5 Temmuz 2012 Perşembe

Karayılan: Kürt Sorunu Birinin Elini Taşın Altına Sokmasıyla Çözülmez

KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan Kürt sorununun bir siyasetçinin “elini taşın altına sokmasıyla” çözülecek bir sorun olmadığını ifade ederek AKP’nin sorunu şiddetle çözme kararlılığında olduğu bir süreçte Başbakanla görüşmeden beklenti yaratmanın isabetli bir siyasi duruş olmadığını söyledi.

Karayılan ANF’ye verdiği röportajda Leyla Zana ile Türk Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan arasındaki görüşmeyi değerlendirdi. Kürt halkının temel haklarını temin eden barışçıl bir çözümün geliştirilmesine karşı olmadıklarını belirten Karayılan ancak bunun bir siyasetçinin “elini taşın altına koymasıyla” gerçekleşemeyeceğini söyledi.

AKP’nin Kürt sorununu şiddetle çözmek kararlılığında olduğunu ifade eden Karayılan, bu kararlaşmaya rağmen Başbakanla görüşmeden beklenti yaratmanın isabetli bir duruş olmadığının da altını çizdi.

Karayılan’la röportajımızın ikinci bölümünü yayınlıyoruz:

Geçen hafta Amed Milletvekili Leyla Zana’nın bir gazeteye vermiş olduğu röportajda belirttiklerinin ardından geçtiğimiz Cumartesi günü Erdoğan ile Zana arasında bir görüşme yapıldı. Görüşme öncesinde Kürt sorunu çözülmüş ve Kürt siyaseti parçalanmış gibi davranan Türk basınının bu görüşme ardından aynı tavrı göstermediğini görüyoruz. Öncelikle Leyla Zana’nın çıkışını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Biri ortaya çıkıp “ben sorunu çözeceğim” derse, biz buna karşı olmayız. Eğer gerçekten Kürt halkının temel haklarını temin eden barışçıl bir çözüm gelişirse kimse buna karşı olmaz. Çünkü biz halk ve Hareket olarak çözüm istiyoruz. Ama biz biliyoruz ki bu sorun bir siyasetçinin öyle elini taşın altına koymasıyla çözülecek bir sorun değildir. Yine salt bazı görüşmelerle çözümün gelişmesi mümkün değildir. Çünkü bu sorun, çok temel ve köklü bir sorundur. Yumuşamaya, çözüme doğru giden bir sürece hizmet ederse iyi, fakat bu ara böyle bir şey pek uygun görülmüyor.

Çünkü egemen iktidar gücü olan AKP kararını vermiş, bu sorunu şiddetle çözmek istiyor. Kürt özgürlük dinamiklerini güçten düşürüp, tasfiyeye uğratarak, sonuca gitmek istiyor. Böylece Kürt halkını teslim alıp, Türk milletinin bir parçası haline getirmek istiyor. AKP’nin bu kararına rağmen Başbakanla görüşmeden beklenti yaratmak pek isabetli siyasi bir duruş değildir. Açık ki Başbakan ve AKP Kürt halkını bir halk veya bir millet olarak görüp çözme noktasında değil. Onların çözüm dediği şey Kürtlerin onlara dahil olmasıdır. Bu stratejileri temelinde, ‘terörle sonuna kadar savaşacağız, siyasilerle de görüşeceğiz’ diyorlar.

Çünkü o askeri stratejisinin sonuç alması için yani PKK’yi darbelemek ve güçsüzleştirmek için sadece askeri değil, tabanı daraltma, marjinalleştirme, olanaklarını ortadan kaldırma, ulusal ve uluslararası düzeyde kapsamlı bir karşıt faaliyet yürüterek, farklı yol ve yöntemleri de kullanmayı öngörmektedir. Bu tür yöntemlerle Kürt toplumunu zayıflatma, inancını kırma, sindirme suretiyle PKK’yi güçsüz kılıp, kendi çözümünü gerçekleştirmeyi esas alıyor. AKP devletinin net gözüken bu politikası yüzünden kimsenin umuda kapılmaması gerekiyor. Bu konuda çaba gösterenlerin, görüşmek isteyenlerin amaçları farklı olabilir ama Erdoğan her şeyi kendi hizmetine sokma amacıyla yapmaktadır.

Dikkat edelim, Leyla Zana ile görüşmesinden birkaç saat sonra Kayseri’de yaptığı konuşması tamamen bu belirttiğim amacına denk düşen bir konuşmadır. Zaten esas gerçek cevabı da o konuşmada verdi. Ne dedi? Bizi terörist olarak gösterip, “hem teröre hem de ona arka çıkanlara, onu maşa olarak kullananlara ve onlara göz yumanlara asla geri adım atmadan mücadele edeceğiz” dedi. Yine hareketimizi Türk ve Kürt halkının düşmanı olarak ilan etti. Ve “PKK’ye karşı durmalısınız” diyerek, Kürtleri birbirine karşı durmaya çağırdı. Böylece en sert konuşmayı yapmış oldu.

Erdoğan’ın bu konuşması ne anlama geliyor?

Bu bir cevaptır aslında ve anlayan için bu cevap yeterlidir. Bu, aynı zamanda savaş ilanının bir tekrarıdır. Diyelim ki Leyla Zana ile yapılan görüşmeden sonra daha yapıcı olsaydı, örneğin “bu sorunu diyalog ile çözmek istiyoruz, kimseyi düşman görmek istemiyoruz” gibisinden bir yaklaşım olsaydı; insan “bu görüşmenin demek ki bir etkisi var” diyebilirdi. Ama hemen birkaç saat sonra en sert bir üslupla hareketimize ve halkımıza hakaret eden saldırılar geliştirdi ve yürüttüğü savaşı bir kez daha ilan etti. Bu açıdan herkes yeniden düşünmelidir.

Diğer bir konu ise AKP her şeyi psikolojik savaşın aracı haline getirmiş. Sürekli toplumda bir beklenti yaratmaya çalışıyor. Güya ben sorunları çözüyorum, Kürt, Alevi ve Roman açılımı benzeri söylemlerle herkese adeta bir şeyler vereceğini göstermek istiyor. Ama hiçbir şey de yapmıyor, hiçbir şey de vermiyor. Esas olarak kendi milliyetçi ve tekçi çizgisini uyguluyor ve bu konuda çok kararlı davranıyor. Yani zengin taktikler kullanıyor; herkese umutlar dağıtıyor, fakat esasta kendi çizgisini uyguluyor. Türkiye’de aslında birçok çeşitli kesimleri böyle yanılttı. Liberal kesimlere ne kadar gülücükler saçtı, değişik kesimlere ne kadar vaatlerde bulundu. Peki, bunların hiçbirisini yaptı mı? Hayır. Kendi çizgisini uyguluyor ve kendi iktidarlaşmasını pekiştiriyor. Böylece tekçi ve diktatöryal bir sistem yaratmış oluyor. Gerçek amacı budur.

Elbette ki Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve Hükümeti Kürt sorununu çözebilir. Elbette ki bu devletin ve hükümetin başındaki Erdoğan Kürt sorununu isterse çözebilir; ancak çözmesi için önce bir karar vermesi gerekiyor.

Ne gibi kararlar?

Başta askeri yöntemden vazgeçmesi gerekiyor, Kürt halkını bir halk olarak görmesi ve doğal haklarını teslim etmesi gerekiyor. O tekçi ve otoriter zihniyetten vazgeçmesi gerekiyor. Demokratik çoğulcu bir anlayışta karar kılması gerekiyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin Kürt politikasında 1925’ten bu yana esas aldığı şey Şark Islahat Planı’dır. Daha sonraki İsmet İnönü Raporu, Abidin Özmen Raporu, Tunceli Kanunu, Mecburi İskan Kanunu ve benzeri bütün raporlar ve yasaların hepsi aslında Şark Islahat Planı’nın birer versiyonu olarak geliştirilmiştir. Şimdi AKP’nin yapmak istediği ise Şark Islahat Planı’nı güncelleştirilmesidir. O tarihten bu yana 87 yıl geçmiştir. Şark Islahat Planı’nın amacı Kürt halkını Türkleştirmek ve onu Türk milletinin bir parçası haline getirmektir. Dikkat edin; önce, “bunlar Türk’tür, Kürt kökenli Türklerdir” diyorlardı. Şimdi ise bunu tersine çevirmişler ve “Kürt kökenli vatandaşlar” diyorlar. Yani “Kürt kökenli Türk milleti” diyorlar. Kürtleri de Türk milleti kapsamında ele alarak, sorunu çözmek istiyorlar. Bu sorunun önündeki en ciddi engeldir ve sıradan bir olay değildir. Bu bazı görüşmelerle aşılabilecek bir engel de değildir. Bu konuda devletin yani AKP’nin oturup düşünmesi lazım. Kürt sorunu sadece Cumhuriyet döneminde ortaya çıkmış bir sorun değil, cumhuriyetten önce başlayan bir sorun. Bu sorunun 206 yıllık bir tarihi var. Kürt halkı özgürlük mücadelesini geliştiriyor ve Kürt halkı bu temelde Türkiye ile bir arada yaşamak istiyor ama haklarının verilmesi ve eşit-özgür temelde yaşamak istiyor.

Şimdi bu konuda devletin karar vermesi gerekiyor. “Yeni bir karara ihtiyaç var” derken bizim kastettiğimiz budur. Çözüm ancak bu temelde Kürt halkına dilsel, kültürel ve statü haklarının verilmesiyle mümkün olabilir. Bugün Kürt halkı özgürlük mücadelesinde on binlerce şehit vermiştir. Şeyh Sait isyanından bu yana yüz binlerce Kürdistanlı katledilmiştir. Verilmiş bir emek ve çaba vardır. Bugün on bin kişi zindanda, on bin kişi de dağda mücadele yürütüyor. Bir o kadarı da değişik zeminlerde siyasal-diplomatik faaliyet yürütüyor. Bu halkın Önderliği zindanda ve işkence altındadır. Bu sorun çok kapsamlı bir sorun. Bu sorunun diyalog yöntemiyle çözümü mümkündür ama bunun için öncelikle çözüm zihniyetine ihtiyaç vardır. Kürtleri kendine mal ederek ve “benim Kürdüm” diyerek, yine Şark Islahat Planı’nı farklı bir biçimde uygulamakla çözülmez. Başbakan’ın “tek millet” derken kastettiği şey işte budur.

Halkımız adına Önder Apo'nun hazırlamış olduğu çözüm projesi var. Bizim projemiz Demokratik Ulus Projesi’dir. Yani Türkler ve Kürtler birlik olmalı, bir ulus olmalı ama demokratik bir ulus olmalı. Tekçi değil, çoğulcu bir sistem olmalı. Merkeziyetçi-otoriter değil, demokratik-ademi merkeziyetçi bir sistem olmalı. Bu biçimde bir arada yaşama imkanı var. İşte o protokoller bunu izah ediyor. Protokollerin izahı budur. Protokoller demokratik ulus ekseninde Kürt sorununu çözme ve Türkiye’yi demokratikleştirme projesidir. Protokollerin ana özeti budur. Biz “tamam, bölünmeyelim, tek bir ulus olalım ama demokratik bir ulus olalım” diyoruz. Herkes kendi kültürünü, kendi dilini özgürce kullanabilsin; herkesin öz yönetim hakkı olsun. Türkiye ancak bu biçimde kendini yenileyerek, demokratik bir ülke olabilir. Bunun dışında yenilenme ve demokratikleşme mümkün olamaz, diyoruz.

Kürt halkı bugün gelinen koşullarda AKP’nin dayattığı Türkleştirmeyi kabul edemez. Yumuşatılmış bir üslupla yeniden Türkleştirmeyi dayatma ve Türk milletinin bir öğesi haline getirme, bir asimilasyondur. Asimilasyonu zaten bunun için yürütüyorlar. Evet, televizyon açmışlar, seçmeli dil yasallaştı ama bunlar uzun vadeye yaydırılmış asimilasyonun birer parçalarıdır. Dolayısıyla bütün bunların görülmesi gerekmektedir. Ben bu konuya ilişkin bunları söyleyebilirim.

Zana’nın bu çıkışını yandaş medya Kürt siyasetinde bölünmeye gidecek bir çıkış olarak yorumladı…

Evet, AKP çevresi ve yandaş basın-yayın organları Zana’nın bu çıkışını bir kopma, kendi taraflarına geçme gibi algılatmaya çalıştılar. Beklentileri de öyleydi. Nitekim görüşmeden sonra yapılan basın açıklamasıyla birlikte tavır almaya başladılar. İşte “hangi Zana, Zana korkmuş, Zana fare doğurdu” vb. yakıştırmalarla aslında neyi beklediklerini de ortaya koymuş oldular. Çünkü onların anladığı tek şey var, teslim olmak! Şimdi Kürt siyasetine dayattığı şey budur. Bunun karşısında bugüne kadar Kürt siyasetinin, gerek zindandaki Kürt siyasetçilerden gerekse de dışarıdaki Kürt siyasetçilerden hiç kimsenin teslim olmaması, herkesin direnişçi ve birlikçi bir tutum alması çok anlamlı ve çok önemlidir. Onlar “acaba burada bu birliği delebilir miyiz, acaba burada sonuç alabilir miyiz” hesaplarına dayalı bir politika yürütmeyi geliştirdikleri için beklentilerinin de karşılanmadığını görünce bu kez de tavır almaya çalışıyorlar.

AKP’nin siyasi temsilcileri ve psikolojik savaş organları, daha açıkçası basın-yayın çevresi daha başlangıçta Leyla’nın çıkışını sahiplenerek, Kürt siyasetini tahrik etmeye çalıştılar. Deyim yerindeyse Zana’yı da pohpohlayıp, yanlışa sevk etmek istediler. Onlar Kürt siyasetinin çok sert tepki göstereceğini, yine PKK hareketi olarak bizim artık üstünü çizeceğimizi bekliyorlardı. Bunun da ciddi bir çatlaklığa ve bazı sorunlara yol açacağını hesaplıyorlardı. Ama Kürt siyaseti çok olgun bir biçimde hem eleştirilerini söyledi hem de neyin nasıl ele alınması gerektiğini ifade etti. Bu da Kürt siyasetinin olgunlaşma düzeyini gösteriyor. Yine bizim konuya ilişkin görüşlerimizi çarpıtmak istediler ama gerçek ortadadır. Artık onların Kürt siyasetinden beklediklerini alamayacakları anlaşılmıştır. Bunu anladıkları için Leyla’yı eleştirmeye çalışıyorlar. Eğer Leyla’ya ve Leyla’nın bağlı olduğu değerlere saygıları olsaydı elbette ki böyle yapmazlardı. Ama bunların o tür değerlerden anladıkları yoktur. Kürt halkına ve Kürt siyasetine ilişkin algıladıkları tek şey teslim almaktır. Artık bunu da hiçbir zaman görmeyecekleri açık ortadadır. Yanlışlıklara rağmen gerek Leyla Zana’nın ve gerekse de Kürt siyasetinin sergilediği tutum bunu ortaya koymuştur. Bu konuda Kürt siyasetinin yakaladığı düzeyin ve olgunlaşma performansının aslında onlara da cevap verecek düzeyde olduğu bir kez daha görülmüştür. Ancak durum ne olursa olsun, Kürt siyasetinin başarısı, ferdi çıkışlarla değil, konsensüse dayalı, birlikçi ruhu güçlendiren mücadele biçimleriyle sonuç alabilecektir.

Kürt sorununun çözümü, Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve Hükümeti tarafından yeni bir kararın alınmasıyla mümkündür. Elbette çözümün yeri Türkiye Büyük Millet Meclisi olabilir. Bu sorunun çözümü, TBMM’nin bu konuda karar almasıyla mümkündür. Dolayısıyla bu çerçevedeki girişimlere bir anlam vermek mümkündür. Ama AKP’nin her şeyi psikolojik savaşın hizmetine sokmaya çalıştığı ve özgürlük saflarında gedik açmaya çalıştığını da hiç kimsenin göz ardı etmemesi gerekir. Herkesin sergileyeceği bütün çabaları, bütün bu durumları dikkate alıp yapması gerektiği açık ortadadır. Bu açıdan herkesin dikkatli davranıp, AKP’nin Kürt halkı üzerinde yürüttüğü sindirme ve teslim alma stratejisine umut verilmemesi önemlidir. Yani en iyi niyetle yapılmış olsa bile, onların böyle kullanacağını bilerek buna meydan vermeden hareket etmek gerekiyor.

Hafta sonu Meclis’ten jet hızıyla geçen bir kanunla KCK davalarına da bakan Özel Yetkili Mahkemeler kaldırıldı. Siz bu mahkemelerin kaldırılmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu, Özel Yetkili Mahkemelerin kaldırılması falan değildir; AKP-Gülen Cemaati arasındaki iktidar kavgası çerçevesinde yapılmış bir düzenlemedir. Zaten bu mahkemeler kaldırılmamıştır, farklı bir biçimde devam ettirilmesi kararı alınmıştır. Bunun adına başta “Terör Mahkemeleri” dediler. Sonra baktılar ki çok yerine oturmayacak, “Bölge Mahkemeleri” dediler. Bölge Mahkemeleri, özünde “eskinin İstiklal Mahkemeleri”dir. Herhangi bir değişiklik söz konusu değildir. Hatta Kürt halkı için daha da çekilemez bir düzeye getirmek istedikleri anlaşılmaktadır. AKP’deki bu ısrarlı tutum da Kürt halkına karşı savaşın sürdürülmesinde ve sindirme hareketinin geliştirilmesinde ne kadar kararlı olduklarını göstermektedir. Bu açıdan bu mahkemeler konusunu doğru anlamak gerekiyor. Kendine göre sistem içi güç dengelerini düzenleme çerçevesinde yapılmış bir düzenlemedir. Öyle bakmak lazımdır.

Son bir konu olarak biliyorsunuz, 23 Haziran tarihinde Suriye karasularında Türk ordusuna ait bir F-4 keşif-savaş uçağı düşürüldü. Bu olay ardından Suriye-Türkiye sınırında hareketlilik arttı. Türkiye sınıra çok sayıda füze, vb. ağır silah yerleştirdi. Siz bu ortamı nasıl yorumluyorsunuz? Türkiye’nin Suriye’ye askeri olarak bir savaş açması olası mı?

Aslında Türk devleti uçağının düşürülmesini gerekçe yaparak, Suriye’ye dönük kapsamlı bir müdahaleyi tasarladı. Bunun için NATO’yu toplantıya çağırdı, değişik çabalar sergiledi. Fakat bu konuda Batılı güçler Türkiye’nin istemine olumlu cevap vermediler. Türkiye tek başına kaldı, diyebiliriz. NATO’dan istediği kararı çıkartamadı, yalnız kaldı. Şimdi tehdit amaçlı sınıra güç yığıyor. Bize göre bu yığınak, savaş değil, tehdit ve blöf amaçlıdır. Savaşan bir güç yol kenarına, tepelerin üzerine, herkesin görebileceği şekilde silahları konumlandırmaz. Türkiye’nin yaptığı daha çok sınırda gerginlik yaratıp, baskılama ve Suriye içindeki savaşı tırmandırmadır. Yoksa öyle hemen bir savaşı geliştirme, bir uçağın düşürülmesini vesile yapıp savaş yürütme, tek başına müdahale etme gibi bir niyetinin olacağını sanmıyorum.

Peki, olası bir müdahalede Kürt halkının tutumu nasıl olur?

Şimdi Suriye-Türkiye sınırındaki hatlarda daha çok muhalif güçler egemendir. Kürtlerin yaşadığı yerlerde Kürt halkının etkinliği var ama Arapların yaşadığı sınır hatlarında ağırlıklı olarak muhalif Arap güçleri belirli bir alanda denetimi sağlamış durumdadırlar. Bu durum karşısında Türkiye eğer tekrar tampon, vb. gerekçelerle müdahale etmeye kalkışırsa bu oradaki Kürt halkına müdahale etme anlamına gelecektir. Suriye’den ziyade oradaki Kürt yapılarına dönük bir müdahale olmuş olacaktır. O açıdan da Kürt halkının, gerek Suriye’deki Kürtler gerekse de Kuzey ve diğer parçalardaki tüm Kürt halkının buna karşı tepki göstereceği, buna karşı mücadele geliştireceği ve oradaki Kürt halkına sahip çıkacağı açıktır. Bu nedenle Türkiye’nin Suriye’ye dönük olabilecek bir müdahalesinin beraberinde getireceği böyle ciddi durumlar da söz konusudur. Esas itibarıyla baskılamak istiyor. Böylelikle kendi çıkarları doğrultusunda sonuca gitmek ve orada Kürt halkının irade olmasını önlemek, yeni kurulacak Suriye’de Kürtlerin yer almasının önüne geçmek istiyor.

Geçtiğimiz hafta Türk Dışişleri Bakanlığı’nın gizli ibareli bir genelgesi de ortaya çıktı. Belgeye göre Türkiye’nin Suriye ve Batı Kürdistan planlarında Güney Kürdistan hükümetine de rol biçiliyor. Siz bu belgeyi ve içeriğini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Evet, şimdi bir belge ortaya çıkmış. Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı’nın Hewlêr’deki konsolosluğa yazdığı bir talimnamedir. Bu çok önemli bir şeydir. Türkiye’nin gerçek niyetini açığa vuran bir belgedir. Ben bu belgeyle ilgili şuanda fazla bir şey söylemek istemiyorum. Bu konuda özellikle Güney Kürdistan hükümetinin açıklama yapmasını bekliyorum. Yani gerçekten varsa böyle bir şey buna karşı, Federe Kürt Hükümeti’nin iktidarının tutumu nedir? Çünkü orada ciddi iddialar var. Çok ciddi iddia ve hesapların olduğu yazılıyor. Bu açıdan öyle hemen üzerinden geçilecek bir belge değildir. Kamuoyunun ve bizlerin bu konuda beklentisi olduğunu söylemek istiyorum.
Ama Batı Kürdistan'daki tüm halkımızın, tüm dürüst yurtsever siyasi partilerin, demokratik kurumların süreci çok iyi anlamaları lazım. Türk devleti kesinlikle orada Kürt halkını boşa çıkartmak, birbirine düşürmek ve Araplarla çatıştırarak, Kürtleri bertaraf etmek istemektedir. Bu kesindir yani. Bu açıdan buna verilecek tek yanıt, bir an önce dürüst ve yurtsever olan tüm Kürt kesimlerinin birliğini korumasıdır. Çünkü işbirlikçi olan bir takım kesimlerin olduğu da anlaşılmıştır. Ruhunu satmış bu işbirlikçi kesim marjinal bir yapıyı oluşturmaktadır. Kürt halkına değil, sömürgeciliğe hizmet etmeyi esas alıyorlar. Özellikle Kürt halkıyla muhalefetini karşı karşıya getirecek ve tasfiyeyi yaşatmayı hedefleyen çok tehlikeli çabalar içerisindedirler. Bu işbirlikçi kesimlerin daha fazla tahribat yapmadan önüne geçilmesi için mutlaka ulusal-demokratik birliğin geliştirilmesi gerekmektedir. Derin bir yurtseverliğe sahip olan Batı Kürdistan’daki halkımızın yüksek bilinci ve politik duruşunun bu tür tehlikeleri anlayabilecek düzeyde olduğuna inanıyorum.

Son dönemde Türk devletinin gerek Güney Kürdistan üzerinden gerekse de Türk basın-yayın organları üzerinden sürekli PKK’nin ve PYD’nin Suriye’deki rejimle birlikte hareket ettiği yönünde propagandaları var. Bunu bu kadar gündemleştirmeleri bu gizli belgede yer bulan planların uygulanması kapsamında mıdır?

Gayet tabii ki, bunlar çok bilinçli bir biçimde yürütülen dezenformasyon çabalarının bir sonucudur. Kesinlikle bir çarpıtmadır. Özellikle Güney Kürdistan kaynaklı bazı basın-yayın çevrelerinin ve site sahiplerinin bu tür yalan haberleri yaymaları dikkat çekicidir. Tüm yurtsever kesimlerin bu tür yalan haber üreten ve Türk devletinin Kürtleri güçsüzleştirme projesine hizmet eden kesimleri çok dikkatle izlemeleri gerekmektedir. Kürdistan'daki bazı işbirlikçi kesimler de böyle bir senaryodan pek hoşlanıyorlar. PKK ile Suriye rejiminin ortaklığını korumaktan bayağı hoşlandıkları anlaşılıyor. Ben herkese şunu söyleyeyim; daha bir yıl öncesine kadar Suriye rejimi ile AKP devletinin ne düzeyde ortaklık kurdukları ve yıllarca hareketimize karşı ortak operasyon yaptıkları, yüzlerce arkadaşımızı Suriye’nin yakalayıp Türkiye’ye verdiği ve bunların hala Türkiye cezaevinde yattıklarını da bilmeyen var mıdır? Sömürgeci devletlerin hareketimize karşı ortak saldırıları karşısında büyük bir iradeyle direniş göstermiş ve başta Şehit Şilan olmak üzere bu direnişte yüzlerce şehit vermiş bir hareketin bu tür yalan propagandalar karşısında geri adım atması mümkün değildir.

Biz kendi öz gücümüze dayanan bağımsız bir hareketiz. Hiç kimseye dayandığımız yoktur. Elbette çeşitli güçlerin arasındaki çelişkilerden yararlanırız ama Türkiye’nin düne kadar bize karşı ortak mücadele ettiği Suriye’yle şimdi arası bozulmuş diye kalkıp da “bu kez PKK ile ilişkilendi” gibi bir suçlamayı hem Suriye’ye hem de bize yapması, gerçeklerin tersyüz edilmesidir. Türkiye’nin, Suriye ve İran ile birlikte bize karşı saldırıda olduğu dönemlerde de biz direnmeyi bildik. Şimdi de daha güçlü direneceğimizi herkesin bilmesi gerekmektedir. Türk sömürgeciliğinin tüm işbirlikçileriyle birlikte hareketimize karşı saldırdığı dönemde de PKK en yetkin direnişi geliştirdi. Herkes biliyor ki bizim dayandığımız farklı güçler yoktur. Bizim dayandığımız güç halkımızdır.

Başbakan zaten son dönemde onu bayağı bir dillendiriyor. Güya bizi maşa gibi gösteriyor. Kendisi Batı güçlerinin taşeronu olmuş, arkasını Batılı güçlere dayamış, bölge halklarına karşı geliştirilen konseptlerin içinde rol üstleniyor, kalkıp bize taşeron diyor. Kendi taşeronluğunun üstünü örtmek için başkasını taşeronlukla suçluyor. Gerçek öyle değildir. Gerçek, AKP’nin taşeronluğu yaptığı, Kürt halkının da haklı davası, en insani istemi olan anadil hakkı için dişiyle, tırnağıyla direnmekte olduğu gerçeğidir. İşte gerçek budur. Diğer hususların hepsi birer çarpıtmadır. Önemli olan burada tüm halkımızın AKP’nin yoğun bir biçimde geliştirdiği psikolojik harp propagandalarına aldanmadan, tarihin bu en önemli döneminde en güçlü birliğini koruması, bütün parçalarda sömürgeciliğin oyunlarına karşı ulusal-demokratik tutumu geliştirmesi ve özgürlük mücadelesini yükselterek, direnişiyle kazanma gücünü ortaya koymasıdır.


ANF

Hiç yorum yok: