23 Mart 2012 Cuma

Kışanak: Türkiye'nin Yeni Bir Modele İhtiyacı Var

Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) Eşbaşkanı Gültan Kışanak ile Mustafa Sönmez’in yaptığı bu söyleşi Eylül 2011’de İstanbul’da yapıldı. Bu söyleşinin eksiksiz, tam versiyonu Mustafa Sönmez tarafından hazırlanan ve NotaBene Yayınları tarafından yayınlanan “Kürt Sorunu Ve Demokratik Özerklik” kitabında mevcuttur.

Mustafa Sönmez: Kürt sorununun, barış, demokrasi çerçevesi içerisinde hedeflerine ulaşmasında demokratik özerklik başlığını taşıyan bir yapılanma çok ön plana çıktı. Ama gördüğümüz kadarıyla bu yaklaşımın ne olduğu ve ne olmadığı konusunda epey kafa karışıklığı var. Siz nasıl anlıyorsunuz bu demokratik özerklik konseptini?


Gültan Kışanak:
Öncelikle biz parti olarak bunu yeterince anlatabildiğimizi düşünmüyoruz. Sonuçta, aslında evveliyatı olan bir tartışma, yeni bir tartışma da değil. Partimiz tarafından resmi olarak gündeme getirilmesi de 4 yıl kadar oldu. Bu da az bir zaman değil. Buna rağmen 2007’deki kongrede karar altına aldığımız bir tutum belgesiydi. Yine de yeterince anlatamadık. Doğrusu biz demokratik özerklik belgesinin birkaç boyutunun iyice anlaşılmasının önemli olduğunu düşünüyoruz. Bunlardan birincisi, bu bir kere bir demokratik yönetim modelidir. Bizim bir Kürt sorunumuz olsa da olmasa da, Türkiye etnik olarak farklı kimliklere sahip olsa da olmasa da, böyle bir yönetim modeline ihtiyacımız olduğunu düşünüyoruz. Demokratik özerkliğin kendisi, uzunca bir zamandır ulus devlet merkezli, katı merkezi idari yapılanmaya sahip olan ulus devlet modellerine karşı dünya genelinde yürütülen, yönetimi yerelleştirme, yerinden yönetme ve merkezi idarenin yetkilerini dağıtma tartışmasının konusu. Bu çok anlamlı bir tartışma. 21. yüzyılda yerel yönetim modelinin, demokrasinin artık vazgeçilmez kriterleri arasına girmesi gerektiğini düşünüyorum. Ademi merkeziyetçilik, merkezi yetkileri dağıtmak, yerelleşmek ve yerinden yönetim… Ben hep örnek olarak şunu veriyorum. Bizim, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığımız var. Bütün engellilerle ilgili, bakıma korumaya muhtaç çocuklarla ilgili, şiddet gören kadınlarla ilgili bütün işleri o bakanlık Ankara’dan yönetiyor. Ama biz ne görüyoruz? Malatya’da Çocuk Esirgeme Kurumu’nda temizlikçi kadınların çocuklara baktığını ve dövdüğünü. Biz bunu ne zaman görüyoruz? Kazara bir gün bir haber konusu olursa, bir yerden sızarsa görüyoruz. Bunun üzerine oradaki vicdanlı yurttaşlarla, çocukları korumakla kendini sosyal sorumlu hissedip kurulmuş bir derneğin bir bağı, bir iletişimi yok. Gidip bakanlıktan bunun hesabını soramaz; ama o kurum, oradaki yerel yönetime bağlı olsa o yereldeki dernekler, kurumlar, inisiyatifler, o sosyal gruplar denetim görevini üstlenir, devreye sokabilirler ve çocuklara orada temizlikçi tarafından dayak atılmaz. Şimdi, merkezi idarenin, Türkiye genelinde “Kürtçe anadilde eğitim verilir” diye bir karar alması mümkün gözükmüyor, gerekli de değil. Ama bu konuda karar verme yetkisini bölge meclislerine verdiğin zaman, kendi üyelerinden gelen talebe göre o bölge meclisi, kendi bölgesinde kaç tane Kürtçe eğitim verecek okul kurulması gerektiğine, kaç tane Türkçe eğitim verecek okul kurulması gerektiğine, kaç tane karma okul olması gerektiğine karar verebilecek bir yapıda olursa, durumu gelen toplumsal talebi, ihtiyacı karşılayacak şekilde bir planlamaya dönüştürme ve yerinde çözme şansına sahip olacak. Türkiye genelinde de Kürtlere niye anadilde eğitim veriliyor diye, kimse bunun üzerinden siyaset yapmayacak. Bu anlamda, demokratik özerklik, bu saydığımız ayaklarıyla birlikte oturursa, Kürt sorununu çözmeyi kolaylaştıran bir idari ve ekonomik modeldir. Çünkü Kürt sorunun önemli bir ayağı da bölgeler arası gelişmişlik farkıdır.

MS: Yine de bu kavramın böyle kullanılmış olması, demokratik özerklik kavramını biraz yıprattı. Benim kişisel algım öyle. Başka bir şekilde ifade edilebilirdi ama demokratik özerklik gibi bütün Türkiye’ye şamil düşünülen bir idari reform, bir demokratikleşme projesinin doğru anlaşılmasına yardımcı olmadı, tersine kafa karışıklığı yarattı…


GK:
Bazı odaklar… Bayrak, mesela hiç olmayacak bir tartışma. Bin kere söylüyorsun yine bin birinci kez bu modeli onun üstünden provoke etmeye çalışıyor. Almanya eyalet sistemidir, her eyaletin bayrağı vardır. Kimse bilmez hangi eyaletin bayrağı nedir. Almanya’nın bir tane bayrağı vardır, herkes onu bilir. Bırak bölge yönetimini, özerkliği, eyalet sisteminde olanlardan bile eyalet bayraklarını kimse bilmez, tanımaz. Bütün ülkeyi temsil eden bayrak neyse herkes onu bilir. Türkiye’de de böyle olacaktır. Sen bu yerel yönetim modelini nasıl kuracaksan kur. Kanton mu kurarsın, özerk bölge mi kurarsın, ne kurarsan kur, ülkenin bir tane bayrağı vardır. Ama onun dışında yerel yönetimlerin de kendi sembolleri olacaktır. Doğaldır.

MS: Siz biraz bu modeli detaylandırdınız mı? Mesela yeni bölge derken bölgelerin hangi illerden oluşması gerektiğini tarif edebiliyor musunuz?


GK:
Bir teknik çalışma boyutuna gelemedik. Hangi iller hangi nedenle bir araya gelip bir bölge olacak, bu, üzerinde ciddi olarak tartışılması gereken bir konu. Çünkü biz bu modeli anlatırken net olarak söylediğimiz bir şey vardı. Bu etnik ya da coğrafi temelli bir tartışma olmayacak. Bölge tasnifi ekonomik, demokratik, coğrafi her şey birlikte gözetilerek, havzalar şeklinde hangi il hangi illerle bir yönetim olursa, burası daha demokratik yönetilebilir ve ortak ihtiyaçları, ortak gelecek beklentilerini karşılar…

MS: Mesela Antep ve Diyarbakır’ı gerektiğinde aynı bölge içerisine sokabilmelisiniz…

GK: Gerekirse sokacağız. Gerekirse sokmayacağız.

MS: Her bölgede bir tane gelişme kutbu olsun diye…

GK: Tabiî, tabiî. Zaten şu anda aslında Türkiye bizim bilmediğimiz nedenlerle, AB uyum süreci içerisinde, 26 bölgeye bölünmüş durumda.

MS: Kalkınma Ajansları üstünden Düzey 2 diye adlandırılan bir yapılanmaya gidildi. Ama hangi derde derman, tartışılmalı…


GK:
Devlet Planlama Teşkilatı, bizimle tartışmadığı için, toplumla “biz şu illeri şu nedenle bir araya getiriyoruz” diye tartışmadıkları için kiminle nerede tartıştılar, nasıl tasnif ettiler bilmiyoruz. Ama biz bu modelimizde, önerdiğimiz modelde, bunun şeffaf bir şekilde tartışılıp konuşulup o bölgenin şartlarını da hesaba katarak, biraz önce dediğiniz gibi, her bölgede bir tane gelişme kutbu... Belki de şunu esas alabiliriz: Her bölgede bir tane ekonomik çekim merkezi olacak, bir merkez il olsun, diğerlerinin kalkınmasını da planlasın diyebiliriz. Bunun yanı sıra başka ihtiyaçlar var, coğrafi iletişim günümüzde önemli bir şey.

MS: Bir tane limanı olsun mesela.

GK: Böyle şeyleri konuşarak, tartışarak, hangi illerin hangi nedenlerle bir araya gelmesi gerektiğini belirleyerek, bölgeler tasnif edilebilir. Bizim tasnif edilmiş bir bölge planımız yok.

MS: Peki her bölgeye bir parlamento mu, yerel parlamento mu?

GK: Yetkilerin devrine imkan sağlayacak bir bölge parlamentosunun olması gerekiyor. Çünkü şu anda halihazırda bizim yerel yönetimlerdeki meclislerimizin hiçbir yetkisi yok. Belediye meclislerinin de il genel meclislerinin de. Türkiye’deki hukuk sistemi içerisinde en alt metin kabahatler kanunudur herhalde. Meclisimiz, kabahatler kanununun içindeki öngörülen cezanın miktarını değiştirme yetkisine bile sahip değildir. Örneğin yere tükürme cezasının kaç lira olacağına, merkezi hükümet, merkezi parlamento çıkarttığı kabahatler kanununda yer veriyor, yerel meclis sadece onu uyguluyor. Şimdi yasama yetkilerinin bir kısmının devredilmesi zorunludur. Hem bölgeler arası eşitlik farklarının giderildiği, hem kültürel, siyasal sorunlarımızı çözecek, hem halkın yönetime katılmasını sağlayabilecek güçte bir bölge tarif ediyorsak, yasama yetkilerinin de bir kısmının bu bölge parlamentolarına devredilmesi gerekiyor. Fakat bu bölge parlamentosu, tartışılarak şöyle yapılabilir. Diyelim ki, yereldeki il genel meclisleri ile belediye meclisleri daha koordineli çalışabilir, bölge parlamentosu için de ayrı seçim yapılabilir. “Biz il genel meclislerinin yetkilerini artırdık” diyor hükümet. Bütçe yapma yetkisini vermiş. Fakat vali onaylamazsa o bütçe kullanılamıyor. Şu anda BDP’nin güçlü olduğu, yani yönetimde sayısal olarak çoğunlukta olduğu bütün il genel meclislerinde yapılan bütçeler valilik tarafından onaylanmadığı için hayata geçirilemiyor. Diyarbakır İl Genel Meclisi’nin bütçesini vali sekiz kez geri çevirdi. Geri çevirme yetkisine sahip. O zaman ben ne anladım bu yetkiden. Şimdi tüm bunları ortadan kaldıracak, bunları gerçekten açıklıkla tartışabileceğimiz, bunun adının demokrasi olmadığını rahatlıkla ortaya koyan bir demokratik arayışımız var. Bunun üzerinden tartışırsak, hem kimlik sorunları hem de kültürel sorunlar demokrasi içerisinde çözülebilir, demokratik bir yönetim kurmadan bu sorunları çözme şansımız yoktur. Şunu söyleyeyim, şu andaki yönetim biçimi anlayışını olduğu gibi koruyup Kürdistan diye bir bölge kurup verseler, ben almıyorum. Almıyorum, yeterince bununla başım dertte bir de onunla uğraşmayacağım. Bizim asıl arayışımız, demokratik bir yönetim modelidir. Kimlik ve kültürel sorunlar da ancak demokratik yönetim modelleri içerisinde çözülürse anlamlıdır.

MS: Tabiî, Alevilerin yoğun olduğu bir yerde de Alevilerin taleplerini yerel yönetimler karşılamalı…


GK:
Yerel yönetimler rahatlıkla karşılayabilmeli yani. Bunu sağlayacak bir demokratik mekanizma kurmadığın sürece, yukardan merkezi hükümet, bazen sana inayet olsun diye, bazı demokratik kırıntılar veriyor. Canı isteyince de geri çekiyor.

MS: Türkiye, neredeyse dünyanın en berbat bölgesel eşitsizliğinin yaşandığı bir coğrafya, illeri kümeleseniz de yine ortada bu kez iller arasındaki eşitsizlik 20 bölge arasındaki eşitsizliğe tekabül edecek. Buna da bir müdahale gerekir. O zaman kaynak dağılımı nasıl olacak? Vergi, toplanan vergiler ve bunun kullanımı nasıl olacak?


GK:
Bir röportaj vesilesiyle bu konuda çok kıyametler kopartıldı. “Vergi vermek istemiyorlar, vay efendim hem vermeyecekler hem alacaklar”. Türkiye’nin altına imza koyduğu Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nın bir maddesi de bölgeler arası ekonomik gelişmişlik farkını kapatmak üzere planlama yapmayı öngörür. Türkiye bunu taahhüt etmiş zaten. Çekince koymuş hayata geçirmiyor… Biz diyoruz ki, demokratik olması için bu çekincelerin kalkması ve bunun da bölgeler arası gelişmişlik farkını ortadan kaldıracak bir şekilde planlanarak yapması gerekiyor.

MS: Kürt siyasetinin farklı coğrafyalardaki çevre hareketleriyle, sendikal hareketlerle, diğer sınıf hareketleriyle ilişkilerinin şimdiye kadarki zayıflığını gidermede bu model nasıl etkili olur?

GK: Bu durum, bizim için her zaman hem bir özeleştiri hem bir handikap. 20 yıllık demokratik Kürt siyasetini takip edenler, şunu bilirler ki, bu kurulan, kapatılan, başına bir sürü işler gelen partiler, tamamında bir Türkiye profili, Türkiye’ye kendini anlatamama, bu konuda yeterince bir vizyon oluşturamama konusunda bir özeleştirisi var hepimizin. Bu bir handikap, bunu aşamıyoruz ve bunun birçok nedeni var. Bu nedenlerden birisi Kürt sorununun bir çatışma zemininde olması. Oradaki hayatın çok sert geçmesi ve çatışmanın yarattığı toplumsal travmalar… Mesela şu anda anlattıklarımı Batı’daki bir insan dinlediğinde bunun yüzde 80’ini blokaj koyarak dinliyor. Çünkü kafasında bana dair başka bir imaj var. Bu söylediğimin bir etki yaratma şansı olmuyor. İkincisi, Doğu’da, bu işler bu kadar kıran kırana giderken her gün cenaze kaldırırken, her gün gözaltı, her gün operasyon, her gün tutuklama olurken iş; “Ya Batı’daki fındık fiyatıyla uğraşmak da bize mi düştü? Burada biz ölüyoruz” a dönüyor. Bizimle uğraşmayacaksın da fındık üreticilerinin sorunuyla mı uğraşacaksın. O taraf, gereksizmiş gibi görünmeye başlıyor. Çünkü işin içinde gerçekten yaşam hakkını da ortadan kaldıran, en demokratik hakları da ortadan kaldıran sert bir çatışma zemini var. Bu tarafta da bu çatışma zeminin yarattığı travmalardan dolayı bir blokaj var. Bu gerçekten bir handikap. Yoksa şu sloganlaşmış cümle bile aslında bu konudaki arayışı ifade ediyor: “Demokratik cumhuriyet, özerk Kürdistan!” Türkiye demokratikleşmeden Kürt sorunu çözülemez.

Hiç yorum yok: