneminde reel sosyalizme bağlı olanlar da, kapitalist modernist
sisteme bağlı olanlar gibi tamamen halkların üzerinde egemenlik sürdüren, baskı
sürdüren devletler konumunda olmuştur. Dış güçlere dayandıklarından toplumların
talepleri, istekleri onlar için çok önemli olmamıştır.
Bölgeye müdahale 90’lı yıllarda başlamıştır
Sovyetler
Birliği’nin dağılması ve soğuk savaşın sona ermesiyle birlikte dünyada olduğu
gibi Ortadoğu’da da mevcut devletler yeni bir siyasal konseptin parçası olma
sürecine girmişlerdir. Tabii bu süreçten en fazla da zorlanan iki kutuplu
dünyada iki güç arasındaki çatışmadan yararlanarak ayakta kalan devletler
olmuştur. Bu devletler önemli bir siyasal boşluk yaşamışlardır. Sadece
Sovyetlere bağlı olanlar değil, kapitalist modernist sisteme bağlı olan
devletler de siyasal zemin kaybetmişlerdir. Sonuç itibarıyla Ortadoğu’daki
ülkeler ister kapitalist moderniteye bağlı olsunlar, ister reel sosyalist
sisteme bağlı olsunlar hem halkların ihtiyaçlarına hem de yeni dünya siyasal
sisteminin ihtiyaçlarına cevap vermeyen konuma düşmüşlerdir. Dünya siyasal
sisteminin eski dengeleri yıkılıp yeni dengeler arayışına girilirken bu
devletler de bir geçiş sürecini yaşamaya başlamışlardır.
Soğuk savaşın
bitmesinden sonra kapitalist modernitenin öncü gücü olan ABD, Ortadoğu’ya da
çekidüzen vermek istemiştir. Ortadoğu’da eski dengeler sarsılmış, yeni
dengelerin kurulmadığı süreçte çeşitli siyasal akımlar da harekete geçmiştir.
Hem kapitalist modernist sistem için önemli bir alan olması, hem de soğuk savaş
sonrası sistem dışı hareketlerin ortaya çıkması ve giderek sistem açısından
sıkıntılar yaratması ABD’nin Ortadoğu’ya yeni bir düzen vermesini beraberinde
getirmiştir. ABD I. Körfez Savaşı’yla
soğuk savaş sonrası yaşanan boşluktan yararlanmak isteyen Irak’ın üzerine
giderek kendisini körfez alanına yerleştirmiş ve askeri olarak etkinliğini
artırmıştır. Irak’ın hava sahasının uçuşa yasaklı hale getirilmesi bir yönüyle
de bütün Ortadoğu’nun ABD hava kuvvetleri tarafından kontrol edilmesini
sağlamıştır. ABD çok etkili bir biçimde bölgeye müdahale etmezse gelecekte daha
büyük sorunlarla karşı karşıya geleceğini görmüştür. Hakim olunmadığı takdirde
tarihte büyük uygarlıklar yaratmış, köklü bir kültüre sahip olan Ortadoğu
coğrafyasında kendisini rahatsız edecek birçok gücün ortaya çıkabileceğini
görmüştür.
Bunlardan en
önemlisi de PKK’ydi. Bu açıdan ABD Irak’a müdahale ederek Irak üzerinden
Ortadoğu’ya hakim olmak ve Ortadoğu’yu kontrol etmesi önündeki engelleri
ortadan kaldırmak için Önder Apo’ya yönelik uluslararası komplo
gerçekleştirmiştir. Önder Apo esaret altına alınarak Ortadoğu’ya müdahale
sürecinde PKK gibi etkin bir hareketin var olması ve bu hareketin müdahalenin
yaratacağı sorunlardan yararlanarak kendini bölgede etkin kılıp ABD’nin bölge
müdahalesine sorun çıkarması engellenmek istenmiştir. Bu açıdan Önder Apo’nun
esaret altına alınmasını da bölgeye müdahalenin önemli hamlelerinden biri
olarak görmek gerekir.
ABD uluslararası
komplo sonrası Afganistan ve Irak’a müdahale etmiş, önemli bir askeri güç
yığınağı yapmış, bir nevi Ortadoğu’yu ABD askerlerinin istediği gibi müdahale
ettiği ve tamamen kendisinin etkin olduğu bir alan haline getirmiştir. Ancak
buna karşı direniş sürmüştür. Bölgeye müdahale ederken Avrupa’yla belirli
çelişkiler ve sorunlar yaşayan ABD, bu direniş karşısında bölgeye müdahalesini
kapitalist modernitenin çıkarları doğrultusunda ortaklaştırmıştır. Bu
ortaklaşmaya rağmen ne Afganistan’da ne de Irak’ta sonuçlar almıştır. Aslında
Afganistan ve Irak müdahalelerinde kimi mevziler elde etmiş olsa da genel
itibarıyla başarısız kaldığını söylemek gerekmektedir. Çünkü müdahale ettiği
zaman hedefleri çok farklıydı. Bütün ülkeleri istediği gibi dizayn edecekti,
İran’a da müdahale edecekti. Ancak süreç içinde bunun olmayacağını görerek yine
bölgedeki çeşitli statükocu güçlerle, çeşitli yerel odaklarla işbirliği içinde
bölgedeki hakimiyetini kurma politikasına yönelmiştir. Ancak bu politikayla da
çok önemli sonuç aldığı söylenemez. Sonuçta ABD bölgeyi bu tür ilişkileriyle ve
kurduğu dengelerle kontrollü ve sürekli bir savaş halinde tutarak etkinliğini
sürdürmek istemiştir. Tümden hakimiyetini kuramayacağını görünce düşük
yoğunluklu savaş hali denen bir savaş biçimiyle bölgedeki varlığını kalıcı
kılmayı hedeflemiştir. Ancak sistemin tercihi esas olarak bu değildi. Esas
tercihi tam hakim olması, herkesi susturması ve bütün bölgeyi kapitalist
modernitenin ekonomik, sosyal, kültürel, siyasal ihtiyaçlarına göre
şekillendirmesi idi. Ancak bu olmayınca kendisi için belirli ekonomik ve siyasi
bedelleri olan düşük yoğunluklu bir savaş sistemi içinde bölgedeki ağırlığını
sürdürmek istemiştir.
İşte Arap Baharı
denen hareketler böyle bir süreçte ortaya çıkmıştır. Bu durum bir yönüyle de
ABD’nin bölgede yaşadığı sorunlar açısından bir fırsat doğurmuştur. Kuşkusuz bu
halk hareketleri hem mevcut despotik güçlere hem de iki yüz yıldır bölgeye ağır
sorunlar yaşatan uluslararası güçlere yönelik gelişmiştir. Bu yönüyle bu halk
hareketlerinin ABD tarafından yönlendirildiği, onun tarafından ortaya
çıkarıldığı söylenemez. Kesinlikle halkların özgürlük ve demokrasi özlemiyle
ortaya çıkmış on yılların, hatta yüz yılların baskısının halkta yarattığı
tepkinin sonucu gerçekleşmiştir. Bu hareketlerin esas dinamikleriyse belli
düzeyde toplumun dinsel, kültürel duygularını karşılayan, toplumun bu tarihsel
ve dinsel kültürüne dayanarak kendisini belirli bir güç yapmış siyasal akımlar
olmuştur. Çünkü kapitalist moderniteye bağlı muhalif güçler veyahut da onun
yarattığı toplumsal kesimler ne halkın tarihsel, toplumsal, kültürel dokusuyla
uyuşmuştur ne de onun özgürlük ve demokrasi ihtiyaçlarına cevap verecek karakterde
olmuştur. Öte yandan sol güçler de kapitalist modernitenin işbirlikçisi
güçlerin farklı versiyonu durumuna düşmüşlerdir. Tarihsel ve toplumsal dayanağı
olan Ortadoğu’nun kültürel değerlerine, kültürel inançlarına, kültürel islama
ters düşen, onlarla uyuşmayan karakterde oldukları için onlar da halk
muhalefetine öncülük edecek güç olamamışlardır. Bu durum haliyle islami
güçlerin, kesimlerin daha öne çıkmasını beraberinde getirmiştir.
Bölgede en uğursuz rol Türkiye’ye verilmiştir
Öte yandan ABD
soğuk savaş döneminde Sovyetler Birliğine karşı Ortadoğu’da çeşitli islami
güçleri desteklemişti. İşbirlikçi bir islami siyasal güç ve toplumsal zemin
yaratmaya çalışmıştı. Bu yönüyle de uzun süreden beri Ortadoğu’daki bir kısım
islami güçlerle ilişkilenmişti. Onları kendi bölge politikalarının parçası
haline getirmeye çalışmıştı. Hem Türkiye’de hem Arap dünyasında hem de
Afganistan ve Pakistan gibi ülkelerde bu tür ilişkiler geliştirmişti. Hatta
İran ve Orta Asya’da da bu tür ilişkileri bulunmaktaydı. Ancak İran islam
devriminin radikalleşmesi sonrası sisteme işbirlikçilik yapacak ılımlı islam
odakları kalmamıştı. Zaten İran şahlığını kendisine çok bağlı gördüğünden daha
çok onun üzerinden Sovyet karşıtı politikasını yürütüyordu. Sonuç itibarıyla
ABD soğuk savaş dönemindeki bu ilişkilerini Arap dünyasında halk hareketleri
ortaya çıkar çıkmaz hemen teşvik etmeye, desteklemeye ve toplumsal muhalefet
içinde etkin olmalarını sağlamaya çalışmıştır. Daha önce hazırladığı
Türkiye’deki işbirlikçi islami hareketi de bu işbirlikçi ılımlı islami
hareketlerin etkin olması için kullanmaya çalışmıştır.
Halk hareketleri
öz itibarıyla egemen güçlere, hatta Ortadoğu’ya iki yüz yıldır büyük sorunlar
yaşatan dış güçlere karşı bir harekat olarak ortaya çıkmasına karşın, ABD’nin
geçmişteki ilişkilerine de dayanarak kendi ihtiyacını karşılayabilecek siyasal
güç olarak gördüğü işbirlikçi ılımlı islama destek vererek, bu yönlü
yönlendirmeler yaparak ve klasik iktidar güçlerinin despotik karakteri
konumunda bunların koruyucusu gibi davranarak bölgedeki halk hareketlerini
böyle bir siyasal doğrultu içine sokmaya, bunlar üzerinden de kendisini bölgede
hakim kılmaya yönelmiştir.
Tunus ve Mısır’ın
düşmesinden sonra ortaya çıkan havadan da yararlanarak kendisine uzun süredir
sorun çıkaran ve Kuzey Afrika’da stratejik bir konuma sahip olan, yine petrol
kaynaklarının bulunduğu Libya’ya müdahale ederek bir bütün olarak Kuzey
Afrika’yı kontrol altına almaya yönelmiştir. Bu süreç aslında ABD’nin bölgeye
yüklenerek sonuç alma stratejisini ortaya koyuyor. Bunun en somut ifadesi o
güne kadar idare ettiği Türkiye’ye, artık tamamen benim politikalarımın ajanı
olacaksın, bölgedeki taşeronum olacaksın dayatması yaparak Türkiye’yi İran ve
Suriye ilişkilerinden uzaklaştırıp tamamen kendi bölge politikasına çekmesidir.
Türkiye ilk başlarda “bizim ne işimiz var Libya’da derken” bir hafta sonra
Libya’ya saldırının üssü olması, ABD’nin bölgeye müdahalede ne kadar ısrarlı
olduğu, bu konudaki işbirlikçilerinin, kendisine bağlı güçlerin tutumunu tamamen
netleştirmesini nasıl istediğinin somut kanıtıdır. ABD Ortadoğu’da ortaya çıkan
bu halk hareketlerini işbirlikçi ılımlı islam güçlerinin hakim olduğu temelde
değerlendirerek ve bu güçlere dayanarak Ortadoğu’da yeni bir siyasal düzen
kurmak istemektedir. Eski klasik iktidar bloklarının ihtiyaçlarına cevap
vermediğini görmüştür. Bu nedenle toplumsal meşruiyeti olan ve kendisine
bölgede uzun süre işbirlikçilik yapacak işbirlikçi siyasal islama dayalı bir
Ortadoğu düzenini tercih etmiştir. Libya’ya askeri müdahale ederek işbirlikçi
İslami güçleri iktidara getirmesi bunu açıkça göstermektedir. Tunus, Mısır ve
Libya’dan sonra siyasal islamcıların önemli bir bölümü ABD ile işbirlikçilik
yaparak, ona dayanarak her ülkede güçlenmeye başlamışlardır
Türkiye de bu
süreçte ABD tarafından kullanılan önemli bir güç olmuştur. Türkiye bu kendini
kullandırma, taşeronluk ve ajanlık yapma karşılığında Kürt özgürlük hareketinin
tasfiye edilmesini sisteme dayatmıştır. Daha doğrusu ABD ve Avrupa’dan
bölgedeki ajanlık ve taşeronluk yapma karşılığında Kürt Özgürlük hareketine
karşı yürüttüğü savaşta destek sözü almıştır. Türkiye’nin İran’ı ve Suriye’yi
terk ederek tümüyle ABD’nin politikalarına angaje olması bu nedenledir. Çünkü
bunu yapmadığı taktirde Kürt özgürlük hareketine karşı yürüttüğü savaşta siyasi
pozisyonunu kaybedeceğini bilmektedir. Dolayısıyla işbirlikçiliği ve
taşeronluğu en pespaye biçimde yapmayı üstlenmiştir.
Libya’daki Kaddafi
yönetiminin düşmesinden sonra gelişmeler Suriye’de yoğunlaşmaya başlamıştır.
Aslında Yemen, Bahreyn ve diğer ülkelerde de mevcut iktidarlara karşı halk
hareketleri ortaya çıkmıştı. Hatta Bahreyn gibi ülkelerde çok büyük boyutlara
ulaşmıştır. Ama buralarda İran’ın etkin olmasını engellemek açısından ABD bu
iktidarları ayakta tutarak ve belirli siyasal reformlara uğratarak kendisine
işbirlikçilik yapabilecek toplumsal tabanı güçlü yeni iktidar blokları ortaya
çıkarmaya çalışmaktadır.
Suriye ise
farklıdır. Suriye, Libya gibi kendisine sorun çıkaran ülkelerden biriydi. Soğuk
savaş döneminde de ABD’nin öncülük ettiği NATO karşıtı bir duruş içindeydi. Bu
açıdan Suriye’nin de dönüştürülmesi ve sistem içine çekilmesi önemli
görülmektedir. Bunda ilk adım Türkiye’nin İran ve Suriye ilişkisinden
koparılarak ABD’nin bölge projesine eklemlenmesi olmuştur.
Sıra Suriye ve İran’a gelmiştir
Türkiye ABD’nin
Suriye’deki rejimi değiştirmek istediğini, yeni hedefin Suriye olduğunu
görmüştür. Bu yönüyle doğru tespit etmiştir. Suriye yeni hedeftir; ama Türkiye
Suriye’nin diğer ülkelerden farklılığını ve özgünlüğünü görmediği için “Suriye
benim komşumdur, Suriye’de Kürtler var, hak kazanmasın” yaklaşımıyla daha
baştan çok radikal bir biçimde Suriye’ye tutum takınmıştır. Öyle ki Suriye’ye
savaş ilan etmiştir. Herkesten önce Suriye’ye karşı en sert politikayı izleyen
bir devlet konumunda olmuştur. Bu nedenle de Suriye’deki İhvan-ı Müslim’le sıkı
bir ilişki içine girmiştir. Onları Türkiye’de korumaya, örgütlemeye ve
yönlendirmeye yönelmiştir. Zaten eskiden beri İhvan-ı Müslim’in Türkiye’yle
ilişkileri bulunmaktaydı. Ancak Suriye’de siyasal krizin ortaya çıkmasıyla
birlikte Türkiye tamamen kendisini muhalefetin merkezi yapma, bu temelde de
iktidar değişiminde Suriye’ye tümüyle hakim olmayı hedefine koymuştur. Bu
açıdan İhvan-ı Müslim’e tam destek vermiştir. Ancak zaman içinde görülmüştür ki
Türkiye yanılgılar içindedir. ABD Suriye’yi değiştirmeyi hedeflemekte,
Suriye’de yeni bir iktidar blokunun ortaya çıkmasını istemekte ama İhvan-ı
Müslim’in başat güç olmasını istememektedir. İhvan-ı Müslim’in içinde olacağı,
ancak İhvan-ı Müslim’in başat olmayacağı kozmopolit, daha geniş bir yelpazede
siyasal blok temelinde Suriye’de yeni bir siyasal sistem şekillendirmek
istemektedir. Özellikle Batı Avrupa’nın politikası böyledir. Bu politikayı
ABD’ye de benimsetmiştir. ABD ve Avrupa bu çerçevede Suriye’de politika
izlemektedirler.
Bu açıdan
Türkiye’yle Avrupa ve ABD’nin politikaları çelişmiştir. Türkiye İhvan-ı
Müslim’i esas alırken, ABD ve Avrupa ise İhvan-ı Müslim’i geriletip daha
kozmopolit bir siyasal iktidar ortaya çıkarmaya, kozmopolit bir siyasal sistemi
şekillendirmeye yönelmiştir. Çünkü Suriye’nin yapısı farklı etnik ve dinsel
topluluklardan meydana gelmektedir. Bunların içinde önemli bir hıristiyan
nüfusu da vardır. Öte yandan aleviler vardır, Dürziler vardır, Kürtler vardır.
Bunlar da önemli bir nüfusu teşkil etmektedir. Bu açıdan İhvan-ı Müslim’i
dengeleyecek önemli bir toplumsal zemin bulunmaktadır. Öte yandan Lübnan’ın
yarısı hıristiyandır; İsrail’in Suriye’ye komşu olması da Suriye’yi farklı
kılmaktadır. Bu açıdan Suriye’yi Libya’dan, Tunus’tan, Mısır’dan farklı ele almaktadırlar.
ABD bölgede işbirlikçi ılımlı islama dayalı bir sistem kurmak isterken diğer
yandan onları çok güç yapmayan, onları frenleyen, dengeleyen bir politikayı da
benimsemiş gözükmektedir. Suriye’yi böyle bir ülke yaparak bölgede kendisine
işbirlikçilik yapan siyasal islamı belirli düzeyde sınırlamış olacaktır. Öte
yandan İhvan-ı Müslim’in Suriye’de etkin olması ve Türkiye’nin böyle bir
iktidarla birlikte bölgede güç olmasını sadece Lübnan, Suriye için olumsuzluk
olarak görmemekte, öte yandan bu durumun Türkiye’deki işbirlikçi ılımlı siyasal
islamı da etkileyeceği, onun daha fazla islamcı karakterini öne çıkaracağı,
hatta zaman zaman sistemden bağımsız hareket edebilen yaklaşımlara girebileceği
düşünülmektedir. Bu nedenle de Türkiye’de işbirlikçi siyasal islamın kontrol
edilmesi açısından da Suriye’nin İhvan-ı Müslim’in başat olduğu bir ülke haline
gelmesi istenmemektedir. Bu durum Türkiye’nin Suriye politikasında sorunlar
ortaya çıkarmıştır. Nitekim Arap Birliği ABD ve Avrupa’nın desteğiyle
inisiyatif alarak Türkiye’yi sınırlayan bir politika izlemektedir.
Türkiye açısından
Esad rejimindeki siyasal ve ekonomik imkanları bulamayacağı yeni bir Suriye
konumunun ortaya çıkacağı görülmektedir. Bu durum Kürtlerin de Suriye’de bir
statü kazanmalarının iç ve dış koşullarını ortaya çıkarmış bulunmaktadır. Eğer
Kürtler birliklerini sağlar, doğru politika izlerlerse hem Suriye’nin iç
dengeleri hem de dış etkenler Kürtlerin oluşacak yeni Suriye’de etkin rol
almalarını sağlayacak fırsatlar ve koşulları sunmaktadır. Şu anda Kürtlerin
bugüne kadar izlediği politikanın mevcut Suriye koşullarına daha iyi cevap
verebileceği ve bu politikanın kazanabileceği bir siyasal durumun var olduğunu
söylemek mümkündür. İhvan-ı Müslim’i esas alan yaklaşımların gerileyeceği
açıktır. Zaten uluslararası güçler de İhvan-ı Müslim’in başat olmaması için
çatışmalara müdahale etmemektedirler. Bir yönüyle İhvan-ı Müslim’i zayıflatarak
düşündükleri iktidar blokunun içine almayı hedefliyorlar. Eğer müdahalede
gecikiyorlarsa nedeni, düşündükleri iktidar blokunun hakim kılacağı momenti
yakalamak istemelerindendir.
Türkiye kuşkusuz
yeni kurulan Suriye ile ilişki içinde olacaktır. Ama Irak’taki Kürtler kazanım
elde etti; Suriye’de aktif politika izleyerek Kürtlerin kazanım elde etmesini
engelleyeceğim politikasının tutmayacağı şimdiden anlaşılmıştır. Suriye’yle
belirli siyasal, ekonomik ilişki içinde olacaklardır, ama Esad dönemindeki
imkanlarından daha fazlasını bulamayacaklardır. Hatta siyasal olarak Esad
dönemindeki etkinliğin gerisine düşecekleri açıktır.
Bu süreçte İran’ın
konumu çok tartışılmaktadır. Şu açıktır: Suriye İran’la ittifak içindeydi.
Suriye üzerinden İran’ın Lübnan’da da etkisi vardı. Ancak gelinen siyasal durum
nedeniyle zaman içinde İran’ın Suriye ve Lübnan’daki etkisi azalacaktır. Zaten
alevileri de sistem içine alarak, yine Şiileri Lübnan’da dışlamayarak İran’ın
bölgeye müdahale koşullarını ortadan kaldırmaya çalışmaktadırlar. Dolayısıyla
Suriye’deki olası yaşanacak değişimden, yeni siyasal sistemden sonra İran’ın bu
alanda etkisinin azalacağını rahatlıkla söylemek gerekir. İran da bunu
görmektedir. Bu açıdan İran’ın Suriye ve Lübnan üzerinden büyük bir mücadele
yürüteceği ya da direneceği sanılmamalıdır. Kuşkusuz manevi olarak aleviler ve
şiiler üzerinde etkisini sürdürmeye çalışacaktır. Bu süreçte Esad’a destek
vermesi bu anlamı taşımaktadır. Ama İran da Esad rejiminin gidici olduğunu
görmektedir. Ya da kendisiyle ilişki içinde olan, Suriye’nin gelecekte
olmayacağını görmektedir. Bu açıdan İran esas olarak ideolojik ve manevi olarak
Suriye ile ilişkisini sürdürmek istemektedir. Çünkü ideolojik ve siyasi olarak
bölgede etkili bir siyasal güç olmak istemektedir. Özellikle şia dünyası
üzerinde etkisini sürdürmek istemektedir. Bu açıdan Suriye’deki mevcut siyasal
ortamda Suriye ile dayanışma içinde olmasını bu çerçevede anlamak gerekir.
Ancak İran’ın esas karargahını, cephesini Irak üzerinde kuracağı ve buradan
kendisini güçlendirerek bölgede etkin olmaya çalışacağı, ya da kendisine
yönelik saldırının ön cephesinin esas olarak Irak üzerinden olacağı şimdiden
anlaşılmaktadır. Bu yönüyle İran adım adım Suriye’den ve Lübnan’dan geri
çekilecek esas gücünü ve dikkatini Irak ve körfez üzerinde yoğunlaşacaktır.
Bu yönüyle tabii
ki bir sünni-şia çekişmesi vardır. İran’ın ideolojik olarak buna ihtiyacı
vardır. Kapitalist modernist sistemin tümden kendisini bölgeye hakim kılmak
istemesini görerek şii dünyası üzerindeki etkinliğini bir pazarlık gücü haline
getirerek bölgedeki konumunu belirli düzeyde sisteme kabul ettirmeye
çalışmaktadır. İran merkezli bölgedeki siyasal çatışmaya bir yönüyle Şii-Sünni
çatışması denilebilir, ama bunu çok abartmamak, fetişleştirmemek, bölgedeki
siyasal gelişmelerin esasını sünni-şii çekişmesi üzerinden yürüdüğünü
düşünmemek gerekir. Çünkü yakın zamana kadar İran sadece şiilere değil
sünnilere de oynuyordu. Bir nevi siyasal islamın ve radikal islamın sözcülüğünü
yapmaya çalışıyordu. Ama giderek bu iddiasını bırakarak şii dünyasındaki
etkinliğini kullanıp bunu pazarlık gücü yaparak bölgede etkin olmak
istemektedir. İran mevcut haliyle şii-sünni çekişmesi içinde görülse de en
önemli hedefinin Türkiye’nin bölgedeki etkinliğini geriletmek olduğu
görülmelidir. Bu açıdan şii-sünni çekişmesi bir yönüyle de Türkiye-İran
çekişmesi biçiminde somut olarak yansıyabilir.
Bu durum bölgedeki
demokrasi ve özgürlük güçleri açısından belirli fırsatlar, manevra imkanları
ortaya çıkarabilir. Ama şu durum yoktur: Geçmişte İran vardı, Suriye vardı,
bunlarla ilişkili örgütler vardı, ülkeler vardı. Bölgede iki cephe mücadelesi
vardı; bundan sonra da böyle bir şey olabilir yaklaşımı mevcut siyasal gerçeğe
ters düşmemektedir. Çelişkilerden yararlanarak politika üretmek gerekli olmakla
birlikte; İran’a, Suriye’ye ya da başka bir güce dayanarak bölgede siyasal bir
cephe oluşturmanın, buna dayanarak etkin olmanın zamanı geçmiştir. Bu yönüyle
Şia cephesinde yer alalım ya da Sünni eksende olalım ve politikamızı böyle bir
eksende yürütelim yaklaşımı içinde olmamak gerekir. Ama bunu derken
çelişkilerin ortaya çıkardığı taktik imkanları, fırsatları da değerlendirmek,
bunu da özgürlük ve demokrasi güçlerinin mücadelesi açısından mücadeleyi
geliştirici, fırsat ve imkan sağlayıcı zemine dönüştürmek de tabii ki yanlış
olmayacaktır.
Bizim yeni siyasal
yaklaşımımız, dünya genelinde, bölge genelinde veyahut da tek tek ülkeler
boyutunda bir kopuşu sağlayacak cepheden mücadeleler yerine, iç içe mücadele
ederek yan yana yaşayacak siyasal stratejileri ve taktikleri esas almaktadır.
Nasıl ki Türkiye’de devlet yıkıp devlet olmak değil de devleti demokrasiye
duyarlı kılarak özgür Kürdistan demokratik Türkiye yaratmak istiyorsak, bölge geneli
açısından da ABD’yi ve Avrupa’yı cepheden savaşlarla tümden kovmak ya da başka
bir siyasal güçleri kesin yenilgiye uğratarak bir ideolojik ve siyasal eğilimin
hakim olduğu bir bölge yaratmak gibi bir yaklaşım içinde değiliz. Böyle bir
cephe açan ve savaşı bu eksende yürüten stratejiler yürütmüyoruz. Ama demokrasi
güçleriyle ittifak halinde bölge güçlerin ve egemen güçlerin çelişkilerinden
yararlanarak demokrasi güçlerini hem tek tek ülkelerde hem de bütün Ortadoğu’da
etkin kılarak sistemin yanında demokrasi güçlerini de var eden, bir yönüyle de
mücadelenin sürekli olduğu, sürekli bir duruş ve mücadeleyle kendisine yer açan
bir ideolojik, siyasi mücadele içinde olacağımız da kesindir. Yeni
paradigmamızın, yeni ideolojik, teorik yaklaşımımızın pratik politikadaki
yansımaları da bu çerçevede olacaktır. ABD’yle, kapitalist modernite sistemiyle
sürekli bir mücadele içinde olacağız, demokrasi güçleriyle ittifak içinde
olarak kapitalist moderniteyi gerileteceğiz. Bu yönüyle sistem içindeki
çelişkilerden yararlanacağız, ama savaş açarak ABD ya da Avrupa’yı buradan
atacağız, İran’ı tümden atacağız, diğer siyasal güçleri tümden süpürüp atarak
sadece kendimizi hakim kılacağız biçiminde bir politik yaklaşımla hareket
etmiyoruz, etmeyeceğiz. Ama sistemden kopan, sistemden ayrı kendi sistemini
yaratan ve sistemle yan yana yaşayan ve sürekli mücadele etmesini bilen bir
ideolojik, siyasal yaklaşımı da göstereceğimiz açıktır.
Kürtler birlik olmak zorundadır
Arap halklarındaki
gelişmeler ve bölgedeki siyasal durum Irak ve Güney Kürdistan’ı da yakından
ilgilendirmektedir. Irak’ta sünni-şia çekişmesi yeni bir boyut kazanmıştır. Bu
durum ilerde Irak’taki gelişmeleri daha farklı bir noktaya getirebilir. Sünni
güçlerin, hatta El-kaide gibi bazı kesimlerin bile bu şii-sünni çatışması
içinde sistemin kontrolü altına alınması mümkündür. Zaten Türkiye böyle bir
çalışmayı uzun süreden beri yürütmekteydi. Bu durum Irak’taki ilişkileri daha
karmaşık hale getirebilir. Kürtlerin durumu da bu çekişme içinde yeni bir
pozisyon kazanabilir. Hakim şia güçleriyle bir çatışma yaşamaktadırlar.
Özelikle Kerkük sorunu ve diğer bazı yerlerin sorunları çözülmemiştir. Bu durum
Güney Kürdistan’daki durumu nereye evriltir şimdiden kesin bir şey söylenemez.
ABD, Türkiye ve Güney Kürdistanlı güçleri ilişkilendirerek Irak’ta bir denge
kurmaya çalışmaktadır. Bu politika hareketimize karşı olumsuz durumlar ortaya
çıkarabilir. Dolayısıyla bunu yakından izlemek ve takip etmek ve boşa çıkarmak
gerekmektedir.
Güney Kürdistan
hükümeti son zamanlarda ulusların kendi kaderini tayin hakkından, hatta
bağımsızlık ilan edilebileceğinden söz etmektedirler. Bunu açık söylemeseler de
dolaylı yollardan yansıtmaktadırlar. Kuşkusuz Güneyli halkın ve siyasal
güçlerin yaklaşımları takip edilir. Eğer Kürtler için başka bir çare kalmazsa,
farklı seçenekler de gündeme girebilir. Ancak bizim açımızdan Kürtlerin
özgürlüğünün, demokrasisinin asıl güvencesi ne bağımsız devlet olmaktır ne de
şu veyahut da herhangi bir ülkenin desteğidir. Esas güvence bölgenin ve mevcut
ülkenin demokratikleşmesidir. Bu açıdan bölgenin demokratikleşmesi de esas
olarak bu ülkelerden koparak ve bağımsız devlet kurarak değil de Irak sınırları
içinde demokrasi güçlerini, demokrasi mücadelesini teşvik ederek demokrasi
temelinde Kürtlerin haklarını elde ederek sağlanabilir. Doğru stratejik
yaklaşım bu olmalıdır. Güney Kürdistan’ın bu açıdan kendini demokratikleştirme
temelinde Irak’ta demokrasiyi sağlatma imkanları vardır. Ancak sünnilerle şii
çatışmaları Kürtleri Irak içinde kalamayacak bir duruma zorlarsa ve Kürt halkı
ve siyasi güçleri de bağımsızlık kararı alırsa tabii ki böyle bir durumda
alınan karar saygı duymak ve bu çerçevede Güney Kürdistan’daki kazanımları
koruma tutumu içinde olmak gerekmektedir.
Güney Kürdistan’da
tabii ki ciddi sorunlar yaşanmaktadır. Arap Baharı ve işbirlikçi ılımlı islamın
etkileri Güney’e de yansıtılmıştır. Güney’deki islami kesimler bir taraftan
Türkiye, diğer taraftan Suudi Arabistan ve çeşitli güçler tarafından desteklenmektedir.
Bu yönüyle mevcut siyasal iktidarın altı her gün oyulmaktadır. Mevcut iktidar
toplumsal desteği güçlü olduğundan değil, bölgesel siyasal dengeler ve dış
güçlerin desteğinden dolayı ayakta kalmakta ve bu siyasal islamcı güçlere göz
açtırmamaktadır. Kuşkusuz PKK öncülüğündeki Kürt özgürlük hareketinin varlığı
da alternatif bir demokratik siyasal gücün var olması anlamına geldiğinden
işbirlikçi siyasal islamcı güçler fazla etkili olamamaktadırlar. Bu yönüyle
PKK’nin varlığı, ideolojik siyasi karakteri Kürdistan’da Türkiye, Suudi
Arabistan ve çeşitli güçlerin desteklediği siyasal islamcı güçlerin etkin
olmasını engelleyen temel faktörlerdendir. Hareketimizin varlığı olmasaydı
bugün Güney Kürdistan’da siyasal islamcı güçler her yerde etkinliğini daha fazla
artırırlardı. Belki KDP ve YNK bunun farkında değildir, ama PKK’nin konumu,
ideolojik ve politik duruşu dış güçler tarafından desteklenen, siyasal
islamcılar karşısında kendilerini ayakta tutan önemli bir dayanak olmaktadır.
Güney Kürdistan
politikalarının yakından takip edilmesi gerekmektedir. Bölgedeki siyasal
gelişmeler çerçevesinde ABD’nin Türkiye ve Güneyli güçleri ortak tutum içine
alma, bu temelde de birleşip bizi zorlamaları gündeme gelebilir. Bu yönüyle her
ne kadar KDP “Kürt savaşı olmaz, biz karşıyız” dese de Kürt özgürlük hareketini
geriletme, tasfiye etme politikası içinde şöyle veyahut da böyle yer alma
zemini ve tehlikesi vardır. Bu yönüyle Güneyliler böyle diyor, bu nedenle Kürt
özgürlük hareketine karşı tutum almazlar gibi gafil bir yaklaşım içinde olmamak
gerekir. Kürt özgürlük hareketi ulusal kongreyle KDP’nin, YNK’nin ulusal
demokratik tutum dışında yaklaşım göstermesini engellemek istemektedir. Önder
Apo ve hareketimizin yıllardır ulusal kongre istemesi, ortak bir ulusal
politikanın belirlenmesi çağrısında bulunması bir yönüyle bunu hedeflerken,
diğer yönüyle Kürtlerin bölge değişirken statü kazanması açısından her
parçadaki halkımızın özgürlük mücadelesinin manevi olarak desteklenmesi,
birbirinden güç almasını sağlamayı hedeflemektedir. Ancak KDP ve YNK’nin
yaklaşımları bu ciddiyette değildir. Ulusal kongrenin gündemde olduğu bir
süreçte PKK silah bırakmalı, silahlı mücadelenin zamanı geçmiştir gibi sözlerin
sık sık sarf edilmesi daha baştan ulusal kongreye yaklaşımı ciddiyetten uzak tutan
bir durum olmaktadır.
Bu tür söylemlerle
ulusal kongrenin hedefini ve içeriğini boşaltmaya, Türk devletine ve çeşitli
güçlere mesaj vermeye çalışılmaktadırlar. Ulusal kongreyi Kürtlerin güç olup
tüm bölge ülkelerine karşı birbiriyle dayanışması ve Kürt sorununun çözümünü
dayatması olarak ele almayı değil de sanki bölge ülkelerinin kaygılarını
giderecek bir toplantı gibi düşünmeleri tarihi olarak büyük bir sorumsuzluktur.
Bunlar tabii ki yanlış şeylerdir. Böyle tarihi bir kongrenin amacı PKK’nin
silahlı mücadeleyi bırakıp bırakmamasını tartışmak olamaz. Bu kongre, Kürt
halkının ulusal haklarının nasıl güvenceye alınacağını, bütün parçaların
birbirini nasıl destekleyeceğini tartışarak temel ilkeler, ortak politika ve
ortak kurumlar yaratmayı hedefleyecektir. Kuşkusuz Kürt özgürlük hareketi bunda
ısrarlı olacaktır. Ulusal kongrenin bölgede yeni dengeler oluşurken halkımızın
20. yüzyılın başında olduğu gibi örgütsüz, politikasız kalmamasını, ortak bir
politika doğrultusunda ulusal organ olarak ortak Kürt iradesinin ortaya
çıkmasını sağlayıp siyasal gelişmelere müdahale etme görevi bulunmaktadır.
Önümüzdeki dönemin temel görevlerinden biri de bu karakterdeki ulusal kongre
kararlaşmasının sağlanması ve doğru çizgide yürümesinin gerçekleştirilmesi
olacaktır.
AKP’nin bir çözüm politikası yoktur
Ortadoğu’daki
mücadele sertleştiği gibi, Kuzey Kürdistan’daki Özgürlük mücadelesi de sert bir
sürece girmiştir. Türkiye özellikle ABD’nin bölgedeki taşeronu olma rolünü
oynayınca, bu konuda tamamen ABD politikalarına entegre olunca Kürt özgürlük
hareketini dış destekle tasfiye edebileceğinin hesabını yapmaya başlamıştır.
Seçimlerden önceki politikaları tamamen dış güçlere dayanarak Kürt özgürlük
hareketini tasfiye edebileceği anlayışının sonucu ortaya çıkmıştır. AKP tabii
ki oyalayarak, zaman kazanarak Kürt özgürlük hareketini tasfiye etmeyi
hesaplıyordu. Kürt özgürlük hareketinin direnmediği bir ortamda tasfiye
politikasını başarıya götürmek esas tercihiydi. Adım adım yıpratarak ve sonunda
da kendine göre bir anayasa yapıp Kürt özgürlük hareketine dayatıp kabul
ettirmek, kabul etmediği takdirde ise çok yoğun saldırılarla tasfiye etmeyi
hesaplıyordu. Esas planı buydu. Ancak Kürt özgürlük hareketinin bu oyalamayı
kabul etmeyeceğini, özellikle seçimden sonra kendisine bir çözüm politikası
dayatacağını gördüğünden esas olarak savaşa hazırlanmış ve şiddetle ezmek
isteyen bir stratejiyi devreye koymuştur. Nitekim Kürt özgürlük hareketi
AKP’nin oyalama, zamana yayma ve bu temelde tasfiye etme politikalarını tutum
koyar koymaz AKP hükümeti saldırılarını artırmıştır. Özellikle de Kürt özgürlük
hareketinin tabanını ezmek, demokratik siyaseti bitirmek ve böylelikle halkın
mücadelesinin önüne geçerek, gerillayı halktan kopararak, gerillanın da üzerine
giderek tasfiye etme stratejisini devreye sokmuştur.
AKP’nin politikasında
herhangi bir çözüm niyeti olsaydı seçimde hem demokratik blok oylarını
artırmıştı hem de kendisi oylarını artırmıştı; buna dayanarak bir çözüm
politikası izleyebilirdi. Mevcut seçim sonuçları normal, herhangi demokratik
bir ülkede böyle değerlendirilirdi. Mantıklı düşünüldüğünde seçim sonuçları
demokratik çözümün en uygun olduğu bir süreç ortaya çıkarmıştı. Ama AKP’nin bir
Kürt politikası olmadığından, siyasal egemenlik ve kültürel soykırımı yeni
koşullarda sürdürmek istediğinden, iktidarını bugüne kadar bu anlayışla
yürüttüğünden ve böyle iktidara geldiğinden, Kürt özgürlük hareketini ezerek
devletin başat gücü olma stratejisi izlediğinden çözüm politikası değil,
tasfiye politikasında ısrar etmiştir. Demokratik Özerklik ilanına bu kadar sert
tepki göstermesi, daha doğrusu bütün saldırılarının gerekçesi bunu yapması,
AKP’nin Kürt sorununda bir çözüm politikası olmadığının en somut kanıtıdır.
AKP en sert
tutumunu Önder Apo’ya karşı göstermiştir. 7 aydır avukatlarıyla
görüştürülmemesi, bütün avukatların tutuklanması İmralı odaklı bir savaş
yürütüldüğünü göstermektedir. Önder Apo da AKP’nin tutumuna karşı sert tutum
koymuştur. Önder Apo zaten AKP’nin bu sert politikalarına “benim savunmamı
okudular, bu nedenle bu tür tutumları koyuyorlar” diye izah getirmiştir.
Savunmasında AKP’nin Kürt sorununda bir çözüm politikasının olmadığı, zamana
yayarak tasfiye politikasını izlediğini, devleti böyle ele geçirerek Kürtler
üzerinde siyasi egemenlik ve kültürel soykırımı sürdürmek istediğini açıkça
ifade etmektedir. AKP, Önder Apo’nun ve Kürt özgürlük hareketinin kendi
politikalarını kabul etmeyeceğini görünce demokratik siyasal alana yönelik
saldırılarını dört dörtlük bir faşist terör düzeyine çıkarmıştır. Kürdistan
tarihinde görülmemiş bir biçimde siyasi soykırım operasyonları yürütmektedir.
Aslında dünyada bu düzeyde siyasetçiler üzerine giden bir devlet ve hükümet
görülmemiştir. Faşist denilen devletlerin yürüttüğü politikalar araştırılırsa
bu kadar siyasetçinin içeri atılmadığı görülecektir. Demokratik siyaset alanında
tam bir kök kazıma hareketi yürütülüyor. Açıkça PKK’ye karşı çıkmayan,
yurtsever tüm Kürt siyasetçileri, hatta toplumda sözü dinlenecek herkesi içeri
atıyor. Bu yönüyle Kürt halkını tümüyle örgütsüz bırakmayı hedefliyor. Örgütlü,
bilinçli bütün Kürtleri içeri atarak Kürt halkı mücadele edemez, örgütlenemez
hale getirilmek istiyor. Bu, açıkça faşist bir terörü ifade etmektedir. Bu
politikanın adı dört dörtlük faşizmdir. Başka türlü ifade etmek mümkün
değildir.
Anlaşılıyor ki bu
saldırıları sürdürecekler. Bu aynı zamanda mücadelenin 2012 yılında da çok sert
geçeceğini ortaya koymaktadır. Bir irade kırma, teslim alma harekatı
yürütülmektedir. Buna karşı Önder Apo da Kürt özgürlük hareketi de
direnecektir. Artık gelinen aşamada AKP’nin politikalarına boyun eğilmesi,
zamana yayıp tasfiye politikalarının kabul edilmesi mümkün değildir.
Dolayısıyla mücadelenin sert geçeceği bir dönem söz konusudur. Bazılarının
belirttiği gibi AKP bir süre sonra yumuşayacak, yeni bir dönem başlayacak
yaklaşımları kesinlikle doğru değildir. AKP irade kırmaya yöneliyor. Tabii ki
irade kırabilirse, kendi dediğine getirebilirse uygulamalarda değişimler
yaşanır. AKP’nin en korktuğu şey, Kürt halkının mücadele etmesidir, mücadeleyi
sürdürmesidir. AKP mücadeleden korktuğu kadar hiçbir şeyden korkmamaktadır. Bu
açıdan Kürtler mücadele etmezse, mücadelesiz kalırsa, AKP’nin politikalarını
kabul ederse bu tabii ki AKP’nin tercih edeceği bir yaklaşımdır. Yani AKP ille
de sertlik politikası izleyeyim demiyor. AKP’nin politikalarına direnmeyen bir
Kürt hareketini tercih etmektedir. Böyle olduğunda yüzü yumuşak görülebilir.
Bunu kendi politikalarının gerçekleşmesi açısından daha yararlı görmektedir.
Bu açıdan mevcut
durumda ateşkeslere de hazırdır. Hatta çift taraflı ateşkesleri bile kabul
edebilecek bir durumu vardır. Ancak gelinen aşamada eski süreçlerin tekrarının
olması mümkün değildir. Eski süreçleri tekrar etmek, tek taraflı ateşkes ilan
etmek ya da hiçbir siyasal karşılığı ve sonucu olmayan herhangi bir siyasal
çözüme hizmet etmeyen ateşkesler yapmak kesinlikle AKP politikalarının
yürümesini sağlamaktır. Kürt özgürlük hareketini mücadelesiz bırakmak isteyen
AKP’dir. Bu açıdan artık tek taraflı da olsa, çift taraflı da olsa net siyasal
karşılığı olmayan ateşkeslerin gündeme gelmesi mümkün değildir. Yeni bir
ateşkes Önder Apo’nun özgürleştiği, bütün demokratik siyasetçilerin serbest
bırakıldığı ve devletin, AKP’nin Kürt sorununun çözümünde adım atacağını net
ortaya koyacağı bir durumda böyle bir siyasal projenin parçası olarak gündeme
gelebilir. Bir kere bunu böyle anlamak lazım. Yani geçmiş süreçlerdeki gibi
hiçbir siyasal sonucu olmayan, AKP’nin politikalarını adım adım yürüttüğü bir
süreci kimse beklememelidir.
Öte yandan AKP
yumuşayacak ve belirli adımlar atacak yaklaşımları kesinlikle doğru değildir.
Bunlar tamamen özel savaşın, özel savaş merkezinin Kürt özgürlük hareketini
eylemsiz bırakma yaklaşımlardır; bir tuzaktır. Bu tür söylemleri kim söylerse
söylesin ya özel savaşın dilini kullanıyordur ya da iyi niyetini dile
getiriyordur. Ama bu iyi niyetli söylemlerin esas olarak da özel savaşçıların
politikalarının parçası olduğu açıktır. Bunu bir kere böyle değerlendirmek
gerekmektedir. Bu açıdan kimi Kürtlerin, Kürt aydınlarının “AKP bunu uzun
sürdüremez, sonuçta yumuşar, bir çözüme yanaşmak zorunda kalır” yaklaşımları
kesinlikle doğru değildir; AKP’nin tasfiye konseptinin kuyruğuna takılmaktır;
devletin ya da AKP’nin politikalarını anlamamaktır. AKP’nin bir çözüm
politikası olsa zaten yumuşama da olur, çözüm de olur. AKP’nin bir çözüm
politikası yoktur. AKP bir çözüm politikası ortaya koymadan, bu net
anlaşılmadan herhangi bir yumuşamanın olacağını beklemek ya da Kürt özgürlük
hareketi tek taraflı ateşkes ilan etsin, direnişi bıraksın yaklaşımları içinde
olmak sadece AKP’nin politikalarına hizmet eder. Bu açıdan sürecin karakterinin
çok iyi anlaşılması gerekir.
6-7 aylık mücadele
kesinlikle AKP’nin politikalarını boşa çıkarmıştır. AKP binlerce siyasetçiyi
tutuklamıştır, avukatları ve gazetecileri tutuklamıştır, birçok operasyonda
gerilla kayıpları olmuştur. Ama bunları AKP’nin maskesini düşüren, AKP’yi
zayıflatan, AKP’yi Kürt özgürlük hareketi karşısında başarısız kalmaya mahkum
eden politikalar olarak görmek gerekir. AKP’nin bugüne kadarki en önemli gücü
kendine demokrat kendine müslüman karakteriyle toplumu, çeşitli güçleri
aldatarak kendisine destekçi kılması ve buna dayanarak da hem Kürt özgürlük
hareketi hem de demokrasi güçlerine karşı tasfiye politikası izlemesiydi.
Kürtleri de demokrasi güçlerini de çeşitli liberalleri de bu tür masallarla
oyalıyordu. Böylelikle hem özgürlük mücadelesinin hareketsiz kalmasını
sağlamaya çalışıyor hem de daha etkili, güçlü bir alternatif demokrasi
hareketinin ortaya çıkmasını engelliyordu. Şimdi AKP’nin maskesi düşmüş, AKP en
zayıf konumuna getirilmiş bulunmaktadır. AKP amiyane deyimle Aşil Topuğundan
vurulmuştur. AKP’yi on yıldır iktidarda tutan siyasal zemin kaymıştır. AKP’nin
bugün dayandığı siyasal zemin kendisini iktidar yapan siyasal zemin değildir.
Daha çok milliyetçi söylemlere sarılmıştır. Devletin şimdiye kadarki Kürt
politikalarını kendi müktesebatı haline getirmiştir. Böylelikle geçmişteki
klasik hükümetlerin yeni versiyonu haline gelmiştir. Bu yönüyle AKP’nin maskesinin
düşürülmesi, AKP gerçeğinin demokratik ve özgürlükçü olmadığının gösterilmesi
ve AKP’nin siyasal iktidar kayması içinde olduğunun, on yıllık demagojik olarak
ortaya koyduğu söylemlerin dışında bir parti olduğunun görülmesi AKP’nin güç
kaynaklarının ortadan kaldırılması anlamına gelmektedir. AKP’nin önümüzdeki
dönemde Kürt özgürlük hareketine karşı pozisyonu zayıflamıştır. Halkımızın ve
demokrasi güçlerinin pozisyonu güçlenirken AKP’nin pozisyonu geriletilmiştir.
AKP’nin meşruiyeti zayıflamıştır. Bu yönüyle kayıplar da olsa, acılar da
çekilse 6-7 aylık bu sert savaş süreci sonunda AKP başarısız kılınmıştır.
AKP’yi oluşturan blok çatlamıştır
AKP’nin bugün
destekleyicileri tarafından eleştirilmesi bunun kanıtıdır. AKP bir siyasal
islamcılar blokuydu. Kimi liberal ve demokratları da yanına almıştı. Şimdi bu
blok çatlamıştır. Bir taraftan liberaller AKP’yi eleştirirken, diğer taraftan
bu iktidar blokunun en önemli bileşeni fethullahçılarla Erdoğan’ın etrafındaki
ekip arasında ciddi bir çekişme ve çatışma ortaya çıkmıştır. MİT üzerindeki
savaş bunun sonucudur. Fethullahçılar MİT’i de kontrol altına alarak AKP’yi
tümüyle kuşatıp iktidar bloğu içindeki başat güç haline gelecekti. Zaman içinde
de kendi hiziplerinin iktidarını ortaya çıkarmayı hedefliyorlardı. Erdoğan
kanadı bunu görerek tutum almıştır. Bu da AKP iktidar bloğu içinde çatlama
ortaya çıkarmıştır. Yine AKP’nin nasıl rantçı bir iktidar olduğunu, nasıl bir
hizip savaşlarıyla devletin imkanlarını değerlendirmek isteyen iktidar bloğu
olduğunu ortaya çıkarmıştır. Bu da AKP’yi yıpratmıştır. Öte yandan Kürt
politikasındaki başarısızlığı AKP’yi yıpratmıştır. Kürt sorununda demagojik
olarak çözüm bulacağını söyleyen, Kürt sorunu vardır diyen Erdoğan ve
hükümetinin, mevcut durumda Kürt sorununda çözüm politikası olmayan, Kürtler
üzerindeki siyasi egemenlik ve kültürel soykırımı sürdürmek isteyen bir iktidar
olduğu anlaşılmış ve Kürtler içindeki zemini de kaymaya başlamıştır. Son
anketlerde BDP’nin oylarının yükselmesi bunun kanıtıdır.
Kuşkusuz bu
çatışmaların esası Kürt özgürlük hareketi karşısındaki başarısızlıktan ileri
gelmektedir. Kürt özgürlük hareketi karşısında AKP başarılı olsaydı bu çatışma
ortaya çıkmazdı. Ya da AKP içinde fethullahçılar bu düzeyde bir hamleye
girişmezlerdi. AKP hükümetinin Türkiye’nin en temel sorunundaki başarısızlığını
gerekçe yaparak, onun üzerinden AKP’yi vurmak, iktidar bloğu içindeki
hakimiyetini güçlendirmek istemişlerdir. Bu açıdan Kürt özgürlük hareketinin
direnişi nasıl ki liberallerin, kimi demokratların AKP’nin gerçek yüzünü
görmesini beraberinde getirmişse, AKP bloğunun çatlamasının esas nedeni de
direnişimizin olduğunun görülmesi gerekmektedir. Yoksa AKP’nin bir çözüm
politikası var, fethullahçıllar çözüm istemiyor; biri müzakereden yana, diğeri
buna karşı, çatışma bundan meydana gelmiş yaklaşımları kesinlikle doğru
değildir. Bu da bir saptırmadır, yönlendirmedir. Kuşkusuz AKP iktidardadır,
pratik politika izliyor. Bu yönüyle politikanın imkanlarını kullanarak Kürt
özgürlük hareketini sınırlamak, tasfiye etmek istiyor. Yoksa amaçta birdirler.
AKP Kürt özgürlük
hareketinin direnişi karşısında en temel iddiası olan Kürt özgürlük hareketini
tasfiye etme kartını kaybetmiştir. Daha doğrusu politikasız kalmıştır. Daha
önceki zora, şiddete dayanan hükümetlerden farkı kalmamıştır. Halbuki onun esas
gücü, Kürtleri oyalayarak aldatacak, yumuşak gücü kullanacak, psikolojik
savaşla etkisizleştirecek ve Kürtleri düşündüğü sistemin içine çekecekti. Fakat
Kürtlerin AKP’nin düşündüğü sistemin içine çekilemeyeceği görülmüştür. Şu anda
devletin de AKP’nin de yaşadığı kriz budur. Nitekim düşündükleri anayasayı
yapamayacaklarını, bu konuda kriz çıkacağını şimdiden görmüşlerdir. Kürt
özgürlük hareketinin, Kürt halkının talepleri karşılanmadan yapılacak bir
anayasanın Türk devletinin ihtiyaçlarına cevap vermek bir yana, krizi daha da
derinleştireceği açıktır.
AKP hükümetinin
bunu görmesi onu kimi işbirlikçi Kürtleri daha fazla kullanmasına yöneltmiştir.
Liberaller, çeşitli kesimler AKP’nin demokrat olmadığını, Kürt sorununu
çözemeyeceğini gördüğü, AKP’yi daha fazla eleştirdiği dönemde kimi işbirlikçi
uşak ruhluların kullanılması AKP’nin sıkışıklığının ifadesidir. AKP bunlar
eliyle güya Kürdistan’da çöken politikasının meşruiyetini yeniden sağlamak
istemektedir. Bu yönüyle çeşitli Kürtleri bir araya getirme yaklaşımı içindedir.
Kemal Burkay’ı kullanıyor. İbrahim Güçlü’yle Kemal Burkay’a her türlü küfrü
yaptırıyor. Kürt özgürlük hareketi hakkında kuşku uyandırmak için her türlü
şeyleri söyletiyor. Kemal Burkay en son Hak-Par içine girdi. Böylelikle AKP’nin
Kürdistan’daki politikası çökerken, Kürtler birlik yaratıp Kürt sorununun
demokratik çözümünü dayatma sürecine girmişken, böyle bir imkanı bulmuşken
Kemal Burkay eliyle, İbrahim Güçlü eliyle Kürtler arasında oluşabilecek birliği
bozmaya, Kürtler arasında parçalanmışlık yaratarak Kürt sorununda
çözümsüzlüğünü sürdürmeye çalışmaktadır. Daha doğrusu işbirlikçi Kürtlere
dayanarak Kürtler üzerinde yürüttüğü bugüne kadarki politikayı bir süre daha
yürütebileceğini, buna dayanarak Kürt özgürlük hareketini geriletebileceğini düşünmektedir.
Bu da önümüzdeki süreçte mücadelenin sadece askeri ve siyasi alanda sert
sürmeyeceğini, AKP’nin bu psikolojik savaşına karşı da mücadelenin
yükseleceğini ortaya koymaktadır.
Kürt sorununun
çözümü bir bir muhataplık ve siyasi irade tanıma sorunudur. Önder Apo muhatap
olmaktan çıkarılacak, PKK muhatap olmaktan çıkarılacak, tasfiye edilecek, ondan
sonra da Kürt sorunu çözülecek! Böyle sorun çözmek mümkün müdür? Kürt sorununda
Kürt halkının siyasi iradesi tanınmadan, siyasal gücü kabul edilmeden herhangi
bir çözümün olması mümkün müdür? Kürt halkının siyasi iradesi ortadan
kaldırılacak, çözüm güçleri ortadan kaldırılacak, ama AKP-devlet çözüm
yaratacak! AKP’nin bu yaklaşımlarına rağmen Kürt sorununda bir şeyler
yapacağını beklemek, bu konuda beklenti yaratmak tamamen Türk devletinin özel
savaş politikasının parçası haline gelmektedir. Dünyada böyle bir çözüm
politikası olmadığı gibi Türkiye’de de olmaz. Bu bir çözüm politikası değil,
bir tasfiye politikasıdır. Bu açıdan önümüzdeki dönemde Kürt Özgürlük hareketi
hem askeri alanda, hem siyasi alanda, hem de psikolojik savaş alanında devlete
karşı çok şiddetli ve yoğun bir mücadele içine girecektir. Bunun böyle
görülmesi gerekir. Bu mücadele yürütülürken tabii ki bu işbirlikçi uşak
güçlerin teşhir edilmesi, onların toplumdan izole edilmesi ve AKP’nin Kürtleri
böl-parçala-yönet politikasının boşa çıkarılması gerekmektedir.
Kuşkusuz bu konuda
Kürtlerin büyük tecrübesi vardır. Öyle işbirlikçi alternatif bir hareket
yaratmak, Kürt özgürlük hareketini parçalayıp bölmek zordur. Sinek küçüktür,
ama mide bulundurur misali bu tür kişileri de böyle kullanmaya çalışmaktadır.
İşte Kürtler bir birlik oluşturmaya çalışırken, hasta ruhlu biri ortaya çıkarak
bunu bozmaya çalışmaktadır. AKP’nin psikolojik savaş merkezlerinin eline yeni
propaganda araçları vermektedir. Ancak Kemal Burkay’ın, İbrahim Güçlü gibilerin
olduğu yerde bir alternatif hareketin oluşması mümkün değildir. Kelin merhemi
olsa ilk önce kendi kafasına sürermiş. Bırakalım birlik yaratmayı, bir örgüt
olmayı, var olan örgütlerini bile dağıtmış, mücadele gücü olmayan, sadece Kürt
özgürlük hareketine küfreden kişilerin ve hareketlerin Kürt toplumunda itibar
görmeyecekleri, aksine teşhir olacakları açıktır. Nitekim yaşadıkları da budur.
AKP Türk
devletinin en son mücadele silahı olduğu gibi AKP’nin de en son deneyeceği
silah Kürt işbirlikçileridir. Bu açıdan nasıl ki AKP’nin maskesi düşürüldüyse
bu politikanın da maskesinin düşürülmesi gerekmektedir. AKP’nin yürüttüğü çok
yönlü psikolojik savaşa karşı Kürt özgürlük hareketinin de çok yönlü ideolojik
mücadeleyle, propaganda mücadelesiyle hem AKP’nin gerçeğini daha fazla teşhir
etmesi, hem de AKP’nin bu Kürtleri kullanma politikalarının iyi teşhir edilmesi
gerekmektedir. Çünkü Kürt özgürlük hareketine karşı yürütülen savaşın büyük bir
kısmı psikolojik savaş haline gelmiştir. Bu açıdan mücadelenin askeri ve
siyasal yanı yanında ideolojik ve propaganda yanı da çok önemlidir. Bunun hemen
hemen bütün mücadele alanlarında etkili yürütülmesi gerekir. Siyasal alanın da
bu ideolojik ve propaganda alanında etkili olması önemlidir. Tabii ki en başta
da ideolojik çalışmaların, propaganda çalışmalarının, basın alanının Türk
devletinin bu politikalarına karşı etkin bir mücadele vermesi gerekmektedir.
Sadece düşmanın-AKP’nin gündeminin peşine takılmak doğru değildir; kendi
gündemlerini de Kürt özgürlük hareketi hem siyasal alanda hem de propaganda
alanında geliştirmesi gerekir. Bunun ihmal etmemesi gerekir. Ama Türk
devletinin psikolojik savaşının da boşa çıkarılması, etkisiz kılınması, teşhir
edilmesi, deşifre edilmesi, AKP’nin dayandığı en temel zeminin veyahut da
yürüttüğü en temel savaşın boşa çıkarılması anlamına gelecektir.
Kürt sorunu Türkiye’yi sürekli sorunlar krizler
içinde yaşatmaktadır
AKP’nin bu
süreçteki teşhir edilmesi gereken faaliyetlerinden birisi de anayasa konusudur.
Anayasa tartışmalarının gündemde olduğu bu süreçte Kürt sorununun çözüm
taleplerini açıkça ortaya konularak, Kürt sorununda demokratik çözümü
içermediği takdirde bir anayasanın demokratik olmayacağı vurgulanmalıdır. Böyle
bir anayasa bilincinin hem Kürt kamuoyunda hem de Türkiye kamuoyunda
oluşturulması gerekmektedir.
Öte yandan tabii
ki devlet bir anayasa çalışması yürütüyor. Bu anayasa çalışmasıyla Kürt
sorununu çözüp Türkiye’yi demokratikleştirmeyi değil, Kürtleri yeni bir siyasal
egemenlik ve kültürel soykırım sistemi içine sokmayı hedefliyor. Bunun da çok
iyi teşhir edilmesi gerekmektedir. Türkiye’de anayasa ihtiyacını ortaya çıkaran
en fazla da Kürt sorunudur. Kürt sorununun çözümsüzlüğü yeni bir anayasayı
zorunlu hale getirmiştir. Ama AKP hükümeti Kürt halkının örgütlü dinamiklerini,
temel güçlerini ezmek istemektedir. Dünyada böyle bir anayasa yapma süreci
yoktur. Anayasanın en temel çözmesi gereken sorunla ilgili demokratik ve
örgütlü güçler, muhataplar ezilecek, tasfiye edilecek; ama demokratik anayasa
yapılacak! Bu tamamen bir aldatmacadır, bir demagojidir. Bu yaklaşım bile
AKP’nin demokratik bir anayasa yapmak istemediğinin, gerçek bir demokratik
anayasa yapma niyetinin olmadığının açıkça ortaya koymaktadır. AKP geçmişten
bugüne nasıl ki oyalayarak Kürt özgürlük hareketini tasfiye etme yaklaşımları
gösterdiyse, bu anayasa çalışmalarıyla da Kürtleri ve demokrasi güçlerini
oyalayarak, zaman kazanarak kendi düşündükleri sistemi hakim kılmak
istemektedir.
AKP dış güçlere
dayanarak Kürt özgürlük hareketini tasfiye etmek istese de AKP’nin politikaları
bir yönüyle de bölgede kurulmak istenen yeni dengelerin ihtiyaçlarına cevap
verecek karakterde değildir. Bunu Suriye’de en somut olarak görmekteyiz. Kürt
inkarcılığı, Kürtler hak elde etmesin yaklaşımıyla hareket ettiğinden sadece
Kürtleri dışlayan İhvan-ı Müslim’e dayalı politika izlemiştir. Bu da
Suriye’deki politik gelişmelerde giderek inisiyatif kaybetmesine yol açmıştır.
AKP’nin Kürt politikası sadece Suriye’de değil, bütün bölgede etkin olmasını
engellemektedir. AKP Kürt sorununu çözmediği müddetçe de bölgede etkin politika
izleyemeyeceği görülmektedir. Bu açıdan mücadele edildiği taktirde AKP’nin hem
bölge politikası çökertilir hem de Türkiye politikası çöker. Çünkü AKP’nin iç
sistemi de bölgede etkin olmasını sağlayacak karaktere sahip değildir. Kürt
sorunu Türkiye’yi sürekli sorunlar, krizler içinde yaşatmaktadır.
Türkiye’de
ekonomik göstergelerin iyi olduğu söylense de Kürt sorununu çözmediği takdirde
dış politikasının alabora olması gibi, ekonomik göstergeler de alabora
olabilir. Eğer AKP hükümetine karşı çok etkili mücadele edilebilirse AKP’nin
Kürt sorunundaki çözümsüzlüğü ortaya konulur, bu politikaların sonuç almayacağı
direnilerek gösterilirse bu sadece AKP’nin değil, devletin politikalarının da
çökmesini beraberinde getirecektir. Bu durum da Kürt sorununu çözecek,
Türkiye’yi demokratikleştirecek ortamın ve siyasal faktörlerin oluşmasını
sağlayacaktır. AKP ve fethullahçılar zaten Kürt sorununun demokratik çözümünü
kendi çıkarlarına görmüyorlar; bu nedenle direniyorlar. Eğer Kürt özgürlük
hareketini ezemezlerse gündeme Kürt sorununun çözümü ve Türkiye’nin
demokratikleşmesi gelecektir. Böylece AKP’nin, fethullahçıların ya da başka bir
hegemon, otoriter, antidemokratik olan güçlerin hakim olduğu bir siyasal sistem
yerine Türkiye’deki bütün etnik, dinsel ve sosyal kesimlerin demokratik gücüyle
yer aldığı bir Türkiye ortaya çıkacaktır. Bu açıdan Kürt halkının özgürlük
mücadelesi aynı zamanda Türkiye’nin demokratikleşme mücadelesidir.
AKP’nin Türkiye’yi
demokratikleştirme kaygısı yoktur; fethullahçıların demokratikleşme derdi
yoktur. Görüldüğü gibi polis de yargı da her yerde hakim olarak Türkiye’nin
yeni CHP’si olmak istemektedirler. 1930’ların CHP’si nasıl ki bütün alanlara
hakim olarak kendini güç yapıp devletin sahibi kıldıysa, AKP’nin,
fethtullahçıların da istediği de budur. Eskiden klasik iktidar bloğunun
zihniyetinde olanlar, Ergenekon ve derin devlet denen kesimler ne diyorsa yargı
o doğrultuda hareket ediyorduysa şimdi de fethullahçıların, AKP’nin dediği
doğrultuda hareket etmektedir. Yani öyle bağımsız yargı yoktur; kuvvetler
ayrılığı da yoktur. Herhangi bir hizbin kontrolünde yargı vardır, herhangi bir hizbin
kontrolünde polis vardır, herhangi bir hizbinde kontrolünde devlet ve hükümet
organları vardır.
Herhangi birinin
görüşü, düşüncesi islamcı da olabilir, sosyalist de olabilir, farklı bir
siyasal düşüncesi de olabilir. Siyasal düşüncesi ne olursa olsun herkes
Türkiye’deki herhangi bir siyasi, güvenlik ya da yargı kurumları içinde yer
alabilir; kimsenin dışlanmaması gerekir. Ama herhangi bir zihniyetin yargıyı,
polisi, siyaseti, ekonomiyi, belirli alanları kontrol edip tüm toplum üzerinde
hegemonya kurması ayrı bir şeydir. AKP ve fethullahçılar bunu yapmaktadır. Bu
giderek toplumda rahatsızlık ortaya çıkarmaktadır. Dolayısıyla Kürt özgürlük
hareketi ve demokrasi güçleri direnirse nasıl ki toplum klasik iktidar
bloklarını saf dışı ettiyse, onlarla artık yaşamak istemiyorsa, o bilince
ulaşmışsa, artık yeni CHP’leri, yeni hegemon iktidar bloklarını da
istemeyecektir. Direnildiği takdirde AKP’nin ve AKP iktidar bloğunun kaybetmesi
kaçınılmazdır.
Direnenler kazanacak
direnmeyen kaybedecektir
Kürt özgürlük
hareketi, Kürt halkı ve demokrasi güçleri direnmezse kaybeder. Direndikçe
kazanır. Kazanmanın kanunu direnmek, kaybetmenin kanunu ise direnmemektir. AKP
bu nedenle Kürt halkını, Kürt özgürlük hareketini mücadelesiz, direnmesiz
bırakmak istiyor. Direnmediği takdirde, mücadele etmediği takdirde
kaybedecektir. Hele hele Ortadoğu’da yeni dengelerin kurulduğu dönemde,
Türkiye’de devletin tümüyle yeniden şekillendirilmek istendiği bir dönemde
kesinlikle mücadele kazandırır. Seyretmek, bakmak kaybettirir. Ortadoğu’daki
durum da Türkiye’deki durum da kesinlikle kararlı olanların, net olanların, net
ve kararlı olarak mücadele yürütenlerin kazanacağı bir siyasal süreç ve
konjonktüre tekabül etmektedir. Düşmanın ve sistemin saldırıları ne olursa
olsun direnen güç kazanacaktır. Böyle bir siyasal konjonktürden geçiliyor. Bu
siyasal konjonktürde direnmeyenler, izleyenler kaybedecek, direnenler
kazanacaktır. Bu dönemin siyasal konjonktürünün kanunu budur. Bu açıdan Kürt
özgürlük hareketinin siyasal güçlerinin, propaganda güçlerinin, bütün mücadele
kurumlarının kendilerini direnişe göre mevzilendirmesi, direniş ekseninde
şekillendirmesi gerekmektedir. Beklentili yaklaşımlar kaybettirir.
Demokratik
siyasetin geçmiş süreçte etkisiz kalmasının nedeni beklentili ruh haliydi. Son
birkaç yıllık görüşmeler ortamında mücadele biraz yumuşamıştı. Böyle bir
alışkanlık ve ruh hali ortaya çıkmıştı. Demokratik Özerkliği ilan ettiler, ama
sert mücadele dönemine hazır değillerdi. Geçmiş bir iki yılın yaklaşımıyla
hareket ettiler. Bu nedenle düşmanın saldırıları belirli düzeyde sonuç aldı.
Düşmanın saldırılarına karşı cevap verecek etkin bir mücadele yürütülemedi.
Kuşkusuz halk mücadelesiz kalmadı, sürekli mücadele içinde oldu, teslim olmadı,
direndi. Ama yeni dönemin sert mücadele koşullarını karşılayacak çok etkili bir
mücadele de yürütülemedi. Yetersizlik mücadeleye hazır bir ruh halinin
olmamasından kaynaklandı. Gerilladaki kayıpların nedeni de benzerdir. Geçmiş
yılların mücadele dönemine göre hazırlandılar. Tedbirlerini ona göre yaptılar.
Sert mücadele dönemine göre hazırlanmadıkları için bu dönemde gevşek
davrandılar. Geliyê Tiyarê vadisinde olduğu gibi sorumsuz, savaş kurallarını
dikkate almayan yaklaşım içinde oldular ve kayıplar verildi.
Yeni bir mücadele
dönemine giriyoruz. 2012 yılı kesinlikle 2011’den daha sert bir mücadele yılı
olarak geçecektir. Öyle yumuşama olmayacaktır. Kuşkusuz mücadele edilirse
yumuşama olacaktır. Mücadele edilirse Türk devleti mevcut politikasını bırakmak
zorunda kalacaktır. Ya da teslim alacak, ezecek, Pax-Romana (güçlünün barışı)
ortaya çıkacaktır. Bu iki durum dışında hiç kimse yumuşama beklememelidir.
Mücadele sürecine göre kendini hazırlamalı, söylemini, dilini, yaklaşımını,
değerlendirmelerini buna göre yapmalıdır. Niyetlere göre, özlemlere göre,
isteklere göre değerlendirmeler yapılamaz; siyasal gerçeklere göre
değerlendirmeler yapılabilir. Özlemler, niyetler ancak mücadeleyle
karşılanabilir.
Mücadelenin de
nasıl olacağı Önderliğin tutumundan bellidir. Önderlik görüşe çıkmayarak ortamı
yumuşatmamıştır, gevşetmemiştir; AKP’nin tutumuna karşı ancak mücadele edilir
demiştir. Görüşe çıkmaması kesinlikle böyle anlaşılmalıdır. Önder Apo’yu 7
aydır niye görüştürmüyorlar? Düne kadar en makul aktör Abdullah Öcalan’dır
diyorlardı. Böyle dedikleri bir aktöre karşı niye böyle yoğun bir tecrit
uyguluyorlar, özel yasalar çıkarıyorlar, tehdit ve şantaj politikası
uyguluyorlar? Açıktır, Önder Apo sürecin karakterine göre bir duruş gösterdiği
içindir. Bundan rahatsız oldukları içindir. Bu açıdan herkesin duruşu direnişçi
karakterde olmak durumundadır. Şu da kabul edilebilir bir durum değildir.
Önderlikle görüşme olursa siyasal durum değişirmiş gibi bir yaklaşım yanlıştır.
Önderlikle görüşme de olabilir. Olduğunda ne olacak, yumuşama mı olacak? Artık
sağlık, güvenlik ve özgürlük olmadan, kesin bir demokratik çözüm iradesi ortaya
konulmadan, tutuklular serbest bırakılmadan hiç kimse herhangi bir görüşmeyi,
herhangi bir durumu yumuşama vesilesi olarak görmemelidir.
Mücadele içinde
devletin ne taktikleri olur, hareketin ne taktikleri olur? AKP hükümeti
yumuşuma olsun diye bir görüşme yaptırabilir. Önder Apo da bir görüşmeyi kabul
edebilir. Bunları yumuşama oluyor deyip mücadeleden gevşeme vesilesi haline
getirmek kesinlikle kabul edilemez. Büyük ve ciddi bir mücadele sürecinden
geçtiğimizi görerek Ortadoğu’yu, Kürt halkının geleceğini ilgilendiren bir
mücadele içinde olduğunu düşünerek, böyle bir yaklaşım, böyle bir hazırlık ve
böyle bir ruh hali içinde olmak lazım. Bu açıdan önümüzdeki dönemin siyasal
mücadelesinin en önemli özelliği kesinlikle direnişçi bir ruh halini toplumda
yaratmaktır, örgütte yaratmaktır, basında yaratmaktır, her alanda yaratmaktır.
Bu yaratıldığı an ve gerekleri yerine getirildiği an AKP’nin, devletin iradesi
kırılarak Kürt sorununun demokratik çözümü ve Türkiye’nin demokratikleşmesi
gerçekleştirilebilir. Bunun dışında bir çözüm beklemek, bunun dışında gevşeme,
yumuşama beklemek tamamen bir gaflettir.
Tabii ki siyasal
mücadelede sadece direnişçi tutum değil, araçlarını da ortaya koymak gerekir.
Bu yönüyle her alanda ki örgütlenme önemlidir. Demokratik siyasal alanın
örgütlenmesi ve mücadelesinin geliştirilmesi gerekiyor, Türkiye’de siyasal
ittifakın geliştirilmesi, Halkların Demokratik Kongresi’nin geliştirilmesi
gerekiyor. Türkiye’de Kemal Burkay ve benzerlerinin engelleme çabalarına rağmen
Kürtler arası ittifakın geliştirilmesi gerekiyor. Şerafettin Elçi’nin tutumu
olumluydu, bu tür tutumların daha da geliştirilmesi ve Kürtlerin birliğinin
yaratılması gerekiyor. Yine Güney Kürdistan’daki hükümetin ulusal demokratik
politika içinde tutulması önem kazanıyor. Ulusal kongre içine çekmek ve ulusal
tutum içinde tutmak gerekiyor. Bu yönüyle siyasal mücadelenin araçlarını da hem
Türkiye’de hem bölgede geliştirmek önemlidir. Bu dönem aynı zamanda strateji ve
taktiklerin çok esnek biçimde uygulanmasını gerektiriyor. Özellikle siyasal
taktiklerin, siyasal araçların çok zengin yöntemlerle güçlendirilip
geliştirilmesi mücadeleyi başarılı kılacaktır.
Türkiye’de
Halkların Demokratik Kongresi’ni geliştirmek, daha etkili bir güç haline
getirmek önemlidir. Mevcut durumda yetersizlik vardır. Hala bütün siyasal
partiler HDK’yi bir çatı örgütü olarak kabul edip onun etrafında mücadele
yürütmüyorlar. Bunun sağlatılması gerekmektedir. Yine bölgedeki durum Kürtler için
tehlikeleri ve fırsatları beraberinde getirmiştir. Türkiye’deki durum
tehlikeleri ve fırsatları beraberinde getirmiştir. Bu açıdan Kürtlerin
birliğinin gerekli olduğunu Kürt kamuoyunda çok etkili bir biçimde yerleştirmek
gerekir. Kürt toplumunun, Kürt demokratik güçlerinin, Kürt siyasi güçlerinin
böyle bir birlik ve demokratik birlik çizgisinde bir araya gelmelerini
sağlatmaları gerekmektedir. Bu yönüyle siyasal araçlar doğru tespit edilirse ve
direniş kararı etkili pratikleştirilirse 2012 yılını kesinlikle Kürt özgürlük
hareketi ve demokrasi güçleri kazanacaktır. Sadece Kuzey Kürdistan’da değil,
bütün parçalarda Kürt özgürlük hareketinin ve demokrasi güçlerinin kazanma
imkanı her zamankinden daha fazla artmış bulunmaktadır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder