13 Aralık 2011 Salı

Sarı Sendika’dan Yeşil Sendika’ya: MEMUR SEN

Hemdem Nurhak
Sarı sendikacılık, esasen patrondan yana sendikanın işçi sınıfının hak ve özgürlükler mücadelesini yürüten sendikalardan farkının belli olması için kullanılan renk idi. Alelacele kurdukları ve takiyecilik şimdiki kadar gelişmediği için patronların akıllarına başka çare gelmemiş olmalı.

Sınıf mücadelesinin keskinleştiği yıllarda sarı sendikalar kapitalizmin can simidi haline geldiler. Başta grev kırıcılığı olmak üzere sermayenin ileri karakolu olarak görev yaptılar. Türkiye’de de 1952 yılında aynı amaçla Türk-İş kuruldu. Türk-İş o gün bugündür devlet sendikası olarak sınıf mücadelesine karşı “dalga kıran” görevi gördü. Ancak son yıllarda “devletin AKP’lileştirilmesi” doğrultusunda o da AKP sendikasına dönüştü. 8-11 Aralık tarihilerinde yapılacak 21. Genel Kurulu’nda Sendikal Güç Birliği Platformu’nun bu kuşatmayı kırıp kırmayacağı, yeni bir çıkış yapılıp yapılamayacağı merak konusu.

2001 yılında kurulan  MEMUR SEN, dünyadaki sarı sendika örneklerinden ve Türkiye’de TÜRK-İŞ’ten bazı farklılıklar gösteriyor.

Tabloya bakıldığında MEMUR SEN’in 10 yıl içerisinde yüzde 1230 arttığı görülmektedir. Oysa aynı sürede Kamu-Sen yüzde 9 artış gösterirken KESK yüzde 1.1 üye kaybetmiş.

MEMUR SEN, yüzde 1230 üye artışı kazandığı sıralarda dünyada 1960’larda yükselen işçi hareketlerinin 1970’lerin sonuyla birlikte gerilemesi ve 1980’lerde uygulanmaya başlanan yeni liberal politikalar nedeniyle, sendikalaşma oranlarının hızla düştüğünü görüyoruz.

Son beş yılın işçi sendikaları verilerine göre sendikalaşma oranları ABD’de yüzde 12, İngiltere’de yüzde 29, Fransa’da yüzde 9, Almanya’da yüzde 20, İspanya’da yüzde 15, İtalya’da yüzde 33.7, Japonya’da yüzde 18. Kamu sendikalarında durum daha da kötü.

Peki MEMUR SEN ne yaptı da üye sayısı bu kadar arttı? Özelleştirmelerin, hak kayıplarının, kamuda taşeronlaşmanın, sağlıkta piyasalaşmanın, baskıların bu kadar arttığı son yıllarda MEMUR SEN nasıl bir mücadele verdi de kamu emekçilerinin ilgi odağı haline geldi? Kamu emekçilerinin yüz yıllık mücadele tarihinden gelen ve uluslararası sözleşmeler, AİHM kararlarıyla güvence altına alınan grev hakkının engellenmesi karşısında ne yaptı? Hükümet dışında tüm Türkiye’nin destek verdiği Tekel direnişine bile ne kadar destek verdi? Toplu görüşmeler komedisinde nasıl bir mücadele verdi? Hükümete karşı nasıl bir mücadele verdi de AKP yetkilileri her gün MEMUR SEN’i övme ihtiyacı duymaktadır?!

Hakkını yemeyelim, MEMUR SEN o kadar yoğunluğun içinde 2001 yılından bu yana yapılan 3 genel seçimde de il il, ilçe ilçe, köy köy gezerek AKP’ye oy topladı. Zor iş tabii, her babayiğidin harcı değil!

10 yıl boyunca bütçede çok önceden belirlenen zam oranları için memurları ikna etme görevi de MEMUR SEN’e düştü. Bu faaliyetinden dolayı Genel Başkan Ahmet Gündoğdu Başbakan’ın övgüsüne mazhar oldu ve AKP’ye milletvekili olarak değil Konfederasyon başkanı olarak daha çok ihtiyaç duyulduğundan Başbakan’ın isteğiyle görevine devam etti (bkz. 29.03.2011 Ege Telgraf - Mahir Dinç-).

Toplu görüşme “ucubesi”nin devamı ve işveren Hükümeti masada yalnız bırakmamak için canla başla çalıştı. Yüzde ‘3’lük zamları bile “başarı” olarak memurlara sunmayı başardı.

Hele bir de çalıştay başarısı var ki, sormayın gitsin... Ne KESK’in ne de Kamu Sen’in katılmadığı ve 9-11 Şubat 2011 tarihlerinde Abant’ta yapılan “Kamu Görevlilerinin Sendikal ve Demokratik Hakları Çalıştayı”na hükümetle birlikte katılarak şu anda Bakanlar Kurulu’nda olan Kanun Tasarısı Taslağı’nın hazırlığını yaptılar. KESK bu taslak için “MEMUR SEN-AKP ortak yapımı” diyor. Hükümet de bu eleştiriyi ret etmiyor. 4 Aralık’ta Memur-Sen Bursa Temsilciliği hizmet binasının açılış törenine katılan Bülent Arınç, “...Yasada değişiklik yapılacak ve MEMUR SEN’in görüşleri, mücadelesi doğrultusunda yasa değişikliği yapılıp toplu sözleşme imzalanacak.” diyor. Ve 12 Eylül 2010 tarihinde yapılan referandumda grev hakkını yasaklayan anayasal değişikliği paketine “evet” kampanyası yürüten MEMUR SEN için “İyi ki muhatabımız MEMUR SEN” diye sevinçten uçacak nerdeyse... “Evet” demedikleri için de diğer konfederasyonlara “siz oturun oturduğunuz yerde” diyor. Salonda alkış tufanı!...

MEMUR SEN’in, hükümetin Kürt sorunundaki ilan edilmemiş sıkıyönetim uygulamalarını can siparane savunmasını da hemen not etmek gerekir. MEMUR SEN öncülüğündeki Birliğe Çağrı Platformu, hükümetin beklentileri doğrultusunda 30 Ekim tarihinde “Teröre Karşı” büyük bir yürüyüş düzenleyecekti. Van depremi sonrasında bu yürüyüş ertelendi. Ancak Genel Başkanları Ahmet Gündoğdu’nun İçişleri Bakanı’na taş çıkartan açıklamaları kimsenin dikkatinden kaçmıyor. Göçmen işçiler için “bunları sınır dışı” edelim diyen Salim Uslu’nun milletvekilliğiyle ödüllendirilmesinden sonra sıranın kendisine gelmesini bekliyor. Gündoğdu, son dönemlerde basın açıklamalarında Hükümetin açıklamalarının izdüşümü olan “ve sivil uzantıları” deyimiyle KCK operasyonlarına yönelik destek mesajlarıyla geleceğini sağlam almış görünüyor.

Siyasal geleceğini sağlama alsa da emekli olunca iyi bir maaş alma konusundaki tedirginliğini gizlemiyor. 4688 Sayılı yasada yapılacak değişiklik tartışmalarında neredeyse her toplantıda Çalışma Bakanı’ndan kıyak emeklilik talebinde bulunuyor. Bakan’ın bile “bu kadar da olmaz” tepkisi karşısında bu konu kulis çalışmalarına bırakılıyor... Yandaş medyanın bu konuyu fazla deşmemesi üyeleri karşısında rezil olmalarını engelliyor.

MEMUR SEN hem AKP propagandası hem de cemaat örgütlenmesi yapıyor. Sınıf mücadelesini muğlaklaştırdığı gibi işyerlerinde MEMUR SEN’li olmayanlar üzerinde baskı, sürgün, soruşturma politikalarına ön ayak oluyor. 25 Kasım grevi başta olmak üzere Hükümeti zorlayacak tüm eylemlerde MEMUR SEN yöneticileri eylemleri kırmak, etkisizleştirmek için hükümetten daha çok çalışıyorlar.

MEMUR SEN saymakla bitmeyecek bu icraatlarının mükafatını alıyor tabii ki. Çalışma Bakanlığı bürokratları yasa çalışmalarını MEMUR SEN yöneticileri ve uzmanlarıyla birlikte yapıyor. Bakanlık çalışma yaşamına dair temel konularda bile diğer konfederasyonlara haber vermezken düzenlemelerde MEMUR SEN mutlaka  gözetiliyor. Başbakan çalışanlara örnek sendika olarak MEMUR SEN’i veriyor. Başbakan’ın bu sözlerinden sonra işyerlerinde geleceğinden korkan birçok kamu emekçisi MEMUR SEN’e üye oluyor.

ITUC üyelik başvurusu hükümete yakın durduğu ve tarafsızlığını yitirdiği gerekçesiyle defalarca ret edilen MEMUR SEN’in hükümet yetkilileri tarafından bu kadar övülmesi tarihe not düşülecek ve kamu emekçileri mücadelesinde utanç konusu olacak bir durum.

Kamu emekçileri hak ve özgürlükler mücadelesinde baskılara, engellemelere alışıklar ve sınıf mücadelesinin tam da böylesine keskin yürüdüğünün bilincindeler. Ancak “Konfederasyonlar birbirine düştü” denmesin adına MEMUR SEN’in yeteri kadar teşhir edilmediği açıktır. Özellikle Kürt illerinde son yıllarda hızla yükselişe geçmelerine karşın hala etkili bir sınıf mücadelesi yürütülmemesi dikkat çekmektedir. Emek ve demokrasi mücadelesini yükselten ve işbirlikçi yeşil sendikal çizgiyi teşhir eden politikalara ihtiyaç var. İşyerleri boş bırakılır ve direnişçi sendikal mücadele etkin kılınmazsa mutlaka bu boşluğu sarı ya da yeşil sendikal yapılar doldurur. Israrla ve inatla taban örgütlenmesiyle, emek ve demokrasi mücadelesinin birlikte yürütülmesiyle bu sahte yapılanmalar dağılacak, emekçilerin yakasından düşecektir.

Türk Kafatasçı Irkçılığı ve 1938 Dersim Katliamı

Başbakan İsmet Paşa’nın, 1935’te “Doğu İlleri Gezisi” dönüşü hazırlayıp Atatürk’e sunduğu “Kürt Raporu”, “devlet sırrı” (kırmızı çizgisi) olarak devlet kasasında saklı tutuluyor. Neden mi? Çünkü devlet, “Türk” olmayan vatandaşın asimile edilmesini ve hizmetten yoksun bırakılmasını öngörüyor da ondan. Daha açık bir söylemle, bu raporda Kürtler için öngörülenle devlet, insanlık suçu işliyor. Başbakan İsmet Paşa’nın bu raporunda, Kürtler için ön gördükleri (basına sızan) birkaç başlık aynen şöyle:

-Kürtler asimile edilmelidir...


-Kürtlerin şehirlere yerleşmesi engellenmeli. Kürtlerin bulunduğu yerlerde okul açılmamalı ve açılırsa Türkçe olmalıdır...


-Boşalan Ermeni köylerine Kürtlerin yerleşmesi engellenmelidir...


-Dersim’e müdahale edilmelidir... Dersim tedip ve tenkil edilmeli...


Önce bunlar, ne anlama gelir ona bir bakalım:


1-)
Başbakan İsmet Paşa; “Kürtler asimile edilmelidir” diyor.

2-)
Anadili Kürtçe olan vatandaşların bulundukları yer ve yöreye “okul açmamak”, devlet olanaklarından yoksun bırakmak, devlet niteliğiyle bağdaşmayan ilkel bir ayırımcılıktır. “Kürtlerin boşalan köylere yerleşmesinin engellenmesi” ifadeleri, o köylerin kimin için boşaltıldığının, Ermenilere yapılan zulüm ve vahşeti doğrulayan bir açıklama! Kafatası ırkçılığının; Ermeni’den sonra Kürt’ü “iç düşman” yapan sıralama, bu raporla örtüşüyor.

3-)
“Dersim’e müdahale edilmelidir... Dersim tedip ve tenkil edilmeli... İdama kadar infaz İlbaylıkta bitecektir... Adliye usulu basit, hususi ve kesin olacaktır.” İsmet Paşa’nın bu dayatma yasası, “önce kırım yap, sonra birkaç önemliyi göstermelik “usulen” yargıla demekti. Böyle de oldu. “Tunceli Vilayeti İdaresi Hakkındaki Kanun”la, Dersim 1937-38’de, 50-60 bin silahsız, savunmasız masum insan, sığındıkları dağ koyaklarında fare gibi zehirlenerek, üstten bomba yağdırılarak katledildi. Plan 1935, Katliam 1938, ve buna “İsyan ettiler” deniliyor.

Seyit Rıza’nın yargılaması bu vahşete kanıt


“Atatürk, iki gün sonra Elazığ’da olacak.” Emniyet Genel Müdürü Çağlayangil’e; “60 bin beyaz donlu, Atatürk’ten Seyit Rıza’nın affını istemeden işi bitir” der, Elazığ’a gönderir. Çağlayangil, bu işi nasıl iki tatil gününe sığdırdığını anlatırken; “Alpdoğan Paşa yoktu. O da ‘yukarıdaki karar tasdik olunur’ diye basmış boş kağıda imzayı” diye yazar. Seyit Rıza’nın idam kararı, bu boş imzalı kağıttan biri olur. Bu devlet tarihine “Seyit Rıza yargılandı” diye geçer.


Değerli emekli yargıç Ümit Kardaş “...Böylece hukukun, vicdanın ve ahlakın dışında bir rejim uygulanmaya başlamıştır... Sonuç bir insanlık suçu olan kıyım ve sürgündür. Dersim insanlık dışı facianın sanığı o dönemin CHP’sidir” diye tanımlar.


Milli Şef dönemi Türk ve Sünni olmayan halkı, baskı ve şiddetle asimile-sürgün ve doğrudan yok etme dönemidir. Deniz Baykal’ın Dersim için; “biz, öldürdük sonra kalanlarla oturup anlaştık, kime ne” nitelemesi CHP’nin kırdığı Dersim’de, ardıl oylarını “çantada keklik” görmesi, bu ezbere dayanır. Yakın dönemdeki birçok Kürt ve Alevi katliamlarının, CHP dönemine denk gelmesi rastlantı değil. Bu sürdürülen bir ırkçı olgudur.


İsmet Paşa’nın 1930-35’te ilkelerini belirlediği Tunceli Kanunu, hukuk dışı bir “insanlık suçu” belgesidir. Dersim Katliamı’nda insan yüreğinin elvermediği cinayetler için idam mahkumları kullanılmıştır. Bu vahşet karşısında Dersimli, CHP’nin değil, “laik cumhuriyetin çantadaki kekliği” olmuştur. 1954 seçimlerinde Dersimli, oyunu Demokrat Parti’ye verir.


Osmanlı, “Ermeni tehcirinde (kırımında)” suçluların bir kısmını tutuklar ve büyük bir kısmını Malta Adası’na sürer. İsmet Paşa bu suçluların tümünü devletin üst kademelerine yerleştirir ve Ermenilerden sonra Kürt ve Alevi katliamlarında kullanır. Bunlardan biri de Şükrü Kaya’dır. Ermeni kırımında “Muhacirin ve Aşirin Müdürü”, Adana-Halep Ermeni kırımı suçlusu Malta kaçağı Şükrü Kaya, Dersim Katliamı’nda İçişleri Bakanı’dır (24-38arası).


“Silahını teslim edene dokunulmayacak” diye halka söz verilir. Sonra öldürmeye silahını teslim edenlerden başlanır.


İttihat Terakkici CHP, kafatası ırkçılığını devlete mal eder.


“En büyük asker bizim asker”, “Her Türk asker doğar”, “Bir Türk dünyaya bedel”. Kendileri militarist olan yöneticiler, silahlı güce sağladığı imtiyazlarla halk iradesini silahların gölgesine soktu. Bu dokunulmaz, denetilmez ırkçı erk, kendini “tek kurtarıcı” sanısıyla “tatbikat yapıyorum” diye yasa ve ahlak dışı davranışıyla Dersim’de 50-60 bin masumu katletti.


Kuvvet yolu ile ulusal birliği sağlamak


Sabahattin Ali, Nazım Hikmet’le başlayan ve rutin olarak bugüne dek sürdürülen aydın kıyımları bu zihniyetin eseri. İsmet Paşa, “...asıl mesele sadece o başkaldıran Kürtler değil, asıl mesele o havayı yaratan İstanbul’daki soysuz aydınlardır” diyor.


CHP’nin 15. kurultayında Recep Peker, Türk demokrasisinin amacının, “kuvvet yolu ile ulusal birliği sağlamak” olduğunu söyler. Devletin içindeki ırkçı, militarist erk, silah gücü, kuvvet yoluyla, “istediğimi elde ederim” diye düşünür. Değişik halk kimliklerinin bir zenginlik olduğu, ırkçılığın ayırımcılık olduğu çağdaş toplumların, insan haklarına verdiği önemle belireceği ayırdına varamazlar. Yüz bin Kıbrıs Türkü için “ayrı devlet” isteyenler, içlerindeki 20-25 milyon Kürdün anadilini yasakladı. “Türkün Türk’ten başka dostu yok” ezberi ülkeyi yalnızlığa sürükledi. 50 yıldır Kıbrıs’ı, Rauf Denktaş’tan başkasına kabul ettiremedik, empati yoksunuyuz.


İthal Nazi ırkçılığı yasalarla halkları bugüne dek hep aldattılar. Anayasa’da; “Herkes dil, ırk ...inançta yasa önünde eşittir. Hiçbir kişiye, aileye zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz” diyor. Bir başka (66. madde) vatandaş sayılmayı, “Türk olma” koşuluna bağlıyor. Şeyhülislam görevi diyanete (DİB) yüklendi. 20 milyon Alevi’den alınan vergilerle, Din İşleri Başkanı yüz elli bin Sünni elemanı besliyor. Yargı kararına karşın “Sünni öğreti”, zorunlu ders olarak Alevi’ye dayatılıyor.


Ülkenin bütün eğitim yerlerine, Atatürk büstlerinin altına, askeri alanın her yanına, Doğu-Güneydoğu’nun dağına taşına “Ne mutlu Türküm diyene” işlendi.


İsmet Paşa, “Vazifemiz Türk milleti içinde bulunanları behemal Türk yapmaktır, aradığımız nitelik her şeyden evvel Türk ve Türkçü olmadır. (7 Nisan 1925’te Vakit Gz.)”


“Sadece Türk milleti bu ülkede etnik ya da ırkçı bir takım haklar isteyebilir. Başka hiçbir kişinin buna hakkı yoktur. (Milliyet 31/08/1930)”


1942’de Şükrü Saraçoğlu hükümet programında: “Biz Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türklük bir kan meselesi, bir o kadar da vicdan meselesidir...” (B. Kavga İ.D.s. 10).


CHP’li Bakan Esat Mahmut Bozkurt; “Türk bu memleketin yegane sahibi ve efendisidir. Saf Türk soyundan olmayanların bir tek hakları vardır. Hizmetçi olma, köle olma hakkı.”(İsk. Kn.gş)


Nurettin Paşa: Türkiye’de ‘zo’ (Ermeni), diyenleri yok ettik, ‘lo’ (Kürtleri) diyenleri de ben kökünden temizleyeceğim” der (Koçkiri Komutanı, Dersim Katliamı Kumutanı’nın kayın pederi).

 İstiklal Mahkemesi Savcısı Avni Doğan, İçişleri Bakanı’na yazdığı mektupta şunları yazar:

“İsmet Paşa, bu adamların asılmasını, cezalandırılmasını istiyor. Ama Atatürk’ten başka bir haber geldi. Bunların affedilip işlerine dönmeleri isteniyor... Size yalvarırım, yukarı tükürsem bıyık aşağı tükürsem sakal. Biri cumhurbaşkanı, diğeri başbakan ne söylerseniz onu yapacağım ben.”


-”Asılacak oğlunu babaya seçtirdiler: İstiklal Mahkemesi, iki asker kaçağını yargılıyor. İstiklal Mahkemesi Baba’ya ‘oğullarından birini idam edeceğiz, birini de askere göndereceğiz hangisini asalım seç” diyorlar... Adamın bayıldığı anlatılıyor.


-Varlık vergisi, Türkiye’deki Yahudi, Rum, Ermeni kesimini ekonomik açıdan çökertmek için çıkarılmıştır. Bu yasada Müslümanlar servetlerinin 1/8, dönmeler 1/4, gayrımüslümler 1/2 yani kazancının yarısını vergi olarak devlete veriyordu.


İ. S. Çağlayangil anılarında Dersim’le ilgili: “Mağaralara iltica etmişlerdi... Ordu zehirli gaz kullandı. Mağaraların kapısının içinde bunları fare gibi zehirledi. Yediden yetmişe o Dersim Kürtlerini kestiler... Kanlı bir hareket oldu... Dersim davası da bitti...” diye yazar.


Celal Bayar: “Dersim’i konuşurken... Bir an Atatürk’le göz göze geldik, her şeyi anlamıştım: Dersim yok edilecekti” ve DERSİM böyle yok edildi.

Hüseyin AKAR 

‘Büyük Ekonomiye’ Bir de Aşağıdan Bakın

AKP, TÜİK ve cemaat medyası, uluslararası finans baronlarının parasıyla şişirilen ekonomiyle övüne dursun. Ekonominin kara deliği olarak ifade edilen cari açık başını aldı gidiyor. Sokağın gündemi ise yolsuzluk ve işsizlik... İşte şişme “büyük ekonomi’nin hali:

Türkiye büyüdü! kimin parasıyla?


Uluslararası tekelci finans şirketlerinin Türkiye piyasasına aktardığı kaynağı belirsiz paralarla ekonomi şişirilmeye devam ediliyor. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), Türkiye ekonomisinin 2011 yılı üçüncü döneminde yüzde 8,2 büyüdüğünü açıkladı. Buna göre, üretim yöntemiyle hesaplanan gayri safi yurtiçi hasıla tahmininde, 2011 yılı üçüncü üç aylık döneminde bir önceki yılın aynı dönemine göre cari fiyatlarla gayri safi yurt içi hasıla yüzde 17,4’lük artışla 348 milyar 802 milyon lira oldu. Sabit fiyatlarla ise bu dönemde ekonomi, yüzde 8,2’lik büyümeyle 31 milyar 29 milyon lira oldu. Takvim etkisinden arındırılmış sabit fiyatlarla GSYH 2011 yılı üçüncü üç aylık döneminde bir önceki yılın aynı dönemine göre yüzde 7,7’lik artış gösterirken, mevsim ve takvim etkilerinden arındırılmış GSYH değeri bir önceki döneme göre yüzde 1,7 arttı.


Sokakta işsizlik büyüdü


Türkiye kamuoyuna şişirilmiş haberler yayılırken, BBC’nin küresel düzeyde yaptırdığı bir kamuoyu yoklaması Türkiye’de halkın öncelikli gündem maddesinin yolsuzluk ve işsizlik olduğunu işaret ediyor. GlobeScan adlı araştırma kuruluşunun BBC Dünya Servisi için yaptığı “Dünya Konuşuyor” başlıklı çalışması, 23 ülkede 11,293 kişinin katılımıyla, temmuz ve eylül ayları arasında gerçekleştirildi. Katılımcılara kendilerini en çok kaygılandıran sorunun ne olduğu, hangi sorunu günlük yaşamlarında yakın çevreleriyle sıklıkla konuştukları, ele aldıkları sorulduğunda yolsuzluk ve işsizlik öne çıkan yanıt oldu. Araştırmada, işsizliğe ilişkin kaygıların ülkelere göre değiştiği de ortaya çıkıyor. Euro krizinin derinden etkilediği ülkelerden İspanya’da, katılımcıların yüzde 54’ü son dönemde işsizliği tartıştıklarını söylüyor. Bu, bir önceki yıla göre yüzde 30’luk bir artışa işaret ediyor. Gana, Meksika, Nijerya ve Türkiye de işsizlik sorununun sokaktaki adamın gündeminde olduğu ülkeler arasında yer alıyor. Bu ülkelerde katılımcıların yüzde 30’undan fazlası, işsizlik meselesini, anketin yapıldığı günün bir ay öncesini kapsayan dönemde yakınlarıyla konuştuklarını söylüyor. Yolsuzluk ise, Nijerya, Hindistan, Türkiye, Endonezya, ve Peru gibi kalkınmakta olan ve çoğunun devlette ve iş çevrelerinde şeffaflık konusunda sorunları olduğu bilinen ülkelerde öne çıkıyor.



Yeni milyonerler türedi


AKP iktidarının ‘Büyük ekonomi’sinde türeyen yeni milyonerlerle gelir dağılımındaki eşitsizlikler de büyüyor. Türkiye’de milyonerler kulübüne son 1 yılda 9 bin 755 milyoner eklendi. Milyonerlerin hesaplarında tuttukları mevduat 50.4 milyar lira artış gösterdi. Avrupa ülkeleri krizle boğuşurken Türkiye ekonomisindeki iyileşme milyoner sayısını artırdı. Türk bankacılık sisteminde ekim ayı itibarıyla 675.3 milyarı aşan mevduatın yüzde 47’sinin milyoner hesaplarında tutulduğu belirlendi. Böylece Ekim itibariyle yurtiçi ve yurtdışı milyonerlerinin sayısı geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 29.3 artışla 43 bin 11 oldu. Son bir yılda milyoner mudilerin sayısı yaklaşık 9 bin 755 kişi, mevduatları ise 50 milyar 440.5 milyon lira artış gösterdi.



Nur topu gibi cari açık


Hükümet sözcülerinin konuşulmasını istemediği bir diğer konu ise büyüyen cari açık. Merkez Bankası Ödemeler Dengesi Ocak-Ekim 2011 ayı sonuçları, cari açığın, yılın ilk on aylık döneminde bir önceki yılın aynı dönemine göre 31 milyar 512 milyon ABD doları artarak 65 milyar 57 milyon ABD doları açık verdiğini açıkladı.

AKP Maddi Çıkar Birliğidir

Basında “AKP içinde çatlak mı var, AKP ile Fethullahçılar arasında bir çekişme mi var” konuları tartışılıyor. Bazıları şike olayıyla ortaya çıkan farklı tutumları AKP içinde baş gösteren çekişmelere bağladılar. Bazıları da gönlünde yatanları varmış gibi yansıtmaya çalıştılar.

İlk önce belirtmeliyim ki ben siyasal İslamcı kesimlerde mevcut durumda bir ayrışma ve kavga yaşanmayacağı yönünde değerlendirme yapanlar gibi düşünüyorum. Kuşkusuz siyasal İslamcı çevreler bir blok değil. Bir ittifak hareketi olarak iktidara geldiler. Bugün de bu ittifak devam ediyor. Bu ittifakın içten çatlayacağı ve ayrışma yaşayacağı da yakın zamanda görünmüyor.

Bu ittifak sanıldığı gibi inanç ve ilke etrafında oluşmuş değil; tamamen iktidarı elde etme ve devlet imkanlarını ele geçirmek için kurulmuştur. Maddi çıkar birliğidir. Şu anda da bu amaçlarına önemli oranda ulaşmışlardır. Aralarında farklılık olsa da ele geçirdikleri bu imkanları bırakmak istemezler. Nitekim bu imkanları ellerinde tutmak için her yol ve yöntemi deniyorlar. Bu konuda tam Makyavellisttirler. Bunlar için amaca ulaşmak için her yol mubahtır. Hatta hiçbir iktidar gücü bu kadar pragmatik ve beli kemiksiz olmamıştır.

Siyasal İslamcı kesimler Kürtler ve sosyalistler kadar olmasa da sistemden dışlanmışlardı. Kürtler ve sosyalistler kadar bir siyasal mücadele içinde olmasalar da belirli bir muhalif duruşları vardı. Ancak iktidar olup sistem içine alınınca sınırlı demokratik tutum ve söylemleri bırakmışlardır. Kendileri devlet içine yerleşince siyasal İslamcılar için demokratikleşme sorunu genel olarak bitmiştir; bazı eksiklikleri olsa da ileri demokrasiye ulaşılmıştır!

Siyasal İslamcıların karakteri demokratik değildir. Ne ideolojik yaklaşımları nedeniyle demokratik karaktere sahiptirler ne de bu karakteri kazanacak bir mücadele içinden gelmişlerdir.

AKP Hükümeti 9 yıllık iktidarını kullanarak devlet içine yerleşmiştir. Ancak bu uzun zaman içinde başta Kürt sorunu olmak üzere Türkiye’nin temel demokratikleşme sorunlarına çözüm bulmamıştır. Bunun iki nedeni vardır: birincisi, Türkiye’nin demokratik olmayan klasik iktidar bloklarıyla yaptığı uzlaşmadır. Genelkurmay başkanı Yaşar Büyükanıt ile Tayyip Erdoğan Kürt halkının özgürlük mücadelesini bastırma konusunda anlaşmışlardır. Böylelikle klasik iktidar blokları içinde siyasal İslamcılara yönelik engeller ortadan kaldırılmıştır. Bu nedenle AKP hükümeti tarafından Kürt sorununu çözme politikası değil de ezme politikası izlenmiştir. İkincisi, demokratik karakterleri olmadığı için demokrasi içinde herhangi bir demokratik güç gibi yer almayı benimsememişlerdir. Böyle bir konumu sindirecek karakterde değildirler. Bu nedenle demokratikleşmeyi bu zihniyetlerine ve çıkarlarına uygun görmüyorlar. Devlete tümden hakim olacak bir güç olmayı hedefliyorlar. 1930’ların CHP’si ne ise bugünün AKP’si ve siyasal İslam’ı da aynıdır. Farklı partiler sadece bu karakterlerini örten asma yaprakları olarak kullanmaktadır.

Bazı liberallerin iddia ettiği gibi AKP ve siyasal İslamcılar Türkiye’yi demokratikleştirme adımı atmazlar. Çünkü demokratik Türkiye’de herhangi bir siyasal güç haline gelirler. Hatta demokratik Türkiye’de din istismar aracı olmaktan çıkıp toplumsal işlevi olan ahlaki bir olgu gerçeğine oturunca siyasal olarak çok küçüleceklerdir. Bu nedenle otoriter karakteriyle devlet içinde hakim olma politikası izliyorlar. Bu durumda başta Kürt halkı olmak üzere demokratik güçlerin direnişiyle karşılaşıyorlar. Mevcut durumda iktidara çöreklenen işbirlikçi siyasal İslam’la demokrasi güçleri arasında bir mücadele sürmektedir.

AKP’nin son zamanlarda başta Kürt halkı olmak üzere demokrasi güçlerine saldırmasının nedeni, ele geçirdiği imkanları kaybetme korkusudur. Türkiye demokratikleşirse devlet imkanlarını bu kadar kullanamayacağı ve toplum üzerinde bu düzeyde bir baskı kuramayacağını bilmektedirler. Gerçek bir demokratik Türkiye’yi kendileri için bir yenilgi olarak görmektedirler. Klasik iktidar bloklarının demokrasi güçleri karşısında onlarca yıl yaşadığı korkuyu şimdi devleti ele geçiren işbirlikçi siyasal İslamcılar yaşamaktadır.

Bu gerçekler dikkate alındığında AKP şahsında iktidar olan siyasal İslamcılar içinde bir ayrışma beklememek gerekir. Aksine ellerindeki imkanları kaybetmemek için demokrasi güçleri karşısında canhıraş bir gerici direniş içinde olacaklardır. Aralarındaki çatışma ve çekişmeler iktidar söz konusu olduğunda onları birlikte davranmaya itecektir. Buna demokratikleşecek Türkiye’nin yarattığı korku karşısında birlik demek daha doğru olur.

AKP ve siyasal İslamcılar toplumun beklentisi ve dünyadaki demokratikleşme eğilimi nedeniyle demokrasi söylemini sınırlı da olsa sürdüreceklerdir. Kozmetik bazı girişimleri bundan sonra da olabilir. Bunları toplumların gerçek demokratikleşme taleplerini ve mücadelesini boşa çıkarmak için yapacaktır. Bunlar sadece kendilerini iktidarda tutmak için yapılan toplumu aldatma amaçlı girişimler olarak kalacaktır.

Kuşkusuz içlerinde çekişme vardır. Devlet imkanlarından kim daha fazla faydalanacak konusunda aralarındaki çekişme sürecektir. Ancak bu rekabet ve çekişme iktidar ve imkanlar söz konusu oluğunda bir karşı karşıya gelme ve ayrışma biçiminde olmayacaktır.

Devleti ele geçirip imkanları kullanma konusunda öyle bir tat almışlar ki; bunu bırakmamak için hem birlik olacaklar hem de demokrasi güçlerine karşı her türlü kirli savaşı yürüteceklerdir.

Gülen Cemaati'nin Cemevi'ndeki ‘Truva Atı’ Deşifre Oldu!

Amasya, Tokat, Sivas gibi birçok ilde, Fethullah Gülen cemaatine yakın çevreler tarafından farklı isimlerle kurulan, “Alevi Bektaşi” dernekleri, Alevilerin tepkisini çekiyor. Merzifon Piri Baba Kültür ve Dayanışma Derneği Başkanı Cengiz Doğmuş, “İçimize Truva Atları sokmayacağız” diyerek Cemaat'in bu girişimlerine tepki gösterdi.

17 dernekten oluşan Amasya Alevi Bektaşi Dernekler ve Vakıflar Platformu, Merzifon Piri Baba Kültür ve Dayanışma Derneği Cemevi’nde ortak bir basın açıklaması yaptı. Açıklamada, hem Fethullah Gülen Cemaati'ne yakın kişilerin “Alevilik, Bektaşilik” adı altında dernekler kurup, "yardım çalışması" adı altında, Aleviler'in içine sızmaya yönelik girişimleri olduğuna; hem de AKP iktidarıyla birlikte Aleviler'e yönelik ayrıştırma, asimile etme girişimlerinin hızlandığına dikkat çekildi.

Hükümetin Alevi köylerine cami yaptırıp kadrolu imamlar atadığına vurgu yapılan açıklamada, Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı okullarda da Sünni inancının, zorunlu din dersi olarak Alevi çocuklarına zorla dayatıldığı ifade edildi.

Amasya Alevi Bektaşi Dernekler ve Vakıflar Platformu aına ortak hazırlanan ortak açıklmayı okuyan Merzifon Piri Baba Kültür ve Dayanışma Derneği Başkanı Cengiz Doğmuş, Fethullah Gülen Cemaati'ne yakın ve Alevi olmayan kişilerin Alevi Bektaşi dernekleri kurmasının altında gizli anlamlar olduğunu söyleyerek, “İçimize Truva atları sokmayacağız” diye tepki gösterdi.

Birkaç ay önce Merzifon’da “Turna Alevi - Bektaşi Kültür ve Eğitim Derneği”nin Fethullah Gülen’e yakınlığıyla bilinen ve cemaat içinde daha önce aktif görev yapan kişiler tarafından kurulduğuna ve derneğin yardım faaliyeti bahanesiyle ciddi paralar harcadığına dikkat çeken Doğmuş, “Kimlerin desteği ve himayesiyle hareket ediyorsunuz? Sizi destekleyen ve himaye edenlerin arasında, Çorum Hitit Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof. Osman Eğri mi, Diyanet mi ve en önemlisi Amerika’da yaşayan Fethullah Gülen mi var” diye sordu.

Doğmuş, “Fethullah Gülen Cemaati, asimilasyon politikalarına ortak olmakta, hatta bu asimilasyonu hızlandırmak için tehlikeli adımlar atmaktadır. Bu dernek şu anda sözde Alevilik ve Aleviliğin sorunlarını çözmek adına görev yapıyor. Bizlere de bunu yemek ve yutmak düşüyor. Buradan yeniden sesleniyorum; bizler sizin neye hizmet ettiğinizi ve ne yapmak istediğinizi çok iyi biliyoruz. Bu oyun tutmayacak ve bu oyuna alet olan Alevi kökenli üye ve yöneticilerinizi de toplumumuzda deşifre edeceğiz. Asimilasyon bir insanlık suçudur. Bu suça ortak olanlar da bir gün gelecek, ilahi adalet karşısında hesap vereceklerdir” diye konuştu.