Devletleşmenin ve sınıflaşmanın gelişmesinde dinin tartışmasız
mutlak bir etkisi vardır. Hiyerarşik yapılanmanın oluşturulması,
toplumun büyük çoğunluğunun azınlık bir kesimin hakimiyetine geçmesi,
emek ve ürünlerine başkaları tarafından el konulması, sahiplenilmesi ve
bunun benimsetilmesi kolay olmamıştır.
BİTTİ
http://www.serxwebun.org/index.php?sys=naverok&id=74
Din, kutsallık atfetmesi temelinde meşruiyet
zeminine oturtulabilinmiş, sınıflaşma ve devletleşme bu temelde
gelişebilmiştir.
Devlet genelde
başlangıçla birlikte ele alınıp değerlendirilir. Adeta insanlık toplumsal bir
varlık ve tür olarak yaşama gözlerini açtığında, yandaki kundakta devlet de
gözlerini yaşama açmış gibi yansıtılır. Devletin ezeli ve ebedi tanımlanması bu
yaklaşımdan kaynaklıdır. Doğmamış, doğurtulmamış; başlangıçta varmış ve sonsuza
kadar da olacakmış gibi anlatılır ve buna inanılır. Elbette inanmak, kuruma
tanrı adına sahiplik yapanlar açısından değil, yönetilen ve ezilen büyük
çoğunluk için geçerlidir. Tanrı adına devleti ele geçirenler; devletin
toplumsal gelişmenin bir döneminden sonra ortaya çıktığını, özgür gelişen
toplumsal ilişkilere bir sapma olduğunu ve zamanı geldiğinde de ‘tunç baltayla
çıkrığın yanında Asar-ı Atika müzesindeki yerini alacağını’ gayet iyi bilirler.
Bunu bilseler de, egemen sınıflar devleti tanrının sonsuzluğu kadar sonsuz bir
varlık olarak tanımlamaktan ve topluma benimsetmekten de geri kalmazlar.
Yuhanna, ‘kelam başlangıçta vardı ve kelam her şeydi’ der. Sonraki
değerlendirmeler dikkate alındığında, Kelamla kastedilen devlet olduğu sonucu
çıkar veya bu sanı insanda yaratılır. Ancak tarihten edindiğimiz tüm bilgi
kaynaklarımız bize, devletin iddia edildiği gibi tanrı vergisi bir varlık
olmadığını, başlangıçta var olmadığını ve sonsuza kadar da devam etmeyeceğini
göstermektedir. Devlet tarihsel gelişmenin bir evresinde ortaya çıkmış/doğmuş,
tarihsel gelişmenin bir evresinde de, kaynağını aldığı literatürle birlikte de
ortadan kalkacaktır: İnsan aklının yaratımı olan tüm kavram ve kurumlar gibi.
Gökyüzü düzeninin yeryüzü temsilcisi
Devlet daha
doğarken din ve tanrıyla iç içe, yan yanadır. Doğuşu da dinsel kurumlar
içerisinde olmuştur. Tüm kavramları teolojiktir, tanrı kaynaklıdır.
Kutsallığını da beslenmiş olduğu bu kaynaktan alır. Devlet kutsal tanrı
düzeninin ifadesidir. Bu, Sümer ziggurat rahiplerinin uzun düşünmelerinin
ardından vardıkları sonuçtur. Ne aklın soyut bir tanımlanması, ne toplum üstü
ve tanrısal bir yaratımdır; o tamamen bir insan yaratımıdır. Önderlik Sümer
Rahip Devletinden Demokratik Uygarlığa adlı eserinde, devletin doğuş
hikayesini, Sümer rahiplerinin bu yaratım olayındaki rollerini harika bir
değerlendirmeyle ortaya koyar:
“Uygarlığı tanımlayabilecek birçok özelliği olmasına
rağmen, belirleyen ayırt edici özellik kendi tüketiminin çok üstünde
verimliliğe yol açan insan emeğinin artı ürüne, köleci ilişkiye, yani mülkiyete
konu edilmesidir. Sümerlerin gerçekleştirdikleri biçim, rahiplerin ziggurat
denilen ve hem tapınak, hem kolektif iş, hem de toplumsal yönetim merkezi
rolünü oynayacak birimlere kavuşmasıdır. Toplumun kimliği olan, gökyüzü
düzeninin yeryüzü temsilcisi gibi kutsal bir anlama bürünen bu merkezler, daha
sonraki tüm uygarlık tarihi boyunca geliştirilecek olan büyük tapınakların,
meclislerin, iş merkezleri ve askeri karargahların, eğitim ve kültür merkezlerinin
prototipidir; devlet kurumlaşmasının ana rahmidir. Devlet denilen icat, yani
zigguratlar, o dönemin ideologları olan rahipler üzerinde yol açtığı görülmemiş
verimlilikle, daha başlangıcında kutsal ilan edilecekler; hem de gökyüzünün
yeryüzündeki temsilcisi kutsal düzen olarak insan zihnine egemen kılınacaklar
ve en gelişkin otorite kaynağı durumuna yükseltileceklerdi.
Sümer tapınağının devletin ana rahmini teşkil ettiği çok
açıktır. Yani daha sonra iddia edildiği gibi devlet usun, insan aklının
bilimsel ifadesi değil, teolojik, dogmatik ifadesidir. Yeni ve yalın bir tanım
sunuyorum: Uygarlık ve onun özü olarak devlet, sınıflaşmanın ilkel aşamasında
bilimsel düşüncenin oluşmadığı dogmatik kavrayışın teolojik ifadesidir.
Temelinde bilim değil, inanç dogması yatmaktadır. Belki de bu anlamda en
çağdışı araç devletin kendisidir; onun özellikle halklaşamayan klasik biçimleridir.”
Devlet bir ihtiyaç değildir
Devlet de durduk
yerde ve sadece rahibin bir devlet kurma isteğinden hareketle gelişmemiştir.
Devletin bir ihtiyaç olmadığı kesindir, ama toplumsal gelişme, örgütlenme ve
üretim artışında bir artıya yol açtığı da kesindir. Binlerce yıl özgür yaşamış
olan toplulukların özgür yaşam alışkanlıklarına karşıt bir yapılanmayı çok
rahat kabul etmedikleri, bu aygıtı hem üretimde yol açmış olduğu ürün artışı,
hem de tanrı ve kutsallık sıfatlarıyla büründürülmesi neticesinde
benimsemiştir. Toplum rahipler tarafından yeniden kalıplara dökülmektedir. Eski
toplumsal ilişkiler üretim düzeyiyle bağlantılı olarak yeniden
biçimlendirilecektir ve bunu yapacak olan da Sümer rahipleridir. Yer ise,
devlete de rahim görevi gören tapınak olacaktır.
“Yeni toplumun kalbi tapınaktır. Daha doğrusu ana rahmi
tapınağın bağrındadır. Köleci üretim biçimini, yeni iş bölümüne ve ideolojik
üstyapısına dayandırarak doğurmaktadır. Daha sonraki süreç, modelin azami
büyümesi ve kendini tekrarlamasıdır. Dikkat edilirse, temelde bu kaba zorla
gerçekleşen bir toplum biçimi değildir. Daha inandırıcı bir mitoloji ve kendini
verimlilikle kanıtlayan bir üretim tarzı söz konusudur. Zor daha sonra devreye
yoğun olarak girecektir. İnsanlık başlangıçta içine girdiği yeni toplumun, hiç
de daha sonra altından zor kalkılacak amansız bir kölecilik tarzına dayalı
toplum olduğuna inanarak girmiyor. Rahiplerin de tümüyle bu bilinç ve
kurnazlıkla hareket ettiklerini söylemek zordur. Onlar eski toplumun ilerisinde
bir gelişmeyi pratikleriyle kanıtlıyor ve inandırabiliyorlardı. Sürecin
başlangıç özünün bu biçimde geliştiği yüksek bir ihtimalle
kanıtlanabilmektedir. Zaten daha üstün bir toplum biçimi salt zor ve hileyle
kurulmaz. Üstünlüğünü kanıtlamadan, hiçbir toplumsal biçimleniş ne zorla
kurulabilir, ne de gelişmesini sürdürebilir. Daha da önemlisi zor, ancak
işlevini yitirmiş biçimler için, eskinin yıkılışı ve yeninin doğuşu için rol
oynayabilir.” (Sümer Rahip Devletinden Demokratik Uygarlığa)
Devletin daha ana
rahmine düşerken dinle iç içe olduğu görülüyor. Mitolojik zamanların
tanımlanması olarak böyledir, tek tanrılı dinler zamanının tanımlamasıyla da
böyledir. Devletin kutsallığı bu doğuşla bağlantılıdır. Gökyüzünden yeryüzüne
indirilmiştir. Tanrının sözcüsü ve temsilcisidir. Ona bağlı kalmak kural
gereğidir. Biçimi ya da temsilcisi sınıflar ne kadar değişirse değişsin, özü
hep aynıdır ve değişmeden uzaktır. Zaten tanımlanması sonsuzluk üzerinedir.
Kölecilik, feodalizm, kapitalizm, sosyalizm ya da günümüzün daha yaygın
deyimiyle ulus devlet aynı nesnenin farkı giydirilmiş halleridir.
Krallar, tanrı
krallar kendilerini ya tanrı olarak devletin sahibi, ya da tanrı adına devleti
yöneten kişiler olarak göstermişlerdir. İlk çağdan günümüze devlet yetkilisi
kendisini tanrı yerine koyarak hareket etmiştir. Rahipler krallara taç
giydirmiş, yargılama ve cezalandırmalarda en az krallar kadar rol
oynamışlardır. İktidar bu iki kesim arasında paylaşılmıştır. İktidarın bu
kişiler arasındaki paylaşımı özünde sembolik bir görüntüdür, gerçeği dinle
devlet, dinle siyaset arasındaki ilişkidir. Kral tanrı adına yeryüzünde düzeni
sağlayandır, aslında rahip de aynı rol ve görevle yüklüdür. O da kendisini
tanrının yeryüzündeki temsilcisi olarak gösterir, tanıtır. Tanrının gücü ve
kudreti din ile devlet, din ile siyaset arasında paylaştırılmıştır. Aslında
bunun ikisi de aynı şeydir. Dini olduğu kadar devleti yaratan da rahiplerdir.
İlk kralların, tanrı kralların hepsinin rahip olmaları bundan kaynaklıdır.
Karmaşıklaşan yönetim mekanizmaları ve artan ihtiyaçlar bu ikili yönetim
mekanizmasını ortaya çıkarmıştır. Bu yönetim mekanizmaları din ile devlettir.
Kralda ifadesini bulan devlet somutun, rahipte ifadesini bulan din de soyutun
temsilcisi ve yöneticisi olmuştur. Biri tanrı ve din adına ahret işlerini,
diğeri ise, bu dünya, yeryüzü işlerini ve gücü kullanmayı üstlenmiştir. Her
ikisinin de hizmet ettiği kutsal düzen anlayışının sürdürülmesidir. Musa’nın
tanrı adına güç paylaşımını yaparken rahipliği Levililer sıptına, krallığı da
diğer sıptlara bırakması, birinin diğerinin alanına girmemesi için
kararlaştırmalara gitmesi ve bunun değişmeden devam etmesi, bu büyük uzlaşının
ifadesidir. Asıl hangisi, gölge hangisi denecek olursa, asıl olanla gölge olanı
birbirinden ayırmanın çok kolay olmadığını söyleyebiliriz. İktidarın ve gücün
paylaşımında zaman zaman bu iki iktidar sahipleri arasında çatışmaların
yaşandığını da söylemeliyiz.
Perde arkasından devleti yöneten papalar
Papalar uzun
yüzyıllar boyunca krallara, imparatorlara taç giydirmişlerdir. Papaların
elinden taç giymeyen kralların krallıkları, imparatorların imparatorlukları hep
şüphe ve kuşkuyla karşılanmışlardır ki, böyleleri de zaten fazla yoktur.
Papanın tavır aldığı bir imparatorun ne kadar aciz ve güçsüz olduğu Kral Henry
örneğinde görülmektedir. Kral Henry’nin kaç gün yağmur altında, papanın
kapısının eşiğinde, dizleri üstü ve gözyaşı dökerek beklediğini tarih kitapları
yazar. Papanın kapıyı açıp elini Henry’nin başına koymasıyla bu ‘trajik’ durum
son bulur. Bu belki de papaların en güçlü olduğu bir zaman diliminin
görüntüsüdür. Daha başka zamanlarda ise adeta rehin alınırcasına papaların
denetim altına alındıklarını, Vatikan’dan çıkarılıp başka ülkelere adeta rehin
götürürcesine götürüldüklerini de yine tarih kitaplarından okuyoruz. Buradan
çıkardığımız, ikisinin birbirini tamamlayan bir yapı oluşturduklarıdır. Papalar
güçlü oldukları zamanlar kralların gücünü kullanmış, perde arkasından devleti
onlar yönetmişlerdir. Kralların güçlü oldukları zamanlarda ise, papaların
tanrıdan aldıkları ilahi güçleri krallar tarafından toplumun yönetilmesi için
kullanılmıştır. Din ve devlet, kurulan düzen anlayışının sürdürülmesinde bazen
karşıtlıklar oluşsa da, tam bir birlik temelinde hareket etmişlerdir. Bazen
birinin, bazen diğerinin etkin olması bu durumu değiştirmemektedir. Aralarında
tam bir dengenin olduğu ve iktidarın paylaşıldığı, bu konuda uzlaşmaya
varıldığı zamanlar da olmuştur. Örneğin Aziz Aqinumlu Thomas’ın krallığa karşı
savunmuş olduğu ‘Çifte Kılıçlar’ teorisi böylesi bir çatışma ve iktidar
paylaşımının teorisidir. Kılıçlardan biri devleti yönetmek üzere kralın
elindedir, diğeri de tanrının iradesinin temsili olarak kilisenin elindedir.
Herhalde bundan daha ‘adil’ bir paylaşım olamaz.
İç içe geçen dinle
devlet ilişkilerini bundan daha iyi anlatan açık örnekler çoktur. Papalığa
bağlı Hıristiyan devletler oldukça fazladır. Protestan Almanya, calvinci
İsviçre, katolik İtalya, ortodoks Rusya, anglikan İngiltere ve budist Asya
devletleri. Bunlar yerküre üzerinde etkili olan büyük ve önemli devletler
oldukları için bu isimleri belirtiyoruz, yoksa Avrupa devletlerinin tümü bir
biçimde bir hıristiyan mezhebinin savunucusudur. İspanya’nın, Fransa’nın,
Hollanda’nın ya da çok daha küçük ya da büyük Avrupa devletlerinin hepsi de
dinle kendilerini tanımlamışlardır. Kutsal Roma-Cermen İmparatorluğu her iki
rengi birden taşımaktadır. Avrupa’da yüzyıllara yayılan kutsal din savaşları,
iktidar savaşlarından başka bir şey değillerdir. Din, tanrının kutsal gücünü
bir bayrak gibi önüne alarak toplumu savaşa sürebilmenin, savaşı bu
kutsallıklar ardına gizleyerek yürütmenin aracıdır. Bunu başka türlü
değerlendirmek, izah etmek mümkün değildir. Kutsallık, din yaftadır, esası
iktidar ve egemenlik savaşlarıdır. Bu yaftalar haksız savaşları haklı
göstermenin araçlarıdır. Din burada devletin, daha genel olarak söyleyecek
olursak, hiyerarşik, egemenlikçi, sınıfçı yaklaşımları haklı çıkarmanın,
günahlarından arındırmanın aracı konumundadır. Haçlı Savaşları’nın ardında
yatan gerçek de bu değil midir? Hıristiyan-müslüman savaşlarını başka
nedenlerle açıklamak mümkün mü? Kesinlikle tek gerçek, yapılanın egemen
sınıflar adına yapıldığıdır.
Bu yaklaşım sadece
hıristiyan devletler için değil, diğer devletler için de aynen geçerlidir.
İsrail’in ya da daha gerilere gidecek olursak Yahudi devletinin bir din devleti
olduğunu söyleyebiliriz. Yahudi devletinin, siyonizmin tüm terim ve
kavramlarını Kitab-ı Mukaddes’ten aldıkları bir sır değildir. Dahası devlet kendisini
de bununla tanımlamaktadır. İsrail devletinin On Emir’i uygulamamış olması,
onun kavramlarının teolojik olmadığı anlamına gelmez. Daha da gerilere
gidilecek olunursa, esas kaynağın Sümer rahip zigurratları oldukları görülür.
Yani adları, dönemleri ve sistemleri farklılaşsa da, temel kavramları ve
yaklaşımları değişmeden süregelmişlerdir. Şeriat ya da şeriat devleti yahudi
inanç sisteminin ürünüdür ve islamiyetin devlet yönetiminin esasını
oluşturmuştur. Anlayışlar bir kültür gibi yayılmışlardır.
Hz. Muhammed’in
peygamberliğini ilan ettiğinin daha onuncu yılı dolmadan, İslam Devleti’nin
kuruluşu gerçekleşmişti. Hiçbir peygamber, kendi yaşamı sürecinde inancı
temelinde bir devletin kuruluşunu görememişti. Musa’nın Eriha nehrinin öte
yakasında ‘vaat edilmiş topraklara’ baktığı, ama bu topraklara ayak basmadığı
belirtilir. Bunun nedeni olarak da, Mısır’dan çıkıştan sonraki süreçlerde, Musa
peygamberin tanrı yehova ile görüşmeye gittiğinde geride kalanların
inançlarında zayıflıklar yaşanması, kardeşi Harun önderliğinde altın buzağı
yapmaları ve tapmaları, bundan hareketle de yehova tarafından
cezalandırılmasıdır. Ceza; kutsal toprakları göreceği, ama ayak basmayacağı
biçimindedir. Sonuçta Musa yaşamı süresince bir Yahudi devletinin kuruluşunu
göremez.
İsa’nın Kudüs’e
kral olma isteği olsa da, bırakalım kral olmasını, düşünceleri havarilerle
sınırlı olduğu bir süreçte çarmıhta can vermiş, hıristiyanlık 300 yıllık
mücadele sonrasında devlet dini haline gelmiştir. Ama islamiyet Hz. Muhammed’in
Medine’ye yerleşmesinden kısa süre sonra devlet nitelikli bir örgütlenme
düzeyine ulaşmıştır. Vefatına yakın dönemde sınırlarını hayli genişletmiş ve
Bizans’a kafa tutabilecek ve savaşabilecek bir güç ve yetkinliğe ulaşmıştır.
Mekke döneminde inen ayetlerin hemen hepsi ideolojik çerçevesi olan ve
islamiyetin temel prensiplerini belirleyen, inanç sistemini kuran ilkelerdir.
Bu ayetlerde ütopya güçlüdür, toplum ve gelecek vardır, ama devlet yoktur. Oysa
Medine’de inen ayetlere baktığımızda hemen tümünün devlet sistemini kurma ve
yönetmeye yönelik kural ve anlayışları içerdiğini görürüz. Tüm islam devletleri
Kuran ve hadislerde ifadesini bulan prensipler temelinde kendilerini işlerliğe
kavuşturmuşlardır. Sistemin uygulanması şeriatta ifadesini bulmuştur.
İslamiyet zamanla egemenlik aracına dönüşmüştür
Her devlet bir din
gerçeğiyle hareket etmiştir, ama islam devletleri bu konuda çok daha belirgin
bir yaklaşım göstermişlerdir. İslam devletlerinin dinle bütünleşmeleri,
hıristiyan devletlerin dinle bütünleşmelerinden daha dolaysız ve doğrudandır.
İslam devletleri hukukunu dine dayandırmış, kendilerini din kuralları temelinde
yönetilen devletler olarak tanımlamışlardır. Şeriat, bu din devletinin
uygulamalarının adı olmuştur. Hz. Muhammed sonrası oluşan hilafet kurumu, allah
ve peygamber adına devleti yönetme yetkisi taşımıştır. Dinin cevaz veren kurumu
olarak şeyhülislam, tüm hukukun iki dudak arasındaki temsilini halife adına
yapmıştır. Hz. Muhammed’in yaşamı döneminde islamiyetin ideolojik ve ütopik bir
yanı bulunsa da, sonrasında islamiyetin bu ideolojik ve inanç yanı ağır basan
yapısı ortadan kalkmış, tamamen egemenlik aracına dönüşmüştür. Halifeler,
peygamberin devamı ve temsilcisi olarak, allah adına yeryüzünde düzeni sağlama
görevini üstlenmiş, yürütmüşlerdir. Halifelerin gerçekte ne kadar islamiyetin barışçı
yüzü temelinde hareket ettikleri sorulacak olursa, olumlu bir yanıt vermek
mümkün olmayacaktır. hilafet kurumunu denetiminde bulunduran kişi ya da güçler,
islam dinini kendi çıkar ve egemenlikleri temelinde kullanmışlardır. Emeviler,
Abbasiler, Memluklular, Osmanlılar hilafeti ellerine geçiren hanedanlıklar
olmuşlardır. Bu büyük imparatorlukların hepsi din devletleri olmuşlardır ve
hepsi de dini kendi hanedanlıklarının çıkarları temelinde kullanmışlardır.
Bunun belki de en açık ve somut örneği olarak, Emevi hanedanlığının peygamber
soyundan gelen Hasan ve Hüseyin’i aileleriyle birlikte iktidar uğruna yok
etmeleri gösterilebilir.
Allah adına her yetki kullanılmıştır
- Halife peygamberi temsilen ama allah adına kutsal düzeni sürdüren kişi ve kurum olmuştur. Hilafeti ellerine geçiren sultanlar ‘cennet misali’ yaşamış, allah adına her yetkiyi kullanmışlardır. Kendilerini de ‘allah’ın yeryüzündeki gölgesi’ anlamındaki ‘zillullah’ sıfatıyla tanımlamışlardır. Allahın gölgesi olmak, sultanlara, padişahlara büyük bir güç ve kudret vermiş, kendilerini her şeyin üstünde saymalarına neden olmuş, imkan sunmuştur. Şeyhülislamı da denetimine alan sultanlar her türlü davranışlarını ‘kitabına’ uydurmuşlardır. Zaten tüm maddi gücü de ellerinde bulunduran sultanlara karşı çıkışa da pek rastlanılmamaktadır. Hilafetin sahibi olan sultanlar toplum nezdinde de allahın temsilcileri olarak kabul edilmişlerdir. Hilafeti temsil eden sultana karşı çıkmayı, askerlerine karşı silah kullanmayı, peygambere ve allaha karşı çıkmak ve peygamber ve allahın ordularına karşı silah kullanmak olarak yorumlanmıştır. Şeyhülislamlar, mollalar verdikleri fetvalarla sultanları, padişahları allahın temsilcisi dokunulmaz kişilikler haline getirmişlerdir. Tarihte bunun örnekleri çoktur. Sultanlar, padişahlar allah sıfatını kullanmaktan imtina etmişlerdir, ama onun adına her türlü yetkiyi kullanmaktan da çekinmemişlerdir.
- Her din ya da dinin temsilcisi kendisini tanrının temsilcisi olarak göstermiştir. Tanrı bir ve tektir, ama temsilcileri devletlerin sayısı kadar çoklar ve her birinin yaklaşım ve uygulamaları da farklıdır. Hatta bu tanrının temsilcisi olduklarını söyleyenler arasında tanrı adına savaşlar yürütülmüştür. Hıristiyanların, müslümanların, yahudilerin, diğer dinlerin ve bu dinlere bağlı mezheplerin birbirlerine karşı yürüttükleri kanlı savaşlar tanrı adına ve tanrıyı egemen kılmak amacıyla yürütülmüştür. Ancak bu dinler ve mezhepler adına yürütülen savaşların temel gerekçelerini ele alıp değerlendirdiğimizde, başka gerçekleri görürüz. Dinler arasında, ya da her dindeki mezhepler arasında yürütülen savaş, tanrı adına yürütülen savaşlar olarak tanımlanır. Ancak yürütülen savaşların bununla bir bağı olmadığı çok açık. Kalabalıklar cenneti fethe çıkarlarken, azınlık ve egemen olanlar zenginliklerini artırmak, tarlalarının sınırlarını genişletmek, yönetmek istedikleri insanların sayısını çoğaltmak için savaşa girmişlerdir. Din, yürütülen bu egemenlik savaşlarının meşruiyet aracı olmuş, o haksız savaşların haklı bir zemine oturmalarında önemli bir rol oynamıştır. Din, egemenlik uğruna yürütülen ve yapılan her şeyi aklayan en temel araç olmuştur. Devlet öldürme, talan etme hak ve yetkisini tanrı adına kullanır ve bu da her zaman din tarafından temize çıkarılır.
- Burjuva devlet laikliği bayrak yaparak ileriye doğru bir hamle yapar. Kiliseyi bu temelde sınırlamak, otorite ve yetkiyi sınıf adına denetimine geçirmek ister. Kiliselerin mülklerine el koyar, gücünü ve etkisini sınırlar. Ancak bu, burjuva devletin dinden azade olduğu anlamına gelmez. Onun da en az diğer din devletleri kadar dinle iç içe olduğu kesindir. Başlangıçta karşı olduğunu ilan etmiş, ama aradan uzun bir zaman geçmeden din ile devletin ayrılmaz bir ikili olduğunu ve toplumu yönetmenin de vazgeçilmez bir aracı olduğunu görmüş, yeniden baştacı haline getirmiştir.
- Hegel’in ulus devlet ve Napoleon hakkındaki değerlendirmeleri burjuva devletin gerçek yüzünü göstermektedir. Hegel, Napoleon’un ulus devletini; ‘tanrının yeryüzüne inmiş hali’, Napoleon’u da, ‘tanrı’nın yeryüzündeki yürüyüşü’ olarak değerlendirmiştir. Demek ki devlet ve din ne kadar istenirse istensin, birbirlerinden uzaklaştırılabilecek, kopartılabilecek şeyler değildir. Bu değerlendirmelere de sadece bazı uygulamalardan hareketle gidilmemektedir. Bundan daha önemlisi, beslenmiş oldukları kaynak ve kavramlardır. Devletin ideolojik yapısının teolojik olması çok daha önemlidir. İster burjuva olsun, isterse de başka tanımlarla izah edilen bir devlet yapılanması olsun, beslendikleri kaynak aynıdır. Bundan dolayıdır ki, Önderlik değerlendirmelerini devletin icat ve işleyişinin kaynak yapısına, Sümer rahip devletine, zigurratlara kadar götürüp dayandırır. Diğer tüm devlet yapılanmaları kendilerini nasıl tanımlarsa tanımlasın, aralarındaki fark biçimden öte bir şey değildir.
Hakim zihniyete dayanmadan devlet bina edilemez
“Devletin temelinde teokrasi vardır. Hiçbir döneminde
bundan vazgeçilmiş değildir. Teokratik devleti şekli olmaktan öte özde görmek
gerekir. Ortadoğu’da rahip tapınağının etrafında yükselen bu kurumun
mayasındaki ideolojik özü görmek önemlidir. Zihniyetteki inandırıcılık bağı
olmadan, çıplak zorla binlerce kişiyi tapınağın hizmetinde uzun süreli
çalıştırmak zordur. Devletin ilahi, kutsi niteliği bu ihtiyaçtan ileri gelir.
İster mitolojik, ister dinsel inanca dayansın, hakim zihniyete dayanmadan,
devlet binası sağlam kılınamaz. Tek tanrılı dinin oluşmasında büyük rol oynayan
İbrani kabilelerindeki otorite olma, her iki tarafında büyük bir heybetle duran
Mısır ve Sümer devletinden farklı bir devlet kurma ihtiyacı, Ahdi Atik’in –kutsal
kitap– temel kaygısıdır. Bir nevi İbrani krallığının ideolojik temelidir.
Özellikle Samuel-1 ve Samuel-2 bölümleri adeta Yahuda devletinin –tanrı devlet–
kuruluş manifestosu gibidir. Pers-Med imparatorluğunun temelinde zerdüştlük
belirleyici dini etkendir. Hıristiyanlık, Roma sonrası tüm Avrupa devletlerinin
ortak genidir. İslam devleti daha doğuşunda dinin kendisidir. Tüm ortaçağ islam
devletleri kendilerini olmazsa olmaz kabilinden din devleti sayarlar.
Zerdüştlük yerine geçen şia islamı halen devletin resmi ideolojisidir. Tüm Arap
ülkelerinde devletin dini, resmi ideoloji olarak islamdır. Kendini laik ilan
eden Türkiye Cumhuriyeti en geniş Diyanet –resmi sünni islam ideolojisi–
kadrosuna sahiptir. İslam resmi devlet dinidir. Pakistan ve Afganistan resmi
islam devletleridir. İsrail din devletidir.” (Bir Halkı Savunmak/A. Öcalan)
Devletin
biçimleri, nitelikleri ve merkezileşmesi tanrının tekliği ya da çokluğunu
koşullamış, bununla bağlantılı gelişmişlerdir. Çoklu tanrı sistemleri
farklılıkları bağrında taşır, en azından mutlak egemen olma gibi bir durum
yoktur. Ama tek tanrılı sistem bu egemenlik ilişkilerindeki mutlaklığı ifade
eder. Doğa dinleri dönemindeki tanrılar ile tekleşen, mutlaklaşan, soyutlaşan
ve kavram düzeyine indirgenen tanrı arasında olduğu kadar, bu dönem devletleri
arsında da çok büyük farklar vardır. Bu konuda Önderlik şunları belirtmektedir:
“Devlet ile tanrı, merkeziyetçiliği aşırı
gelişmiş devletle tek tanrı düşüncesi ve inancı arasında çok sıkı bir ilişki
vardır. Tanrıyı ne kadar güçlü, tüm sıfatların –ki, bunlar uygarlığın temel
özellikleridir– sahibi, ulaşılmaz ve anlaşılmaz kılarsanız, devleti ve içine
gizlendiği uygarlık maskelerini o denli güçlü, korkutucu, anlaşılamaz ve
ulaşılamaz kılmış olursunuz. Bu hususlar aynı zamanda kralların özellikleridir.
Kral eğitiminin özü, bu özellikleri kazandırmaktır. Tanrının temsilcisine bu
yaraşır, bu gerekir. Sınıflı toplumdan önce totem, temsil ettiği topluluğun
özet kimliği, bir nevi soyadıydı. Toplumun sömürücü karakteri olmadığı için,
bunların öyle ürkütücü bir yanları yoktu. Tanrı da değillerdi. Ne zamanki
kabile şeflerinin sömürücü karakterleri gelişir, totemin de yavaş yavaş
tanrısal yüceliğe tırmandığı görülür; yeryüzünden gökyüzüne yer değiştirir.
Yakın, dokunulur, korkulmaz sıfatlarından soyulur; uzak, ulaşılmaz, ürkütücü
sıfatlar kazanır. Toplumda sınıflaşmanın ihaneti de özüne karşı böyle başlar.” (Sümer Rahip Devletinden Demokratik
Uygarlığa/A. Öcalan)
Din, devletle olan
ilişkilerindeki bütünleşme kadar, siyasetle de tam bir bütünlük ve uyum
gösterir. Hatta dini en etkin siyaset olarak değerlendirmek de mümkündür.
Binlerce yıl toplumun yönetilmesinin temel aracı olarak kullanılmıştır. Aynı
biçimde devletlerarasındaki ilişkilerde de temel enstrüman olarak
kullanılmıştır. İmparatorlukların kuruluşları ve yıkılışları, el değiştirmeleri
vb din aracı kullanılarak gerçekleştirilmiştir. Başka toprakların işgal
edilmesinde, sömürgeleştirilmesinde dine mutlak anlamda başvurulmuştur. Haçlı
Seferleri papalık merkezli bir siyasetin ürünü olurken, diyar-ı küffarın fethi
de islam siyasetinin ürünü olmuştur. Yayılma siyasetinin öncü kuvveti olarak
din en önemli rolü üstlenmiş ve oynamıştır. Dervişlere islam adına, misyonerlere
hıristiyanlık adına öncü kuvvetler olarak rol ifa ettikleri bilinmektedir.
Krallar, padişahlar adına toprakları ele geçirenler din siyasetini kullanarak
bunu başarmışlardır. İncil en önde giden ordu olmuştur. Afrika yerli
halklarının Cizvit misyonerler için söyledikleri oldukça anlamlıdır: “İlk geldiklerinde onların İncilleri, bizim
toprağımız, şimdi ise onların toprakları, bizim İncilimiz var.”
Din en önemli
sınıfsal ideoloji olarak rol oynamıştır. Zaten gelişiminde de dinin böylesi bir
rolü olmuştur. Dini ellerine geçiren egemen sınıflar, toplumun diğer tüm
kesimleri üzerinde egemenlik kurmuşlardır. Kendilerini tanrının temsilcileri
olarak, dolayısıyla da diğer tüm kesimlerin tanrının temsilcisi olan
kendilerine boyun eğmeleri gerektiğini savunmuşlardır. Yeni gelişen ve egemen
olmak isteyen her sınıfın ideolojik aracı yine din, mezhep olmuştur.
Yukarıda da
belirttiğimiz gibi, başlangıçtaki gelişim sürecinde her ne kadar karşı dursa
da, kapitalist sistemin egemenlik döneminde din toplumun yönetilmesi ve
yönlendirilmesinde en fazla başvurulan araç olmuştur. Burjuvazinin dine karşı
olmasının altında yatan gerçek, dinin o zamana kadar feodalizmle özdeşleşen bir
kurum olmasıydı. Yani dini bir yönetim ve siyaset aracı olarak kullananlar
zaten vardı ve hem de oldukça etkinlerdi. Onun gölgesi altında fetihler yapmış,
toplumu kıskıvrak kuşatmışlardı. Bu aracı binlerce yılın tecrübesine sahip
olanların elinden almanın kolay olmadığını en iyi bilenlerin başında burjuvazi
gelir. Karşıtlık, olguya dayanma, kanıtlanamayanı yok sayma ve temelde kendi
argümanlarını oluşturma, bundan sonra gelişmiştir. Ama iktidarının kesinliğini
sağladıktan sonra, her ne kadar olguya dayalı yöntemsel açıklama geçerli olsa
da, devlet yönetmede eski ve etkili bir araç olarak dine başvurmaktan geri
kalmamıştır. Ki burjuvazinin elindeki dini, sadece, kutsallıkla ifade edilen
metafizik yöntem olarak da almamak gerekir. Burjuvazinin elinde ulus devlet
tanrı sıfatına bürünmüş, milliyetçilik de bunun siyaset ifadesi olmuştur ya da
din, ‘milliyetçiliğin en çok kullandığı’ araç olmuştur. 20. yüzyıl, ulus
dinlerinin/milliyetçiliklerinin bulaşmadığı toplum neredeyse kalmamış gibidir.
Hepsinin tapındıkları bir küçük ulus devletçikleri, milliyetçilikleri olmuştur.
“Din, ulus devlet sürecinde milliyetçiliğin en çok
kullandığı, direkt ulus-devlet dinine dönüştürüldüğü araç konumundadır. Din hem
ulusallaştırılarak, hem milliyetçileştirilerek, ulus devlet döneminde toplumsal
kurum olarak ahlaki özüne en ters düşmüş konuma düşürülür. Seküler
milliyetçiliğin dışında kalan toplum kesimlerini dini milliyetçilikle, eski
tanrının yeni haliyle bilinçli veya kendiliğinden kulu halinde bütünleştirerek
bir nevi kendi iç ihanetini de yaşamış olur. Din-laiklik çatışması bu ihanetle
yakından bağlantılıdır.” (Kapitalist
Modernitenin Aşılma Sorunları Ve Demokratikleşme/A. Öcalan)
Herkesin bir
dininin olması da, finans-kapitalin toplumu denetim altına almasının en önemli
araçlarından biri haline getirilmiştir. Herkesin eline küçük bir putçuk
verilmiş, herkese kendi küçük mabetleri yapılmış, kendilerini tanrı ya da
tanrının temsilcisi olarak kabul ettiremeyenler, küçük putçuklar dağıtarak aynı
sistemi değişik bir biçimde sürdürmeye devam etmişlerdir.
Dinin uygarlık
aşamasıyla birlikte sınıfsal bir ideoloji ve siyasal bir araç olduğu tarihen
sabittir. Yukarıdaki anlatımlarımız bu konuda yeterli örnekler sunmaktadır. Bir
kez daha vurgulayacak olursak; Protestanlık bir Alman dini olarak gelişmiştir.
Martin Luther’in temel tezleri dini reforme etme üzerine kuruludur. Savunduğu
temel konuların başında, kilisenin tanrı ile insanlar arasındaki aracı konumdan
çıkması, insanların ibadetlerinde aracısız hareket etmeleri, kilisenin günah
bağışlama yetkisinin olmadığı, ancak tanrının günahları bağışlayabileceği,
endülijansların (para karşılığı cennete yer satma) satılmasının doğru olmadığı,
her halkın kendi dilinde İncil’i okuma ve öğrenme hakkının olduğu (her halk kendi diliyle İncil’i okuyacak
olursa, dili Latince olmasından dolayı kilisenin tanrı ile insanlar arasından
çıkacağı, insanların aracısız ibadetlerini yapabilecekleri) vb.
yaklaşımlardan hareketle kendi mezhebini ki, sadece kendi mezhebi de değil,
Alman Kilisesi’ni kurmuştur.
Luther bu
yaklaşımlarıyla kilisenin İsa dönemindeki kutsallığına dönme istemini dile
getirmiştir. Bu istek gerçeğin tümü müdür? Olmadığı rahatlıkla söylenebilir. Kapitalizmin
gelişim sürecindeki Alman burjuvazisinin uluslaşma, ulus-devletini yaratma
isteğini bunun dışında tutarak değerlendirmek mümkün değildir? Martin Luther’in
İncil’in Almanca çevirisini adına atfettiği ve korumasını aldığı prens,
gerçeğin görünenden çok daha farklı olduğunu göstermektedir. Prensin Papalığa
karşı Martin Luther’i korumaya alması nedensiz olamaz. Yine denilebilir ki, M.
Luther’in Katolik Kilisesi’ni reforme etme yolundan ilerleyen Anabaptistlere
–Zwingleu tarikatı- ve Thomas Münzer’e karşı öfke dolu yaklaşımlarla hareket
etmesi, onların yok edilmelerini -yakılmalarını- istemesi, yaklaşımının
gerçekte kilisenin eski kutsallığına dönme arzusundan çok daha başka içerikler
taşıdığını, buradaki yaklaşımlarının esasında siyasal bir içerikte olduğunu
göstermektedir.
Burjuvazinin dini ve Martin Luther
Aslında Martin
Luther’in geliştirdiği protestanlık, burjuvazinin ideolojik kimliği olacaktı.
Şüphesiz bu daha sonra değişecek, üretim tarzına uygun olarak ve ekonomik
tanımlamalarla ifade edilen yeni kimlikler edinecekti. Ama başlangıçta
feodalizmin temsili ve mutlak egemen olan katolik kilisesine karşı başka
argümanlarla mücadele etmenin koşulu yoktu. Dine karşı din çıkarılacaktı. Bu
görünendi, gerçek olan daha örtük olandı. O da, sınıfsaldı, sistemseldi.
Burjuvazinin hedeflediği feodalizmdi, feodal egemenlerdi. Dönem itibariyle de
kilise en büyük toprakların sahibi olarak en büyük feodaldi ve de feodalizmi
temsil eden bir kurumdu. Geniş halk kesimlerinin ve emekçilerin desteğini
sağlayan burjuvazi, feodalizmin ideolojik kimliği olan katolik kilisesine karşı
savaş açarken, egemenlik aracı olarak dine karşı savaş açtığı görüntüsü verse
de, özünde sınıflı toplumun sömürücü bir sınıfı olarak dinden asla vazgeçmedi.
Burjuvazinin amacı dini ve kiliseyi tüm özellikleriyle ortadan kaldırmak
değildi, kendi çıkarları temelinde yeniden şekillendirmekti. Martin Luther’in
öncülük ettiği protestanlık, burjuvazinin çıkarlarını en iyi yansıtan ideolojik
kimliği oluyordu. Martin Luther bilerek ya da bilmeyerek, isteyerek ya da
istemeyerek tarihte böylesi bir rol oynuyordu. Ve bu da kendisini destekleyen
ve koruyan prensin yaklaşımlarının nedenini izah etmektedir. Burjuvazi yeniden,
ama kendi çıkarları temelinde dini kalıba döküyordu. Bunun için de protestanlık
biçilmiş kaftandı.
İngiltere
krallığının katolik kilisesinden ayrılmasını hangi inanç sistemiyle
açıklayabiliriz? Anglikanizmin gelişmesinde kralın kişisel yaklaşım ve
arzularının belirleyici olduğu söylenebilir. Abbasi hanedanlığının Emevi
hanedan ve halifeliğine karşı savaşmalarının nedenini inançsal, ideolojik yaklaşımlarla
açıklamak mümkün müdür? İslamiyetin Hz. Muhammed’in ölümünden sonra inançsal ve
ideolojik bir yanının kalmadığı, hanedanların iktidar aracına dönüştüğünü
söylemek için çok gerilere gitmeye ve inançsal yaklaşımlarını değerlendirmeye
bile gerek yoktur. Peygamberin cenazesi daha yerdeyken iktidar kavgasını
yaşayanların inançsal bir yaklaşımlarının olamayacağını söylemek yanlış
olmayacaktır. Ve daha o andan, o günden itibaren müslümanlık bir siyasal araç
durumuna getirilmiştir. Bundan dolayıdır ki, Önderlik günümüzde uygulanan
islama, “karşı islam” demektedir. Bugünkü islamın, peygamber döneminin islamına
bazı biçimsel benzerliklerin dışında ortak çok fazla bir yanı olmadığını
söylemek yanlış olmayacaktır. Taliban’ın islamı gerçek islam mıdır? Vahhabilerin
uygulamaları islami uygulamalar mıdır? İran’ın şiası mı, yoksa Tayyip
Erdoğan’ın AKP islamı mı gerçek islamdır? İslamı temsil ettiklerini söyleyen ve
kendisini şeriat olarak tanımlayan daha onlarca devlet ve uygulamaların
hangilerini doğrunun ve gerçeğin temsili olarak ele alıp değerlendirebiliriz?
Bu uygulama ve yaklaşımların hiçbirinin islamın özüyle uzaktan yakından bir
ilişkisinin olmadığını, hepsinin siyaseten yaklaştıklarını, toplumun
inançlarını bir siyaset aracı olarak kullandıklarını tereddüt etmeden
belirtebiliriz.
Tayyip Erdoğan’ın siyasal İslam’ı ne kadar İslam’dır?
Siyasal islam,
radikal islam, liberal islam vb bu adını saydıklarımızın uygulamalarından
hareketle geliştirilen yakıştırmalardır. Radikal islamı savunan yaklaşımları
islamın özüyle uyumlu yaklaşım olarak değerlendirmek mümkün olmadığı gibi,
islamın liberalleştirilmesini hedefleyen yaklaşımları da islamın gerçek
uygulaması olarak değerlendirmek mümkün değildir. Siyasal islam olarak
değerlendirilen ve islamın siyasal niteliğini vurgulamak isteyen eleştirel
yaklaşımlar bu özelliklerden kaynaklanmıştır. Tayyip Erdoğan ve AKP,
kendisinden öncekilerin islamın düşüncelerini dillerinden düşürmeseler de,
uygulamalarının siyasal olduğu ve toplumu yönetmeyi hedeflediği kimse için sır
değildir. Sorun elbette bir kişi ya da bir partinin sorunu olmaktan çok daha
fazla bir şeydir. Bunun devlet yaklaşımı olduğu açıktır.
Toplumun büyük
çoğunluğunun inanç sahibi olduğu bir ülkede, devletin bu yaklaşımın dışında
kalmayacağı aşikardır. Türkiye’nin Milli Savunma Bakanlığı’ndan sonraki en
büyük bütçeye ve kadroya sahip kurumu Diyanet İşleri Başkanlığı’dır. Laikliği
bir din gibi savunan bir ülkede, yüz binlerce kadroya ve bütçenin en büyük
kalemlerinden birine sahip böyle bir kurumun varlığı, ancak siyasal amaçlarla
değerlendirilebilir. İnanç sahibi toplum, bu kurum aracılığıyla inançları
kullanılarak yönetilmek istenmektedir. Yine bu araç kullanılarak kadercilik
topluma egemen kılınmak istenmiş ve kılınmıştır da. Toplumsal sorunların
geliştiği her dönemde kullanılmak üzere başvurulan en öncelikli araç hep din
olmuştur.
Osmanlı İmparatorluğu
yıkıldığı güne kadar hilafetin merkezi olmuş ve kendisini bir din devleti
olarak tanımlamıştır. Ümmetçilik temel bir yaklaşım olarak benimsenmiş, başta
Kürt halkı olmak üzere imparatorluğun egemenliği altındaki halklar ümmetçilik
siyasetiyle yönetilmiştir. Ümmetçilik ulus devlet ve milliyetçi ideolojilere
nazaran halklar arasında sorunların daha geniş kapsamda ele alınıp çözülmesine
etkide bulunmuştur. Osmanlı İmparatorluğu’nun egemenliği altındaki hıristiyan
halklarla daha erkenden çatışmaya girmesi ve o halkların imparatorluktan
ayrılıp devletleşmeleri dinle bağlantılıdır. İngiliz ve Fransız
emperyalizmlerinin kışkırtıcı ve provoke edici yaklaşımları bu sürecin
gelişmesinde önemli roller oynasa da, dinsel farklılıkların bu güçler
tarafından siyasal bir araç olarak kullanıldığı söylenebilir. Emperyalist
devletler, imparatorluğu parçalamak için dini kullanırken, imparatorluk da
egemenliğini devam ettirmenin bir aracı olarak dini kullanmıştır. Egemenlik
altında kalan müslüman halkların hak taleplerini, ‘aynı din ve ümmetten
olduklarını, Halifelik sıfatıyla peygamberi temsil ettiklerini’ öne sürerek
görmezlikten gelmiştir. Arap halkının imparatorluk karşısında harekete
geçmeleri ve devletleşmelerindeki etkili yaklaşımın İngiliz emperyalist siyasetinden
kaynaklandığı, ‘Kutsal toprakların’ sahipleri olduklarının öne çıkarılması
temelinde imparatorluğa karşı yönlendirildikleri ve Arap halkının
imparatorluktan kopuşunun bu temelde gerçekleştiği tarih kitaplarında
yazılmaktadır. Bu durumda da dinin kavram, araç, ilişki ve yöntemlerinin
siyasal araç olarak kullanıldıkları açıklıkla görülmektedir. Osmanlı
İmparatorluğu’nun öne çıkardıkları ise; peygamberi temsilen hilafetin merkezi
olmaları, hilafete karşı savaşmanın peygambere karşı savaşmak olduğu temelinde
bir yaklaşım olmuştur. Ancak çıkarların sınıfsal niteliğinin çatışması,
inançsal yaklaşımları ortadan kaldırmaktadır. Dinsel inançları güçlü olan
toplumun büyük kesimi inançlarına göre yaşasalar da, egemen sınıflar siyaseten
yaklaşmışlardır.
Kürtlerin inançları ve mezhepleri istismar edilmiştir
Osmanlı
İmparatorluğu’nun egemenliği altında bulunan Kürt halkı inançlarına dayalı
olarak imparatorlukla birlikte yaşamış, savaşmıştır. Ortak inançtan dolayı
imparatorluğun yanında her zaman savaşlara katılmış, imparatorluktan ayrılmayı
düşünmemiştir. Osmanlı’nın Kürt egemen sınıflarına verdikleri payelerin de,
Kürtlerin yönetilmesinde önemli bir rolü olmuştur. Kürt egemen sınıfları da
imparatorlukla birlikte hareket ettiklerinde, bu aynı dinsel inanca sahip
olduklarını öne sürerek, halkı ikna ederek yönlendirmişlerdir. Farklı mezhepsel
inançları olan Kürtlerin devletlerarasındaki savaşlarda parçalanmaları, bir
nevi kendi aralarındaki savaşlara dönüşmüştür. Gerek Osmanlı, gerekse de İrani
devletler Kürtlerin bu inançsal ve mezhepsel farklılıklarını kullanarak
egemenliklerini devam ettirmişler. İnançlarını istismar ederek bir toplumu ya
da toplumları kandırmak, kendi siyaset ve çıkarları temelinde kullanmak,
yönlendirmek, yönetmek kirli ve çirkin bir yaklaşım olmakla birlikte, yeni bir
yöntem değildir. Tarihte çok sıkça başvurulan bir yöntemdir. Bu sadece İslami
cephede değil, diğer dinler tarafından da kullanılmıştır. Modern denilen,
demokratik ve laik denilen devletlerin de, din devletlerini aratmayacak kadar,
dini, bir egemenlik ve yönetim aracı olarak kullandıkları rahatlıkla
söylenebilir. Emperyalizmin 20. yüzyıldaki en önemli egemenlik aracının
siyasallaşmış din olduğu yadsınamaz. Yine laik geçinen devletlerin daha farklı
bir yaklaşım sahibi olmadıkları da açıktır.
Türkiye
Cumhuriyeti devleti de kendisini laik bir devlet olarak tanımlamaktadır.
Cumhuriyetin kuruluş yıllarında buna çok büyük önem verilmiştir, günümüzde de
kendisini devletin sahibi gibi gören başta ordu olmak üzere çeşitli kesimler
laikliğe büyük atıflarda bulunurlar. Onlar dini ilkel bir yaklaşım olarak
görürler, modernliğin bir gereği olarak aşılması gerektiğini düşünürler. Muasır
medeniyetlere ancak onların laiklik yaklaşımları temelinde ulaşılacağına
inanırlar. Dini devlet dışında tutma, inanç ve ibadeti siyasetten uzak ve
vicdani bir olay olarak değerlendirmek isterler. En azından teorik olarak
söyledikleri bu temeldedir. Ancak dini devlet, dolayısıyla da siyaset dışı
olarak ele alan bu yaklaşımların da, dini en az halifeliği temsil eden
imparatorluk kadar kullandığı açıktır. Toplumsal muhalefetin geliştiği, Kürt
halkının hak talebinde bulunması karşısında başvurulan en etkili siyaset aracı
yine din olmuştur. Adeta bir arabanın yedek lastiği gibi ihtiyaç duyulduğunda
başvurulmuştur. Elbette arabanın diğer tekerlekleri de dinden oluşmuşlardır,
ama üzeri kılıflıdırlar, fazla açıkta değillerdir ve çok kolay görünmezler,
yedekte olan ise kılıfsız, maskesizdir.
Özgürlükçü düşüncelere karşı ‘Yeşil Kuşak’ projesi
TC devletini ele
alıp değerlendirelim: Çok partili sisteme geçişle birlikte kurulan partilerin
hepsi devletin icazetiyle kurulmuşlardı. Hepsinin de dinsel perspektifleri
vardı. Hiçbiri de halkın inançlarını “göz ardı” etmiyordu. Bunlar bir yana, ama
tamamen dinsel yaklaşımlar temelinde kurulan partiler de vardı. Kırk yılı aşkın
bir süredir Türkiye’de açık din siyaseti yapan Erbakan, devletin isteğiyle
parti kurmuş, siyaset yapmıştır. Milli Nizam Partisi devletin onayı ve dahası
isteğiyle kurulmuştur. 12 Mart’ta kapatılan bu partinin liderini yerleşmiş
olduğu İsviçre’den çağıranın, kendisine yeni bir parti, Milli Selamet
Partisi’ni kurduranın devlet olduğu da belgelerde mevcuttur. Milli Nizam
Partisi’nin kurulmasına, Erbakan’ın 12 Mart sonrası yerleşmiş olduğu
İsviçre’den çağrılarak Milli Selamet Partisi’nin kurdurulmasına ihtiyaç
duyulmasının nedeni; bir yandan Türkiye’de gelişen devrimci mücadele,
Kürdistan’da yaşanan uyanış ve özgürlük mücadelesinin gelişimi ve bir de
emperyalizmin geliştirdiği din temelli ‘Yeşil Kuşak’ projesidir. Türkiye dine
dayanarak komünizme karşı mücadelenin en etkili yürütüldüğü alanlardan biri
haline gelmiştir. Sovyetler Birliği’nin ‘Sıcak denizlere’ inme korkusu toplumda
geliştirilmiş, bu korkulara dayalı olarak da, dine dayalı bu projeler temelinde
oluşturulan bir çemberle Sovyetlerin, onun şahsında komünizmin, yani özgürlükçü
düşüncelerin gelişmesinin engellenmesi hedeflenmişti. Dinin etkin bir siyaset
aracı olarak kullanılması belki de bu dönemlerden ve yaşananlardan daha fazla, cuntayla
ve oluşturduğu siyasal atmosfer tarafından gerçekleştirilmiştir.
Türk ordusu
yaptığı her açıklamada dinsel gelişmelere karşı olduğunu, cumhuriyet için en
büyük tehlikenin irticadan geldiğini ileri sürmüş, en azından toplumda böylesi
bir görüntü yaratmıştır. Cunta öncesinde de sonrasında da, bu, ordunun genel
bir yaklaşımı olarak öne çıkmıştır. Ancak 12 Eylül faşist cuntasının dini
topluma yayma yaklaşımı, bu iddiaların ve açıklamaların tam tersi olmuştur.
Cunta sonrasında da bu yaklaşımlar devam etmiştir. Kendisini laik bir kurum ve
cumhuriyetin sosyal devlet ilkesinin tek koruyucusu olarak ilan eden ordu,
cuntayla iktidarı ele geçirdikten sonra yaptığı en önemli iş; toplumu dine
boğmak olmuştur. Eskiden sınırlı sayıda olan ve din temelli eğitim veren imam
hatip okulları, cunta iktidarı döneminde onlarca kat artarak sayıları on
binleri aşmıştır. Bugün ise bu sayı çok daha fazladır. Cuntanın ve sonraki
iktidarların buna başvurmalarının nedeni, toplumun din kullanılarak yönetilir
halde tutulmasıdır. Özellikle de Kürdistan özgürlük mücadelesinin gelişmesi,
Kürt halkının kendi ulusal, demokratik ve özgürlüksel hak taleplerini yüksek
sesle dile getirmesi ve bu temelde mücadele etmesi karşısında devlet bu
adımları atmıştır.
Kürt halkının
özgürlük mücadelesine karşı hemen her renkten parti iktidara getirilerek
denenmiştir. Özal ‘dört eğilimin temsilcisi’ olarak kendisini ilan etmiş,
Kürdistan özgürlük mücadelesine karşı, eğilimlerinden biri ve en önemlisi olan
dini de kullanmasına rağmen başarılı olamayınca, sol geçinenler, liberal
geçinenler, milliyetçi ırkçı olanlar da iktidara getirilmiş, bunlar
aracılığıyla özgürlük mücadelesinin bastırılması hedeflenmiştir. Bunlar
tutmayınca, bu dört eğilimin ortak ve farklı farklı örgütlenmeleri bir sonuç
yaratamayınca, yıllardır din temelli siyaset yapan Erbakan iktidara
getirilmiştir. Bazı Kürt işbirlikçilerinin de içinde yer aldıkları başarısız
Erbakan’ın partisinden ayrılanların kurdukları AKP ile bu politikayla bir
deneme daha yapılmak istenmiştir. AKP’nin de din temelli bir örgütlenme olduğu,
tarikat olarak da Kürt halkı içinde yoğun örgütlü olan nakşibendiciliğe, daha
özgün olarak da halidiye tarikatına dayandığı bilinmektedir.
Din tüccarı AKP’nin ‘din kardeşliği’ sömürüsü
Halidiye tarikatı,
Mevlana Xalid’in kurduğu bir tarikat olup, Kürt orijinlidir. Bu ince
hesaplardan hareket ederek Kürt halkının teveccühünün kazanılacağı, dinsel
duyguları kullanılarak Kürdistan özgürlük mücadelesi ve önderliğinin tasfiye
edilebileceği hesaplanmıştır. Bu partinin Kürt halkına hitap ederken kullandığı
temel argüman, ‘din kardeşliği’ olmuştur. Osmanlıcılıktan kalan ümmet anlayışı
bu parti tarafından yeniden gündemleştirilmiş, tüm sorunların çözüm yöntem ve
yaklaşımı olarak gösterilmiştir. Liberal politikalarla harmanlanan bu
politikaların çözümün alternatifi olduğunu savunması, bu yönlü önemli bir imaj
sunmuş olması, alınan desteğe rağmen çözümcü olamaması gerçek yüzünün açığa
çıkmasını sağlamıştır. Bu partinin gerçek anlamda bir din tüccarı olduğu açığa
çıkmıştır. Kendisini tüccar, devlet yönetmeyi de ticaret yapmak gibi ele alan
Tayyip Erdoğan, gerçekten de kendisini iyi tanımlamıştır. Kapitalist ekonomi
politiğe göre alınıp satılabilen her şey metadır. Alıcısı varsa, din de
satıcının elinde bir metadır. Tayyip bu anlamda iyi bir satıcı, iyi bir
tüccardır. Pazarladığı halkın dini duygularıdır.
Emperyalizm
tarafından da Tayyip’e bir rol yüklenmiştir. Ortadoğu’da gelişen radikal islama
karşı, ılımlı islam geliştirilmek istenmişti. Coğrafi anlamda önemli bir yerde
bulunan Türkiye’nin, tarihsel geçmiş olarak da islamiyeti uzun yıllar temsil
etmiş olması, müslüman halkların dikkatlerinin bu alan üzerinde olacağı
hesaplanarak Tayyip Erdoğan desteklenmiştir.
Kısaca ve özetle
belirtecek olursak; din ile devlet, din ile siyaset arasında kopmaz bağların
olduğunu söyleyebiliriz. Bu yaklaşım sadece bir ülke, bir devlet ya da bir
zamanla sınırlı bir olay değildir. Toplumsal örgütlenmenin olduğu her yerde ve
zamanda, inanca dayalı yaşamın olduğu ve toplumun ihtiyaçlarından fazlasını
üretmeye başladığı, bir kesimin toplum adına bu üretim fazlasına el koymaya
başladığı, yani sınıflaşmanın gerçekleştiği zamanlardan günümüze din, bir
siyaset aracı olarak kullanılmıştır. Hatta daha fazlası da söylenebilir. Şöyle ki;
dinin kendisi devlettir, siyasettir. Her devlet, her sistem, her yönetim
anlayışı bu kaynaktan içmiş, temel argümanlarını buna dayandırarak
oluşturmuştur. Kitap getirenleri sınırlı da olsa, 124 bin olarak ifade edilen
peygamberlerin hepsi yukarıda belirttiğimiz çerçevede gerçek anlamda ideoloji
oluşturmuş, devlet kurmuş, siyaset yapmış, toplumu yönetmişlerdir. Şamanlarla
başlayan bu süreç peygamberlerle daha da gelişip etkin hale gelmiş, modern
psikoloji ve sosyolojinin yöntemleri ışığında daha da etkili bir tarzda
kullanılmıştır.
Dini devlet,
siyaset ve yönetim olayı olmadan değerlendirmek mümkün değildir. Din,
mutlaklaşan, tekleşen, sınırları güneşle ölçülen devletin temel yönetim
anlayışı olmuştur. Başlangıçta bir inanç sistemi olarak gelişmiştir, ancak daha
sonra inançtan kopartılan din, işlenerek bir yönetim aracı haline
getirilmiştir. Devletin gelişip olgunlaştığı bir süreçte bu rol çok daha etkili
bir tarzda oynatılmıştır. Marx toplumun yönetilmesindeki kullanım rolünden
hareketle, dini ‘toplumun afyonu’ olarak değerlendirmiştir. Din kendi başına
bir uyuşturucu olarak değerlendirilemez, ancak kullanılışı itibariyle böylesi
bir rol de oynamıştır, oynamaya da devam etmektedir. Oluşturulan dogmalar,
tartışılmazlık gibi özellikleri, dinin egemen sınıflar tarafından bir
uyuşturucu haline getirilerek kullanılmasını sağlamıştır. Böyle tanımlamak,
değerlendirmek daha doğrudur. Dinin egemen sınıflar elinde hangi temelde
kullanıldığına ilişkin olarak Önderlik aşağıdaki değerlendirmeyi yapmaktadır:
“Özenle işlenmiş bir yönetim ideolojisidir din. Egemen
sınıf her zaman dinin soyut niteliğinin farkındadır. Aşağıdaki toplum
tabakaları ise ona gerçekmiş gibi inandırılmışlardı. Dine bu kadar yatırım
yapılması, mabetlerle temsili, ritüeller, hepsi devletin yönetim erkiyle
yakından bağlantılıdır. Bu nedenle içyüzünün anlaşılmaması için tartışma yasağı
getirilmiştir. Tartışılsa iki sonuç ortaya çıkacaktır: Krallığın yükselişi ve
doğal yasallık. İkisi de çok önemlidir. Tanrı-kral ve tanrı gölgesi sultanın
nasıl yüceltildiği anlaşılacak; dolayısıyla toplum korkutucu, cezalandırıcı bir
tanrı anlayışından kurtulacaktır. Yine doğaya ilişkin bölümü ise bilimselliğin
kapısını aralayacaktır. Kuantum ve kozmos fiziğine kadar bilimsel olgular
dünyasına hükmeden ilkeler anlaşılacaktır. Avrupa’nın üstünlüğü, ortaçağdan
çıkarken bu teolojik –ilahiyat– çözümlemeyi çok yoğun yapmış olmasıdır.
Şüphesiz düşünsel gelişme yalnız başına teoloji, theodice tartışmasına
bağlanamaz. Ama bu olmadan da çağdaş düşünceye kapı aralanamaz. 12., 13. ve 14.
yüzyıllardaki Dominiken, Francisken mezhep tartışmaları olmadan Rönesans
herhalde kolay gelişmezdi.” (Bir Halkı
Savunmak)
Bir toplumsal ihtiyacın egemenlik aracına dönüşmesi...
Burada bir kez
daha belirtmekte yarar vardır: Din toplumsal bir ihtiyaç olarak gelişmiştir.
Bunu yok saymak ne mümkün, ne de doğrudur. Tarihsel bir gerçekliktir ve insan
zihniyetinin oluşmasında da son derece önemli roller oynamıştır. Kavrama ve
anlamanın gelişen bu süreçle bağlantılı olduğu kesindir, ancak bir egemenlik
aracı olarak kullanılması da hem daha farklıdır ve hem de daha sonradan
gelişmiştir. Din bir ihtiyaç iken ve toplumun inançla bağlanmasının
olanaklarını sağlarken, dincilik bir egemenlik aracı olarak toplumun
parçalanmasında, baskı altına alınmasında ve sömürülmesinde rol oynamıştır. Din
bir kültürdür, ama dincilik bir iktidar aracıdır ve bugün uygulanan da esasında
bu iktidar aracı olan dinciliktir. Bundan dolayı Önderliğimiz buna önemle vurgu
yapmakta, dinciliğin insanlığın başına musallat olan cinsiyetçilik,
milliyetçilik ve bilimciliğin yanında adını andığı dört temel hastalıktan ya da
toplum karşıtlığından biri olarak anmaktadır.
Kültürel islam’a evet siyasal islam’a hayır
Biz bu
çalışmamızda esas olarak dinciliği ve bir iktidar aracı olarak dinin devlet ve
siyaset tarafından nasıl kullanıldığını kısa değinmelerle vurgulamaya çalıştık.
Bunu görmek için bakmak bile yeterlidir. Devletin, siyasetin temel kavram ve
argümanlarının din kaynaklı olduğu, iktidar ve yönetme anlayışının, devlete
yüklenen kutsallık sıfatlarının da aynı kaynaktan olduğu nettir. Dincilik bir
iktidar aracı olarak reddedilmesi gerekirken, din toplumun manevi hafızası
olarak karşılanması gereken bir olgudur. Önderliğimizin, “kültürel islama evet,
siyasal islama hayır” sözü, dine nasıl yaklaşılması gerektiğini
göstermektedir.
http://www.serxwebun.org/index.php?sys=naverok&id=74
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder