29 Ocak 2012 Pazar

‘Almanya, Fetullah Gülen İçin Verimli Bir Alan’

Fethullah Gülen’in AKP’nin arkasındaki ‘Gri Kral’ olduğunu vurgulayan gazeteci Dr. Nick Brauns, “Said Nursi, yaşamı boyunca Kürtler ile İslamı birleştirmeye çalışıyordu. Gülen ise Said Nursi’nin bu düşüncesine ters durup, Türk milliyetçiliğini savunup Türk-İslam Sentezi’ni pratiğe geçmesı için çaba sarfediyor” dedi.

ABD’nin Pensilvanya eyaletinde kalan Fethullah Gülen, son dönemlerde Kürt Özgürlük Mücadelesi hakkında verdiği fetvalarla yeniden gündeme geldi. Önemli bir ekonomik ve siyasi güç haline gelen Fethullah Gülen ve cemaati Türk devleti içinde iyice palazlanmış bir yapı haline geldi. Hakkında çok şey yazılıp çizilen Fethullah Gülen’i, tarihçi ve gazeteci Dr. Nick Brauns ile görüştük.

Nick Brauns’un kendilerini çok farklı gösterse de Gülen Hareketi’nin amacının “Büyük Türkiye milleti yaratmak” olduğunu ve gerçek amaçlarını sakladıklarını belirtiyor.

Bir Alman olduğu için Almanya’nın bu konudaki görüşünü yansıtmak istediğini belirten Dr. Brauns, hem Alman medyasının hem de siyasetçilerin bu konuyu adeta tabu olarak gördüğünü ve dile getirmediklerini belirtiyor.

Almanya’nın Gülen cemaati için çok verimli bir alan olduğunu söyleyen Dr. Nick Brauns düşüncelerini şu şekilde ifade ediyor: “Almanya, Gülen Hareketi için çok önemli ve verimli bir alandır. Burada cemaat için yeni askerler kazanılıyor ve yetiştiriliyor. Eş zamanlı olarak da Türkiye ile Almanya arasında ekonomik ve askeri ilişkiler geliştiriliyor. Böyle olunca da siyasi karar mekanizmaları kolayca manüpile ediliyor ve yönlendiriliyor. Evet Almanya Gülen cemaati için verimli bir alan. Çünkü, Alman eğitim sistemi elit bir kesime hitap ediyor, fakir kesimi ve özellikle göçmen kesimi dışlıyor. Bundan dolayı Almanya genelinde Gülen cemaatine bağlı örneğin 20’ye yakın özel okul ve dershane var. Bu da örgütlenmenin ve propagandanın önemli bir noktasıdır. Bu özel okulların yanında çok sayıda öğrenci yurtları vardır, artı farklı şekillere bürünmüş eğitim merkezleri vardır. Fakat Gülen cemaatinin göçmenlere uzanan ahtapot kolları bununla bitmiyor. Bunun yanında yıllardır gelişen ve sermaye kazanan, kazandıran bir lobi bileşenleri vardır. Lobi birlikleri Almanya genelinde örgütlü ve Avrupa genelinde ilişki ağları vardır.”
‘Asıl hedef gizleniyor’

Dr. Nick Brauns, Berlin’deki ‘Forum Für Interkulturellen Dialog- Kültürlerarası Dialog İçin Forum’ bu ağa bir örnek olarak gösteriyor. Dr. Brauns, Gülen’e bağlı ‘Bündnis für Innovation und Gerechtigkeit -Yenileme ve Adalet için Birlik Partisi’nin (BİG), Almanya’da Türk milliyetçiliği için oluşturulduğuna dikkat çekti ve bu partinin 2011’de Berlin seçimlerinde yüzde 0,5 oranında oy aldığı belirtti.

Gülen Hareketi’nin diğer siyasal partiler ve çeşitli meslek grupları ile ilişkileri konusunda da Dr. Nick Brauns şunlara işaret ediyor: “Gülen Hareketi, bu konuda Alman partileri ile iyi bir ilişki korumaya çaba sarfetmektedir. Bu konuda sık sık Alman siyasetçiler, Alman bilim insanları, Alman gazetecileri, Hristiyan ve Yahudi dini temsilcileri ile ortak konferanslar düzenleniyor. Bu konferansların temel düzenlemesi Gülen Cemaati tarafından yapılmaktadır. Bu tür konferanslarda Gülen Hareketi’ne ilişkin övgüler yağar ve insanlara Gülen Hareketi insani ve vicdani, modern ve insancıl Müslümanlardan oluşan bir hareket olarak tanıtılıyor. Bu da asıl totaliter bir karektere sahip olan Gülen Hareketi’ni insanlara yakınlaştırma ve asıl temel hedefi olan büyük Türkiye milletini oluşturma projesini gizlemektedir.”

‘Cemaatin gerçek yüzü Almanya’da nasıl teşhir edilir ve maskesi nasıl düşürülür?’ sorusuna Brauns, bu Cemaat’in gerçek durumu, Türkiye’de devlet ile ilişkileri, Kürtlere, Alevilere, solculara karşı nasıl bir yapılanma içinde olduğu yönünde Alman kamuoyunun bilgilendirilmesine ihtiyaç duyulduğunu belirtiyor. Dr.Brauns, “Gülen Almanya’da ve ABD’de halen Kültürler Arası Dialoğun Sözcüsü olarak biliniyor. Bu kapsamda Hristiyan ve Yahudi aleminin başkanları ve sözcüleri ile sürekli görüşmektedir. Fakat, bunun Aleviler, Şiiler, Êzîdîler, ateistler konusundaki düşünceleri nedir kimse bu konuda bir şey sormuyor. Diğer önemli bir alan da eğitim alanıdır. Kürtler ve Türkiyeli sol örgütler kendi örgütlenme ve eğitim imkanlarını yaratmalı ve ortaya çıkarmalıdır. Bunun için Almanya’da eğitim alanında aktif olan GEW adlı eğitim sendikası ile ortak çalışmalar yürütmek mümkündür” şeklinde konuştu.

‘İçten sızma yapıyor’


Türkiye’de cemaatin sözde İslami vaazler verdiğini ancak, Fetullah Gülen’in AKP’nin arkasındaki ‘Gri Kral’ olduğunu vurgulayan gazeteci Brauns, devamla Gülen’in yaşam öyküsünü anlatıyor: “Gülen zihniyetini anlatabilmek için biraz geçmişe gitmek istiyorum. Gülen, 1941 yılında geri kalmışlığı ve aşırı tutuculuğu ile tanınmış Erzurum’da dünyaya geldi. Çocukluğu aşırı İslami bir toplum içinde geçerken, anne ve babası tarafından disiplin ve namazına düşkün olması şart koşulmuştur. F.Gülen, gençlik yıllarında önce Nurculuk hareketine geçiyor. Nurculuk hareketi Nakşibendi tarikatının bir koludur. Gülen buna üye olmasının hemen kısa süre ardından ilkokul eğitimini terk edip kendisini Kur’an Okuluna kaydediyor. 1959 yılında burada vaaz verme lisansını elde ediyor. Bu lisans Türkiye Diyanet İşleri tarafından verilliyor. Ardından, Gülen Edirne’de İmam oluyor ve 1966-1969 yılları arasında ise İzmir’de imamlık yapıyor. 1960 yılında vefat eden Said Nursi bilinen bir Kürt İslamcısıdır. Said Nursi’nin, yaşamı boyunca Kürtler ile İslamı birleştirmeye çalışıyordu. Gülen ise Said Nursi’nin bu düşüncesine ve çabalarına ters durup, Kürtleri ve İslamı birbirleri ile barıştırmak ve birleştirmek yerine, Türk milliyetçiliğini savunup Türk-İslam Sentezi’ni pratiğe geçmesı için çaba sarfediyor.”

Dr.Nick Brauns, Gülen’in devleti karşısına almaktan ziyade, sisteme sızıp orada büyümeyi tercih ettiğini belirtiyor. “Eğer düşmanını yok etmeyı istiyorsan, onun içine sızman ve onu içten yok etmen gerekiyor” şeklinde Gülen’in felsefesini özetleyen Dr. Braus, şu anda Gülen’in Türkiye’de birçok kurumu ele geçirdiğini ve rakiplerini ekarte ettiğini dile getirdi.

Yükselmenin aşamaları


Gülen’in devlet içinde kurumlaşmasının yol haritasını ise gazeteci ve tarihçi Dr.Braun şöyle açıklıyor: “Özelikle polis okulları ve akademilerde kendi kadrolarını yerleştiren Gülen, bugün kendi çizgsine uygun bir eğitim üzerinden Türkiye güvenliğini kontrol altına almıştır. Bu eğitimler esnasında eş zamanlı ise ayrıca kendisine üye kazanmaktan yola çıkan Gülen, bugün 5 milyonun üzerinde bir üyelik ağı vardır. Bu işgalin birinci perdesidir. İkinci perde ise kadro yerleşimidir.

 Gülen hareketinin ikinci önemli adımı ise personel bölümlerini ele geçirmesidır. Artık İslami ve Gülen Cemaati’ne bağlı birçok işçi ve memur, bulunduğu kurumlarda, devlet dairelerinde, makamlarda daha hızlı ‘mesleki kariyer’ yaparken, Kemalist ve İslam karşıtı olan personel, makamlarından, dairelerden uzaklaştırılıyor ya da kendi mesleki statülerinde geri bırakılıyordu. Bunun en büyük etkisi gizli polis servisinde ve Milli İstihbarat Teşkilatı’nda (MİT) olmuştur. Toplu denetim sonucu bir taraftan Gülen Hareketi’ne bağlı olanlar korunurken, diğer taraftan da Gülen Hareketi’ne karşı olanlar ise susturuluyor, görevlerinden uzaklaştırılıyor. Aynı denetim ise esrar ticareti ve rüşvet alma gibi organizeli suç alanlarında da olmuştur. Böylece Gülen Hareketi’nin sermayesi hergün bir kat daha da artarak ‘Büyük Türk-İslam Projeleri’ne yüksek miktarda bir kapital hazırlanmıştır.”
‘Paşalara teşekkür etti’

Fethullah Gülen, geçen referandum sürecinde kendisini ''12 Eylül’e karşı'' olarak lanse etti ve referandumda AKP’nin hazırladığı anayasa değişikliği önerilerinin kabul edilmesi yönünde çağrılarda bulundu. Ancak, Dr.Brauns, Gülen’in 12 Eylül’de askerlere destek verdiğini belirtiyor. Gülen’in ‘Allah’ adına solcuları ihbar etmesi yönünde çağrı yaptığını söyleyen Dr. Nick Brauns, Gülen’in 12 Eylül paşalarına da “Anavatan’ın yabancı uyruklu ve İslam dışı etkilenmişlerden kurtardığı için” teşekkür eden yazılarının olduğunu hatırlattı. Brauns, Gülen’in her zaman Türkiye sosyalist hareketine ve Kürt hareketine karşı, sistem tarafından bir koz olarak kullanıldığına ancak askerler tarafından 28 Şubat ile birlikte artık bir fazlalık olarak görüldüğüne vurgu yapıyor. Brauns devamla şu vurgulama bulunuyor:

“Gülen Cemaati’nin dayatmaları ve karanlık dostlarının girişimleri sunucunda Türkiye, Gülen’i bir kez daha koruma altına almıştı. Ki tutucu olan Turgut Özal ve Tansu Çiller; hatta sözde sosyal demokrat olan Bülent Ecevit’e karşı bile Fethullah Gülen’i korumuştur. Necmettin Erbakan, İslam hareketinde Gülen’in eski rakibi olan biridir. Devlet içi gizli pazarlamalar sonucunda 28 Şubat 1997 tarihinde düşürülmüştür. Ve buna cevaben Gülen önce sesini çıkarmamıştı. Hatta bir televizyon konuşmasında ‘Bu Hükümet görevini bırakmalı’ demişti.”

‘Kemalistler zararlı çıktı’

Türkiye’de 2001 yılında meydana gelen ekonomik krizin mevcut siyasi partilere karşı bir güvensizlik yarattığını söyleyen gazeteci ve tarihçi Dr. Nick Brauns bu dönemde AKP’nin iktidara geldiğini hatırlattı. Brauns o dönem hakkında kısaca şöyle diyor: “Geçmişte batı karşıtı anti-siyonist ve anti- emperyalist retoriği ile bilinen önceki hükümetten uzak yeni ve farklı bir pozisyon alan AKP, kapitalist, neo liberalist bir şekillenmeyi ve Avrupa Birliği’ne üye olmayı tercih etmiştir. Kürt sorununda yine şiddet benimsenmiştir. Polis gücünde Gülen Cemaati üst düzeyde mevkiler kazanmıştır. AB ve ABD’nin AKP Hükümetine destek vermesi ile Gülen Cemaati, devletin en üst makamlarını ele geçirmeyi başarmıştır. Bu konuda araştırma yapan ve ‘İmamın Ordusu’ adlı kitabı yazan gazeteci Ahmet Şık cezaevinde bulunuyor. Türk polisi bugün Gülen Hareketi için bir nevi silahlı kol durumundadır. Savcılar birbirlerini karşılıklı ihbar ediyor, makamlarından düşürüyorlar. AKP bir dönem yasaklama ile karşı karşıya kaldı. Ancak 12 Eylül 2010 referandumunda Kemalistler güçlerini AKP’ye ödünç vermek zorunda kaldı. Kemalistler bu iktidar savaşından zararlı çıktı.”

Bu süreçten sonra Ergenekon operasyonları adı altında üst düzey bazı subayların darbe yaptıkları gerekçesiyle tutuklanmasını da Brauns, referandum sonrası gelişmelerin bir parçası olarak görüyor. Brauns devamla, “Bununla eş zamanlı olarak genç ve İslamcı olarak bilinen askerlere hızlı orduda kariyer yapma imkanları doğdu. Böylece Gülen Cemaati orduda ön saflarda belirleyici bir pozisyona sahip oldu” belirlemesi yapıyor.

AKP ve Cemaatin karşılıklı bir bağımlılık içinde olduğunu dile getiren Brauns, Türk Başbakanı R.Tayyip Erdoğan’ın çoğu zaman bu cemaate sığındığını ve rakiplerinden korunduğunu belirtiyor.

‘Faşist gruplarla ilişki halindedir’


Gülen Cemaati’nin MHP’li ve diğer faşistlerle ilişkilerle olan ilişkileri konusunda ise Dr.Brauns, taraflar arasında her zaman bir dirsek teması olduğunu belirtiyor. Brauns, “Irkçı sağ ile Gülen Cemaati arasında her zaman bir yakınlık olmuştur. Örneğin Nurculuk Hareketi içerisinde Gülen, 60’lı yıllarında ‘Komünizm ile mücadele derneği’ adı altında faşist MHP’ye destek verenler arasında yer almıştır. 1991 yılında İslamcı Refah Partisi’nden aday olan Bozkurt’lara 3,5 Milyar Türk Lirası vermiştir. Yine bir helikopter kazasında ölen BBP Parti Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu ile yakın dostluğu bilinmektedir. Muhsin Yazıcıoğlu, 1978 yılında gerçekleşen Maraş Katliamı’nda bizzat yer almıştır. Gülen, Yazıcıoğlu’nun cenaze gününde verdiği demecinde: ‘Kendisi iyi bir karektere sahip ve cesur bir Anadolu erkeğidir’ demişti.

Nedeni ise çok açık; Türk İmparatorluğu Gülen ve Yazıcıoğlu’nun ortak hayalidir. Fakat bu ilişki de geçici bir karaktere sahiptir, ki 2011 yılında genel seçimlerde ortaya çıkan MHP’lilerin seks-skandal videoları ise seçimlerde MHP’nin gücünü azaltma amaçlı olduğu anlaşılmıştır.”
 

‘Yoksulluk bireyin suçu...’

‘F.Gülen, bu kadar gücü nereden almaktadır?’ Brauns, Gülen’in gücünün karizması ile ilgisinin olmadığını söylüyor. Olaya daha çok ekonomik ve sosyolojik açıdan bakma yanlısı.

Dr.Brauns’un bu konudaki düşünceleri şöyle: “Gülen Cemaatçilerinin büyük bir kısmı orta sınıf, Orta ve İç Anadolu’dan tutucu şehirlerden geliyor. Bunlar Gülen’in kendilerine vaadettiği eğitimden yararlanıyorlar. Toplumsal olarak yükselen bu orta sınıf, bundan dolayı Gülen’e bağlı ve sadık kalıyor. Aynı zamanda Gülen Cemaati’nin vaaz ettiği çalışkanlık, tutumluluk ve öz disiplin gibi hususlar başarı için önem kazanıyor. Bir diğer nokta ise yoksulluğun bireyin suçu olduğudur. Böylece fakir olanlar aşağlanıyor, zengin ve refahlı olanlar ise Allah tarafından ödüllenmiş olarak kutlanıyor. Cemaate bağlı bu ‘siyah Türkler’ diğer taraftan sahil boyu yaşayan ve Kemalist laiklikten yana olan ‘Beyaz Türkler’ ile karşılaşıyorlar. Beyaz Türkler, toplumun elit kesimini oluşturuyor. Her iki kesim arasında bir iktidar kavgası olmuştur. Yani ortada sadece bir kültür kavgası değil, bir ekonomik kavga da var. Yine devlet içinde pozisyon kapma kavgası da var.” 

En modern üretim metodları ile çalışan Anadolu Kaplanları’nın AKP ve Gülen’i kendi temsilcileri olarak gördüğünü ifade eden Dr.Brauns, buna karşılık bunların Gülen Cemaati’ne yüklü bir ödeme yaptığını, okul ve vakıfları finanse ettiğini vurguluyor. 

Osmanlı hayalinin peşinde


Devletin kontrolünden hiç de memnun olmayan Anadolu Kaplanları’nın ise Gülen Cemaati ile kendilerini şimdi daha rahat hissettiklerini belirtiyor Dr.Nick Brauns ve şunları ekliyor: “Askeri ve bürokratik makamların kontrolleri Anadolu Kaplanları için rahatsız ediciydi. Bu da artık Gülen Cemaati sayesinde son buldu. 80’li yıllarında başlayan devlet kapitalin özelleştirme ile parçalanması bugün ise neoliberal AKP Hükümeti sayesinde son aşamasına doğru gelmiştir. Gülen Cemaati’nin ‘Osmanlı İmparatorluğu’ hayali de bu kapital üzerinden yürümektedir. Bugün Gülen Hareketi’ne bağlı olan eğitim merkezleri, medya grupları, holdinglerin toplam 20 Milyar Euro değerinde olduğu tahmin ediliyor.”

Gülen Cemaati’nin okullara niçin bu kadar önem verdiği? sorusuna ise Brauns yine bizzat Fethullah Gülen’in bir vaaziyle cevap veriyor: “Eğitim ile insanlar mobilize edilebilir, manipüle edilebilir, koordine edilebilinir.”

Dr.Brauns, Kürt illerindeki yoksulluğun ve eğitim alanında insanların karşılaştığı zorlukların ise Cemaat tarafından bir fırsat olarak görüldüğünü belirtiyor.

RIZA AYDOĞAN - MAINZ

28 Ocak 2012 Cumartesi

Türkiye’nin Hukuk Alanı – 2

Emrah Göker *


Arada bir Law & Order Türkiye hakkında bulup buluşturduğum betimleyici istatistikleri paylaşacağım. Şununla başladıydım. Karıştırdıklarımdan doğru çıkarsıyorsam (düzeltiniz), Emniyet Genel Müdürlüğü ve Jandarma Genel Komutanlığı henüz sistemli bir şekilde TÜİK koordinasyonundaki Resmî İstatistik Programı‘na girmemiş. Trafik kazalarıyla ilgili veriler dışında sorunlu bir durum var. Tabii EGM’nin ve JGK’nın kapsamlı intranetleri var ama, yıllara/aylara göre incelenebilen kamu erişimine açık istatistik portalları yok. Hukuk alanının “çıktı” ağzına (davalar, sanık sayısı, hükümlüler, vs.) dair pek çok veri toplanabiliyor ama, EGM-JGK kontrolünde olan “girdi” ağzına dair veri toplamak zor. Örneğin, Özgür Budak’ın notu aklıma karpuz düşürdü, polisin gözaltı istatistiklerini aradım. Hangi yıl, ne tür insanlar, ne gerekçeyle gözaltına alınmış? 1995-2003 arasına dair şu analizden başka anlamlı bir şey bulamadım.

Eurostat’ın suç ve adalet istatistikleri portalında ana kategorilere göre yıllık suç sayılarında Türkiye ile diğerlerini karşılaştırabiliyoruz. Lakin sosyo-demografik kırılımlar olmadan bir öykü anlatmak zor oradan. Burada bir de, “kolluk kuvveti sayısı” var ülkelere göre. Ancak Türkiye için toplama JGK personeli de katılmış. 2008′de 341 bin güvenlik görevlisi ile salt sayısal olarak, AB ülkelerini geçiyoruz. Öte yandan AB uyum kriterleri arasında “1 polise 250 kişi” standardı varmış, “ona uymak için” 2011′de 230 bin civarında olan EGM personel sayısı 2012′de 250 bine yaklaşacak. Örneğin yeni oyuncaklar da edinecek (Sig Sauer 516 model tam otomatik tüfek gibi) Özel Harekat Daire Başkanlığı personel sayısı 3 yıl içinde 10 bine çıkacak.

Bu arada cezaevleri boşalmıyor, şunu da ekleyeyim, TÜİK’in Ceza İnfaz Kurumu İstatistikleri 2009 yayınından:



Giderek daha fazla cezaevine ve mevcutların yatak kapasitesinin artırılmasına ihtiyaç duyulduğu gibi, devletin bizzat kendine düşman bellediği yurttaşlarının sayısı da artıyor. Adalet Bakanlığı’nın Adli Sicil ve İstatistik Genel Müdürlüğü 2005-2010 arası için oldukça ayrıntılı tablolar sunmuş. Bunlardan çıkarttığım ilk manzaranın gösterdiği, Terörle Mücadele Kanununa (TMK) karşı gelme suçlamasıyla “sanık” konumuna düşmüş insanlardaki artış (yaş kategorilerine göre):



2011′in KCK operasyonlarıyla sayının 12.000′in üzerine çıktığını düşünüyorum. Burada bir de, “taş atan çocuklar” tamlamasıyla gündeme gelen “terörist çocuklar” meselesi görülüyor: 2010′da 11.994 TMK sanığının % 36′sı 18 yaş ve altı idi. Yeni yasal düzenlemelerle 2012′de bu ürkütücü manzara çocukların lehine değişecek midir?

Bir de şöyle bakalım: TMK sanıkları yanında, Adalet Bakanlığı verilerinden TCK maddeleriyle ilgili sanık sayılarını da görebiliyoruz. Benim “Milli Güvenlik Devleti’ne (MGD) düşmanlık” diye adlandırdığım bir öbek madde var burada, kategorileştirilmiş: “Devletin egemenlik alametlerine ve organlarının saygınlığına karşı suçlar” (madde 299-301), “Devlet güvenliğine karşı suçlar” (madde 302-308), “Anayasal düzene karşı suçlar” (madde 309-316). Bu maddeleri çiğnemekten sanık olmuş kişileri toplayıp, nüfusa oranladım. 1 milyon nüfus başına güruh güruh “devlet düşmanı” yok elbet, ancak hukuk alanının şiddeti içinde sayıları artıyor:

'Devlet düşmanları', 1 milyon nüfus başına


2008′de saydığım üç TCK kategorisinden sanık olanlar toplam 4.406 kişiyken 24 ay içinde 9.252′ye çıkmışlar. 2005′te TMK’ya muhalefetten sanık olarak ceza mahkemesinin karşısına çıkan 3.383 kişi varken, 2010′da 11.994 kişiye çıkmış. Oranları hesaplamak için TÜİK yıl sonu nüfus projeksiyonlarını kullandım.

EGM, 2010 Yılı Faaliyet Raporunda bu yıl “terör olaylarında” 7.047 kişi yakaladığını bildirmiş. JGK’nın 2010 Yılı Faaliyet Raporu da jandarmanın 117′sini öldürmek suretiyle 416 ''terörist'' yakaladığını anlatmış.

Şimdilik bu kadar diyorum.


Kaynak: http://istifhanem.com/

ANF NEWS AGENCY

Türkiye’nin Hukuk Alanı -1

Emrah Göker


Hrant Dink kararına bir dizi küfür saydırdım ama, devlet dersinde öldürülmesinin 5. yılını doldurduğumuz şu gün, karar ve suikast hakkında yazasım gelmedi. Affınıza sığınarak, kararın aklıma düşürdüğü ilintili ama başka bir şey hakkında birkaç notum var. Öyle çok organize bir şeyler yazamayacağım; bazı araştırmaların bulgularını toparlayıp Türkiye’nin hukuk alanındaki vaziyete dikkat çekeceğim. Zira, kararı “devletin cinayetini bilinçli örtbas etmesi” diye yargıç pratiğine veya savcı gönülsüzlüğüne isnat etmeden önce, alanın nasıl çalıştığını, arızaların nerede olduğunu anlamak gerekiyor. Bir-iki aktörün bilinçli faaliyetiyle ortaya çıkmış bir adaletsizlik değil bu.

Başta Dink ailesi olmak üzere konunun öfkeli tüm tarafları, temyiz gibi geriye kalan diğer araçları kullandıktan ve başarısız olduktan sonra (şu noktada yasa oyunuyla ne kadar “büyük” bir zafer kazanılabilir ki?), AİHM’ye başvuracaklar. Oradan başlayalım. Hukuk alanımızın yurttaşı kollayamayan en temel arızalarını, Türkiye aleyhine alınan ihlal kararları gösteriyor. Altta, AİHM sitesinden çevirdiğim, 1959-2010 arasında ülkeler için alınan aleyhte kararların sayısı ve hangi Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi maddelerinin kaç kere ihlal edildiği tablosu var. (Büyütmek için ayrı bir pencerede açmak gerekiyor.)



Sistemde 1959′dan beri bulunan ülkeler var, örneğin İtalya’nın karnesi çok kötü ama 50 yıldır sistemde. Hukuk fiyaskosunda birinci sırada olan Türkiye, 1986′dan 2010′a kadar 24 yılda sözleşmeyi 2245 kez ihlal etmiş. Ayrıca her sözleşme maddesi (madde başlıklarının hemen altındaki sayılar maddelere işaret ediyor) altındaki sıralamasına bakarsanız (bir kararda birden çok ihlal olabildiğini unutmayın) şu yorumu yapmak mümkün: Hukuk alanı, adil yargılamada, mülkiyet hakkını korumada; yurttaşın başta özgürlük ve güvenlik olmak üzere, bir dizi diğer temel hakkını savunmada büyük zaaflar içinde. En rezil durum iki ihlal türünde: İnsanlık dışı muamele ile ilgili ihlalde, Rusya ile Türkiye başabaş tüm diğer ülkeleri sollamışlar. İfade özgürlüğünün ihlalinde derdine hukuk alanı içinde çare bulamamış yurttaşlar, Türkiye’yi 201 kez mahkum ettirmişler ve bu kategoride tüm diğer ülkeleri sollamışız.

["Gospel according to Mahçupyan": Türkiye'ye muhafazakârların omzunda yükselecek esaslı demokrasinin gelmesini sürekli engelleyen BDP'yi ve PKK'yı temizledikten, diğer zararlı cemiyet mensuplarını da içeri attıktan sonra AİHM'yi de terk etsek fena olmaz. Hükümete halel gelmesin.]

Bu mahkumiyetlere yol açan mekanizmaları anlayabildiğimi sanmıyorum. Ama anlayabilmek için, en önce kolluk-savcı-hâkim çekim alanına yerleşmiş sabitfikiri, alışkanlıkları, yargılama / peşin hüküm yatkınlıklarını ifşa etmemiz gerektiğini düşünüyorum. Hukukun işlemesi, asla bir hâkimin bireysel “tarafsız” ve “bağımsız” yorumuna indirgenebilecek bir şey değil.
Hâkim ne (Gadamer’in inandığı gibi) özenli ve sadık biçimde kuralın yorumsamasını yapar, ne de (Motulsky’nin inandığı gibi) kendi “gerçekleştirme yönteminin” çıkarımcı kuvvetine bağımlı bir mantıkçıdır. Yargı kararının içinden çıkan yasanın pratik içeriği, eşitsiz teknik becerileri ve sosyal etkileri olan profesyoneller arasındaki simgesel mücadelenin bir ürünüdür. Onlar böylece, davayı kazanmak için, “olası kuralların” araştırılması ve sömürülmesi yardımıyla mevcut hukuki kaynakların harekete geçirilmesinde ve simgesel silahlar olarak etkin kullanılmasında eşitsiz kabiliyetlere sahiptirler. Yasanın hukuki etkisi – onun gerçek anlamı – profesyoneller arasındaki özgül iktidar ilişkisi ile keşfedilebilir. [Pierre Bourdieu, "The Force of Law: Toward a Sociology of the Juridical Field", Hastings Law Journal 38 (5), s. 827]
Savcının iddiaya biçim vermesi, polisin kanıt üretim tarzına ve savcıyı yönlendirebilme yatkınlıklarının tarihine bağlı. Ya da hâkimin önüne koyulan dosyanın, savcının söyleminin, yargısını koşullandırabilme olanaklarının tarihini ortaya çıkarmak lazım. Örneğin, Birikim 273′te (Ocak 2012) Tanıl Bora’nın Çağdaş Hukukçular Derneği Başkanı Selçuk Kozağaçlı ile söyleşisinde çok önemli ipuçları bulmak mümkün:

Örgüt üyeliği, yasadışı örgüt üyeliği suçlamaları için klasik bir form vardır. Kolluk görevlisi gayet iyi bilir: Neler yasadışı örgüt üyeliği için iyi emaredir? Nerelerdeki fotoğraflarını hangi açıdan çekersem, evde bulunan hangi kağıtlara, hangi kitaplara el koyarsam bu iş daha sempatik olur? Böyle bir polisi 3000 kitaplık bir kütüphaneye koyduğunuzda 14-15 tanesini seçecektir sadece. Götürecektir ve yargıç “Nasıl yani, bu 15 kitap da tamamı yasaklanmış, toplatılmış, türlü kötülükler barındıran bu 15 kitap aynı anda bu adamın elinde miydi?” diyecektir.
Paralel bir sonuca, TESEV‘in yeni yargı reformu raporunda da (Osman Doğru, “‘Sanık Öğüten Çarklar’: İnsan Hakları Açısından Türkiye’de Ceza Adalet Sistemi“) rastladım:
Bu çalışma sırasında, Türkiye’de kolluğun (polis ve jandarmanın) ceza adalet mekanizmasının bütünü içindeki ağırlığını gözlemlemek mümkün olmuştur. Suç soruşturmasının başladığı andan itibaren hem delillerin toplanmasında hem de şüpheliyle ilgili alınacak tedbirlerde kolluğun açık etkisi görülmektedir. Kolluğun bireyin hak ve özgürlüklerine müdahale eden veya müdahale için yargıdan yetki isteyen taleplerine, yargı organı tarafından hukuki kriterlere göre karşılık verilememesi ve taleplerin geldiği gibi kabul edilmesi en esaslı sorunlardan birini oluşturmaktadır (s. 107).
Ekmek kırıntılarını takip etmeye devam edelim. Hapsedilme oranlarını inceleyen var mı?

Hapsedilme oranı (rate of incarceration), basitçe bir yıl için, toplam ceza infaz kurumları nüfusunun (hükümlüler ve tutuklular) o yılki toplam nüfusa bölünmesinden ibaret. “Her 100.000 nüfusa düşen mahkum sayısı” olarak ifade ediliyor. Verisine erişilebilen Avrupa Birliği ülkeleri için şöyle yaptım: Eurostat’tan 1991-2008 arası nüfus ve cezaevi nüfusu istatistiklerini toparladım. Türkiye için 2009 istatistiklerini, TÜİK’in Ceza İnfaz Kurumu İstatistikleri 2009yayınından aldım. 2010 sonuna ait cezaevi nüfusu istatistiklerini bulamadım, bir tahmin için Mayıs 2011′de yayımlanmış World Prison Population List’ikullandım. 2011 sonuna ait istatistikler, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü sayfasında.

[Meraklısı için, adalet sistemi ilintili diğer iki ana istatistik kaynağı: TÜİK'in ilgili sayfası ve Adalet Bakanlığı'nın istatistik portalı.]

Karşılaştırmalı tablo altta.



[google docs]

Buraya ABD gibi içeri tıkma rekortmenlerini (100.000 kişiye 743 mahkum ile 2009′da 1. sıradaydı) katmadım, Avrupa’da oranları Türkiye’den yüksek İspanya, İngiltere gibi nüfusu kalabalık ülkeler var. Ancak Türkiye’nin ayrıksı yanı, oranları aynı zaman diliminde en hızlı yükselmiş ülke olması: 1991′den 2011′e 20 yılda hapsedilme oranı tam 4 katına çıkmış. Daha yakından bakalım:



Aralık 2000 sonundaki afla azaltılan mahkum nüfusu, 2005′ten itibaren devreye giren Özel Görevli Mahkemelerin de katkısıyla (bu katkı mahkeme kararlarının istatistikleriyle ölçülebilir, ama o kadarına girişemedim) hızlı bir artışa geçmiş. Şu aralar yasalaşan ve çek yüzünden hapse girmeyi kaldıran düzenlemeyle birlikte, orta vadede cezaevi nüfusunda ciddi bir azalma görülebilir. TÜİK’in “suç türüne göre” ayırdığı tabloları incelerseniz, bir yılda infaz kurumlarına yeni giren kişilerin büyük bir çoğunluğunun İcra İflas Kanunu’na muhalefet suçu işlediğini görebilirsiniz.

Diğer taraftan, demokrasiye yine milli güvenlik ile ayar çekildiği son yıllarda, “teröristlik” suçunun çok kolay isnat edilebildiğini biliyoruz. Çok muğlak bağlantıların polisin teknolojik marifetleriyle çok “bölücü” gösterilmesiyle isyan ettirecek uzunlukta mahkumiyet kararları veriliyor. Özellikle KCK soruşturmaları sürecinde saçımızı başımızı yolduk, yolmaya devam edecek gibiyiz.

Associated Press’in dünyada terör suçundan hüküm giyenlerle ilgili yaptığı veri toplama çalışmasını (Eylül 2011) tekrar hatırlamakta fayda var. Dünya nüfusunun % 70′ini temsil eden 66 ülkede veri kaynaklarına erişerek bir haber yapmışlardı (ama sunum kötü, ne bir görsel var, ne ülkelere göre dağılım). Buna göre 2001-2011 arasında 66 ülkede terörist diye suçlanıp hüküm giyen 35.117 kişi var, % 37′si Türkiye’de “avlanmış.” Bizden daha ceberrut bir milli güvenlik devleti olan Çin, ikinci sırada geliyor, 7.000 “terörist” ile.

Adalet Bakanlığı’nın 31 Kasım 2011′de yaptığı bir açıklamaya göre o tarih itibariyle cezaevi nüfusunda 8.190 “terörist” var (toplam tutuklu+hükümlü nüfusunun % 6.4′ü).

Planlanan yargı reformlarını olumlu bulanlar var ama, aynı hukuki sermaye birikiminin, aynı yatkınlıklar yapısının üstüne daha ışıklı bir teknokratik yapı koyunca polis-savcı-hakim networkünde ne değişecek? Retorik olsun diye sormuyorum — henüz kavrayamadım.

Kaynak: http://istifhanem.com/

ANF NEWS AGENCY

27 Ocak 2012 Cuma

AKP'li Olmayana 'Başörtüsü' de Yasak

Başörtüsü takan BDP'li kadınların gözaltı, emniyet, adliye ve cezaevinde başörtüsü takmasına ve namaz kılmasına izin verilmezken, başörtülerine ise "suç delili" olarak el konuldu. KCK operasyonları kapsamında gözaltına alınan ve daha sonra tutuklanan üniversite öğrencisi Nurcan Yolvercan ve BDP üyesi Suzan Toprak, başörtüsü taktıkları için gözaltı ve cezaevi girişlerinde yaşadıklarını anlattı.

KCK adıyla düzenlenen operasyonlar kapsamında gözaltına alınan üniversite öğrencisi ve BDP üyesi iki kadın, inançları gereği taktıkları türban nedeniyle emniyet işlemleri ve cezaevi girişinde yaşadıkları sorunları yine KCK operasyonları kapsamında tutuklu bulunan kadın gazetecilere anlattı. Avrupa İslam Üniversitesi İlahiyat Bölümü öğrencisi Nurcan Yolvercan (26), 9 Ocak'ta Türkiye geneli "KCK" adı altında gerçekleştirilen operasyonda İstanbul Nurtepe'deki evi basılarak gözaltına alınmıştı. 13 yaşından beri başörtüsü takan Yolvercan, gözaltına alındıktan sonra götürüldüğü İstanbul Emniyet Müdürlüğü'nde keyfi bir şekilde 4 gün boyunca türbanını takmasına izin verilmediğini iddia etti. Avukatların tepkisi ve basında çıkan haberler üzerine polisler, "Nurcan başörtüsü takmıyor, BDP başörtüsünü kullanıyor" diye açıklama yaparak yine BDP'yi suçlamıştı. Şu anda Bakırköy Kadın Cezaevi'nde tutulan Yolvercan, baskın günü yaşadıklarını şu cümleler ile anlattı: "Sabaha karşı kaldığım öğrenci evinin kapısı sert bir şekilde polisler tarafından çalındı. Kapıyı çalan polislere, 'bekleyin başörtümü takayım' dedim, ama polis kapıyı açmamam durumunda kapıyı kıracaklarını söyledi" dedi.

Gözaltı süreci

Evinde çıkan dini, sosyolojik ve psikoloji içerikli 25 kitaba el konulduğunu aktaran Yolvercan, gözaltında yaşadıklarını ilişkin şu bilgileri verdi: "Polis 'hazırlan idam sehpasına gideceksin' dedi. Gözaltında 4 gün kaldım. İlk gün yemek vermediler. Emniyette iken parmak izi, fotoğraf çektirme gibi işlemler yapıldı. Fotoğraf çektirmede önce türbanlı halimle çektiler. Sonra çıkarmamı istediler. Kabul etmedim. Polis bana, 'burada başörtüsü takmak yasak' dedi. Ben, 'yasalarda böyle bir şey yok' dediğim zaman ise benim üzerime yürüyerek, 'yasaları senden mi öğreneceğiz' dediler. Polisler üzerime yürüyünce korktum ve başörtümü kendim açtım. Fotoğraf çekiminin ardından nezaret odasına götürüldüğümde türbanımı istedim. Yine vermediler. Bir polis bana 'kendimi asacağım' gerekçesiyle vermeyeceğini söyledi. Oysa odada kamera var, hücreye girdiğimde türbanımdan daha uzun bir ip vardı. 'bu ne' diye sorduğumda 'polisin ihmali' dediler. Avukatlar ziyarete geldiğinde başörtümün verilmediğini söyledim. Avukatlarım polislere sorduğunda 'nezaretten çıkınca vereceğiz' dediler. Oysa diğer avukat görüşlerimde ifade alımlarında nezaretten çıktığımda da vermediler. 'Zaten binanın içerisindeyiz bizden başkası yok' dediler. Adliyeye gidene kadar türbanımı vermediler."

'Bu kara çarşafın altında neler var diye dalga geçtiler'


Başörtüsüne izin verilmemesinin basına yansıdığını hatırlatan Yolvercan, internet siteleri ve Haber Türk'ün polisin ifadelerine dayanarak, "BDP'liler Zerdüşt, kullanmak için başörtüsünü gerekçe gösteriyorlar. Zaten açıktı. Biz de fotoğrafları var" şeklinde yapılan haberleri avukatlarından öğrendiğini kaydetti. Polisin türbanlı olduğunu bildiğini ve mülakat denilen polis ifadesinde kendisine bazı eylemlerdeki başörtülü halini gösterdiklerini dile getiren Yolvercan, "Bir tane fotoğrafta siyah türban taktığım için 'bu kara çarşafın altında neler var?' diye dalga geçtiler. Başörtüsüne özgürlük' eylemlerinden fotoğraflar gösterdiler" dedi. Emniyette polisler tarafından para teklif edildiğini kaydeden Yolvercan, "Bana 'sen temiz kızsın başörtülüsün zaten BDP'ye yeni gidiyorsun. Bize tehlikeli isimleri söyle sana yardım edelim. Evini Fatih'e taşıyalım bu sene okula kaydını yaptıralım, burs ayarlayalım, masrafını biz karşılayalım' dediler" diye konuştu.

'Dini inançlarımla dalga geçildi'

Kafasında ve saçlarında çıkan bir hastalıktan dolayı doktorun tavsiyesiyle bir ay başörtüsü takamadığını aktaran Yolvercan, şunları söyledi: "Bu konuda doktor raporum var. Ama vicdan azabı çektiğim için dayanamadım ve gözaltına alınmadan bir hafta önce yeniden takmaya başladım. Polislerin bahsettikleri fiziki takipte son hafta taktığımı da görmüşlerdir. AKP ve polisi sadece kendine Müslüman AKP'li olmayanları Müslüman bile saymıyor. AKP'li olmayınca dini inancını yaşamana da izin vermiyor. AKP'li olmayana Müslümanlığı bile hak görmüyor. Türbanlı birini BDP'li olabileceğini hazmedemediği için başörtüsünü açtırmaya çalışıyor. Dini inançlarımla dalga geçildi. Müslümanlıkta ayrımcılık ve milliyetçilik yoktur."

Başörtüsü gözaltında

KCK operasyonları kapsamında İstanbul Güneşli Evren Mahallesi'ndeki evine 3 Ocak'ta yapılan baskında gözaltına alınan BDP Bağcılar İlçe Kadın Meclisi Üyesi Suzan Toprak (24) ise, başörtüsü nedeniyle sorun yaşayan bir başka kadın tutuklu. Toprak, polis eve girdiğinde başörtüsünü takmak istediği belirterek, evde bulunan bütün başörtülerinin polis tarafından toplandığını ifade etti. Polis, "Onlar suç delili" diyerek başörtülerini kendisine vermediğini belirten Toprak, "Ben 10 yıldır inancım gereği başörtüsü takıyorum" sözlerine karşılık da hakarete maruz kaldığını iddia etti.

'Başörtüsüne adliye önünde de el konuldu'


İstanbul Emniyet Müdürlüğü'ne götürülen Toprak, "Namaz kılmak için başörtüsü istiyorum. Sözde inançlı insanlarsınız, günaha giriyorsunuz" diyerek başörtüsünü istediğini belirtti. Toprak, "Siz inançtan ne anlarsınız? Müslümanlık maskesi altında teröristlik yapıyorsunuz" diye kendisine hakaret edildiğini iddia etti. Toprak bu defa, avukatı aracılığıyla ailesine haber göndererek, adliyeye başörtüsü getirmelerini istedi. 3 günlük gözaltı sürecinden sonra Beşiktaş'taki İstanbul Adliyesi'ne getirilen Toprak'ın başörtüsüne bu defa da adliye önünde el konuldu.

'Cezaevinde de başörtüsünü alamadı'

Başörtüsü çilesi bununla da sınırlı kalmayan Toprak, İstanbul 9. Ağır Ceza Mahkemesi'nde "örgüt üyesi" iddiasıyla tutuklandıktan sonra Bakırköy L Tipi Kadın Cezaevi'ne gönderildi. Burada da giriş işlemleri yapan görevliden başörtüsü isteyen Toprak'ın talebi yerine getirilmedi. Maruz kaldığı uygulamalara isyan eden Toprak, "Bu ülkede Başbakan'ın eşi ve kızları başörtüsü takıyor. Ancak, inancıma hakaret ediliyor. BDP'li olunca başörtüsü takmak suç oluyor" diye konuştu.

'BDP'li yöneticinin başörtüsüne de el konuldu'


Bir başka başörtüsü sorunu da 13 Ocak'ta gerçekleştirilen KCK operasyonlarında yaşandı. BDP Bağcılar İlçe yöneticisi Zekiye İlbasan'ın evine baskın düzenleyen polisler, evde bulunan bütün başörtülerine el koydu. El konulan başörtülerinden birini almak isteyen İlbasan'a polisler tarafından hakaret edildiği iddia edilirken, emniyet ve adliyede de başörtüsü alamayan İlbasan, "Bu zulmü yapanların yanına kalmayacak" sözleriyle tepki gösterdi. İlbasan da, götürüldüğü Bakırköy Kadın Cezaevi'nde başörtüsünü alamadı.

DİHA - FATMA KOÇAK / AYŞE OYMAN

İran Avrupa’ya Rest Çekti

İran yönetimi, 1 Temmuz’dan itibaren ham petrol alımını yasaklama kararı alan Avrupa Birliği ülkelerine ‘hodri meydan’ dedi. AB ülkelerine petrol satmaya ihtiyaçları olmadığını öne süren Tahran, petrol ambargosuna katılacak AB ülkelerine petrol satışının hemen kesilmesini öngören bir karar çıkarmaya hazırlanıyor.

AB’nin geçtiğimiz hafta İran’dan ham petrol alımını yasaklayan kararı almasından sonra İranlı bir grup milletvekili, ambargoya katılacak ülkelere petrol satılmasını yasaklayan bir yasa tasarısı hazırladı. Yasayı hazırlayanlar arasında bulunan Hassan Gafurifard, yasa teklifinin bu hafta sonunda mecliste tartışılmaya başlanacağını söyledi.

İran Meclisi Enerji Komisyonu Üyesi Nasır Sudani ise, AB’yi kendi silahlarıyla vuracaklarını belirterek, “Bazı Avrupa ülkeleri kaçınılmaz olarak İran’dan petrol almak zorunda” dedi.

‘ABD’ye de 30 yıldır petrol satmıyor’
 
Sudani, İran’ın petrol satmama kararı alması halinde petrol fiyatlarının yükseleceğini belirterek, zaten ekonomik krizle mücadele eden AB ülkelerinin petrolü daha pahalı alacaklarını söyledi.

Hazırlanan yasa tasarısına üstü kapalı destek veren İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinecad da, AB’ye petrol satma ihtiyaçları olmadığını söyledi. AB’nin aldığı son yaptırım kararını değerlendiren Ahmedinecad, İran’ın baskılara boyun eğmeden yoluna devam edeceğini belirterek, “ABD’ye 30 yıldır petrol satmıyoruz ve hiçbir şey olmadı. Birkaç Avrupa ülkesine petrol satmaya ihtiyacımız yok” dedi.

Hedefte Pakistan var
 
Bu arada Japonya ve Güney Kore’yi İran’dan petrol almamaları yönünde ikna eden ABD’nin hedefinde bu kez Pakistan bulunuyor. İslamabad yönetimini İran’dan doğalgaz almaktan vazgeçirmek için lobi çalışmalarına başlayacaklarını açıklayan ABD Dışişleri Bakan Sözcüsü Nuland Victoria, amaçlarının, İran’ın nükleer programına maddi katkı sağlanmasının önüne geçmek olduğunu belirtti.

Pakistan ile İran, 2010 yılında İran’ın Güney Pars doğalgaz sahasını Pakistan’a bağlayacak boru hattı projesi anlaşma imzalamışlardı. 7,4 milyar Dolar’a mal olması beklenen sözkonusu projenin 2014 yılında bitirilmesi bekleniyor. Washington yönetimi bu anlaşmaya karşı olduklarını açıklamıştı.
Bunun üzerine Pakistan Cumhurbaşkanı Asıf Ali Zerdari, “ABD’nin kuşkularına rağmen İran ile imzalanan doğalgaz boru hattı anlaşmasının sekteye uğramasına izin vermeyeceğiz” demişti.

İran'a Ambargo Kimi Hedefliyor?

Londra - Avrupa Birliği'nin İran'a yönelik olarak aldığı ve görünüşte İran'ın nükleer programını zayıflatma amacını taşıdığı iddia edilen petrol ambargosu çeşitli yönleriyle tartışılmaya devam ediyor. Aslında uzun zamandır beklenen ambargo kararı Batılı ülkeler tarafından "çok etkili olacağı" şeklinde lanse edilse de birçok uzman bu konuda ciddi şüpheler taşıyor.

ABD'nin uzun zamandır tek taraflı olarak sürdürdüğü İran'a karşı yaptırımlara AB'nin katılma kararı alması kuşkusuz İran üzerindeki baskıyı artırma amacındaki ABD-İsrail ve Körfez ülkeleri bloğunun elini kuvvetlendiren bir adım. AB'nin İran'a yönelik petrol ambargosu tam kapasiteyle 1 Temmuz tarihinden itibaren devreye girecek. İran Merkez Bankasına dönük olarak varlıkların dondurulması ve altın vb. ticaretinin durdurulması kararıysa petrol ambargosunu pekiştirecek bir adım olarak tasarlanıyor.

Ambargo kararı açıklanır açıklanmaz siyasi çevrelerden farklı tepkiler gelmeye başladı. ABD doğal olarak AB'nin almış olduğu kararı memnuniyetle karşıladığını açıklarken İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu kararı "doğru yönde atılmış bir adım" diyerek selamladı. Diğer yandan Rusya Dışişleri Bakanı Sergei Lavrov, katıldığı bir basın konferansında ambargonun İran'ın nükleer programıyla hiçbir ilgisinin olmadığını ve İran halkını ekonomik olarak zayıf düşürerek provoke etme amacı taşıdığını söyledi. İranlı yetkililerse ambargonun İran ekonomisi üzerinde "hiçbir etkisinin olmayacağı" yönünde açıklamalarda bulundular.

Bütün bu iddialı açıklamalar, askeri alanda daha da iddialı çıkışlarla paralel gidiyor. AB'nin ambargo kararına karşı dünya petrol ticaretinin beşte birinin geçiş yolu olan Hürmüz boğazını bloke edeceğini ve körfezden "bir damla petrolün bile geçmesine izin vermeyeceğini" ilan eden İran'ın tehditlerine Batılı ülkelerin yanıtı ambargonun ilan edildiği gün Körfez sularına giren ABD, İngiliz ve Fransız savaş gemileriyle geldi. Şu an için iki tarafın da erken bir askeri harekata girişebileceği beklenmese de gerçek olan şey Körfez sularının Irak işgalinden beri hiç bu kadar ısındığı.

AMBARGO KİMİ HEDEFLİYOR?

Batılı devletler ve egemen medya ambargonun hedefinin doğrudan İran'ın yürüttüğü nükleer program olduğunu iddia etse de gerek İran kaynaklı petrol ticaretinin gerekse kapanma riskiyle karşı karşıya olan Hürmüz boğazından çıkan petrolün yönü meselenin o kadar basit olmadığını gösteriyor.

Petrol rezervleri bakımından dünyada ikinci sırada gelen İran, günde 2,5 milyon varil petrol ihraç ediyor. İran'ın en büyük müşterisi konumunda bulunan Çin bu pastadan aslan payını alırken AB ikinci sırada geliyor. Başta Hindistan, Japonya ve Güney Kore olmak üzere bir dizi Asya ülkesi de İran petrolünün en önemli alıcıları arasında bulunuyor.

Ancak bu resme biraz daha yakından bakınca ambargoya en çok taraftar olan ülkelerin aynı zamanda İran ile ticareti minimum düzeyde tutan ülkeler olması dikkat çekiyor. Örneğin İran'ı hedef tahtasına oturtan ABD'nin bu ülkeyle petrol ticareti yok. AB içinde ambargo kararının şampiyonluğunu yapan İngiltere, Fransa ve Almanya'nın petrol ticaretindeyse İran'ın payı yüzde biri geçmiyor. Buna karşılık İran'dan AB'ye akan petrolün dörtte üçünden fazlası ekonomik kriz içinde debelenen Yunanistan, İtalya ve İspanya'ya gidiyor. AB içinde süren tartışmalarda ambargonun süresi konusunda bu iki blok arasında anlaşmazlık olması bu nedenle şaşırtıcı değil.

Benzer bir durum dünya çapında da geçerli. Orta Doğu'daki petrol pazarında Batının payı sürekli olarak düşüş içindeyken Asya ülkelerinin payı düzenli olarak artıyor. 1980'lerde Orta Doğu'dan çıkarılan petrolün yüzde 80'i ABD ve Avrupa'ya gidiyordu. Bugün bu iki merkezin payı yüzde 27'ye düşerken Asya ülkelerinin payı yüzde 70'e dayanmış durumda. Bu nedenle gerek İran'da gerekse Körfez petrol ticaretinde yaşanacak bir aksaklıkta en büyük zararı başta Çin ve Hindistan olmak üzere Asya ekonomilerinin göreceğini söylemek mümkün. Özelde İran'ı hedef alan ambargo genelde Asya ekonomilerini tehdit ediyor.

Petrol tüketimi eğilimi konusunda da benzer bir durum yaşanıyor. Asya ülkeleri büyüyen ekonomilerini ayakta tutmak için Orta Doğu petrolüne herkesten daha fazla muhtaç. Buna karşılık ABD ve Avrupa'da yaşanan ekonomik durgunluk petrol talebinin düşmesine yol açıyor. Geçtiğimiz yıl içinde 1949 yılından beri ilk kez ABD'nin petrol ihracatı ithalatını geride bıraktı. ABD için Körfez petrolünü riske etme pahasına İran'a karşı petrol ambargosu ilan etmek için bundan daha uygun bir zaman olamazdı.

ABD ve AB'den gelen bütün telkinlere rağmen Asya ülkelerinin petrol ambargosuna taraf olmaması bu nedenle anlaşılır bir durum. Çin Dışişleri Bakan Yardımcısı Cui Tiankai, "Çin ve İran arasındaki mevcut enerji ticaretinin nükleer tartışmalarla hiçbir alakası yoktur" diyerek tartışmaya daha baştan nokta koydu. İran'ın önemli bir başka müşterisi Hindistan da herhangi bir petrol ambargosuna katılmayacağını açıkladı.

Uluslararası alandaki bu gerçeklik ambargonun en büyük handikapı olarak değerlendiriliyor. Washington Times gazetesinde yer alan bir değerlendirmede ambargoların hemen hemen hiç işe yaramadığı, hele ki Asya ülkelerinin dahil olmadığı mevcut ambargonun başarı şansının çok daha zayıf olduğu dile getirildi. Tersine, ilk işaretler AB'den boşalacak yeri doldurmaya hazır adaylar olduğunu gösteriyor. İran Haber Ajansı tarafından dün yayınlanan bir haberde daha şimdiden Çin, Hindistan ve Güney Afrika Cumhuriyeti'nin İran petrolüne olan talebinde artış gözlendiği dile getirildi.

Dış politikada iyice ABD'ye yanaşan AKP hükümetiyse ambargoya ayak uydurabilmek için telaş içinde yeni pazarlar arayışında. Türkiye petrol ithalatının yüzde 30'unu İran'dan yapıyor. Tüpraş yetkilileri gelecek ay içinde İran petrolüne alternatif arayışlarının bir ayağı olarak Suudi yetkililerle görüşecekler. AKP hükümetinin aynı zamanda başta Rusya, Azebaycan ve Nijerya olmak üzere bir dizi petrol üreticisi ülkeyle daha yoğun olarak görüşme yaptığı dile getiriliyor.

PETROL FİYATLARI FIRLAYABİLİR

Petrol ticaretinin yönü bir yana ambargo kararının bir diğer olası sonucu olarak petrol fiyatlarının artabileceği konusunda spekülasyonlar da devam ediyor. Ambargo kararının açıklanmasından sonra petrol fiyatlarında küçük bir artış olmasına rağmen beklendiği kadar büyük bir yükseliş olmadı ve fiyatlar 110 dolar seviyesinde seyrediyor. Ancak önümüzdeki aylarda petrol fiyatlarının hızla artabileceği konusunda görüşler yaygın.

Bunun en önemli nedeni İran'ın yanısıra belli başlı petrol üreticisi ülkelerde istikrarsızlığın eşzamanlı olarak artması. Libya'da petrol üretimi iç savaş sırasında neredeyse durma noktasına gelmişti ve hala Kaddafi dönemindeki üretim seviyesine ulaşılabilmiş değil. Afrika'nın en büyük petrol üreticisi Nijerya politik istikrarsızlık ve genel grevlerle çalkalanıyor. Gelecekte petrol endüstrisinin en çok güvendiği ülke olan Irak ise son aylarda giderek yükselen bir çatışma ortamına giriyor.

Bu ortamda Suudi Arabistan belki de tek alternatif kaynak olarak öne çıkıyor. Suudi yetkililer İran'dan kaynaklanabilecek bir açığı kapatabilecek kaynaklara sahip olduklarını ve gerektiğinde petrol üretimini artırabileceklerini iddia ettiler. Ancak petrol konusunda çalışan birçok uzman bu iddianın gerçeklikten uzak olduğunu öne sürüyor.

Suudi Arabistan'ın yedek üretim kapasitesinin günde 2,5 milyon varil olduğu tahmin ediliyor. İran petrol ihracatı duracak olursa açığı kapatmak için bu kapasitenin tümünün devreye sokulması gerekiyor. Yedek üretim kapasitesinin varlığı, petrol fiyatlarının istikrarında önemli bir faktör, bu nedenle Suudiler hiçbir sorunla karşılaşmadan tüm yedek kapasiteyi devreye sokabilse bile petrol fiyatlarında artışın kaçınılmaz olduğu dile getiriliyor.

Ancak bundan daha önemlisi Suudilerin verdiği rakamların inandırıcılıktan uzak olması. Bu ülkenin 1990'lardan beri rezerv bilgilerini güncellemediği ve büyük petrol yataklarında üretimin düştüğü biliniyor. Hatta bazı uzmanlar, Suudilerin OPEC'ten daha fazla pay almak için yedek kapasite rakamlarını bile abarttığına ve gerçek kapasitenin daha düşük olduğuna inanıyor. Petrol pazarında şeffaflık olmadığı için bu rakamları tam olarak bilmek mümkün değil ama resmin Suudilerin göstermeye çalıştığı gibi toz pembe olduğuna inanmak için bir neden de bulunmuyor.

Petrol pazarında benzeri bir durumun yaşandığı 2008 yılında petrol fiyatları 150 dolar seviyelerini görerek tarihi bir rekor kırmıştı. İran petrol üretiminin durması, hele hele Körfez'in bloke olması durumunda bu rekorun kırılacağına kesin gözüyle bakılıyor. Nitekim Goldman Sachs bankası tarafından yayınlanan bir raporda benzeri bir senaryoda petrol fiyatının 200 dolar seviyesini görmesinin "yüksek ihtimal" olduğu belirtilmişti.

İran konusundaki tartışmalar sürerken politikacılar ve egemen medyadan gelen çarpık ve yüzeysel propagandalar gerçeği perdeliyor. Sadece İran'ın nükleer programını hedeflediklerini iddia eden Batılı ülkeler, gerçekte bütün Orta Doğu ve dünyayı ucu belirsiz bir ekonomik ve askeri krize sürüklüyor.

ANF NEWS AGENCY

Burkay: Sayın Öcalan'ı Destekliyoruz

Siyaset, uzun soluklu bir uğraştır. Hatta sistem partileri açısından bakarsanız bir geçim kaynağı, bir meslektir. Hangi biçimiyle olursa olsun uzun soluklu her uğraş gibi hafızanın sağlamalarına muhtaçtır. Kim yalan söylüyor, kim siyasetini kitleleri kandırma üzerine inşa ediyor anlaşılsın. Bu nedenle, içinde varlık gösterenlerin geçmişi, ne zaman ne dedikleri, ne yaptıklarıyla yakinen ilgilidir. Kendi içinde ciddi bir tutarlılık gerektirir siyaset zira.

Bu yüzden de olduk olmadık, kendinizi rakip sandığınız siyasetçilere dil uzatmadan önce bu hafızaya bir bakmak gerekir. Nitekim sözel bir mücadele alanı olan siyasette ikili ilişkiler karşılıklı, neden, nasıllarla şekillenir bu yüzden hafızanın nisyanına pek de itibar eden bir alan değildir. Hele hele, “ben başımı toprağın altına sokayım da ağzıma geleni söyleyeyim” densizliğine hiç uygun bir yer değildir. Siyaset bir safını seçme ve ilan etme tercihidir bu yüzden doğru olmayı gerektirir. Siz doğrudan saparsanız da tarihin tanıklık cetveli size düzletilebilirliğiniz oranında yön verir.

Şimdi tarihin yaşayan yanına, hafızaya dayanarak tarihi bir basın toplantısından bugüne taşınan sözlere yer vermek istiyorum;

Tarih 16 Nisan 1993 yer Suriye-Lübnan sınırındaki Bar Elias kasabası. PKK Genel Sekreteri Abdullah Öcalan'ın partisinin ilan ettiği ateşkese ilişkin basın toplantısı. Çok sayıda gazetecinin izlediği toplantıya Öcalan'ın yanı sıra, HEP Genel Başkanı Ahmet Türk, Kürdistan Yurtseverler Birliği -YNK- Lideri Celal Talabani, Kürdistan Sosyalist Partisi Genel Sekreteri Kemal Burkay ve Kürdistan Demokratik Partisi(Hevgırtın) Başkanı Hemreş Reşo katılıyor.

Toplantının açılış konuşmasını, PKK Lideri yapıyor(Bu konuşmanın bir bölümünü aşağıda okuyacaksınız). Ardından da Burkay'a söz veriyor.

Burkay şöyle konuşuyor:

“Çok değerli basın mensupları!

Ben, Sayın Öcalan'ın ateşkesi yeniden uzatmasını memnuniyetle karşılıyorum ve bu konudaki cesaretinden dolayı kendilerini destekliyoruz.

...Bana göre bu tarihi bir fırsattır. Kürt halkı ve Türk halkı bakımından bir barış dönemi başlayabilir ve yüzyıldan fazla bir süredir devam eden bu yara gerçekten sarılabilir. Her iki taraf açısından da böylesine olumlu bir fırsat ortaya çıkmıştır ve bunun kaçırılmaması gerekir. Bize göre, bu konuda en önemli sorumluluklar Türk devletine düşer. Yine bize göre her iki halk eşitlik temelinde bir arada yaşayabilir. Bunun için ülkenin gerçeğine uygun olarak, ülkenin politik yaşamı, kültürel yaşamı ve yönetsel-idari yaşamı yeniden düzenlenmelidir. Bunun esaslarını Sayın Öcalan ile birlikte daha önce yayınladığımız protokolde ortaya koyduk. Öncelikle barışçıl ve demokratik bir çözüm için yolun açılması gerekiyor. Bunun için acil istemlerimiz üç ana noktada toplanıyor. Şiddetin karşılıklı olarak durması gerekiyor. Ki bir taraf ateş kestiğine göre, şimdi şiddetin tamamen durması için Türk tarafının da adım atması gerekiyor. Çünkü tek taraflı olarak çok uzun zaman ateşkes olanaksızdır. Gerekli zorunlu demokratik adımların atılması gerekiyor. Bunun için herkesi kapsayacak bir genel af, tüm siyasi partilerin serbest olması, tüm Kürt partilerinin, -yani bizim partimizin, PKK'nin ve öteki kardeş partilerin tümünün- serbest olacağı bir demokratik ortamın gerçekleştirilmesi ve Kürt dili, kültürü üzerinde bugünkü ağır baskıların kaldırılması, Kürtçe'nin eğitim alanında, yayın planında, resmi işlemlerde özgürleşmesi şarttır. Bu acil istemler çağımızın ve günümüzün gelişmeleri göz önüne alındığı zaman çok azami istemler değildir, gerçekçi istemlerdir. Bu bakımdan biz, Türk hükümetini de gerçekçi olmaya, cesaretli olmaya ve çağdaş adımlar atmaya çağırıyoruz. Barış ve demokrasi için bu fırsatı kaçırmayalım.”

Görüldüğü üzere, Burkay Sayın diye hitap ettiği Öcalan'ı desteklediğini ilan ediyor. Ayrıca, sorunun çözümüne ilişkin önerilerinin de PKK ile ortak öneriler olduğunu ve bunun bir protokol ile de somutlaştığını söylüyor. Burkay, kardeş parti olarak ifade ettiği PKK ile aynı koşullarda serbest kalmaları halinde legal siyaset yapacaklarını açıklıyor. Burkay'ın bugün ağzından ortalığa saçılan kin ve nefretinden eser yok. Bugün “bir yerlerin denetimine girdiği” yalanı ile karalamaya çalıştığı Öcalan'ın yanında oturmuş, O'nun verdiği söz hakkı ile konuşuyor.

BURKAY: SİLAHI GÜNAH SAYMIYORUZ

Bu kadar da değil. Son zamanlarda, “hiçbir koşul ve şart altında silahlı mücadeleyi savunmadığını, desteklemediğini” iddia eden Burkay, sanki kamuoyunun hafızasını yitirmesini istiyor. Ya da öyle sanıyor. Zira aynı toplantıda Burkay şöyle devam ediyor:

“Biz, ulusal kurtuluş hareketleri bakımından silahı, günah saymıyoruz. Zulüm altındaki, baskı altındaki her halk silah kullanabilir. Bizim görüşümüzdeki fark, silah kullanmanın zamanının olmadığıydı. Ama diğer örgütlerin görüşleri farklı olur. Dolayısıyla bizim bir araya gelmemiz salt o noktayla sınırlı değildir. Biz ateşkes olsun veya olmasın, ondan önce diğer örgütlerle ve başta PKK'yle ilişkilerimizi iyileştirmek istiyorduk. Çağrılarımız vardı. Onlardan da olumlu cevap gelince, böylece aradaki engel kalktı.

Biz hangi noktalarda anlaşabilirsek, o noktalarda anlaşırız ve birlikte yürürüz. Biz bugün de bu barış fırsatının iyi kullanılmasını istiyoruz. Yani öyle ki bir daha savaş olmasın. Bu sorun çözülsün. Biz bunu gerçekten istiyoruz. Ama Türk tarafı eğer bu asgari istemleri karşılamazsa, bu demektir ki, savaş devam eder. Bu demektir ki, savaş durmaz. Bu, "sorunu sırf polis-ordu gücüyle çözeceğim" demektir. Böyle bir durumda biz de eski politikayı sürdüremeyiz. Ben bunu kaç kez söyledim. 18 yıldır sürdürdüğümüz barışçıl politikayı sürdüremeyiz. Dolayısıyla bu fırsat kaçırılmasın diyoruz. Bizim bundan daha fazla yapabileceğimiz bir şey yoktur.”

Bugün, AKP sponsorluğunda çıkarıldığı Türk televizyonlarını ve gazetelerini kapı kapı dolaşarak, “PKK önce Suriye'nin şimdi de Ergenekon'un denetimine girdi” diyen Burkay o gün de, “Biz ateşkes olsun veya olmasın, ondan önce diğer örgütlerle ve başta PKK'yle ilişkilerimizi iyileştirmek İstiyorduk. Çağrılarımız vardı. Onlardan da olumlu cevap gelince, böylece aradaki engel kalktı.” diyor. Dün barışmak için kapısına gittiği örgütün bugün aleyhinde konuşan, “siyasetçinin ya da şairin” güvenilirliğine Kürt halkının yanıtı çok açık oldu. Burkay ve ekibi Kürdistan'dan en az sistem partileri kadar silindi. Ya da onlar da diğer sistem partilerinin temsil edildiği oranda AKP ile temsil ediliyor bugün Kürdistan'da.

Ayrıca, silahlı mücadeleye karşı olduğunu söyleyen Burkay'ın, “Ama Türk tarafı eğer bu asgari istemleri karşılamazsa, bu demektir ki savaş devam eder. Bu demektir ki savaş durmaz. Bu, "sorunu sırf polis-ordu gücüyle çözeceğim" demektir. Böyle bir durumda biz de eski politikayı sürdüremeyiz.” sözleri gerektiğinde silahlı mücadele edecekleri sinyali değil mi?

Burkay bununla da kalmıyor aynı toplantıda gazetecilerin bir soru üzerine geri dönüşü konusunda da bakın neler söylüyor:

“Sorun, benim dönme sorunum değil tek başına. Ben bir partinin başındayım. Yani dönünce serbest politika yapabilecek miyim? Benim partim serbest çalışma yapabilecek mi? Varsayalım ki, bir ressamım ben. Türkiye'ye döneceğim ama, resim yapamayacağım. Bu özgür olarak bir dönme değildir. Ben politikacıyım. Dolayısıyla bu kanallar açılmalıdır. Bu kanallar açılmadığı sürece, benim dönmem bir şey kaydetmez... Tek başına bir Kemal Burkay sorunu değil.”

Burkay'ın bunca söz içerisinde doğruyu söylediği tek bir nokta var o da “ benim dönmem bir şey kaydetmez” ifadesi. Nitekim o gün söz ettiği tek kişilik bir dönüşü kabul etmeyeceği sözleri de doğru çıkmadı. Bugün PKK ve Lideri Abdullah Öcalan aleyhinde konuşulması istendiğinde televizyonlara, gazetelere taşınan Burkay'ın 1993 yılında sarf ettiği bu sözleri o toplantıya katılan Kürt siyasal partilerini oyuna getirmek için mi sarf etti, bilinmez.

Yok inandığı için sarf etti ise, bugün AKP'nin yanında dün “kardeş” ilan ettiklerine karşı giriştiği ihanetin izahı mümkün mü? Dün açık açık “barışmak için taleplerimiz oldu onlar da olumlu yanıt verdiği için memnun olduk” dediği PKK ne zaman “farklı güçlerin denetimine” girdi.

Burkay'ın diyalektiği dahi afallatabilecek dönüşlerine karşın, ideolojik ve politik tutarlılıkların anlaşılması bakımından ibret verici olacağı düşüncesiyle, PKK Lideri Öcalan'ın aynı basın toplantısının başlangıcında yaptığı konuşmadan bir bölümü aktarmak istiyorum.

Şöyle diyor Öcalan:

“Her şeyden önce bu ateşkes girişimi önemli tarihi sonuçlara yol açmış bulunmaktadır, ilan ettiğimiz ateşkes, yeni bir süreci başlatmıştır. Bizden istenilen, bu sürecin biraz daha derinleştirilmesidir. Hiç şüphesiz sorumluluklarımız ağırdır. Kürt halkı tarihin en zor döneminden geçmektedir. Kürt halkı, tek taraflı olarak ağır baskılar altındadır ve soykırıma dek bu baskılar sürüp gitmektedir. Bizim öyle kendiliğinden ateş etme gibi bir durumumuz yoktur. Tüm yaptığımız, ulusal varlığımız için özgür gelişme yollarını açmaktı. Bu konuda bir imkan elde etmekti. Bu anlamda, bize başka bir yol bırakılmadığı için, biz silahlı mücadeleyi başlattık ve bu aşamaya kadar getirdik. Kürt meselesi esas itibariyle bir Kürt-Türk meselesidir. Mücadelemiz, Türk kamuoyunu ve Türk resmi çevrelerini Kürt kimliğini kabul ettirme noktasına gelmiştir. Kürt varlığını tanımakta ve kendisini sorunu çözmeye zorunlu görmektedir. Bu anlamda, bize başka bir yol bırakılmadığı için, biz silahlı mücadeleyi başlattık ve bu aşamaya kadar getirdik.

Özellikle Newroz sürecinde tek bir fişek atılmadı ve bu bir aylık sürede tek bir asker bile vurulmadı. Fakat Türk özel savaş birlikleri operasyonları kesintisiz sürdürdüler. 30 gerilla ve 11 kişi de halktan olmak üzere, toplam 41 kişiyi katlettiler. Buna rağmen biz ateşkese mükemmel karşılık verdik.

Şimdiki görüşümüzü açıklıyoruz: Biz sürecin daha da derinleştirilmesinden yanayız. Bazı koşullarla ateşkesin ikinci bir açıklamaya kadar süresiz uzatılabileceğini belirtiyoruz. Bunun koşullarını belirtiyorum Ateşkes her şeyden önce tek taraflı olamaz. Bunun için imha amaçlı operasyonlar durdurulmalıdır. Halk üzerindeki yoğun baskı, tutuklamalara ve faili meçhul cinayetlere son verilmelidir... Eğer operasyonlara sınırsız devam edilirse, -tabii ister üç günde olur, ister üç ayda olur- biz de kendi savunma hakkımızı en etkili bir biçimde kullanacağız. Birinci olarak bu hususu belirtiyorum. Dağdaki gerillanın indirilmesine ilişkin, hükümetin bazı istemleri vardır. Dağdaki kuvvetler siyasi amaçlar için her şeylerini ortaya koyarak dağda durmaktadırlar. Ulusal varlık ve özgür çözüm yolu için oradadırlar. Eğer bu amaçlar yerine getirilirse, inandırıcı bir biçimde bunun gerekleri yerine getirilir ve koşulları hazırlanırsa, dağdaki silahlı güçler meselesi hal yoluna rahatlıkla getirebilir. Bu açıdan, dağdakilere ilişkin herhangi bir sorun yoktur. İkinci olarak, bu ateşkes süresi boyunca bazı acil taleplerimiz vardır. En başta operasyonların durdurulmasından bahsettim. Yalnız gerillaya yönelik değil, halka yönelik olarak da operasyonlar durdurulmalıdır. Üçüncüsü genel bir af çıkarılmalıdır. Biz kendimizi suçlu olarak kabul etmiyoruz, ama tutukluların serbest bırakılmasını beklemekteyiz. Yine kültürel bazı hakların uygulamaya geçirilmesini de bekliyoruz. Bunlar özgür basın-yayın haklarıdır. Kürtçe radyo, televizyon, gazete, kitap çıkarma vb.

Kısaca, Kürt diline serbestlik tanınmalıdır. Köylerinden kopartılan halkın tekrar gelip köylerine yerleştirilmesi ve zararlarının ödenmesini istiyoruz. Bu arada Olağanüstü Hal yönetiminin kaldırılmasını bekliyoruz. Köy koruculuğunun lağvedilmesini istiyoruz. Köy korucularına, biz de çözüme katkı olsun diye bir af ilan ediyoruz. Yani eğer silahlarını bırakırlarsa onlara dokunmayacağız. Kürt örgütlerine legalite tanınmasını istiyoruz. Serbest örgütlenme ve politika yapma hakkının verilmesi şarttır. Kısaca, acil olarak bunlar, yerine getirilmesi gereken ve ortamı daha da yumuşatacak olan beklentilerdir.

Bundan sonra atılması gereken ikinci bir adım ise, kabul edilen Kürt kimliğinin yasallaştırılmasıdır. Bu hem anayasaya ve hem de yasalara gerektiği biçimde yansımalıdır. Yine bütün bunlar, demokratik bir federasyon yolunda adımlar anlamına da gelmektedir. Bu tip tartışmalara da saygılı olunmasını, ortamın açık tutulmasını istiyoruz.”

Tarihin tanıklığında bakıldığında bugün gelinen noktada kimin tutarlı bir siyaset izlediği kimin, kimin yanındaysa onun dümen suyuna uygun konuştuğu açıkça görülüyor.

Bu yüzden, dün Bar Elias'ta, bir ucunda oturduğu masada, Öcalan'a Sayın diye hitap ederek girişimlerini desteklediğini söyleyen Burkay'ın, bugün arkasına sığındığı AKP'nin üstünden PKK ve Abdullah Öcalan'a saldırıyor olmasının esbab-ı mucibesi yine Burkay'da saklı.

Türk egemenlerinin her dönem Kürt ihanetini canlı tutma çabasında olduğu malumdur. Diyap Ağa'dan başlayarak cumhuriyet rejiminin Kürt ihanetine biçtiği siyasi ikbal vaadi de hala “itibar” görüyor. Kürdistan'daki savaşın en kanlı dönemlerinden birine imza atan Tansu Çiller döneminin Kürt figürü Sedat Bucak'tı. Yüzlerce korucusu, silahlı fotoğrafları ile PKK'ye saldırıyordu. AKP'nin “ileri demokrasisinin” figüranı da Burkay oldu. İkisinin söylemindeki birlik hedeflerinde ve akibetlerinde de bir birliktelik sağlayacakır kuşkusuz.

erdemcan@riseup.net

Psikolojik Savaşta İki Cephe: Sabah ve Taraf

Veysi Sarısözen


Sabah gazetesinde bir haber: Uludere’de bombalanan kafilenin içinde altı PKK’li varmış. Bunlar da öldürülmüş. Ama cesetleri köylülerden önce gelen PKK’liler Haftanin kampına kaçırmışlar...!!!

Bu haberi yazan kişi, o kafileden sağ kurtulanlar olduğunu unutmuş. Can havliyle bu haberi uydurmuş... Neden acaba? Neden bu kadar büyük bir ahlaksızlık yapmış? Neden böyle sağını solunu göremez hale gelmiş? Neden aklı başından gitmiş? Neden imamesini, feleğini şaşırmış? Neden böyle şallak mallak olmuş? Neden bu kadar...

Yeter! Yanıt verelim: Çünkü Selahattin Demirtaş’ın sorusu hedefi tam merkezinden vurmuş. BDP Eşbaşkanı kendinden emin bir şekilde sordu: “Konuş Başbakan, vurun emrini verdin mi, vermedin mi? Kafilede sivillerin yanı sıra PKK’liler de var diyenlere, Her ne pahasına olursa olsun vurun dedin mi demedin mi?”

Başbakan suskun. Ama o suskunluğun altında Hükümetin suçüstü yakalanmış olmasının telaşı var.

İşte Sabah’ın kirli haberi bu telaşı yansıtıyor.

Psikolojik savaş aygıtı, “Başbakan’ın ne pahasına olursa olsun vurun emrine” aceleyle, panik içinde, sersem sepet gerekçe uydurmaya çalışmış: “Kaçakçı kafilesinde 6 PKK’li vardı, Başbakan o nedenle ‘vurun’ emri verdi...”!!!
Psikolojik savaş aygıtı güçlü. Zayıf “kaleleri” fethediyor. Zayıf “zihinleri” ifsat ediyor.

Taraf Gazetesine “sızan” “akademisyen polis” Emre Uslu, tehlikeli bir oyuna bu gazetedeki herkesi, gönüllü olanı da, gönülsüz olanı da ortak ediyor. Dün Taraf’taki yazısında bu kişi, devletin “sivillere dönük” kitlesel “caydırıcı terörüne” ve “suikastlere” ortam hazırlayan laflar etti. Güya PKK yeni bir “bomba düzeneği” bulmuşmuş da, bununla Hakkari’de olduğu gibi halkı havaya uçuracakmış da, bu “düzenek” öyle bir düzenekmiş de, PKK’nin bombayı patlattığını hiç kimse anlayamayacakmış da...

Başka... Tutuklanan Belediye Başkanlarının yerine getirilenleri PKK tasfiye etmek istiyormuş da, PKK ve Ergenekon Ahmet Türk’le, Osman Baydemirí müştereken öldürmeyi planlamış da, amaçları bunu Hükümetin üzerine atmakmış da, o nedenle şimdi bu Belediye Başkanlarını ve söz konusu benzer BDP’li siyasetçileri “çok iyi korumak”( ya da ustalıkla öldürüp PKK'nin üzerine atmak olarak okunabilir b.n) gerekiyormuş da...

Bunlar tipik “psikolojik savaş” laflarıdır. Ve bu kirli ve kanlı salyalar, Taraf Gazetesinin bir yazarının kaleminden ortalığa saçılıyor. Ve bu gazete, bu lafların sahiplerine sayfalarını açıyor... Psikolojik savaş aygıtının elemanı, bu gazeteyi “bozguncu yayın yapan bir uydu”, bu gazetede yazan dürüst insanları da, kirli propagandanın Kürt toplumuna aktarılmasını sağlayan birer “iletken” olarak kullanıyor.

Bu gazete neden bu kirli işe araç oluyor?

Çünkü onun başındaki Ahmet Altan Kürt özgürlük hareketini “iki halkın düşmanı” olarak görüyor ve bütün “ilkesel aydın ahlakı iddialarının” tersine, Kürt özgürlük hareketine karşı her türlü psikolojik savaş unsuruna gazetesinde yer açıyor. Yalnız açmakla kalsa iyi. Kendisi de bizzat bu kirli işe bulaşıyor. O da dünkü yazısında psikolojik savaşın en büyük silahını bir kere daha ateşledi: Öcalan’la PKK’yi karşı karşıya koyma zehirli mermisini mekanizmaya sürdü, tetiğe bastı. Güya Öcalan “örgüt onu dinlemediği için” kardeşiyle konuşmayı reddetmişmiş... Konuşmuyormuş çünkü, örgütün başlattığı savaşa karşıymışmış... Başlatmadığı savaşı da sona erdirip, başarısızlığı omuzlamak istemiyormuşmuş...

İnsanda biraz utanma olmalıdır... PKK önderi altı aydır bu nedenle mi “susmuş”. Yani altı aydır Öcalan kendi kendisini mi tecrit etmiş ? “Örgüt beni dinlemiyor, konuşup da örgütün başarısızlığının sorumluluğunu neden yükleneyim” diye düşündüğü için mi altı aydır susuyormuş...

Evet, insanda utanma olur. Taraf gazetesinin AKP’ye yönelik “sert” eleştirilerinin ve Uludere katliamıyla ilgili “hassasiyeti”nin ne anlama geldiğini anlamak için bu yazıyı okumak yeter de artar bile... Sen Öcalan üstündeki tecriti altı ay boyunca yarım ağız olsun suçlamayacaksın, bu işlenen suçu şimdi “kanuni” hale getiren yeni tecrit yasasına karşı kalem oynatmayacaksın ve şimdi dönüp “örgüt savaşçı önder barışçı” provokasyonunu “tahmin” adı altında tezgahlayacaksın.
Nasıl oluyor bu iş? “Öcalan barışçı, örgüt savaşçı” ve Hükümet “barışçı Öcalan’ı” altı aydır susturuyor ve yeni yasayla bir altı ay daha susturmaya hazırlanıyor... Ahmet Altan ne yapıyor? Altı aylık tecritten tek söz etmiyor, ama utanmadan “devlet ‘konuşabilirsin’ dediği bir dönemde Apo ‘hayır konuşmayacağım’ dedi, çünkü örgüt onu dinlemiyor ve başarısızlığı ona yüklemek istiyor...” diye bir “tahmin”de bulunuyor.


Onbinlerin öldüğü, Diyarbakır Jitem merkezinden kafataslarının fışkırdığı bir ülkede, hiç kimsenin “tahmin” adı altında kumar oynama hakkı yoktur.

Öcalan’ın “barışı gerçekleştirecek tek kişi” olduğuna milyonlar inanıyor. Onun örgütü “Öcalan'a özgürlük” diye her yerde tüm Kürdistan parçalarında, Avrupa’da, Rusya’da, Kanada’da, Amerika’da kitleleri ayağa kaldırıyor. Görünüşe göre Ahmet Altan da Öcalan’ın barışçılığına inanıyor... O halde neden Öcalan'a özgürlük diye haykırmıyor. “Tahmin” üzerine “örgüte” savaş açacağına, o örgütle birlikte “Öcalan’a özgürlük” diye bağırsana...
Kaynak: Özgür Gündem

Roj TV Intelsat 1 W Uydusundan Yeniden Yayında

Kopenhag - Eutelsat tarafından uydu yayınları durdurulan Roj TV, yeni uydusundan yayına başladı. Roj TV 1 derece Batıdan yayın yapan Intelsat 10-02 uydusundan yayınlarına devam edecek.

Türkiye’nin baskıları sonucunda Eutelsat’ın uydu yayınını durdurduğu Roj TV Pazartesi gününden bu yana izleyicilerine internet üzerinden ulaşıyordu. Kanal yetkililerinin girişimleri sonucunda Ortadoğu, Türkiye ve Balkanlarda yayın yapan Intelsat 10-02 uydusuyla anlaşma sağlandı. Kanal şuanda yayına başladı.

RojTV’nin Intelsat’taki frekans bilgileri ise şöyle:

11092H

Symbol rate 15551


Intelsat uygusu Orta ve Batı Avrupada yayın yapmadığı için Roj TV bu ülkelerdeki izleyicilere ulaşmak için arayışlarına ise devam ediyor.
Öte yandan Roj TV’nin Eutelsat aleyhine açtığı yürütmeyi durdurma davası da 2 Şubat günü Paris’te görülecek. Davada Roj TV lehine bir karar çıkması durumunda yayınlar aynı zamanda Eutelsat üzerinden de sürdürülecek.
ROJ Tv Intelsattan izlemek isteyenler çanaklarını mevcut poziyon Nilsat ise 6 derece doguya, Eurobirdte ise 10 derece batıya çevirebilirler.

26 Ocak 2012 Perşembe

Gaz Devlet Sırrı, Öğrenmek İsteyenin Niyeti Kötü!

Ankara - “Bilgi Edinme Kanunu” kapsamında yaptığı “Hopa olaylarının protesto gösterilerinde ne kadar biber gazı kullanıldı?” başvurusuna yanıt vermediği için mahkemelik olan Ankara Emniyet Genel Müdürlüğü mahkemeye gönderdiği savunmasında, bu bilginin talep edilmesinin “kötü niyet” olduğunu savundu ve bu bilginin 'devlet sırrı' kapsamında olduğunu iddia etti
12 Haziran seçimleri öncesinde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Artvin’in Hopa ilçesine yapacağı miting öncesinde polis terör estirmişti. Yoğun biber gazı nedeniyle emekli öğretmen Metin Lokumcu hayatını kaybederken, Ankara’da da protesto gösterileri yapılmış, gözaltına alınanlardan 22 kişi hakkında “terör örgütü üyeliği” suçlamasıyla dava açılmıştı.

Radikal gazetesinden Mesut Hasan Benli’nin haberine göre Ankara Barosu avukatlarından Emre Baturay Altınok vatandaş olarak, olaylar sırasında güvenlik güçlerinin “ne kadar biber gazı kullanıldığını” Bilgi Edinme Kanunu kapsamında öğrenmek istedi. Avukat Altınok’un bilgi edinme başvurusuna Emniyet Genel Müdürlüğü ve Artvin İl Emniyet Müdürlüğü yanıt verirken Ankara İl Emniyet Müdürlüğü ise “genel geçer” yanıtlar verdi.

‘BİLGİLER KÖTÜ NİYETLİLERİN ELİNE GEÇEBİLİR

Bunun üzerine Avukat Altınok’ın Ankara 12. İdare Mahkemesi’ne açtığı davaya Ankara Emniyet Müdürlüğü bir savunma gönderdi. İlginç değerlendirmelerin yer aldığı cevapta Emniyet şu savunmayı yaptı:

“Gaz mühimmatlarının stok sayısı ile planlanan emniyet tedbirlerinin mahiyeti ve sayısı, değeri hakkındaki bilgi ve belgelerin açıklanması kamu adına yarar sağlamayacak. Kötü niyetli üçüncü kişiler tarafından ele geçirilme halinde ise, kamu düzeni ve kamu güvenliği açısından zafiyet oluşturabilecek devlet sırrı niteliğinde bilgi ve belgeler olduğu açıktır.” !!!

‘GAZ ÖLÇÜLÜYDÜ’

Ankara’da çok sayıda gösteri ve yürüyüşe izin verdiklerini belirten Emniyet Müdürlüğü, Hopa olaylarının protesto gösterileri sırasında ise “yeteri kadar” personelin görevin yaptığını belirterek “ölçülü oranda gaz kullandık” bilgisini verdi. Savunmada devamla şu değerlendirmeler dikkat çekti:

“Bu görevliler içerisinde göz yaşartıcı gazlar ile gaz maskelerinin kullanımı kursunu başarıyla tamamlanmış yeteri sayıda görevli görev almaktadır. Kamu düzenini bozan grupların saldırılarını sonlandırmak amacıyla ölçülü ve orantılı olarak gaz kullanmaktadır.”

25 Ocak 2012 Çarşamba

Demirtaş ve Karayılan’dan Önemli Açıklamalar

Geçen Cumartesi Frankfurt’ta gazetemiz Yeni Özgür Politika’nın 6’ıncı Kuruluş yıldönümü etkinliği yapıldı. Çok sayıda sanatçı, yazar, aydın ve politikacının renk kattığı etkinliğe BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş da katıldı.

Anlamlı bu günümüzde yanımızda olan Sayın Demirtaş, etkinlik çerçevesinde düzenlenen panelde ve sonrasında yaptığı konuşmalarda oldukça önemli mesajlar verdi. 

AKP’ye verilen sürenin yakında sona ereceğini, hükümetin bunun yarattığı panikle çılgınlık dahi herşeyi yapabileceğini ama, buna rağmen sonuç elde edemeyeceğini belirtti. 

Roboskî katliamının, peryodik tutuklamaların ve Roj Tv’nin kapatılmasının altında AKP’nin Kürtlerin kolunu kanadını kırmak ve onları bu hayati süreçte güçsüz bırakmak hesabının yattığına dikkat çekti ve bütün hesapların boşa çıkarıldığının altını çizdi.
Çözüm umudunsa çok güçlü olduğunu söyledi. 

Direniş sayesinde hükümetin somut bir sonuç elde edemediğini, dolayısıyla yakın erimde, özellikle de Nisan ayında yeniden müzakere masasına dönebileceğini ifade etti. 

BDP Eşbaşkanı Frankfurt’ta, Köln’de ve Brüksel’de aynı mesajı verdi; „dik durduk, duracak ve bu sayede kazanacağız“ dedi. 

Haftasonu Frankfurt’tan Brüksel’e eşlik ettiğim Demirtaş, kendinden emindi ve morali de oldukça yüksekti.

Yeni dengelerin inşa edildiği Ortadoğu’da Kürt halkının da kendi kaderini tayin edeceğini, başka bir gücün Kürtlere kader çizemeyeceğini söylemesiyse bence çok önemliydi. 

Kürdistan kavramını son zamanlarda sıklıkla kullanmasının tesadüfle izah edilemeyeceğini belirtmesi de ayrıca dikkate değerdi.

Türkiye’de Demokratik Özerklik talebinde ısrar edeceklerini ancak, Irak’ta bağımsız bir Kürt devleti gündeme gelirse destek vereceklerini ilan etmesi ve kendi kaderini tayin hakkına özel bir önem atfetmesi de bir o kadar dikkat çekiciydi. 

Demirtaş, Kürt halkının meşru taleplerine yer vermeyen bir anayasaya evet demeyeceklerinin altını da kalın çizgilerle çizdi. İlk üç maddenin aynı kalması halinde yeni anayasanın anlamsız olacağını söyledi. 

Ayrıca ‘tekçi ulus devlet’ modeli değişmeden Kürt sorununun çözelmeyeceğini ifade etti ki bunu da bu kadar açık ve net bir biçimde ilk defa ifade etti. 

Bütün açıklığıyla, „sorunu milli devlet üretti, o çözemez“ dedi ve yeni bir paragdigmaya ihtiyaç olduğunu belirtti.

Kurdi ve Kürdistanî ağırlıklı yeni bir söylemle ortaya çıkan BDP Eşbaşkanı, ‘erken’ bulduğu ve tartışılmasının ‘zarar verdiğini’ söylediği Meclis’ten çekilme meselesi içinse sabırlı olunmasını istedi.

Ayrıca yoksullukla ve kadına yönelik şiddetle yeterince mücadele edilmediğini kabul ederek, özeleştiri de verdi. Van’da yaşanan deprem felaketi karşısında yetersiz kaldıklarını da samimiyetle dile getirdi.

PKK lideri Öcalan’a uygulanan tecrit konusunda ise artık İmralı sisteminin sonlandırılması ve Öcalan’ın özgürlüğünün sağlanması gerektiğini belirtti. 

Roj Tv içinse‚ „Roj Tv bizim sesimiz ama, biz de Roj Tv’nin sesiyiz; hepimiz Roj Tv’yiz“ dedikten sonra, Kürt halkının sesinin kesilmesinin mümkün olamayacağını, özgür basın geleneğinin yoluna devam edeceğine inandığını da sözlerine ekledi.

BDP’nin „kollektif Kürt iradesinin“ önemli bir parçası olduğunun altını çizerek İran, Suriye ve Irak Kürtleri’yle yakın ilişkiler geliştirmeye devam edeceklerini de belirtti.

Toparlayacak olursam; BDP Eşbaşkanı Demirtaş’a göre, AKP’ye Kürt hareketini hırpalaması için iç ve dış dinamiklerce belli bir süre verilmiştir ve artık bu sürenin de sonuna gelinmiştir. 

Önümüzdeki aylar bu nedenle oldukça kritik geçecektir. AKP geride kalan 6 aylık sürede somut sonuç elde edemediği ve baskı ters teptiği için yeniden müzakere masasına dönülmesi kaçınılmaz hale gelmiştir.

Dolayısıyla baharla birlikte hem Kürt sorununun Kürt ve Kürdistan’i temelde çözümü hem de PKK lideri Öcalan’ın özgürlüğü gündeme gelecektir.

Bunlar Kürt siyasetinin olmazsa olmazları, onun deyimiyle „kırmızı çizgileridir“.

Baharda bizi sürprizlerin beklediğini söylemek sanırım yanlış olmayacaktır. 

Zira yalnızca Demirtaş’ın ve BDP’nin değil, Murat Karayılan ve KCK’nin de yaptığı açıklamalar buna işaret etmektedir.

Dün Fırat Haber Ajansı’na bir açıklama yapan KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan, KCK’nin geçtiğimiz günlerde yaptığı toplantıda yeni önemli kararlar aldığını söylüyor ve bunların yakında kamuoyuna açıklanacağı bilgisini veriyor.

Şubat ayında yeni bir sürecin startının verileceğini belirten Karayılan, „Kürt halkı artık özgür olmak, önderliğiyle birlikte özgür yaşamak istiyor“ diyor. 

Bu amaçla yurt içi ve dışında yaygın bir toplumsal mücadelenin başlatılacağı mesajını veriyor.

Demirtaş ve Karayılan’ın açıklamaları bir aşamanın daha geçildiğini ve sıranın kalıcı çözüm hamlesine geldiğine işaret ediyor. Sanırım ve yanılmıyorsam yakıcı bir bahar bizi bekliyor.

GÜNAY ASLAN
gunayaslan@hotmail.de