9 Kasım 2011 Çarşamba

Fetullah Gülen’in Asıl Amacı Sömürgeci Türk Müslümanlığını Yaymak

Van’daki depremle beraber modern Türk oryantalizmin lideri ve mimarı Fetullah Gülen, Kürdistan halkının özgürlük mücadelesini veren tüm dinamiklere karşı kin ve düşmanlık duygularını bileyerek, Kürdistan halkının helak olması için Allah’tan beddua dileklerini Türk medyası aracılığıyla duyuracaktı.  

Son dönemlerde çok farklı bir İslam formatıyla dünya genelinde faaliyet gösteren ve çok konuşulan Gülenizm hareketini ele almakta yarar var. İlk etapta devleti yönetenlerin ağzından “Fetullah Gülen Kimdir?”, “Gülenizm hareketinin amacı nedir?”, “Nasıl oldu da bu hareket yirmi yıl içinde dünyanın dört bir köşesinde oryantalist ve kolonyalist bir İslam biçimiyle örgütlenmeyi sağlayabildi?” sorularına cevap arayacak, daha sonra Gülen ve hareketi hakkındaki görüşlerimi anlatmaya çalışacağım. Yazının ikinci fragmanında ise; Türkiye’nin sağ, sol cenahı temsil eden yazarlar, politik düşünen İslamcı yazarlar, akademisyenler ve siyasetçilerin Gülen hakındaki görüşlerini akademik bir epistemolojiyi ve metodolojiyi takip ederek, Fetullah Gülen hareketini, Aziz İslam dinini nasıl hoyratça kullanarak ve bu yöntemle Türk oryantalizmini ve sömürgeciliğini yedi kıta üzerindeki hedefleri ve arzularını gözler önüne sermeye çalışacağım. 

Özellikle Van’daki depremle beraber modern Türk oryantalizmin lideri ve mimarı Fetullah Gülen, Kürt halkının özgürlük mücadelesini yürüten tüm dinamiklere ve kombinelere karşı kin ve düşmanlık duygularını bileyerek, Kürt halkının helak olması için Allah’tan beddua dileklerini Türk medyası aracılığıyla duyuracaktı. Amerika’da çeşitli tarihlerde Kürdistan halkı için yaptığı konuşmalarda kin ve düşmanlık duygularını şu sözlerle ifade edecekti: “Allahım onların altlarını üstlerine getir, birliklerini boz, evlerine ateş sar, köklerini kes, kurut ve işlerini bitir” biçimindeki sözleri Kürdistan halkının bir an önce Allah ve Türk devleti tarafından helak edilerek bu korkunç mahşerin gerçekleşmesini isteyerek ne kadar ölümsever olduğunu kanıtlamış olacaktı.
Dolayısıyla Fetullah Gülen ve hareketinin Kürdistan halkına karşı beslediği bu korkunç düşmanlık açıklamalarını özelde Kürdistan halkı genelde ise tüm insanlık ailesinin, insansever bireyleri bu korkunç düşüncelere karşı net tavır almalı. Gülen’in Kürt halkına karşı hedefledikleri bu helak mahşerinin yaşanmaması için, Kürdistan’da yuvalanan Gülenizm harekatının tüm kurumları ve temsilcilikleri derhal Kürdistan’ın dört bir parçasında uzaklaştırılmalıdır.

Kürtlere ve coğrafyasına yönelik korkunç helak...

Uzaklaştırmalı, çünkü; Kürdistan halkına karşı açık bir düşmanlık ve savaş verdiğini müşahade etmekteyiz. Dolayısıyla bu zaviyede hareketle sömürgeci Türk devleti ve oryantalist Gülen cemaatinin, Kürdistan halkının antolojik ve fizyolojik gerçekliğini ortadan kaldırmak için, tıpkı Firavun ve Zeus gibi bir niyet taşıdıklarını son iki hafta içinde yaptıkları açıklamalarla ve yaptıkları zulümlerle bu panaromayı net görmemizi sağlayacaktı. Belkide şu ana kadar hiç bir düşünce ve hiç bir inanç Kürt halkına ve coğrafyasına yönelik bu korkunç helak etme girişimini Kurani Kerim’deki şu ayet kadar güzel açıklamamıştır: 

“Sonra sizler öyle kimselersiniz ki, kendilerinizi öldürüyorsunuz ve sizden olan bir grubu yurtlarından çıkarıyorsunuz, onlar aleyhinde kötülük ve düşmanlık güdüyor ve bu konuda birleşip birbirinize arka çıkıyorsunuz, şayet size esir olarak gelirlerse fidyeleşmeye kalkıyorsunuz? Şu halde içinizde böyle yapanlar, netice olarak dünya hayatında perişanlıktan başka ne kazanırlar, kıyamet gününde de en şiddetli azaba uğratılırlar.” 2:85 Ayete anlaşılacağı üzre yurdu işgal edilen, yurdundan çıkarılan, öldürülen, kötülük ve düşmanlık gören egemen olan sınıfın olmadığıdır. 

Dolayısyla hatırlayacak olursak, sayın A. Öcalan’ın avukatları 13.12.2010 tarihinde, Zaman gazetesi yazarı Hüseyin Gülerce’yle görüşmüşlerdi. Bu görüşmeler oryantalist Türk basını tarafından farklı biçimde Türkiye halklarına aktarılmıştı. Oryantalist ve Kolonyalist Gülenizim hareketini, özgürlükçü Kürt hareketiyle ilişkilendirerek, zoraki olarak farklı renk ve formatlara uyarlama gayreti içine girilmişti. Oysaki Kürt hareketi otuz yıllık özgürlük mücadelesinde, Türkiye halkları için kilometre taşı olmuştur. Özelde Kürtler’in genelde Türkiyeli halkların özgür ve demokratik bir yaşam için büyük bedeller verilmiştir. Bundan dolayı Kürt hareketinin tüm kompartmanları bu zaviyede mücadele meşruluğunu özgürlük, hak ve adalet ekseninde mücadele kozasını inşa etmiştir.

‘Türk misyonerliğini ihya eden bir adam’


Özgürlükçü Kürt hareketinin tüm cepheleri zulüm ve inkar üzerine kurulan rejimin savunma kalelerinde büyük gedikler açarken aynı biçimde seksen yıllık monist ve jakobenist paradigmanın ezberini de bozuyordu. Bundan dolayı T.C zulmü ve inkarı karşısında gösterdiği binlerce mücadele pratiği Türkiye halkları için ilham kaynağı olmuştur. Gerek Osmanlı gerekse Türkiye Cumhuriyeti devleti döneminde uygulanan insanlık dışı inkar ve zulüm karşısında hiç bir muhalif hareketin ciddi şekilde Kürt halkının inkara ve zulme karşı verdiği hiç bir mücadele örneğini göstermemeleri, özgürlük, hak ve adalet sözlerini ağızlarına pelensek yapanların nasıl bir komplikasyon içinde olduklarını göstermiştir. Kürt halkının özgürlük için verdiği bu örnek mücadelesinden dolayı esaret ve kölelik altında en korkak insanı bile, Türkiye Cumhuriyetine karşı hak arama tecessüm ve hamasetin geliştirmesine vesile oluyordu.
 Fethullah Gülen’e yakınlığıyla bilinen Ali Bulaç, 26.6.1999 tarihli Zaman Gazetesi’ndeki yazısında(1), her ne kadar Fethullah Gülen ve hareketini tanımadığımızı yazsa da, Gülen’in yayınlanan eserlerinin büyük bölümünü okumuş bulunuyorum. Aynı şekilde Gülen cemaatinin önemli adamlarından biri olan E. Enes Ergene, F.Gülen’in birikimini algılayabilmek ya da tanımlayabilmek için, normal bilinç ve zihin dünyamızın sınırlarını aşmak gerektiğini(2) söylese de, ben bu tarz bir uslubun cahillikten öte hiç bir anlam ifade etmediğini düşünüyorum. Türk-İslam düşüncesi doğrultusunda Fethullah Gülen’e büyük hayranlığıyla bilinen yazar Ali Ünal, benzer şekilde Gülen’i Türk dünyasının en büyük entelektüeli ve Türk misyonerliğini ihya eden bir adam olarak tanımlar. Ona göre, Gülen’in amacı hiçbir şekilde İslami bir devlet kurmak değildir; aksine Gülen, dağılan Türk dünyasını yeniden şaha kaldırmak istemektedir. Yine ona göre, hoca efendi sinekten bahsettiği kadar İslam devletinden bahsetmemektedir.(3)

Enes Ergene ve Gülen cemaati

Fethullah Gülen’nin en önemli adamlarından biri olan M. Enes Ergene, ‘Geleneğin Modern Zamana Tanıklığı’ adlı kitabında Gülenizm hareketini ana hatlarıyla analiz eder. Ona göre, Fethullah’çı hareket sanıldığı gibi herhangi bir ideolojinin veya cemaatin devamı ve takipçisi değil, aksine ezilmiş ve dışlanmış olan kitledir. Kitlesel taban hem kırsal hem de kentli alt-orta ve zengin kesimlerden oluşmaktadır. Hareketin ana aktörlerinin bütünüyle büyük şehirlerde ve gözde üniversitelerde öğrenim görmüş, eğitimli ve aydın fertlerden oluştuğuna işaret eder.(4) 

E.Ergene’ye göre, son yüz yıl içinde modern paradigmanın Müslüman dünya üzerindeki seküler ve popüler etkisi karşısında Müslüman dünya alternatif çözüm önerileri üretememiştir. Batı’nın bu sersemletici ve şok edici homojenleştirme çabası radikal ve ‘terörist İslami’ hareketlerin tepkisel reflekslerinin gelişmesine neden olmuştur. Batı’nın İslam Dünyası’nı terörist ve bağnaz olarak algılamasına sebep olan önyargılarını hafızalardan silmek için Fethullah Gülen dünyanın dört bir yanında Türk İslamı’nı yaymak için 1994 yılında Türkiye Yazarlar Vakfı’nda ‘Dinler arası diyalog’ tezini ortaya atmıştır. Ona göre, Batılılar yeni düşmanlarını belirlemiş, Huntington’un Medeniyetler Çatışması ve Fukuyama’nın Tarihin Sonu adlı tezleriyle karşı atağa geçmiş, tam bu sırada Gülen cemaati, bu tezleri boşa çıkarmak için özellikle ‘hoşgörü ve diyalog’ tezini ortaya atarak Batı dünyasına gerçek İslam’ın ve Müslümanların temsilcisi olduğunu kanıtlama yoluna gitmiştir.

Türkçülük ve İslamcılığın derin kaynakları

Zaman Gazetesi (şimdi Radikal’in yayın yönetmeni) yazarlarından Eyüp Can, Gülen’in liderlik çerçevesini şu şekilde çizmektedir: “Fethullah Gülen’in liderliği, profili daraltılmış şekliyle şu üç ayrı karakteristik özelliği taşımaktadır: İlmi, Siyasi ve Mistik kişilik. En keskin hatlarıyla karakterize edildiğinde ise, bu, İslam tarihinde üç ayrı karaktere tekabül etmektedir: Gazali, Nizamu’l-Mülk ve Mevlana.” Eyüp Can, Fethullah Gülen’in, hiçbir liderin ve düşünürün cesaret edip yeltenemediği zor bir misyon yüklediğini, çünkü onun Selçuklu’dan Osmanlı’ya ve Osmanlı’dan modern Türkiye Cumhuriyeti’ne uzanan Türkçülük ve İslamcılığın derin kaynaklarını yeni bir formata sokarak Türk-İslam düşüncesine aykırı olan ‘ilim, siyaset ve meta-fizik gerilimi’ni kendi potasında eritme çalıştığını ifade etmektedir.(5) 

“Fethullah Gülen kimdir?” sorusuna en güzel cevabı eski Kültür Bakanı Namık Kemal Zeybek verir. Zeybek, Kültür Bakanı olduğu dönemde tüm Avrasya’da sayıları 300’ü aşan derin Türkiye’nin eğitim kurumlarından birinin mezuniyet törenine katıldığını söyler. Zeybek, gerek Avrasya bölgesinde gerekse dünyanın değişik yerlerinde Gülen hareketinin açtığı okulları ziyaret ettiği sırada muhteşem derecede milli duygularının nirvanalaştığını anlatır. 
Zeybek, “Gülen hareketi nedir?” sorusuna şu cevabı vermektedir: “Bunlar kim mi? Bunlar derin Türkiye’nin habercileri. Bunlar derin Türkiye’nin derinliklerini enginlere ulaştıranlar.” Ona göre, bu hareketin her bir neferi, Türk severlik şiarıyla kendi geleceğini unutmuştur. Bunlar, büyük Türk İmparatorluğu’nu modern dünyaya taşımak için karıncalar gibi çalışan kimselerdir.(6)

‘Dini İslam, formasyonu Batılı’


Yine 13.5.1996 tarihli Akşam Gazetesi’ndeki yazısında Can Aksın, DSP’li ve ANAP’lı Bakan ve Milletvekileri’nden oluşan bir heyetle Avrasya’daki Gülen okullarını ziyareti sırasında şaşkınlığa uğradıklarını, bu başarılı misyonerlik faaliyetlerinden dolayı gururlandıklarını söyler ve kuraklık yüzünden atalarının terk ettiği Anayurt’a öz be öz Türk okulları ile yeniden geri dönüş yaparak şahlanacaklarını belirtir.(7) 

Türkiye’nin en önemli ‘solcu’ aydınlarından olan Attila İlhan ise, Fethullah Gülen’i Ufuk Turu adlı yazılarından ötürü takip ettiğini, Gülen’in hiçbir şekilde bizim algıladığımız ve bildiğimiz gibi bir Müslümanlık’tan ve İslam’dan bahsetmediğini söyler. Ona göre, Gülen’in fikirleri tamamıyla büyük Anadolu Türklüğü’nü yeniden şahlandırmak için özellikle İslami ve Batılı değerleri ve şahsiyetleri bir araya getirmeye yöneliktir. Nitekim Fethullah Gülen, çoğu referanslarını Batı’dan, Goethe ve Marx gibi isimlerden almaktadır. Attila İlhan, Gülen’in profilini şu şekilde belirlemektedir: “Fethullah hoca efendi, bir Cumhuriyet çocuğu! Yani Cumhuriyet ekolünden. Rejimin amacı da buydu zaten; dini İslam olacak, ibadetini yerine getirecek, ama formasyonu Batılı... İşte bu adam o.”(8)

Fethullah Gülen’e hayranlığıyla bilinen yazarlardan Fehmi Koru, hareketin, hiçbir devletin ve hiçbir organizasyonun başaramadığını çok kısa bir zaman diliminde başardığını, eğitim alanında elde edilen dünya çapındaki başarılar ve şampiyonluklarla Türk toplumunu onore ettiğini söylemektedir. Hareketin, sadece Orta Asya Türk Cumhuriyetleri’nde değil, beş kıtada ecdadımızın dilini ve kültürünü eğitim hizmetleriyle yaydığını belirten Koru’ya göre, Gülen ve hareketi başka bir ülkede bu kadar başarılı işler yapmış olsaydı, o devletin yöneticileri tarafından ödüllere boğulurdu. Fehmi Koru, Gülen ve hareketinin üstlendiği bu Oryantalist ve Kolonyalist yayılmacılığın er geç herkes tarafından görüleceğini şu sözleriyle ifade etmektedir: “Hep beraber göreceğiz, bir gün o da olacak”(9)  

***
 Dipnotlar:
1- Ali Bulaç, Zaman Gazetesi, 26.6.1999
2- M. Enes Ergene, Geleneğin
Modern Çağa Tanıklığı, sayfa 115
3- Dr. Kudret Ünal, Hoşgörü ve
Diyalog İklimi, sayfa 61
4- M. Enes Ergene, a.g.e, sayfa 32 
5- Eyüp Can, Zaman Gazetesi, 21.6.1999  
6- Mustafa Armağan,
Diyaloga Adanmış Hayat, sayfa 11      
7- Can Aksın, Akşam Gazetesi, 13.5.1996
8- Mustafa Armağan, a.g.e, sayfa 14
9- Fehmi Koru, Zaman Gazetesi, 25.12.1997
 

2.BÖLÜM

Gülenizm hareketi, temel yaşam esprisini ve algısını seküler esaslar üzerine bina ettiği için, hedef ve amaçlarına varmada Allah, Kur’an, Sahabe, Mezhep, Türkçülük, Sufizim, Tasavvuf, Mevlana, Ahmet Yesevi, Hacı Bektaş, Said Nursi ve benzeri argümanları kullanarak oryantalist ve kolonyalist faaliyetler içerisindedir.

 Fetullah Gülen ve cemaatinin icraatlarını ve Kürtlere yaklaşımı irdelemeye devam edelim. ‘Gülenizmi’, Gülen hareketine yakın yazarların anlatımıyla, yirmi, yirmibeş yıl içinde nasıl oryantalist ve kolonyalist bir İslam biçimini örgütlemeye çalıştığını bugün de anlatmaya çalışayım.

İstiklal Mahkemeleri’nden tanıdığımız üç Ali’den birinin oğlu olan ve Turancılık ülküsünü savunan Altemur Kılıç, 26.12.1997 tarihli Ordadoğu Gazetesi’nde, Fetullah Gülen hakkında eskiden kaygı ve endişelerinin olduğunu, fakat Fetullah Gülen’in konuşma kasetlerini, ülke içinde ve ülke dışında açtığı eğitim kurumlarıyla Türk kültürünü ve dilini yayma sevdasını görünce, “Hoca efendi hiçbir şey yapmasa, sadece bu okullarla Türk dilini ve kültürünü yaydığı için benim inandığım cennete girecektir” dediğini itiraf etmektedir. Kılıç, özellikle Kafkasya ve Orta Asya’da açılan okulları gezdiğinde, okul idarecilerinin hiç birinde bağnazlığın hiçbir emaresine rastlamadığını, aksine Atatürk ilke ve inkılaplarına son derece bağlı olduklarını tespit ettiğini söyler.(10) 

Türkiye Gazetesi yazarı ve tarihçi Yılmaz Öztuna’ya göre, her Türk milliyetçisinin, Türk’ü ve Türkiye’yi seven herkesin Fetullah Gülen ve cemaatini desteklemesi ve teşvik etmesi gerektiğini söylemektedir. Çünkü Fetullah Gülen ve hareketi desteklenmediği takdirde iç ve dış güçlerin komplikasyonları meydana gelecektir. Ayrıca Türk ülküsünü ve Türk Müslümanlığı’nı uzak ülkelere götüren hoca efendinin bu mücadelesi desteklemediği takdirde Arap ve İran Müslümanlığı galebe çalacaktır.(11)

Adriyatik Denizi’nden Çin Seddi’ne...


Cüneyt Ülsever, 22.6.2000 tarihli Hürriyet Gazetesi’nde, Türkiye’deki ve yurt dışındaki Gülen okullarını dolaştıkları sırada idealist bir eğitimci kadrosuyla karşılaştıklarını, gittikleri her okul ziyareti sırasında Türk dilinin, kültürünün ve Atatürk ilke ve inkılaplarının büyük bir özveriyle öğretildiğine şahit olduğunu anlatır ve cemaatin, Adriyatik Denizi’nden Çin Seddi’ne kadar olan bölgede gecelerini gündüzlerine katarak büyük Türk ülküsünü yaymaya çalıştıklarını gözlemlediğini söyler.

Aynı şekilde 8.3.1998 tarihli Türkiye Gazetesi’nde Yılmaz Öztuna, dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ile Fetullah Gülen hareketinin yurt dışında açtığı misyoner okullarını ziyaretleri sırasında ilk olarak şaşkına uğradıklarını, sonra iftihar ettiklerini söyler. Yılmaz Öztuna yazısına şu şekilde devam etmektedir: “Bu okullar, Türk kültürünü Turan’a, bütün dünyaya yayıyor. Bu Atatürk’ün nihai hedefi idi, eski dilde “aksa-i emel…”

Ecevit: Devletine hepimizden daha çok bağlı

1998 yılında Bülent Ecevit’in başbakanlığı sırasında NTV ekranlarında kendisiyle röportaj yapan Hürriyet Gazetesi’nin köşe yazarlarından İsmet Solak, hem Fetullah Gülen hem de Bülent Ecevit’le yaptığı görüşmeyi 30.3.1998 tarihli köşesinde anlattı. Solak, dönemin Başbakanı Bülent Ecevit’in Fetullah Gülen’den çok memnun olduğunu, bu memnuniyetin nedenini kendisine sorduğunda, Ecevit, “Bu insanlar bugüne kadar Türk Devleti’nin ve Türk milletinin yapamadığını yaptılar” şeklinde cevap verdiğini söylemektedir. Ecevit, Fetullah Gülen’le çok sıkı ve samimi ilişkilerinden bahsederken şunları söyler: “Fetullah Gülen, milletine ve devletine hepimizden daha çok bağlı ve samimidir. Dünyanın dört bir tarafında açtığı okullarla büyük Türk ülküsünü yayarken, Türk milletini yücelten bu tür faaliyetlerin irtica olduğunu söyleyebilir miyiz?” 

İsmet Solak, makalesinin sonunda Gülen’le yaptığı her konuşmada onun, amaçlarının Arap ve Fars Müslümanlığı’nın önünü almak ve Türk Müslümanlığı’nı ecdadımızın yaptığı gibi dünyaya şamil kılmak olduğunu söylediğini belirtmektedir.(12)
Türkiye muhafazarkarlığının temsilcilerinden biri

Yeni Şafak Gazetesi yazarlarından Ali Bayramoğlu, Fetullah Gülen hareketinin dört farklı parametre üzerine kurulu olduğunu söylemektedir. Hareketin modern dünyaya uyarlanmış halini ve dini meşruiyetini, yaşamın tüm alanlarını inşa etmek için “Ahilik, Nakşibendilik ve Tasavvuf hareketinden aldığını, geleneksel açıdan ise, milliyetçi duygulardan ve milliyetçi devlet mantalitesinden beslendiğini belirtir.(13) 

Bu biçimiyle Gülenizm hareketinin formatlandırdığı bu yeni Türk-İslam sentezinin insanı şaşırttığını itiraf edebiliriz. Ali Bayramoğlu’nun sosyolojik olarak Gülen Cemaati için kavramsallaştırdığı “yeni modern muhafazarkarlık” tanımına farklı bir açıdan yaklaşan Murat Belge, bu hareket hakkındaki görüşlerini ifade ederken, Gülenizm hareketinin Türkiye muhafazarkarlığının temsilcilerinden biri olduğunu söylemektedir. Bunların ‘ulusal İslamcı’ olmadıklarını, uluslararası Türk-İslam organizasyonu olduklarını belirten Belge, şunları söylemektedir: “Belki Türk-İslam sentezi değil de, İslam-Türk sentezinden yana olduğu söylenebilir. Bu özelliğiyle aynı zamanda Osmanlı mirasını kucaklamadan yanadır. Bunlara ek olarak elitisttir. Elitizminin en açık kanıtlarını okullarında ortaya koyduğu eğitim anlayışında bulabiliriz.”(14)

Gülen hareketi ve Türkçülük büyüsü


Sabah Gazetesi yazarlarından Ahmet Vardar, Gülenizm hareketini yakın takibe alanlardan biri olarak bu hareket hakkındaki düşüncelerini açıklar ve bu modern dervişlerin karıncalar gibi çalışarak, Türk-İslam düşüncesini dünyanın dört bir köşesine ulaştırma gayreti içinde olduklarını gözlemlediğini söyler. Vardar, bir grup devlet adamıyla birlikte Gülen Cemaati’nin Petersburg’daki okul açma törenine katıldıklarını ve tören sırasında bir Türk olarak gözyaşlarına hakim olamadığını, o an bir Türk olarak gururlandığını ifade emektedir. 

Buna benzer şekilde binlerce Türk aydını, akademisyen, iş adamı, siyasetçi ve sanatçının, Gülen hareketinin Türkçülük büyüsüne kapıldıklarını söyleyebiliriz. Bu büyüleyici ve sersemletici oryantalist faaliyetlerle kandırıldığını söyleyen Cengiz Çandar, başından geçenleri söyle anlatmaktadır:  Özellikle Turgut Özal, Süleyman Demirel ve Necdet Sezer’in Cumhurbaşkanlıkları ve Tansu Çiller, Mesut Yılmaz ve Bülent Ecevit’in Başbakanlıkları dönemimde Fetullah Gülen hareketi hiçbir şekilde eleştiri konusu olmamış, aksine devletin tüm olanakları bu cemaate tahsis edilmiştir. 

Bunu bildiği halde 19 Ocak 1994’te Ankara’da Fetullah Gülen’in kurduğu ve manevi başkanlığını yaptığı Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın açılışı sırasında kendisinin, devleti yöneten kadronun ve sermaye sahiplerinin de hazır bulunduğu o şaşaalı açılış sırasında hala nasıl kandırıldığına inanamadığını şu sözleriyle ifade etmektedir; “Hoşgörü ödüllerini dağıtıyorlardı. Bu ödülü, gizli hedefine ulaşmasına yardımcı olan, bunu bilerek ve bilmeyerek yapan kişiler vermekteydi. Ben ‘veren’ değil, ama 1995’te ilk kez alan kişiler arasındaydım. ‘Ödül almakla gizli hedefine ulaşmasında acaba karınca kararınca bir katkımız oldu mu?’ diye kafam karıştı. Ama gizli niyetlerini nereden bilebilirdim ki?”(15)

Özal: Bu okullar Türkiye’nin geleceği

Özellikle Gülenizm hareketinin en rahat manevralarını yaptığı 90’lı yıllarda Turgut Özal’ın bu harekete göstermiş olduğu teveccüh hepimizin malumudur. Gazeteci Hulusi Turgut, 1992 yılında Turgut Özal’ı tedavi gördüğü Houston’da ziyaret etme fırsatını bulduğunu söyler. Özal, bu ziyaret sırasında Fetullah Gülen hakkında kendisine yöneltilen soruları şu şekilde cevaplar: “Ben bu meseleyi bir kısım devlet adamlarına ve Dışişleri’ne elli defa söyledim. ‘Bu okullar Türkiye’nin geleceği adına çok önemlidir; güç verin bunlara’ dedim. Fakat anlamıyorlar. Bu olay, Türkiye’nin dünyaya açılmasıdır.”(16)

 
Fetullah Gülen’in en önemli adamlarından biri olan Enes Ergene, kolonyalist ve oryantalist Türk-İslam hareketini anlatırken, ilginç görüşler öne sürmektedir. Ona göre, Fetullah Gülen ve hareketi olmasaydı, büyük Türk milleti bugün ya Arap İslam’ının ya da Fars İslamı’nın boyunduruğu altında zillet içinde yaşıyor olacaktı. Yine ona göre, Viyana’dan Çin’e kadar büyük Türk dünyası hakim olduysa, bunun tek sebebi, atalarının bu geniş topraklarda boyunduruğu altında bulundurdukları milletlerin dillerine, dinlerine, sosyal yaşantılarına ve kültürel yaşam biçimlerine hiçbir biçimde karışmamaları, aksine Türk-İslam ülküsünün öngördüğü şekilde onlara hoşgörü içinde davranmalarıdır. Yazar bu iddiasını daha da ileriye götürerek, Osmanlı’dan önce Selçuklu, İlhanlı ve Karahanlılar’ın da böyle olduğunu söyler. Ancak bir Emevi, Abbasi ya da İran İslam imparatorluğu böyle değildi. Bundan dolayı Fetullah Gülen özlenen o eski günleri tekrar büyük Türk dünyasına yaşatmak için böylesine büyük bir davayı misyon edinmiştir.(17)

Türk dünyasını yeniden inşa etme çabası

Türkiye’nin önemli yazar, siyasetçi ve akademisyenlerinin, Gülenizm hareketinin büyük Türk dünyasını yeniden inşa etme çabasına yönelik düşünceleri ana hatlarıyla böyle. Fetullah Gülen’in Kürt inkarı ve zulmü karşısındaki tavrı ve diğer önemli konular hakkındaki görüşleri ayrı bir çalışma konusu olduğu için, burada bu konulara girmeyeceğiz. 

 
1700’lerden bu yana Batı’nın seküler paradigmasını inşa eden eski ve yeni filozofyanın önemli isimleri T. Müller, Frederic, Voltair’e, Comte, Engels, Freud, Marx, P. Berger ve Bryan Wilson gibi birçok düşünür, din olgusunun sonunun geldiğini söyleseler de, Fetullah Gülen hareketi, İslami hareketler ve Araplar, dini argümanları korkunç derecede cömert kullanarak bunun böyle olmadığını tüm dünyaya gösterdiler. Gülenizm hareketi, temel yaşam esprisini ve algısını seküler esaslar üzerine bina ettiği için, hedef ve amaçlarına varmada Allah, Kur’an, Sahabe, Mezhep, Türkçülük, Sufizim, Tasavvuf, Mevlana, Ahmet Yesevi, Hacı Bektaş, Said Nursi ve benzeri argümanları kullanarak oryantalist ve kolonyalist faaliyetler içerisindedir. Dolayısıyla Gülen ve cemaatinin amacı, hoşgörü ve insan severlik ekseninde tüm inançların, dillerin ve kültürlerin diyalogunu pekiştirmek değildir.

Gülen bu soruları cevaplayabilir mi?

Eğer amaç hoşgörü ve sevgi iklimini inşa etmekse, soracağımız sorulara cevap beklemek en tabii hakkımızdır: 

 
1- Halihazırda neden 13 tane Türk devleti bulunmaktadır?

 
2- Gülen, İsrailli siviller için gözyaşı dökerken, niçin dünyanın dört bir yanında korkunç zulümlere uğrayan mazlum halklar için gözyaşı dökmüyor?

 
3- Dünyadaki emekçi sınıfın eşit ve onurlu bir yaşamı hedefleyen mücadelesi hakkında niçin insanlığın düşmanlarını sevindirecek sözler sarf ediyor?

 
4- Amerika, Avrupa, İsrail ve gerici Arap rejimlerinin dünya halklarına ve insanlık ailesine reva gördüğü zulümler karşısında niçin ses çıkarmıyor?

 
5- Bir milyon Ermeni’yi acımasızca katleden ecdadının bu korkunç tuğyanını bildiği halde niçin feryad-ı figan etmiyor?

 
6- T.C. Devleti’nin seksen yıldır Kürt halkını inkar politikaları karşısında niçin sesiz kalıyor?

 
7- Osmanlı'nın devşirme yöntemini kullanarak dünyanın en zeki çocuklarını kendi eğitim kurumlarının çatısı altında toplarken, insanlığın problemlerine niçin eğilmiyor?

 
8- Dünya kaynaklarının çok büyük bir bölümünü acımasızca kullanan ‘beyaz adam’ın iktidarına karşı muhalif tavır alması gerekirken, niçin Afrika’da siyahi çocuklara İstiklal marşını ve Türk dilini öğretiyorsunuz?

 
9- Nasıl oluyor da Papa’yla ve dünyanın en büyük siyasi, ekonomik ve eğitim organizasyonlarıyla çok samimi ilişkiler ağı kurabiliyorsunuz?

 
Sorduğumuz soruların hepsi akıl ve vicdan ekseninde muhakeme ve murakabe edildiğinde görülecektir ki, Gülenizm hareketinin, şiar edindiğini söylediği sevgi ve hoşgörü ilkeleriyle hiçbir alakası bulunmamaktadır; aksine bu konuda korkunç bir çelişki söz konusudur. Dolayısıyla Gülen ve cemaati, uluslararası güçlerin desteğini arkasına alarak, büyük emperyalist Türk Dünyası’nı hedeflemektedir.


KADİR AMAÇ

Dipnotlar:
 
10- Altemur Kılıç, Orta Doğu Gazetesi, 26. 12. 1997
11- Yılmaz Öztuna, Türkiye Gazetesi, 8. 3. 1998
12- İsmet Solak, Hürriyet Gazetesi, 30. 3. 1998
13- Ali Bayramoğlu, Yeni Yüz Yıl Gazetesi, 1. 4. 1998
14- Murat Belge, Radikal Gazetesi, 28. 6. 1999
15- Mustafa Armağan, a.g.e, sayfa 182
16- Hulusi Turgut, Yeni Yüz Yıl Gazetesi, 18. 1. 1998
17- M. Enes Ergene, a.g.e, sayfa 255

Hüseyin Çelik Kimdir?


ABD güdümlü Fetullah cemaatine üye oluyor, daha sonra Kürt soykırımcılığıyla “meşhur” Çiller’in partisi DYP’ye geçiyor.

1959 yılında Van'ın Gürpınar ilçesinde doğan Hüseyin Çelik, 1983 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nden mezun oldu. Mezun olduğu gibi Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi'ne asistan olarak girdi. 1987 yılında ise İstanbul Üniversitesi'ne geçti.
1988-1991 yılları arasında “Jön Türkler” konulu doktorası ile ilgili araştırmalar yapmak üzere İngiltere'ye gönderildi. Bu esnada Londra Üniversitesi, “Ortadoğu ve Afrika Çalışmaları Okulu” programlarına katıldı. 1991'de ise “Yeni Osmanlılar” ile ilgili araştırmalar yapmak üzere Belçika, Hollanda, Almanya, Avusturya, İsviçre, İtalya ve Fransa'da bulundu. 1992'de Yüzüncü Yıl Üniversitesi'ne geri döndü ve yardımcı doçent yapıldı. 1997 yılında ise doçentliğe yükseltildi. Son olarak Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nde öğretim üyeliği ve bölüm başkanlığı yaptı. Türk kültürü, siyasi tarihi ve edebiyatı üzerine kitaplar yazdı.

Hüseyin Çelik öğretim üyesiyken DYP ile bağlantıya geçti ve 18 Nisan 1999 milletvekili seçimlerinde DYP'den Van Milletvekili seçildi. 3 Temmuz 2001'de ise DYP'den istifa ederek, “kurucu üye” olarak AKP'nin kurucuları arasında yer aldı. 3 Kasım 2002 seçimlerinde yeniden Van Milletvekili olarak parlamentoya girdi. 58. Cumhuriyet Hükümetinde Kültür Bakanı olarak görev aldı. 59. ve 60. AKP Hükümetlerinde ise, Millî Eğitim Bakanlığı yaptı. 
Yapılan son milletvekili seçimlerinde AKP Antep milletvekili olan Çelik, Başbakan başdanışmanı olarak atanmıştır. AKP MYK üyesi olan Çelik, aynı zamanda AKP Genel Başkan Yardımcısı ve AKP Sözcüsü'dür.

Babasının Arap annesinin Kürt olduğu belirtilen Hüseyin Çelik, Fetullah cemaati üyesi olup “İngiliz ekolü”nden gelmedir. Yani “İngiliz eğitimi”nden geçmiştir. Zaten Türkiye’de neredeyse tüm bürokrat ile siyaset ve devlet adamları, ülkedeki eğitimlerinin ardından Amerika ya da Avrupa’nın bilinen belli başlı ülkelerinin birinde “doktora” çalışmaları yapıp buradaki üniversitelerde “özel” eğitimlerden geçmektedirler. Bu eğitimler oryantalist ve pozitivisttir. Yani kısaca, Ortadoğu’ya Batı kafasıyla ve sadece olgusal yaklaşılır. Türkiye’ye dönünce de bu çerçevenin içerisine, kişinin bağlı bulunduğu iktidar kliğine göre “Türkçülük” ya da “Türk-İslam sentezciliği” çizgisi eklenir. Yani Türkiye’de en kral “Türkçü” ve “İslamcı” geçinen bilindik tüm simalar Batı’nın sözü edilen nitelikteki eğitiminden geçtikten sonra “işbaşı” yapmaktadırlar. Batı toplumlarından yapısal olarak farklı olan Türkler, Osmanlı’nın son dönemlerinden beri hep bu zihniyetle yönetildiler. Oysa yöneticilerinin ve tabi her üyesinin kendi kültürel ve sosyal yapısallığına uygun olarak eğitilmesi bir toplumun en doğal ve yaşamsal hakkıdır. 
 
Bu mesele Kürtler açısından daha da dramatiktir. Bunun çarpıcı örneklerinden biri Hüseyin Çelik’tir. Kürdistan çıkışlı olan Çelik, ilkin “Türk Dili ve Edebiyatı”nı okuyor, sonra “Yeni Osmanlıcılık ve Jön Türklüğe” merak salıyor, ABD güdümlü Fetullah cemaatine üye oluyor, daha sonra Kürt soykırımcılığıyla “meşhur” Çiller’in partisi DYP’ye geçiyor. Nihayetinde de tüm bunların sentezi ve ileri organizasyonu olan AKP’ye kurucu üye oluyor. 

Hüseyin Çelik AKP’nin “Kürt” milletvekilleri arasında sayılıyor. Erdoğan defalarca kendi “Kürt” milletvekillerine vurgu yaptı. 1990’lı yıllarda yapılan tartışmalarda sürekli şöyle bir demagoji yapılırdı: “Bu ülkede Kürtlere ayrımcılık yapılmıyor, önlerinde hiçbir engel yok, cumhurbaşkanı bile olabiliyorlar.”  Elbette İsmail Beşikçi Hoca bu çarpıtmalara çok kısa ve öz bir yanıt veriyordu: “Evet, ama Kürtlüğünü inkâr etme koşuluyla.” AKP ise bu demagojiyi biraz daha inceltti. AKP’nin içerisindeki bazı “Kürtler” artık, “ben Kürdüm ve bakan dahi olmuşum” diyebiliyor. Yani kendisini inkâr etmediğini vurguluyor. Buna da Beşikçivari bir cevapla, “Evet, ama Kürt halkının haklarını inkâr etme koşuluyla” denilmeli. Çünkü eskiden “Kürt yoktur” deniyordu, şimdi bu inkâr inceltilerek, “Kürt vardır ama hakları yoktur” deniyor. Bir toplumun, toplum olmaktan kaynaklı siyasal, sosyal, kültürel vb hakları vardır. Bu haklar çarpıtılamaz, bireyselleştirilemez, küçültülüp budanamaz. AKP’nin yapmaya çalıştığı ise bu tür bir şeydir. 

Erdoğan, “Kürt sorunu yoktur, tek tek Kürtlerin sorunları vardır” diyerek daha tehlikeli bir inkârı dayatıyor. Yani Kürtlerin toplumsal değil bireysel haklarının olduğunu söylüyor. Oysa bir halkı halk yapan onun ortak toplumsal değerleri yani toplumsal özelliğidir ve bir toplumun toplumsal hakları savunulmadan o halkın gerçek bir mensubu olunduğu ileri sürülemez. Dolayısıyla burada bir toplumu bireylerine ayırarak parçalama ve atomize etme amacı vardır. Çünkü bireyselleştirilen bir toplum daha iyi yönetilip, asimile edilebilir. Örneğin bir kısmına “iyi Kürt”, bir kısmına “kötü Kürt” denir. “İyi”ler sürekli ihya edilir, “kötü”ler ise cezalandırılır. 

Bu “ihya” edilen “Kürt”lerden biri de Hüseyin Çelik’tir. Van milletvekilliği döneminde kendisi, aile ve akraba çevresi gayet “ihya” olup semiz hale getirildiler. Bu durum halkta büyük tepkilere neden olunca Hüseyin Çelik, son seçimlerde Van’dan değil Antep’ten milletvekili seçtirildi. “İhya edilenler”e bir görev daha verilir. O da “kötü” ilan edilenlere sürekli biçimde saldırmak. Gılgameş destanında Enkidu’nun Humbaba’ya yaptığı gibi… 

Dikkat edilirse yurtsever Kürtlere ve Kürt siyasetçilerine en fazla AKP’nin “Kürt”leri saldırmaktadır. Bunların başında da Hüseyin Çelik gelmektedir. Van depreminde halk yoğun acılar içerisinde kıvranırken, Hüseyin Çelik sıcak koltuğunda güllük gülistanlık bir tablo çiziyordu. Ona göre sadece kısmi bir çadır sorunu vardı. Halkın sorunları için koşuşturup bunları dile getiren yurtsever Kürt siyasetçilerine ise en düzeysiz söylemlerle saldırmaktan geri kalmıyordu. 

Her kılığa bürünerek, Türkiye ve Kürdistan’daki tüm maddi ve manevi değerleri dolara ve altına tahvil etmek… İşte AKP’nin özeti bu… Hüseyin Çelik de bu görevi Kürdistan’da üstlenenlerden biridir. Diğerleri Mehmet Şimşek, Mehdi Eker, Egemen Bağış, Cevdet Yılmaz, Vahit Kiler ve niceleri. Bir de meclise paraşütle indirilen Oya Eronat ile Erdoğan’ın bahçesindeki kulübede bekleyen Mehmet Metiner’i unutmamak gerekir. 
 
Bunların hepsi “Beyaz Türkler”in sofralarına meze yetiştirmek için yarışan “kapkara yüzlü Kürtler” ya da Kürdistanlı’lardır ve tüm dünyadaki örneklerinde olduğu gibi günü geldiğinde pılını pırtını toplayıp dünyanın başka bir yerinde başka sofralara mezecilik arayışına çıkacaklardır. 

Özel Savaş-2 (Yazı Dizisi)

Özel savaş olarak ele aldığımız olgu, sınıflı uygarlıklar boyunca geliştirilen baskı ve egemenlik aracı olarak başvurulan savaşın bir biçimidir.

Özel Savaş Nedir?

 
Özel savaş olarak ele aldığımız olgu, sınıflı uygarlıklar boyunca geliştirilen baskı ve egemenlik aracı olarak başvurulan savaşın bir biçimidir. Ancak özel savaş, yukarıda belirttiğimiz savaş tanımlarını birebir karşılayan ya da onunla aynılaştırılan bir anlamda değildir. Ama kaynağını ve özünü oradan alıyor. Değişen koşullara göre sürdürülen bir savaş biçimi oluyor. Önderlik, komünal topluluklar döneminde yaşanan kabileler arası çatışmaların savaş olmadığı gerçeğini belirtiyor. Sınıfların, kentlerin sömürgeciliğin ve devletin ortaya çıkmaya başladığı dönemde yaşanan savaşların çok daha farklı olduğunu, ancak o zaman yaşananlara savaş diyebileceğimiz gerçeğini ortaya koyuyor. Fakat özel savaşın, yirminci yüzyılda kurallara bağlanan savaşın da aşılması anlamına geldiği gerçeğine dikkat çekiyor. Ve buna, “Kuralsız savaş” diyor. Kuralsız savaş tanımı, özel savaşı anlatmaya yeter mi? Kuralsızlığı genel bir çerçeve olarak değerlendirip içine her şey sığdırılırsa olabilir. Ama kavram olarak anlatmaya yetmez. Çünkü özel savaş denen savaşta, salt askeri olarak hasmı alt ederek ona iradeyi kabul ettirme söz konusu değildir. Özel savaş, siyasetin şiddet araçlarıyla sürdürülmesi değildir, ama şiddet araçlarının kullanılmasını da içeriyor. Onun için özel savaş egemenler ve sömürücüler tarafından topluma karşı her alanda sürdürülüp, ilan edilmiş olan bir savaşı simgeler. Özel savaş kapsamına sadece ekonomik, siyasal, askeri, kültürel alanlar değil, bir bütün olarak insana ve topluma karşı savaş da giriyor. Kısacası toplumla ilgili ne varsa bunlar özel savaş kapsamına giriyor. Onun için özel savaşı ele alırken, genel savaş anlatımları dışında ele almak gerekiyor. 

Savaş için yapılan tanımlar vardır. Savaş için Alman- Prusyalı General Clausewitz, “Savaş; politikanın devamıdır” der. Ama bu sözü söylerken, “Politikanın herhangi bir devamı değildir. Politikanın şiddet araçlarıyla devam ettirilmesidir” diyor. Yine savaş ve politika ilişkisini ele alırken, politikayı her zaman belirleyici olarak görür. General Clausewitz :”Politika, savaşın belirlendiği döl yatağıdır. Savaş, politikaya göre belirlenir” biçiminde tespit yapar. Savaşı politikaya göre belirlerken de savaşın uygun şekilde bileşenlerini ortaya koyar. Savaşın, matematikle, kimyayla, fizikle, teknikle, ideolojiyle, coğrafyayla bağının önemini dile getirir ve bunların savaşla doğrudan olan bağını ortaya koyar. Böylece bütünlüklü bir yaklaşımla savaşı kendine göre tanımlamış olur. 
Daha sonraki süreçlerde, Clausewitz'in belirttiklerinin doğru yönleri olmakla birlikte, savaşı her yönüyle anlatmadığı gerçeği de ortaya çıkar. Önderlik; ‘savaş politikanın devamıdır’ şeklinde yapılan genel belirlemenin doğru olmadığını söylemektedir. O nedenledir ki, savaşla, politika arasındaki bağın doğru kurulması ve mutlaklaştırılmaması gerekmektedir. Burada sorunu ele alırken bakış açısıyla olan bağını da yeniden ortaya koymanın gereği açığa çıkmaktadır. Felsefik olarak sorunun ele alınışında yaşanan farklılaşma, daha sonra düşüncelerin de değişmesine neden olacak bir bakış açısı kazandırır. Zorunluluk yasası ve alt yapı- üst yapı ilişkilerinin, savaşla, politika arasındaki ilişkiye getirdiği tanımda bunu görmek mümkündür. O zaman burada Clausewitz'in yapmış olduğu tanımın, Ortadoğu gerçeğine uymadığını görürüz. Çünkü Ortadoğu’da savaş siyaseti belirlerken; siyaset de, ekonomiyi belirliyor. Yani Batı Avrupa’da kullanılan denklemlerin tam tersi Ortadoğu için geçerlidir. Değişen dünya koşullarında ortaya çıkan gerçeklikler Clausewitz'in savaş için yapmış olduğu tanımlamaları yalanlamamakla birlikte yetersizliğini ortaya koymuş olmaktadır. Bu yetersizlik ortamında savaşın daha farklı boyutları da ortaya çıkmaktadır. 
 
20. yüzyılda Özel Savaş

Özel savaş denen olgu yirminci yüzyılda değişen dünya koşullarına bağlı olarak yürütülen savaşların da almış olduğu bir biçimi ortaya koymuştur. Ona göre de savaş, hem gerçekleşme biçimi, hem de kapsam ve hedef alanı olarak daha geniş bir boyutta ele alınmaya başlanmıştır. Özel savaş da bu çerçevede ele alınıyor. Önderlik; özel savaş için, “Topluma karşı bir bütün olarak ilan edilmiş bir savaştır” diyor. Bunu somutlaştırırken de Türkiye’de gerçekleşen bu özel savaşın Kürdistan toplumuna nasıl uygulandığını da dile getiriyor. Burada neyi görüyoruz? Kişiye karşı yürütülen bir mücadelenin de, toplumun ekonomik şekillenişinin de bir özel savaş olduğu, çıkartılan kararların da özel savaşın bir parçası olduğu ve oluşan hükümetlerin de özel savaşa göre şekillendiği gerçeği ortaya çıkıyor. Bu da özel savaş olgusuna daha farklı bir yaklaşımı gerektiriyor. 
 
Özel savaşın kapsamı geniştir. Birçok nokta kısa da olsa dile getirildi. Burada ortaya konan görüşler bizim özel savaşı ne kadar doğru anladığımızı ortaya koyacaktır. Bununla özel savaş nedir sorusuna doğru cevap vererek, o konudaki eksikliklerimizi gidermeye çalışacağız. 

 Birçok yerde özel savaş üzerine yapılan tanımlar, bizim günlük tartışmalarda kullandığımızın çok az bir kısmını ifade ediyor. Özel savaş nedir, ona karşı nasıl mücadele edeceğiz. Bu sorulara verilen yanıtlar çoğu kez yetersiz kalıyor. Özel savaş nedir sorusu için verilecek yanıt çok önemlidir. Çünkü yapılacak tanım çerçevesinde, özel savaşa karşı mücadele yürütülecektir. Her yönüyle özel savaş olgusunu ele alıp, tartışmazsak ve her yönüyle özel savaş nedir sorusuna yanıt vermezsek, doğal olarak ona karşı vereceğimiz mücadele de yetersiz kalır. Bu yetersizliği bilmemiz gerekir. Onun için verdiğimiz cevaplar ne kadar doğrudur? Doğrunun ne kadarını anlatıyor? Mesela felsefi olarak bakıldığında, bir nesnenin birçok boyuttan görünüşü vardır. Birisi kendi cephesinden, diğeri de bir başka cepheden gördüğünü anlatır. Her ikisinin de anlattığı yanlış mıdır? Hayır, kendi cephesinden gördükleridir. Sadece kendi cephesinden gördüklerini anlattıkları için de eksiktir. O nesne üzerine bütünlüklü bilgiyi, o görünen tüm cephelerinin ve onu var eden asıl nedenlerin ortaya konulmasıyla birlikte anlarız. Özel savaş olgusu da böyledir. Herkes bir yönüyle tanımda bulunur. Herkes anladığı kadarıyla anlatır ama o sadece özel savaşın bir yönünü ortaya koyar. Oysa özel savaş üzerine bütünlüklü bilgiye ulaşmak ve oradaki tüm anlatımların hepsinden sonuç çıkartmak ve eğer varsa eksik kalan yanlar onları tamamlamakla mümkündür. 
 
Özel savaş kelime anlamı nedir? Savaşın özelleştirilmesi nasıl sağlanıyor? Savaşa neden olan, savaşın yürütülmesinin asıl gerekçesini yani amacını ortaya koyan ne ise; o noktadan hareketle tüm imkânları seferber edip o konu üzerine yoğunlaşan ve hedefi yok etmek için ne yapılması gerekiyorsa onların yapılmasını koşulsuz kabul ederek yürütülen bir savaştır. Kuralsızdır, her şeyiyle onun üzerinde yoğunlaşmayı ifade eder. Mutlaka sonuç almayı ifade eder. Tüm imkân ve olanaklarını hedefe ulaşmak için seferber edip kullanır. Kelime karşılığını birebir anlamlandırdığımız zaman böylesi bir tanımlamayla karşı karşıya geliyoruz. Ama bu da bizim burada ele alacağımız özel savaşı her yönüyle ortaya koymaz. Savaşların gelişimini incelediğimiz zaman ya da özelleştirilen ve kuralları kendisi tarafından belirlenen savaşları ele aldığımızda karşımıza farklı olgular çıkıyor. Bunlardan birisi stratejik olarak rejimin, özel savaş temelinde kendini yapılandırması olarak ele alınmasıdır. Bu yönleriyle özel savaş, çeşitli toplumsal ilişkilerde, savaşlarda, siyasal oluşumlarda, askeri harekâtlarda kendini göstermektedir. Buna göre oluşan rejime de özel savaş rejimi denilebilir. Bununla birlikte geliştirilen bir askeri harekâta da, özel savaş harekâtı denilebilir. Bütünlüklü olarak özel savaşın karakterine uygun geliştirilen bir savaş varsa ve bu bir strateji kapsamında uygulanıyorsa buna da özel savaş denilebilir. O nedenle özel savaş olgusunu sadece bir noktada kilitleyerek açıklamamalıyız. Ayrıca savaş içerisinde savaşın kaderi üzerinde etkide bulunan ve özel olarak ifadelendirilen taktik ve birliklerin oluşumuna da tanık olunmuştur. Özel taktikleri geliştirmek ve uygulamakla sorumlu kılınan bu özel birlikler, klasik savaşı yürüten güçlerle hem yan yana hem de farklı pozisyonlarda durarak savaş içinde farklı yöntemlerle amaca uygun bir işlevsellik içinde yer almışlardır. 

 Mesela hemen herkesçe bilinir ve tartışmalarda dile getirilir. Perslerde, ‘Ölümsüzler Ordusu’ diye bir ordu vardır. Bunlar ordu içinde ve iktidar üzerinde ayrıcalıklı bir konuma sahipler. Giyim ve kuşamları, savaşta yer alışları, komuta düzeyleri farklıdır. Ona göre savaşta bunlara biçilen roller de farklıdır. Yüz binlerce kişiden oluşan ordu içinde, sınırlı sayıda seçkin kişiden bir ölümsüzler ordusu oluşuyor.    Bununla beraber Hasan Sabah’ın Haşhaşileri de böyle bir özellik taşımaktadır. Haşhaşilere karşı Melik Şah döneminde Nizam-ül Mülk’ün oluşturduğu Cavlakiyeler de böylesi bir özelliğe sahiptir. Tarihin çeşitli dönemlerinde bu tür oluşumlar vardır. Bunlar özel harekâtlar geliştirerek, özel örgütlenmeler içerisinde yer alıyorlar. Buna göre ordu içerisinde de konumlanmış oluyorlar. Bu anlamda özel savaşı, özel harekât boyutuyla ele aldığımızda sadece günümüzle ilintilendirmek, açıklamak doğru değildir. Çünkü kökleri o zamana kadar dayanıyor. Daha sonraki süreçlerde de benzer şeyler vardır. Osmanlı İmparatorluğu’nda, Akıncı Birlikleri vardır. Osmanlıların yüz binlerce kişiden oluşan büyük orduları vardır. Savaşlarda o orduları kullanır. Ama bu savaş içerisinde kullandığı çok özel bir ordusu vardır. Bunlar da Akıncılardır. Akıncı birliklerinin örgütlenmesi, savaşta mevzilenmeleri, savaşta devreye giriş anı, kullandıkları taktikler, bunların eğitimleri ve giyim kuşamları bir bütün olarak diğerlerinden farklıdır. Bunlar genel yürüyen bir savaş içerisinde kaderin tayin edilmesinde özel rolle donatılmış ve hazırlanmış güçlerdir. Bunlara da özel güçler ya da özel taktik uygulayan güçler denilirken, onlara göre savaş içerisinde kader belirleyici güçler anlamında bir yaklaşım gösterilmiştir. Hemen bütün tarih boyunca, savaşların sürdürülmesi-kazanılması için etkili olabilecek özel güçler oluşturulmuştur. Bu güçler özel harekâtlar geliştirmek için özel eğitimler almışlardır. Yani geleneksel ordunun ve savaşın dışında konumlandırılmış güçlerdir. Bunların da özel olarak ele alınması söz konusudur. Çünkü bunların özelliği direkt iktidarla-egemenlikle ve doğal olarak da savaşla ilgili olmalıdır. Onun için savaşta oynayacakları rolleri kader belirleyici gibidir. Mutlaka kendilerine verilen görevleri yerine getirmeye kilitlenmişlerdir.
Bu anlayış temelinde giderek gelişen özel harekâtlar vardır. Mesela günümüzde özel askeri harekâtlar vardır. Özel askeri harekât denilince ne anlaşılıyor? Var olan geleneksel savaşın dışındaki askeri eylemliklerin yürütülmesi, sürdürülmesi anlaşılıyor. Bunlar suikast, sabotaj, adam kaçırma, nokta baskını gibi özel harekât kapsamında ele alınan eylemler, harekâtlar oluyor. Tabi savaş içinde de yerleri vardır. Bunlar da rakibe karşı geliştirilen, irade kırma, sindirme ve yok etme harekatı olarak gelişiyorlar. Savaş içinde bunların yerinin olmasına rağmen bunlar o geleneksel savaşın kuralları dışında özel bir harekât olarak ele alınmaktadır. Onun için tarihten günümüze kadar bütün savaşlar içinde özel harekâtlar ve bu özel harekâtları gerçekleştirecek özel güçler var olagelmiştir. Örneğin, Truva Savaşı’nda kullanılan Truva Atı, bu konuda tarihi bir öneme sahiptir. Bu uygulama tarihe, ‘kaleyi içten fethetme’ şeklinde bir özel savaş türü olarak geçmiştir. Bir özel savaş dendi mi anlaşılması gereken noktalardan bir tanesi budur. Yanlış mıdır? Hayır; doğrudur ama eksik bir doğrudur. Bugünkü kullandığımız anlamda özel savaşı anlatmaya yetmez. 

İkinci bir nokta olarak da özel savaş olgusu ele alındığı zaman bunun bir strateji olarak; askerlik ve savaş stratejisi olarak değerlendirilmesidir. Bunun anlamı nedir? Savaşın içinde olmakla birlikte, savaş içinde sınırlılığı ifade eden özel boyutunu aşmasıdır. Özel harekât boyutunu aştığı zaman, savaş artık özelleştirilerek, özel yöntemler kullanılarak sürdürülüyor demektir. Bu da özel savaşın küçük bir gurup olarak örgütlendirme boyutunu aşması anlamına gelir. Yani özel savaş, genel bir savaşı sürdürme düzeyinde ele alınıyor demektir. Karadan, havadan, denizden sürdürülen savaş da piyadelerin yürüttüğü savaş da artık bu stratejiye göre belirleniyor demektir. Bu stratejinin kendisi kuralsızlığı, sonuca ulaşmak için her yol ve yöntemi kullanarak tüm imkânları seferber etmeyi içermektedir. Bu savaş türünün geliştirilmesi daha çok İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkıyor. Özel savaş, bir strateji olarak İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ele alınıyor. Böylece gelişen bu strateji uygulama safhası olarak salt dış güçlere karşı yürütülen bir savaş olmaktan çıkıyor. Egemen sınıf, egemen güç kendini tek irade haline getirip içerideki ve dışarıdaki karşıt olarak gördüğü güçleri düşman olarak ilan ediyor ve bunlara karşı yürüttüğü savaşı özel savaş olarak ele alıyor. Bu anlamda özel savaş, salt dış güçlere karşı ya da sömürgecilik siyasetini uygulayarak sömürgeleri elde tutmak için yürütülen bir savaş olmaktan çıkıyor. İçeride, ülke içinde de bir iç savaş biçimi olarak da kendini şekillendiriyor. Kapsamı genişleyerek sadece dışa değil içe karşı bir savaş haline geliyor. Dışa karşı kimi düşman ilan etmişse ve içe karşı da kimleri düşman ilan ettiyse ona karşı sürdürülebilen bir savaş haline geliyor. Bu öyle bir savaş ki, kuralları kendine göre belirliyor. Hangi yöntem ve yolu izlemeleri gerekiyorsa onları kendileri için geçerli yol olarak kabul ediyor. Böylece kendi yasallıklarını kendileri ilan ediyorlar. Kendi yasallığı tek ve doğru yasallıktır, kendi çıkarlarına uymayan ise yasal değildir. Onun yasallığı her yönüyle kuralsızlığı anlatıyor.

Cemal Şerik

Saddam’dan Erdoğan’a, Kimyasal Ali’den Kimyasal Necdet’e Enfal Gerçeği

Kürtlere karşı yeni bir Enfal hareketi devreye girmiştir. Bu plan çok sinsi ve Saddam Hüseyin’in Halepçe Katliamından daha tehlikelidir.

Hasan Ali Mecid(Kimyasal Ali): “Kürtlere iyi mi bakmalıydım? Hayır! Onları buldozerle toprağa gömeceğim.”

Recep Tayip Erdoğan: “Onlara iyi niyet göstermeyeceğiz. Sözün bittiği yerdeyiz.”

Kürtlere karşı yeni bir Enfal hareketi devreye girmiştir. Bu plan çok sinsi ve Saddam Hüseyin’in Halepçe katliamında kokan gül-elması kimyasal zehirden daha tehlikelidir. Çünkü Saddam Hüseyin tek bir parçada Enfal hareketini başlatmış ve bitirmiştir. Fakat TC Başbakanı Tayip Erdoğan ise her dört parça Kürdistan’da etkili olmak ve Kürtleri tümden iradesizleştirerek 21 yüzyılın Saddam’ı ve topyekûn olarak Kürtleri 21. yy’ın yeni kurulan global sistemin dışında tutarak Türklerin yeni tip Atatürk’ü olarak tarihe geçmek istemektedir. Her ne kadar şartlar değişmişse de, Kürtler eski Kürt değilse de Türk devletinin zihniyeti değişmemiştir. Yeter ki Kürtler ulusal-kültürel haklarına kavuşmasın, Kürdistan coğrafyası tanınmasın diye uluslar arası ilişkilerde her türlü dalkavukluğu yaparak kendisini pazarlamaktadır. Bunun neticesinde bir batı devletlerine, bir doğu ülkelerine seferler düzenlemekte küresel politikaların taşeron gücü olarak kendisini sahneye koymuştur. Ne kadar rolünü iyi oynarsa emperyal güçlerden Kürtlere karşı yeni Enfal hareketi için o kadar daha iyi izin ve destek alabileceğini hesaplamaktadır. Aslında bazı güçlerden bu izni almıştır. Ama İran’a karşı duran ve sonunda İran’a karşı savaşan Saddam rejiminin Enfal hareketi sırasında yaptığı Halepçe katliamına onay veren ve bu katliamı kınamayan aynı devletlerin günü geldiğinde Saddam rejimine yapılanlar gibi aynı şeyi Türk devletinin başına da getirebileceğinden çok gizli ve yapacağı katliamları kamuflaj etmek için çok yönlü kirli çalışmalar peşindedir.

CUDİ’DE KÜRT GERİLLALAR İLE KANDİL(KORTEK)’DE KÜRT BEBEKLERİ KATLEDEN ZİHNİYET AYNI

Medyasını buna göre ayarlayan yeni dönemin Saddam Hüseyin’i olan Tayyip Erdoğan’ın danışmanları yeni Enfal hareketini Srilanka örneği ile dillerine dolandırtmaya çalışmaktadırlar. Bu Enfal hareketi bütün Kürtlere karşı topyekûn bir Enfal hareketi olarak planlanmıştır. Biliniyor Saddam Hüseyin Kürtlere karşı 1987’den başlayarak 8 aşamadan oluşan Enfal hareketini 1988’de Halepçe katliamıyla taçlandırarak genel bir affın ilanıyla bitirdi. Kuran-ı Kerim’in 8. Suresinin ismini koyduğu Enfal hareketini yaparak ne kadar Müslüman olduğunu Kürtleri katliamlardan geçirerek dünyaya gösterdi. Bir yıllık Enfal hareketi sırasında 182 bin Kürt faili meçhul bir şekilde toplanarak katledildi. Binlerce köy boşaltıldı. Halepçe katliamı yapıldı. Güney Kürdistan’da yasak askeri bölgeler ilan edildi. Bu bölgelerde Peşmergelere ve sivil Kürt ailelerine sürekli kimyasal silahlar kullanıldı. Bunlar aşama aşama olarak 8 ayaklı olarak yürütüldü. Enfal hareketini yürüten ve Kürtler arasında kimyasal Ali olarak tanınan Ali Hasan Mecit Kürtler için- “Neden onların hiçbir şey bilmeyen eşekler gibi orada yaşamalarına izin vereyim ki. Onlardan bugüne kadar ne alabildik? Belki Kürtler arasında iyileri de vardır, bulabiliriz diye düşünüyordum ama yok, bulamadık. Onların kafalarını paramparça edeceğim. Beyinlerini parçalayacağım. Onlara hizmet etmek mi? Yok, hayır! Onları buldozerlerle kazıyacağım o topraklardan”- diyordu. Tıpkı Tayip Erdoğan’ın yeni ve modern Enfal hareketini yürüten Kürtler arasında kimyasal Necdet olarak tanınan TC Genelkurmay başkanının Cudi’de Kürt gerillalarını ve Kortek’te Kürt bebeklerini öldüren ve bunun için paşalarını tebrik eden zihniyet gibiydi. Türk İçişleri bakanı yeni Enfal hareketini Ramazan ayında katıldığı bir iftar sofrasında önümüzdeki Ramazan’da artık bu konuları konuşmayacağız onları bitireceğiz diyerek bu planın bir yıllık olduğunun işaretlerini vermiştir.

SADDAM’DA KÜRT KATLİAMLARI ÖNCESİ İSRAİL’İ LANETLİ ÜLKE İLAN ETTİ

Tayip Erdoğan ise yeni planın aşamaları olduğunu söyleyerek Saddam Hüseyin gibi Kuran’ın hangi süresini esas aldığını ise bildirmedi. Ama beş aşamalı bir plan yapıldığını söylediler. Bu planın ilk aşamasının gerillayı tasfiye etmek ve kuzeyde gelişen özgürlük hareketinin iradeleşmiş yapısını dağıtmak olduğunu açık açık belirtmektedirler. İran’a karşı durmak ve savaşmak şartıyla Saddam rejimine tanınan Kürtlere yönelik Enfal hareketini bugün Tayip Erdoğan’ın Kürtlere yönelik yeni Enfal hareketini destekleyen ve ses çıkartmayan aynı güçlerdir. ABD, Avrupa ve suni Arap devletlerinin o dönem Saddam rejimini desteklediği gibi bugünde Tayip Erdoğan’ı destekliyorlar. Saddam hem İran’a karşı hem de İsrail’e karşı bir görüntü veriyordu. Ortadoğu kamuoyunu etkilemek ve arkasına almak için İsrail’e karşı söylenmeyen laf bırakmıyor hatta o kadar ileri gitti ki Irak pasaportlarında İsrail dışında her ülkeye Iraklıların gidebileceğini yazdırarak İsrail’i lanetli ülke ilan etti. Saddam İran’a karşı olduğunu göstererek batıdan gereken destekleri alırken, İsrail’e karşı durarak Ortadoğu ve Müslüman kamuoyunun desteğini arkasına alıyordu. Böylece Kürtlere yönelik 1970-1987 ye kadar Kürtçe TV, radyo, Kürtçe okul vs açılımlarla Kürtlerin iradesini teslim almaya çalışan Saddam Hüseyin ve rejimi Türkiye’nin desteği, onayı ve görüşleriyle Kürtleri ulusal olarak Irak’ta boğmak ve bitirmek, tümden umutsuzluğa sokmak için basit bazı bahaneleri öne sürerek Güney Kürdistan’da Kürt halkına karşı Enfal hareketini - Sözün bittiği yerdeyiz. İyi niyetimizi bundan sonra göstermeyeceğiz-diyen Tayip Erdoğan tıpkı kimyasal Ali gibi- Kürtlere iyi mi bakmalıydım? Hayır! Onları buldozerle toprağa gömeceğim –diyerek Enfal hareketini başlatmıştır. O dönem Kürtçe eğitim, TV, radyo, Kürt partilerinin kendi isimleri ile parti kurma hakkı hatta Enfal hareketi sırasında Saddam Hüseyin’le görüşen o dönemim Kemal Burkayları Musul’da, Bağdat’ta Kürt parti bürolarını açıyordu. Niye KDP ve YNK buna rağmen Saddam Hüseyin’in eline bahaneler verip Kürtler üzerine Enfal operasyonun getirilmesine vesile oldular? Yoksa niyetini bozmuş Saddam’ın Enfal operasyonu için öne sürdüğü bahaneler tıpkı bu gün niyetini bozmuş Tayip Erdoğan’ın Kürdistan’da başlatmış olduğu yeni Enfal operasyonu gibi Kürtleri topyekûn bitirmek ve iradesizleştirmek için bir Osmanlı oyununun bahanesi gibi değil miydi?

TAYİP ERDOĞAN TIPKI SADDAM HÜSEYİN GİBİ KÜRT VARDIR DEDİ

Kürtler bu dönem itibariyle düşmanlarına propaganda edecekleri bahaneler için akıl vermemelidir? Kürtlerin birbirlerini bahane göstererek başarısızlıklarını gizleme yarışına gireceklerine ne olursa olsun düşmanlarının korkulu rüyası olan Kürt ulusal birliklerini oluşturmaları gerekmez mi? Yoksa şu oldu bu oldu diyerek Kürt ulusal birlikten kaçmak Kürdistan coğrafyasında Türk ırkçı devletinin başlatmış olduğu yeni modern Enfal hareketine ortak olmak olarak anlaşılacaktır. Doğrudur Türk devleti değişmek zorunda kaldı. Beyaz ve kızıl katliamlarla Kürtleri bitirmediler. 

Tayip Erdoğan tıpkı Saddam Hüseyin gibi Kürt vardır dedi. Resmiyete yazılmamış Kürtçe TV açtı. Yani Türk devleti dönüşerek Saddamlaştı. Kürtçe TV vs gibi kırıntı haklar üzerinde propaganda için bazı Kürtleri de yanına alarak ve desteklerini talep ederek yeni bir Enfal operasyonunu Kürtler üzerinde uygulayarak iktidarını Ortadoğu’da sağlamlaştırmanın güçlü temellerini yeniçağda yapmaya çalışmaktadır. Ilımlı İslam’ın yeni versiyonu olan Yeşil faşizmin Ortadoğu’daki örneği olarak tanımlanan Tayip Erdoğan Kürt ve demokratların desteği ile iktidarını sağlamlaştırdıktan sonra onlara karşı savaş açmış bulunmaktadır. Çünkü gelecekte iktidarı için en büyük tehlikeyi özgürlük isteyen Kürt ve demokratları görmektedir.

ERDOĞAN KÜRDİSTAN’DA YENİ ENFAL’İN ÖN AYAĞINI SON SEÇİMLERDE OLUŞTURDU

Türkiye’yi kuran Atatürk gibi Tayip Erdoğan’da ilk başta Kürtlere dayanarak Kürtlerin varlığını kabul ederek iktidara doğru tırmandı. İktidarın son basamağına geldiğinde tıpkı Atatürk gibi Kürt milletvekillerini meclisten dışarı attı. Kendi kimlikleri ve kıyafetleri ile meclise gelmelerine izin vermedi. Hatta Tayip Erdoğan daha ileri giderek kendi partisi içinde bulunan Kürt milletvekillerini tasfiye etti. Kürdistan’da Kürt milletvekilleri yerine faşist Türk milletvekillerini seçtirerek yeni Enfal operasyonun ön ayaklarını oluşturmaya çalıştı. Kemalist iktidar 80 yıl Kürtleri inkâr ederek bitirmeyi denedi. Ama başarısız oldu-kendi deyişleriyle Kürt özgürlük hareketine karşı fiyaskoyu yaşadılar. Yani yenildiklerini itiraf ettiler. Kürt özgürlük hareketi ırkçı-inkârcı Kemalist eski Türk devletini yendi. Yeni Türk devletini yeşil renkte kurmaya çalışan Tayip Erdoğan ve ekibi Kürtleri inkâr yerine tıpkı Saddam Hüseyin gibi biçimde kabul ederek bitirmeyi böylece yenilen eski devletleri gibi olmadıklarını söyleyerek ve propaganda ederek Kürtlere karşı topyekûn yeni bir ırkçı anlayışı sürdürdüklerini ilan ettiler. Bu yeni devletin ömrünü başlatmış oldukları yeni Enfal operasyonun başarısında gizlemişlerdir. Dolayısıyla ister PKK’ye muhalif olsun ister olmasın her şerefli-vicdanlı Kürdün yeni TC devletine karşı topyekûn ayağa kalkması ve nerede olursa olsun sesini çıkartması uluslar arası alanı harekete geçirerek yeni Türkiye’nin gerçek yüzünü deşifre etmesi ben Kürdüm-demokratım diyen herkesin görevidir. Yoksa bazı bahaneleri tekrarlayarak Kürt ulusal dayanışmasından kaçmak yeni Cezayirleri, Mahabadları, İhsan Nuri paşa’nın Ararat’ını, Şex Adulselam Barzani isyanının sonunu, 1975 boşalmasını vs kötü senaryolarla karşılaşmamak için çaba harcamalıdır. Kürtlerin cesaretle ve ulusal çıkarlarını parti, aşiret ve aile çıkarlarından üstün görerek ortak hareket etmesi başarıyı mümkün kılacaktır. Yoksa ABD, AB, Britanya gibi devletlerin BM gözetiminde bile olsa yazılı olarak Kürtlerin Ortadoğu’daki kazanımları ve varlıklarını korumak için Kürtlerle bir anlaşma imzalamadıkları halde sadece sözlerine inanmak ya da Türkiye’nin –amacımız güney Kürdistan hükümeti ve yönetimi ya da halkı değildir. Onlara saygı duyuyoruz.-demeleri resmen yazılı sözleşmelere girmedikçe sahtekârlıktır. Çünkü diğer parçalarda çözüm resmileşmeden Kürtlere saygıdan nasıl bahsedilebilinir?

OSMANLI İMPARATORLUĞU ŞEX ABDULSELAM BARZANİ’Yİ MUSULDA İDAM ETTİ

Uluslar arası kanunlar bir milleti bölmek-parçalamak ve ulusal haklarını görmüyorsa kabul etmiyorsa hangi Kürt ne hakla bu haksız uluslar arası kanunları –yasaları kabul edebilir? Kürtler kendi aleyhlerine oluşturulmuş bu yasalara karşı seslerini topyekûn kaldırmadığı sürece bunları kabul etmiş değil midir? Yoksa uluslar arası yasalar sınırları tanımamızı istiyor onun için Kürdistan’ın parçalanmışlığını tanımak zorundayız deyip Kürtleri zorlama siyasetine girme ne kadar doğrudur. Belki Kürtlerin aklında Kürtler dört parçadır ama Kürdistan’ı sömürgeleştiren devletlerin gözünde Kürdistan bir parçadır. Onun içindir ki Türkiye güney-batı-doğu Kürdistan’da Kürt tasfiyesi için çalışmaktadır. Uluslar arası hiçbir yasayı dinlememektedir. Onların dinlemediği bir şeyi ya da öne sürdükleri bahaneyi Kürtler hangi hakla dillerinde sakız gibi çiğneyebiliyorlar? Ticarete-saltanata kurban edilmeyecek ulusal değerler için Kürtlerin daha dikkatli uyanık ve kaderlerini tayin hakkı için en azından söz sahibi olmaları gerekmez mi? Dolayısıyla Kürtlerin kuru sözlere artık karınlarının tok olmasında yarar vardır. Osmanlı imparatorluğu Şex Abdulselam Barzani hareketine karşı operasyon için yazmış olduğu telgrafı bahane ederek Barzan’ı, Amediye’yi de kapsayan Güney Kürdistan’da büyük bir operasyon yaptı. Sonunda ihanetle tutuklayarak Musul’da idam etti. Telgrafında Osmanlıdan ne istemişti? Kürtlerin tanınmasını, kimliklerinin kabulünü Kürtlerin yoğun yaşadığı yerlerde valilerin-memurların Kürtlerden seçilmesini talep etmişti. Bu doğal haklar için Osmanlının devamı olduğunu gösteren AKP devleti ve Erdoğan hükümeti yeni versiyonlarla Kürt ulusal uyanışını parça parça kopartarak Kürtlere topyekûn bir yönelimin içerisindedir. Bunu görmek, deşifre etmek ve mücadele etmek can alıcıdır. İşime gelen Kürt liderini tanırım işime gelmeyeni zindana sokarım, idam ederim demek günümüzde nasıl açıklanır? Kürtler bunu daha ne kadar kabul edecekler? Çağ değişti söylemlerinin arkasına sığınılarak çürümesini bekleyin demek hiçbir Kürt siyasetçisine yakışmaz. Dünyada herhangi bir Kürt liderinin zindanda olması demek bütün Kürt liderlerinin zindanda olması demektir. Kürt halkının özgürleşmediğinin en büyük nedeni sayılır. Dolayısıyla her Kürt liderinin siyasetçinin bunu kabul etmemesi ve her yerde dillendirmesi ulusal bir görevdir. Yoksa Kürtlerin çaresizliği böyle devam eder gider.

İRAN-IRAK ARASINDAKİ CEZAYİR ANLAŞMASININ TEMELLERİ İSTANBUL VE ANKARA’DA ATILDI

1975 güney devriminin darbe alması ve bitirilmesi yine Türkiye’nin öncülüğünde olmuştu. Kürtlere verilen uluslar arası sözler yerine getirilmemiş Kürtler yüzüstü bırakılmıştı. Enfal hareketinin zeminine böyle gidilmişti. Türkiye Güneyde yükselen Kürt özgürlük davasının günün birinde kendisine uzanacağını düşünerek İran’la birlikte çalışmaya başladı. Cezayir anlaşmanın ön zemini ve maddeleri üzerinde İran ve Irak önce İstanbul’da sonra Ankara’da görüştürerek toplantılar yaptı. İran ve Irak Cezayir anlaşmasını aslında Türkiye’de yaptılar. Cezayir’de sadece açıkladılar. Zaten kimse Cezayir’de İran ve ırak arasında böyle ani bir anlaşmanın çıkacağına fazla ihtimal vermiyordu. Ama Türkiye’nin gözlemci olarak katıldığı ve onayladığı İran-Irak heyetleri arasındaki Ankara –İstanbul görüşmelerinden fazla kimse haberdar değildi. Bu dönemde Mele Mustafa Barzani ile çelişkiler yaşayan Celal Talabani şöyle bir soru soruyordu.-Eğer İran ve Irak bir anlaşmaya varırsa devrimin sonu nasıl olur? Ne tür hazırlıklar var?  Gibi sorulara karşılık devrimin lideri mele Mustafa Barzani- Bizim İran Şah’ına inancımız yok. Fakat ben Amerika’ya inanıyorum. Çünkü Amerika Kürtler gibi küçük bir halka kötülük yapamayacak kadar büyük bir ülkedir- diyordu. İran rejimi ise yaptığı açıklamada ise iki taraf anlaşırsa üçüncü taraf kaybeden taraf olur diyerek Kürtlere sırtını döndüğünü resmen açıklamıştı. Türk ve İran sömürgeci devletleri şartlar uygun olduğu halde güney devriminin yıkılmasında büyük rol oynamışlardır. Devrimin lideri mele Mustafa Barzani ise dış desteğin kesilmesi ve ABD’nin de Kürtlere sırtını döndüğünü gördüğünde büyük hayal kırıklığına uğrayarak devrimin sonunu ilan etti. ABD’ye sitem ederek kuru sözlere inandığını beyan etmişti. Barzani bir Amerikan gazetesi ve Alman gazeteci Gunther Dischner’e verdiği mülakatta- Amerikan hükümeti hiç resmi bir garanti vermedi. Biz o inançtaydık ki, Amerika hiç bir zaman bizi terk etmeyecek. Şimdi görüyoruz ki ne büyük hata yapmışız. Hayatımın en büyük hatası, ABD’ye ve onların bize verdikleri söz ve vaatlere inanmamdı. Umarız güney yönetimi ve Kürt siyasetçileri için aynı durum tekrarlanmaz. Gerek ABD gerekse de bölge ülkelerinin vereceği vaatlere kanmazlar. Çünkü Kürtler tarihleri boyunca vaatlerle kandırılmış ve birbirlerine düşman hale getirilmişlerdir.

KÜRTLER YENİ ENFAL’İN TEKERRÜR ETMEMESİ İÇİN HER ZAMANKİNDEN UYANIK OLMALIDIR

Kürt ulusal direnişi ve uyanışı her ne kadar böyle bir hatayı artık kabul edemeyecek bir düzeye gelmişse de Kürtlerin her zamankinden daha uyanık ve mücadeleci olması için derin siyaseti ulusal-demokratik başarıları için devreye koymaları bütün saldırıları bertaraf edecek niteliğe dönüştürerek topyekûn Kürt halkının ayağa kalkmasına vesile etmesi hayati önemdedir. Yeni AKP Türk devletinin İran’la ortak yapmış olduğu ve uluslar arası güçlerin yeni Enfal operasyonuna karşı Kürtler her yerde ayağa kalkarak 21 yy da ulusal-demokratik statülerini gerillalarına ve önderlerine sahiplenerek garantileyebilirler. Böylece yeni Enfal operasyonu tekerrür etmez. Kürtler topyekûn özgürlüklerine kavuşacaklardır.

Mehmet Botan

Kimyasal Cemaat Devleti


Tehlikenin boyutu her geçen gün derinleşiyor. Birçok alanda kırılmalar yaşanıyor. Bilgi kirliliği hiçbir dönem bu boyuta ulaşmamıştı.

Tehlikenin boyutu her geçen gün derinleşiyor. Birçok alanda kırılmalar yaşanıyor. Bilgi kirliliği hiçbir dönem bu boyuta ulaşmamıştı. İnsanın insanla olan ilişkisi bu kadar tek tipleştirilmemiş ve bu kadar hoyratça birbirine karşı kullanılmamıştı. Uçlara sürüklenen dil, kendisini milli hizaya çekip tüm dünyayı düşman kavramı ile yorumlamaya çalıştıkça, konuşabilme, ortaklaşabilme, paylaşabilme alanlarımız kısırlaşıyor ve çatışma dili hayatımızın her alanına hâkim oluyor. Tüm tutuklamalar bu anlayışla hayata geçiriliyor. Muhalif politika cezaevlerine tıkılıyor. Beş, on, yüz, bin derken artık herkes sırasını bekler hale getirildi. Suskunluk etrafını örgütleyerek genişliyor ve herkesi içine alacak şekilde korkuyu büyütüyor. Böylesi dönemlerde içe kapanma ve savrulmalar bir arada yaşanıyor. Kendisini bir türlü nereye oturtacağını bilemeyen siyasi ruh hali, yel nereden esiyorsa yüzünü o tarafa çeviriyor. İdeolojik buhranların yansıması, sözleri, cümleleri, refleksleri teslim alıyor.

Kemalistler, ulusalcılar, bir zamanlar ellerinde bulundurdukları üstünlüklerini kaybetmenin psikolojisiyle dışarıdan içeriye doğru hızla kapanıyor ve evlerinin içinde kurdukları mabetli dünyalarında hükümlerini sürdürüyorlar.

Sol’un geniş kesimi Kürtlerle arasına mesafe koyup hızla ülkenin batısına kapanıyor ve her şeyi ‘Katil Amerika’ sloganına yükleyip ortalıkta kalan ulusalcıları, Kemalistleri ve kopmuşları bir araya getirerek varlığını devam ettirmeye çalışıyor. Sol kendisine dayatılan bu alanın etkisine girmekten kurtulamıyor. Halkların kardeşliği ve her ulusun kendi kaderini tayin hakkı, yerini kabaca “biz onlardan değiliz” tarzı bir mesafe vurgusuna bırakıyor.

Tavşan Atlet Liberaller

Liberaller, kendi yarattıkları canavarın dişlerini artık kendilerine de göstermeye başladıklarını fark ettiler ama boşuna bir çaba ile kenardan sıyrılmaya çalışıyorlar. Yarattıkları canavar, artık onları hedefe koyuyor. Artık onları teröre moral destek vermekle, PKK’nin silahla yok edilemeyeceğini söyleyerek militanları yüreklendirmekle itham etmeye başladılar. İktidar, liberalleri tavşan atlet gibi kullanarak kendi faşizmini kurumsallaştırmak için korkunç bir hıza ulaştı. Artık tavşan atletlere ihtiyacı kalmadı. İkinci cumhuriyet hattı yanıldı ve şimdi sıra onlara geldi. Tek sorunun asker olduğuna dair düşünce, sistemin oturduğu devlet geleneğini küçümsedi. Oysa savaş iktidarı adım adım kuruluyordu ve bu iktidarın geniş kesimlerin desteğine ihtiyacı vardı.  Kızıl Elma’dan kaçıp Yeşil elma koalisyonuna yedeklendiler.

Savaşın Çeperi Sadece Kürtleri Hedeflemiyor

Tüm devrimci, demokrat, muhalif kesimleri içine alacak şekilde yürütülüyor. İktidarın karşısında en büyük muhalif güç Kürtler ve devlet Kürtleri susturup, parçalamak için tüm çelişkilerini bir kenara bırakıp, yok etme noktasında ortaklaşarak vuruyor. Kimyasal silah ve Napalm gibi korkunç silahlar PKK’ye yönelik olarak kullanılıyor. Bunun olması gerektiğine dair inanç İslamcılar eliyle yaygınlaştırılıyor. Gülen cemaatinin hoşgörüsü, Kimyasal silahlarla ve Napalm bombalarıyla Kürtlerin üzerine yağıyor. Devletin kucağında büyüyen bu Hoşgörü böcüklerinin, yine bu liberaller eliyle pazarlanmasını hatırlarsak eğer, durumu daha iyi anlamış oluruz. Gülen cemaatinin o ele avuca sığmayan hoşgörüsünün stratejik bir balondan ibaret olduğunu anlamak için yüksek bir zekâya ihtiyaç yoktu.

Sivil siyasal alana dair yürütülen tutuklamalar, KCK operasyonu adı altında meşrulaştırılmaya çalışılıyor. Herkes bir biçimiyle KCK ile bağlantısı kurularak tutuklanabilir. Çünkü artık buna karşı koyabilecek bir güç yok. Hepimiz iktidar için zayıf halkalar haline getirildik ve hepimizin başı altın tepside iktidara sunulmak için bekliyor.

İktidar, kendisi için sorun olacak her kesimin üzerinden geçerek yolunu düzlüyor. Bunu çok büyük oranda başardı. Tek sorun var Kürtler.
 
Barış, demokrasi, anaların gözyaşı falan diyerek Kürtleri ovaya çekip orada yok etmeyi planlayan iktidar, bu tuzağa düşmeyen Kürtlere yeni bir had bildirme girişiminde bulunuyor. “Her ne olursa olsun, nasıl olursa olsun” bu işi silahla bitireceğiz diyen iktidar için her yol mubah gözüküyor. Kimyasal silahlar, Napalm bombaları işte bu yüzden havadan yağıyor. Saddam’ın sivil Kürt halkına yaptığını, iktidar Kürt gerillalar için yapıyor. Gülen’in “Köküne kibrit çakın” bedduasına biat ederek, parçalanmış cesetleri Kürt analarına teslim ediyor.

Binlerce tutuklamaya paralel dağı imha etme politikası, istenilen sonucu verebilir mi?

Hayır.

Aksine korkunç bir iç savaş yaygınlaşmaya başlar. İmha kontrolden çıkarak katletmek sıradanlaşır. Herkesin birbirini boğazladığı, Kürt, Türk diyerek birbirini yok ettiği bir noktaya sürüklenir. Bugün bunun olmamasının tek nedeni, Kürtlerin örgütlü olması ve bu sonucu görmeleridir. Bu nokta çok önemlidir.
Seçimlere sol adaylarla birlikte girerek, sol ile bağını yeniden kurmaya, hak ve özgürlükler temelinde bir araya gelerek toplumsal bir barışın ortak mücadelesini yakalamaya çalışan BDP’nin nefesini kesmeye çalışan devletin, nefesi kesilen bir halkın kaybedecek hiçbir şeyi kalmadığı zaman nelerin olabileceği konusunda hiçbir fikri yoktur. Ellerindeki yargı-asker- polis ve iktidar gücü ile öylesine sarhoşlar ve attıkları savaş naralarına bir karşılık gelmeyeceğine o kadar eminler ki suyun üzerinde yürüdüklerini sanmaktadırlar.
Oysa unutmasınlar;

Bütün devrimler kaybedecek hiçbir şeyi olmayan halkların eseridir!

Akın Olgun