25 Aralık 2011 Pazar

Duran Kalkan: 2011 Yılının Kazananı Kürt Halkıdır

KCK Yürütme Konseyi Üyesi Duran Kalkan sitemize 2011 yılını değerlendirdi, 2011 yılının büyük bir mücadele yılı olduğunu belirten Kalkan, 2011 yılının kazananının Kürt halkı olduğunu belirtti. KCK Yürütme Konseyi Üyesi Duran Kalkan’ın sitemize yapmış olduğu 2011 yılı değerlendirmesini birinci bölümünü sizlerle paylaşıyoruz
  
Perşembenin gelişi çarşambadan belli olur, diye bir söz vardır. Şimdi 2012 yılının gelişi de 2011 yılından belli oluyor. Yeni yılda ne tür gelişme olasılıklarının mevcut olduğunu anlamak isteyenler besbelli ki 2011 yılını doğru anlamak ve analiz etmek zorundadır. 2011 yılının analizininse öyle basit ve kolay olmayacağı, ciddi ve köklü yaklaşımlar gerektirdiği açık. 2011 yılının gerçek anlamda bir mücadele ve değişim yılı olduğu ortada. Dolayısıyla bütün bu özellikleri görecek ve çözümleyecek yaklaşımlara ihtiyaç var. Öyle görülüyor ki, bu yılsonu ve yeni yıl değerlendirmeleri hem uzun süre alacak, hem de çok yönlü ve renkli düşüncelere sahne olacak.

2011 yılı için nelerin söyleneceğini doğrusu merak ediyoruz. Her halde genel kanı deprem yılı olduğu, deprem yılı olarak tanımlanması olacak. Gerçekten de 2011 yılı büyük deprem yılı olarak tanımlanabilir. Avrupa’da deprem, Ortadoğu’da deprem. Deprem etkisinde değişikliklere yol açan önemli bir mücadele yılı. 2011 yılının kapsamlı mücadelelere ve köklü değişikliklere gebe olduğu ve bu tür gelişmelerin yaşanacağı yönünde zaten önemli değerlendirmeler vardı. Genel kanaat değişim ve yeniden yapılanma yılı olacağı yönündeydi. Özellikle Önder Abdullah Öcalan’ın yeni yıla ilişkin Ortadoğu ve Kürdistan’da yaşanacak mücadele ve gelişmelere dair düşünceleri çarpıcıydı. Çözüm yılı, final yılı gibi kavramlarla 2011 yılının önemini ortaya koymuştu. Besbelli ki 2011 yılı bütün bu değerlendirmelere uygun, gerçekten de ağır bir mücadele ve köklü değişiklikleri içeren bir yıl oldu. Buna deprem etkisindeki değişiklik demek hatalı değildir.

Avrupa’da deprem ekonomik kriz nedeniyle oldu. Neredeyse elli-altmış yıldır inşa edilmeye çalışılan Avrupa Birliği’nin devam edip edemeyeceği konusu bile tartışılır hale geldi. Papandreu’dan Berlusconi’ye kadargeçen on-onbeş yıllık siyasete damgasını vurmuş olan büyük başlar gümbür gümbür devrildi. Neredeyse bir aylık süre içinde beş Avrupa Birliği ülkesinde hükümet değişikliği yaşandı. Bütün bunların önümüzdeki yılda da devam edeceği anlaşılıyor.

Ortadoğu’daki deprem ise, Arap ve Kürt halklarının mücadeleleri sonucunda yaşanan siyasi ve askeri depremler oldu. Daha birkaç ay öncesinden bile söylendiğinde, belki de söyleyene “deli olmuş” dedirtecek gelişmeler 2011 yılı içinde yaşandı. Arap Baharı denen halk isyanının Tunus ve Mısır’da başlayarak bütün Arap alemine yayılması 1990’ların başından bu yana yaşanan Ortadoğu merkezli Üçüncü Dünya Savaşı’nda yeni bir aşamaya gelinmiş olduğunu gözler önüne serdi. Bin Ali ve Mübarek’in gümbür gümbür devrilişinin ardından, Libya’da yaşanan savaş sonucu kırkiki yıllık Kaddafi yönetimi de sona erdi. Şimdi bütün gerginlik Suriye’de odaklanmış bulunuyor ve yirminci yüzyıldan kalan Arap yönetimlerinin hepsi çökme, yıkılma tehlikesini anı anına yaşıyor.

Elbette Avrupa’da ve Ortadoğu’da yaşanan bu kadar siyasi değişimin büyük önemi ve gelecek üzerinde ciddi etkisi var. Bunlar içerisinde Kürtler açısından özellikle Mübarek ve Berlusconi yönetimlerinin düşmüş olması büyük anlam ifade ediyor. Çünkü bu iki zat, Kürt Halk Önderi’ne yönelik 9 Ekim 1998’de başlatılan uluslar arası komploda en çok rol oynayan kişilerdi. ‘Alma mazlumun ahını çıkar aheste aheste’ diye bir deyim var. Mazlum Kürt halkının ahı bu iki diktatörün de aynı zamanda gümbür gümbür devrilmesiyle ortaya çıktı.

Kürtler Açısında 2011 Mücadele Yılı Oldu 

Kürtler açısından da 2011 yılının büyük mücadele ve gelişme yılı olduğu rahatlıkla söylenebilir. Bilindiği gibi 2011 yılına Hareket ve halk olarak yeni bir çatışmasızlık konumunda girdik. Bir tür ateşkes durumu yaşanıyordu. Dolayısıyla bütün mücadeleye damgasını bu durum vuruyordu. Fakat bu, son derece belirsiz, karmaşık ve mücadeleci bir süreci ifade ediyordu. Dolayısıyla da aslında yaşanan belirsizliğin netleşmesini sağlatacak ciddi çabalar ve mücadeleler bu eylemsizlik süreci içinde yaşandı. Belirsizliğin hem de derin bir biçimde var olması her türlü mücadele yöntemini yürütmeye halk olarak hazır olmamızı gerektiriyordu. Dolayısıyla bir yandan süreci netleştirecek siyasi mücadeleyi çok yönlü olarak yürütürken, diğer yandan olası çatışmalı durumlara göre hazır olabilmek için gerekli hazırlık çalışmalarını bir an bile yanılgıya düşmeden ve gevşemeden yürütmek durumundan kaldık. Böylece de Önderlik Savunmaları çerçevesinde genel Hareket düzeyinde önemli bir yenilenmeyi, eğitim ve değişimi yaşadık. Bunu gençlik ve kadın hareketi düzeyinde yaptık, genel özgürlük hareketi kapsamında geliştirdik, gerilla kapsamında çok daha örgütlü ve planlı bir biçimde yürüttük. Sonuçlarını da mümkün olduğunca tüm halka yaymaya ve özümsetmeye çalıştık. Çünkü süreç karmaşık, ortam kaygandı. Her an farklı gelişmelerin ortaya çıkmasına gebe bir ortam sözkonusuydu. Hata yapmamak, tehlikeli süreçlerle yüz yüze gelmemek açısından her an her türlü yöntemle mücadele etmeye hazır olmak gerekliydi. Bu duyarlılığı ve tedbiri bir an bile olsun elden bırakmamak üzere bir yaklaşım ve tutum içinde olduk. Özgürlük Hareketi ve tüm halk olarak böyle bir duyarlılığı ve bunun gerektirdiği tavrı, tutumu yaşam içerisinde sürekli gösterdik. Kendimizi her türlü imha ve tasfiye saldırısına karşı yiğitçe direnmeye hazır hale getirmeye çalıştık. Ve her an da böyle bir direniş mücadelesine girmeye ruhen, düşünce olarak, örgütsel yapı bakımından, yine her türlü donanım açısından hazırlıklı olmayı öngördük.

Öncelikle yedi-sekiz aya yayılan oldukça örgütlü ve planlı yürüttüğümüz bu çalışmanın sonuçlarının önemsememiz gerekiyor. Çünkü bu temelde gençlik hareketimiz, kadın hareketimiz, gerilla hareketimiz, bir bütün özgürlük hareketimiz önemli bir yenilenme, düzeltme ve gelişme yaşadı. Zihniyet devrimi diyebileceğimiz düzeyde değişimi ortaya çıkardı. Hem Önder APO’nun geliştirdiği savunmaları özümseyerek, hem de geçmiş mücadele pratiğinin zengin derslerini ortaya çıkararak, kendini her türlü mücadeleyi çok daha örgütlü ve başarılı biçimde yürütebilecek hale getirdi. Bu konuda kuşkusuz her şey sonuçlanmadı. Bu süreç devam ediyor. Eğitim, yenilenme, değişim ve yeniden yapılanma bizim için sürekli bir ideolojik ve örgütsel çalışma kapsamında bulunuyor. Bu bakımdan da kendimizi eğiterek yenileme ve derinleştirme çabalarımızı sürdürüyoruz. Fakat unutmayalım ki 2011 yılının ilk yarısında yürüttüğümüz eğitim ve yenilenme çalışmaları hem hareket hem de halk bünyesinde kalıcı gelişmeler ortaya çıkardı. Bunun sonuçları 2011’in ikinci yarısında yaşanan kapsamlı siyasi ve askeri mücadeleye belli ölçüde yansımış bulunuyor. Önümüzdeki süreçteki mücadelelerdeyse etkisi daha çok görülecek. Bu dönemde sürdürdüğümüz eğitim ve hazırlık çalışmalarının sonuçları 2011 yılında henüz tam pratiğe aktarılabilmiş değildir. Yaratılmış birikim önemli bir güç olarak hala ortada duruyor ve önümüzdeki mücadele süreçlerini başarıyla yürütebilmek için halkımızın hazırlık düzeyini ifade ediyor.

Devlet ile Kürtler Arasındaki Görüşmeler

2011’in ilk yarısından böyle kapsamlı bir eğitim ve hazırlık çalışması yürütürken buna paralel olarak diğer yandan da çok kapsamlı bir siyasi mücadele içerisinde olduk. Bu siyasi mücadele iki boyuta devam etti. Birincisi, İmralı’da Önder Abdullah Öcalan ile devlet arasındaki görüşmeler; ikincisi, 12 Haziran genel seçimleri temelinde yürütülen siyasi çalışmalar.

2011 yılı İmralı’da Önder APO ve devlet görüşmesi ve buna PKK-devlet görüşmelerinin basına yansıdığı ve tartışıldığı bir yıl olarak tarihe geçti. Bu bakımdan Kürt sorununun barışçıl-siyasi çözümü için iki muhatabın; hem Önderlik, hem de Hareket düzeyinde önemli tartışma ve görüşmeler yaptığını gösterdi. Bu oldukça önemli bir gelişmedir. Çünkü acaba Türkiye yönetimiyle Kürtler arasında, Türkiye Cumhuriyeti ile PKK arasında görüşmeler olabilir mi, olamaz mı sorusu her zaman beyinlerde yer işgal ediyordu. Birçok çevre bunu soruyor, anlamaya çalışıyordu. Neredeyse böyle bir şey olamaz görülüyordu. Bu konu da 2011 yılında açıklığa kavuştu. Türkiye cumhuriyeti ile Kürt halkını temsil eden PKK’nin her düzeyde ve her yerde oturup görüşebilecekleri, Kürt sorununa çözüm arayabilecekleri açığa çıktı. Bunun yıllarca sürdürülmüş olduğunu kamuoyu öğrendi. Bu elbette psikolojik olarak, zihinsel olarak, siyasi olarak Türkiye’de yaşanan özgürlük ve demokrasi mücadelesi açısından önemli bir gelişmeye işaret ediyordu. Yine ‘acaba muhataplar kimdir?’ konusu en çok tartışılan bir konu oluyordu. Herkes bu konuda aklına geleni söylüyordu. Deyim yerindeyse ağzı olan konuşuyordu. Görüş belirtecek yerde küfredenler bile ortaya çıkıyordu. Aslında görüşmelerin kamuoyuna yansımış olması bütün bu tartışmalara kesin bir nokta koydu. Muhataplar belli olmuş, birbirlerini görmüş ve oturup görüşmeye başlamışlardı bile. Kuşkusuz bu da oldukça önemli bir gelişmeye işaret ediyordu. Türkiye’de boş yere yürütülen, zihin bulanıklığına yol açan tartışmalara bir son vermeyi içerdi.
Devlet-PKK görüşmelerinin bazı önemli sonuçları bu belirttiklerimiz olurken, elbette görüşmelerin ulaştığı nokta da önemli bir duruma işaret ediyor. Çünkü sadece görüşülmekle sınırlı kalınmadı. Diyalog düzeyinde İmralı’da ve dışarıda yürütülen görüşmeler sonucunda artık müzakereye geçilme aşamasına gelindi. Diyalog sürecinde yürütülen tartışmaların sonuçlarını Önder Abdullah Öcalan, müzakereye zemin olabilecek ilkeleri içeren üç protokol halinde yazılı hale getirdi. Böylece müzakereye geçmenin temellerini hazırlamış oldu. Ve bunları hem KCK Yürütme Konseyi’ne, hem de Türkiye Cumhuriyeti’ne sundu. KCK Yürütme Konseyi bu protokolleri inceleyip, çok cüzi eklemelerle kabul ettiğini kamuoyuna açıklamış bulunuyor. Böylece hem Önderlik, hem de Yürütme Konseyi düzeyinde Kürt tarafı Kürt sorununun barışçıl-siyasi çözümünü müzakere etmek için görüşmelere hazır hale gelmiş oldu. Bu da önemli bir sonuçtur. Hem Kürtlerin barışçıl-siyasi çözümden ne kadar yana olduklarını göstermek, hem de böyle bir çözüme hazırlıklı olduklarını ortaya koymak açsından önemli bir gelişmeyi ifade ediyor. Diğer yandan da Önderlik, Hareket ve halk olarak tam bir birlik ve bütünlük içinde olduklarını gösteriyor. Bütün bunlar elbette Kürt Özgürlük Hareketinin gelişimi ve Kürt sorununun çözümünü dayatması açısından önemli sonuçlardır.

Burada ortaya çıkan diğer önemli sonuç ise, AKP hükümetinin bu protokolleri onaylamaması ve görmezden gelmesidir. Hatta uzun süre görüşmeleri de, protokolleri de inkâr etmeye çalıştı. Kimsenin bilmediği gizlilik koşullarında diyalog ve görüşmeleri sürdüren hükümet, iş biraz kamuoyuna yansır ve de ciddi bir müzakere aşamasına geçer hale gelince işte bu noktada yan çizdi. Kürt sorununun barışçıl-siyasi çözümü için gerekli olan siyasi müzakereleri yürütme adımını atmadı, ret etti. Böylece AKP hükümetinin diyalog ve görüşmelere yaklaşımının bir oyalama, aldatma ve hile olduğu ortaya çıktı. Aslında Kürt sorununun çözümü için değil de bunları âdete Kürt tarafını oyalamak ve zaman kazanmak için yaptığı görüldü. Bu da AKP’nin gerçek yüzünü açığa çıkardı, maskesini düşürdü ve siyasi tutumunu netleştirdi. AKP’nin Türkiye’nin demokratikleşmesini ve Kürt sorununun barışçıl-siyasi çözümünü isteyen ve bunun için çalışan bir parti değil de, aslında Kürt inkarı ve imhası siyasetini daha ince ve hileli yöntemlerle sürdürmeye çalışan bir özel savaş partisi olduğu çok net ve somut biçimde ortaya çıktı. Böylece AKP’nin maskesi düşürülerek gerçek yüzü hem Hareketimiz, hem de Kürt halkı ve kamuoyu tarafından açık ve net biçimde görünür hale gelindi.

Kuşkusuz bu da çok önemli bir gelişmedir. AKP’nin maskesini düşürmek, gerçek yüzünü açığa çıkarmak belki de sayılabilecek en önemli siyasi gelişmedir denebilir. Neden? Çünkü çok hilekar, çok maskeliydi. Her şeyi hem çokça söylüyor, hem de söylediği hiçbir şeyi de doğru dürüst pratikte yerine getirmiyordu. Sözleriyle halkta, kamuoyunda beklentiler yaratıyor, ama pratiğiyle de hayal kırıklıklarına yol açıyordu. AKP’nin ne olup olmadığını anlamakta toplum, insanlar gerçekten zorlanıyordu. Bu konuda belki de gelmiş geçmiş en hileli, en maskeli, en ikiyüzlü bir parti olduğu rahatlıkla söylenebilir.

İşte böyle bir partinin ve hükümetin gerçek yüzünün açığa çıkartılması bundan sonraki mücadelenin yürütülmesi açısından tarihi öneme sahiptir.  Bunu asla küçümsememek gerekir. AKP gerçeğini açığa çıkarmak kadar zor bir çalışma, her halde başka yerde yoktur. İşte görüşmeler çerçevesinde, 2011 yılının ilk yarısında biz Hareket olarak AKP’nin maskesini düşürüp açığa çıkardık. Bu anlamda da AKP siyasetini netleştirdik. Kendimiz bu netleşme temelinde bir kararlılığa ve Kürt sorununu kendi gücümüzle yürüteceğimiz mücadeleyle çözme netliğine ulaştık.

Seçimler Sonrası Gelişen Saldırılar

2011 yılının ilk yarısında yaşanan siyasi mücadelenin diğer boyutuysa 12 Haziran genel seçimleriydi.  Bu seçimler sürecinde önemli bir siyasi kampanya yürütüldü, ciddi bir siyasi hareketlilik yaşandı. Seçimlerin bir yanı budur. Diğeriyse, ortaya çıkan sonuçlardır. Bu sonuçlar hala tartışılıyor ve öyle görülüyor ki önümüzdeki süreçte de zaman zaman tartışılacak. 12 Haziran seçimlerinin tek kazananı Emek, Özgürlük ve Demokrasi Bloku’nun olduğunu söylemek kesinlikle abartı değildir; sadece bir gerçeğin tespit ve ifade edilmesi oluyor. Bazıları AKP’nin seçimde büyük kazandığını iddia ettiler. AKP yönetimini bununla şişirmeye çalıştılar, halbuki yanılttılar. Doğru, AKP yüzde elliye yakın oy aldı. Bu çok büyük oy oranıydı. Üçüncü defa seçim kazanması anlamında bir parti için önemli bir başarıydı. Fakat AKP’nin 12 Haziran seçimleri için yaptığı planın, öngördüğü hedefin çok gerisinde bir meclis aritmetiği ortaya çıkardı. AKP toplumun yarısında oy aldı, ama mecliste hesap ettiği, umut ettiği çoğunluğa ulaşamadı. Hesap ettiği çoğunluk tek başına anayasa yapabilecek bir meclis çoğunluğuydu. İşte bunu elde edemedi, böylece bütün planları alt üst oldu, bozuldu. Bu sonucu elde edememesinde Emek, Özgürlük ve Demokrasi Bloku’nun, yani Kürt halkının tutumu belirleyici rol oynadı. Mecliste AKP’nin kazanamadığı vekiller BDP vekilleri olarak ortaya çıktı. İşte bu durum AKP’nin plan ve projelerini altüst ettiği gibi, psikolojisini de ciddi biçimde bozdu. Seçimden sonra Tayyip Erdoğan ve AKP’de gelişen saldırganlığın altında bu gerçek yatmaktadır. Bu bakımdan da seçim sonuçlarını doğru irdelemeye kesinlikle ihtiyaç var. Bütün engellemelere rağmen yüzde 10’luk baraj nedeniyle parti olarak seçime sokulmamalarına rağmen tek tek bağımsız adaylar biçiminde otuzaltı milletvekili çıkarabilmesi genelde demokrasi hareketinin, özeldeyse Kürt demokratik siyasetinin çok büyük başarısı olarak kesinlikle görülebilir. Kim bağımsız adaylar biçiminde otuzaltı milletvekili çıkarabilir? AKP’yi fes edelim, AKP’nin milletvekilleri seçimlere bağımsız aday olarak girsinler, bakalım kaç tanesi seçilecek sayıda oy alabilecek? Öyle partinin ve devlet imkanlarının koltuğuna girip tıpış tıpış meclise gitmek marifet değildir, bir başarıyı kesinlikle ifade etmemektedir. Dolayısıyla hiç kimsenin ihtimal vermediği düzeyde, iyinin de üzerinde bir başarı demokratik siyaset tarafından 12 Haziran seçimlerinde elde edilmiştir. Bunu görmemiz gerekiyor. Bu başarı Kürt halkının başarısıdır, Kürt Özgürlük Hareketinin başarısıdır, bütün demokrasi hareketinin başarısıdır. Dolayısıyla her türlü zorluğa ve engele rağmen birlik olduğunda demokrasi hareketinin ne kadar başarılı sonuçlar elde edebileceği netçe görülmüştür.

12 Haziran seçiminde demokratik siyasetin elde ettiği bu büyük başarılı siyasal sonuç deyim yerindeyse AKP hükümetini çılgına çevirmiştir. Hemen seçim ardından başta BDP olmak üzere bütün muhalefetin iradesini kırmaya, onları siyasal rehine durumuna düşürmeye dönük AKP saldırıları bu temelde ortaya çıkmıştır. Tutuklu milletvekillerin salıverilmelerini engellemekten tutalım da halk üzerindeki ağır baskı ve teröre kadar varan saldırganlığın altında bu yatmaktadır. AKP sandıkta elde edemediği başarıyı zorla, hileyle, şiddete başvurarak elde etmek, Kürt halkının ve muhalefetin sesini keserek meclise tek başına egemen olmak istemiştir. Bunun için de Hatip Dicle’nin milletvekilliğini düşürmüş, tutuklu milletvekillerin tahliye edilmesini engellemiş, Kürt halkı üzerinde faşist polis terörünü en üst saldırı düzeyine çıkartmış, KCK operasyonu adı altında Kürt demokratik siyasetine dönük siyasi soykırım operasyonlarını iki-üç kat arttırmış, İmralı’da Önder Abdullah Öcalan ile avukatlarının görüşmelerini yasaklayarak İmralı’da psikolojik işkence, ağırlaştırılmış tecrit ve imha süreci geliştirmiş, bunlara paralel olarak gerillaya dönük de ABD’den aldığı askeri güce dayanarak çok kapsamlı bir ezme ve imha etme operasyonunu Kürdistan’ın bütün stratejik alanlarından geliştirmeye çalışmıştır. Bu durum AKP hükümeti adına geliştirilen topyekun bir saldırı olmaktadır. Bunun başarısı için psikolojik savaşı her türlü yalan ve hileye başvurma temelinde en üst düzeye çıkarmış, birçok kez medya sorumlularıyla yapılan toplantı sonucunda tüm medyanın birer psikolojik savaş aracı haline getirilmesi, yani polisçik basın haline getirilmesi sağlanmıştır.

Diğer yandan ABD ve Avrupa Birliği’yle geliştirilen ilişkiler temelinde onlarda alınan askeri ve siyasi güç, Kürt halkına ve özgürlük hareketine karşı saldırıda en ileri düzeyde kullanılmıştır.  Bunlarla da yetinilmeyerek bölgede İran’ın, Irak’ın, Güney Kürdistan’ın gücü de PKK’ye karşı aktif savaş içine çekilmek istenmiştir.  
İşte AKP hükümetinin 2011 yılının ikinci yarısında önder APO’ya, halka, demokratik siyasete, gerillaya dönük geliştirdiği bu topyekun imha ve tasfiye amaçlı planlı saldırıya karşı Kürt halkı ve özgürlük hareketi de 14 Temmuz’da ilan edilen Demokratik Özerklik hamlesiyle bir direniş içine girmiştir. Bu direniş sürecinin adı: Önder APO’ya Özgürlük ve Demokratik Özerkliği İnşa hamlesi olarak ortaya konmuştur.
AKP’nin topyekun faşist saldırılarına karşı Kürt halkı ve tutarlı dostları da her alanda topyekun bir demokratik direniş içerisine girerek önemli bir mücadele yürütmüşlerdir.  2011 yılının ikinci yarısı bu temelde çok şiddetli bir siyasi ve askeri çatışmanın yaşandığı süreç olmuştur. AKP saldırganlığına karşı İmralı’da Önder APO direnmiş, sokakta Kürt kadını, Kürt gençliği kahramanca direnmiş, tutuklamalar karşısından ve zindanda Kürt demokratik siyaseti bir adım gerilemeden ve teslim olmadan direniş göstermiş, dağda her türlü ezme ve imha saldırısına karşı kahraman Kürt gerillası yiğitçe bir direniş sergilemiştir. Şemdinli’den, Çukurca’dan Dersîm’e, Botan’a, Amanos’a, Serhat’a kadar Kürdistan’ın dört bir yanında Kürt gerillası tarafından faşist devlet güçlerine öldürücü darbeler vurulmuştur. Buna karşı gerillanın kahramanlığını yok edemeyen, direncini kıramayan faşist AKP gericiliği, kimyasal silah dahil her türlü yasaklanmış silahları kullanarak katliam yapmaya ve bu temelde sonuç almaya çalışmıştır. Gerillanın yöntemli savaşta ezici gücü karşısında dayanamayan Türk ordusu kendisini kimyasal silahlarla gerilla üzerinde katliam yapma temelinde ancak korumaya çalışmıştır.

2011 yılının ikinci yarısında AKP’nin topyekun imha ve tasfiye amaçlı saldırganlığı karşısında Önderlik, halk demokratik siyaset ve gerilla düzeyinde gösterilen topyekun direniş, AKP’nin Kürt Özgürlük Hareketini imha ve tasfiye amacını kesin başarısızlığa uğratmıştır. Topyekun saldırı çerçevesinde üç ay içerisinde AKP’nin sonuç alacağını, PKK’yi imha edeceğini savunanlar avuçlarını yalamak zorunda kalmışlardır. Bunun altı ayda gerçekleşeceğini söyleyenler de aynı duruma düşmüş bulunuyorlar. Şimdi öngörüleri tutmayan, yanlış analiz yaptıkları ve yalan söyledikleri açığa çıkan bu çevreler, bu sefer “Mayıs’a kadar AKP saldırıları yürütürse sonuç alır, başarılı olur” demektedirler.  Kendi yanlışlarını ve yalanlarını bu biçimde örtmeye ve gizlemeye çalışmaktadırlar. Oysaki olaylar asla karartılamayacak kadar yalın ve açıktır. Kuşkusuz bu mücadele süreci henüz bitmemiş ve devam etmektedir. Ancak üç ayda PKK’nin ezilip imha edileceğini hesap edenler kesin bir başarısızlıkla yüz yüze kalmışlardır. Şu an ortaya çıkan sonuç kesinlikle böyledir. 2011 yılının ikinci yarısındaki Kürt halkının kahramanca direnişi AKP’nin imha ve tasfiye planını başarısız kılıp, boşa çıkartmıştır. Bunun sonucundadır ki, AKP, tarihinin en sıkışık, en zor süreçlerinden birini yaşar hale gelmiştir. Bu başarısızlığı devlet yöneticileri açıkça itiraf etmek zorunda kalmışlardır. Nitekim Cumhurbaşkanı Abdullah Gül “PKK planlarımızı bozdu” diyerek imha ve tasfiye planlarının başarısız kaldığını açıkça itiraf etmek durumuna düşmüştür. Yine Başbakan Tayyip Erdoğan “KCK operasyonlarını geçmişte de destekledim, şimdi de destekliyorum” diyerek aslında demokratik siyasete dönük siyasi soykırım operasyonlarını hukuk çerçevesinde değil, hükümet kararıyla ve bir siyasi saldırı olarak yürüttüklerini, kendi talimatıyla yürütülen bir husus olduğunu itiraf etmek zorunda kalmıştır. Dahası, bütün bunların akıl hocası olan ve Amerika’nın kucağına oturmuş bulunan Fethullah Gülen, Kürt halkına dönük bir soykırım fetvasını açıkça vererek, tümden maskesini indirip, yüzünü açık etmek zorunda kalmıştır. İslam kardeşliği adı altında güya Kürt sorununu ancak Gülen cemaati çözer diyenlerin yalanları böylece açığa çıkmıştır. Değil Kürt sorununu çözmek, kardeşliği geliştirmek, en faşist soykırımcı, katliamcı bir çizgide oldukları bizzat şeflerinin ağzından Kürt halkı ve kamuoyu tarafından duyulup, öğrenilmiştir. Görülüyor ki, hem ideolojik, hem siyasi, hem askeri her düzeyde AKP’nin maskesi Kürt halkının geliştirdiği direniş karşısında düşmüş, gerçek yüzleri ve başarısızlıklarının itirafları açıkça ortaya çıkmıştır.

Şimdi burada şu hususlar da söylenebilir. Kuşkusuz bu kadar kapsamlı bir mücadele kolay olmamıştır. Zorluklarla sürmüş, ağır bedeller pahasına yürümüştür. İmralı’da her türlü psikolojik işkence ve imhaya karşı insanüstü bir direniş gerçekleşmiştir. Sokakta AKP polisinin faşist terörüne karşı Kürt gençleri, Kürt kadınları kahramanca direnmişlerdir. Her türlü psikolojik baskı ve tutuklamaya karşı Kürt demokratik siyaseti yiğitçe tutum göstermiştir. Kimyasal silah da dahil her türlü barbarlığa karşı Kürt gerillası Kürt kahramanlığını zirveye taşımıştır. Bütün bunların içerisinde acı, işkence, kahramanca şehitler verme yaşanmıştır. Bu saldırılara karşı onları boşa çıkartacak direniş bedelsiz olmamıştır. Hareket olarak, halk olarak büyük zorlu bir mücadeleden geçilmiş, sayıları yüzleri bulan kahramanca şehitler verilerek, bir o kadar da tutuklu verilerek AKP’nin faşist saldırıları kırılıp boşa çıkartılabilmiştir. Dolayısıyla 2011 yılının ikinci yarısında AKP saldırganlığının kırılmasının gerçek sahipleri kahraman şehitlerimizdir. Bu vesileyle hepsini bir kez daha saygı ve minnetle anmak, onları önümüzdeki mücadele sürecinin de başarının andı yapmak bizim için birer boyun borcu durumundadır.

Aynı zamanda bu tür olayların nedenlerini irdeleyerek, derslerini çıkartmak da temel görevimizdir. Şehit vermeyi azaltmak için mücadele ve savaş tarzında düzeltme, yenileme yapmak kadar, bu kadar tutuklanmayı önlemek için de örgütlenme ve mücadele tarzında kesinlikle değişiklikler, yenilikler yapma gereği vardır. Bir yandan AKP saldırganlığını kıran ve boşa çıkartan gelişmelerin büyüklüğünü ve önemini ortaya koyarken, diğer yandan böyle bir mücadele içerisinde ortaya çıkan hata ve eksikliklerimizi de görmek, onları düzeltmeye çalışmak kesinlikle gereklidir. Neden bu kadar çok şehit verilmiştir? Niye bu kadar fazla insanın tutuklanıp zindana doldurulması engellenememiştir? Kadınların, gençlerin zindanlarda çürütülmesine neden fırsat verilmiştir? Elbette bunları değerlendireceğiz. Ne bu kadar şehit vermek bir kaderdir, ne de binlerce insanın zindanlara doldurulup çürütülmesi bir kader ya da tek yoldur. Kaldı ki biz Hareket olarak özgürlük alanlarına sahip bir konumdayız. Her yerde yüce özgürlük dağlarımız var, yurtdışı çalışmalarımız var. Kitlesel olarak da birçok çevreyi bu alanlara çekerek mücadele eder kılabilirdik. Ama dikkat edilirse bu tür gelişmeler az oldu. Bunun sonucunda da tutuklanmalar, kayıplar fazla oldu. Dolayısıyla yıl değerlendirmesi yaparken elbette işin bu tarafını da görmek, bunu da irdeleyerek nedenlerini açığa çıkartmak ve önümüzdeki mücadelenin başarısı açısından gereken düzeltmeleri kesinlikle yapmak gerekir.

Sonuç olarak, Kürdistan'da da 2011 yılı en büyük mücadele yıllarından birisi olmuştur. Yine en kapsamlı ve kalıcı gelişmeler bu yılda yaratılmıştır. 2011 yılının ilk yarısında yürüttüğü hazırlık çalışmalarıyla, yine devletle yürütülen görüşmeler sonucunda müzakereye hazır hale gelip, AKP’nin maskesini düşürerek, onun faşist-katliamcı-soykırımcı bir hareket olduğu gerçeğini ortaya çıkartarak, buna paralel 12 Haziran seçimlerinde demokratik siyasetin büyük başarısını sağlayarak, en son da 2011 yılının ikinci yarısında AKP faşizminin topyekun savaş kapsamında Kürt Özgürlük Hareketini imha ve tasfiye etme saldırısına karşı direnip, bu planı başarısız kılarak, 2011 yılının büyük mücadelesini veren ve kazananı Kürt Özgürlük Hareketi ve Kürt halkı olmuştur diyoruz.

Denizi Kurutma

AKP Hükümetinin yönelimleri ve stratejik hedefleri hakkında daha önce değerlendirmelerde bulunulmuş ve bu bir soykırım olarak nitelendirilmişti. Mevcut durumda AKP hükümetinin bu stratejik yönelimlerinden vazgeçtiğini söylemek mümkün değildir. AKP içerisinde sorunların yaşandığına, daha önce destek veren tarikatların ve farklı çevrelerin desteğini kaybetmeye başladığına dair basın-yayın organlarında çıkan haberlere rağmen bunu rahatça söyleyebiliriz. Hatta giderek bunda daha ısrar ederek, ileri boyutlara taşırma eğilimi içerisine girdiği bile söylenebilir. Bunu da meclisten çıkarmaya çalıştığı yeni yasa tasarılarında görmek mümkündür.

Kürt çocuklarına “ sevgi evlerine alma” adı atında el koyma çabaları, gösteri yapan çocuklara öldürücü silah kullanmak için yapılmaya çalışılan düzenlemeler, Kürtlerin mal varlıklarına el koymak için hazırlanan yasalar vb. bu konuda en somut örnekler durumundadırlar. AKP Hükümetinin bu konularda meclisten çıkarmaya çalıştığı yasalar, aslında yürüttüğü özel-kirli savaşının hangi alanlara kaydığının da bir göstergesi olma özelliğini taşımaktadır.

Gelinen aşama da Türk özel-kirli savaşı, tüm alanlarda; askeri, siyasi vb. birçok alanda komple ve bütünlüklü olarak yürütülse de, bunlar içerisinde toplumsal alana yönelik geliştirilen psikolojik savaşa ağırlık vermiş bulunmaktadır. Bu da daha çok kendisini toplumsal alanda hissettirmektedir. Toplumsal alanda yürütülen bu psikolojik savaş saldırıları da çok geniş bir alanı kapsamakta ve bir nevi  “Balığı yakalamak için suyu kurutma” stratejisi biçimini alarak yürütülmektedir.

Tabii burada “Balığı yakalamak için, denizi kurutma” stratejisi derken, klasik anlamda; Deniz’in kurutulmasından bahsedilmemektedir. Özde aynı amaca hizmet etmekle birlikte, değişen koşullara göre; içerisinde farklı yöntemleri taşıyan bir stratejik yaklaşımdan bahsedilmektedir. Bunun içerisinde suyun kirletilmesi ve kullanılamaz hale getirilmesi de yer almaktadır.

Klasik Halk Savaşı stratejisinin uygulandığı ülkelerde, sömürgeciler, emperyalistler ya da işbirlikçi-egemen klikler tarafından “Denizi kurutma politikası”, gerillanın halka olan bağının koparılması amacına yönelik olarak teorileştirilmişti. Asıl olarak da böylesi bir teori pratikleştirildiği zaman, nasıl “balık susuz yaşayamazsa, gerillada halksız olamaz” çıkarsamasında bulunuluyordu. AKP Hükümeti de kendisine bu stratejiyi esas almakla birlikte, değişen koşullara göre farklı yöntemleri devreye koyarak uygulamaya ve oradan da sonuç almaya çalışmaktadır. AKP hükümeti tarafından çıkarılmaya çalışılan yasalarda, böylesi bir amaç doğrultusunda gündeme getirilmiş bulunmaktadır. Yoksa öyle gösterilmeye çalışıldığı gibi masumane hiç bir neden söz konusu değildir. 

AKP Hükümetinin çıkarmaya çalıştığı bu yasalarla ne yapmak istediği bu şekilde çok net olarak anlaşılır olmaktadır. AKP Hükümeti; çocuklarına,  mal varlığına el konulmuş ve sesini çıkaramaz bir toplum yaratmak istemektedir. Bunu sağladığında da Kürt Özgürlük güçlerinin halkla olan bağının koparılabileceğini sanmaktadır.

Geçmişte özellikle de 1990’lı yıllarda Çiller-Güreş ve Ağar üçlüsünün iktidar gücü olarak ipleri ellerinde bulundurdukları süreçte, bunu denemişler, ama başarılı olamamışlardır. O zaman da binlerce köy boşaltılmış, milyonlarca insan yerinden-yurdun sürgün edilmiş, on binlerce insan zindanlara atılmış ve yine on binleri bulan sayıda insan katledilmişti. Tüm bu sömürgeci uygulamalar “rüzgâr eken, fırtına biçer” misali sahiplerine geri dönmüş ve geniş bir halk hareketinin tetikleyicisi olarak rol oynamıştı. Eğer bugün Kürt Özgürlük ve Demokrasi Güçleri toplumsal ve siyasal alanda o kadar etkili bir güç olma konumuna ulaşmışsa bunda; Çiller-Güreş ve Ağar üçlüsünün sorumluluğu altında tırmandırılan özel-kirli savaş uygulamalarına karşı, Kürt halkının biriken öfkesi ve Özgürlük Mücadelesini sahiplenişlerin önemli bir rolü olmuştur. Bir nevi 12.Eylül 1980 Askeri-faşist Cuntasına karşı gelişen PKK direnişinin Kürt halkı tarafından sahiplenilmesi gibi bir sonuç ortaya çıkmıştı. Öyle anlaşılıyor ki, AKP Hükümeti Çiller-Güreş-Ağar üçlüsünün ve 12 Eylül Faşist Cuntasının izlediği yolu takip etmekte ve o süreçlerin yönetim güçleriyle, özde değişmeyen, aynı stratejiyi değişen koşullara göre yeniden uyarlayarak uygulamaya koyan ve bundan da sonuç almak isteyen bir politikanın sahibi halini gelmiştir.

Aslında AKP Hükümeti tarafından bu politikanın devreye konulması için, yapılan hazırlıklar bir süredir pratiğe de geçirilmiş bulunmaktadır. Kürt halkını Öndersiz ve örgütsüz bırakma yönünde yapılan saldırılar bunun bir sonucu olarak gerçekleştirilmiş ve halen de devam etmektedir. Önder Apo’ya uygulanan izolasyon, ağırlaştırılmış tecrit ve siyasal soy kırım saldırıları da bunun bir sonucudur.

AKP Hükümetinin uygulamaya koyduğu bu politikayı, stratejik bir yönelim olarak görmek ve ona göre de hazırlıklı olmak gerekmektedir.

14 Nisan 2009’dan beri siyasal soykırım saldırıları hızından bir şey kaybetmeden devam etmektedir. Aslında bu saldırıların, daha öncesinden başlatılan saldırılarla da bağını görmek gerekmektedir. Fakat 14 Nisan’dan itibaren dalga dalga, iç içe geçmiş çemberler biçiminde sürdürülen bir siyasal soykırım saldırısı söz konusudur. Gelinen aşama da bu saldırılar seçilmiş vekillere kadar uzanmıştır. Haklarında açılan davlar ve dokunulmazlıklarının kaldırılmak istenmesi de bunu göstermektedir. 

Bundan tüm demokrasi ve özgürlük güçleri tarafından sonuçların çıkarılması gerekmektedir. Bu gerçeğe rağmen gerekli bir karşı koyuşun gösterildiğinden de bahsetmek söz konusu değildir. Oysa AKP Hükümetinin stratejik yönelimlerini ifade eden yasaların gündeme getirilmiş olması karşısında, fırtınalar koparılabilmeliydi. Bu yapılmamıştır. Adeta Kürt halkı bu saldırılar karşısında tek başına bırakılmıştır. Bazı duyarlı çevre ve kişiler haricinde kalanlar tarafından adeta sessiz karşılanmıştır. Bu da AKP Hükümetinin işini kolaylaştırmıştır.

Gelinen aşamada AKP Hükümeti Kürt soykırımını gerçekleştirmek için belirlediği strateji doğrultusunda hareket etmektedir. Bu stratejinin hedefinde bir bütün olarak Kürt halkı bulunmaktadır. Önderini halktan, halkı öncüsünden uzaklaştırarak bu gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Farklı adlarla, birbirinden sanki değişikmişçesine sözde yasalarla çıkarmaya çalışsalar da, bu gerçek değişmemektedir.

Burada hedeflenen Kürt halkının soykırımıdır. Ancak Kürt halkı, tüm bu soykırım saldırılarına; Önderliğine, öncüsüne sahip çıkarak karşılığını vermiş ve vermeye devam etmektedir. “İrademe dokunma” mitingleriyle bu tutumundaki kararlılığını ortaya koymuştur. Amed, Batman, Kızıltepe, Nusaybin, Cizre, Şırnak, Mardin bu çok somut bir şekilde görülmüştür. Burada anısı önünde saygıyla eğildiğimiz Mardin-Midyat’ta Fırat İzgin adındaki 15 yaşındaki liseli Kürt Genci bedenini canlı bir meşale haline getirerek bunu ispatlamıştır.    
 
 Cemal Şerik

Mahkemeden O Polise Ödül!

Hakkari'de Seyfullah Turan adlı çocuğun kafasına öldüresiye dipçiklerle vuran ve tepkilere neden olan özel harekat polisi Bahadır Turan'a ceza yerine ödül verildi.
 
Hakkari'de DTP'nin kapatılmasının protesto edildiği eylemde polisin kitleye müdahalesi sonrasında Seyfullah Turan adlı çocuğun kafasına öldüresiye dipçiklerle vuran ve tepkilere neden olan özel harekat polisi Bahadır Turan'a ceza yerine ödül verildi. Mahkeme polis Turan'ın cezasında taksirle (istemeden) yaraladığı gerekçesiyle indirim üstüne indirim yaptıktan sonra verdiği 6 ay 7 günlük cezayı da erteledi.

Hakkâri'de 23 Nisan 2009'da kapatılan DTP'nin eyleminde çıkan olaylarda Özel Harekat Polisi Bahadır Turan'ın kafasını dipçikle ezdiği çocuğun görüntüleri büyük tepki çekmişti. Kafatasında kırık ve çatlaklar oluşan, hayati tehlike yaşayan Seyfullah Turan, yoğun bakımda 4 gün kalmış, doktorların yoğun çabası ile kurtarılmıştı. Olayın ardından, polis Turan hakkında, mağdur avukatlarının "kasten öldürmeye teşebbüs ve işkence" suçlarından dava açılmasını talep etmelerine rağmen, "kasten yaralama" suçundan dava açıldı.

Dava, güvenlik gerekçesiyle Hakkâri'de görülmeyerek Isparta'ya alındı. Davanın karar duruşması, önceki gün yapıldı. Duruşmada, sanık avukatı çocuğun sadece 4 gün hastanede kaldığı iddia edilirken, fiziki ve psikolojik arazının bulunmadığı da savunuldu. Avukat, olayın meşru müdafaa olarak nitelendirilmesini istedi. Savcılık ise esas hakkındaki mütalaasında, özel harekât polisinin, "kasten yaralama" suçundan 5 yıldan az olmamak üzere hapisle cezalandırılmasını talep etti.

Polis meşru müdafaa yapmış!

Savcının talebine karşın, mahkeme ise polisin meşru müdafaa halinde ve psikolojisinin bozuk olduğu, zor kullanma yetkisini kullandığı gibi savunmaları dikkate alarak, polis memuruna, genellikle trafik kazaları ve benzeri istemeden yaralamaya sebep olma hallerinde uygulanan "taksirle yaralama" suçundan ceza verdi. Mahkeme, bu suçtan 6 ay hapse mahkum ettiği polisin cezasını önce vücutta kemik kırılması meydana geldiği için 9 aya çıkarttı, daha sonra ise zor kullanma sınırının kasıt olmadan aşılması halinde cezanın indirileceği hükmünü dikkate alarak, 7 ay 15 güne indirdi. Heyet, polis memuru Turan'ın mahkemeye karşı "saygılı" tutumu ve pişmanlığını gerekçe göstererek, iyi hal indirimi de yaptı. 6 ay 7 gün olarak belirlenen ceza, polisin iyi hali gerekçe gösterilerek hükmün açıklanmasının geriye bırakılması kapsamına da alındı.

5 yıl boyunca suç işlenmemesi halinde cezanın bütünüyle ortadan kalkmasını öngören uygulama süresince, polisin herhangi bir adli denetime alınmasına da gerek görülmedi. İyi hali nedeniyle polisin cezasında hem indirim yapan hem de hükmün açıklanmasının geriye bırakılması kararı veren mahkemenin, bu kanıya tek duruşmada ulaştığı da anlaşıldı.

95 ŞAİR SEYFULLAH İÇİN KALEME SARILMIŞTI...

Aralarında Küçük İskender, Hicri İzgören, Arif Damar, Cezmi Ersöz, Roni Margulies, Eren Aysan, Gülsüm Cengiz, Haydar Ergülen, Nevzat Çelik, Selim Temo, Sennur Sezer'in de olduğu 95 şair Seyfullah Turan için 21 bölümlük ortak şiir yazmıştı. Semih Poroy da çizimleriyle bu şiiri resimlemişti.

Macaristan'da Demokrasi Tepetaklak

Ekonomik krizin pençesine düşen Avrupa'da, ekonomiyle birlikte demokrasi de başaşağı gidiyor. AB'nin merkezi organlarından tek tek hükümetlerin yaptığı yasal düzenlemelere kadar her alanda gözlenebilen bu eğilimin son ama şu ana kadarki en ciddi pratiği ise Macaristan'da yaşanıyor.

Dünya basınında hak ettiği kadar yer almadı ama Macaristan'da iktidarda bulunan sağcı Fidesz partisi, son birbuçuk yıldır attığı sistematik adımlarla ülkeyi adım adım tek parti diktatörlüğüne doğru götürüyor. 2010 yılında yapılan seçimlerden galip çıkan ve parlamentoda üçte iki çoğunluk sağlayan parti, son 18 ayda anayada yaptığı on farklı değişiklikle ifade özgürlüğünden sosyal haklara kadar birçok anti-demokratik uygulamaya imza attı. Ancak son olarak kabul edilen ve 1 Ocak 2012'de yürürlüğe girecek olan yeni anayasa ile anti-demokratik uygulamalar daha da daraltilarak kalıcı hale getiriliyor.

Yeni anayasanın yürürlüğe girmesiyle bütçe kontrolünden sosyal yaşama kadar birçok alanda ciddi değişiklikler hayata geçecek. Ekonomi, medya, yargı ve denetleme üzerindeki birçok yetki parlamentonun elinden alınarak hükümet tarafından atanan bürokratlardan oluşan konseylere devredilecek. Tamamı iktidar partisi tarafından atanacak bu bürokratların görev süreleri 6 ile 12 yıl arasında değişiyor. Muhalif kesimler bu konseylerin işbaşı yapmasıyla birlikte hükümetin toplum üzerinde daha önce görülmemiş bir kontrole sahip olacağını ve parlamentonun göstermelik bir organ haline geleceğini söylüyor.

Bununla birlikte anayasada seçim kanunu üzerinde de değişiklik yapan iktidar partisi, ince hesaplamalarla önümüzdeki dönemde yapılacak seçimlerden galip çıkmayı şimdiden garanti altına alıyor. Farklı bölgelere farklı dağılımlar sağlayan düzenlemeyle Fidesz partisi lehine önemli değişiklikler yapıldı ve artık bu partinin bir seçim mağlubiyeti almasının çok zor olacağı dile getiriliyor. Ancak başka bir parti hükümete gelse bile Fidesz'in programına sadık kalmak zorunda kalacak. Çünkü iktidar partisi tarafından atanan konseylerin bütün yasal düzenlemeleri veto etme yetkisi bulunuyor.

Yeni anayasa ayrıca Merkez Bankasının özerkliğine son verilerek hükümete bağlanmasından Hristiyanlığın muhafazakar bir yorumunun "devlet politikası" olarak kabul edilmesine kadar birçok alanda daha demokrasinin alanını tırpanlayan düzenlemeler içeriyor.

ZİNCİRLİ MUHALEFET

AB Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso, Macar hükümetinin yapmış olduğu değişiklikleri eleştirerek, özellikle ekonomi yönetiminin bürokratlardan oluşan bir komisyona devredilmesini ve Merkez Bankasının özerkliğine son verilmesini eleştirdi. Rakiplerinin "Viktatör" olarak andığı Başbakan Viktor Orban ise, yeni anayasayı savunarak bunun özellikle ekonomik krizle başa çıkmak için zorunlu bir adım olduğunu iddia etti. Ancak gerek muhalefet gerekse demokrat çevreler, Orban'ın bu anayasayla birlikte uzun süreli bir totaliter rejimin altyapısını hazırladığını savunuyor.

Anayasada ayrıca "ileriye dönük" hazırlıklar konusunda sinyaller veren düzenlemeler de var. Siyasi arenada iktidardaki Fidesz'e rakip olabilecek iki parti bulunuyor. Avrupa'nın en tehlikeli ırkçı organizasyonlarından biri olarak gösterilen ve silahlı paramiliter güçlere sahip Jobbik partisi ile eski Komünist Parti'nin devamı niteliğindeki Sosyalist Parti. Ancak Sosyalist Parti ile ilgili gelişmeler hayra alamet değil. Yeni anayasaya eski Komünist Parti'nin bir "suç organizasyonu" olduğuna dair maddeler eklendi. Birçok çevre, iktidar partisinin önümüzdeki dönemde bu maddelere dayanarak Sosyalist Parti'yi yasaklayabileceğini öne sürüyor.

Parlamentodan geçen yeni düzenlemeleri protesto eden aralarında eski başbakan Ferenc Gyurcsany'nin de bulunduğu 43 muhalif milletvekili daha önce görülmemiş bir şekilde zincirlenerek gözaltına alındı. LMP millevekili Benedek Javor, gözaltına alınmadan hemen önce "Bugün Macaristan'da demokrasi sona ermiştir" sözleriyle ülkede yaşanan durumun kritikliğini gözler önüne serdi.

Güçlü bir kamuoyuna sahip olan Macaristan'da halkın yeni anayasaya nasıl tepki vereceği merak konusu. Parlamenterlerin gözaltına alınmasından birkaç saat sonra binlerce göstericinin organize olarak hükümeti protesto etmesi halkın sessiz kalmayacağının işareti olarak görülebilir. Ancak Macaristan, şu anda giderek güçlenen bir bürokrasi, tek parti iktidarı, totaliter bir anayasa ve sokaklarda örgütlenen üniformalı paramiliter faşist gruplarla giderek Nazi Almanya'sını çağrıştıran bir görüntü sergiliyor.

Yüksekova’da Diplomalı Fetullah Gülen Çetesi İşbaşında

Hakkari'nin Yüksekova İlçesi'nde son günlerde kimliği belirsiz kişiler tarafından farklı noktalarda ev baskınları, kimlik kontrolleri ve hırsızlık olayları yapılırken, polis ablukasında olan ilçede yaşanan olaylarla ilgili şu ana kadar tek kişi dahi gözaltına alınmadı. Yüksekova BDP İlçe Başkanı Rüstem Demir, olayların arkasında diplomalı Fettullahçıların olduğunu söyledi.

Hakkari'nin Yüksekova İlçesi son zamanlarda "karanlık" olaylarla gündemde. Polis ablukasında bulunan ilçede, evlere baskınların düzenlenmesi, yol kesip kimlik kontrolleri yapılması gibi uygulamalar tedirginliğe neden oldu. 


İlçede son 10 gün içinde özelikle iyi Türkçe konuşan kişiler, Van'dan gelen depremzedenin evini basarak kendilerini polis olarak tanıttı. Sözkonusu kişiler, evdeki yurttaşlara "Siz Kürt müsünüz" diye sordu. Bunun karşılığında "evet" cevabını alan kişiler, "çıkarın silahları" diyerek 650 TL'yi gasp etti. Olaydan 3 gün sonra tekrar aynı evin kapısı benzer kişiler tarafından zorla açılmak istendi. 

Çarşı merkezinde polisin sürekli devriye attığı bir noktada bulunan Kaya Ekmek Fırını'na baskın yapılırken, baskın sırasında 3 kişi de gözetleyicilik yaptı. Fırın çalışanlarının telefonlarını gasp eden kişiler, iş yeri sahiplerine "arkamızdan gelmeyin, yoksa öldürürüz" tehdidinde bulundu. 

İlçenin çeşitli yerlerinde 8 araç kundaklandı. 

İlçe Jandarma Komutanlığı ve Komando Tugayı'nın 100 metre karşısındaki 12 ailenin kaldığı 5 katlı bina kundaklanmak istendi. Ancak bina sakinlerinin fark etmesiyle kundaklanma engellendi. 

Mehmet Soydan adlı yurttaşın evinde 30 bin TL'lik ziynet eşyası gasp edildi. 

İsmail Onay'a ait iş yerinin duvarı delinerek 14 vidon mazot gasp edildi. 

Yüksekova'ya 5 kilometre uzakta bulunan Beşbulak (Dara) Köyü'nde Mesut Çardakçı'ya ait 50 koyun, İnanlı (Xalane) Köyü'nde ise 30 koyun çalındı. 

Çeşitli mahallelerde yollar kesilirken ve kimlik kontrolleri yapılmaya başlandı. 

Son olarak da Adil Kanar'a ait kuyumcu dukanı soyuldu, 120 milyarlık altın gasp edildi.

‘UYGULAMALAR DİPLOMALI FETULLAHÇILARIN İŞİDİR’

Yüksekova BDP İlçe Başkanı Rüstem Demir, yaşananların bilinçli ve organize olduğunu söyleyerek, "Gever'e yönelik bir konsept başlatılmıştır. Bu konseptle direnişte olan ve muhalefetçi kimliği ile tanın ilçemizi fuhuş, hırsızlık gibi çeşitli onursuz yaklaşımlarla tanıtılmak istenmektedir. İlçedeki demokratik mücadelenin önünün tıkatılması için her tarafa MOBESE koyanlar, çok ilginçtir bu tür olaylara girenleri tespit edemiyor. Halkımızı uyarıyoruz, ilçemizde çok kirli oyunlar oynanmaktadır. Diplomalı Fettuhlahçılar halkımızı karşı karşıya getirmek istemekteler. Mahalle meclislerimizi boşa çıkarmak istemekteler. İlçemizde gelen Gülenciler halka gidemedikleri için halkla hareket arasında güvensizlik yaratmak, halkta korku ve endişe yaratma çabasındalar. Bunun benzeri Van'da ortaya çıktı. Kentte gece hırsızlık yapanlar gündüz aleyhte propaganda yaptıkları örneği ortadadır" dedi.

ÇETE ELEMANLARI KÜRT VE YÜKSEOVALI DEĞİLLER’

İş yerinin gasp edilmesinden sonra hırsızların yakalanması yerine, bir çalışanlarının emniyete götürülerek sabaha kadar tutulduğunu dile getiren Kaya Ekmek Fırını sahibi Nusret Kaya, bu tür olayları yapanların kesinlikle Kürt ve Yüksekovalı olmadığını dile getirdi. Kaya, "Çok iyi Türkçe konuşan 3 kişi fırına gelerek gasp olayını gerçekleştirirken, 3 kişi çarşı merkezinin belli noktalarında nöbet tutmuşlar. Fırında iki kişi, gece vardiyasındaydı. Kasada para bulamayan maskeli kişiler şarjda olan telefonu alarak, 'bizi takip etmeyin yoksa vururuz' tehdidinde bulunmuştur. Ortaya çıkan bu çete sanki bilinçli olarak organize edilmiş" diye konuştu.

Gozlan: Seçimlerde Kürtlerin Başarısı Erdoğan’ı Çıldırttı


Erdoğan hükümetinin “demokrasi”, “laiklik” ve “jeopolitik” politikasını “Türk Sahtekarlığı” kitabında deşifre eden tanınmış Fransız gazeteci ve yazar Martine Gozlan, ANF’ye verdiği mülakatta, 12 Haziran seçimlerinden Kürt çıkışı ve CHP’nin hafif oy artışı ile ortaya çıkan muhalefetin Erdoğan’ın çileden çıkardığını söyledi. Gozlan, “Ordudan nefret eden Erdoğan’ın Kürtler sözkonusu olduğunda despotik bir başkomutana dönüşmesi çok garip” dedi.

Marianne dergisinin ünlü Ortadoğu muhabiri ve yazar Martine Gozlan ile Grasset yayınlarından son çıkan kitabı “Türk Sahtekarlığı” (L’imposture turque) kitabı ve Türkiye’deki mevcut durumu konuştuk. Aynı zamanda din ve toplum sorunları uzmanı olan Gozlan’ın 1994 yılında “İslam ve Cumhuriyet” (L'Islam et la République), 1996’da “İslami entegrizmi anlamak için” (Pour comprendre l'intégrisme islamiste), 2004’te “Allah’ın cinsiyeti” (Le Sexe d’Allah), 2005’te “İslam Arzusu” (Le Désir d’islam) ve 2008’te ise “Sünniler-Şiiler: Neden birbirlerini öldürüyorlar” (Sunnites-Chiites : pourquoi ils s’entretuent) isimli kitapları da çok tartışma yarattı.

ERDOĞAN’IN ÜÇ YALANI
*Batılı güçler Erdoğan’ın Türkiye’sini Arap dünyası için bir model olarak sunarken, hangi nedenler sizi “Türk Sahtekarlığı”nı yazmaya yöneltti?


Kendi hükümet modelini demokrasi ile islamizm arasında mutlu bir evlilik olarak anlatmaya sarılan Sayın Erdoğan’ın konuşmalarının niteliğini belirtmek için “sahtekarlık” terimini kullandım. Oysa üç yalanla işimiz var:

Demokrasi Yalanı

Önce demokrasi yalanı, çünkü ifade özgürlüğü terörizmle ilişkisi olduğu gibi hayali gerekçelerle düzenlenen baskınlarda gazeteci ve yayıncıların tutuklanması ile tehlikede. Geçen haftaya kadar 70 dolayında gazeteci tutukluydu, 46’sı da son günlerde gözaltına alındı (Son bilançoya göre 20 Aralık’ta düzenlenen operasyonlarda 49 gazeteci ve medya çalışanı gözaltına alındı, 24 Aralık’ta 36’sı tutuklandı).

Laiklik Yalanı

Sonra laiklik yalanı, çünkü laiklik değerleri ancak muhaliflerin Mustafa Kemal ve 1924’te Halifeliğin kaldırılmasından bu yana Türkiye’nin orijinalitesi ve büyüklüğüne bağlanmasıyla yaşam bulabilir. AKP ve liderinin hedefi, toplumun yeniden İslamlaştırılmasını daha da derinleştirmektir. Büyük basın gruplarının Başbakan’ın yakınlarının-özellikle damadının- kontrolüne geçmesi bu açıdan belirleyicidir. Uysal bir basınla sözkonusu olan, türbandan alkol tabusuna kadar “İslami olarak doğru” davranışların mesajını vermektir. Rejimin dilediği modernite bir hayal ürünüdür. Topluma yayılan ultra-muhafazakarlık, geleneksel rolleriyle evlerinde kalmaları istenen kadınların statüsü ve bazıları İstanbul’da 2010’da galerileri saldırıya uğrayan sanatçılar için endişe kaynağı oluyor.

Jeopolitik Yalanı

Son olarak, jeopolitik yalanı ile Doğu’ya doğru jeopolitik bir yayılmanın yenilenme ve büyüklük sembolü olduğuna inandırılmak isteniyor. Oysa Türkiye’nin Doğu ve Batı arasında, İsrail ile İslam Dünyası arasındaki ayrıcalıklı arabuluculuk yeridir ona uluslararası alanda yer veren. Recep Tayyip Erdoğan, son örneği Paris ile Ankara arasında Ermeni sorununda görülen, bir kriz diplomasisinden hoşlanıyor.

*Batı’nın bunca övdüğü “Türk modeli” ve Erdoğan’ın dilinden düşürmediği “ileri demokrasi”nin ötesinde, gazeteciler, sendikacılar, öğrenciler, seçilmişler ve avukatlar açısından dünyanın en büyük cezaevine dönüşen ve başında kendisini eleştiren herkesi susturmaya çalışan bir hükümetin olduğu bir ülkeyi nasıl tanımlıyorsunuz?

ERDOĞAN’IN OTORİTERİZMİ İLE TETANİZE OLMUŞ DÜŞÜNCE


Burada, sizi biraz ılımlaştırmak istiyorum. İnsan haklarına yönelik olarak ağır bozulmalara ilişkin az önce saydığım AKP Türkiye’si ‘dünyanın en büyük cezaevini’ oluşturmuyor! Aşırı tepkiler ters etki yaratır. Bu şekilde Sayın Erdoğan’ın destekçilerine argüman kazandırılıyor. Konu, daha fazla ekleme yapmaya ihtiyaç göstermiyor, Avrupa Birliği’nin kendisi düzenli olarak rejimi düzene çağırıyor. Eğer bugünkü Türkiye’yi tanımlamak gerekirse, Başbakanının otoriterizmi ve aynı zamanda seçimlerde ve uluslararasında birinci argümanı olan büyüme cazibesiyle geniş bir şekilde tetanize olmuş bir düşünce ile direnen medya, cesur entelektüel ve eğitim görevlileri, sanıkları savundukları için tutuklanmaya başlayan avukatların içerisinde olduğu mutsuz ve ezilen diğer düşünce saçağı arasında ayrım yapmamız gerekiyor.

AVRUPALI ENTELLEKTÜELLERİN TÜRK MODELİ HAYRANLIĞI
*Peki neden Avrupa AKP hükümetinin baskıcı pratikleri karşısında bu kadar hoşgörülü ve öncelikli olarak özgürlükler değil de ekonomik büyümeden bahsediyor?

Tekrar ediyorum, Avrupa 2011 yılında birçok kez Türk hükümetinin dikkatini kendisini suçlu olarak gördüğü insan hakları ihlallerine çekti. Bu da Avrupalı entelektüellerimizin sahte Türk modeli hayranlığında bir şey değiştirmiyor. Dün İslam’a karşı set oluşturduğu gerekçesiyle Arap diktatörlerini kendilerine uyduran da yine bu entelektüellerdi! 2003’te bölgede yıkıma yol açan Irak’taki kriminal ve çılgın Amerikan müdahalesini alkışlayanlar da aynılarıydı. Düşünce yaratıcılarının çılgın bir şekilde modellere ihtiyacı vardır… Ne yazık ki kendileri düşünemiyorlar.

CEMAAT POLİSİ, YARGIYI VE İŞ DÜNYASINI ELİNDE TUTUYOR
*Kitabınızda Fethullah Gülen cemaatinin devlet içerisinde büyüyen etkisine dikkat çekiyorsunuz. Bazıları da AKP-Gülen koalisyonunun ülkeyi yönettiğinden bahsediyor. Bu cemaat ve toplumdaki rolü konusunda ne düşünüyorsunuz?

Cemaatlerin Türkiye’de uzun bir hikayesi var ve toplumun derin katmanlarında Kemalist devrime karşı direndiler. Askerlerin intikamından korktuğundan ABD’de sürgünde yaşayan-ki Erdoğan askerleri tamamen susturdu- Fethullah Gülen’inki ise sadece eski Türk cemaat toplumunun zemindeki eğilimlerini yeniden üretmekten ibaret: ultra-muhafazakarlık, üyelerin gizli dayanışması, eğitim, siyasi ve mesleki ortama sızma.

Fethullah Gülen kendi tarikatının cesur hümanistlerin bir derneğinden başka bir şey olmadığını iddia ederek çok yapay bir kaldıraçla (zemindeki cemaat toplumunu eğilimlerini) tatmin etti. Bu saçmalıklar ABD’de çok iyi gidiyor! Gerçekte ise, Türk toprağında, cemaat polisi, yargıyı ve iş dünyasını elinde tutuyor. Erdoğan seçim kampanyalarında geniş bir şekilde ona dayandı. Polis ile tarikat arasında ilişkiler üzerine bir araştırma, bugün birçok gazetecinin uzun yıllar cezaevine girmesine yol açıyor, özellikle yasaklanan ama paltoların içerisinde dolaşan ‘İmam’ın ordusu’ kitabını yazan Ahmet Şık gibi. AKP içerisinde gericiliğe ayak direyen bazı çevreler Başbakan’ın tarikatla arasında mesafe koymasını istediği iddia ediliyor. Ama korku ve yüreksizlik egemen olduğu için, azınlıktalar.

HALEN DEMOKRASİ OLDUĞU İÇİN ERDOĞAN ÖFKELİ
*Bir yandan basın ve ifade özgürlüğünün kötüleşirken, diğer yandan sindirilen ve hükümetin resmi ideolojisine açık bir şekilde yatan Türk medyası gerçeği var. Bu koşullarda ve böyle bir hükümetle yeni bir demokratik anayasa yapmak mümkün mü?

Haziran 2011’deki son seçimlerde Kürt partisinin çıkışı ve kemalist Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) oylarının hafif artışı, Erdoğan’ın anayasayı yeniden yazmadaki sabırsızlığını hafifçe frenledi. Bir muhalefet var; CHP yeniden halka ulaşmayı sağlayacak yeni bir strateji düşünüyor ve Kürt partilerin tartışmasız bir meşruiyeti var. Bir otokrat olan Erdoğan’ı çileden çıkaran tam da budur. Bu nedenle Kürt adayları içeri attı ve CHP eylemlerini izleyen gazetecileri taciz etti.

Gerçekte, Türkiye halen de bir demokrasi var ve Erdoğan’ın davranışlarını sertleştiren de budur: Bunu es geçmek istiyor, şimdiden polisi, adaleti ve basını kontrolü altına aldı. Bu ülkede Erdoğan’a karşı mücadele eden demokrasiden geri kalan budur!

TUTUKLAMALAR ÇÖZÜMDEN UZAKLAŞTIRIYOR
*Bir de, Ortadoğu’nun demokratikleşmesinin anahtarı olarak görülmesine rağmen sessizlikle geçiştirilen bölgenin kalbindeki bir Kürt sorunu var. Türk, İran ve Suriye baskıları ile uluslar arası sessizliğe rağmen, Kürtler sokakları terk etmiyor ve Arap Bahar’ının onlarca yıl öncesinden beri kendi mücadelelerini veriyor. Dünyadaki halk ayaklanmalarının bu kritik noktasında Kürt sorunu karşısındaki “AKP sahtekarlığı” ve uluslararası suç ortaklığını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Kürtlere karşı yürütülen korkunç zulüm aşırıları teşvik etmekten başka işe yaramaz. Başlangıçta Erdoğan hükümetinin yumuşama kartını oynayacağına inanıldı. Öyle olmadı ve terörizmle ilişkili olduğu biçimindeki yalan suçlamalarla Kürt gazeteci ve yayıncıların tutuklanması barışçıl bir çözümden daha da uzaklaştırıyor.

Tutuklamaya ve tüm kurumlardan sökmeye varacak kadar ordudan nefret eden Erdoğan’ın Kürtler sözkonusu olduğunda despotik bir başkomutana dönüşmesi çok garip. Bana göre Kürtler iki kötülükten açı çekiyor. Birinci kötülük onlara dışarıdan saldırıyor, az önce bahsettik. İkincisi içerden onları kemiriyor: Bu PKK’ye hayranlık ve bağlılıktan geliyor. Buna karşın toplumda demokratlar eksik değil ve onların sesidir uluslararası alanda duyulmasına ihtiyaç olan. Kürtlerin onuru ve tanınma ihtiyacını yüksek ve güçlü bir şekilde taşıması geren bu barışçıl, rasyonel ve aydın sestir. Aynı zamanda sorun uluslar arası toplumu da bitkinlikle vuruyor zira birçok ulus ve birçok ülkeyi zan altında bırakıyor. Bu anlamda, Amerika’nın çekilmesi ertesinde parçalanma riski taşıyan Irak’ın belirsiz geleceği Irak-Türk-Kürt sorununu sahnenin önüne taşıyacak.

ARAP BAHARI’NIN GELECEĞİ
*Arap baharı ya da Arap ayaklanmalarının geleceğini nasıl görüyorsunuz?

Tunus gibi umudun direneceği topraklar vardır. Libya gibi başkaları da iktidar iştahı, kabilecilik ve savaş cephanelerinin yayılması göz önüne alındığında tehlikededir. Mısır’da büyük şehirlerdeki seçimlerin birinci ve ikinci turunda yelkenleri açan Sünni İslam, kadın davası ve özgür düşünceye karşı ciddi bir tehlikeye koşturuyor. İktidarın sivillere devredilmesinin isteyen eylemcilere karşı Mısır ordusunun zulmü aşırı uçları sertleştiriyor. Tüm bu ülkeler için, korkutan ekonomik koşullar istikrarsızlığı kuşkusuz ağırlaştırıyor. İslamcı iktidarların ekonomi yasasıyla yüzleşmesi gerekecek ve burada şeriatın yapabileceği fazla bir şey yok! Suriye’ye gelince, son tahminlere göre 6 bin ölümle katliamların içine sürükleniyor ve kan akışı Başar El Esad’ın kaçınılmaz sonu geldiğinde kolay bir geçişi teşvik etmeyecek. İslamcıların burada da trajedi üzerinden yükselmesi olasıdır.

Ama Tunus gibi sembol bir ülkeye geriş dönmek ve bağlamak istiyorum. Kendisini Türk modeli olarak ılımlı gösteren İslamcılar gerçekte tüm aşırı sinyalleri verdiler. Başbakan Hamadi Cebali, “altıncı halifeliğe girişi” yüceltti, hükümeti başkent Tunus yakınındaki Manuba fakültesindeki eğitimcilere yönelik haftalardır saldırılarda bulunan Sünni İslamcılara polisin ne müdahale etmesini istiyor ne de buna cesaret ediyor. Bu komandolar tamamen örtülmüş kız öğrencilerin derslere devam edebilmesini dayatıyorlar. Şimdiden açık öğretmenleri rahatsız ettiler ve profesörleri tartakladılar. Neden polis müdahale etmiyor? Ekim ayındaki son seçimlerin arifesinde şu an iktidardaki parti Ennahda’nın siyasi bürosunun bir üyesi Sünni İslamcılara karşı sertleşme değil “iyileştirme” yapmak gerektiğini bana açıklamıştı.

Sadece, karşıda, çok değişen ve cesur bir toplumumuz var. İnanıyorum ki hayati önemdeki 2012 yılı boyunca iyiyi kötüden, İslamcı demagojiyi demokratik realite ve akıldan ayırmayı bilecekti.

Hayatın En Güzel Yolculuğu

Babamın, dedemin izlerini sürdüm. Dedemi hiç tanımadım, çünkü 1936 yılında ölmüş. Ben doğmadan 12 yıl önce. Dedem Ömer Efendi bir müderristi. Onun babası da din adamı. Zara’dan gelmiş, Ordu Mesudiye’nin dağlık yöresindeki Beysekü köyüne. Kardeşlerinden birinin Kürtçe bildiğini söylediler Beysekü’de... Kimine göre Haylık da varmış işin içinde...

Neden Zara’dan Mesudiye’ye gelmişler bilinmez. Belki de 1877 Osmanlı-Rus savaşının bölgede yarattığı altüstlükten dolayı terketmişler Zara’yı ya da yerel çatışmalardan, kim bilir? Bu benim tahminim. Zara, o zamanlar Kürt ve Ermeni ağırlıklı bir nüfusa sahip...

Babam, bir köy öğretmeni iken, o da iz sürmek için gider Mesudiye’ye. Ve Beysekü’nde dedesinin ailesinin Zarakol diye çağrıldığını öğrenir ve bu soyadını almayı o önerir aileye.

Dedem, Ömer Efendi ile ağabeyi birlikte yollara düşüp Mesudiye’den Çorum Medresesi’ne gitmişler. Orada iki kardeşin yolu ayrılmış. Ağabeyi Nakşibendi tarikatı yolunda gitmiş. Nitekim daha sonra Niksar’a giderek Nakşibendi şeyhi olmuş ve orada bir kütüphane oluşturmuş.

Ömer Efendi ise ilim yolunda yürümeye karar vererek, İstanbul’a, Gülhane’deki Zeynep Hatun Medresesi’ne gelmiş. Abdulhamit döneminde Hatta beratını ondan aldığını söylerler. Sonra yola düşüp Niksar’a ağabeyinin yanına gitmiş, medrese hocası olarak. Orada Arif Bey diye bir zabitin kızkardeşi, Naciye Hanım ile evlenmiş, yani babaannemle.

Arif Dayı, 1914 kışında Allahüekber Dağları’nda az sayıda sağ kalıp, Çarlık ordusuna esir düşenlerden. Ve orada 1917 devrimine de tanık olur. (Meraklısına; Arif Ölçen’in Sibirya’da tuttuğu günlük, Valutra Nehri başlığıyla Türkçe olarak ve Amerika’da bir üniversite tarafından İngilizce olarak yayınlandı) Arif Dayının oğlu Nejat Ölçen’i ve Makbule Halamı da bu arada Çamlık yaylasında ziyaret ettim, geçen yaz. Ama önce babamların çocukken gittiği perşembe yaylasına gittim.

Oradan ver elini babamın 6 yıl öğretmenlik yaptığı Geyran köyüne ve Düden yaylası... Geyran bir Alevi köyü. Babam ile köyün ağası elele verip, burada bir okuma seferberliği başlatmışlar. Bugün yörenin en fazla öğretmen yetiştiren kasabası olmuş eski Geyran köyü. Daha 70’lerde kültür festivalleri düzenleyen bir yer... Babamın öğrencileri ile tanışmak ayrı bir keyifti. Onların dediğine göre, babam “İslamın özü Alevilikte” dermiş onlara. Babam keman ve dayısının bizzat yaptığı tamburu çalarmış onlara, kurdukları sohbet sofrasında. Önce dedemin doğduğu evde, sonra oradan yola düşüp babamın yaşadığı köy evinde uyumak bambaşka bir duyguydu.

Geyran’a 12 Eylül darbesinden sonra bir binbaşı çok zulüm etmiş, ‘solcu’ diye adları çıktığı için.

Ordu Fatsa’dan çıkmıştık sarı kızla yola, bir tek Reşadiye’den yukarı vururken nefesi tıkanmıştı Vosvos’un. Her yerde 12 Eylül’ün izlerini de kovalıyorduk bir yandan da.

Ve aklıma ailenin ilk komünisti gelmişti aklıma. Babamın dayısı Arif Bey, kucağında ölen binbaşısının kızını Beşiktaş’ta bulup evlenmiş ve onun erkek kardeşini de Kuleli’ye vermiş... Ve bu adamcağız çiçeği burnunda bir teğmen iken, salt solcu arkadaşları var diye, bir yemek resmi ‘delil’ kabul edilerek, 5 yıl hapse atıldığı gibi, hayatı boyunca da izlenmiş. Hani 1938 Nazım Hikmet operasyonu vardı. İşte onun kurbanlarından. Sarıkamış şehidinin yetimi falan takmamış Fevzi Çakmak Paşa...

Dedem Ömer Efendiyi, Niksar’da “Meletli Hoca” diye anarlar, Şeyh Ağabeyinin (Zarakol Efendi!) yanında gömülü Melik Gazi Mezarlığı’nda. Ve şimdi ziyaret yeri!

Babam 1936’larda bir yandan da Aksaray’da Pertevniyal Lisesi’nde dışardan bitirme sınavları verirken, babası da gelmiş İstanbul’a, birlikte önce Gülhane’deki Zeynep Hatun Medresesi’ne gitmişler, tabii çoktan kapatılmış. Sonra oradaki Alemdar sinemasına gitmişler. (Ne yazık ki bugün otomobil galerisi) Tarzan filmi varmış, Tarzan Jane’yi öpünce, babam dedemin yanında çok utanmış. Çok ilginç tam o sıralarda Cemil Meriç de Antakya’dan gelmiş, Pertevniyal Lisesi’nde son sınıfı bitirmeye çalışmakta, bir yandan da Hikmet Kıvılcımlı’nın, Kerim Sadi’nin yayınevlerini ziyaret etmektedir.

Ayşe Nur’un annesi ise Arnavutköy Kız Koleji’nde çabalamaktadır.

Mesudiye kasabasının eski adı ‘Meletis’ Melet soyundan gelir. Mesudiye’de turlarken çok hoş bir tesadüfle karşılaştık. Oradaki Rum Kilisesi restore ediliyordu. Genç mimar bir karı-koca, mütevazi bir şekilde, reklam falan da yapmadan bu tarihi mekanı, Kültür Bakanı’nın desteği ile hayata döndürüyorlardı.

Ve sarkık bıyıklı bir “sözde” üniversite hocası, “Ordu’da bizim ödediğimiz vergilerle nasıl kilise restore edilir” diye protesto ediyordu! Meğer Ordu’da sözde “üniversite” varmış! Şimdi mahpus damında gözümün önünden hiç gitmiyor o dağların ve yaylaların görüntüleri, güneşin batışındaki ışık ve gölge oyunları, dağa çöken sis ve kör gözle, çakıl taşlarını kerteriz tutarak dağdan kıyıya inişimiz...

O sis sanki hayatımızın geçtiği bir zaman tüneli idi. Orada göçler vardı, tehcirler, kıyımlar, sürgünler vardı, savaşlar, esirlikler, mahpusluklar, darbeler, farklı inanışlar, farklı yollar...

Ve hepsi bizi oluşturan köklerimizdi. Bu benim zaman tünelinde hayatımın en güzel yolculuğuydu...

Not: Şıh amcaya ne mi oldu? Efsane dolu, yazmalar kütüphanesi 1925 yılında darma dağın oldu. Medreseler kapanınca dedem de işsiz kaldı. Ailesi yoksullaştı. Tokat valisinin çektiği zılgıttan sonra Şıh amca “melon” şapka giydi!

Ragıp ZARAKOLU

Fetullah Gülen Emretti Eğitim Destek Evleri Kapatlıyor

Kürdistan’daki savaş derinleşerek tüm yaşam alanlarına yayılıyor. Türkçü-islamcı ideolojinin inkar ve asimilasyon politikaları, Kürtlerin bilinci ve mücadelesiyle açık bir yenilgiye uğratılınca, bu kez Kürtlüğü inkar etmeden, İslamcı Türkçülük ile, AKP-Gülen koalisyonu yeni bir saldırı başlattı. Artık enseden tek kurşun yerine, Kürtlere ötanazi yaptırılmaya çalışılıyor. Bilindiği gibi ötanazide “özne” ölümü kendi rızasıyla kabul eder. Bu yeni savaş planında tüm direnen özgür Kürtler düşmandır. Direnme ve mücadele inancı kalmamışlarla, ruhunu ve vicdanını pazara çıkaranlar ise “iyi ve makul Kürt”tür.

İşte böyle bir iklimde, AKP – Gülen hükümeti her alanda saldırıyor. Kürt halkının mücadele ve eylem potansiyeli taşıyan her bireyi, her topluluk veya kurum hedeftir. Bu çerçevede BDP’li belediyelerin hizmetlerine yönelik saldırılar da başladı. Erdoğan’ın 29 Mart seçimlerinde Kürdistan’da aldığı büyük yenilgi, Fetullah Gülen’in başarısız kalan dershanecilik sızmaları bir dayanışma ihtiyacı doğurdu. Önceki gün kapatılan Siirt ve Batman Eğitim destek evleri bu “dayanışma”nın bir parçasıydı.

BDP’li belediyelerin, bir eğitim projesi olarak geliştirdiği “Eğitim Destek Evleri” neden açıldıktan beş altı yıl sonra kapatılıyor?

BDP’li belediyeler, yoksul ve dar gelirli ailelerin çocuklarına destek amacıyla, bir çok il ve ilçede eğitim destek evleri açtı. Valilik ve Kaymakamlıklar belediyenin bu hizmeti konusunda başından itibaren bilgilendirilmişti.

Başta Bağlar, Kayapınar, Suriçi, Batman ve Siirt belediyeleri olmak üzere, bir çok belediyeye bağlı eğitim destek evleri, altı yıldan beri orta ve lise çağındaki öğrencilere hizmet veriyor. Okul müfredatına paralel olarak matematik, fen bilgisi, coğrafya, tarih ve edebiyat derslerinin verildiği bu evlerde, orta dereceli okullara ve üniversitelere hazırlık yapılıyor. Ayrıca bu eğitim evlerinde stranç, bilgisayar, resim gibi kurslar da veriliyor. Yerel yönetimler ve belediye hizmetleri mevzuatına uygun, denetime açık bu eğitim destek hizmetleri, kısa sürede öğrencilerin ve ailelerin beğenisini ve taktirini kazanınca hızla yaygınlaştı. BDP’li belediyelere ailelerin başvuruları arttı. Bu eğitimlere devam eden öğrencilerin, orta öğrenim ve üniversite sınavlarında başarılı olmaları, bu hizmetin yaygınlaşmasına yol açtı.

Bu tablodan aileler ve öğrenciler memnundu ama Kürdistan’ı diyanet, eğitim, kültür ve ticaret kurumları ile işgale çalışan Fetullah Gülen oldukça rahatsızdı. Çünkü Belediye Eğitim Destek Evleri, Mehmetçik-Gülen eğitim projesini çökertti. Kürdistan’daki Mehmetçik dershaneleri ve Gülen Cemaati dershanelerinin alanı daraldı. Bu daralmayı yaratan doğrudan BDP’li belediyelerin eğitim hizmetleriydi. Bu nedenle önceki gün, Siirt ve Batman Belediyesi eğitim destek evleri devlet tarafindan kapatıldı. Ancak bu kapatmanın gerisinde Fetullah Gülen ve cemaatinin bulunduğu kesin. Çünkü Belediye eğitim destek evleri gelişip büyüdükçe Fetullah Gülen’in dershaneleri küçüldü, daraldı ve etkisini kaybetti.

Kürt öğrencileri asimile ederek, tamamen Türk-islam ideolojisinin hizmetine sokma amacı taşıyan Fetullah Gülen, bu amacını 1 Kasım tarihinde yaptığı ve kamuoyuna yansıyan konuşmasında açıkça ilan etmişti. (Fethullah Gülen, www.herkul.org sitesinden yaptığı açıklama, 1 Kasım 2011)

Gülen ABD’de, Pensilvanya’daki şatosunda, direnen Kürtlerin zorla, kötekle, gerekirse imha edilerek, evleri yakılarak etkisiz kılınması gerektiğini, ordunun bu kadar desteğe rağmen hala bu sorunu çözememesinin anlaşılamadığını belirtiyordu. Gülen kendi projesini de şöyle açıklıyordu:

“Keşke, o bölgeye gönderilen muallimler, bugün dünyanın dört bir tarafına ciddi fedakârlıklarla hicret eden gönüllüler gibi, dönmemek, orada ölmek ve oraya gömülmek üzere gitselerdi. Keşke o halkın karakterini çok iyi bilen, çok ciddi bir empati mülahazasıyla onları doğru okuyan ve ona göre muamelede bulunan vaizler gönderebilseydik. Keşke her köye olmasa bile birkaç tanesine bir sağlık memuru, pratisyen hekim gönderebilseydik de okullardaki sağlık derslerini onlar verseler; hem mesleklerini icra etme yoluyla hem de okuttukları çocuklar vesilesiyle ailelerin içine girseler ve kendilerini ifade etselerdi. Keşke halkı öyle kucaklayabilecek adliyeden insanlar ve mülkiye memurları gönderebilseydik… Otuz sene değil, on sene evvel bile ülkeyi idare edenlerin aklı bu işe erseydi ve bunlar bugüne kadar gerektiği ölçüde yapılabilseydi, bugün o problemler kökünden kurutulamasa da en aza indirilmiş olacaktı.”

İçlerinde Kürt kökenli siyasetçi ve yazarların da bulunduğu yalaka bir kesim, bu konuşmaları çok olumlu bularak “Gülen’in Kürt Açılımı” diye yutturmaya çalışsa da, Kürt halkı bunun bir savaş konuşması olduğunun bilincinde. Fetullah Gülen ve şurekası direnen, özgürlük isteyen Kürtlere savaş ilan etmiş ve bu savaşı yürütmektedir. Fetullah Gülen, devletin otuz yıldır yürüttüğü silahlı mücadelede yenildiğini açıkça itiraf ediyor. Kürdistan’daki kimlik ve kültür kırımının, bu kez farklı yöntemlerle, resmi ve gönüllü devlet personelince yürütülmesini öneriyor. Bir süre önce önerilen “devlet kadrosu melle” fikri de bu projenin bir parçası. Sağlık memurundan imamına, doktorundan öğretmenine kadar, Kürdistan’da devletin resmi memurlarının hem mesleklerini icra etmelerini, hem çocukları ve ailelerini Türk-İslam ideolojisi için ajanlaştırmalarının çok isabetli olacağını belirtiyor. Gülen’e göre bu öylesine ulvi bir görevdir ki, bu görevler gönüllü yapılmalı, bu görevlere talip olanların Kürdistan’a gitme kararı yetmeyecek, “oraya gidenler orada ölüp oraya gömülmeyi göze almalıdır”.

ABD’nin himayesinde, imparatora kayıtsız koşulsuz biat ederken başkalarına ölmeyi önerecek kadar imanlı(!) ve cesur(!). Lakin kan şekeri yükseldiği için daha fazlasını yapamayan bir fani…

Fetullah Gülen, Kürdistan’a giriş projesini çok önemsiyor. Dershaneciliğin bu yolda çok önemli bir araç olduğuna inanıyor. “Biz dershaneciliği destekleyeceğiz… Bir dökeceksin bin gelecek” diyor. Machiavelli Gülen’in konuştuklarını, yaptıklarını duysa sevinçten çıldırır, “İşte sözünü ettiğim prensim bu” derdi. Çünkü Gülen için, Kürdistan’ın işgali ve Kürtlerin inkarı yolunda her şey mübah. Kürtleri kastederek “…altını üstüne getir, ocağına ateş düşür, kökünü kurut” diye tanrıya yalvarmıştı. Başka bir konuşmasında da diyorki, “Gerekirse mahkemelerin altını üstüne getireceksin, avukatları da kiralayacaksın hakimi de”. Görüyorsunuz mübarek hem dünyevi hem uhrevi çalışıyor(!). (http://www.youtube.com/watch?v=PbN3HSRCz9M&feature=related)

Belediye eğitim destek evlerinin kapatılması ile Fetullah Gülen’in önü açılmak isteniyor. Peki açılır mı? Göreceğiz. Ancak Fetullah Gülen, Gül, Arınç, Erdoğan, Yalçın Akdoğan, Ahmet Altan, Orhan Miroğlu, Bejan matur, Kemal Burkay, Muhsin Kızılkaya ve diğerleri her şeyin para ile alınıp satılmadığını görecekler ve öğrenecekler.