17 Mayıs 2012 Perşembe

Devlet Bir Aileyi Nasıl Yok Etti?

Cevahir Kılıç, eşi ve iki çocuğu PKK saflarına katıldıktan sonra 7 çocuğuyla birlikte hayatı cehenneme döndü. Mevsimlik tarım işçiliği yaparak yaşama tutunan Cevahir Kılıç için her şey 20 Şubat 1993’te askerlerin yaşadığı köy Şehrika’nın askerler tarafından yakmasıyla başladı.

Basa (Güçlükonak) ilçesine bağlı Bana (Ormaniçi) köyü 20 Şubat 1993 tarihinde Türk devlet güvenlik güçlerinin baskınına uğradı. Saat 04.00 civarlarında köye giren askerler yataktan kaldırdıkları köy halkını, yarı çıplak, yalın ayak bir şekilde köy meydanına topladılar. Kadın, çocuk, yaşlı, hasta ayrımı yapmadan herkesi 12 saat boyunca karda beklettiler. Erkekleri ise, eşlerinin gözleri önünde, yarım metre karın içerisine karın üstü yatırdılar. Baskında, askerlerin açtığı ateş sonucu, beş yaşındaki Abide Ekin olay yerinde öldü. 25 ev yandı, çok sayıda hayvan telef oldu. Köyde gözaltına alınan biri kadın, toplam 44 kişi ise tutuklanıp karakollara götürüldü. Ama Bana köylüleri için gün hala bitmiş değildi…

O dönem yaşananları köy sakinlerinden Cevahir Kılıç ANF’ye anlattı. Cevahir Kılıç, eşi ve iki çocuğu PKK’ye katıldıkları için devletin ve askerin her türlü baskısına maruz kalmış. Basa’ya (Güçlükonak) bağlı Bana (Ormaniçi) köyünün 20 Şubat 1993 tarihinde yakılmasıyla başlayan acı ve ıstırabı, 1994 yılı sonuna kadar sürmüş. Bu bir buçuk yılın her anı birbirinden acı geçer. Cevahir Kılıç yaşadıklarını şöyle anlatıyor:

“Eşim Sabri Kılıç PKK’ye milislik yapmaya başladıktan sonra fazla eve uğramaz oldu. Deşifre olmuştu. Bir gün duydum ki Sabri, Bana (Ormaniçi) köyünde. Bunun üzerine ben de oraya gitmeye karar verdim. Kızım Newroz’u ve Besna’yı yanıma alarak evden çıktım. O zaman da kış, yerde yarım metre kadar kar var. Bana’ya giden vadiye girdikten sonra fark ettim ki, operasyon var. Meğer Basa, Zeve ve Fındıke karakolları sabahın beşinde Bana köyünü basmış. Dağ, taş her yer, ağaçların yaprakları bile asker.”

Henüz köye varmadan iki asker, önlerini keserek, nereye gittiklerini sorarlar. Bunun üzerine Cevahir Kılıç, kucağındaki kızını göstererek, hastaneye gittiğini söyler askerlere. Ardından Kılıç ve küçük kızları birlikte üsteğmenin yanına götürülür. Üzerinde kar elbisesi ve ayağında makap ayakkabı olan üsteğmen, Kılıç’ın ve kızlarının yanına halk arasında Loku Helaxi olarak bilinen Osman Ayaz isimli bir itirafçıyı vererek onları köye kadar götürmesini söyler. Köye vardıklarında her tarafta askerlerin olduğunu ifade eden Cevahir Kılıç, “Köyün bütün erkeklerini köy meydanına toplamışlar, ağız üstü kara yatırmışlar. Ölüler mi, sağlar mı bilmiyorum. Beni de kadınların bulunduğu tarafa gönderdiler” dedi.

“25 EVİ YAKTILAR”

Askerler köylülere 3 gün süre tanıyarak, “Buradan giderseniz, gidersiniz. Yok kalırsanız, hiçbirinizi sağ bırakmayız” tehdidinde bulunur. Bu tehdidin ardından askerler gaz döküp evleri ve içerisinde hayvanların bulunduğu ahırları yakmaya başlarlar. İçerisinde insanların bulunmadığı evler büyük alevler içinde kalırken, yine ateş topuna dönüşen ahırlarda bulunan hayvanlar ise çığlıklar atarak diri diri yakılır. Cevahir Kılıç, o anı şöyle anlatıyor; “Hayvanlar can havliyle kendilerini duvarlara vuruyorlar, böğürüyorlar… sonunda bazı ahırların kapıları kırıldı. Dışarı çıkmayı başaran hayvanlar da ateş topu gibi üstümüze üstümüze saldırıyorlardı. O gece tam yirmi beş evi yaktılar. Binlerce hayvanı diri diri yakarak katlettiler.”

Evleri yakılan köylüler askerler tarafından akşama doğru içtimaya tabi tutulur ve tek tek kimlikleri sorulur. Kılıç, şöyle devam ediyor:

“Sıra genç bir kadına geldi, kimliğine baktılar, “gel” dediler. Gözlerini bağladılar. Birden silah sesleri gelmeye başladı. Askerlerin her biri bir yere yattı, ateş etmeye başladılar. O esnada bir mermi, götürmek istedikleri, genç kadının çocuğuna isabet etti. Mermi çocuğun karnını yırttı, geçti. Bağırsakları yere döküldü. Çocuk orada öldü. Çatışma da beş on dakika sürmedi, durdu. Ateş eden kimdi, neciydi kimse bilmedi. Sonradan, askerlerin birbirlerini vurdukları söylendi. O genç kadın çocuğunu kucağına aldı, tam üç gün bırakmadı. Artık, kafayı yedi dedik. Üçüncü gün kucağından çocuğu aldık, götürüp gömdük.”

“RESUL’Ü DİRİ DİRİ YAKTILAR”

Askerler arasında çıkan çatışma sona erdikten sonra bu sefer Çevahir Kılıç’ın akrabası Resul’ün elleri bağlanır ve karda sürüklenir, özel timler tarafından öldüresiye dövülür. Ardından Resul’ün üzerine bir bidon gaz yağı dökülüp diri diri yakılır. Ateş topuna dönen Resul avazı çıktığı kadar bağırır, çığlıklar atar. Kadınlar Resul’ü söndürmeye yeltense de askerler buna engel olur ve kadınlara dipçiklerle vurur. Bu arada Resul kendini yerde yuvarlar ama ateşi bir süre söndüremez. Yerde çok fazla kar olduğundan bir süre sonra ateşi söndürür ancak Resul’ün bütün derisi sanki yüzülmüşçesine parça parça olur. Resul çektiği acılar hafiflesin diye bir ay boyunca yakınları tarafından kar üstünde yuvarlanır.

Karanlık çökerken askerler köyden ayrılır. Köyün bütün erkeklerini de yalın ayak, yarı çıplak bir şekilde karda Base (Güçlükonak) karakoluna kadar yürüterek götürürler. Kadınlar ise evleri yandığı için mağaralara sığınırlar. Cevahir Kılıç şunları aktarıyor:

“Mağarada akşam uyurken biri geldi, “Qumri, Qumri” diye seslendi. Hemen yanımda yatan Qumri’yi kaldırdım. Qumri’yle gittik mağaranın girişine, baktım iki milisle bir arkadaş. Birisini ağaçtan bir sedyeye koyup getirmişler. Üstüne de battaniye atmışlar, kim olduğu belli olmuyordu. Battaniyeyi kaldırdılar, baktım eşim Sabri. Olduğum yerde dizlerimin üstüne düştüm. Dizimi başının altına koydum, elimi nabzına koydum. Nabzının attığını fark etmedim. Başımı kaldırdım, milislere baktım “yaşamıyor” dedim. “Yok ana, yaşıyor” dedi içlerinden biri.”

Askerler samanlığı ateşe verdiklerinde orada bulunan Sabri Kılıç, dumandan zehirlenmiş. Gece karanlık çökene kadar samanlıktan çıkamamış. Karanlık olunca samanlıktan çıkmış. Temiz havayı soluyunca, bayılmış. Ertesi gün köy civarında tekrar silah sesleri yükselir. Bunun üzerine milisler Sabri Kılıç’ı sedyeye koyup oradan uzaklaştırırlar…

Yarı çıplak, yalın ayak karda yürütülen 43 köylüden ise uzun süre haber alınamaz. Olayın üzerinden iki ay geçtikten sonra İbrahim Özkan, Mehmet Tahir Çetin ve köyden helikopterle götürülen Halime Ekin’in de aralarında olduğu birçoğu ölüme terk edilmiş bir şekilde Siirt köprüsünün altında bir çoban tarafından bulunur. Olaydan tam altmış gün sonra Nevaf Özkan, Fahrettin Özkan, Abdulselam Demir ve Resul Aslan’ın Mardin Devlet Hastanesi’nde olduğu öğrenilir. Sekiz kişinin izine ise Muş Cezaevi’nde rastlanır.
Köylülerden İbrahim Ekinci ise bir daha eve dönmez. Olaydan tam yetmiş gün sonra cesedi bulunur. Evlerine dönmeyi başaranlar ise yara bere içindedir. Aşırı işkence ve karda uzun süre bekletilmekten oluşan kangren oluşması nedeniyle Abdulselam Demir, Nevaf Özkan, Hüseyin Yıldırım, Mehmet Tahir Çetin’in ayakları çeşitli yerlerinden kesilir.

PEŞ PEŞE PKK’YE KATILDILAR

Sabri Kılıç, PKK’ye katılınca askerler hemen hemen her gece Cevahir Kılıç’ın evine baskın düzenler. Baskıların yoğunlaşması üzerine Kılıç’ın en büyük oğlu Abdulsamet Kılıç dayanamayıp Hatay’a gider ve oradan PKK saflarına katılır. Aynı günlerde Kılıç’ın kızı Zahide Kılıç da PKK saflarına katılır. Eşi ve iki çocuğu PKK saflarına katılan Cevahir Kılıç, 7 küçük çocukla bir başına kalır. Cevahir Kılıç, o günleri şöyle anlatıyor:

“Bir gün Basa (Güçlükonak) karakolundan beni çağırdılar. Odasına gittiğim komutan yüzüme hiç bakmadan, bekledi, bekledi. Sonra yavaşça kafasını kaldırdı, “kızın nereye gitti” dedi. Sesinin tonu sert ve öfkeliydi. O bakışları, ses tonu karşısında aklımdaki kelimeleri bir araya getirip cümle kuramıyordum. “Oduna gitmişti” dedim. Oturduğu koltuktan aniden kalkıp, bağırırcasına, “Bu nasıl oduna gitmekmiş? Neden evden çıktığı gün gelip bize söylemedin” dedi. O öyle bağırınca dilim tutuldu sanki. Sonra “kaç gün oldu” diye sordu. İki akşam önce dedim. Doğrusu ise 13 gün olmuştu ve PKK’ye katıldığını biliyordum. Ama bunu söylmeye korktum. Yalanımı fark etmiş gibi dudaklarını büküp, dik dik bana bakınca “ayıptır kız kısmının bu kadar dışarıda kalması. Başına bir şey gelmiş olabilir, bir yerden düşmüş olabilir diye ortalığı velveleye vermek istemedim. Bu yüzden dün kendim aradım, ama bulamadım. Bugün de zaten karakola başvuracaktım. Tesadüfen siz de bugün çağırmışsınız. Ben de hemen geldim” diyerek yalanımı gizlemeye çalıştım. Bir şeyler biliyormuş ve kendinden eminmiş gibi “kaç kişiydiler?” dedi. ‘Üç kız bir erkek’ dedim. En son “komutan bey görüyorsun her taraf kar, belki de bir kayadan düşmüştür” dedim. Birden dudaklarına bir tebessüm belirdi, “Diyorsun!” dedi.”
Karakol komutanıyla yaşadığı bu diyalogun ardından Cevahir Kılıç’ın kapısı iki gün sonra tekrar askerler tarafından çalınır. Bu sefer askerler evin etrafını sarmıştır. Kapıdaki izbandot görünüşlü asker Cevahir Kılıç’a, “Zahide Kılıç (kızı) gelmedi mi” diye sorar. Buna karşılık Kılıç, “Hayır gelmedi” yanıtını verir. Asker ise “niye gidip getirmiyorsun’ diye sorar. Cevahir Kılıç bu diyalogu şöyle anlatıyor:

“Ben de ona, ‘Sen devletsin, askersin, sen getiremiyorsan, ben yaşlı bir kadınım, nasıl gidip getireyim?’ dedim. O da bana, ‘Sen göndermişsin, sen getireceksin’ dedi. Ben ise, ‘Hayır ben göndermedim. Amcasının cenazesini paramparça ettiniz. O cenazeyi gördü, ondan etkilendi gitti’ dedim. O da bana, ‘Sen de gitmiyor musun’ diye sordu. ‘Ben gidemiyorum, gidebilseydim bende giderdim. Çocuklarım küçük, yüküm ağır’ dedim. Söyleyecek söz bulamadı mı nedir, eliyle beni kapının ağzından kenara itip içeri girdi. Hemen peşi sıra diğer askerler onu izledi. Her yeri aradılar, her şeyi birbirine karıştırdılar.”

KARAKOLA SU TAŞIMA CEZASI

Kayna Hejira, Şehrıka ve Şevi köyleri için Türk devleti tarafından PKK’nin karargahı olarak görülüyordu. Bu yüzden köylüler de cezalandırılır. Ceza olarak bu köylerin Şehrıka ve Kanya Hejira’nın Basa (Güçlükonak) karakoluna su çekmesi verilmişti. Cevahir Kılıç, bunu şöyle anlatıyor:

“Biz karakolun suyunu sırtımızla çekmeye başladık. Her gün, sabahtan akşama kadar, bidonlarla bizim köyün çeşmesinden karakola su taşıyorduk. Bidonları çeşmeden doldurup, yaklaşık iki kilometre, sırtımızda karakola götürüyorduk. Yaklaşık iki ay her gün 7-8 ev sırayla karakola su çektik. Diyorlardı ‘siz PKK’ye ekmek veriyorsunuz. Bu sizin cezanızdır.’

Bir seferinde karakol komutanına dedim, “komutanım, bak sen gündüz geliyorsun, gece de onlar geliyor. Sen ne kadar silahlıysan onlar da silahlı.” Gerçekten de hemen hemen her gece Hevaller köye geliyorlardı. Gündüz de askerler. “Bak” dedim, “senin de çoluğun-çocuğun var. Benim yerimde olsan, sen de vermez misin?”

Bir başka gün karakola su taşıma sırası Kılıç ailesine gelir. Cevahir Kılıç, bunun için küçük kızını gönderir. Karakoldaki üsteğmen küçük kızın götürdüğü suyu yere dökerek, “Git anan gelsin. Gelmezse yarın gelirim onu çırılçıplak eder, ellerini bağlayıp, sürükleyerek karakola kadar getiririm” diye tehdit eder. Bunun üzerine ne yapacağını şaşıran Cevahir Kılıç, çocuklarını da alarak babasının köyüne gider.

İki gün babasının evinde kalan Cevahir Kılıç’a ailesi, üçüncü gece “Seni burada ağırlayamayız, devlet fark ederse bizim evimizde yıkılır” diyerek kapıyı gösterir. “Onlar da haklılar” diyen Cevahir Kılıç, “Devletin korkusunda kim kime sahip çıkabilirdi ki” diyor. Kılıç, ardından yaşadıklarını anlatıyor:

“Baktım olacak gibi değil, çocuklarımı aldım, çıktım evden. Ama nereye gideceğim, ne yapacağım hiç bilmiyorum. Gittim yola, dedim ‘en iyisi Siirt’e gideyim’. Siirt’te de ne kimsem var, ne de bir şeyim. Ama en azından diyordum, belki biraz rahatlarım.

Bir minibüs geldi, bindik, Siirt’e doğru çıktık yola. Daha yarım saat kadar bir yol almamıştık ki, baktım arkadaşlar yolu kesmiş, kimlik kontrolü yapıyorlar. İçlerinden bazılarını daha önce görmüştüm. Şehit düşen kaynımla birlikte bizim eve birkaç sefer gelmişlerdi. Dedi “ana nereye gidiyorsun?” Anlattım, hal böyle böyledir. Dediler “bir yere gitmiyorsun”. Beni alıp Şıkeftiye köyüne götürdüler. Bir milisin evine yerleştirdiler. Orada yirmi güne yakın kaldım. Yirminci gün operasyon çıktı. Köyden ayrılmak zorunda kaldım. Oradan da Xorse’ye gittim. Orada da bir süre kaldım. Artık köyden köye sürükleniyorduk…”


ASKERLERDEN KAÇIŞ…!

Cevahir Kılıç, çocuklarıyla o köyden bu köye sürüklenirken, bu arada kendi köyünde üsteğmen birkaç kez eve baskın düzenler ancak aileyi yerinde bulamaz ve evi yakarlar. Ve Şehrıka köyündeki bütün evler de boşaltılır. Kılıç ailesi Xorse köyünde iki ay kalır. Ancak ikinci bir operasyon yapılır köye. Uçaklar köyü bombalar. Cevahir Kılıç şunları anlatıyor:

“Geceleri mağarada yatıyorduk. Bombalama sırasında da mağaralara çekildik. Biraz bekledikten sonra uçaklar gitti. O sırada iki gerilla geldi, dediler ki, ‘askerler etrafımızı sarmış, aileler hemen çıksın’ Biz de 53 kişiyiz. Bazı kadınlar hamile, bazı yaşlılar hiç yürüyemiyor, çocuklar bir dert. Bu sırada tepelerden silah sesleri de gelmeye başladı. Gerillalar askerle çatışmaya girdiler. Mecbur döndük mağaraya. Oturduk, bekliyoruz. Ama silah sesleri, bomba sesleri mağaranın içinden öyle bir duyuluyordu ki, askerler mağaranın ağzına ha vardılar ha varacaklar... Çocuklar ağlıyor… Mecburen akşama kadar bekledik.

Akşam olmak üzereyken, baktık silah sesleri azaldı. Çıktık oradan. Ailelerin hemen hemen hepsinin durumu benimki gibi, askerler hangisini yakalasa, öldürmese de ölmekten beter edecekler. Korkudan, kimse askerlerin eline geçmek istemiyor. Mecburen kalktık yola koyulduk. Ama gece, karanlık çöktü. Yanımızda çocuklar, yaşlılar var. Ne biz onları taşıyabiliyoruz, ne de onlar yürüyebiliyor. Bu şekilde şafak sökmeden dağın zirvesini aştık. Bir mağara bulduk, o gün orada kaldık.”

“Gece boyunca yürümüşüz, yanımızda da ne ekmek var nede su. Çocuklar ağlamaya başladılar. Öğlene doğru, Haci Ahmet “çocuklara su getireceğim” diyerek, mağaradan çıktı. Haci Ahmet geri geldiğinde kendisiyle iki yaralı gerilla getirdi. İkinci gece orada kaldık. Çocuklar aç, ağlıyorlar. Silah sesleri gittikçe yakınlaşıyor. Çocukların sesleri askerlere gitse, gelip hepimizi orada imha edecekler. Mememi çocuğun ağzına koydum, ama benim de sütüm yok. Günlerdir ağzıma bir şey değmemiş ki. Mememi çocuğun ağzına bastırdım, dedim boğulursa boğulsun. O yaralı arkadaş elimden aldı, ‘öldüreceksin’ dedi. Ya Rabbim çocuk durmuyor. Habire ağlıyor. Sonunda askerler bizi fark ettiler. Artık çocukların sesinden mi nedir, bilmiyorum. Ama, baktık askerler mağaraya doğru geliyorlar. Çocuğun ağzına mememi koydum, bastırdım. Dedim boğulursa da boğulsun. İyi tarafı; girdiğimiz mağaranın girişinden ancak oturarak geçilebiliyordu. Birkaç metre kaz yürüyüşü yaptıktan sonra içeri girilebiliyordu. Bekliyoruz, ha içeri girdiler ha girecekler. Girseler hepimizi elle yakalarlar. Birden mağaranın ağzında bombalar patlamaya başladı. Allahtan, mağaranın girişi koridor gibi biraz uzundu, bombaların parçaları bize ulaşmıyordu. Ama içerisi toz, duman içinde. Nefes almakta güçlük çekiyorduk. Her birimiz başımıza bir şey örttük, mağaranın o tozu, toprağı içine ağız üstü kapandık. Ama çıt, yok. Çocuklardan bile sanki ses çıkmıyordu. Çıkıyordu da ben mi duymuyordum, bilmiyorum.”

“Ne kadar sürdü bilmiyorum, ama silah sesleri bir ara kesildi. Birkaç çocuğun sesini, annelerin ‘ışşş’ deyişini duyuyorum. Hala içerde hiçbir şey tozdan dumandan görmüyordu. Askerler içeri girmediler. Birkaç bomba attılar, birkaç sefer taradılar, gittiler. Sanırım mağaranın girişi dar olduğu için içeri girmeye korktular. Onlar gitmiş ama bizim haberimiz yok. Kim yaralı, kim ölü onu da bilmiyoruz. Kendimi yokladım, baktım bende bir şey yok. Çocuklarıma seslendim, hepsi etrafımda, yerde uzanmışlar. Sonra birbirimize seslendik, baktık kimseye bir şey olmamış. Meğer, arkadaşlar ile askerler arasında tepelerde halen çatışmalar sürüyormuş, karanlık çökmek üzereyken, askerler yeniden tepelere çekilmişler. Fakat biz bilmiyoruz, karanlık çökmüş. Silah sesleri duyulmayınca, arkadaşlar mağaranın ağzına gittiler, biraz etrafı dinlediler, tekrar geldiler. Dediler, “askerler çekilmiş, hemen buradan çıkalım.” Yaralı arkadaşlar bizden ayrıldı, biz yola koyulduk.”

“ÇOCUĞUMU KUCAĞIMDAN ALIP YERE FIRLATTI”

Mağaradan çıkıp yollarına devam eden köylüleri fark eden askerler ateş ederler. Yaşanan panikte herkes bir yere dağılır. Ardından korucular köylülerin yanına gelir. Köylüler bir araya toplanınca fark edilir ki gruptan bir anne ve iki çocuğu yaralanmıştır. Çocuklardan birinin yarası ise ağırdır. Daha sonra askerler gelip köylüleri üsteğmenin yanına götürür. Buradaki taburda kurulan çadırlara aileler tıkıştırılır. Nezarethane görevi gören çadırlarda kadınlara sürekli ‘kocalarınız nerede’ sorusu yöneltilir. Cevahir Kılıç devam ediyor:

“13 gün o çadırlarda kaldık. Tam 13’üncü gün bir asker geldi, “Cevahir Kılıç kim?” dedi. “Benim” dedim. “Albay seni istiyor.” O öyle söyleyince ‘valla ben gittim’ dedim. Belki vicdana gelir diyerek, çocuğumu kucağıma alıp öyle gittim. Çıktım karşısına. Albay döndü, yüzüme baktı. “Sabri senin kocan mı?”, “evet...” “Samet senin oğlun mu?” “evet...” “Zahide senin kızın mı?” “evet...” Parmağıyla tehdit eder gibi “Doğruyu söyle, neredeler?” dedi. Adam birden burnundan solur gibi üzerime yürüdü. Çocuğu elimden aldığı gibi yere fırlattı. Ben kendimi çocuğun üzerine attım, tekmelerle bana vurmaya başladı. Arada da “sana doğru söyle diyorum, sen hala aynı yalanı tekrarlıyorsun. Sen bizi geri zekalı, ahmak mı sanıyorsun?” diye konuşuyordu. Albay biraz sakinleşince, kapıda bekleyen askerlere “bunu götürün” dedi. Beni aldılar bir helikoptere bindirdiler, çocuğum orada kaldı. Artık beni kesin öldürmeye götürüyorlar’ diyordum. O yüzden de çocuğun orada kalmasına seviniyordum da. Ama helikopter kalkınca, yukardan çadırlara derin derin baktım. Belki son bir defa çocuklarımı görürüm diye, baktım, baktım, hiçbirini göremedim. Onları düşündükçe ağlıyordum.”

“Xorse’ye gelince helikopter yere indi. Beni köyün arkasındaki mağaraya doğru götürdüler. Mağaranın önüne vardığımızda, dışarıda beklediler, bana “git bak hele mayın var mı?” dediler. Gittim, baktım, bir şey yoktu. Onlar da geldiler. Beni, orada eskiden açılmış bir çukura, başım tek dışarıda kalacak şekilde gömdüler. Bunu yapanlardan ikisi Mehmet Ali, diğeri Ahmo adında iki korucu. Askerler beni helikopterle indirdikten sonra gittiler. Mehmet Ali’liyle Ahmo, habire bana konuş diyorlardı. Ben susmaya devam ettikçe, küfür ediyorlardı. Dedim, “nasıl olsa öldüreceksiniz, bari bir bardak su verin.” Mehmet Ali su verdi, Ahmo durmadan küfür ediyordu. Bir süre sonra bir üsteğmen geldi. İsminin Şefik olduğunu sonradan öğrendim. Dedi “niye PKK’ye sığındın?” PKK’lilerin yerlerini sordu. Dağda gördüklerimi, operasyondan önce köye gidip geldiklerini söyledim. Dedi “uçaksavarı nereye sakladınız?” Benim de uçaksavardan haberim yok, meğer bir süre önce arkadaşlar bir karakolu basmışlar, oradan bir uçaksavar almışlar. Kocamın sakladığını söylüyorlardı. “Madem söylemiyor, oğlunu getirin” dedi. Baktım, Lokman’ı da getirdiler. Yanımda bir çukur kazdılar, onu da kafası tek dışarıda kalacak şekilde gömdüler.”

“Üç gün üç gece o çukurun içinde gömülü kaldık. Susuzluktan dilim kurumuştu, tek kelime edecek gücü kendimde görmüyordum. Üçüncü günün sonunda çukurdan bizi çıkardılar. Derin bir çukurun üzerine götürdüler. Kuyunun dibi görünmüyordu. Mehmet Ali’yle Ahmo, ayaklarımdan tutup, baş aşağı kuyuya sarkıttılar. ‘Ya konuşursun yada seni buradan aşağıya atarız’ dediler. Üsteğmen de onları izliyordu. Baktılar konuşmuyorum, tekrar üsteğmenin yanına götürdüler. Bir asker çocuğun kolundan tutup, dışarı doğru çekmeye başladı. Asker çocuğu çekerek, mağaranın dışına çıkardı.”


“KONUŞMAZSAN DİLİNİ KESERİZ”

“Beni mevzilerin arasında bir kayanın üzerine götürdüler. Ellerimi ayaklarımı sıkıca bağlayıp, o kayanın üstünde bıraktılar. Yağmur da bardaktan boşalırcasına yağıyordu. Taş da buz gibiydi. Her tarafım uyuşmuş, dişlerim zangır zangır birbirine çarpıyordu. Saat kaç olmuştu bilmiyorum, ama gece baktım, bir asker bir parke getirdi üzerime örttü. Ama yağmur öyle yağıyordu ki, parke beş-on dakikada suya koyulup çıkarılmış gibi oldu. İyi olan tek tarafı, başımda parkenin altında olduğu için nefesim beni biraz ısıtıyordu. Sabah beni yine sorguya götürdüler. Şefik üsteğmen eline bir bıçak aldı, “ya uçaksavarın yerini söylersin ya da dilini keseceğiz” dedi. Ben yine bilmediğimi söyledim. Adam “bu kadın demir gibi, ama ona gününü göstereceğiz” diyordu. Oğlumu sordum “öldürdük” dediler. Bunu duyunca, yaşama dair içimde kalan son istekte kayboldu, gitti. Akşam, yine aynı taşın üzerine götürüp bağladılar. Hava buz gibiydi. Daha sonraki günlerde Lokman’ımı da getirip, yan tarafımdaki mevzide bağladılar. Bir gece yine ayaz, hava buz gibi. Tir tir titriyordum. Baktım, bir el bana dokundu. İrkildim. Döndüm, Lokman. Ellerimi boynundan aşırıp kucağıma aldım, o da bana sıkıca sarıldı. Bağlı olduğu askeri beklemiş, o yatınca kendin çözüp yanıma gelmiş. Lokman o geceden sonra da birkaç sefer kendini kurtarıp geldi yanıma.”

“O kayanın başında bağlıyken, karakolda ne oluyor, bitiyor izliyordum. Bir gün, yine kayanın başındayken, baktım altı kişi getirdiler. Ama insanlıktan çıkarmışlardı. İçlerinden tek birini tanımıyordum, o da sanırım arkadaşlardan biriydi. Diğer beşini tanıyordum. Hepsi Xorse köyündendiler. Sanırım arkadaşlara erzak götürürken, yakalanmışlardı. İsmet’in oğlu İlhan, İbrahim ê Xane’nin oğlu Fikri, Haci Muhammed’in oğlu Ahmet, Ramazan’ın oğlu Bahri, bir de Ahmet Özdemir’di. O kadar işekence yapmışlardı ki, hepsi ölü gibiydi. Fikri yürüyemiyordu bile. Onu yerde sürükleyerek helikoptere bindirdiler. Götürüp Fındık dağında Deşta Bîra’da Şeş Çala’ya attılar.”
“HELİKOPTER 6 CESET ATTI”

Olay 1993 yılı sonbaharında meydana geldi. Fakat olayın görgü tanığı bir tek Cevahir Kılıç değildi. Operasyondan kaçıp, Gabar dağına sığınmış Ömer Güler de olaya tanık olmuş. Ömer Güler ise şunları aktarıyor; “Biz operasyondan saklanıyorduk. Baktık helikopter geldi, Fındık’ta Şeş Çala’da indi. Baktım, bir şeyler atıp, gittiler. Ne olduğunu anlamadık, ama tahmin ettik yine birilerini öldürmüşler. Gittik baktık. Altı cenazeydi. İçlerinden Fikri’yi tanıdım.” Cevahir Kılıç, altıncı kişinin kim olduğunu bilinmese de diğer beş kişinin Benati köyünden Ahmet Özdemir ve soyadlarını bilmediği Fikri, Ahmet, Bahri ve İlhan olduklarından emin. Ki, o günden sonra hiçbiri hakkında haber alınamamış. Her beş kişi kaybolduktan sonra aileleri onlardan uzun süre haber alamadı. Bunun üzerine aileleri aramaya çıktılar. Bahri’nin kardeşi Hasan da bunlardan bir tanesiydi. Fakat Bahri’de aynı günlerde kayboldu. Bir süre sonra cesedi Desta Haser’de bulundu.

Cevahir Kılıç, 25 gün boyunca aç susuz uykusuz o kayanın üzerinde tutulur. Bu arada tekrar üsteğmen Şefik’in yanına götürülür. Aynı sorular yöneltilir. Şefik, bu sefer askerlerine “tuvalete kilitleyin” emrini verir. Bunun üzerine Cevahir Kılıç, askerlerin tuvalet diye kullandıkları bir kayanın altına kapatılır. “Koku adeta beynime işliyordu. Ne oturabiliyorum, ne yatabiliyorum, öylece sürekli ayaklarımın üzerinde duruyordum. Sonunda dayanamadım. Oturdum o pisliğin içine. Altı gün de orada kaldım” diyor.

Altı gün sonra ‘tuvaletten’ çıkarılan Cevahir Kılıç’ın yanına oğlu Lokman da getirilir. Ancak Lokman bitlenmiştir ve her tarafında bıçak izleri vardır. Daha sonra Kılıç ve oğlu Şefik üsteğmen tarafından, “Şimdi kalk, köye git. Ama her gece bir evde kalacaksın. Duysam iki gece bir evde kaldığını, seni alır tekrar tıkarım o tuvalete” denilerek, Sofi Ömer denilen bir adamla Hirareş köyüne gönderilir. Uzun süre sonra rahat bir şekilde daldığı uykusundan Sofi Ömer’in karısının “kalk, üsteğmen seni istiyor” sesiyle uyanır. Cevahir Kılıç, devamla şunları anlatıyor:

“Karakola gidince, baktım Haci Ahmet, elleri ayakları bağlı, orada. Sakalları tek tek yolunmuş. Yüzü gözü morarmış, toz toprak içinde. Beni görünce ağladı. Benden tek beklentisi akıbetinin ne olduğunu dışarıya duyurmam olabilirdi. Üsteğmen kafasıyla Haci Ahmet’i gösterip bana, “bak, bu sizin temsilciniz” dedi. “Bak, onu tanıyor musun?” O zaman anladım, Haci Ahmet’in yüzündeki ifadeyi. ‘Tanıma beni’ diyen halini. “Tanımıyorum” dedim. “Nasıl tanımazsın, sizin temsilciniz değil mi?” diye üsteledi. Dudağımı büküp tanımadığımı söyledim. Biz oradan ayrıldık, tekrar köye döndük. İkinci gün yine çağırdılar. Karakola girerken, etrafa göz gezdirdim, belki Haci Ahmet’i görürüm diye. Ama görmedim. Sonradan duydum ki, o gün biz karakoldan ayrıldıktan sonra helikopterle götürüp, bir yerden helikopterden atıp öldürmüşler. Bu kez Celal isminde bir gerillayı çıkardılar karşıma. Ona da çok işkence yapmışlardı. Yüzü gözü morarmış, tanınmaz bir halde. Üsteğmen yine “tanıyor musun?” dedi.”
“BEN NE OLACAĞIM?”

Karakol komutanı tarafından korucu köyüne yerleştirilen ancak, köydeki hiçbir ailenin barındırmak istemediği Cevahir Kılıç, Kış mevsimi başladığından seyyar olan Xorse karakolu taşınma hazırlıkları yaparken, gidip karakol komutanı Şefik’e ‘ben ne olacağım’ diye sorar. Cevahir Kılıç, şunları aktarıyor:

“Üsteğmen Şefik geldi, korucuları topladı beni barındırmak isteyip istemediklerini sordu. Hepsi beni köylerinde görmek istemediklerini söylediler. Üsteğmen de “götürün Siirt’e bırakın” dedi. Burada bulunduğum 7 ay boyunca çocuklarımdan hiç haber alamamıştım. Siirt’te bildiğim tek tanıdık vardı. O köylerde yaşadıklarımdan sonra o aile de beni kabul eder mi, etmez mi bilmiyordum. Mecbur kaldım, o evin yolunu tuttum. Gittim baktım, çocuklarımı da almış yanına.”

Bu olaydan sonra Cevahir Kılıç çocuklarını alıp, İzmir’in yolunu tuttu. Fakat köyünden çıkarıldıktan sonra bir daha köyüne dönmedi. Çocuklarıyla birlikte kah Çukurova’da pamuk, kah Karadeniz’de fındık toplamaya gitti. Bir gelecek hayali kurduğu topraklardan koparılıp göç yollarına düşürüldükten sonra hiç durmadı. Hala göç ve mültecilik yollarında…

ANF NEWS AGENCY

Hiç yorum yok: