5 Haziran 2012 Salı

Türk Resmi Tarihi’nin İdeolojik Temelleri- 1.BÖLÜM

Katliama uğrayan, sürgün edilen Kürtler...


“Kürdistan” adı daha önce bir ülke adı olarak, sosyolojik ve coğrafi terim olarak tüm Osmanlı literatüründe kullanılıyordu. İttihatçılar, önce bu adı “Vilayat-ı Şarkiye”ye çevirdiler, ardından da Kemalistler “Şark Vilayetleri”ne ve “Doğu- Güneydoğu Anadolu”ya…

TÜRK RESMİ TARİHİ’NİN ZEHİRLİ MİRASI (I)

Onlarca yıldır üzerinde durduğum ve ısrarla vurguladığım bir husus var. Diyorum ki; gerek Osmanlı gerekse Cumhuriyet dönemi Türk tarihi yeniden yazılmalıdır. Çünkü mevcut resmi tarih, bir bakıma yalana kurgulu, düzmece tezlere dayalı, tarihsel ve toplumsal gerçekliklere aykırı bilimdışı tezlerle yüklü bir tarihtir.


Kemalist yönetim, varisi bulunduğu “Türkçü” İttihad Hareketi’nin mirasını reddeder görünerek yola çıkmış, ancak Lozan Antlaşması’nın imzalanmasının ardından Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte gerçek kimliğini ortaya koyarak, İttihatçı Hareketin devamı olduğunu kanıtlamakta gecikmemişti. Hatta, İttihatçılar’ın savaş koşulları dolayısıyla gerçekleştiremediği asıl projeler, Kemalist yönetim döneminde hayata geçirilmişti.


Özellikle, 1925 Kürt Ulusal Direnme Hareketi aşamasında ve bu hareket bastırıldıktan sonra çıkarılan Takrir-i Sükun ve İzale-i Şekavet gibi düzenlemelerle, tüm muhalif unsurlar susturuluyor; Kürtler’in yanı sıra Aleviler, Emekçiler ve potansiyel muhalif kabul edilen İslami unsurlara karşı topyekün bir savaş açılıyordu. Çünkü, yeni Kemalist yönetim Lozan Anlaşması’nı imzalamak ve Güney Kürdistan’dan beklentisini kesmekle, önceden kabul ve vaadedilen “iki milletin eşit olarak birarada yaşamasını öngören” koşulların ortadan kalktığını – gizlilikle- savunuyor ve tüm gücüyle “tek tip bir millet ve toplum” yaratma çabasına girişiyordu. Zaten, daha 1919’dan itibaren galip devletlerin temsilcileriyle yapılan gizli görüşmeler Kürt aydınlanma hareketinin dikkatinden kaçmıyor ve özellikle 1924 Anayasası’ndaki Türklük ve İslamlık vurgusu bardağı taşıran damla oluyordu…

Gizli sürgün yasaları çıkarıldı


Nitekim, Kürdistan Azadi Cemiyeti adına 1925 Kürt İhtilali’ni organize eden Kürt aydınları, isyan öncesi ve sonrasında Batılı misyon şeflerine verdikleri muhtırada, “yeni Türk yönetimi”nin uygulamalarını ve direnişin nedenlerini şöyle açıklıyorlardı:


1- Yeni Azınlıklar Yasası, endişe yaratmıştır. Türkler’in, Kürtler’i batıya sürmeyi ve yerlerine Türkler’i yerleştirmeyi planladığından korkulmaktadır.


Gerçekten, Lozan Antlaşması’na bağlı olarak çıkarılan Mübadele Kanunu’nun ardından, 1925 yılından itibaren yürürlüğe konan gizli Şark Islahat Planı’nda bu uygulamanın nasıl gerçekleştirileceği belirlenmiş; 1927 yılında ve 1934’de Sürgün Yasaları çıkarılmıştır.


2- Türkler’le Kürtler’i birbirlerine yaklaştıran son kurum olan Halifelik, kaldırılmıştır.


Oysa, 1919 yılından itibaren Halifeliği ortak bileşke olarak kullanma, bu konuda kartpostallar hazırlayıp yayma ve Meclis kararıyla Halife’ye bağlılık mesajı gönderme, herkesten önce Türk önderliğinin politikasıydı.


3- Okullarda ve Mahkemelerde Kürtçe konuşulması kısıtlanmıştır. Kürtçe eğitim yasaklanmış ve bu da Kürtler’in eğitimsiz kalmaları sonucunu doğurmaktadır.


Gerçekten, daha önce köy ve mahalle mekteplerinin yanı sıra  medreselerde Kürtçe eğitim yapılmakta ve insanlar mahkemelerde kendi dillerini kullanmaktaydılar. Üstelik, bu hak Lozan Antlaşmasıyla da kabul edilmiş ve –sözde- güvenceye alınmıştı.

Kürdistan’ı ‘şark’ ve ‘doğu’ yaptılar


Diyarbakır’da kurulan Osmanlı- Kürd İttihad ve Terakki Cemiyeti bünyesinde faaliyet yürüten Ziya Gökalp gibi İttihatçı aydınlar bile, II. Meşrutiyet Devrimi’nden sonra şunları söylüyorlardı: “…Kürdler’in yalnız bir derdi vardır, o da cehalettir. Bu derdin dermanı okumak, yazmak ve dünyayı öğrenmektir. Bundan böyle Kürtçe kitapları yazılacak, Kürtçe gazeteler neşronulacak. Mekteblerde Kürd lisanıyla ilim ve marifet öğrenilecek. O zaman Kürdler de zengin olacaklar, bahtiyar olacaklar, iyi yaşamak usulüne agah olacaklardır.”


Nitekim, 1910’lu yıllardan itibaren İstanbul’da modern anlamda Kürtçe eğitim veren okul açılmaya başlamıştı. İttihad- Terakki Fırkası’nın Başdanışmanlığına gelmeden önce Ziya Gökalp de, Halil Hayali Bey gibi Kürt dilcileriyle birlikte Kürtçe Alfabe, Gramer ve Sözlük çalışmalarına giriyor, ancak daha sonra bütün gücüyle İttihatçı ve Kemalist yönetimlerin “Türkleştirme” politikalarına hizmet ediyordu.


4- “Kürdistan” kelimesi Coğrafya kitaplarından çıkarılmıştır.


“Kürdistan” adı daha önce bir ülke adı olarak, sosyolojik ve coğrafi terim olarak tüm Osmanlı literatüründe kullanılıyordu. İttihatçılar, önce bu adı “Vilayat-ı Şarkiye”ye çevirdiler, ardından da Kemalistler “Şark Vilayetleri”ne ve “Doğu- Güneydoğu Anadolu”ya…


Oysa, Anadolu ve Kürdistan tarihine ilişkin diğer dillerdeki literatür bir yana, Türk tarihinin temelini oluşturan 13. yüzyıl sonu/ 14. yüzyıl başı kaynaklarından Oğuzname’de bile defalarca geçer “Kürdistan” ismi.


5- Kürdistan’daki bütün üst düzey yöneticiler Türktür. Yalnızca alt düzeylerdeki görevlere, dikkatle seçilmiş Kürtler atanmaktadır.


Osmanlı’nın son dönemlerinde Kürdistan’da üst düzey görev yapmış kimi İttihatçılar’ın, Kürdistan’ın Kürt yöneticilerden arındırılmasına ilişkin raporları bulunduğu gibi; bu politika, 1925 tarihli Şark Islahat Planı’nın da temel ilkelerindendir. Bu konuda, hem Kemalist yöneticilerce hazırlanan ön raporlarda hem de Plan’ın kendisinde  maddeler bulunmaktadır.

Kürtleri yargılayanlar mebus yapıldı


6- Vergiler gene verilmekte, fakat bunlarla kıyaslanabilir yararlar Hükümetten sağlanamamaktadır.


Kürdistan’da yapılması öngörülen görkemli Hükümet binaları ve askeri kışlalarla karakolların yanında, yapılacak başlıca sivil yatırım olarak tren yolu düşünülmüştür. Bununsa, bir yandan kolay asker sevkiyatı, bir yandan da Kürdistan’daki yeraltı zenginliklerinin Batıya taşınması için düşünüldüğü, Şark Islahat Planı’ndan rahatlıkla anlaşılıyor.


7- Hükümet, 1923’teki TBMM seçimlerine, Doğu illerinde müdahale etmiştir.


Gerçekten, ilk Meclise kimi Kürt isyancı liderleri bile çağrılmışken, 1923’ten itibaren Kürtler’i temsil niteliği olmayan bir dizi mebus atanmıştır. Hele 1925’ten sonra gizli raportörler, İttihatçı Kürdistan valileri, Şark İstiklal Mahkemesi üyeleri, Kürdistan’la ilgili Umumi Müfettişler ve askeri komutanlar gibi Kürtler’e karşı mücadele etmiş ne kadar Kemalist asker ve sivil bürokrat varsa, tümü Kürtler’i temsilen bu bölgeden mebus seçilmişlerdir.


8- Hükümet, sürekli olarak aşiretleri birbirlerine karşı kışkırtmaktadır.


Kürt aşiretlerini birbirlerine ya da Irak ve Suriye örneklerinde olduğu gibi İngilizler’e veya Fransızlar’a karşı kullanmak, Osmanlı- Türk yönetimlerinin öteden beri başvurdukları bir yöntemdir. Öte yandan, Devlet yanlısı Kürt ağa ve aşiretlerinin kollanması ve daha da güçlendirilmesi; buna karşılık yurtsever niteliktekilerin tasfiye edilmesi, Şark Islahat Planı’nın da öngörüsüdür ve bu politika bugün de uygulanmaktadır.


9- Türk askerler, sık sık Kürt köylerini basıp hayvanlarını götürüyorlar; ürünlerin karşılığı genellikle hiç, bazen de yetersiz ödeniyor.


Bu da, Osmanlı’dan devralınan ve Cumhuriyet döneminde de sıklıkla başvurulan bir yöntemdir.


10- Orduda , Kürtler’in rütbeleri düşüktür ve geri hizmetlerde görevlendirilmektedirler.


1920’den önce, Türk milliyetçi örgütlenmelerinde olduğu gibi, Kürt milliyetçi örgütlenmelerinin de omurgasını Kürt kökenli subaylar oluşturuyordu. Çünkü, başlıca yüksek okullar askeri okullardı. Cumhuriyet’ten sonra, bu sayı hızla aşağılara çekildi ve bugün sıfır noktasındadır. En son, Erzincan Askeri Lisesi’nin onlarca yıl önce kapatılması ve tüm askeri okulların bugün Batı bölgelerinde konuşlandırılması bile bu nedenledir. (Kürt aydınlarının muhtıra- mektubu için bkz. Prof. Dr. Martin van Bruinessen: Ağa, Şeyh ve Devlet / Kürdistan’ın Sosyal ve Politik Örgütlenmesi, Özge yay. Ank. 1992, s. 545)

Kemalizmin ‘6 Ok’u çağa yanıt olabilir mi?


Bilindiği gibi, Kemalizm ya da Atatürkçülük olarak adlandırılan resmi ideoloji, 6 ilkede ifadesini buluyor: Milliyetçilik, Halkçılık, Devletçilik, Laiklik, Devrimcilik, Cumhuriyetçilik.


Tümü de Batı kaynaklı olan bu ilkelerin, bir bakıma “yabancı uyruklu” oldukları bir gerçektir. Ancak, doğal toplumsal gelişme yasalarının üstüne konan bu ilkelerden hiç biri, özüne uygun biçimde uygulanmamış, tersine “Kemalist” eksende içi boşaltılarak ve saptırılarak hayata geçirilmiştir. Öte yandan bu ilkeler, bir Türk için başka, bir Kürt ya da başka unsur için başka; bir Müslüman için başka, bir Alevi için başka; bir sermayedar için başka bir emekçi için başka; bir devletçi için başka, bir liberal için başka; bir militarist için başka, bir sivil toplumcu için başka şeyler ifade eder… Kısaca irdelemeye çalışalım.


1- Herkesi Türklük potası içinde eritmeyi amaçlayan ve devlet zoruyla oluşturulmaya çalışılan bir milliyetçilik, başta en büyük unsur olan Kürtler’e aykırıdır. Türk milliyetçiliği temelinde bir tek millet yaratılmaya çalışılması; diğer halkların reddini ve inkarını beraberinde getirir ki, bu zoraki ilke Cumhuriyet tarihi boyunca birçok katliama ve sürgüne malolmuştur.


Nitekim, bizzat Mustafa Kemal bu ilkeye koşut olarak şöyle diyordu: “Biz doğrudan doğruya milliyetperveriz ve Türk milliyetçisiyiz. Cumhuriyetimizin mesnedi Türk camiasıdır. Bu camianın efradı ne kadar Türk harsıyla meşbu (kültürüyle dolu MB) olursa, o camiaya istinad eden (dayanan MB) Cumhuriyet de o kadar kuvvetli olur.” (Bkz. Tekin Alp (Mois Kohen): 


Türkleştirme (1928) ’den aktarılarak, M. Bayrak: Kürtler ve Ulusal- Demokratik Mücadeleleri, Özge yay. Ank. 1993, s.526).
Aynı tarihlerde, “Kürt” kökenli Başbakanı İsmet Paşa ise şöyle diyor: “Vazifemiz bu vatan içinde bulunanları behemahal Türk yapmaktır.” (Aynı yer)

‘İnce ayar’lı ‘Türkleştirme’ faaliyetleri


Eski İttihatçı ve 3. Cumhurbaşkanı Celal Bayar da, Başbakanken benzeri şeyleri Dersim katliamı dolayısıyla söyler. Dahası, Cumhurbaşkanı iken de 1959’da hazırlattığı gizli Kürt Raporu ile 50 dolayında Kürt aydınını tutuklanır. (Bu Rapor için bkz. M. Bardakçı: Celal Bayar’ın Hazırlattığı Kürt Raporu; Habertürk gaz. 18.3.2012). Öyle ki, aynı görüş onu deviren 1960 Darbesi’nin lideri Org. Cemal Gürsel tarafından da dillendirilir. Muhtemelen Hınıslı bir Kürt aileden gelen Gürsel, darbe sonrası şu sloganı geliştirmişti: 

“Size Kürt diyenin yüzüne tükürün…” Gürsel, bununla da yetinmeyerek bir İsveç gazetesine verdiği demeçte, şu tehdidi savuruyordu: “Eğer ıslah kabul etmez Türk dağ halkı (yani Kürtler MB) uslu durmaz ise; ordu, kasaba ve köylerini bombardıman etmekte ve yıkmakta asla tereddüt etmeyecektir. O kadar kan dökülecek ki, kendileri ve ülkeleri boğulacaktır.” (Bkz. İsveç Dagens Nyheter gazetesinden aktarılarak, Kürtler Üzerine Tarih ve Folklor Yazıları, Özge yay. Ank. 1991,s. 57).

Cumhuriyet döneminde söz ve karar sahibi olmuş hemen tüm şahsiyetlerin “Türkçülük ve Türkleştirme” bağlamında  söylev ve önerileri vardır. Bunlar, Şükrü Kaya, Mahmut Esat Bozkurt gibi Bakanlar olabileceği gibi; Esat Mahmut Karakurt, Peyami Safa gibi romancılar da olabilir… Ancak, biz bunları bir yana bırakarak, “Türk dili, tarihi, edebiyatı, kültürü”  konularında otorite kabul edilen ve başlangıçta “Türk resmi tarihine ve kültürüne” güdümlü katkılarda bulunarak, “Alevilik= Türk Müslümanlığı“, “Anadolu Aleviliğinin, Türkistanlı Ahmed Yesevi’den geldiği…” gibi “ince ayar” bilgi kirlenmesine yolaçan Prof. Dr. Mehmet Fuat Köprülü’nün, “Türkleştirme” konusundaki görüşlerine özetle yer vermek istiyoruz:


“Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun, din ve milliyet farkı gözetmeksizin bütün vatandaşları Türk telakki ettiği Türkiye Cumhuriyeti’nde ‘nazari’ olan böyle bir mesele mevcut olmamak icabedir; fakat fiili olarak gözümüzün önünde birtakım dini ve milli zümreler bulundukça, (Türkleştirme) meselesini ciddi bir surette nazar-ı itibara almaktan geri durmayız. (Tekin Alp’e göre) Türkiye Cumhuriyeti dahilindeki gayr-ı Türk ekalliyetlerin (Türkleştirilmesi) lazımdır ve kabildir. (…) Cumhuriyet toprakları üzerinde yaşayan insanları, azami imkan dairesinde, dil’de ve dilek’de birleşmiş bir müttehid ve mütecanis (birleşik ve bütüncül MB) kitle halinde görmek en büyük maksatlarımızdan birini teşkil eder. (…) Bugün Türkiye Cumhuriyeti dahilinde yaşayan Müslüman gayr-ı Türkler’in (Kürtler amaçlanıyor MB) Türkleşmemesi için hiç bir sebep mevcut değildir. Yeter ki terbiye ve telkin müesselerimiz kafi derecede kuvvetli, Türk harsı (kültürü MB) Avrupayi bir şekilde münkeşif olsun (gelişmiş olsun MB)” (Bkz. M. Bayrak: Age, s. 568- 569)


2- Halkçılık, sınıf gerçeğini ve haklarını reddetme temelinde ileri sürülmüş, içi boş soyut bir kavramdır. Halk, Arapça’da “yaratılmış” anlamındadır ve herkesi kapsar. Oysa, 1925’te yürürlüğe konan Takrir-i Sükun adlı Sus Yasaları, diğer emekçi katmanlar gibi işçi sınıfını da susturmayı amaçlıyordu. Nitekim, sınıf gerçeği reddedilerek “imtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir kitleyiz” sloganı ikame edilmeye çalışılıyordu. Mustafa Suphi önderliğindeki Türkiye Komünist Fırkası yöneticilerinin  Karadeniz’de boğdurularak katledilmesi; Partinin 1925’te yasaklanması, işçi sınıfının sendika ve derneklerinin aynı tarihte kapatılması, 1 Mayıs İşçi Bayramı’nın yasaklanması ve işçi sınıfını savunmanın cezalandırılması, hep aynı dönemin ürünüydü.


Aslında, Kemalistler’in “Halkçılık”tan ne anladığını, yine koyu bir Kemalist olan Aka Gündüz, şu sözlerle ortaya koyuyor: “Türkiye’de Allah’ın hakiki kılıcı Halkçıların pençesinde ve Allah’ın kalemi Türkçülerin elinde… Bu kılıç ile bu kalem izdivaç ettiler. Bu izdivaçtan bir cemiyet doğdu ki adı Türk milleti’dir.” (M. Bayrak: Kürtler…, 1993, s. 525)

‘Her beyaz renge bir pençe barut lekesi’


Kan ve barut kokusunu pek seven bu İttihatçı- Kemalist, 21 Ekim 1921 tarihli Tanin gazetesinde, bağımsızlık isteyen Balkan halklarına şöyle seslenecektir:


“Bastığım toprakların her tutamından kan fışkıracak. Uzattığım perçemin altında baharlar hazan, hazanlar zindan olacak. Taş üstünde taş bırakırsam, arkada kalan ocağım sönsün. Gülistanları süngümle kabristan edeceğim. Tarihe dümdüz bir harabe bırakacağım ki, üstüne, on asır bir medeniyet kuramasın… Dal üstünde yaprak, burç üstünde bayrak bırakırsam, iman tahtamın ortasına kara damga vurulsun… Nefesimden yangın, silahımdan ölüm, adımımdan uçurum saçacağım. Her beyaz renge bir pençe barut lekesi, her barut lekesine bir avuç kan bulayacağım… Merhameti yatağanımın ağzına, mefkureyi tüfeğimin kapsulüne, medeniyeti atımın arka nalına asacağım… 

Dağların kovukları, ormanların gölgeleri, harabelerin buruşuk çehreleri ebediyete kadar‚ buralardan geçen Türk hikayesini’ söyleyecek…” (Ayşe Günaysu: Tanrı Mağdur Türk’ten Korusun, Gündem, 26.10.2005)

3- Sovyetler Birliği’ne yaranma ve yardım politikası olarak getirilen Devletçilik uygulaması da, 1923’teki İzmir İktisat Kongresiyle kadükleştirildiği gibi, sonraki uygulamalarıyla yeni sivil ve asker zenginler yaratmaktan başka işe yaramadı. Kimi özel kuruluşların yanı sıra, Kamu İktisadi Teşekkülleri adıyla oluşturulan iktisadi kuruluşlarda barındırılan işçiler, Devletin birer emireri durumuna getirildi; sonraki süreçte ise siyasi partilerin birer yemliğine dönüştürüldü. Bunlar, rekabet ögesini ortadan kaldırdığı için de ekonomik gelişmeyi sağlayamadı.

Alevilerin Kemalizm’e ‘tek yanlı aşk’ı...


4- Laiklik söylem ve uygulamasının, Batı’daki Laisizm’le hiç bir ilişkisi bulunmadığı açıktır. Kemalist yönetimin yaptığı şey; Halife- Padişah’ın kişiliğinde temsil edilen ve Evkaf ve Şer’iye Nezareti’nce yürütülen din işlerini kendi güdümüne almak ve Hanefi mezhebi ekseninde bir çeşit “Türkçü Devlet Müslümanlığı” yaratmaktır. Bu söylem, gizli belgelerde de ifadesini bulduğu gibi, Aleviler üzerinde olumlu bir etki ve yanılsama yaratmış; ancak yine gizli belgelerin ortaya koyduğu gibi, Alevi cemlerinin ve dini önderlerinin unvanlarıyla birlikte faaliyetlerinin yasaklanması, Alevi toplumunun hafızasında kırgınlıkla karışık, kuşkuya bulanmış bir iz bırakmıştır. 1921’deki Koçgiri, 1937/38’deki Dersim katliamlarına rağmen CHP’ye ve Kemalizm’e “tek yanlı aşk”ı devam etmiş; çok partlili sisteme geçilen 1950 seçimlerinde CHP’den uzaklaşarak DP’ye yönelmiş; 1993’teki Sivas- Madımak katliamından sonraysa Devletle ve rejimle ilişkilerini sorgulamaya başlamıştır. Çünkü, Kemalist yönetimler dönemi, yalnız Kürtler için değil, Aleviler için de bir “katliamlar” dönemidir…


5- Cumhuriyetçilik, ancak demokrasi ile bir anlam ifade eder. Cumhuriyet’in bir rejim olarak benimsenmesi, kuşkusuz ileri bir adımdır. Cumhuriyet, yönetim biçimi olarak benimsenip seçilmiş, ancak bunun içini dolduracak demokratik mekanizmalar ortadan kaldırılmıştır. Çok partili sisteme son verilerek, tek- parti diktasına geçilmiş; dolayısıyla Cumhuriyet “kovan”ını dolduracak demokrasi “bal”ı ortadan kaldırılmıştır. Yalnıcza, Devlet Başkanlığı’nın bir aileden (hanedanlıktan) alınıp, bir asker ve yarı- sivil zümreye teslim edilmesi, tek başına bir anlam ifade etmiyor. Nitekim, Padişah ailesinin liderliğine son verilmiş, ancak yönetim öncelikle askeri- bürokrasiye geçmiştir. Sivil görünümlü Celal Bayar bile, eski bir İttihatçı “komitacı”dır.


6- Devrimcilik ile amaçlanan ise bilindiği gibi “Türk- İslam” ekseninde tek-tip toplum anlayışını ikame etmek için yukardaki ilke ve kurumların yerleştirilmesi hareketidir ki, bunlara “Kemalist reformlar” denilmektedir. Bunların gerçekte “reform” mu, yoksa “ırkçı- gerici” hareketler mi olduğunu kavramak içinse, ideolojisi ve kanunlarıyla bu “devrimlerin” içeriğine ve uygulamalarına bakmak gerekiyor. 


DEVAM EDECEK

MEHMET BAYRAK

Hiç yorum yok: