4 Kasım 2011 Cuma

Dindar Türkler Mazlum Kürtler Meselesi

 Gülen cemaati Kürt meselesinde başından bu yana devletten yana bir siyaset izledi. Onun geçmişte Türk devletiyle yaşadığı tek sorun sözde ‘laiklik’ meselesiydi. Bunun dışında katı milliyetçi yaklaşım başta olmak üzere her konuda ırkçı sistemle hem fikirdi.
 
Bir süredir Türkiye medyasında ‘Dindar Türkler ve Kürt Meselesi’ tartışılıyor. Tartışmayı Gülen Cemaati’nin önde gelen isimlerinden Cemal Uşşak’ın açıklamaları başlattı.

Uşşak, Radikal Gazetesi’nden Ezgi Başaran’a, “Biz dindarlar Kürtlerin ıstırabını hissetmedik; Kürt sorununa gereken ilgiyi ve yakınlığı gösteremedik” dedi. Uşşak’ın ‘özeleştirisel’ bu açıklamasına değişik çevrelerden olumlu olumsuz birçok tepki geldi.

Açıklamayı ‘Gülen Cemaati’nin Kürt Açılımı’ olarak yorumlayanlar olduğu gibi, samimi bulmayanlar, bunun arkasında farklı hesaplar arayanlar ve ‘neden şimdi?’ diye soranlar oldu.

Tabii, Türkiye’nin ‘dindar’ kesimi yekpare bir bütün değil. Ümmetçisi, Türk İslam sentezcisi, milliyetçisi, Milli Görüşçü’sü, cemaatçisi derken örgütlü- örgütsüz geniş bir kesimi oluşturuyor.
Bundan olsa gerek Uşşak’ın açıklamalarına tepki gösteren bazıları, onun dindarlar adına değil, kendi cemaati; Gülen Cemaati adına konuşması gerektiğini belirtme ihtiyacı hissetti. Aynı şekilde birçokları da “Kürtlerin ıstırabını hissetmeyenin dindarlar değil, Gülen Cemaati olduğunu” söyledi ve buna ilişkin örnekler verdi.

Devletin kanatlarının altında serpildi

Gülen Cemaati’nin devletçi bir çizgisi olduğu biliniyor. Cemaatin devletin kanatları altında serpilip geliştiği de sır değil. Cemaatin 40 yıllık geçmişine bakıldığında devletin her türlü desteği sağladığı görülecektir.

Gerçi, 28 Şubat post-modern darbe sürecinde üzerine gidildi ve sınırlandırılmak istendi ancak, atı alan da Üsküdar’ı çoktan geçmişti. Cemaat uluslararasılaşmış, Amerika’nın yörüngesine  girmişti. Bu yüzden ‘bin yıl’ süreceği söylenen 28 Şubat darbesinin ömrü birkaç yıl bile sürmedi. Darbeden kısa bir süre sonra da zaten süreç tersine çevrildi. Cemaat başta polis ve medya olmak üzere her alanda güçlendirildi. Daha önce hayal bile edemediği mevzileri bir bir ele geçirdi.

Şimdi bu mevziler üzerinden; Gülen Cemaati, özellikle de polis ve medya üzerinden 28 Şubat’ta kendisine yapılanların aynısını Kürtlere yapıyor! O da hıncını Kürtlerden çıkarıyor! Cemaatin kalemşörlerinden Ekrem Dumanlı, 28 Şubat paşasından beter tehditler savuruyor; ‘Sonunuz Kadaffi gibi olacak’ deme cüretini gösterebiliyor.

Dumanlı ve Uslu’nun derin korkuları


Cemaatin polis kökenli yazarlarından Emru Uslu da Amerika’dan Kürtlere ‘ölmeden önce’ son kez, ‘teslim ol çağrısı’ yapıyor. Amerika’nın sağladığı ‘teknolojik’ desteğe aşırı güvenen ve erken zafer sarhoşluğuna giren Uslu, Amerika’nın Afganistan’da, İsrail’in Lübnan’da yaşadığı yenilgilerden ders çıkarmışa benzemiyor. Bodoslama dalıyor ve Türklerle Kürtler için ‘felaket’ anlamına gelecek devletin yeni savaş konseptine methiyeler düzüyor. Dumanlı ve Uslu’nun yazdıkları aslında yaşadıkları derin korkuyu gösteriyor. Kürt sorunu cemaatin çıkarlarını ve geleceğini ciddi manada tehdit ediyor! Bütün kinleri gibi korkuları da buradan kaynaklanıyor.   

Gülen cemaati Kürt meselesinde başından bu yana devletten yana bir siyaset izledi. Onun geçmişte Türk devletiyle yaşadığı tek sorun sözde ‘laiklik’ meselesiydi. Bunun dışında katı milliyetçi yaklaşım başta olmak üzere her konuda ırkçı sistemle hem fikirdi.

Saidi Nursi’yi de sansürlediler

Hatta öylesine devletçi ve öylesine inkarcı bir zihniyete sahipti ki, ruhani lideri Saidi Nursi’nin (Said-i Kurdî) fikirlerini bile sansür etmekte beis görmedi. Nursi’nin Kürtlerle ilgili söylediklerinin tamamını değiştirdi. Bu inkar politikasında öylesine ileri gitti ki Saidi Nursi’nin ‘Ben bir Kürdüm’ dediği her sözünü Gülen, ‘Ben bir köylüyüm’ diye değiştirdi! Böylece hem onun Kürt kimliğini inkar etti hem de alenen rencide etti.

Katı Türk milliyetçisi Gülen ve cemaati bugün de devletten yana bir siyaset izliyor. Devletin Kemalist refleksi körelince ve katı Kemalist ekip aradan çekilince ilişkiler daha da iyileşti. Bundan olsa gerek cemaat zaman zaman devletin bile önüne geçiyor. Kürtlere karşı yürütülen bütün operasyonlarda bir de bakıyorsunuz bütün yollar cemaate çıkıyor. İş gidip gelip sonunda ona dayanıyor. Sahte belgeleri o yayınlıyor, gözaltı ve tutuklamaları o başlatıyor, yoğun psikolojik savaşı o yürütüyor.

Gülen’in Kürtlerle ‘klasik’ mücadelesi

Hal böyleyken cemaatin etkin isimlerinden Cemal Uşşak’ın söz konusu açıklamaları ne anlama geliyor? Şayet cemaat bazı yazarların iddia ettiği gibi samimi olarak özeleştiri veriyorsa, tutumunu değiştirmesi, mazlum Kürtlerle mücadele etmekten vazgeçmesi gerekiyor.

Fakat biz, cemaatin tutumunda herhangi bir değişiklik göremiyoruz. Tartışmaya Amerika’dan katılan Fethullah Gülen’in son söyledikleri de bunu doğruluyor. Cemaatin yazarları Gülen’in açıklamalarını Kürt sorununun siyasal çözümü yolunda atılmış ‘tarihi bir adım’ olduğunu söylüyor ancak, gerçek hiç de öyle görünmüyor.

 Gülen, Türk devletinin klasik ‘bir avuç eşkiya’ siyasetini sürdürüyor. Son sohbetinde PKK’yi kast ederek ‘bir avuç şakinin’ tasfiye edilmesi gerektiğinden söz ediyor. Devletten önce bunu yapmasını, ardından da ‘Kürtçe okutulmasına’ izin vermesini istiyor!

Şöyle diyor: “Hazreti Bediüzzaman ta Meşrutiyet yıllarında Medresetü’z-Zehra adıyla Van’da bir üniversite kurulmasını teklif ederken orada Arapça’nın farz, Türkçe’nin vacip ve Kürtçe’nin caiz gibi kabul edilerek hepsinin beraberce okutulması gerektiğini söylemiştir. Neden okullarda Kürtçe’nin de öğretilmesine fırsat verilmedi? Yurtdışındaki okullarımızda, hatta Amerika’da bile Türkçe seçmeli ders olarak okutuluyor ve kimse buna mani olmuyor. Büyük devlet olmanın hususiyeti budur.”

İnkar ve çifte standart uyguluyorlar

Gülen’e madem öyle ve madem ‘Kürtçe caizse’, o zaman senin polisin, savcın ve yazarın KCK Davası’ndan tutsak alınmış Kürtlerin ‘anadilde savunma hakkını’ neden gasp ediyor?; Ve cemaat bu hakka karşı neden pervasızca bir kampanya yürütüyor? diye sormak gerekiyor.

Fethullah Gülen, “büyük devlet olmanın hususiyeti” gereği Kürtçe’nin okutulmasından söz ediyor ama, pratikte tam tersini yapıyor.

Katı milliyetçi eğilimi güçlü olan Gülen ve cemaatinin ciddi bir değişim yaşamadığını pratik yeterince gösteriyor. Dolayısıyla Gülen’in söylediklerinin bir anlamı bulunmuyor.

Elbette, sadece cemaat değil, Türk dindarların önemli bir kesiminde milliyetçi damar güçlü olduğu için Kürtlerin meşru hakları söz konusu olduğunda ya inkara yöneliyor ya da çifte standart uyguluyorlar.

Ali Bulaç, kılıf aramaya çıkmış

Türkiye’de ‘dindar’ denince akla gelen ilk isimlerden biri olarak bilinen, Zaman Gazetesi yazarı Ali Bulaç’ın yazdıkları da çifte standartın zirvesi anlamına geliyor. Bulaç, Kürtleri inkara yol açan Türkçü damara bir ayna tutacağına ve Müslümanları ırkçılığa kaçan bu milliyetçilikleriyle yüzleşmeye çağıracağına işine gelen dini argümanlara sığınıyor ve çifte standart uyguluyor.

İslam dünyasının Kürtleri kendinden ayrı ve bağımsız göremeyeceğini belirten Ali Bulaç, “İslam faktörünün payı yeterince anlaşılmadan ve hak ettiği önemde ele alınmadan soruna kalıcı bir çözüm bulunamaz” diyor. Bir yandan bunu diyor, diğer yandan ise dindar Türklerin Kürt meselesinden uzak durmalarına kılıf aramaya çıkıyor. Türk dindarların mazlum Kürtlerin haklarına sahip çıkmamalarının nedenlerini açıklamaya çalışırken deyim yerindeyse bin dereden su getiriyor.

Bulaç, “Kürt milliyetçi hareketi silahlı mücadele ile işe başladı. Müslümanların siyasi mücadele geleneklerinde ‘Huruç ala’s-Sultan’ yoktur, bu anarşi ve kargaşaya yol açan ‘fitne’ sayıldığından Cair/zalim de olsa yöneticiye (Ulu’l-emre) itaat vardır” diyor.

Filistin’de değil, Kürtlere gelince sorun

Elbette İslam’ı Bulaç kadar bilmem söz konusu olamaz; Ancak Bulaç, Müslümanların siyasi mücadele geleneklerinde yer alan “gücü yeten herkesin zalim ve kafir sultanın her çeşit kötülüğüne karşı mücadele etmesi vaciptir; Böyle bir kimse mücadele etmezse, mesuldür” prensibini unutuyor.

 Bulaç, Zaman Gazetesi’ndeki köşesinde, “PKK, Marxist-Stalinist ve Baasçı-laik bir örgüttür, Müslümanların, arkaplanında materyalizm ve laiklik olan bir siyasi hareketi sahiplenmeleri beklenemezdi” de diyor.

Oysa, gece gündüz dillerinden düşürmedikleri ve her fırsatta –haklı olarak- yardım elini uzattıkları mazlum Filistinlilerin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) içinde ‘Marxist-Stalinist ve Baasçı-laik’ örgütlerin yer aldığı pekala biliyor. Bulaç ve onun gibi düşünen Türk Müslümanları Filistin meselesinde Marxizmi sorun etmiyorlar ama sıra Kürtlere gelince sorun ediyor, en hafif deyimle kendis sorumsuzluklarına gerekçe yapıyorlar.

Yalnız Filistinliler mi? Değil elbette; Türk dindarları, Filipinler’den Endonezya’ya, Kosova’dan Doğu Timur’a silahlı mücadelelere destek veriyor, ama sıra Kürtlere gelince mahkum ediyor!

Ali Bulaç kendisini Müslüman Türk görüyor

Ali Bulaç, başka uluslar söz konusu olduğunda İslam dininin haksızlığa karşı isyan dini olduğunu, isyanın ‘en kutsal hak’ olduğunu söylüyor ama, sıra Kürtlere gelince ‚itaat vardır’, susuyoruz diyor. Hem de ‘haksızlık karşısında susanın dilsiz şeytan’ olduğunu bile bile susmayı savunuyor.

Bulaç’la devam edelim; “PKK ve laik-sol aydınların domine ettiği Kürt hareketi, -ezilen nitelikte de olsa- son tahlilde bir ‘milliyetçilik’tir. Dindarların ‘Türk milliyetçiliği’ ile olan sorunlu ilişkileri doğrudur, ama tarihlerinde ilk defa, ezilen bir topluluk (Kürtler) adına ortaya çıkan örgüt ve aydınlar, bir ‘etnik grup/ırk’ üzerinden hak talebinde bulunmakta, hak talep ettikçe ‘etnik-ırk ve kavim kimlikleri’ni ‘diğerleri’nden ayrıştırmaktadırlar. Bu, Müslüman alimlerin, fikir adamları ve kanaat önderlerinin henüz iç-zihni muhasebesini, İslam kelamı açısından kritiğini yaptıkları bir ‘konu’ değildir…”

Aynen böyle diyor. Arap kökenli Bulaç, kendini Müslüman bir Türk olarak görüyor. Buna elbette saygı duymak gerekiyor ancak, Türk olmayı bir değer, bir hak, bir yücelik olarak gözümüze sokarken, Kürt’ü görmezden geliyor. Kürt kimliğinin Müslümanları ‘ayrıştıracağını’ söylüyor. Ayrıca “İslam kelamı açısından kritiği yapılan bir konu değildir” diyerek de küçümseme yolunu seçiyor.

Müslüman Müslüman’a zulm eder mi?

Birçok peygamber hadisinde ‘Müslümanların kardeş oldukları’ söyleniyor ve ‘Müslümanın Müslümana zulmetmesi yasaklanıyor’ ama, anlaşılan Türk Müslümanları Kürtleri ya Müslüman ya da kardeş olarak görmüyor. Görseler en azından onlara yapılan zulme karşı seslerini çıkarmaları gerekirdi.

Bir zamanlar Kürt meselesinde olumlu tavır alan ve saygın çalışmalara imza atan Ali Bulaç’ın da bu kervana katıldığı, ruhunu bazı çıkarlar uğruna yaraladığı anlaşılıyor. Hem öyle bir yaralamış ki bir dönemin Hürriyet Gazetesi gibi olan kendi gazetesi; Zaman’a en ufak bir şey daha söyleyemiyor. Kıyısından köşesinden dahi olsa eleştiremiyor.

Bulaç’ın Hilfu’l- Fudül’ü bilmesi gerekiyor. İslam öncesi Mekke’de mazlumların hakkını korumak için kurulan ‘erdemliler derneğini’. Bir zamanlar Bulaç’ın da görev aldığı Mazlum-Der’e ilham veren dernek. Kurucuları arasında Hazreti Muhammed’in de olduğu Hilfu’l- Fudül savaşın ve zorbalığın egemen olduğu Mekke’de hakkı gasp edilen her kimse onun yanında olmuş ve topluma faydalı işler yapmış, erdem abidesi haline gelmiş bir dernek.

Dernek, haksızlığa uğrayan her kimse kimliğine, dinine ve rengine bakmadan yardım etmiştir. Hz. Muhammed peygamber olduktan sonra bu dernek aracılığıyla Yahudilere yardım ettiği iddia edilmiştir. İslam peygamberi bunun üzerine ‘doğrudur’ demiş ve ‘mazlumun rengi, milleti ve dini sorulmaz’ diye de eklemiştir.

‘Mazlumun milletine’ bakarak tavır alıyorlar

Bulaç’ı, Gülen cemaati, AKP Hükümeti vd. Türk dindarların çoğu şimdi ‘mazlumun milletine’ bakarak tavır alıyorlar. Mazlum Kürt’se şayet İslamı da onun peygamberini de bir kenara itmekten çekinmiyorlar.

Kürt halkının yaşadığı büyük acılar bunu gösteriyor. Kürt halkının yaşadığı acıların başlıca sorumlularından biri olarak katı milliyetçi Türk Müslümanları öne çıkıyor. Hayat açık açık onlara işaret ediyor.

“Haksızlık önünde eğilmediği için hem hakkını hem de şerefini kazanan” Kürt halkının günahları da bu yüzden onların boynuna yazılıyor!


GÜNAY ASLAN

gunayaslan@hotmail.de

Özel Savaş-1 (Yazı Dizisi)

Kürdistan’da Özgürlük Hareketi’ne karşı yürütülen bir savaş var. Bu, özel savaştır.

Kürdistan’da Özgürlük Hareketi’ne karşı yürütülen bir savaş var. Bu, özel savaştır. Buna karşı halk savaşımızı geliştirme açısından, 'özel savaş nedir, ne değildir, taktikleri nelerdir, bunlar nasıl boşa çıkartılır' şeklinde tartışmalar yürütülüyordu. Özel savaşı tartışırken onun ülkemizde uygulama boyutunu ele alıyorduk. Rejimin özel savaş karakterini ortaya koyuyor, ona göre taktikler geliştiriyor ve stratejiler belirliyorduk. Bu bizi daha doğru bir mücadeleye götürüyordu. Ancak iki binlerden sonraki süreçte nasıl ‘Savaş ve Ordu’ konusu, kadro okullarımızda ve genel ortamımızda fazla tartışılmamışsa, Özel Savaş konusu da tartışılmamaya, unutulmaya başlandı. Aslında bu bizim iki binlerden sonraki yaşanan süreci doğru kavrayamayışımızla ilintilidir. Önderliğin esareti ve sonrası süreci yeterince kavrasaydık, ‘Savaş ve Ordu’, ‘Özel Savaş’ konularını tartışmaktan vazgeçmezdik. Çünkü geri çekilme sürecinde, güçlerimizi yeniden eğiterek toparlamaya çalışıyorduk. Düşman güçlerinin operasyonları ve özel savaşı sürüyordu. Değişen şartlara, koşullara göre gelişen özel savaşı boşa çıkarma çabalarımız vardı. Fakat Önderlik esaretinden sonraki sürecin doğru kavranamaması, savaş konusuna yanlış yaklaşımları beraberinde getirmekle birlikte özel savaş konusunu da yeterince ele almamamıza neden oldu. Doğal olarak silahlı savaşa ve özel savaşa bu yanılgılı-eksik yaklaşım bize zarar veriyor ve telafisi mümkün olmayan hatalara neden oluyordu. Bu gerçeklik savaş konusuna daha doğru yaklaşımla birlikte meşru savunmayı ve özel savaşı yeniden ele almayı, tartışmayı beraberinde getirdi.

Tarihte yaşanan her çatışma ya da her savaş özel savaş konusu değildir. Bu, Önderliğin yapmış olduğu çözümlemelerde ortaya konuluyor. Örneğin ilk topluluklarda klanlar, kabileler arasında çatışmalar vardır. Önderlik, doğal toplumda kabilelerle klanlar arasında süren bu çatışmaları savaş olarak ele almıyor. “Kabileler ve klanlar arasındaki çatışmalardır” diyor. Çünkü klanların ve kabilelerin birbirleri üzerine egemenlik kurma gibi bir yaklaşımları yoktu. Ya da egemenliği kurma, geliştirme aracı olarak savaşa başvurmuyorlardı. Klanlar, kabileler yaşamlarını sürdürebilmek için kendisinden güçsüz canlılara saldırıyor ya da onları avlıyorken; diğer kabilelerin, klanların mal varlıklarını ve ellerindeki yaşam araçlarını ele geçirerek kendi yaşamlarını sürdürmeye çalışıyorlardı. Bunun için o dönemin böylesi olayları, talanları ya da talanların gerçekleştirilmesi amacıyla çıkan çatışmalar, kabile ve klanlar arasındaki kavgalar olarak adlandırılıyor ve buna savaş denmiyor. O çatışmalarda, egemen olma gibi bir arayış yok. Yenilenleri köle olarak kullanma yoktur.

Sonraki süreçte insanın üretimdeki gücü daha fazla açığa çıkıyor. Gereksinim dışı yani fazla ürünler elde edilmeye başlanıyor. Böylece gerekenin dışında biriken ürünleri, zenginlikleri ve servetleri gasp etmek, o servetleri yaratabilecek insan gücünü kullanabilmek için, bilinçli olarak geliştirilen savaş ve çatışmalar dönemi de başlıyor. O türden gelişen çatışmalara savaş adı veriliyor. Yani egemenlik altına almanın, sömürmenin, iktidar olmanın bir amaç olarak belirlendiği koşullarda yaşanan çatışmaların adına savaş denilir. Demek ki, her çatışma savaş değildir. Her çatışmanın savaş olması için özellikler gerekir. Köleleştirme, sömürme ve egemenlik siyaseti gerekir. 

Savaşın kendi içinde gelişim seyri vardır. İlk aşamada, o zenginlik kaynaklarına egemenlik nasıl sağlanacak, o tahakküm nasıl kurulacak, o zenginlik kaynakları nasıl gasp edilecektir? Bu ve bunun gibi soruların yanıtlarını aramanın araç ve yöntemlerini devreye sokma var. Buradaki plan, tasarım ve amaç buna göre belirleniyor. Yani bir anlamda ne zaman ki kent, sınıf ve devlet olgusu ortaya çıkıyor; sömürüyle, sömürgecilik siyaseti iç içe geçmeye başlıyor; oralarda halkları köleleştirme savaşları ya da güçlü olan devletlerin yeni alanları egemenlik ve sömürü altına almak için kendi aralarında yaşadıkları savaşlar gündeme geliyor. Tarihteki yaşanan köleci dönem kent devletlerinin birbiriyle ya da imparatorlukların kent devletleriyle veya imparatorlukların birbirleriyle arasındaki çatışmalar böyle savaşlardır. Örneğin: Perslerle Makedonyalılar arasındaki mücadele böyle bir savaştır. Sümer-Akad çatışmaları böylesi bir savaştır. Yani egemenlik kurmak için yürütülen bir savaştır. Mısırlılarla Hititler arasındaki savaşlar böylesi savaşlardır. Devlet olgusunun ortaya çıkışıyla sömürü ve sömürgecilik siyasetinin bütünleşerek bir politika çerçevesinde ele alınması ile birlikte savaşın daha incelikli uygulanmasını beraberinde getiriyor.
Böylece ne oluyor? 

Savaşan birlikler tüm gücüyle karşı karşıya gelip, kim kimi alt ederse galiptir ya da o egemenlik altına almıştır. Temelde ve özünde bu vardır. Ama bunu gerçekleştirmek için kullanılan yöntemler farklıdır. Savaş o noktadan itibaren bilinçli yürütülen bir faaliyet haline gelmeye başlar. Hangi araçlar kullanılacak, araçları kullanırken o araçlar hangi sıralamaya tabi tutulacak ve o araçları kimler kullanacak? O araçları kullananlar savaş meydanında düşmanla karşı karşıya geldiklerinde nasıl konumlanacaklar? Tüm bunlar, devlet olgusunun ortaya çıkması, savaşın bir egemenlik kurma ve talan aracı haline gelmesiyle birlikte bilinçli olarak kullanılan yöntemler olmaya başlıyor. Ordular ya da savaşan güçler karşı karşıya geldiği zaman ona göre cephede ya da savaş alanlarında mevzi tutuyorlar. Mevzi tutarken ‘okçular mı öne gelecek, mızrakçılar mı ön sırada bulunacak’ diyerek ona göre konumlandırılıyorlar. ‘Önce mızrak mı yoksa oklar mı kullanılacak’ diye ona göre komut bekleniyor. En sonunda mızrakları kullananlarla, baltaları kullananlar hangi aşamada karşı karşıya gelecekler? Kısacası böylece savaşı sürdürme sanatı gelişiyor.

Tarihin belirli dönemlerinde çeşitli büyük savaşçı ve komutan çıkmıştır. Bunlardan bir tanesi Büyük İskender’dir. Savaş taktiklerini zengin uyguladığı için 'büyük bir komutandır' deniliyor.
Darius onu uyguladığı için büyük komutan konumuna geliyor. Mısır ve Hititler’de de öyledir. Böylece savaş bir sanat haline gelmeye başlıyor. Savaşın gelişmesi, savaşa bağlı tekniğin gelişmeye başlaması, savaşta yeni aletlerin kullanılması, savaşın da ona göre bir biçim ve düzen kazanmasına neden oluyor. Ok ile yayın yerini ateşli silahlar yani barutun kullanıldığı silahlar, toplar alıyor. Bu sefer savaşta mevzilenme ona göre de bir biçim değiştiriyor. Topçular, tüfekçilerin mevzilenme biçimlerine göre savaşın gelişmesi sağlanıyor. Savaş bir sanat olarak ele alındığında onun icrasında farklılıklar yaşanmaya başlanıyor. Ama savaş özü itibariyle değişmiyor.

Hasmı egemenlik altına almak, iradeyi rakibe kabul ettirmek için uygun bir rota izlenir. Bu yirminci yüzyıla kadar da böyle sürüyor. Bilim ve teknik gelişiyor. Bilim ve tekniğin gelişmesi yeni savaş araçlarının devreye sokulmasına neden oluyor. Yeni savaş araçları kullanılmaya başlayınca, savaşlarda da ona göre bir düzenlenme gelişiyor. Yirminci yüzyıla kadarki savaşlarda hava kuvvetleri düzenlemesinin rolü yoktu. Hava kuvvetleri düzenlemesi öncesinde, mancınıkla bir yerden bir yere ateş topu atılırdı. Daha sonra toplar, havan topları yapıldı ve onu uçaklar, helikopterler takip etti. Bunların yanı sıra karadan karaya, karadan havaya füzeler yapılmaya başlandı. Böylece savaşlarda hava sahası da kullanılmaya başlanmıştır. Sonra da uzay silahları ve devasa kitle imha silahları geliştirildi. Böylece savaşan güçler karşı karşıya gelmeden de belirlenen hedeflere etkili patlayıcılar bırakarak yıllarca süren bir meydan muharebesinden çok daha etkili, çok daha kalıcı etkisi olan kesin sonuçlar elde etmeye başladı. Bu noktadan sonra savaşın ulaştığı boyuta bağlı olarak savaşların sürdürülmesine ilişkin hukukun uluslararası alanda işletilmesi ve kuralların belirlenmesi aşamasına geçildi. Böylece savaş belirli ölçülerle, belirli kurallarla sürdürülmeye başlandı. Yani ne tür araçlar ve hangi yöntemler kullanılacağı gibi konular kural altına alındı. Buna da ‘konvansiyonel’ ve ‘anlaşmalarla sınırlandırılan savaş’ denmiştir. Giderek silahların sınırlı kullanımı gündeme gelmiştir. Buraya kadar çok kısa da olsa savaş tarihinin gelişimi içindeki belli başlı dönüm noktalarını ifade etmiş olduk. Tabi bu aşamalar içinde de her değişime rengini veren ya da o aşamaları kendi özgünlüğünde somutlaştıran savaşlar var.

Yirminci yüzyılda çok gelişmiş teknolojinin kullanıldığı birinci ve ikinci dünya savaşları var. İkinci Dünya Savaş’ında yetmiş milyon insan, Birinci Dünya Savaşı’nda on milyondan fazla insan hayatını kaybetmiştir. Onun öncesinde de gelişen büyük savaşlar var. Örneğin, Napolyon Savaşları var. Osmanlı İmparatorluğu’nun, Mısır ve İran ile yapmış olduğu savaşlar var. Ondan daha öncesinde Arap devletlerinin geliştirdiği savaşlar var. Haçlı Seferleri var. Çok çok öncesinde Büyük İskender’in, Darius’un savaşları var. Böyle birçok büyük savaş var, ama o büyük savaşlar gerçekleştiği koşulların savaşları olarak ele alınıyor. Burada şu ortaya çıkıyor ki çatışmayla savaş aynı değil. Savaşın ve çatışmanın özü ile niteliği bir değil, farklıdır. Çatışmalar, kabileler arasında yağma ve talana yönelik olarak gelişirken, savaş, kentlerin, sınıfların ve devletin ortaya çıkmasıyla sömürgeciliğin bir siyaset olarak dünya sahnesinde yer almaya başlamasıyla birlikte baskı-sömürü ve egemenlik aracı haline geliyor. 

Bu sınıflı toplumlar boyunca, demokratik uygarlık ile devletçi uygarlıkların arasında süregelen savaşlardır. Biçimleri ve kullanılan araçlar farklı olsa da, savaş taktik ve yöntemlerinde bir gelişme de olsa; savaş, bir askerlik sanatı olarak ele alınmaya başlansa da; yine yürütülen savaşlar belli kurallara bağlansa da sınıflı uygarlıklar boyunca yürütülen ve geliştirilen savaşlarda nitelik değişmiyor. Baskı-sömürü ve egemenlik aracı olarak değerlendiriliyor. Baskı ve egemenliğe karşı etnisitelerin-halkların, inanç gruplarının, ezilen ve sömürülen sınıfların vermiş oldukları mücadeleler var. Bunlara meşru müdafaa savaşı ya da öz savunma savaşı denirken, haklı savaşlar adı da verilmektedir. Bunlar kendini koruma savaşıdır. Kendini yok etmek isteyen güce karşı haklarını koruma ve haksızlık yapılmışsa, o haksızlığa karşı haklı temellerde gelişen mücadeleler oluyor. Bunun biçimleri de tarihin çeşitli dönemlerinde farklı şekillerde ortaya çıkıyor. Örneğin; Spartaküs’ün öncülük ettiği savaş, köleleştirilmeye karşı haklı ve meşru gelişen bir savaştır. Yine Med öncülüklü bölge konfedere güçlerinin Asur egemenliğine karşı direnişi sömürgeciliğe karşı özgürlük talepli bir savaştır. Yine Anadolu halk isyanlarında yaşanan savaşlar da böyledir. Yirminci yüzyılda sömürülen sınıfların, ezilen halkların geliştirdikleri mücadeleler de haklıdır. Çünkü sömürüye ve egemenliğe karşı geliştirilen mücadelelerdir. Kendini koruma amacıyla gasp edilen haklarını elde etmek için geliştirilen savaşlardır. Bunlara meşru savunma savaşları da denir.

Cemal Şerik

Karayılan: Özel Yetkili Savcılar Fetullahçı Cemaatin Adamları

Deniz Kendal-ANF

 
Behdinan - KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan, KCK’nin bir örgüt değil, bir sistem olduğunu belirterek, tutuklananların hiçbirinin de KCK’li olmadığını söyledi. Özel yetkili savcıların cemaat adamları olduğunu kaydeden Karayılan, “Varsa bu insanların KCK’ye üye olduklarına dair belge, göstersinler” dedi.

KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan, giderek daha geniş bir yelpazeyi hedefleyen KCK operasyonlarına ilişkin ANF’ye konuştu. Karayılan, KCK operasyonları için “Bu, Gülen cemaati ve AKP’den bazı çevrelerin hazırladığı bir proje temelinde Kürt bağımsız siyasetini çökertmeye dönük ortaya konulmuş bir konsepttir” dedi.

KCK BİR ÖRGÜT DEĞİL, BİR TASARIMDIR, SİSTEMDİR

Karayılan şöyle konuştu: “Şurası açık ki, Kürt siyasetine karşı bir soykırım politikası vardır. Ortada KCK diye bir şey yok. Biz bunu daha önce de söyledik. Bu bir tasarımdır, bir sistemdir. Kürt demokratik toplum modeli olarak tartışmaya sunulmuş, çerçevesi çizilmiş bir sistemdir. Ama buna dayanarak bütün Kürt siyasetçilerini hedefleme durumu vardır. Yani Kürt kimliğine karşı duyarlı, örgütlü, teslim olmayan, onurlu duruşa sahip olan bütün Kürt siyasetçilerini bu gerekçeyle tutuklayıp içeri attılar. İnsanların kendi aralarındaki diyaloglarını, kendi sistemi içerisinde kurmuş oldukları akademilerini hepsini suç saymakta, KCK organı olarak göstermektedir. Bu tamamen saçmalıktır.

BENİMLE TUTUKLANANLAR ARASINDA İLİŞKİ OLDUĞUNA DAİR BELGE VAR MI?

İşte Türk basını, “KCK’nin başında Murat Karayılan var, o zaman terör örgütüdür” demektedir. Her şeyden önce şunu söyleyeyim: Tamam. Ben KCK Yürütme Konseyi Başkanıyım. Peki, siz benim bu tutuklanan kişilerle herhangi bir ilişkime ilişkin bir belge gösterebilir misiniz? Onlarla herhangi bir telefon irtibatım kayıtlarınızda var mı? Herhangi bir internet yazışması kayıtlarınızda var mı? Herhangi bir üyelik listesini ele geçirdiniz mi? Nereden çıkardınız ki bu insanların hepsi üyeymiş? Bir kere KCK bir örgüt değil ki, birileri üye olsun. Sistemini inşa ederse vatandaş olabilirler. En son İstanbul tutuklamalarında benimle direk ilişkide olan kişilerin de tutukluların içinde bulunduğunu, yine talimatını direk Kandil’den aldığı yönündeki şeyler basına yansıdı. Bunların hiçbirisi asla doğru değildir, kurgudan ibaret şeylerdir. Varsa bu insanların KCK’ye üye olduklarına dair belge, göstersinler. Ama gösteremezler. Niye? Çünkü ben biliyorum ki bu bir senaryodur, böyle bir şey yoktur.

GÜLEN CAMAATİ VE AKP PROJESİ

Bu, Gülen cemaati ve AKP’den bazı çevrelerin hazırladığı bir proje temelinde Kürt bağımsız siyasetini çökertmeye dönük ortaya konulmuş bir konsepttir. Böylece kendi öz iradesine dayanan Kürt siyasetini tasfiye edip, zemini işbirlikçi bazı kesimlere açma, kendi Kürdünü yaratma konseptinin uygulanmasıdır. Böylelikle gerillayı da marjinalleştirme, toplumla ilişkisini sınırlamayı hesaplayan bir konsepttir bu. Bu temelde uydurulmuş bir şeydir. Bu, Kürt demokratik bilincine-toplumuna yönelik bir saldırıdır. Çünkü özgür Kürdü değil, esir alınmış, teslim olmuş Kürdü istiyor; bunu hedefliyorlar. Bunun için demokratik Kürt siyasetine karşı bir saldırıdır, teslim almaya ve sömürgeci amaçlarını gerçekleştirmeye dönük bir yönelimdir, açıkça bir siyasal soykırımdır, Kürtleri siyasetten uzaklaştırma, Kürt siyasetini yok etme hareketidir. Bunun dışında bir şey değildir.

AKP BLOK VEKİLLERİNİN MECLİS’E DÖNMESİNİ İSTEMİYORDU

Buna çarpıcı bir kanıt sunmak istiyorum: Aslında AKP hükümeti Kürt siyasetini tümden silmek için parlamenterlerin meclise gelmesini istemiyordu. Bunun için tuzak kurulmuştu. Eğer parlamenterler meclise gelmeyip 5 hafta devamsızlık yapsalardı, hepsinin vekilliklerini düşüreceklerdi. Ancak parlamento grubunun meclise dönme kararı AKP’nin bu planını boşa çıkarmıştır. Bakınız, Önderliğimiz tecrit altındadır. Yanında bulunan arkadaşlardan birisi 22.09.2011 tarihinde avukatlara bir telgraf gönderiyor. Telgrafta “buradaki arkadaşlar olarak görüşümüz parlamenterlerin artık boykotu sona erdirmeleri ve meclise dönmeleri yönündedir” biçiminde bir belirleme var. Açık ki bu Önderliğin görüşüdür. Bunu hükümet yetkilileri de çok iyi bilmektedir. Bu telgraf avukatlara ulaştırılsa ve Blok grubuna yansırsa kararları üzerinde etkili olacaktır. Fakat bu telgraf avukatlara verilmedi, bekletildi; Blok grubu meclise dönme kararını açıkladıktan sonra 30.09.2011 tarihinde avukatlara ulaştırılmıştır. Bu da gösteriyor ki, AKP hükümeti aslında parlamenterlerin dönmesini istemiyordu, onun için parlamentoya dönülmesine ilişkin olumlu görüş yansıtan telgrafı bekleterek farklı kararın çıkmasını istedi.

ARTIK KÜRT DOSTLARI DA HEDEFTE


En son İstanbul’da yapılan siyasal soykırım operasyonunda Prof. Sayın Büşra Ersanlı’nın yine yayıncı-yazar-insan hakları savunucusu-değerli insan Ragıp Zarakolu’nun ve onlar birlikte yıllarca sendikal faaliyetlerde bulunmuş, tanınmış bir Kürt siyasetçisi olan Mustafa Avcı’nın tutuklanmış olmaları bu konseptin artık farklı bir mecraya gelmiş olduğunu göstermektedir. Artık sadece Kürt siyasetini hedeflemek değil, aynı zamanda Kürt halkının dostlarını da hedefleyen bir kapsama ulaşmıştır. Yani bu şahsiyetler mazlum Kürt halkının yanında yer alarak-davasını destekleyerek onurlu duruşu sergileyen şahsiyetlerdir. Onların da aynı kapsam içerisinde hedeflenmesi ve ilginç bir biçimde KCK üyesi sayılması aslında dehşetin düzeyini göstermektedir.

TUTUKLANANLARIN HİÇBİRİSİ KCK’Lİ DEĞİL

Ben şunu söyleyeyim: Tüm Türkiye nasıl ki biliyorsa Büşra Ersanlı ve Ragıp Zarakolu bir KCK’li değilse aynı şekilde diğer bütün KCK davası adı altında tutuklananların hiçbirisi de KCK üyesi değildirler. Çünkü “KCK üyeliği” diye bir format yoktur. Böyle bir şey yoktur. Yani bu Kürt halkına ve siyasetine karşı yapılan bir zulüm, bir haksızlık ve ağır bir soykırım yönelimidir. Geçmişte sıkıyönetimler ve askeri darbeler yaşandı fakat bu kadar Kürt siyasetçisi hedeflenmedi. Toplum içinde tanınmış, bilinen Kürt insanları bu kadar hedeflenmedi; silahlı örgüt, illegal örgüt hedeflendi. Şimdi hiçbir biçimde silahlı bir faaliyeti bulunmayan ve hiçbir biçimde illegal bir çalışması olmayan, tamamen yasal bir çerçevede Kürt kimliği ve demokratik siyaseti yürüten insanlar hedeflenmekte ve zindana atılmaktadır. Yine Kürdistan’daki sokaklar tüm Kürdistan kadını, çocuğu, genci için işkencehaneye dönüştürülmüştür. Bu faşist uygulamalar ne ‘70’lerde ne ‘80’lerde ne de ‘90’larda oldu. Bugünkü uygulamaların kapsamı çok daha geniştir. Kürtleri kesinlikle halsiz bırakmayı hedefleyen, teslim olmasını öngören çok ırkçı, faşizan, gözü kara bir sömürgeciliktir. Bugün Kürdistan’daki mevcut rejim normal bir rejim değil, bir sömürgeci-sıkıyönetim rejimidir.

CEMAAT ADAMI ÖZEL YETKİLİ SAVCILAR

Özel yetkili savcılar diye bazı cemaat adamları ortaya çıkmış, aynı kafadaki polisle birlikte teoriler üretmekte ve önüne gelen herkesi yakalamaktadır. Eğer bir ülkede “siyaset akademisi” açma hakkı varsa, partiler akademiler açar, orada istediği dersi görür. Orada ders kapsamında tartışmak suç olabilir mi? Dünyanın hiçbir yerinde böyle bir suç var mı? Neymiş, “akademide şu şu konular tartışılıyormuş, bu suçtur.” Tüm katılanları ve ders verenleri tutukluyorlar. Şu bir gerçek: Başkan Apo Kürdistan halkının içinden-bu toplumun tarihi zenginliklerinden gelen bir ses olarak ortaya çıkmış, bilinç patlaması yapmış bir Önderliktir. Elbette ki -illegali de legali de- bütün özgür kimlik arayışı içerisindeki Kürt halkı onun öğretisi üzerinde bilgi sahibi olmak isteyecek, eğitim görecek, tartışacak ve öğrenecektir. Bu suç mudur? Açıkça tamamen siyasal amaçlı, hukuk dışı olarak gerçekleştirilen, Kürt toplumuna ve onun demokratik dostlarına dönük bir yönelimdir.

ERSANLI VE ZARAKOLU’NUN TUTUKLANMASI KÜRTLERİ DESTEKLEYENLERE MESAJ

Sayın Ersanlı ile Zarakolu’nun yakalanması aslında Kürt halkının haklı davasını destekleyen birçok kesime mesaj mahiyetini de taşımaktadır. Ancak burada önemli olan bu faşizan uygulamaya karşı onların hedeflediği gibi ürkmek-geri çekilmek değil de buna karşı ses çıkarmaktır; buna karşı durabilmek, demokratik iradeye sahip çıkmaktır. Türkiye’nin gerçek bir demokratik ülke haline gelmesi de ancak böyle mümkün olacaktır. Türkiye’nin geleceği, bu faşizan uygulamalara karşı durmaktan geçmektedir. Bunun için Türkiye’deki tüm aydınların, sanatçıların ve demokratik siyasetçilerin buna karşı sessiz kalmaması gerekmektedir. İlk kez daha geniş bir çerçevede karşı çıkışlar olmuştur ama bilelim ki bu yeterli değildir. Bu kadar haksızlığa karşı düpedüz gerçekleşen saldırılara karşı Türkiye’nin vicdanı sessiz kalmamalı, Türkiye demokratik vicdanı mutlaka karşı çıkmalı ve bu yönelimlere, bu büyük zulme dur diyebilmelidir.

AKP hükümetinin bu tutumu aynı zamanda daha önce dillendirdiği “Demokratik Açılım”ın ne anlama geldiğini ortaya koyarken, olası tüm demokratik çözüm ihtimallerini de yerle bir etmektedir. Bilindiği gibi, Kürt sorunu özü itibarıyla bir anayasal sorundur ama AKP hükümeti bu yönelimleriyle anayasal çözüm olanaklarını da ortadan kaldırmaya yol açmakta veya bilinçli hedeflemektedir. Çünkü kilitlendiği tek hedef, Kürt özgürlük dinamiklerini ve siyasetini tümüyle tasfiye etmektir. Bu Kürt halkına yapılmış ve yapılabilecek en büyük düşmanlıktır.

Kürt halkı da buna karşı kendini savunma ve direnişi geliştirme durumunda olacaktır. Kürt halkı çaresiz değildir. Ulusal var olma ve onur direnişini sonuç alıcı bir biçimde geliştirecek ve kendi özgücüyle özgürlüğünü elde etme mücadelesini yükseltecektir. Bu mücadelesini başarıya taşımanın iç ve dış koşulları şimdi her zamankinden daha fazla bulunmaktadır. Bu konuda sergilenecek kararlılık özgürlükçü demokratik tutum ve mücadele, sonucu tayin edecektir."

Alevilerden Başbakan Yardımcısı Bozdağ'a 'Camii' Yanıtı

Istanbul - Hubyar Sultan Alevi Kültür Derneği, Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ’ın ''Alevi köylerde zorla cami yapmadıkları, hatta Alevilerin kendilerinin bu camileri yaptığı'' yönündeki sözlerine sert tepki göstererek, “Koca bir toplumu aptal yerine koyabilme becerisini de ancak sizin gibi siyasetçiler becerebilir” dedi.

Bekir Bozdağ’ın sözlerine Hubyar Sultan Alevi Kültür Derneği’nden sert tepki geldi. Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ, Plan ve Bütçe komisyonunda yaptığı konuşmada şöyle demişti: “ Alevi köylerine zorla cami yapmadıklarını, hatta Alevilerin kendilerinin bu camileri yaptığını, Cemevlerinin ibadethane statüsü verilmesinin siyasi değil teolojik bir konu olduğunu bu nedenle bunu yapamadıklarını, 20 Alevi çalıştayı ile Alevilerin sorunlarının tartışıldığını ve uzlaşmaya varılan konulardan ikisinin uygulamaya konulduğunu, bunlardan birinin, Sivas'ta Madımak Oteli ile ilgili atılan adım, diğerinin ise orta öğretim kurumlarında okutulan din ve ahlak bilgisi ders kitaplarına Alevi cemaatinin önde gelen kişilerinin de katkısıyla hazırlanan bir metnin konularak güncelleştirilmesi olduğunu.”

Camilerin “hizmet götürme veya götürmeme” tehditleriyle yapıldığına dikkat çeken dernek, Bozdağ’a şu soruları yöneltti:

1-Alevi Köylerine zorla cami yapma politikası 1826 dan bu tarafa Osmanlı ve Onun mirasını devralan Türkiye Cumhuriyeti tarafından yürütülen bir Devlet politikasıdır. Bir çok Devlet politikasını ve statükoyu yıkma konusunda gayret sarf eden AKP hükümeti maalesef ki konu Alevilik olunca o kadim mirasa sahip çıkmakta ve statükoyu savunmaya devam etmektedir. Alevi Köylerine istem dışı cami yapmanın bir çok yöntemi vardır. Bunlardan günümüzde uygulan yöntem ise Hizmet götürme veya götürmeme tehdidi ve pratiğidir. Hizmet alamayan Alevi Köylerinin muhtarlarına bölgenin yetkilileri tarafından “tavsiye” edilerek cami yapımı zorlanmaktadır. Sivas’ın ve Kayseri’nin köylerinde bu yaşanmıştır. Bu sadece bizim bilebildiklerimizdir. Bu tür durumda genelde itiraz edilememekte ve talep sözüm ona gönüllülükle yerine getirilmektedir.
2- Cem evlerine ibadethane statüsü verilmesi teolojik bir konu ise Halen yürürlükte bulunan ve Cem evlerini ibadethane kapsamı dışına çıkartan Bakanlar Kurulu kanun neden halen dahi uygulanmaktadır. Cem evlerini ibadethane kapsamı dışına alan Teoloji değil Siyasetçiler ve onların hazırladıkları kanun ve kararlardır.

3- Aleviler için 20 Alevi çalıştayı yapıldı ve bolca Alevilik konuşturulup, tartıştırıldı. Adeta “bir sorunu çözmek istemeyip, çözüyormuş gibi yapmak için bolca tartıştırın” diye ifade edilen söze uygun bir tavır sergilendi ve hiçbir şey çözülmedi.

4- Uzlaşılarak çözüldüğü iddia edilen Sivas Madımak Otelindeki; Katliam mağdurları ile katliamcıların isimlerinin yan yana yazılması gibi Alevilerce utanç verici bir görüntünün kararını kimlerle uzlaşarak aldığınızı ve uyguladığınızı kamuoyuna açıklar mısınız?

5- 9 yıllık Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersine iki haftalık Alevilik koyarak, Alevileri kandırdığınızı mı zannediyorsunuz. Bu kandırmacayı kimlerle uzlaşarak aldığınızı kamuoyuna açıklar mısınız? Mahkeme kararlarına rağmen hala Din Derslerini zorla vermeye devam edecek misiniz?

“Evet haklısınız artık silah ya da kanun zoruyla Cami yapmıyor, işten atmıyor, kamuda istihdam etmiyorsunuz. Bunların hepsini Aleviler gönüllü yapıyorlar” diyen dernek, “Koca bir toplumu aptal yerine koyabilme becerisini de ancak sizin gibi siyasetçiler becerebilir” şeklinde tepkisini dile getirdi.

Er Başta İşkence Sonucu Akli Dengesini Yitirdi

İstanbul - Kıbrıs’ta askerliğini yaparken gördüğü işkence sonucu Uğur Kantar’ın hayatını kaybetmesinin yankıları sürerken, bir işkence olayı da İzmir’den geldi. Er Emrah Başta, İzmir’de askerlik yaparken aç bırakılması ve işkenceye uğraması nedeniyle akli dengesini yitirdi. Başta’nın ailesi işkence yapan komutan ve askerler hakkında suç duyurusunda bulundu.

EĞİTİMDE SAKATLANDI 

İstanbul’da oturan Emrah Başta birkaç ay önce askerlik için İzmir’deki birliğine giderek teslim oldu. Başta’nın acemi birliğindeki ağır eğitimleri sırasında dizi çıktı. Hastaneye sevk edilen Başta’ya doktorlar, rapor vererek istirahat etmesini istedi. “Spor istirahatı” nedeniyle birliğindeki diğer arkadaşları gibi eğitimlere katılamayan Başta’a komutanları tarafından mıntıka temizliği görevi verildi.

TUVALETE KİLİTLENDİ, AÇ BIRAKILDI 

Usta birliğine giden Başta, ayağında sorun olduğu için burada da eğitimlere katılmadı. Arkadaşlarının eğitim yaptığı sırada yatakhanede uyurken görevli çavuş tarafından görülen genç asker cezalandırılarak tuvalete kilitlendi. Başta’nın birlikte görevli komutanlardan üç gün boyunca sopa ile dayak yediği ve iki gün de aç bırakıldı ortaya çıktı.

AKLİ DENGESİNİ YİTİRDİ 

Gördüğü işkence nedeniyle akli dengesini yitirdiği belirtilen Başta, İzmir’de askeri hastaneye kaldırıldı. Oğullarının durumundan hastaneye yatırıldıktan sonra haberdar olan Başta ailesi, askeri hastaneden alarak bir özel hastaneye sevk etmek istedi. Ancak oğulları resmi olarak asker oludığu için bu talep gerçekleştirilemedi. Emrah Başta daha sonra İstanbul GATA’ya sevk edildi.

SUÇ DUYURUSU 

Anne ve babası ayrı yaşayan Emrah’ın Ümraniye Belediyesi’nde temizlik işçisi olarak çalışan babası oğluna işkence yapanların cezalandırılması için suç duyurusunda bulundu. Mazlum Der avukatları da babanın talebi üzerine İzmir ve İstanbul’da savcılığa dilekçe verdi.

‘NE OLUR VURMAYIN DİYE AĞLIYOR’

Avukat Mahir Orak “Emrah üniformalı bir asker gördüğü anda masanın altına gizleniyor. Konuşurken sürekli sağı solu kolaçan ediyor. Emrah’ı bu hale getirenler en ağır şekilde cezalandırılmalıdır. Emrah sürekli asker gördüğünde Süleyman çavuş, Ersin subay ne olur vurmayın diye ağlıyor. Bu insanlık suçudur” dedi.