11 Haziran 2012 Pazartesi

Hatip Dicle: Kalleşçe Tarz Sahibini Vuracak

Hatip DİCLE
 
2009 yılından beri rehin tutulan ve milletvekilliği gasp edilen Kürt siyasetçi Hatip Dicle, Diyarbakır D Tipi Cezaevi’nde AKP devletinin soykırım operasyonlarını Özgür Gündem gazetesine değerlendirdi.

SİYASİ REHİNE OPERASYONLARI

“3 yıldır dalgalar halinde devam eden siyasi soykırım tutuklamaları ile demokratik siyaset alanının Kürtlere tümden kapatılması yönünde, zamana yaydırılan bir tasfiye operasyonunun sürdürüldüğü net olarak açığa çıktı. ‘Düşman hukuku’ çerçevesinde seyreden bu soykırım operasyonları, ‘siyasi bir rehine operasyonu’dur.”

ÖZGÜRLÜK İRADESİ YENİLMEZ

“Uygulanan, korsanvari bir devlet planlamasının dışavurumudur. Amacı ise Kürt Özgürlük Hareketi’ne, devlet iradesini kabul ettirmektir. Bu korsanvari ve kalleşçe tarzın, mazlum halkımızın kesinleşen özgürlük iradesine yenilmez direncine çarpıp, bumerg gibi sahiplerini vuracağından, zerre kadar  şüphe etmiyorum.”

Kalleşçe tarz bumerang gibi sahiplerini vuracaktır

Önemli Kürt siyasetçi Sayın Hatip Dicle ile Türkiye, Kürdistan ve bölge politikaları konularda bir söyleşi gerçekleştirdik. Günümüz sorunlarına önemli perspektifler sunan, sorunların çözümüne önemli düzeyde ışık tutacak bu söyleyişi siz Özgür Gündem okurlarıyla paylaşıyoruz.

Üç yıl önce “KCK operasyonları” bir proje olarak Gülen cemaatinin, polis ve yargıdaki uzantıları tarafından AKP hükümetine sunuldu. Hükümet de bunu uyguladı görüşü hâkim. Sizce “KCK operasyonları” Kürt sorununu ne düzeyde etkiledi?

- 2009 yerel seçimlerinde, Kürt Özgürlük Hareketi’nin Belediye Başkanlığı ve İl Genel Meclis seçimlerindeki büyük başarısı; o dönem Başbakan Yardımcısı ve “Terörle Mücadele Yüksek Kurulu Başkanı” sıfatıyla Cemil Çiçek tarafından hem de seçimden birkaç gün sonra yapılan bir değerlendirmede; “Bunlar Ermenistan sınırına dayandılar. Bu durum ciddi bir güvenlik tehdididir; partiler üstü bir devlet yaklaşımı ile ele alınmalıdır” şeklindeki sözleri ile karşılandı. Bu sözleri ifade eden “devletlû” şahsın, 12 Eylül askeri diktatörlüğünden bu yana kurulan tüm hükümetlerdeki kilit rolü dikkate alındığında, yaklaşımın önemi de kendiliğinden ortaya çıkar.

 Uygulanan, korsanvari bir devlet planlamasının dışavurumudur. Amacı ise Özgürlük Hareketi’ne, bu tür rehine operasyonları ve Sayın Öcalan’ın hukuk dışı tecridi yoluyla, devlet iradesini kabul ettirmek ve kendi çıkarları doğrultusunda ‘bir çözüm planını’ zorla dikte ettirmektir. Bu korsanca ve kalleşçe tarzın, mazlum halkımızın kesinleşen özgürlük iradesine ve hareketimizin yenilmez direncine çarpıp, bumerang gibi sahiplerini vuracağından, zerrece şüphe etmiyorum

Nitekim bu değerlendirmeden 13-14 gün sonra, ilk kitlesel “KCK operasyonu”nun -hem de PKK’nin 13 Nisan 2009 günü ilan ettiği tek taraflı ateşkes kararından bir gün sonra- gerçekleştirilmesi, kararın AKP hükümetinin onayından da öte, bir devlet kararı olduğuna hükmediyor. Daha sonra dalgalar halinde devam eden bir siyasi soykırım tutuklamaları ile demokratik siyaset alanının Kürtlere tümden kapatılması yönünde, zamana yaydırılan bir tasfiye operasyonunun sürdürüldüğü net olarak açığa çıktı. Bugün itibariyle mevcudu sekiz bine yaklaşan bu tutuklama furyasının ve akabinde açılan özel davaların, hukuki bir gerekçeden tümüyle yoksun bulunduğu ve daha da önemlisi “düşman ceza hukuku” çerçevesinde seyreden siyasi bir dava niteliğinde olduğu kuşkusuzdur. Bu durumda, söz konusu operasyonları, “siyasi bir rehine operasyonu” olarak değerlendirmek, kanaatimce isabetli ve yerinde bir niteleme olacaktır.

Kürtlerin tarih boyunca derin devletleşme süreçlerini pek yaşamadığını görmekteyiz. Bugün Kürt Özgürlük Mücadelesi, “Demokratik Özerklik Projesi”nin yaşamsallaşmasını öngörüyor. Sizce Kürtlerin Demokratik Özerklik sistemini kurma şansı ne kadardır? Bu konudaki şartları tarihsel olarak nasıl değerlendirmek gerekiyor?

- Dünya ve özellikle de Avrupa tarihi, ulusal sorunların çözümü konusunda zengin bir deneyime sahiptir. Her ülke ve ulus, kendi tarihsel koşullarına göre farklı çözüm yolları bulmuş ve uygulamışlardır. Şüphesiz ki dünyadaki her deneyim, bir başkasının çözüm perspektifine ışık tutar, ama reçete olarak değerlendirilemez. Bu gerçeklikten hareket ettiğimizde, her ülkedeki ulusal sorunun çözümünde şu üç koşulun yerine getirilmesi zorunlu olmaktadır:

Birincisi; Çözüm projesi, söz konusu ulusların tarihsel ilişkilerine uygun olmalı ve kaynağını tarihsel derinlikten almalıdır.
İkincisi; Çözüm planı, dünyanın o dönemdeki siyasal konjonktürüne denk düşmeli, bir başka ifadeyle zamanın ruhuna uygun olmalıdır.

Üçüncüsü; Çözüm projesi, o ülkenin günümüzdeki somut koşullarını bilimsel anlamda analiz eden bir sosyolojik temel üzerine oturtulmasıdır.

Bu bilimsel zemin üzerinde değerlendirdiğimizde, bizim özgürlük hareketi olarak birkaç yıldır çözüm projesi olarak önerdiğimiz ve müzakere edilmesine de hazır olduğumuz “Demokratik Özerklik” projemiz, yukarıdaki her üç koşula da uygunluk arzetmektedir.
Birincisi, bin yıllık Türk-Kürt ilişkileri, Osmanlı dönemindeki üç yüz yıllık Kürdistan’daki özerklik pratiği ve 1919-1922 yılları arasındaki Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş öncesi özerklik planları ile 1921 Anayasası’nın âdem-i merkezi ruhu, “Demokratik Özerklik” projesinin kaynağını tarihsel ilişkilerden aldığını yeterince kanıtlamaktadır.

İkincisi; Günümüzde özellikle Avrupa ülkelerinden İngiltere, Fransa, İspanya ve İtalya’nın idari-siyasi yapılanmaları incelendiğinde, üniter devlet yapısı içindeki bölgesel çözümlerle sorunun halledildiğini ve projemizin özünde bunların uyum içinde bulunduğunu, bir başka ifadeyle zamanın ruhuna uygun olduğunu göstermektedir.

Üçüncüsü; Gerek ulusal ve gerekse de dinsel-mezhepsel anlamda zengin bir çeşitlilik ve ülke sathında farklı bir dağınıklık arz eden günümüz somut koşullarında, 20-25 Bölgeli bir siyasi-idari âdem-i merkezi yapı, çağdaş bir ulusal sorun çözüm yoludur.

Şüphesiz ki bunu ancak diyalog ve müzakere yöntemleriyle gerçekleştirebiliriz. Devletin bu çözümü kabul etmediği ve Kürtler olarak bizlerin de özerkliği fiilen uygulamaya çalıştığımız bir durum, çatışma sürecine yol açar ki, bu yolun adım adım kopuşa götürmesi kaçınılmazdır. Günümüzde böyle bir yol kavşağında olduğumuzu, herkes bilmek ve buna göre hazırlık yapmak durumundadır.

Siz daha önce de DEP sürecinde milletvekiliyken tutuklanarak on yılı aşkın bir süre cezaevinde kaldınız. Şimdi ise kamuoyunda “KCK Davası” olarak bilinen operasyonda belediye başkanlarıyla beraber uzun bir süredir cezaevinde bulunuyorsunuz. Bu bağlamda DEP dönemindeki devlet politikalarıyla bugünkü AKP hükümetinin politikalarını nasıl görüyorsunuz? Bu konuda varsa değişiklikleri dile getirebilir misiniz?

- PKK’nin 1993 yılı Mart ayında ilan ettiği ilk tek taraflı ateşkes, Cumhurbaşkanı Özal’ın, Kürt sorununu barışçıl yolla çözme niyetine rağmen, Beyaz Türk faşizmin Çiller-Güreş kliği tarafından sabote edildi. Ve akabinde devlet, Kürtlerin yükselen özgürlük mücadelesine karşı, topyekûn bir imha konseptini yürürlüğe koydu. Sokaklarda binlerce faili malum cinayet, binlerce Kürt köyünün yakılıp, yıkılması ve deyim yerindeyse Kürdistan’ın ateşe verilmesi, özellikle de bu dönemde gerçekleşti. Kuşkusuz ki demokratik Kürt siyaseti de, bu imha konseptinden payını aldı. 2 Mart Darbesi olarak bilinen süreçte, Kürt halkının özgür oylarıyla seçilmiş milletvekilleri TBMM’den atıldı. Bir kısmı 15 yıl gibi ağır hapis cezalarıyla, on yılı aşkın bir süre cezaevinde tutuldular.
Aradan 20 yıla yakın bir süre geçtikten sonra, Yeşil Türkçü Faşizmin kurmayı olarak AKP hükümeti, yeniden bir tasfiye konseptini yürürlüğe koymuş ve pervasızca sürdürmektedir. Bir kere Kürt halkı ve özgürlük mücadelesi açısından değerlendirildiğinde, her iki dönem önemli farklılıklar göstermektedir.

1993-1994 yılları, PKK öncülüğünde 1984’te başlayan silahlı mücadelenin zirveye tırmandığı ve geniş halk kitlelerinin, Kürdistan kırsalı ve şehirlerinde özgürlük mücadelesine büyük destek verdiği ayaklanma yıllarıydı. Son dönem ise, bundan farklı olarak, 12-13 yıldır barışı ve çözümü zorladığımız, deyim yerindeyse mecbur kalmadıkça silaha el atılmayan, hatta diyalog ve müzakere denemelerinin karşılıklı sınandığı bir süreçtir.

Bu süreç, kuşkusuz ki devletin politikalarında da, özde olmamakla birlikte, taktiksel adımlarda belirli bir değişimi sağlamıştır. Ama inkâr, imha ve asimilasyon politikalarının tümden terk edildiği de söylenemez. Hâlâ Kürtlerin varlığının ve haklarının yasal-anayasal güvencelere bağlanması, anadilde eğitim hakkı gibi temel taleplerinin karşılanması, Kürt ve Kürdistan adıyla özgürce örgütlenmesi ve Demokratik Özerklik gibi projelerle siyasi bir statüye kavuşturulması, halen devletin resmi katlarında kabul edilmemektedir. Nitekim başta Sayın Öcalan’ın hukuk dışı tecridi olmak üzere, tutuklu Kürt milletvekillerinin rehine tutulması ve “KCK operasyonları” adı altında sürdürülen siyasi soykırım uygulamalarının asıl amacı da, Kürt halkına ve özgürlük hareketine, bu haklı taleplerinde geri adım attırmak ve devletin dayattığı sahte çözüm planlarını, zorla kabul ettirmektedir. Ama bu konseptin de sonuç alamayacağını, herkes yaşayarak görecektir.

Sayın Öcalan’ın Kürt sorununun çözümünde kilit bir noktayı oluşturduğu, tüm çevreler tarafından kabul görüyor. Bu gerçeklik söz konusuyken uzun bir süredir devlet ve hükümet kanadı, insani ve en doğal hak olarak bilinen aile ve avukat görüşmelerini “hava muhalefeti” ve “koster bozuk” gerekçeleriyle yaptırmıyor. AKP hükümetinin bu tecrit ve izolasyon politikasını neye bağlıyorsunuz?

- Aslında sorunuza şöyle de yaklaşılabilinir: AKP hükümeti ve bizzat Başbakan’ın talimatıyla, İmralı’da Sayın Öcalan ve Oslo’da PKK yetkilileriyle sürdürülen devlet onaylı müzakereler, neden kesildi ve akabinde aylardır Sayın Öcalan üzerinde sürdürülen hukuk dışı tecrit ve izolasyonun amacı nedir? Bir kere, bu soruya objektif ve doğrucu bir yanıt vermek için, zaman tünelinde biraz gerilere gitmek gerekir.

Bilindiği gibi AKP hükümeti, 2010 yılı Ekim ayındaki anayasa referandumu sonrasında, Kürt sorununun barışçıl çözümü doğrultusunda “güven artırıcı” adımlar atacağı hususunda, güçlü bir beklenti yaratmıştı. Ama bunun bir oyalama taktiği olduğu, sonraki görüşmelerle daha net olarak anlaşıldı. Tam da bu süreçte, savunmasının son cildini yazmaya başlayan Sayın Öcalan, hem AKP ve devletin Kürt sorununa yönelik yaklaşımlarının derin bir analizini yapmış, hem de sorunun çözümü doğrultusundaki taleplerin somut bir açılımını kaleme almıştı.
21 Aralık 2010 günü bitirilip devlete teslim edilen bu savunma, özünde Kürt sorununun çözümünün yol haritasını çizen “demokratik manifesto” niteliğindeydi. Ne var ki devlet katında dikkatlice incelenen bu manifesto, inkâr ve imha siyasetinden vazgeçilmediğini ilan edercesine, reddedildi. Ama kanımca, bir genel seçim arifesinde olunduğundan dolayı da, bu reddediş, ne Sayın Öcalan’a, ne de kamuoyuna açıkça deklare edilmedi. Hatta Sayın Öcalan tarafından, yol haritası taslağına devletten beklenen kesin yanıtın son tarihi olarak belirlenen Mart 2011, seçime yönelik kaygılar dolayısıyla, bizzat görüşme yapan devlet heyetince 15 Haziran 2011’e yani seçim sonrasına ertelendi.

Geri dönülüp dikkatlice analiz edildiğinde ve Başbakan Tayyip Erdoğan’ın söylem ve davranışlarının titizce takibi yapıldığında, aslında seçimden aylar önce, devletin bu manifestoyu ve yol haritasını reddedip, savaş ve imha politikalarını sürdüreceği açığa çıkmıştı. Hatta AKP’nin Kürdistan’daki seçim listeleri bile, bu savaş konseptine göre dizayn edilmişti.
12 Haziran’da seçim bitip, AKP beklediği sonucu alınca, artık aylar önce kararlaştırdığı savaş politikasının gereğini, açıktan yapabilirdi. Nitekim öyle de oldu. 21 Haziran’da vekilliğimin YSK tarafından düşürülmesi, tutuklu Kürt milletvekillerinin serbest bırakılmaması ve temmuz ayında askerlerin “bile bile lades” dercesine gerilla sahasına sürülmesi vs. gelişmeler, hep bu politikanın sonucuydu. Nitekim o tarihten hemen sonra da, Sayın Öcalan’ın ağır tecrit ve izolasyon süreci başlatıldı. Çatışmalar ve askeri-siyasi operasyonlar yeniden yoğunlaştırıldı. Amaç çok açık: Manifestoda ve yol haritasında yer alan Kürt talepleri, devlet katında reddedildiğinden dolayı, artık güç kullanarak bu taleplere geri adım attırmak ve devletin zorla dayattığı, sözüm ona “çözüm paketi”ni Kürt halkına, Sayın Öcalan’a ve özgürlük hareketine güç kullanarak kabul ettirmekti. Ve bu süreç, hâlâ tüm pervasızlığı ve hukuksuzluğuyla sürdürülmektedir.
Ramazan Debe / Diyarbakır D Tipi Cezaevi

Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi

www.navendalekolin.com - www.lekolin.org - www.lekolin.net – www.lekolin.info

Hiç yorum yok: