9 Temmuz 2012 Pazartesi

Bir Egemenlik Aracı Olarak Dincilik-2

Devletleşmenin ve sınıflaşmanın gelişmesinde dinin tartışmasız mutlak bir etkisi vardır. Hiyerarşik yapılanmanın oluşturulması, toplumun büyük çoğunluğunun azınlık bir kesimin hakimiyetine geçmesi, emek ve ürünlerine başkaları tarafından el konulması, sahiplenilmesi ve bunun benimsetilmesi kolay olmamıştır.

 Din, kutsallık atfetmesi temelinde meşruiyet zeminine oturtulabilinmiş, sınıflaşma ve devletleşme bu temelde gelişebilmiştir.

Devlet genelde başlangıçla birlikte ele alınıp değerlendirilir. Adeta insanlık toplumsal bir varlık ve tür olarak yaşama gözlerini açtığında, yandaki kundakta devlet de gözlerini yaşama açmış gibi yansıtılır. Devletin ezeli ve ebedi tanımlanması bu yaklaşımdan kaynaklıdır. Doğmamış, doğurtulmamış; başlangıçta varmış ve sonsuza kadar da olacakmış gibi anlatılır ve buna inanılır. Elbette inanmak, kuruma tanrı adına sahiplik yapanlar açısından değil, yönetilen ve ezilen büyük çoğunluk için geçerlidir. Tanrı adına devleti ele geçirenler; devletin toplumsal gelişmenin bir döneminden sonra ortaya çıktığını, özgür gelişen toplumsal ilişkilere bir sapma olduğunu ve zamanı geldiğinde de ‘tunç baltayla çıkrığın yanında Asar-ı Atika müzesindeki yerini alacağını’ gayet iyi bilirler. Bunu bilseler de, egemen sınıflar devleti tanrının sonsuzluğu kadar sonsuz bir varlık olarak tanımlamaktan ve topluma benimsetmekten de geri kalmazlar. Yuhanna, ‘kelam başlangıçta vardı ve kelam her şeydi’ der. Sonraki değerlendirmeler dikkate alındığında, Kelamla kastedilen devlet olduğu sonucu çıkar veya bu sanı insanda yaratılır. Ancak tarihten edindiğimiz tüm bilgi kaynaklarımız bize, devletin iddia edildiği gibi tanrı vergisi bir varlık olmadığını, başlangıçta var olmadığını ve sonsuza kadar da devam etmeyeceğini göstermektedir. Devlet tarihsel gelişmenin bir evresinde ortaya çıkmış/doğmuş, tarihsel gelişmenin bir evresinde de, kaynağını aldığı literatürle birlikte de ortadan kalkacaktır: İnsan aklının yaratımı olan tüm kavram ve kurumlar gibi.

Gökyüzü düzeninin yeryüzü temsilcisi

Devlet daha doğarken din ve tanrıyla iç içe, yan yanadır. Doğuşu da dinsel kurumlar içerisinde olmuştur. Tüm kavramları teolojiktir, tanrı kaynaklıdır. Kutsallığını da beslenmiş olduğu bu kaynaktan alır. Devlet kutsal tanrı düzeninin ifadesidir. Bu, Sümer ziggurat rahiplerinin uzun düşünmelerinin ardından vardıkları sonuçtur. Ne aklın soyut bir tanımlanması, ne toplum üstü ve tanrısal bir yaratımdır; o tamamen bir insan yaratımıdır. Önderlik Sümer Rahip Devletinden Demokratik Uygarlığa adlı eserinde, devletin doğuş hikayesini, Sümer rahiplerinin bu yaratım olayındaki rollerini harika bir değerlendirmeyle ortaya koyar:

“Uygarlığı tanımlayabilecek birçok özelliği olmasına rağmen, belirleyen ayırt edici özellik kendi tüketiminin çok üstünde verimliliğe yol açan insan emeğinin artı ürüne, köleci ilişkiye, yani mülkiyete konu edilmesidir. Sümerlerin gerçekleştirdikleri biçim, rahiplerin ziggurat denilen ve hem tapınak, hem kolektif iş, hem de toplumsal yönetim merkezi rolünü oynayacak birimlere kavuşmasıdır. Toplumun kimliği olan, gökyüzü düzeninin yeryüzü temsilcisi gibi kutsal bir anlama bürünen bu merkezler, daha sonraki tüm uygarlık tarihi boyunca geliştirilecek olan büyük tapınakların, meclislerin, iş merkezleri ve askeri karargahların, eğitim ve kültür merkezlerinin prototipidir; devlet kurumlaşmasının ana rahmidir. Devlet denilen icat, yani zigguratlar, o dönemin ideologları olan rahipler üzerinde yol açtığı görülmemiş verimlilikle, daha başlangıcında kutsal ilan edilecekler; hem de gökyüzünün yeryüzündeki temsilcisi kutsal düzen olarak insan zihnine egemen kılınacaklar ve en gelişkin otorite kaynağı durumuna yükseltileceklerdi. 

Sümer tapınağının devletin ana rahmini teşkil ettiği çok açıktır. Yani daha sonra iddia edildiği gibi devlet usun, insan aklının bilimsel ifadesi değil, teolojik, dogmatik ifadesidir. Yeni ve yalın bir tanım sunuyorum: Uygarlık ve onun özü olarak devlet, sınıflaşmanın ilkel aşamasında bilimsel düşüncenin oluşmadığı dogmatik kavrayışın teolojik ifadesidir. Temelinde bilim değil, inanç dogması yatmaktadır. Belki de bu anlamda en çağdışı araç devletin kendisidir; onun özellikle halklaşamayan klasik biçimleridir.”

Devlet bir ihtiyaç değildir

Devlet de durduk yerde ve sadece rahibin bir devlet kurma isteğinden hareketle gelişmemiştir. Devletin bir ihtiyaç olmadığı kesindir, ama toplumsal gelişme, örgütlenme ve üretim artışında bir artıya yol açtığı da kesindir. Binlerce yıl özgür yaşamış olan toplulukların özgür yaşam alışkanlıklarına karşıt bir yapılanmayı çok rahat kabul etmedikleri, bu aygıtı hem üretimde yol açmış olduğu ürün artışı, hem de tanrı ve kutsallık sıfatlarıyla büründürülmesi neticesinde benimsemiştir. Toplum rahipler tarafından yeniden kalıplara dökülmektedir. Eski toplumsal ilişkiler üretim düzeyiyle bağlantılı olarak yeniden biçimlendirilecektir ve bunu yapacak olan da Sümer rahipleridir. Yer ise, devlete de rahim görevi gören tapınak olacaktır.

“Yeni toplumun kalbi tapınaktır. Daha doğrusu ana rahmi tapınağın bağrındadır. Köleci üretim biçimini, yeni iş bölümüne ve ideolojik üstyapısına dayandırarak doğurmaktadır. Daha sonraki süreç, modelin azami büyümesi ve kendini tekrarlamasıdır. Dikkat edilirse, temelde bu kaba zorla gerçekleşen bir toplum biçimi değildir. Daha inandırıcı bir mitoloji ve kendini verimlilikle kanıtlayan bir üretim tarzı söz konusudur. Zor daha sonra devreye yoğun olarak girecektir. İnsanlık başlangıçta içine girdiği yeni toplumun, hiç de daha sonra altından zor kalkılacak amansız bir kölecilik tarzına dayalı toplum olduğuna inanarak girmiyor. Rahiplerin de tümüyle bu bilinç ve kurnazlıkla hareket ettiklerini söylemek zordur. Onlar eski toplumun ilerisinde bir gelişmeyi pratikleriyle kanıtlıyor ve inandırabiliyorlardı. Sürecin başlangıç özünün bu biçimde geliştiği yüksek bir ihtimalle kanıtlanabilmektedir. Zaten daha üstün bir toplum biçimi salt zor ve hileyle kurulmaz. Üstünlüğünü kanıtlamadan, hiçbir toplumsal biçimleniş ne zorla kurulabilir, ne de gelişmesini sürdürebilir. Daha da önemlisi zor, ancak işlevini yitirmiş biçimler için, eskinin yıkılışı ve yeninin doğuşu için rol oynayabilir.” (Sümer Rahip Devletinden Demokratik Uygarlığa)

Devletin daha ana rahmine düşerken dinle iç içe olduğu görülüyor. Mitolojik zamanların tanımlanması olarak böyledir, tek tanrılı dinler zamanının tanımlamasıyla da böyledir. Devletin kutsallığı bu doğuşla bağlantılıdır. Gökyüzünden yeryüzüne indirilmiştir. Tanrının sözcüsü ve temsilcisidir. Ona bağlı kalmak kural gereğidir. Biçimi ya da temsilcisi sınıflar ne kadar değişirse değişsin, özü hep aynıdır ve değişmeden uzaktır. Zaten tanımlanması sonsuzluk üzerinedir. Kölecilik, feodalizm, kapitalizm, sosyalizm ya da günümüzün daha yaygın deyimiyle ulus devlet aynı nesnenin farkı giydirilmiş halleridir. 

Krallar, tanrı krallar kendilerini ya tanrı olarak devletin sahibi, ya da tanrı adına devleti yöneten kişiler olarak göstermişlerdir. İlk çağdan günümüze devlet yetkilisi kendisini tanrı yerine koyarak hareket etmiştir. Rahipler krallara taç giydirmiş, yargılama ve cezalandırmalarda en az krallar kadar rol oynamışlardır. İktidar bu iki kesim arasında paylaşılmıştır. İktidarın bu kişiler arasındaki paylaşımı özünde sembolik bir görüntüdür, gerçeği dinle devlet, dinle siyaset arasındaki ilişkidir. Kral tanrı adına yeryüzünde düzeni sağlayandır, aslında rahip de aynı rol ve görevle yüklüdür. O da kendisini tanrının yeryüzündeki temsilcisi olarak gösterir, tanıtır. Tanrının gücü ve kudreti din ile devlet, din ile siyaset arasında paylaştırılmıştır. Aslında bunun ikisi de aynı şeydir. Dini olduğu kadar devleti yaratan da rahiplerdir. İlk kralların, tanrı kralların hepsinin rahip olmaları bundan kaynaklıdır. Karmaşıklaşan yönetim mekanizmaları ve artan ihtiyaçlar bu ikili yönetim mekanizmasını ortaya çıkarmıştır. Bu yönetim mekanizmaları din ile devlettir. Kralda ifadesini bulan devlet somutun, rahipte ifadesini bulan din de soyutun temsilcisi ve yöneticisi olmuştur. Biri tanrı ve din adına ahret işlerini, diğeri ise, bu dünya, yeryüzü işlerini ve gücü kullanmayı üstlenmiştir. Her ikisinin de hizmet ettiği kutsal düzen anlayışının sürdürülmesidir. Musa’nın tanrı adına güç paylaşımını yaparken rahipliği Levililer sıptına, krallığı da diğer sıptlara bırakması, birinin diğerinin alanına girmemesi için kararlaştırmalara gitmesi ve bunun değişmeden devam etmesi, bu büyük uzlaşının ifadesidir. Asıl hangisi, gölge hangisi denecek olursa, asıl olanla gölge olanı birbirinden ayırmanın çok kolay olmadığını söyleyebiliriz. İktidarın ve gücün paylaşımında zaman zaman bu iki iktidar sahipleri arasında çatışmaların yaşandığını da söylemeliyiz.

Perde arkasından devleti yöneten papalar

Papalar uzun yüzyıllar boyunca krallara, imparatorlara taç giydirmişlerdir. Papaların elinden taç giymeyen kralların krallıkları, imparatorların imparatorlukları hep şüphe ve kuşkuyla karşılanmışlardır ki, böyleleri de zaten fazla yoktur. Papanın tavır aldığı bir imparatorun ne kadar aciz ve güçsüz olduğu Kral Henry örneğinde görülmektedir. Kral Henry’nin kaç gün yağmur altında, papanın kapısının eşiğinde, dizleri üstü ve gözyaşı dökerek beklediğini tarih kitapları yazar. Papanın kapıyı açıp elini Henry’nin başına koymasıyla bu ‘trajik’ durum son bulur. Bu belki de papaların en güçlü olduğu bir zaman diliminin görüntüsüdür. Daha başka zamanlarda ise adeta rehin alınırcasına papaların denetim altına alındıklarını, Vatikan’dan çıkarılıp başka ülkelere adeta rehin götürürcesine götürüldüklerini de yine tarih kitaplarından okuyoruz. Buradan çıkardığımız, ikisinin birbirini tamamlayan bir yapı oluşturduklarıdır. Papalar güçlü oldukları zamanlar kralların gücünü kullanmış, perde arkasından devleti onlar yönetmişlerdir. Kralların güçlü oldukları zamanlarda ise, papaların tanrıdan aldıkları ilahi güçleri krallar tarafından toplumun yönetilmesi için kullanılmıştır. Din ve devlet, kurulan düzen anlayışının sürdürülmesinde bazen karşıtlıklar oluşsa da, tam bir birlik temelinde hareket etmişlerdir. Bazen birinin, bazen diğerinin etkin olması bu durumu değiştirmemektedir. Aralarında tam bir dengenin olduğu ve iktidarın paylaşıldığı, bu konuda uzlaşmaya varıldığı zamanlar da olmuştur. Örneğin Aziz Aqinumlu Thomas’ın krallığa karşı savunmuş olduğu ‘Çifte Kılıçlar’ teorisi böylesi bir çatışma ve iktidar paylaşımının teorisidir. Kılıçlardan biri devleti yönetmek üzere kralın elindedir, diğeri de tanrının iradesinin temsili olarak kilisenin elindedir. Herhalde bundan daha ‘adil’ bir paylaşım olamaz.

İç içe geçen dinle devlet ilişkilerini bundan daha iyi anlatan açık örnekler çoktur. Papalığa bağlı Hıristiyan devletler oldukça fazladır. Protestan Almanya, calvinci İsviçre, katolik İtalya, ortodoks Rusya, anglikan İngiltere ve budist Asya devletleri. Bunlar yerküre üzerinde etkili olan büyük ve önemli devletler oldukları için bu isimleri belirtiyoruz, yoksa Avrupa devletlerinin tümü bir biçimde bir hıristiyan mezhebinin savunucusudur. İspanya’nın, Fransa’nın, Hollanda’nın ya da çok daha küçük ya da büyük Avrupa devletlerinin hepsi de dinle kendilerini tanımlamışlardır. Kutsal Roma-Cermen İmparatorluğu her iki rengi birden taşımaktadır. Avrupa’da yüzyıllara yayılan kutsal din savaşları, iktidar savaşlarından başka bir şey değillerdir. Din, tanrının kutsal gücünü bir bayrak gibi önüne alarak toplumu savaşa sürebilmenin, savaşı bu kutsallıklar ardına gizleyerek yürütmenin aracıdır. Bunu başka türlü değerlendirmek, izah etmek mümkün değildir. Kutsallık, din yaftadır, esası iktidar ve egemenlik savaşlarıdır. Bu yaftalar haksız savaşları haklı göstermenin araçlarıdır. Din burada devletin, daha genel olarak söyleyecek olursak, hiyerarşik, egemenlikçi, sınıfçı yaklaşımları haklı çıkarmanın, günahlarından arındırmanın aracı konumundadır. Haçlı Savaşları’nın ardında yatan gerçek de bu değil midir? Hıristiyan-müslüman savaşlarını başka nedenlerle açıklamak mümkün mü? Kesinlikle tek gerçek, yapılanın egemen sınıflar adına yapıldığıdır.

Bu yaklaşım sadece hıristiyan devletler için değil, diğer devletler için de aynen geçerlidir. İsrail’in ya da daha gerilere gidecek olursak Yahudi devletinin bir din devleti olduğunu söyleyebiliriz. Yahudi devletinin, siyonizmin tüm terim ve kavramlarını Kitab-ı Mukaddes’ten aldıkları bir sır değildir. Dahası devlet kendisini de bununla tanımlamaktadır. İsrail devletinin On Emir’i uygulamamış olması, onun kavramlarının teolojik olmadığı anlamına gelmez. Daha da gerilere gidilecek olunursa, esas kaynağın Sümer rahip zigurratları oldukları görülür. Yani adları, dönemleri ve sistemleri farklılaşsa da, temel kavramları ve yaklaşımları değişmeden süregelmişlerdir. Şeriat ya da şeriat devleti yahudi inanç sisteminin ürünüdür ve islamiyetin devlet yönetiminin esasını oluşturmuştur. Anlayışlar bir kültür gibi yayılmışlardır. 

Hz. Muhammed’in peygamberliğini ilan ettiğinin daha onuncu yılı dolmadan, İslam Devleti’nin kuruluşu gerçekleşmişti. Hiçbir peygamber, kendi yaşamı sürecinde inancı temelinde bir devletin kuruluşunu görememişti. Musa’nın Eriha nehrinin öte yakasında ‘vaat edilmiş topraklara’ baktığı, ama bu topraklara ayak basmadığı belirtilir. Bunun nedeni olarak da, Mısır’dan çıkıştan sonraki süreçlerde, Musa peygamberin tanrı yehova ile görüşmeye gittiğinde geride kalanların inançlarında zayıflıklar yaşanması, kardeşi Harun önderliğinde altın buzağı yapmaları ve tapmaları, bundan hareketle de yehova tarafından cezalandırılmasıdır. Ceza; kutsal toprakları göreceği, ama ayak basmayacağı biçimindedir. Sonuçta Musa yaşamı süresince bir Yahudi devletinin kuruluşunu göremez. 

İsa’nın Kudüs’e kral olma isteği olsa da, bırakalım kral olmasını, düşünceleri havarilerle sınırlı olduğu bir süreçte çarmıhta can vermiş, hıristiyanlık 300 yıllık mücadele sonrasında devlet dini haline gelmiştir. Ama islamiyet Hz. Muhammed’in Medine’ye yerleşmesinden kısa süre sonra devlet nitelikli bir örgütlenme düzeyine ulaşmıştır. Vefatına yakın dönemde sınırlarını hayli genişletmiş ve Bizans’a kafa tutabilecek ve savaşabilecek bir güç ve yetkinliğe ulaşmıştır. Mekke döneminde inen ayetlerin hemen hepsi ideolojik çerçevesi olan ve islamiyetin temel prensiplerini belirleyen, inanç sistemini kuran ilkelerdir. Bu ayetlerde ütopya güçlüdür, toplum ve gelecek vardır, ama devlet yoktur. Oysa Medine’de inen ayetlere baktığımızda hemen tümünün devlet sistemini kurma ve yönetmeye yönelik kural ve anlayışları içerdiğini görürüz. Tüm islam devletleri Kuran ve hadislerde ifadesini bulan prensipler temelinde kendilerini işlerliğe kavuşturmuşlardır. Sistemin uygulanması şeriatta ifadesini bulmuştur.

İslamiyet zamanla egemenlik aracına dönüşmüştür

Her devlet bir din gerçeğiyle hareket etmiştir, ama islam devletleri bu konuda çok daha belirgin bir yaklaşım göstermişlerdir. İslam devletlerinin dinle bütünleşmeleri, hıristiyan devletlerin dinle bütünleşmelerinden daha dolaysız ve doğrudandır. İslam devletleri hukukunu dine dayandırmış, kendilerini din kuralları temelinde yönetilen devletler olarak tanımlamışlardır. Şeriat, bu din devletinin uygulamalarının adı olmuştur. Hz. Muhammed sonrası oluşan hilafet kurumu, allah ve peygamber adına devleti yönetme yetkisi taşımıştır. Dinin cevaz veren kurumu olarak şeyhülislam, tüm hukukun iki dudak arasındaki temsilini halife adına yapmıştır. Hz. Muhammed’in yaşamı döneminde islamiyetin ideolojik ve ütopik bir yanı bulunsa da, sonrasında islamiyetin bu ideolojik ve inanç yanı ağır basan yapısı ortadan kalkmış, tamamen egemenlik aracına dönüşmüştür. Halifeler, peygamberin devamı ve temsilcisi olarak, allah adına yeryüzünde düzeni sağlama görevini üstlenmiş, yürütmüşlerdir. Halifelerin gerçekte ne kadar islamiyetin barışçı yüzü temelinde hareket ettikleri sorulacak olursa, olumlu bir yanıt vermek mümkün olmayacaktır. hilafet kurumunu denetiminde bulunduran kişi ya da güçler, islam dinini kendi çıkar ve egemenlikleri temelinde kullanmışlardır. Emeviler, Abbasiler, Memluklular, Osmanlılar hilafeti ellerine geçiren hanedanlıklar olmuşlardır. Bu büyük imparatorlukların hepsi din devletleri olmuşlardır ve hepsi de dini kendi hanedanlıklarının çıkarları temelinde kullanmışlardır. Bunun belki de en açık ve somut örneği olarak, Emevi hanedanlığının peygamber soyundan gelen Hasan ve Hüseyin’i aileleriyle birlikte iktidar uğruna yok etmeleri gösterilebilir.

Allah adına her yetki kullanılmıştır

  1. Halife peygamberi temsilen ama allah adına kutsal düzeni sürdüren kişi ve kurum olmuştur. Hilafeti ellerine geçiren sultanlar ‘cennet misali’ yaşamış, allah adına her yetkiyi kullanmışlardır. Kendilerini de ‘allah’ın yeryüzündeki gölgesi’ anlamındaki ‘zillullah’ sıfatıyla tanımlamışlardır. Allahın gölgesi olmak, sultanlara, padişahlara büyük bir güç ve kudret vermiş, kendilerini her şeyin üstünde saymalarına neden olmuş, imkan sunmuştur. Şeyhülislamı da denetimine alan sultanlar her türlü davranışlarını ‘kitabına’ uydurmuşlardır. Zaten tüm maddi gücü de ellerinde bulunduran sultanlara karşı çıkışa da pek rastlanılmamaktadır. Hilafetin sahibi olan sultanlar toplum nezdinde de allahın temsilcileri olarak kabul edilmişlerdir. Hilafeti temsil eden sultana karşı çıkmayı, askerlerine karşı silah kullanmayı, peygambere ve allaha karşı çıkmak ve peygamber ve allahın ordularına karşı silah kullanmak olarak yorumlanmıştır. Şeyhülislamlar, mollalar verdikleri fetvalarla sultanları, padişahları allahın temsilcisi dokunulmaz kişilikler haline getirmişlerdir. Tarihte bunun örnekleri çoktur. Sultanlar, padişahlar allah sıfatını kullanmaktan imtina etmişlerdir, ama onun adına her türlü yetkiyi kullanmaktan da çekinmemişlerdir.
  2.  
  3. Her din ya da dinin temsilcisi kendisini tanrının temsilcisi olarak göstermiştir. Tanrı bir ve tektir, ama temsilcileri devletlerin sayısı kadar çoklar ve her birinin yaklaşım ve uygulamaları da farklıdır. Hatta bu tanrının temsilcisi olduklarını söyleyenler arasında tanrı adına savaşlar yürütülmüştür. Hıristiyanların, müslümanların, yahudilerin, diğer dinlerin ve bu dinlere bağlı mezheplerin birbirlerine karşı yürüttükleri kanlı savaşlar tanrı adına ve tanrıyı egemen kılmak amacıyla yürütülmüştür. Ancak bu dinler ve mezhepler adına yürütülen savaşların temel gerekçelerini ele alıp değerlendirdiğimizde, başka gerçekleri görürüz. Dinler arasında, ya da her dindeki mezhepler arasında yürütülen savaş, tanrı adına yürütülen savaşlar olarak tanımlanır. Ancak yürütülen savaşların bununla bir bağı olmadığı çok açık. Kalabalıklar cenneti fethe çıkarlarken, azınlık ve egemen olanlar zenginliklerini artırmak, tarlalarının sınırlarını genişletmek, yönetmek istedikleri insanların sayısını çoğaltmak için savaşa girmişlerdir. Din, yürütülen bu egemenlik savaşlarının meşruiyet aracı olmuş, o haksız savaşların haklı bir zemine oturmalarında önemli bir rol oynamıştır. Din, egemenlik uğruna yürütülen ve yapılan her şeyi aklayan en temel araç olmuştur. Devlet öldürme, talan etme hak ve yetkisini tanrı adına kullanır ve bu da her zaman din tarafından temize çıkarılır.
  4.  
  5. Burjuva devlet laikliği bayrak yaparak ileriye doğru bir hamle yapar. Kiliseyi bu temelde sınırlamak, otorite ve yetkiyi sınıf adına denetimine geçirmek ister. Kiliselerin mülklerine el koyar, gücünü ve etkisini sınırlar. Ancak bu, burjuva devletin dinden azade olduğu anlamına gelmez. Onun da en az diğer din devletleri kadar dinle iç içe olduğu kesindir. Başlangıçta karşı olduğunu ilan etmiş, ama aradan uzun bir zaman geçmeden din ile devletin ayrılmaz bir ikili olduğunu ve toplumu yönetmenin de vazgeçilmez bir aracı olduğunu görmüş, yeniden baştacı haline getirmiştir. 

  1. Hegel’in ulus devlet ve Napoleon hakkındaki değerlendirmeleri burjuva devletin gerçek yüzünü göstermektedir. Hegel, Napoleon’un ulus devletini; ‘tanrının yeryüzüne inmiş hali’, Napoleon’u da, ‘tanrı’nın yeryüzündeki yürüyüşü’ olarak değerlendirmiştir. Demek ki devlet ve din ne kadar istenirse istensin, birbirlerinden uzaklaştırılabilecek, kopartılabilecek şeyler değildir. Bu değerlendirmelere de sadece bazı uygulamalardan hareketle gidilmemektedir. Bundan daha önemlisi, beslenmiş oldukları kaynak ve kavramlardır. Devletin ideolojik yapısının teolojik olması çok daha önemlidir. İster burjuva olsun, isterse de başka tanımlarla izah edilen bir devlet yapılanması olsun, beslendikleri kaynak aynıdır. Bundan dolayıdır ki, Önderlik değerlendirmelerini devletin icat ve işleyişinin kaynak yapısına, Sümer rahip devletine, zigurratlara kadar götürüp dayandırır. Diğer tüm devlet yapılanmaları kendilerini nasıl tanımlarsa tanımlasın, aralarındaki fark biçimden öte bir şey değildir.

Hakim zihniyete dayanmadan devlet bina edilemez

“Devletin temelinde teokrasi vardır. Hiçbir döneminde bundan vazgeçilmiş değildir. Teokratik devleti şekli olmaktan öte özde görmek gerekir. Ortadoğu’da rahip tapınağının etrafında yükselen bu kurumun mayasındaki ideolojik özü görmek önemlidir. Zihniyetteki inandırıcılık bağı olmadan, çıplak zorla binlerce kişiyi tapınağın hizmetinde uzun süreli çalıştırmak zordur. Devletin ilahi, kutsi niteliği bu ihtiyaçtan ileri gelir. İster mitolojik, ister dinsel inanca dayansın, hakim zihniyete dayanmadan, devlet binası sağlam kılınamaz. Tek tanrılı dinin oluşmasında büyük rol oynayan İbrani kabilelerindeki otorite olma, her iki tarafında büyük bir heybetle duran Mısır ve Sümer devletinden farklı bir devlet kurma ihtiyacı, Ahdi Atik’in –kutsal kitap– temel kaygısıdır. Bir nevi İbrani krallığının ideolojik temelidir. Özellikle Samuel-1 ve Samuel-2 bölümleri adeta Yahuda devletinin –tanrı devlet– kuruluş manifestosu gibidir. Pers-Med imparatorluğunun temelinde zerdüştlük belirleyici dini etkendir. Hıristiyanlık, Roma sonrası tüm Avrupa devletlerinin ortak genidir. İslam devleti daha doğuşunda dinin kendisidir. Tüm ortaçağ islam devletleri kendilerini olmazsa olmaz kabilinden din devleti sayarlar. Zerdüştlük yerine geçen şia islamı halen devletin resmi ideolojisidir. Tüm Arap ülkelerinde devletin dini, resmi ideoloji olarak islamdır. Kendini laik ilan eden Türkiye Cumhuriyeti en geniş Diyanet –resmi sünni islam ideolojisi– kadrosuna sahiptir. İslam resmi devlet dinidir. Pakistan ve Afganistan resmi islam devletleridir. İsrail din devletidir.” (Bir Halkı Savunmak/A. Öcalan)

Devletin biçimleri, nitelikleri ve merkezileşmesi tanrının tekliği ya da çokluğunu koşullamış, bununla bağlantılı gelişmişlerdir. Çoklu tanrı sistemleri farklılıkları bağrında taşır, en azından mutlak egemen olma gibi bir durum yoktur. Ama tek tanrılı sistem bu egemenlik ilişkilerindeki mutlaklığı ifade eder. Doğa dinleri dönemindeki tanrılar ile tekleşen, mutlaklaşan, soyutlaşan ve kavram düzeyine indirgenen tanrı arasında olduğu kadar, bu dönem devletleri arsında da çok büyük farklar vardır. Bu konuda Önderlik şunları belirtmektedir: “Devlet ile tanrı, merkeziyetçiliği aşırı gelişmiş devletle tek tanrı düşüncesi ve inancı arasında çok sıkı bir ilişki vardır. Tanrıyı ne kadar güçlü, tüm sıfatların –ki, bunlar uygarlığın temel özellikleridir– sahibi, ulaşılmaz ve anlaşılmaz kılarsanız, devleti ve içine gizlendiği uygarlık maskelerini o denli güçlü, korkutucu, anlaşılamaz ve ulaşılamaz kılmış olursunuz. Bu hususlar aynı zamanda kralların özellikleridir. Kral eğitiminin özü, bu özellikleri kazandırmaktır. Tanrının temsilcisine bu yaraşır, bu gerekir. Sınıflı toplumdan önce totem, temsil ettiği topluluğun özet kimliği, bir nevi soyadıydı. Toplumun sömürücü karakteri olmadığı için, bunların öyle ürkütücü bir yanları yoktu. Tanrı da değillerdi. Ne zamanki kabile şeflerinin sömürücü karakterleri gelişir, totemin de yavaş yavaş tanrısal yüceliğe tırmandığı görülür; yeryüzünden gökyüzüne yer değiştirir. Yakın, dokunulur, korkulmaz sıfatlarından soyulur; uzak, ulaşılmaz, ürkütücü sıfatlar kazanır. Toplumda sınıflaşmanın ihaneti de özüne karşı böyle başlar.” (Sümer Rahip Devletinden Demokratik Uygarlığa/A. Öcalan)

Din, devletle olan ilişkilerindeki bütünleşme kadar, siyasetle de tam bir bütünlük ve uyum gösterir. Hatta dini en etkin siyaset olarak değerlendirmek de mümkündür. Binlerce yıl toplumun yönetilmesinin temel aracı olarak kullanılmıştır. Aynı biçimde devletlerarasındaki ilişkilerde de temel enstrüman olarak kullanılmıştır. İmparatorlukların kuruluşları ve yıkılışları, el değiştirmeleri vb din aracı kullanılarak gerçekleştirilmiştir. Başka toprakların işgal edilmesinde, sömürgeleştirilmesinde dine mutlak anlamda başvurulmuştur. Haçlı Seferleri papalık merkezli bir siyasetin ürünü olurken, diyar-ı küffarın fethi de islam siyasetinin ürünü olmuştur. Yayılma siyasetinin öncü kuvveti olarak din en önemli rolü üstlenmiş ve oynamıştır. Dervişlere islam adına, misyonerlere hıristiyanlık adına öncü kuvvetler olarak rol ifa ettikleri bilinmektedir. Krallar, padişahlar adına toprakları ele geçirenler din siyasetini kullanarak bunu başarmışlardır. İncil en önde giden ordu olmuştur. Afrika yerli halklarının Cizvit misyonerler için söyledikleri oldukça anlamlıdır: “İlk geldiklerinde onların İncilleri, bizim toprağımız, şimdi ise onların toprakları, bizim İncilimiz var.”

Din en önemli sınıfsal ideoloji olarak rol oynamıştır. Zaten gelişiminde de dinin böylesi bir rolü olmuştur. Dini ellerine geçiren egemen sınıflar, toplumun diğer tüm kesimleri üzerinde egemenlik kurmuşlardır. Kendilerini tanrının temsilcileri olarak, dolayısıyla da diğer tüm kesimlerin tanrının temsilcisi olan kendilerine boyun eğmeleri gerektiğini savunmuşlardır. Yeni gelişen ve egemen olmak isteyen her sınıfın ideolojik aracı yine din, mezhep olmuştur. 

Yukarıda da belirttiğimiz gibi, başlangıçtaki gelişim sürecinde her ne kadar karşı dursa da, kapitalist sistemin egemenlik döneminde din toplumun yönetilmesi ve yönlendirilmesinde en fazla başvurulan araç olmuştur. Burjuvazinin dine karşı olmasının altında yatan gerçek, dinin o zamana kadar feodalizmle özdeşleşen bir kurum olmasıydı. Yani dini bir yönetim ve siyaset aracı olarak kullananlar zaten vardı ve hem de oldukça etkinlerdi. Onun gölgesi altında fetihler yapmış, toplumu kıskıvrak kuşatmışlardı. Bu aracı binlerce yılın tecrübesine sahip olanların elinden almanın kolay olmadığını en iyi bilenlerin başında burjuvazi gelir. Karşıtlık, olguya dayanma, kanıtlanamayanı yok sayma ve temelde kendi argümanlarını oluşturma, bundan sonra gelişmiştir. Ama iktidarının kesinliğini sağladıktan sonra, her ne kadar olguya dayalı yöntemsel açıklama geçerli olsa da, devlet yönetmede eski ve etkili bir araç olarak dine başvurmaktan geri kalmamıştır. Ki burjuvazinin elindeki dini, sadece, kutsallıkla ifade edilen metafizik yöntem olarak da almamak gerekir. Burjuvazinin elinde ulus devlet tanrı sıfatına bürünmüş, milliyetçilik de bunun siyaset ifadesi olmuştur ya da din, ‘milliyetçiliğin en çok kullandığı’ araç olmuştur. 20. yüzyıl, ulus dinlerinin/milliyetçiliklerinin bulaşmadığı toplum neredeyse kalmamış gibidir. Hepsinin tapındıkları bir küçük ulus devletçikleri, milliyetçilikleri olmuştur.

“Din, ulus devlet sürecinde milliyetçiliğin en çok kullandığı, direkt ulus-devlet dinine dönüştürüldüğü araç konumundadır. Din hem ulusallaştırılarak, hem milliyetçileştirilerek, ulus devlet döneminde toplumsal kurum olarak ahlaki özüne en ters düşmüş konuma düşürülür. Seküler milliyetçiliğin dışında kalan toplum kesimlerini dini milliyetçilikle, eski tanrının yeni haliyle bilinçli veya kendiliğinden kulu halinde bütünleştirerek bir nevi kendi iç ihanetini de yaşamış olur. Din-laiklik çatışması bu ihanetle yakından bağlantılıdır.” (Kapitalist Modernitenin Aşılma Sorunları Ve Demokratikleşme/A. Öcalan)
 
Herkesin bir dininin olması da, finans-kapitalin toplumu denetim altına almasının en önemli araçlarından biri haline getirilmiştir. Herkesin eline küçük bir putçuk verilmiş, herkese kendi küçük mabetleri yapılmış, kendilerini tanrı ya da tanrının temsilcisi olarak kabul ettiremeyenler, küçük putçuklar dağıtarak aynı sistemi değişik bir biçimde sürdürmeye devam etmişlerdir.

Dinin uygarlık aşamasıyla birlikte sınıfsal bir ideoloji ve siyasal bir araç olduğu tarihen sabittir. Yukarıdaki anlatımlarımız bu konuda yeterli örnekler sunmaktadır. Bir kez daha vurgulayacak olursak; Protestanlık bir Alman dini olarak gelişmiştir. Martin Luther’in temel tezleri dini reforme etme üzerine kuruludur. Savunduğu temel konuların başında, kilisenin tanrı ile insanlar arasındaki aracı konumdan çıkması, insanların ibadetlerinde aracısız hareket etmeleri, kilisenin günah bağışlama yetkisinin olmadığı, ancak tanrının günahları bağışlayabileceği, endülijansların (para karşılığı cennete yer satma) satılmasının doğru olmadığı, her halkın kendi dilinde İncil’i okuma ve öğrenme hakkının olduğu (her halk kendi diliyle İncil’i okuyacak olursa, dili Latince olmasından dolayı kilisenin tanrı ile insanlar arasından çıkacağı, insanların aracısız ibadetlerini yapabilecekleri) vb. yaklaşımlardan hareketle kendi mezhebini ki, sadece kendi mezhebi de değil, Alman Kilisesi’ni kurmuştur. 

Luther bu yaklaşımlarıyla kilisenin İsa dönemindeki kutsallığına dönme istemini dile getirmiştir. Bu istek gerçeğin tümü müdür? Olmadığı rahatlıkla söylenebilir. Kapitalizmin gelişim sürecindeki Alman burjuvazisinin uluslaşma, ulus-devletini yaratma isteğini bunun dışında tutarak değerlendirmek mümkün değildir? Martin Luther’in İncil’in Almanca çevirisini adına atfettiği ve korumasını aldığı prens, gerçeğin görünenden çok daha farklı olduğunu göstermektedir. Prensin Papalığa karşı Martin Luther’i korumaya alması nedensiz olamaz. Yine denilebilir ki, M. Luther’in Katolik Kilisesi’ni reforme etme yolundan ilerleyen Anabaptistlere –Zwingleu tarikatı- ve Thomas Münzer’e karşı öfke dolu yaklaşımlarla hareket etmesi, onların yok edilmelerini -yakılmalarını- istemesi, yaklaşımının gerçekte kilisenin eski kutsallığına dönme arzusundan çok daha başka içerikler taşıdığını, buradaki yaklaşımlarının esasında siyasal bir içerikte olduğunu göstermektedir.

Burjuvazinin dini ve Martin Luther

Aslında Martin Luther’in geliştirdiği protestanlık, burjuvazinin ideolojik kimliği olacaktı. Şüphesiz bu daha sonra değişecek, üretim tarzına uygun olarak ve ekonomik tanımlamalarla ifade edilen yeni kimlikler edinecekti. Ama başlangıçta feodalizmin temsili ve mutlak egemen olan katolik kilisesine karşı başka argümanlarla mücadele etmenin koşulu yoktu. Dine karşı din çıkarılacaktı. Bu görünendi, gerçek olan daha örtük olandı. O da, sınıfsaldı, sistemseldi. Burjuvazinin hedeflediği feodalizmdi, feodal egemenlerdi. Dönem itibariyle de kilise en büyük toprakların sahibi olarak en büyük feodaldi ve de feodalizmi temsil eden bir kurumdu. Geniş halk kesimlerinin ve emekçilerin desteğini sağlayan burjuvazi, feodalizmin ideolojik kimliği olan katolik kilisesine karşı savaş açarken, egemenlik aracı olarak dine karşı savaş açtığı görüntüsü verse de, özünde sınıflı toplumun sömürücü bir sınıfı olarak dinden asla vazgeçmedi. Burjuvazinin amacı dini ve kiliseyi tüm özellikleriyle ortadan kaldırmak değildi, kendi çıkarları temelinde yeniden şekillendirmekti. Martin Luther’in öncülük ettiği protestanlık, burjuvazinin çıkarlarını en iyi yansıtan ideolojik kimliği oluyordu. Martin Luther bilerek ya da bilmeyerek, isteyerek ya da istemeyerek tarihte böylesi bir rol oynuyordu. Ve bu da kendisini destekleyen ve koruyan prensin yaklaşımlarının nedenini izah etmektedir. Burjuvazi yeniden, ama kendi çıkarları temelinde dini kalıba döküyordu. Bunun için de protestanlık biçilmiş kaftandı.

İngiltere krallığının katolik kilisesinden ayrılmasını hangi inanç sistemiyle açıklayabiliriz? Anglikanizmin gelişmesinde kralın kişisel yaklaşım ve arzularının belirleyici olduğu söylenebilir. Abbasi hanedanlığının Emevi hanedan ve halifeliğine karşı savaşmalarının nedenini inançsal, ideolojik yaklaşımlarla açıklamak mümkün müdür? İslamiyetin Hz. Muhammed’in ölümünden sonra inançsal ve ideolojik bir yanının kalmadığı, hanedanların iktidar aracına dönüştüğünü söylemek için çok gerilere gitmeye ve inançsal yaklaşımlarını değerlendirmeye bile gerek yoktur. Peygamberin cenazesi daha yerdeyken iktidar kavgasını yaşayanların inançsal bir yaklaşımlarının olamayacağını söylemek yanlış olmayacaktır. Ve daha o andan, o günden itibaren müslümanlık bir siyasal araç durumuna getirilmiştir. Bundan dolayıdır ki, Önderlik günümüzde uygulanan islama, “karşı islam” demektedir. Bugünkü islamın, peygamber döneminin islamına bazı biçimsel benzerliklerin dışında ortak çok fazla bir yanı olmadığını söylemek yanlış olmayacaktır. Taliban’ın islamı gerçek islam mıdır? Vahhabilerin uygulamaları islami uygulamalar mıdır? İran’ın şiası mı, yoksa Tayyip Erdoğan’ın AKP islamı mı gerçek islamdır? İslamı temsil ettiklerini söyleyen ve kendisini şeriat olarak tanımlayan daha onlarca devlet ve uygulamaların hangilerini doğrunun ve gerçeğin temsili olarak ele alıp değerlendirebiliriz? Bu uygulama ve yaklaşımların hiçbirinin islamın özüyle uzaktan yakından bir ilişkisinin olmadığını, hepsinin siyaseten yaklaştıklarını, toplumun inançlarını bir siyaset aracı olarak kullandıklarını tereddüt etmeden belirtebiliriz.

Tayyip Erdoğan’ın siyasal İslam’ı ne kadar İslam’dır?

Siyasal islam, radikal islam, liberal islam vb bu adını saydıklarımızın uygulamalarından hareketle geliştirilen yakıştırmalardır. Radikal islamı savunan yaklaşımları islamın özüyle uyumlu yaklaşım olarak değerlendirmek mümkün olmadığı gibi, islamın liberalleştirilmesini hedefleyen yaklaşımları da islamın gerçek uygulaması olarak değerlendirmek mümkün değildir. Siyasal islam olarak değerlendirilen ve islamın siyasal niteliğini vurgulamak isteyen eleştirel yaklaşımlar bu özelliklerden kaynaklanmıştır. Tayyip Erdoğan ve AKP, kendisinden öncekilerin islamın düşüncelerini dillerinden düşürmeseler de, uygulamalarının siyasal olduğu ve toplumu yönetmeyi hedeflediği kimse için sır değildir. Sorun elbette bir kişi ya da bir partinin sorunu olmaktan çok daha fazla bir şeydir. Bunun devlet yaklaşımı olduğu açıktır. 

Toplumun büyük çoğunluğunun inanç sahibi olduğu bir ülkede, devletin bu yaklaşımın dışında kalmayacağı aşikardır. Türkiye’nin Milli Savunma Bakanlığı’ndan sonraki en büyük bütçeye ve kadroya sahip kurumu Diyanet İşleri Başkanlığı’dır. Laikliği bir din gibi savunan bir ülkede, yüz binlerce kadroya ve bütçenin en büyük kalemlerinden birine sahip böyle bir kurumun varlığı, ancak siyasal amaçlarla değerlendirilebilir. İnanç sahibi toplum, bu kurum aracılığıyla inançları kullanılarak yönetilmek istenmektedir. Yine bu araç kullanılarak kadercilik topluma egemen kılınmak istenmiş ve kılınmıştır da. Toplumsal sorunların geliştiği her dönemde kullanılmak üzere başvurulan en öncelikli araç hep din olmuştur.   

Osmanlı İmparatorluğu yıkıldığı güne kadar hilafetin merkezi olmuş ve kendisini bir din devleti olarak tanımlamıştır. Ümmetçilik temel bir yaklaşım olarak benimsenmiş, başta Kürt halkı olmak üzere imparatorluğun egemenliği altındaki halklar ümmetçilik siyasetiyle yönetilmiştir. Ümmetçilik ulus devlet ve milliyetçi ideolojilere nazaran halklar arasında sorunların daha geniş kapsamda ele alınıp çözülmesine etkide bulunmuştur. Osmanlı İmparatorluğu’nun egemenliği altındaki hıristiyan halklarla daha erkenden çatışmaya girmesi ve o halkların imparatorluktan ayrılıp devletleşmeleri dinle bağlantılıdır. İngiliz ve Fransız emperyalizmlerinin kışkırtıcı ve provoke edici yaklaşımları bu sürecin gelişmesinde önemli roller oynasa da, dinsel farklılıkların bu güçler tarafından siyasal bir araç olarak kullanıldığı söylenebilir. Emperyalist devletler, imparatorluğu parçalamak için dini kullanırken, imparatorluk da egemenliğini devam ettirmenin bir aracı olarak dini kullanmıştır. Egemenlik altında kalan müslüman halkların hak taleplerini, ‘aynı din ve ümmetten olduklarını, Halifelik sıfatıyla peygamberi temsil ettiklerini’ öne sürerek görmezlikten gelmiştir. Arap halkının imparatorluk karşısında harekete geçmeleri ve devletleşmelerindeki etkili yaklaşımın İngiliz emperyalist siyasetinden kaynaklandığı, ‘Kutsal toprakların’ sahipleri olduklarının öne çıkarılması temelinde imparatorluğa karşı yönlendirildikleri ve Arap halkının imparatorluktan kopuşunun bu temelde gerçekleştiği tarih kitaplarında yazılmaktadır. Bu durumda da dinin kavram, araç, ilişki ve yöntemlerinin siyasal araç olarak kullanıldıkları açıklıkla görülmektedir. Osmanlı İmparatorluğu’nun öne çıkardıkları ise; peygamberi temsilen hilafetin merkezi olmaları, hilafete karşı savaşmanın peygambere karşı savaşmak olduğu temelinde bir yaklaşım olmuştur. Ancak çıkarların sınıfsal niteliğinin çatışması, inançsal yaklaşımları ortadan kaldırmaktadır. Dinsel inançları güçlü olan toplumun büyük kesimi inançlarına göre yaşasalar da, egemen sınıflar siyaseten yaklaşmışlardır.

Kürtlerin inançları ve mezhepleri istismar edilmiştir

Osmanlı İmparatorluğu’nun egemenliği altında bulunan Kürt halkı inançlarına dayalı olarak imparatorlukla birlikte yaşamış, savaşmıştır. Ortak inançtan dolayı imparatorluğun yanında her zaman savaşlara katılmış, imparatorluktan ayrılmayı düşünmemiştir. Osmanlı’nın Kürt egemen sınıflarına verdikleri payelerin de, Kürtlerin yönetilmesinde önemli bir rolü olmuştur. Kürt egemen sınıfları da imparatorlukla birlikte hareket ettiklerinde, bu aynı dinsel inanca sahip olduklarını öne sürerek, halkı ikna ederek yönlendirmişlerdir. Farklı mezhepsel inançları olan Kürtlerin devletlerarasındaki savaşlarda parçalanmaları, bir nevi kendi aralarındaki savaşlara dönüşmüştür. Gerek Osmanlı, gerekse de İrani devletler Kürtlerin bu inançsal ve mezhepsel farklılıklarını kullanarak egemenliklerini devam ettirmişler. İnançlarını istismar ederek bir toplumu ya da toplumları kandırmak, kendi siyaset ve çıkarları temelinde kullanmak, yönlendirmek, yönetmek kirli ve çirkin bir yaklaşım olmakla birlikte, yeni bir yöntem değildir. Tarihte çok sıkça başvurulan bir yöntemdir. Bu sadece İslami cephede değil, diğer dinler tarafından da kullanılmıştır. Modern denilen, demokratik ve laik denilen devletlerin de, din devletlerini aratmayacak kadar, dini, bir egemenlik ve yönetim aracı olarak kullandıkları rahatlıkla söylenebilir. Emperyalizmin 20. yüzyıldaki en önemli egemenlik aracının siyasallaşmış din olduğu yadsınamaz. Yine laik geçinen devletlerin daha farklı bir yaklaşım sahibi olmadıkları da açıktır.

Türkiye Cumhuriyeti devleti de kendisini laik bir devlet olarak tanımlamaktadır. Cumhuriyetin kuruluş yıllarında buna çok büyük önem verilmiştir, günümüzde de kendisini devletin sahibi gibi gören başta ordu olmak üzere çeşitli kesimler laikliğe büyük atıflarda bulunurlar. Onlar dini ilkel bir yaklaşım olarak görürler, modernliğin bir gereği olarak aşılması gerektiğini düşünürler. Muasır medeniyetlere ancak onların laiklik yaklaşımları temelinde ulaşılacağına inanırlar. Dini devlet dışında tutma, inanç ve ibadeti siyasetten uzak ve vicdani bir olay olarak değerlendirmek isterler. En azından teorik olarak söyledikleri bu temeldedir. Ancak dini devlet, dolayısıyla da siyaset dışı olarak ele alan bu yaklaşımların da, dini en az halifeliği temsil eden imparatorluk kadar kullandığı açıktır. Toplumsal muhalefetin geliştiği, Kürt halkının hak talebinde bulunması karşısında başvurulan en etkili siyaset aracı yine din olmuştur. Adeta bir arabanın yedek lastiği gibi ihtiyaç duyulduğunda başvurulmuştur. Elbette arabanın diğer tekerlekleri de dinden oluşmuşlardır, ama üzeri kılıflıdırlar, fazla açıkta değillerdir ve çok kolay görünmezler, yedekte olan ise kılıfsız, maskesizdir.

Özgürlükçü düşüncelere karşı ‘Yeşil Kuşak’ projesi

TC devletini ele alıp değerlendirelim: Çok partili sisteme geçişle birlikte kurulan partilerin hepsi devletin icazetiyle kurulmuşlardı. Hepsinin de dinsel perspektifleri vardı. Hiçbiri de halkın inançlarını “göz ardı” etmiyordu. Bunlar bir yana, ama tamamen dinsel yaklaşımlar temelinde kurulan partiler de vardı. Kırk yılı aşkın bir süredir Türkiye’de açık din siyaseti yapan Erbakan, devletin isteğiyle parti kurmuş, siyaset yapmıştır. Milli Nizam Partisi devletin onayı ve dahası isteğiyle kurulmuştur. 12 Mart’ta kapatılan bu partinin liderini yerleşmiş olduğu İsviçre’den çağıranın, kendisine yeni bir parti, Milli Selamet Partisi’ni kurduranın devlet olduğu da belgelerde mevcuttur. Milli Nizam Partisi’nin kurulmasına, Erbakan’ın 12 Mart sonrası yerleşmiş olduğu İsviçre’den çağrılarak Milli Selamet Partisi’nin kurdurulmasına ihtiyaç duyulmasının nedeni; bir yandan Türkiye’de gelişen devrimci mücadele, Kürdistan’da yaşanan uyanış ve özgürlük mücadelesinin gelişimi ve bir de emperyalizmin geliştirdiği din temelli ‘Yeşil Kuşak’ projesidir. Türkiye dine dayanarak komünizme karşı mücadelenin en etkili yürütüldüğü alanlardan biri haline gelmiştir. Sovyetler Birliği’nin ‘Sıcak denizlere’ inme korkusu toplumda geliştirilmiş, bu korkulara dayalı olarak da, dine dayalı bu projeler temelinde oluşturulan bir çemberle Sovyetlerin, onun şahsında komünizmin, yani özgürlükçü düşüncelerin gelişmesinin engellenmesi hedeflenmişti. Dinin etkin bir siyaset aracı olarak kullanılması belki de bu dönemlerden ve yaşananlardan daha fazla, cuntayla ve oluşturduğu siyasal atmosfer tarafından gerçekleştirilmiştir.

Türk ordusu yaptığı her açıklamada dinsel gelişmelere karşı olduğunu, cumhuriyet için en büyük tehlikenin irticadan geldiğini ileri sürmüş, en azından toplumda böylesi bir görüntü yaratmıştır. Cunta öncesinde de sonrasında da, bu, ordunun genel bir yaklaşımı olarak öne çıkmıştır. Ancak 12 Eylül faşist cuntasının dini topluma yayma yaklaşımı, bu iddiaların ve açıklamaların tam tersi olmuştur. Cunta sonrasında da bu yaklaşımlar devam etmiştir. Kendisini laik bir kurum ve cumhuriyetin sosyal devlet ilkesinin tek koruyucusu olarak ilan eden ordu, cuntayla iktidarı ele geçirdikten sonra yaptığı en önemli iş; toplumu dine boğmak olmuştur. Eskiden sınırlı sayıda olan ve din temelli eğitim veren imam hatip okulları, cunta iktidarı döneminde onlarca kat artarak sayıları on binleri aşmıştır. Bugün ise bu sayı çok daha fazladır. Cuntanın ve sonraki iktidarların buna başvurmalarının nedeni, toplumun din kullanılarak yönetilir halde tutulmasıdır. Özellikle de Kürdistan özgürlük mücadelesinin gelişmesi, Kürt halkının kendi ulusal, demokratik ve özgürlüksel hak taleplerini yüksek sesle dile getirmesi ve bu temelde mücadele etmesi karşısında devlet bu adımları atmıştır. 

Kürt halkının özgürlük mücadelesine karşı hemen her renkten parti iktidara getirilerek denenmiştir. Özal ‘dört eğilimin temsilcisi’ olarak kendisini ilan etmiş, Kürdistan özgürlük mücadelesine karşı, eğilimlerinden biri ve en önemlisi olan dini de kullanmasına rağmen başarılı olamayınca, sol geçinenler, liberal geçinenler, milliyetçi ırkçı olanlar da iktidara getirilmiş, bunlar aracılığıyla özgürlük mücadelesinin bastırılması hedeflenmiştir. Bunlar tutmayınca, bu dört eğilimin ortak ve farklı farklı örgütlenmeleri bir sonuç yaratamayınca, yıllardır din temelli siyaset yapan Erbakan iktidara getirilmiştir. Bazı Kürt işbirlikçilerinin de içinde yer aldıkları başarısız Erbakan’ın partisinden ayrılanların kurdukları AKP ile bu politikayla bir deneme daha yapılmak istenmiştir. AKP’nin de din temelli bir örgütlenme olduğu, tarikat olarak da Kürt halkı içinde yoğun örgütlü olan nakşibendiciliğe, daha özgün olarak da halidiye tarikatına dayandığı bilinmektedir.

Din tüccarı AKP’nin ‘din kardeşliği’ sömürüsü

Halidiye tarikatı, Mevlana Xalid’in kurduğu bir tarikat olup, Kürt orijinlidir. Bu ince hesaplardan hareket ederek Kürt halkının teveccühünün kazanılacağı, dinsel duyguları kullanılarak Kürdistan özgürlük mücadelesi ve önderliğinin tasfiye edilebileceği hesaplanmıştır. Bu partinin Kürt halkına hitap ederken kullandığı temel argüman, ‘din kardeşliği’ olmuştur. Osmanlıcılıktan kalan ümmet anlayışı bu parti tarafından yeniden gündemleştirilmiş, tüm sorunların çözüm yöntem ve yaklaşımı olarak gösterilmiştir. Liberal politikalarla harmanlanan bu politikaların çözümün alternatifi olduğunu savunması, bu yönlü önemli bir imaj sunmuş olması, alınan desteğe rağmen çözümcü olamaması gerçek yüzünün açığa çıkmasını sağlamıştır. Bu partinin gerçek anlamda bir din tüccarı olduğu açığa çıkmıştır. Kendisini tüccar, devlet yönetmeyi de ticaret yapmak gibi ele alan Tayyip Erdoğan, gerçekten de kendisini iyi tanımlamıştır. Kapitalist ekonomi politiğe göre alınıp satılabilen her şey metadır. Alıcısı varsa, din de satıcının elinde bir metadır. Tayyip bu anlamda iyi bir satıcı, iyi bir tüccardır. Pazarladığı halkın dini duygularıdır.

Emperyalizm tarafından da Tayyip’e bir rol yüklenmiştir. Ortadoğu’da gelişen radikal islama karşı, ılımlı islam geliştirilmek istenmişti. Coğrafi anlamda önemli bir yerde bulunan Türkiye’nin, tarihsel geçmiş olarak da islamiyeti uzun yıllar temsil etmiş olması, müslüman halkların dikkatlerinin bu alan üzerinde olacağı hesaplanarak Tayyip Erdoğan desteklenmiştir. 

Kısaca ve özetle belirtecek olursak; din ile devlet, din ile siyaset arasında kopmaz bağların olduğunu söyleyebiliriz. Bu yaklaşım sadece bir ülke, bir devlet ya da bir zamanla sınırlı bir olay değildir. Toplumsal örgütlenmenin olduğu her yerde ve zamanda, inanca dayalı yaşamın olduğu ve toplumun ihtiyaçlarından fazlasını üretmeye başladığı, bir kesimin toplum adına bu üretim fazlasına el koymaya başladığı, yani sınıflaşmanın gerçekleştiği zamanlardan günümüze din, bir siyaset aracı olarak kullanılmıştır. Hatta daha fazlası da söylenebilir. Şöyle ki; dinin kendisi devlettir, siyasettir. Her devlet, her sistem, her yönetim anlayışı bu kaynaktan içmiş, temel argümanlarını buna dayandırarak oluşturmuştur. Kitap getirenleri sınırlı da olsa, 124 bin olarak ifade edilen peygamberlerin hepsi yukarıda belirttiğimiz çerçevede gerçek anlamda ideoloji oluşturmuş, devlet kurmuş, siyaset yapmış, toplumu yönetmişlerdir. Şamanlarla başlayan bu süreç peygamberlerle daha da gelişip etkin hale gelmiş, modern psikoloji ve sosyolojinin yöntemleri ışığında daha da etkili bir tarzda kullanılmıştır. 

Dini devlet, siyaset ve yönetim olayı olmadan değerlendirmek mümkün değildir. Din, mutlaklaşan, tekleşen, sınırları güneşle ölçülen devletin temel yönetim anlayışı olmuştur. Başlangıçta bir inanç sistemi olarak gelişmiştir, ancak daha sonra inançtan kopartılan din, işlenerek bir yönetim aracı haline getirilmiştir. Devletin gelişip olgunlaştığı bir süreçte bu rol çok daha etkili bir tarzda oynatılmıştır. Marx toplumun yönetilmesindeki kullanım rolünden hareketle, dini ‘toplumun afyonu’ olarak değerlendirmiştir. Din kendi başına bir uyuşturucu olarak değerlendirilemez, ancak kullanılışı itibariyle böylesi bir rol de oynamıştır, oynamaya da devam etmektedir. Oluşturulan dogmalar, tartışılmazlık gibi özellikleri, dinin egemen sınıflar tarafından bir uyuşturucu haline getirilerek kullanılmasını sağlamıştır. Böyle tanımlamak, değerlendirmek daha doğrudur. Dinin egemen sınıflar elinde hangi temelde kullanıldığına ilişkin olarak Önderlik aşağıdaki değerlendirmeyi yapmaktadır:

“Özenle işlenmiş bir yönetim ideolojisidir din. Egemen sınıf her zaman dinin soyut niteliğinin farkındadır. Aşağıdaki toplum tabakaları ise ona gerçekmiş gibi inandırılmışlardı. Dine bu kadar yatırım yapılması, mabetlerle temsili, ritüeller, hepsi devletin yönetim erkiyle yakından bağlantılıdır. Bu nedenle içyüzünün anlaşılmaması için tartışma yasağı getirilmiştir. Tartışılsa iki sonuç ortaya çıkacaktır: Krallığın yükselişi ve doğal yasallık. İkisi de çok önemlidir. Tanrı-kral ve tanrı gölgesi sultanın nasıl yüceltildiği anlaşılacak; dolayısıyla toplum korkutucu, cezalandırıcı bir tanrı anlayışından kurtulacaktır. Yine doğaya ilişkin bölümü ise bilimselliğin kapısını aralayacaktır. Kuantum ve kozmos fiziğine kadar bilimsel olgular dünyasına hükmeden ilkeler anlaşılacaktır. Avrupa’nın üstünlüğü, ortaçağdan çıkarken bu teolojik –ilahiyat– çözümlemeyi çok yoğun yapmış olmasıdır. Şüphesiz düşünsel gelişme yalnız başına teoloji, theodice tartışmasına bağlanamaz. Ama bu olmadan da çağdaş düşünceye kapı aralanamaz. 12., 13. ve 14. yüzyıllardaki Dominiken, Francisken mezhep tartışmaları olmadan Rönesans herhalde kolay gelişmezdi.” (Bir Halkı Savunmak)

Bir toplumsal ihtiyacın egemenlik aracına dönüşmesi...

Burada bir kez daha belirtmekte yarar vardır: Din toplumsal bir ihtiyaç olarak gelişmiştir. Bunu yok saymak ne mümkün, ne de doğrudur. Tarihsel bir gerçekliktir ve insan zihniyetinin oluşmasında da son derece önemli roller oynamıştır. Kavrama ve anlamanın gelişen bu süreçle bağlantılı olduğu kesindir, ancak bir egemenlik aracı olarak kullanılması da hem daha farklıdır ve hem de daha sonradan gelişmiştir. Din bir ihtiyaç iken ve toplumun inançla bağlanmasının olanaklarını sağlarken, dincilik bir egemenlik aracı olarak toplumun parçalanmasında, baskı altına alınmasında ve sömürülmesinde rol oynamıştır. Din bir kültürdür, ama dincilik bir iktidar aracıdır ve bugün uygulanan da esasında bu iktidar aracı olan dinciliktir. Bundan dolayı Önderliğimiz buna önemle vurgu yapmakta, dinciliğin insanlığın başına musallat olan cinsiyetçilik, milliyetçilik ve bilimciliğin yanında adını andığı dört temel hastalıktan ya da toplum karşıtlığından biri olarak anmaktadır.

Kültürel islam’a evet siyasal islam’a hayır

Biz bu çalışmamızda esas olarak dinciliği ve bir iktidar aracı olarak dinin devlet ve siyaset tarafından nasıl kullanıldığını kısa değinmelerle vurgulamaya çalıştık. Bunu görmek için bakmak bile yeterlidir. Devletin, siyasetin temel kavram ve argümanlarının din kaynaklı olduğu, iktidar ve yönetme anlayışının, devlete yüklenen kutsallık sıfatlarının da aynı kaynaktan olduğu nettir. Dincilik bir iktidar aracı olarak reddedilmesi gerekirken, din toplumun manevi hafızası olarak karşılanması gereken bir olgudur. Önderliğimizin, “kültürel islama evet, siyasal islama hayır” sözü, dine nasıl yaklaşılması gerektiğini göstermektedir.        
   
BİTTİ

http://www.serxwebun.org/index.php?sys=naverok&id=74

Hiç yorum yok: