2 Kasım 2011 Çarşamba

Osmanlı Ordusunda Ermeniler

Ragıp ZARAKOLU
Resmi Türk tarih tezine göre 1915 yılında yaşanan bir soykırım değil, 1. Dünya Savaşı sırasında, “Ermeni ihaneti” nedeniyle alınmış bir zorunlu göç olayı.

Cihan Harbi’ne girme konusunda, İttihat Terakki Darbe Hükümeti son derece istekli idi. Böylece Balkan Savaşı’ndaki utanç verici yenilgiyi unutturacaklarını, Alman emperyalizminin desteği ile bir Turan imparatorluğunu kuracaklarını hayal ediyorlardı. Bunun için ise, Ermeni halkının varlığı bir engel olarak görülüyordu. Ayrıca savaşa katılarak Ermeni Reformu’nu askıya alacaklarını biliyorlardı.


Sosyalist partiler Avrupa’da patriyotizm/yurtseverlik adına, dünya savaşının önünü açarak emekçi kitlelerin birbirini katletmesini kolaylaştırdılar. O dönemde sadece Rosa Luxemburg, Liebknect, Lenin gibi isimler Enternasyonalist geleneğe sahip çıkarak, savaşa ‘hayır’ dediler. Ama çok azınlıkta idiler. Bu dönemde Lenin, Zinoniev ile birlikte kaleme aldığı kitabına “Akıntıya Karşı” adını verecekti.


Modernizmin Etkisi
 
En dramatik durumda olanlar, Osmanlı ve Rus imparatorluğunun Ermeni kökenli yurttaşları idi. Erzurum’da 1914 Eylül’ünde toplanan EDF Genel Kongresi’nde, Batı’daki  II. Enternasyonal partileri gibi, gerek Batı ve gerekse Doğu Ermenistan’daki Ermenilerin kendi devletlerine karşı vecibesini yerine getirmesi kararı çıktı. Bu bir anlamda, Ermenilerin iki cephede birbirine kurşun sıkması anlamına geliyordu
Avrupa’da sosyal demokrat partilerdeki patriot eğilim etkisini, II. Enternasyonal üyesi Ermeni Devrimci Federasyonu (Taşnaklar) arasında da kendini gösterdi ve genel kabul gören, her ülkede yurttaşlık görevinin yerine getirmesi ilkesi benimsendi. Alman ve Fransız işçileri, yurttaş olarak nasıl kendi ülkelerinin ordularında askerlik görevini kabul edip, birbirine kurşun sıkacaksa, Osmanlı ve Rus imparatorluğu yurttaşları da, asli görevlerini yerine getireceklerdi. Çünkü modernizm bunu gerektiriyordu.

‘Yurttaşlık Görevini İfa Edin!’


En dramatik durumda olanlar ise, Osmanlı ve Rus imparatorluğunun Ermeni kökenli yurttaşları idi. Erzurum’da 1914 Eylül’ünde toplanan EDF (Ermeni Devrimci Federasyonu) Genel Kongresi’nde, Batı’daki II. Enternasyonal partileri gibi, gerek Batı ve gerekse Doğu Ermenistan’daki Ermenilerin kendi devletlerine karşı vecibesini yerine getirmesi kararı çıktı. Bu bir anlamda, Ermenilerin iki cephede birbirine kurşun sıkması anlamına geliyordu.


Hem İstanbul, hem Petrograd Ermenilere otonomi sözü veriyordu, yeter ki kendi hükümetlerine karşı ayaklansınlar. Bir İttihat Fırkası heyeti, bu öneriyi bizzat Erzurum’da toplanan EDF Kongresi’ne götürdü. Ama kongre bu öneriyi benimsemedi. Anayasal sistem içinde yurttaşlık görevlerini yerine getirecek, ama karşı cephede kullanılmayı kabul etmeyeceklerdi.


Seferberlik başladığında EDF’nin aldığı “yurttaşlık görevini ifa edin” kararı sonucu, Ermeni yurttaşlar vecibelerini yerine getirdiler. Ama bu, erkek nüfusun ordu saflarında, sivil nüfusun ise yaşadıkları yerlerde katledilmesini kolaylaştıracaktı.


Bu kararı nedeniyle EDF, aynı zamanda 1908 devrimi sonrası İTF ile kurduğu siyasal ittifak nedeniyle çok eleştirilecekti.


Yüz yıllarca orduda asker ya da subay olamayan Ermeniler, askerlik hakkının tanınmasından sonra askeri okullara heyecanla başvuracakları gibi, 31 Mart olayları sırasında ve Balkan Savaşı sırasında “gönüllü” asker olacaklardı.


İtalyan Diplomatik Arşivleri


Tarihçi Anahit Astoyan, yeni yayınlanan ve Türkçe’ye de çevrilen “Osmanlı Ordusunda Ermeniler” adlı araştırmasında bu konuya ilişkin hayli ilginç bilgiler vermekte.


Bu araştırmada yer alan İtalyan diplomatik arşiv belgelerine göre, Cihan Harbi öncesi Seferberlik başladığında, “Ermeniler ülkenin farklı vilayetlerinde kendi imkanları ile Kızılhaç büroları açmış ve bağışlarda bulunarak Türk (Osmanlı) ordusunun maddi ihtiyaçlarını temin etme işine katkıda bulunmuslardı.

Ordunun ihtiyaçları için Ermenilere ait işyerlerine, hastanelere, değirmenlere, kiliselere, manastırlara da el kondu. Bu işlem kitlesel gasplara dönüştü. Ermeni evlerinden özellikle askeri ihtiyaçlara uygun olanlar, savunma olanağı sağlayacaklar hatta Ermenileri yok etmeye yarayacaklar gasp edildi.


Tekilif-i Harbiye adı altında Ermenilerin her türlü malına el konmaya başlandı. Herhangi bir memur, istediği en kaliteli mala ve genellikle de kendi evi için el koyabilirdi. Hiçbir Ermeni buna karşı koyamazdı.


Hangi sınıftan olursa olsun, istisnasız bütün Ermeniler mal varlığını yöneticilere teslim etmeye mecburdu. Atlar, eşekler, katırlar ve öküzler de malları nakletmek bahanesiyle ellerinden alınıyordu.


Erkekler, hatta çoğu zaman kadınlar dahi beygir olarak kullanılıyordu.


Balkan Savaşı’nda Ermeniler


Ermeni askerlerin gayretleri konusuna, Alman misyoner Doktor Yohannes Lepsius tanıklık ediyor. “Türk tanıklara göre, Osmanlı ordusunda bulunan Ermeni askerler Balkan Savaşı’nda örnek davranış sergilemiş ve cesurca savaşmışlardır. Bu savaşın ilk aylarında onlar yüksek rütbeli askerler tarafından büyük övgülere layık görüldüler. İstanbul’da Askeri Okula yedek subay olarak kaydolmak için Türklerden çok Ermeniler müracaat ettiler. O askeri eğitimlere 1500’den fazla Ermeni kaydolmuştu, özellikle de eğitimli ve orta halli çevrelerden. Onlar posta, telgraf ve benzeri işlerde çalışmak istemiyorlar, asker olmak istiyorlardı.”


Ermeniler Osmanlı vatandaşı olarak Balkan Savaşı’nda sadece asker olmakla yetinmeyip Osmanlı ordusuna düzenli yardım etmişlerdir. Örneğin Balkan Savaşı’na destek sağlamak amacıyla kurulan “Milli Savunma Topluluğu”nun Pangaltı Şubesi Müdürü Dikran Allahverdi idi. Dikran Bey Balkan Savaşı’nda Osmanlı ordusu yararına 30.000 Osmanlı altını toplamayı başarmıştı. O vesile ile hakkında basında yazılar dahi çıkmıştı fakat aynı Dikran Allahverdi 24 Nisan 1915’te tutuklanan ve sürgüne gönderilen düşünürler listesine alındı.


Enver Paşa’dan Ermenilere Övgü


Ermeni askerlerin gayretli çabaları ilk başlarda İttihatçılar tarafında övgü ile karşılandı. Bu konuda Alman misyoner Doktor Yohannes Lepsius, bakın neler bildiriyor: “Harbiye Nazırı Enver Paşa şubat ayında Kafkas cephesinden İstanbul’a döndüğünde katıldıkları mücadelede Ermeni alayının sergilediği örnek davranış ve cesaretten dolayı Ermeni Patriği’ne özel memnuniyetini belirtti. Özellikle çok başarılı bir eylemi anlattı. Ohannes Çavuş adında bir Ermeni, adamlarıyla Enver Paşa’nın kurmayını kriz durumundan kurtarmıştı. Ohannes Çavuş’a hemen madalya verildi. Enver Paşa Erzincan’dan geçerken Ermeni piskoposlar yazılı olarak selamladılar kendisini ve o da sevgi dolu bir şekilde cevap verdi onlara. Konya Ermeni cemaati adına iyi dileklerini yollayan cemaat liderine Enver Paşa’nın cevabını İstanbul’da yayınlanan almanca “Osmanisher LLoyd” gazetesinin 26 Ocak 1915 tarihli sayısından aktarıyoruz.


“Konya ziyaretimin çok kısa olması nedeniyle sizinle görüşmek mümkün olmadığı için üzgünüm. Şükran duygularınızı ifade ettiğiniz yazıyı aldım. Bu vesile ile ben de size teşekkür etmek istiyorum. Diyorlar ki, Osmanlı ordusunun Ermeni askerleri savaş meydanında askeri vazifelerini vicdanlı bir şekilde yapıyorlar ve ben kendim de görüp tanık oldum.
Sizden ricam, Osmanlı ordusu için yaptıkları fedakarlıktan dolayı Ermeni halkına memnuniyetimi ve şükran duygularımı iletin.

Harbiye Nazırı, İmparatorluk Ordusu Başkomutan Vekili Enver.”


Ermeni Askerler Silahsızlandırıldı


Çok sayıda Ermeni, Rum ve Yahudi subayın ve askerin gerek Allahuekber Dağı’nın soğuğunda, gerek Arap çöllerinde, gerekse Çanakkale’de öldüğünü biliyoruz. Ama onların adları “Şehit liste” ve anıtlarında yer almadığı gibi onbinlerce Ermeni asker silahsızlandırılarak, amele taburlarında köle işçi olarak kullanıldı ve katledildi.


Cumhuriyet döneminde azınlıklar asla askeri okullara kabul edilmediği gibi yedek subaylık hakkı da ancak 1950 sonrası uygulanmaya başlandı. Bu konuda araştırmacı Rifat Bali’nin peşpeşe yayınladığı “Yirmi Kur’a Nafia Askerleri” ve “Gayrimüslim Mehmetçikler: Hatıralar - Tanıklıklar” adlı kitapları ile araştırılmaktan kaçınılan tabu konulardan birini başarı ile otopsi masasına yatırdı.


60 darbesine kadar, Türk ordusunda Kürt kökenli subaylar da yer alabildi. Bunlardan suikast sonucu ölen Eşref Bitlis’i anabiliriz.


Ama özellikle 1980 sonrası askeri okullar Kürt kökenlilere iyice kapandı.


Yurt savunmasında canını yitirmiş, gayrimüslimlerin anısına saygıyla...

 
Reform Süreci

Sonuçsuz Açılımların Yaratımı


Ermeni sorunu, Osmanlı’dan miras kalan sorunları siyasal ve adil biçimde “çözmek” yerine onları “çürütme” yönteminin en önemli örneklerinden biridir. Yeni moda deyimle ifade edecek olursak, bu zihniyetin değişmemesi nedeniyle, ne “Tanzimat”, ne “Islahat” ne de “Meşrutiyet Açımları” bir sonuç vermiştir. Bütün bu açılımlarda, niyet geleceğe yönelik gerçek ve kalıcı ortak bir program oluşturmaktan çok, çözümsüzlükte devam ve “devletin bekası” için zaman kazanmaktır. “Islahat”tan anlaşılan ise, paylaşımdan çok, egemenliğin monolitik tarzda devamını sağlamak için, ana paradigmada asla değişiklik yapmadan, özellikle devlet cephesinden gerekli düzenlemelerin yapılmasıdır.

Seçimlerde Ortak Listeler

Ermeni halkının siyasi önderleri ve örgütleri, yarım kalmış bir demokratik devrim girişimi olan 1908 Devrimi’nden sonra, iradelerini Türkler ve diğer halklarla “birlikte yaşama” temeli üzerinde oluşturdular. Osmanlı partileri ile siyasal ittifaklar kurdular, seçimlere ortak listeler ile katıldılar.

Ermeni aydınları aslında, Osmanlı aydınlarının 1908 Devrimi sonrası, Türk Ocakları aracılığı ile başlattıkları uluslaşma yaklaşımlarına dostça bakacaklardı. Bugünkü Kürtler gibi onlar da, Anayasal düzende “kurucu unsur” olduklarını düşünüyorlardı. Büyük müzisyen Gomidas, Türk Ocağı’nda konferanslar vererek, ulusal kimlik arayışlarına, müzik alanında destek sunmaya çalışacaktı. Çünkü o da birçok Ermeni aydını gibi ayrı kimliklerin birlikte var olabileceğini düşünüyordu. Uğursuz 1914 yılına kadar...

Savaş, Asayiş ve Öz-savunma

Asayişsizlik durumu, Doğu Anadolu’da ise Ermeniler ve Kürtler açısından geçerli idi. 93 Harbi’nden sonra ve 1890’lı yılların Hamidiye kıyımları sonucunda birçok Ermeni köylüsü topraklarını yitirmişti. O dönemin korucuları olan Hamidiye Alayları, bunların dönmesine izin vermediği gibi, Ermeni köylüsünü taciz etmekte devam ediyordu. Ermeni partileri ise o zaman “fedai” denen, bir çeşit öz-savunma işlevini gören gerilla güçlerini dağdan indirmiş ve anayasal sistemin legal bir parçası haline gelmişlerdi. Hepsi legal parti olarak, açık örgütlerdi. Dolayısıyla, ITF’nin “imha” siyasetine yöneldiği kesinleştiğinde, Van dışında, direniş için çok az olanak kalmıştı.

Osmanlı hükümeti 1914 yılında, Ermenilerin yoğun olduğu Doğu Anadolu’nun 6 vilayetinde Makedonya’dakine benzer bir reform programını başlatmayı, büyük devletlerin özellikle de Almanya ve Rusya’nın baskısı ile kabul etmişti.

Bu Osmanlı yönetimi için artık Anadolu’nun da elden gittiği paniğini yaratacaktı. Öte yandan Balkanlar’dan gelen büyük göç dalgasına da bir yer açılması gerektiği düşünülüyordu. Balkan Savaşı nedeniyle korkunç bir ekonomik kriz yaşanmaktaydı, devlet ekonomik açıdan iflas etmişti. Modernleşerek güçlendirilmiş büyük Osmanlı ordusu ise, yeni oluşmuş küçük Balkan devletleri karşısında, Batılıları da şaşırtan utanç verici bir yenilgiye uğramıştı.

Halkların Açılım Umutları Tükenince

Osmanlı’nın en sadık tebalarından olan Arnavutların, 1912 yılında, ITF’nin “sözde açılımlarından” umudu kesmeleri ve aralarındaki din ayrımını (Müslüman, Ortodoks ve Katolik) ilk defa kaldırarak birlikte ayaklanmaları, irili ufaklı Balkan devletlerine, güçlerini birleştirme ve birlikte atak yapma cesareti vermişti. (Balkanlar’daki süreç ve Arnavut uluslaşması için bak: Aram Andonyan, “Balkan Savaşı”, Çev. Zaven Biberyan, Aras Yayınları, 1999)

Arnavutlar’dan sonra Araplar da, ulusal taleplerini yüksek bir biçimde dile getirmeye başlamışlardı. Kürtler ise, hâlâ hilafete sadakatle bağlı olmakla birlikte Kürt aydınları arasında da, batan imparatorlukta kendi geleceklerini çizme yoluna girdiler. Bir bölümü (Şeyh Abdulkadir) imparatorluktan yana, ki devlet çökerse kendilerine iş kalmayacaktı, bir diğer grup ise (Şerif Paşa, Mevlanzade) bağımsızlıkçı bir çizgiyi izlediler. Ancak bağımsızlıkçı çizgi gerek birinciler, gerekse İttihat ve Kemalistler tarafından etkisizleştirildi. Arap aydınları arasında da ITF’ye olan güven dibe vurmuştu. Onlar da hızla bağımsızlıkçı bir çizgiye yöneleceklerdi. Bu Arap aydınları ise, imparatorluk batarsa Suriye’de kendi hanedanını kurmayı hayal eden Cemal Paşa tarafından Beyrut’un bugün “Şehitler Alanı” diye bilinen meydanında salkım saçak sallandırılacaklardı. Cemal Paşa’nın Ermeniler karşısındaki görece ılımlı tavrı ise, kurmayı hayal ettiği yeni devlette, bu halkın yaratıcı yeteneğinden ve gen havuzundan yararlanmak içindi.

Sevr Antlaşması’nın İflası


İttihatçılar, yenilgi durumunda bile, Ermenistan’ın artık kurulamayacağını biliyorlardı. Fiziki varlığı yok edilen bir halk nasıl devlet kurabilirdi ki? Onlara göre “Hayali Ermenistan” toprağa gömülmüştü. Kemalistlerin de 1929’da Ağrı’da hayali Kürdistan’ı, toprağa gömdüklerini düşünmeleri gibi.

Savaş sonrası imzalanan Sevr Barış Antlaşması, küçük bir Kürdistan yanında büyük bir Ermenistan’ın da oluşumunu öngörüyordu. Ama halkı olmayan hayali bir devlet nasıl oluşturulabilirdi ki? Zaten Sevr Anlaşması’nın en baştan iflas etmesinin asıl nedeni de buydu. Soykırım aynı zamanda, yükseltilmesi istenen ulusal burjuvazi adına bir mülksüzleştirme ameliyesi idi. Mülkiyetin zorla el değiştirmesi sonucu, baskıcı sisteme bağımlı yeni bir burjuva tabakasının yükselişi desteklendi. Madem “Türkiye Türklerin” olacaktı, azınlıkları tasfiye süreci sonuna kadar devam ettirilmeli idi! Kürtlere biçilen kaftan ise, “beyaz soykırım” idi, yani asimilasyon ve “dil-kırım” (linguacide) politikalarının hayata geçirilmesi. Aslında bunun başarılamayacağını, Talat Paşa ile “Ermeni Açılımı”nın Ermeni toplumu adına tartışmasını yapan Erzurum Milletvekili Pastırmacıyan (Armen Garo), anılarında, Talat Paşa ile olan tartışmalarının ayrıntılarını vermektedir. Garo, Ermeni halkını tasfiye etmeye kararlı olduklarını anladığını, Araplarla federasyon kurmak istediklerini, Kürtleri ise asimile etmeyi planladıklarını, ama bunun olanaksız olduğunu belirtir. (Bak: Armen Garo’nun Anıları, “Osmanlı Bankası.” Türkçesi: Attila Tuygan, Belge Yayınları 2009)

Kürt sorununun günümüzdeki çözümsüzlüğü Garo’nun öngörüsünü doğruladı.

AKP’nin Akademisi Neyse BDP’nin Akademisi de Odur


BDP, 1 Şubat 2010 tarihindeki kongresinde yaptığı tüzük değişikliği ile tüzüğüne parti okulu ve akademiler açma maddelerini ekledi ve ilgili maddeleri buna göre düzenledi. Yargıtay’ın da onayladığı akademilerin oluşturulması içinde ilk somut adım, 20 Nisan 2010 tarihinde atıldı. MYK’de alınan karar gereği BDP, 2010/83 sayılı genelgesiyle Diyarbakır, Urfa, Adana, İstanbul, Ankara, İzmir ve Van’da olmak üzere 7 merkezde parti okulu/akademi açılması için adım attı.

BDP PM’nin 10-11 Nisan 2010 tarihinde yaptığı toplantılarda Akademilerin hedef kitlesini, “BDP PM ve MYK üyeleri, il ve ilçe yöneticileri, BDP üyeleri ve üye olma talebinde bulunanları, Belediye Başkanları, İl Genel Meclis üyelerini, talepte bulunan STK temsilcileri, sendika temsilcileri, kanaat önderleri, kent, ilçe ve mahalle meclisi üyeleri ve eğitim talebinde bulunan bütün yurttaşları” kapsayacağını ilan etti.


Yandaş basın tarafından, “militan ve canlı bomba” yetiştirme iddiasıyla hedef haline getirilen siyaset akademilerinin müfredatında “Felsefe Tarihi Ve Bilinci, Kuantum, Demokratik Siyaset, Ahlaki ve Politik Toplumun Örgütlenme biçimi olarak Konfederalizm, Demokratik Özerklik, Toplumsal Ekoloji, Toplumsal Cinsiyetin aşılması, Doğal Toplum ve Uygarlık Tarihi, Kapitalist Modernite, Kadın Özgürlük Tarihi, Ortadoğu Tarihi Ve Siyasi Dengeler, Kürt Tarihi, Türkiye Siyasi Tarihi, Siyasal İletişim, Uluslararası İlişkiler, Yerel Yönetimler ve Ekoloji” gibi konular yer alıyordu.


BDP’nin bu çalışmaları böylesine yargı eliyle baskılanırken, AKP ise 2008 yılından beri 63 ilde siyaset akademisi seminerleri vererek, binlerce “siyasetçi kadro” yetiştirdi. Eğitime katılan herkesten en az 200 TL katkı payı alınırken, AKP’nin eğitim müfredatında ise siyasi dengeler, belediyecilik ve yerel yönetimler, siyaset tarihi, toplumsal iletişim gibi konular yer alıyor.

 
Akademisyenler Ders Verecek

Prof. Dr. Ersanlı’nın gözaltına alınmasına tepki gösteren ve aralarında Eski İstanbul Belediye Başkanı Ahmet İsvan, Prof. Dr. Cemal Kafadar, Prof. Dr. Fatmagül Berktay, Prof. Dr. Günay Göksu Özdoğan, Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu, emekli Büyükelçi Temel İskit ve Yaşar Kemal’in de aralarında bulunduğu büyük çoğunluğu akademisyen olan 700 kişi, ortak bildiriyle protesto etmişti. Ardından biraraya gelen bir grup akademisyenin, siyaset akademilerinde ders vermenin suç olmayacağını belirterek, akademilerde ders verme kararı aldıkları öğrenildi.

Medine İslamı-1 (Yazı Dizisi)


Mesut YURTSEVER /F Tipi Cezaevi / Bolu


“Biz Medine İslamiyeti’ni önemsiyoruz. Medine İslamiyeti’nin doğru bir İslam anlayışı olduğunu savunuyoruz.” (Bilge)  

Peki, Niye ve Niçin?.. Evet, niye ve niçin Medine İslamı’nın doğru İslam olduğunu savunuruz?..
 
Elbette bu sorunun cevabını verebilmenin yolu, öncelikle ve en tabii olarak Medine İslamiyeti’nin ne olduğunu bilmek ve kavramaktan geçer... Medine İslamı’nı anlamak ve kavramak bize, ayrıca karşı olduğumuz, doğru bulmadığımız iktidar ve devlet eksenli İslamiyet anlayışının İslam dışılığına da anlam vermemizi sağlar. İslam-dışılık nasıl İslam oldu sorusunun cevabının da Medine İslamının anlaşmasından geçtiği aşikar.

Günümüzde özelde Ortadoğu devletlerinin, genelde kendini “İslam Devleti” olarak tanımlayan bütün devletlerdeki İslam, özünde İslam dışılıktır.
 

Gerçek İslam veya Medine İslamı ya da Muhammedi İslamın özü ile hiçbir alakaları yoktur. Biçim bakımından, kimi ibadet ritüellerini yapma yönünde benzerlikleri olsa da, ‘öz’ler farklıdır. Birbirleriyle alakaları yoktur. Çünkü Medine İslamı özünde Toplumsal İslam'dır. Devlet ve iktidar odaklı değildir. Toplumun, toplumsallığın gelişimini, ilerlemesini, güçlenmesini ve daha adil-eşitlikçi bir yapılanmayı esas alan bir İslam anlayışıdır... Yani, topluluğu ve onun bireylerini güçlendiren, bir üst aşamaya taşıyan bir İslam’dır.

Oysa iktidar-devlet İslamı topluma karşıtlık üzerinde büyür. Toplum üzerinde kendini yaşatan bir elit grubun, zümrenin İslam anlayışıdır. Daha fazla güçlenmek, maddi ve manevi olarak büyümek için kene gibi toplumun ve onun birey evinin kanını (düşünce, duygu, inancını) emen bir anlayıştır. İktidar-devlet İslamı’nın hakim olduğu yerde, topluluk ve onun bireyleri zayıftır, güçsüzdür, iradeden yoksundur... Kendilerini savunabilecek, koruyup besleyebilecek hiçbir araca, fikir, düşünce, örgütlenme, kurum vs’ye sahip değildir. Hepsi elinden alınmıştır. Eline verilen “İslam” da, iktidarın zulüm ve günahlarını örten asma yaprağı rolünü oynar.

Ve fakat Medine İslamı, Bilge’nin deyişi ile “kendi dönemi itibarıyla sosyal bir devrimdir.” 10 yıllık çok kısa zaman dilimi içinde oluşan tüm önemli pratik çaba ve kurumsallaşmaların bir tek gayesi var. O daha sosyal devrime hizmet etmek!..  Yani, topluluğu ve bireylerini zihnen, manen ve madden güçlü kılmaktır. Daha adil, güzel, eşitlikçi, barışçı ve mutlu bir yaşama taşımadır.

Medine Süreci

Hz. Muhammed’e göre peygamberlik 610’da Mekke’den iner. 610’dan 622’ye kadarki Mekke sürecini İslamiyet’in ideolojik yoğunlaşma, ideolojik grup oluşturma ve propaganda süreci olarak tanımlarsak, 622’deki Medine’ye Hicret’ten 632’de Hz. Muhammed’in ölümüne kadar geçen Medine sürecini de kurumsallaşma, sosyalleşme ve siyasallaşma olarak tanımlayabiliriz.

Bu anlamda Medine süreci özünde İslamiyet’in ete-kemiğe bürünmesi, inşaa ve tesisi sürecidir. Yani İslamiyet’in kurumsallaşması ve toplumsallaşmasıdır.

Medine süreci İslamiyet’in toplumsallaşması, toplumun da İslamlaşması sürecidir. Veya özetle şöyle diyebiliriz. Medine (Mekke de dahil tabii) sürecinde, toplumda anlamlaşıp vücut bulan İslam, bir bütünen Hz. Muhammed’de ifadesini bulan İslam’dır. Ya da tam tersi!.. Yani Hz. Muhammed’de anlamlaşıp toplumda vücut bulan İslam’dır.

Bu sürecin sosyolojik ifadesi bir toplumsal-sosyal devrim oluşudur. Çünkü Cahiliye Devri olarak anılan, köleliğin, adaletsizliğin, zulmün ve yosulluğun had safhada olduğu arap kabile ve topluluklarını daha ileri, daha gelişkin bir evreye yani daha adil, eşitlikçi, dayanışmacı bir topluma evirmeye taşır. Bu taşımayı her boyutta görmek mümkün... Gerek düşünsel, zihinsel ve kültürel boyutlarda, gerek ahlaki-etik ve vicdani ve de gerekse ekonomik, hukuki ve toplumsal yönlerden bir dönüşüme yol açar.

‘Fesat’lıktan ‘Hoş ve Güzel’e Dönüş

Örneğin Hz. Muhammed, Medine’ye hicret etmeden önce Medine “Yesrib” adıyla anılır... Kökü “fesat”tan gelir. Peygamberin ilk işlerinden biri buraya “hoş ve güzel” anlamına gelecek “Tabe veya Taybe” unvanları vermesidir. Daha sonra Medinetü Resullillah veya Medinetü Nebi denilse de, Medine kalır. Bu aslında simgesel olarak “eski”den “yeni”ye ya da cahiliyeden İslamiyet’e, Yesrip’likden Medine’liğe doğru gelişecek dönüşümün simgesel ifadesidir. Dediğimiz gibi bu değişim ve dönüşüm sadece ad düzeyinde değil, toplumsal dokunun dönüşelebilecek bütün alanlarında kendini gösterecektir. Biraz daha somut durumlar üzerinde durursak mesele daha iyi anlaşılacaktır. Bu açıdan Hz. Muhammed’in hicretin ilk gününden itibaren yapmaya çalıştığı, yaptığı kimi temel şeyleri ele alıp analize tabii tutarsak, Medine İslamı’nın neden sosyal-toplumsal bir İslam olduğu daha iyi anlaşılır.

Hz. Muhammed, Medine’de de Mekke döneminde inen vahiy ile ayetler aracılığıyla kural ve esasları sık sık dile getirmiş, yinelemiş ve fakat bunlarla yetinmemiş, gelişen şartlara, oluşan yeni duruma göre prensipler getirmiştir; yani Müslümanların Medine’ye yerleşmesi, yerleşmenin beraberinde getirdiği kendini yönetme, idame etme, koruma, savunma, ilerletme, ilişkilenme vb. noktalara bağlı bir takım yeni prensipler ve kurallar oluşturmuştur. Her yeni durum, her yeni ihtiyaç bu prensip ve kuralların geliştirilmesini doğurmuştur... Medine’ye yerleşmenin ilk ve en önemli simgelerinden biri “toplum evi” olarak da tanımlayabileceğimiz bir cami yapmadır.

Mescid-i Nebevi’yi İnşaa Etme

Hz. Muhammed’in Medine’ye hicretten sonra yaptığı ilk iş bir cami inşaa etmektir. Mescid-i Nebevi... Peygamberin camisi yani. Bu camii peygamberin devesinin çöktüğü arsa üzerinde yapılan camidir. Medine’de İslam topluluğunun oluşturulmasından ve Müslümanlar arasındaki birlik ve beraberliğin sağlanmasında en önemli unsurlardan biridir.

Medine İslamı’nda veya Muhammedi yaklaşımda camii çok fonksiyonlu bir yerdir. Sadece bir “ibadet” yeri olarak sınırlamak ve onun dışında hiçbir fonksiyonunun olmadığını belirtmek Medine İslamı’na ters düşmek demektir. Günümüzde devletçi iktidar tekelindeki camilerin rolü bir nevi bunun ifadesidir. Günümüzde cami toplumsal fonksiyonlardan soyutlanmış, sadece ibadet yapılan yer algısıyla sınırlandırılmıştır. En genel anlamıyla “Allah’ın Evi” denilip geçilmektedir. “Allah’ın Evi” denildiği için çok büyük bir kutsallık da atfedilir. Ve bu algı üzerinden caminin sadece “Allah’ın Evi” olma dışında bir misyonu yokmuş gibi görülür. Belki bir yönüyle öyledir ve doğrudur. Ama yetersizdir bu algı. Cami, Medine sürecinde sadece bir ibadet yeri veya Allah’ın Evi değildir. Allah’ın Evi ile birlikte bir de “Toplumun Evi”dir. Veya topluluğun ya da İslami literatürde cemaatin, ümmetin evi konumundadır. Bu noktayı gözden kaçırmamak lazım. Toplanılan yer olarak caminin asıl işlevi orada toplananların birlik ve beraberliklerini oluşturma, sorunlarına çözüm bulmadır. Sadece ibadet yeri olarak görmek, caminin anlamını çok zayıf kılmak; pasif, dört duvardan oluşan, ibadet ritüellerinin yerine getirildiği mekan düzeyine indirgemektir.

Oysa Medine İslamı’nda cami ibadet yeri olmanın yanında toplumun tüm sorunlarının tartışıldığı, fikir alışverişinin yapılıp, birbirine danışıldığı karara bağlanıp çözüme kavuşturulduğu bir yerdir. Yani cami özde toplumsal gelişmenin, ilerlemenin ve sorunlara çözüm bulma arayışını da bağrında taşıyan mekandır. Toplumsal sorunların çözümünde günümüzdeki gibi pasif değil etkin, dinamik bir konuma sahiptiler. Toplumsal maddi sorunları öte dünyaya, “sabır edin”e havale eden değil, cami cemaatinin düşünce, tartışma ve kararlarıyla çözüme gidildiği yerlerdi. Yani sosyal sorunların çözüm yeriydi. Kanımızca caminin kutsallığı, ibadet rütiellerinin yerine getirildiği yer olmasının yanısıra, bu toplumsal ihtiyaçlara muazzam derecede cevap oluşunda yatmaktadır.

Mescidi Nebevi’de neler yapıldığına bir bakalım;

-Toplu namaz ve vaazlarla en başta Müslümanlar arasında birlik ve beraberliğin sağlandığı yerdi.

-Sorunların tartışıldığı, karara bağlanıp çözüldüğü yerdi.

-Askeri işlerin müzakere edildiği, elçilerin kabul edildiği, dışarıdan gelebilecek tehditlere ve saldırılara karşı nasıl karşı konulacağının görüşülüp, karara bağlandığı yerlerdi.

-Aynı zamanda eğitim-öğretim yeriydi.

-(Belki günümüz algısına garip gelecek ama) Folklor gösterinin yapıldığı bir mekandı. (Ve hatta bir defasında Hz. Muhammed ve eşi Ayşe, birlikte Habeşlilerin oynadığı bir oyunu sergilenip, izlediği bir yerdi.)

-Sadece bunlar değil; Askeri seferlerin gidiş-geliş sonraları bilgilerinin toplandığı, tartışıldığı, yaralıların tedavi edildiği ve esirlerin hapsedildiği, mahkeme ve duruşma salonu olarak kullanıldığı, çeşitli bölgelerden gelen zekat ve vergilerin toplanıldığı yerdi. Şehre gelip de kalacak yeri olmayanlar için barınaktı.


Özetle camii bu ve buna benzer birçok toplumsal ihtiyaca cevap olan bir mekandı. Cemaat ve camii kavramlarının aynı kökenden gelmesi de bunu gösterir.

BDP: İçişleri Bakanı Partimizin Kapatılması İçin Talimat Verdi

Ankara - İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’in açıklamalarına anında karşılık veren BDP Eşbaşkanları, bu açıklamalarla KCK davalarının AKP Hükümeti tarafından yürütüldüğünün ortaya çıktığını ve BDP hakkında bir kapatma talimatı verildiğini söyledi.

BDP Eş Genel Başkanı Gültan Kışanak, İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’in KCK operasyonları ilişkin yaptığı açıklamalarda BDP’yi hedef göstermesine sert tepki gösterdi. Şahin’in açıklamalarının KCK operasyonlarının bizzat İçişleri Bakanı’nın talimatıyla yürütüldüğüne yönelik bir itiraf olduğunu belirten Kışanak, “Hatta listelerin hazırlanması ve kimlerinin tutuklanacağının ve suçunun ne olduğunun İçişleri Bakanı tarafından hazırlandığının itirafıdır. Bakan talimat veriyor, polis harekete geçiyor, yargı da tutukluyor. Bu siyasi operasyonun itirafıdır. Bir bakanın dosyasında gizlilik kararı olan henüz iddianamesi dahi hazırlanmamış içeriği bilinmeyin bir konuda bu kadar ahkam kesmesi, bu tutuklama talimatını ben verdim itiraftır. İçişleri Bakanı kendisini yasaların yargının ve mahkemelerin yerine koymuştur, cezasını kesmiş ve infaz edilmek üzere tutuklama kararı vermiştir” diye konuştu. “AKP iktidarında adalet böyle işliyor” diyen Kışanak, “KCK operasyonlarını özü de budur. Bizzat iktidar tarafından iktidara muhalif herkesin susturulması amacıyla yürütülen siyasi operasyonlardır. Bakanın bu konuda söyledikleri bunun itirafı niteliğindedir” değerlendirmesinde bulundu.

İçişleri Bakanı’nın “KCK-PKK-BDP bir biriyle bağlantılıdır” sözlerinin de “BDP’yi yasa dışı ilan etmek” şeklinde yorumlayan Kışanak, “Bu partimizi doğrudan yasadışı ilan etmek ve kapatılması yönünde talimat verme niteliğindedir. Bir Bakanın yasalar çerçevesinde kurulmuş bir partiyi bu şekilde suçlaması hukuk devletinde olabilecek bir durum değildir. Olsa olsa faşist diktatörlüklerin yaşandığı ülkelerdeki hukuk anlayışıdır” dedi. AKP iktidarı döneminde herkesin haklarının “AKP’nin iki dudağı arasına sıkıştığına” dikkat çeken Kışanak, “Kimin suçlu olduğuna kimin suçsuz olduğuna hangi partinin kapatılacağına ve yasadışı olduğuna doğrudan karar veren hükümetin kendisi ve İçişleri Bakanı’dır. Bu hukuk devleti değil otoriter sistemin kendisidir” dedi. Kışanak, “Düşünce, örgütlenme özgürlüğünden yana olan demokratik bir yönetim arzusu içerisinde olan herkesin bu anlayışa karşı mücadele etmesi gerekir. Gün böyle bir gündür. Artık bu anlayış siyasi olarak sadece BDP’yi hedef almanın ötesine geçerek, demokratik seslerin tamamını susturan böylece toplumun tamamına gözdağı vererek, teslim almaya yönelik bir yönetim anlayışıdır. Buna karşı mücadele etmezsek yarın bu ülkede hiç kimsenin hiçbir özgürlüğü kalmayacak” sözleriyle, herkesi mücadele etmeye çağırdı.

BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş ise, Bakanın açıklamaları karşısında şaşırmadığını, çünkü zaten KCK operasyonlarının İçişleri Bakanlığı bünyesinde hazırlandığı ve talimatların da AKP Genel Merkezi’nden geldiğini bildiklerini söyledi. “Bakanın tutuklamaları çarpıtmaya çalışması da operasyonun bir parçasıdır” diyen Demirtaş, şu değerlendirmede bulundu:

“Bakan psikolojik savaş yürütüyor. Aynı zamanda hiçbirimizin sanıklar ve avukatlar dahi hiç kimsenin bilmediği dosyanın içeriğiyle ilgili bilgi veriyor. Daha hakkında dava bile açılmamış kişileri, Bakanın kendisi terörist ilan ediyor. Bu büyük bir pervasızlıktır ve aynı zamanda panik halidir. Bu davanın kamuoyunda meşruiyeti zayıfladığı için bakan sürece müdahil olup meşruiyeti artırmaya çalışıyor. İçişleri Bakanı Büşra Hoca’yı halkı ayaklandırmaya çalışmakla suçluyor. Oysa şuanda, Kürt halkı en fazla da İçişleri Bakanı’nın söylemleri ve uygulamaları nedeniyle ayaklanma noktasına gelmiş durumdadır. Asıl tutuklanması gereken İçişleri Bakanı’nın kendisidir. Çünkü halkı infiale getirip, ayaklandırmaya çalışan kendisidir. Bir de İçişleri Bakanın açıklamaları tercüman vasıtasıyla Türkçeye çevrilse biz de daha rahat anlar ona göre cevap veririz.”

Bakanın “PKK-BDP-KCK bir biriyle bağlantılıdır” sözlerine de tepki gösteren ve bunu, “BDP hakkındaki dosyaya müdahale etme girişimi” olarak nitelendiren Demirtaş, “Bu da doğrudan partimize yönelik başlatılmış olan soruşturmaya müdahaledir. Yargıtay Cumhuriyet Savcılığı’nda bir dosyamız olduğunu biliyoruz. Bakan bu dosyaya da bu şeklide müdahale etmiş oluyor. Önümüzdeki günlerde partimize yönelik bir kapatma davası olabilir. İçişleri Bakanı bunun sinyallerini veriyor. Yargı’nın bir kısmı şuanda AKP’ye bağlı komisyon şeklinde çalışıyor. Partimize yönelik her türlü yargısal baskı bu komisyonun işidir” diye konuştu.

BDP: İçişleri Bakanı Partimizin Kapatılması İçin Talimat Verdi

Ankara - İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’in açıklamalarına anında karşılık veren BDP Eşbaşkanları, bu açıklamalarla KCK davalarının AKP Hükümeti tarafından yürütüldüğünün ortaya çıktığını ve BDP hakkında bir kapatma talimatı verildiğini söyledi.

BDP Eş Genel Başkanı Gültan Kışanak, İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’in KCK operasyonları ilişkin yaptığı açıklamalarda BDP’yi hedef göstermesine sert tepki gösterdi. Şahin’in açıklamalarının KCK operasyonlarının bizzat İçişleri Bakanı’nın talimatıyla yürütüldüğüne yönelik bir itiraf olduğunu belirten Kışanak, “Hatta listelerin hazırlanması ve kimlerinin tutuklanacağının ve suçunun ne olduğunun İçişleri Bakanı tarafından hazırlandığının itirafıdır. Bakan talimat veriyor, polis harekete geçiyor, yargı da tutukluyor. Bu siyasi operasyonun itirafıdır. Bir bakanın dosyasında gizlilik kararı olan henüz iddianamesi dahi hazırlanmamış içeriği bilinmeyin bir konuda bu kadar ahkam kesmesi, bu tutuklama talimatını ben verdim itiraftır. İçişleri Bakanı kendisini yasaların yargının ve mahkemelerin yerine koymuştur, cezasını kesmiş ve infaz edilmek üzere tutuklama kararı vermiştir” diye konuştu. “AKP iktidarında adalet böyle işliyor” diyen Kışanak, “KCK operasyonlarını özü de budur. Bizzat iktidar tarafından iktidara muhalif herkesin susturulması amacıyla yürütülen siyasi operasyonlardır. Bakanın bu konuda söyledikleri bunun itirafı niteliğindedir” değerlendirmesinde bulundu.

İçişleri Bakanı’nın “KCK-PKK-BDP bir biriyle bağlantılıdır” sözlerinin de “BDP’yi yasa dışı ilan etmek” şeklinde yorumlayan Kışanak, “Bu partimizi doğrudan yasadışı ilan etmek ve kapatılması yönünde talimat verme niteliğindedir. Bir Bakanın yasalar çerçevesinde kurulmuş bir partiyi bu şekilde suçlaması hukuk devletinde olabilecek bir durum değildir. Olsa olsa faşist diktatörlüklerin yaşandığı ülkelerdeki hukuk anlayışıdır” dedi. AKP iktidarı döneminde herkesin haklarının “AKP’nin iki dudağı arasına sıkıştığına” dikkat çeken Kışanak, “Kimin suçlu olduğuna kimin suçsuz olduğuna hangi partinin kapatılacağına ve yasadışı olduğuna doğrudan karar veren hükümetin kendisi ve İçişleri Bakanı’dır. Bu hukuk devleti değil otoriter sistemin kendisidir” dedi. Kışanak, “Düşünce, örgütlenme özgürlüğünden yana olan demokratik bir yönetim arzusu içerisinde olan herkesin bu anlayışa karşı mücadele etmesi gerekir. Gün böyle bir gündür. Artık bu anlayış siyasi olarak sadece BDP’yi hedef almanın ötesine geçerek, demokratik seslerin tamamını susturan böylece toplumun tamamına gözdağı vererek, teslim almaya yönelik bir yönetim anlayışıdır. Buna karşı mücadele etmezsek yarın bu ülkede hiç kimsenin hiçbir özgürlüğü kalmayacak” sözleriyle, herkesi mücadele etmeye çağırdı.

BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş ise, Bakanın açıklamaları karşısında şaşırmadığını, çünkü zaten KCK operasyonlarının İçişleri Bakanlığı bünyesinde hazırlandığı ve talimatların da AKP Genel Merkezi’nden geldiğini bildiklerini söyledi. “Bakanın tutuklamaları çarpıtmaya çalışması da operasyonun bir parçasıdır” diyen Demirtaş, şu değerlendirmede bulundu:

“Bakan psikolojik savaş yürütüyor. Aynı zamanda hiçbirimizin sanıklar ve avukatlar dahi hiç kimsenin bilmediği dosyanın içeriğiyle ilgili bilgi veriyor. Daha hakkında dava bile açılmamış kişileri, Bakanın kendisi terörist ilan ediyor. Bu büyük bir pervasızlıktır ve aynı zamanda panik halidir. Bu davanın kamuoyunda meşruiyeti zayıfladığı için bakan sürece müdahil olup meşruiyeti artırmaya çalışıyor. İçişleri Bakanı Büşra Hoca’yı halkı ayaklandırmaya çalışmakla suçluyor. Oysa şuanda, Kürt halkı en fazla da İçişleri Bakanı’nın söylemleri ve uygulamaları nedeniyle ayaklanma noktasına gelmiş durumdadır. Asıl tutuklanması gereken İçişleri Bakanı’nın kendisidir. Çünkü halkı infiale getirip, ayaklandırmaya çalışan kendisidir. Bir de İçişleri Bakanın açıklamaları tercüman vasıtasıyla Türkçeye çevrilse biz de daha rahat anlar ona göre cevap veririz.”

Bakanın “PKK-BDP-KCK bir biriyle bağlantılıdır” sözlerine de tepki gösteren ve bunu, “BDP hakkındaki dosyaya müdahale etme girişimi” olarak nitelendiren Demirtaş, “Bu da doğrudan partimize yönelik başlatılmış olan soruşturmaya müdahaledir. Yargıtay Cumhuriyet Savcılığı’nda bir dosyamız olduğunu biliyoruz. Bakan bu dosyaya da bu şeklide müdahale etmiş oluyor. Önümüzdeki günlerde partimize yönelik bir kapatma davası olabilir. İçişleri Bakanı bunun sinyallerini veriyor. Yargı’nın bir kısmı şuanda AKP’ye bağlı komisyon şeklinde çalışıyor. Partimize yönelik her türlü yargısal baskı bu komisyonun işidir” diye konuştu.

Lazlar Anadillerinde Eğitim İstiyor


Lazebura e.V. Laz Dili ve Kültürünü Koruma ve Yaşatma Birliği’ne üye Laz aydın ve sanatçılar Lazca anadilde eğitim verilmesine, yasaklanan lazca köy ve yer isimlerinin iade edilmesi isteğiyle Başbakanlığa ve Kültür Bakanlığı’na başvurdu. Başvuruda Lazca’nın Güney Kafkas dil ailesine mensup, Anadolu’nun yaşayan en eski dillerinden biri olduğu belirtilerek, yaklaşık 250 bin ila 500 bin arasında kişi tarafından konuşulduğu bilgisine yer verildi.

UNESCO tarafından yayınlanan Tehlike Altındaki Diller Atlası’na göre, Lazca’nın kesinlikle tehlikede olan diller grubunda olduğu vurgusu yapılan dilekçede, “Kadim dillerden olan Lazca, Anadolu’nun tüm diğer yerel dilleri gibi, dünya kültür mirasının bir parçasıdır. Lazca’nın ve aynı durumda olan Anadolu’nun diğer dillerinin yok oluşunu izlemek, bu konuda önlem almamak dünya kültürel mirasımıza sahip çıkmamak demektir” denildi. 31 Uluslararası Karadeniz Günü’nde Yeşil ve Sol Çalışma Grubu tarafından TMMOB Makine Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi’nde düzenlenen formda konuşan Laz Kültür Derneği Başkanı Mehmedali Barış Beşli, “Lazca’nın okullarda öğretilmesini, Lazca yayın yapılmasını ve ismi değiştirilen yerlere Lazca isimlerin yazılmasını istiyoruz” dedi. Beşli, 1993’de ortaya çıkmaya başlayan Laz Hareketi’yle birlikte oluşturulan Zuğaşi Berepe (Denizin Çocukları) adlı müzik grubunun ilk kez Lazca şarkı söylemesiyle Lazca’nın gündeme gelmeye başladığını belirterek, daha sonra çıkarılan ancak “bölücülük” iddiasıyla kapatılan Ogni isimli dergi ile bunun devam ettiğini dile getirdi. Derginin arka sayfasında, “Ben Türk değil Lazım” yazıldığı için Terörle Mücadele Yasası kapsamında derginin genel yayın yönetmeni olan kendisine dava açıldığını belirten Beşli, şu anda çeşitli dergilerin, dernekler ve internet gruplarının var olduğunu söyledi.


Lazca için üç talep


Lazların anadillerini unutmak istemediğini ifade eden Barış Beşli, anadilin unutulmaması için 3 taleplerinin olduğunu söyledi. Bu taleplerden birinin okullarda Lazca’nın öğretilmesi olduğunu belirten Beşli, isimleri değiştirilen yerlere Lazca isimlerinin de yazılmasını ve TRT’de Lazca yayın yapılmasını istediklerini ifade etti. TRT’de yayın isteklerinin reddedildiğini aktaran Beşli, konuyu AİHM’e taşıyacaklarını söyledi. Her yurttaşın anadilini öğrenmek istemesinin insani hakkı olduğunu vurgulayan Beşli, “Anadilim tehdit altında. Ben de anadilimin, sizin anadiliniz gibi, diğerlerinin anadili gibi geleceğe aktarılmasını istiyorum. Bu bizi insan yapan şey” değerlendirmesini yaptı.



 

İşte Vahşet Vadisi...


24 HPG’linin yaşamını yitirdiği Çelê’deki Kazan Vadisi’ne giden İHD heyeti karşılaştığı vahşeti paylaştı: Burada napalm bombaları kullanılmış. Çok fazla insan parçasıyla karşılaştık. Cenazeler yıkılan kayalıkların altından kepçelerle parçalanarak çıkarılmış

Türk Ordusu Napalm Bombası Kullandı

İHD Colemêrg Şube Başkanı İsmail Akbulut, vahşeti şöyle anlattı: “Vahim bir tablo ile karşı karşıyayız. İnsana ait ayak topukları, kafatası, çene kemiği ve çok sayıda parça ortalıkta. Burada kazan ve napalm bombalarının kullanıldığı görülüyor. Özellikle üzerinde kullanılmaması gerektiği yazılı bir silah bölgede kullanılmıştır.”

Cenazeler Kepçelerle Parçalandı

Köylüler de vahşete ilişkin heyete şu bilgileri verdi: “Bombalarla mağarayı gerillaların üzerine yıktılar. Sonra kepçe gelip cenazeleri çıkardı. Bu sırada cenazeler parçalanıyordu. Akşama kadar kepçeyle kazı yapıldı. Daha sonra cenazeler çıkarılıp, götürüldü. Halen kayalıkların altında insanlar olabilir. Tam bir vahşet yaşandı.”


Yasak Silah Kullanılmış


Colemêrg’in (Hakkari) Çelê (Çukurca) ilçesinde 22-24 tarihleri arasında yapılan ve kimyasal silah ile napalm bombalarının kullanıldığı ileri sürülen operasyonda yaşamlarını yitiren HPG’lilerin durumunu incelemek üzere Gelyê Tiyerê’ye (Kazan Vadisi) İHD Colemêrg Şubesi üyeleri, BDP İl Örgütü yöneticileri ve HPG’lilerin ailelerinin bulunduğu bir heyet gitti. Çatışmaların yaşandığı Gûzereş (Cevizli) Köyü’nün yakınlarında bulunan ve TSK tarafından bombalana Astenga Tîrê, Gundê Pîrî, Avaspî ve Para Selkan bölgelerinde incelemelerde bulunan heyet ilk olarak, 11 cenazenin çıkarıldığı kayalıklarda inceleme yaptı.
Yapılan incelemeler sonucu bölgeye yağdırılan sayısız bombalar sonucunda parçalanmış ve bölgenin tamamına dağılmış insan parçalarına rastlayan heyet, insanlara ait ayak topukları, kafatası, çene kemiği ve vücudun değişik bölgelerine ait parçalar bulunduğunu ve bunların ortalıkta olduğunu aktardı.

Tablo Vahim


Heyetin arasında bulunan İHD Colemêrg Şube Başkanı İsmail Akbulut, bölgede çok değişik silahlar ile birlikte kimyasal silah kullanıldığı iddiası olduğu için bölgeden numune aldıklarını belirterek, gerekli girişimleri yapacaklarını kaydetti. Akbulut, “Bilindiği gibi 23-24 Ekim tarihlerinde burada bir çatışama meydana gelmiş ve bu çatışmada 30’a yakın gerillanın yaşamını yitirdiği bilgisi gelmişti. Ancak bu cenazelerin 24’ünün Meletî’de olduğu 6’sının da olay yerinde olduğuna dair aileler, şubemize başvuruda bulunmuşlardı. Biz de bu başvuru üzerine ilin valisi ile görüştük ve cenazeleri aramaya gideceğimizi resmen açıkladık. Alınan izinle ailelerle beraber şu an çatışma alanındayız. Burada çok vahim bir tablo ile karşı karşıyayız. Burada çok çeşitli silahların kullanıldığına dair bulgular var. Görgü tanıklarının beyanlarına göre de kimyasal silah kullanıldığı iddiası da var. Biz de bunun üzerine bölgeden su, ot ve ceset parçalarını topladık ve ilgili yerlere göndereceğiz. Yapılacak araştırma sonucunda açıklamalarımızı yapacağız. Ama kesin olan bir şey var ki, burada özellikle kazan ve napalm bombalarının kullanıldığı görülüyor. Özellikle üzerinde kullanılmaması gerektiği yazılı bir silah bölgede kullanılmıştır” diye konuştu.


‘Cesetler Kepçe İle Çıkarıldı’


İncelemeler sonrası heyete bilgi veren çevre köy sakinleri ise, Meletî’de bulunan 24 cenazenin çatışma sonrası kayaların yıkıldığı ve cesetlerin kepçelerle kayaların altından çıkarıldıklarını aktardı. Köylüler, “Burada bombalarla mağarayı gerillaların üzerine yıktırdılar. Sonra kepçe gelip cenazeleri çıkarıldı. Bu sırada cenazeler parçalanıyordu. Akşama kadar kepçe ile kazı yapıldı. Daha sonra cenazeler çıkarılıp, götürüldü. Ama halen kayalıkların altında insanlar olabilir. Burada tam bir vahşet yaşandı” diye konuştu. İncelemelerden sonra heyet köyden ayrılırken, ailelerin bir bölümü ise çocuklarının cenazelerini aramak için Gûzereş Köyü’nde yapılan incelemelere kaldı. İncelemeler sonrası heyetin hazırlayacağı raporu önümüzdeki günlerde kamuoyuna açıklaması beklenken, heyet topladığı cenaze parçalarını ve delilleri Hakkari Cumhuriyet Başsavcılığı’na teslim etti.


İkinci Heyet Colemêrg’de


İncelemeler sürerken BDP, DTK ve İHD bünyesinde kurulan ikinci heyet de Colemêrg’e gitti. DTK Koordinasyon kurulu ve BDP Agirî (Ağrı) Milletvekili Halil Aksoy, Wan Milletvekili Nazmi Gür, Colemêrg Milletvekili Adil Kurt’un da aralarında bulunduğu heyet üyeleri, bugün Kazan Vadisi’ne gidecek.

Erdoğan'dan Basına Sansür Ayarı...


Fetullah Gülen ve Cemaatinin 'Kök Kazıma' Stratejisi

Fetullah Gülen'in Kürtleri ‘katletme fetvası’nın tartışmaları devam ediyor. Gülen bu konuşmasıyla Kürt sorununu askeri olarak çözmenin yol ve yöntemlerini AKP hükümetine öneriyor.

 AKP'nin uluslararası destekçilerine ise katliama sessiz kalın çağrılarında bulunuyor. Fetullah Bey’in bu politikası yeni değil. Cemaat kendi varlığını Türk devletinin varlığı gibi Kürt inkarında var ederek günümüze kadar geldi.

Fetullah Gülen, cemaatini ilk oluşturduğu zamanlarda cemaat içinde Kurmanci ve Zazaki konuşmayı yasaklar. Bu yasaklamanın cemaat üyelerinin güvenliği için alındığını söyleyen Gülen'e en yakın isimlerden Cemal Uşak, bu yasağın gerekçesini 10 ekim 2011 tarihli Radikal gazetesine şu sözlerle itiraf eder: "1974 yılında bulunduğum camia o dönemde Kadıköy yakasında 4 öğrenci evine nezaret etmemi istemişti. Yani ağabeylik yapıyordum. Göztepede çoğu Bingöl ve Urfalı 6-7 kişilik bir talebe grubu vardı. Bir gün gittim, Halimle Mehmet nerede? diye sordum. Kapıya yaklaştığımda resmi belgelere de giren haliyle anlaşılmayan bir dil duydum. Sonradan öğrendim ki Zazaca. Ben içeri girince panikle sustular ve Abi özür dileriz, belki bir daha olmayacak, anamızın dilini özlemişiz de birkaç kelime konuşmuşuz dediler. Sanki suçüstü haliydi yaşadıkları."

Cemal Uşak'ın bu röportajı Fetullah Gülen cemaatinin Kürt politikasını değiştirdiği yönünde yorumlanmak istendi. Gülen Cemaati Kürt direnişini kırmak ve Kürtler arasında bölünme yaratmak için yıllarca çaba harcadı.

Cemal Uşak bu çabaları şöyle özetliyor: "İlk başlarda biz Türkiyedeki sorunlara genel olarak temas ettik. Ama sonra Kürt ve Alevi sorunlarıyla ilgili cepheden toplantılar düzenledik. Kürt sorunuyla ilgili düzenlediğimiz toplantıların biri Erbil, biri Ankara, diğeri de Abanttaydı. " Cemaat bununla da yetinmez. Kürdistan'da toplum içinde çalışmalar başlatır. Özellikle medyayı da kullanır. Fetullah Gülen'in adamı Cemal Uşak Kürdistan'daki örgütlenmede kullandıklarıaraçları ise şöyle özetliyor;

"Televizyonla, gazeteyle vs. Fethullah Gülen Hocaefendiye gönül vermişinsanların kurduğu Antepte yayın yapan Dünya TV adlı bir Kürtçe televizyon bile var. Diyarbakır, Mardin, Urfadaki insanlar bizim camianın açtığı etüt merkezlerinden, dershanelerden ve Kimse Yok mu derneğinin yaptığı yardımlardan memnuniyetlerini ifade ediyor."

Yani Cemat Kürdistan'da medyayı, öğrenci yurtlarını, yardım derneklerini kullanarak Türk özel savaşpolitikalarını Kürt toplumu içinde yaymaya çalışıyor. Bunun için cemaatin gazete ve televizyonlarından yorumlar yapılıyor. AKP medyasında da bazı yazarlar "Gülen'in Kürt açılımı" başlıklı yazılar yazdılar. Oysa Fetullah Gülen'in Kürt açılımı da aynen AKP'nin Kürtlerin siyasal ve askeri soykırımını hedefliyordu. İkisi arasında bir fark yoktu. Hatta Gülen cemaati Kürtlerden kurtulmak için Srilanka'nın Tamillere yaptığı katliamı öneriyordu. 

Nitekim Gülen cemaatinin gazetesi Zaman'ın yayın yönetmeni Ekrem Dumanlı "PKK'lilerin sonu Kaddafi gibi olacak" yazıları ile, Emre Uslu ve Önder Aytaçların "Sadece BDP'lilerin tutuklanması yetmez daha fazlası, Kürtlere dostluk yapanların da tutuklanması gerekir" türünde yorumlar yapıldı. 

Botan'ı hedef haline getiren "Şırnak-Hakkari" hattında özel uygulamalar ile kentleri kuşatmak, gerillayı ise ileri askeri teknik ve kimyasal silahlar kullanarak toplu katliamla etkisizleştirmek gerektiğini söylediler.

Gülen tarikatı da AKP gibi Kürt soykırımı planını gizlemek için medyada ve siyasetti psikolojik savaş politikalarına hız verdi. Oysa cemaatin Kürt düşmanlığı ve Fetullah Bey’in son konuşmasındaki katliam plotikalarınıgözden kaçırılabilecek düzeyde değildi. AKP de "Kürtleri öldürelim, tutuklayalım, iradelerini kıralım; eğer kalan olursa da AKP'lileştirelim" politikası ile sonuç almak istiyordu.

Gülen cemaati bunun da yetmediğini toplu katliamlarla Kürtlerin "kökünün kurutulması, yaşadıklarıyerlerin altının üstüne gelmesi" gerektiğini söylüyordu. 

Nitekim bugünkü yazısında tarikatın sözcülerinden Hüseyin Gülerce, KCK tutuklamalarına itiraz eden aydınları dahi uyararak, siyasi ve askeri operasyonların süreceği mesajını veriyor.

Fethullah Gülen’in son konuşması da tıpkı Şubat 1980 tarihinde yaptığı konuşmada ‘’anarşist ve teröristleri devletin asker ve polisine bildirmeyenler Allah katında sorumlu olacaklardır’’ konuşmasının aynısı

Sadece o da değil. Tansu Çiller başbakan olduğu süreçte ‘terörle mücadele yasa tasarısı’ için Fethullah Gülen’den destek istedi ve bu görüşme iki tarafın oluruyla basına yansıdı. Bu görüşmelerden sonra Gülen art arda televizyonlara çıkmaya başladı. İlk röportajı TRT’de yayınlandı

Baki Gül



Cemaat evinde Kürtçe konuşan öğrenciye hakaret ve darp


  Fetullah Gülen Cemaati'ne ait olduğu belirtilen evde kalan üniversite öğrencisi Cemil Yıldız, ailesi ile Kürtçenin Zazaki lehçesi ile konuştuğu için küfür ve hakarete maruz kaldığını belirtti.

Ege Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı öğrencisi Cemil Yıldız, maddi durumu iyi olmadığı için lise yıllarından bu yana ara ara gittiği cemaat ortamına üniversite okumak için geldiği İzmir'de de giden bir öğrenci. HPG'nin Çukurca eylemi ve Van depreminin ardından batı illerinde yaşanan ırkçı saldırılara Yıldız da İzmir'in Bornova İlçesi'nde kaldığı cemaat evinde maruz kaldı.

Cemaat evindeki Astsubay: Bu evde Kürtçe konuşma

Diyarbakır Hani nüfusuna kayıtlı Yıldız, geçmişten bu yana sık aralıklarla kaldığı cemaat evlerinde özellikle son günlerin siyasi atmosferinden kaynaklı, Kürtlere dönük saldırılardan nasibini aldığını belirtiyor. Sık sık ev içinde Türkçe dışında bir dil konuşmaması için uyarılan Yıldız, bir keresinde de evlerine Başbakan Erdoğan'ın annesi adına mevlit okumak için gelen bir Astsubay'ın ev içinde Kürtçe konuşmaması için uyarılarıyla karşılaştığını iddia etti. En son Van depreminin ardından evde kendisine dönük tepkilerin arttığını dile getiren Yıldız, "Benim kardeşim de deprem sırasında Van'daydı. Sohbet sırasında devletin oradaki halkı dikkat almadığı yönünde sözler söyledim. Evdekilerin hepsi bana, 'Sen nasıl onları eleştirirsin. Onlar inançlı insanlar' dedi" diyerek, o günden sonra ev halkının kendisine bakışının değiştiğini aktardı.

'Kart-kurt dilini de al git'

Olayın yaşandığı gün olan 28 Ekim akşamı evde ailesi ile telefonda Kürtçenin Zazaki lehçesi ile konuşan Yıldız, yanına gelen şakirtlerden birinin, sert bir üslupla, "Burada Türkçe konuşacaksın, buranın dili Türkçe, bu dili anlamıyorum" dediğini aktararak, olay büyümesin ve ailesi endişelenmesin diye telefonu kapattığını söyledi. Başka odaya gitmek üzere yerinden kalkmasına rağmen, sataşmasını sürdüren aynı kişinin kolunu büktüğünü belirten Yıldız, "Bu kart kurt dilinizi de alın ve hangi dağda konuşuyorsanız gidin orada konuşun. Siz medeniyetten ne anlarsınız. Senin gibi dağdan gelenin İzmir'de ne işi var. Türk topraklarını terk edin, Irak'a gidin" dediği iddia etti. Yıldız, "Bana hakaret etmesi üzerine saygılı olmasını söyledim. Çocukla alay eder gibi yanağıma vurarak, kendince beni korkutmak istedi. Saldırısının dozunu arttırması üzerine, kendimi korumak ve olayı büyütmemek için onu ittim ve odama çekildim" dedi.

Dakikalarca süren saldırıya kimse müdahale etmedi

Odasına giderek yatağına yaslandığını ve içeri girdiğini fark etmediği aynı kişinin bir anda kendisine saldırmasıyla neye uğradığını şaşırdığını belirten Yıldız, "Evde bulunan diğer kişilerin de hazırladığı ortamla içeri gelen bu kişi ben yatağa yaslanmış bir şekildeyken, hiç beklemediğim anda bana vurmaya, belime baskı yapmaya başladı. O anda canım çok yandı ve hazırlıksız yakalandığım için kendimi koruma şansım yoktu. Sırtımı birkaç kez dişledi. O bana saldırdığı sırada diğerleri hiç içeri gelmedi. Yaklaşık 5-6 dakika boyunca bana saldıran bu kişiyi o sırada eve giren bir başka kişi engelledi" diye konuştu.

'Cemaat, Kürt çocuklarını kendi kültüründen utanan birey yapıyor'


Yaşadığı olayın travmasını yaşayan Yıldız, birçok eşyasını dahi alamadan çıktığı eve bir daha geri dönmediğini belirtti. Kendisine yapılanın münferit olmadığını dile getiren Yıldız, yıllardır bir şekilde kaldığı cemaat evlerinde fiziki şiddetin yanı sıra özellikle asimile etmeye dönük ciddi çabaların olduğunu ifade etti. Yıldız, "Maddi durumu iyi olmayan, binlerce Kürt çocuğu bunların ellerindeki sınırsız imkanların cazibesiyle aile ve çevrenin dayatması ile onlara dahil oluyor. İdeolojilerinin en önemli ayağı olan Türk-İslam sentezini Kürt çocuklarının üzerinde uyguluyorlar. Yapmak istedikleri yegane şey Kürt çocuklarını aidiyetlerinden korkan, kültürlerinden utanan kompleks bireyler yapmak" diye konuştu.

AKP'nin Jenosid Gerçeği ve Günümüzdeki Sonuçları

Türk askeri ve siyasi sistemi, AKP rejimi çağın en büyük jenosidini işliyor. Kürtlere karşı, biyolojik ve bakteriolojik jenosidin mimarlığına soyunuyor, bunu pratik çözüm olarak buluyor. Erdoğan, tek din, tek dil, tek vatan, tek devlet tek bayrak panturanist, panislamist, pantürkist ilkesi kimyasal jenosidin işlenmesine dayanak yapıyor.

Ülkeleri emperyalist ve sömürgeci devletler tarafından  paylaştırılan sosyal ve siyasal varlıkları inkar edilen Kürtler,  jenoside maruz bıraktırılan 40 milyonu aşkın sömürgeleştirilmiş bir halktır. Bölünmüş ve kendi topraklarında hiç bir özgürlüğe sahip değildirler. Devleti olmayan bu ezilen ulus, kendisini ezen, yokeden emperyalist ve sömürgeci Türkiye Cumhuriyeti (TC) tarafından, kimyasal, biyolojik, bakteriolojik silahların kullanım sujesi, kimyasal jeneosid tehditinin objesi durumundadır. 

17 Ağustos’dan bu yana TC Ordusu Kürdistan’da 457 hedefe tonlarca bomba yağdırdı. Kortek-Ranya yolunda seyir halindeki araç bombalandı ve araç içindeki sekiz sivil kişi öldürüldü. Yüzlerce sivil birim yokedildi. Köprüler bombalandı. NATO Genel Sekreteri (1) 15 Temmuz’da Diyarbakır Silvan’da öldürülen TC askerleri için PKK’yi suçlarken, bu askerlerin asıl ölüm nedeni NATO orduları olduğunu unutuyor. Libya ve Kürdistan halklarına kimyasal silahlar kullanan NATO’dan bunun hesabını kim soracak. F 16 uçaklarına bilgi veren “NATO’nun gökteki gözleri (les yeux de l’OTAN dans le ciel) AWACS’ların kendisi gibi gerçeği görmede kör olduklarını dünya kamuoyu önünde sergiliyor. Doğu Kürdistan’da gerilla hareketini ortadan kaldırmak için İran ve Türkiye’ye bilgiler veren ABD ve NATO Vietnam’da olduğu gibi Kürdistan’da savaş suçlarına ortak oldu.

Kürdistan, Vietnam Gibi Bombalanıyor


Jean Paul Sartre, “B 52 bombardıman uçaklarıyla Güney Vietnam’a, Kamboçya’ya yapılan, Amerikan Ordusu tarafından desteklenen hava saldırıları, Lon Nol hükümeti eliyle sivil halka karşı kimyasal silahlar kullanıldı”(2) diyordu. Bugün, Kürdistan’da AKP hükümeti aynısını gerçekleştiriyor. Üstelik, NATO bunu kendi özel sitesinde açıkça dile getiriyor. “NATO, kendi üyelerinden hangisi olursa olsun, üye ülkenin isteğine AWACS’larla birlikte NATO uluslararası tugayını o ülkenin emrine verir.”(3) NATO, E-3A donatımlı Boeing uçak filosunu ittifakın emrine verir, büyük kontrol (C2) komutayı sunar uzayda havada yönetimini Almanya’nın Gelsenkirchen’de NATO üssündeki 17 E-3A uçaklarını kullanma olanağını sağlayarak bunu yerine getirir. Bu işi 17 ülkenin katılımıyla yapar.”

TC, Genel Kurmay Başkanı kimyasal Necdet Özel, bu konuda Hava Kuvvetleri saldırısıyla savaş ve jenosid suçlarını bir daha işledi. TC Genel Kurmayı 22 Ağustos 2011 bilgi (4) notuyla “Somali’de yaşanan kuraklığın yol açtığı kıtlık ve salgın hastalıkların ulaştığı boyut üzerine başlatılan insani yardım” safsatıyla uluslararası savaş suçlarını örtbas etmeye çalıştı. Gündemi saptırdı. Aynı gün G.Kurmay Karargahında yapılan bir toplantıda, “yeni yasama döneminde CMK’da ve askeri hukuki mevzuatta yapılması düşünülen yeni düzenlemelerin neler olabileceği üzerinde değerlendirmeler”le işlenen savaş suçlarına kılıflar arandı.

Havadan, Karadan 349 Hedef…


TC Genel Kurmayı 23 Ağustos 2011 açıklamasında (5), “Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından, Irak’ın kuzeyi ve Kandil dağı bölgesindeki bölücü terör örgütü unsurlarını etkisiz hale getirmek ve örgütün fiziksel alt yapısını tahrip etmek maksadıyla; 17-19 Ağustos 2011 tarihlerinde, Hava harekatı ve karada konuşlu ateş destek vasıtaları ile ateşle taarruz icra edilmiş”tir denilmekte, “Türk Hava Kuvvetleri uçakları tarafından, 20-21 Ağustos 2011 tarihinde, Metina, Zap, Avaşin-Basyan ve Hakurk bölgesinde tespit edilen 17 hedef, 22 Ağustos 2011 tarihinde ise Zap, Hakurk, Avaşin-Basyan ve Kandil bölgesinde tespit edilen 7 hedef etkili olarak vurulmuştur.” -132 hedefe, 102 sorti ile modern ve klasik mühimmatın kullanıl”mıştır. Ateş üslerinde konuşlu topçu birliklerince 349 hedef yoğun olarak ateş altına alınmıştır...”(6) denmektedir. 

Peki o zaman yüzlerce köy, köprü nasıl uçuruldu, sivilleri kim öldürdü? Oysa, Türk ordusunun Medya Savunma Alanları’na yönelik saldırısının 5. gününde savaş uçaklarının hedefi sivillere ait araç olmuştu. Kandil’e yönelik saldırıda Kortek-Ranya yolunda seyir halindeki araç bombalandı. Araç içindeki 4’ü çocuk 7 kişilik aile vahşice katledildi, cenazeler paramparça oldu ve dört bir tarafa dağıldı. Gerçek şu ki, burada hedef PKK değil sivil halktır.

Biyolojik ve Bakteriolojik Jenosidin Mimarı


Saddam’ın 1988’de Halepçe’de gerçekleştirdiğini bugün Erdoğan ile kimyasal Necdet Özel Kandil’de deniyorlar. NATO da bu savaş sularına alkış çalıyor. Onlar, uluslararası hukuka aykırı, kullanılması yasaklanan binlerce ton kimyasal bombalarla Kürdistan halkına saldırıyorlar. Saldırgan Recep Tayyip Erdoğan, psikopat iktidar kinli histerik yaklaşımı ile Mustafa Kemal’in öğrencisi Hitler’i ikiye katlıyor. Türk askeri ve siyasi sistemi, AKP rejimi çağın en büyük jenosidini işliyor. Kürtlere karşı, biyolojik ve bakteriolojik jenosidin mimarlığına soyunuyor, bunu pratik çözüm olarak buluyor. Erdoğan kimyasal jenosidi kendisine varlık şartı olarak ele alıyor. O, tek din, tek dil, tek vatan, tek devlet tek bayrak panturanist, panislamist, pantürkist ilkesi kimyasal jenosidin işlenmesine dayanak yapıyor.
Kürdistanlı anneler kendilerini canlı kalkan yaparken, rengi siyah, kafası, bilinci Beyaz Saray renkli Hüseyin Obama, Britanya hükümeti, Putin, Sarkozy, Merkel, Berlusconi, Çinli Hu Jintao... 

NATO ve Avrupa Birliği’nin kararıyla dünya kamuoyu önünde Kürdistan halkı jenosid ile yokedilmesinde sessiz ve hem fikirdirler.
Faşist AKP Hükümeti ve Başbakan Erdoğan CIA’nin Vietnam’da uyguladığı yöntemleri kimyasal Necdet Özel’le yeniden deniyor. Sömürgeci İran orduları ile birlikte ortak savaşı tırmandırıyorlar. AKP Hükumeti, PKK’yi odaklarken başta bütün sivil halkı bombardımanlarla yoketmeyi hedefliyor. İkincisi TC Genel Kurmayının seçtiği 457 hedefin plan ve projesi sivilleri ve yerleşim alanlarını ortadan kaldırmayı amaçlıyor. Bu anlamda AKP, ABD, NATO, AB ve Suudi Arabistan, İran tarafından destekleniyor.(6) 50.000 kişilik özel ordu, 5000 kişilik polis ordusu ve linç hareketleri ile AKP global planla stratejik saldırıya geçiyor.

Planlamanın merkezi NATO’dur


Genel olarak, TC’nin stratejik bombardıman saldırıları, askeri, siyasi, ekonomik ve ideolojiktir. Askeridir, çünkü, integral stratejik saldırı olarak ikiye ayrılır. Birincisi, Genel askeri stratejidir. İkincisi genel ekonomik, kültürel diplomatik stratejisidir. Bu stratejik olanakların, yani- NATO askeri üsleri Almanya’daki 17 casusluk uçaklarının dahil olmak üzere bütün olanakların operasyonel hareketlikleri stratejik etkinlik olarak kullanmayı öngörür. Esas olarak Genel Kurmay örgütü, bütün birliklerin saldırılarını sevk ve idare ediyor. Ama, Musul katliamında olduğu gibi, planlama ve karar alma komutanlığı bilimsel merkezi NATO’dur. 

TC Dışişleri Bakanlığına göre “NATO ülkemizin tam yetkiyle söz sahibi olduğu önemli bir uluslararası örgüttür. Bu bakımdan NATO üyeliği Türkiye için önemlidir. Tarihin en başarılı savunma İttifakı olarak anılmaktadır. 2010 Kasım ayında gerçekleştirilen Lizbon Zirvesinde kabul edilen Stratejik Konsept, İttifakın kendisini günün koşullarına uyarlama kapasitesini bir kez daha kanıtlamıştır. (…) Öte yandan, Türkiye de NATO için önemlidir. Ülkemiz Soğuk Savaş süresince İttifakın güneydoğu sınırının savunması sorumluluğunu taşımıştır. Aktif dış politika neticesinde ülkemizin NATO için önemi artarak sürmektedir. Türkiye, NATO’nun ikinci büyük ordusuna sahiptir.” TC Dışişleri Bakanlığına göre TC Ordusu Avrupa Jandarma kuvvetidir. “Ülkemize, altı Avrupa ülkesinin (Fransa, İtalya, Portekiz, İspanya, Romanya, Hollanda) jandarma kuvvetlerinden müteşekkil Avrupa Jandarma Kuvvetine (AJK) 13 Mayıs 2009 tarihinde Paris’te düzenlenen Üst Düzeyli Bakanlıklararası Komite (CIMIN) toplantısında gözlemci üye statüsünde katılmamız için davette bulunulmuştur… Jandarma Genel Komutanlığı, AJK kapsamında 1 Harekat İzleme ve İrtibat Timini Afganistan’da konuşlandırmıştır.”(8) Kürdistan’daki direnişleri jenosidle ortadan kaldıran TC emperyalist sömürgeci bir devlettir, ordusu ise emperyalist bir ordu olmanın bir kaç örneğini belirttik.

TC kimyasalı hep kullandı

Genel olarak TC Kara Kuvvetleri stratejisi, kentlere karşı ayaklanma polis ve linç eylemlerine dayanmakta, kırsal alanda, gerilla hareketini etkisizleştirmeyi amaçlamaktadır. Gerillaya karşı Kuzey Kürdistan’da stratejik hava saldırısı ya da stratejik bombardımanlarla ormanları, sivilleri, yerleşim birimlerini yok ediyor. Kullanılan kimyasal, biyolojik ve bakeriolojik silahlar, doğayı ve halk sağlığını kontaminasyona götürüyor.

TC Ordusu ve AKP Hükümeti Uluslararası Hukuk tarafından yasaklanmış kimyasal silah kullandı. Başbakan Yardımcısı Atalay buna “alan kaplama” diyor ve şöyle devam ediyor: “Bu manada çok boyutlu güvenlik tedbirlerimiz sürüyor ve sürecek. Güvenlikte hiçbir boşluk olmayacak. Yeni çalışmalar da var. Alan hakimiyeti olarak ve sınır ötesi operasyonlar olarak bir boşluk olmayacak...” dize ekliyor.

TC, Kürdistan halkının verdiği destek sayesinde, devlet oldu ama, ezilen Ermeni, Helen, Asuri - Keldani uluslarını ortadan kaldırdığı gibi, Kürt ulusunu da jenosid ile yok etmek istiyor. TC’nin bu niyeti bugün bir kez daha açığa çıkmıştır.

BM ve ABD Kürtlerin haklarına saygı duymalı

ABD Başkanı Hüseyin Obama, (F.Fanon’un deyimiyle rengi siyah ama bilinci ‘beyaz’), TC Parlamentosunda, yaptığı 26 dakikalık konuşmasında ABD’nin Türkiye’ye PKK ile mücadelesinde verdiği destek mesajında şöyle demişti: “Irak, Türkiye ve ABD terörizmin ortak bir tehdidiyle karşı karşıyadırlar. Irak halkını süren ve ülkelerini yıkıma uğratan El Kaide buna dahildir. PKK da buna dahildir. Bir NATO müttefiki olarak, PKK’nın terörist faaliyetlerine karşı size destek olacağımızı temin ederim...”(10) 

“Bu dönemin, özellikle de medyadaki konuyla ilgili habercilik açısından önemini arttıran faktör ‘demokratik açılım’ın ilanıydı. Bu Türk hükümeti tarafından ilan edilen ve Türkiye’deki Kürt sorununa bir dizi politik çözüm öneren bir reform planıydı. Bu plan öncelikle Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından Mayıs 2009’da duyuruldu. Gül, “Kürt meselesi ile ilgili olumlu gelişmeler yaşanacak” diyordu. Daha sonra, hükümet Kürt sorunu ile ilgili olarak bir reform paketi üzerinde çalıştığını ilan etti. Hiçbir yetkili paketin detayları hakkında bilgi vermese de, önemine bağlı olarak konu aylarca gündemi işgal etti.”(11) 

Bütün bu söylemlerin ardından, ABD emperyalizminin Vietnam’a karşı politikası ne idiyse, ABD destekli, sömürgeci TC ve İran’la birlikte PJAK ve HPG gerillarına karşı savaş politikası da, aynı politikadır. Dün Vietnam’ı kana bulayan ABD devlet terörü, bugün TC ile birlikte Kürdistan’da jenosidi gerçekleştiriyor. ABD’nin Vietnam’a yağdırdığı napalm ve fosfor bombaları, TC Genel Kurmayı Kürdistan’a yağdırıyor. ABD Ordusunun Vietnam’da yok ettiği köyleri, TC ordusu, Kürdistan’da Kandil’de aynı yöntemlerle ortadan kaldırıyor. Obama’nın TC Meclisi’nde yaptığı konuşmadaki diğer bir sakat yaklaşımı El Kaide ile PKK’yi aynı kefeye koymuş olmasıdır. İlkin El Kaide, ABD emperyalizminin dış politikasının ürünüdür. El Kaide ile PKK aynı düzeyde ele almak çok yanlış, çürük bir devlet terörizmi politikasıdır. PKK, Kürdistan Kurtuluş hareketidir. Bütün Kürdistan’ı kapsıyor…

Bunun için bütün tehditlere rağmen, seçim sonrası durumun analizini yapıp, Dersim-Koçgiri Parlamentosu programını BM Anayasası gereğince ilan ediyoruz. Çünkü, “Bütün halklar kendi kaderlerini tayin hakkına sahiptir. Bu hak vasıtasıyla halklar kendi siyasal statülerini serbestçe tayin edebilir ve, ekonomik, sosyal ve siyasal gelişmelerini serbestçe sürdürebilirler. Bir halk sahip olduğu maddi kaynaklardan hiç bir koşulda yoksun bırakılamaz. Kendini yönetemeyen ve vesayet altındaki ülkelerden sorumlu olan devletler de dahil bu sözleşmeye taraf bütün devletler, kendi kaderini tayin hakkının gerçekleştirilmesi için çaba gösterir ve Birleşmiş Milletler şartının hükümlerine uygun olarak bu hakka saygı gösterir.” ABD ve bütün BM üyeleri bu ilkeye saygı göstermek zorundadırlar.

Kimyasal silah raporla ispatlandı

Kimyasal silah kullanarak Kürtleri jenoside uğratmak isteyen TC’nin son olaylarını bir raporda topladı.

İşte İHD raporu: “İlk kez 1994 yılında yaşanan bir çatışmada PKK militanlarına karşı kimyasal silah kullanıldığı yönünde iddialar ortaya atıldı. Ancak bu çatışma ve iddiaya ilişkin yeterli veri elde edilemediği için bu raporda yer almamıştır. Daha sonra, Şırnak’ın Silopi İlçesi’ne bağlı Ballıkaya (Bilika) Köyü yakınlarında 11 Mayıs 1999 tarihinde gerçekleştirilen operasyonda yaşamını yitiren 20 PKK militanının kimyasal silahlarla öldürüldüğü ileri sürülmüştü. Basına yansıdığı kadarıyla; o dönemde, militanlar olay yerinden elde ettiği ve olayda kullanıldığı iddia ettiği kimyasal gaza ait tüpü kriminal inceleme için Almanya’ya göndermiş. Almanya’da bulunan kriminal laboratuarda yapılan inceleme sonrası tanzim edilen raporda; materyalin(tüpün) kimyasal madde içeren ve öldürücü niteliğe sahip kimyasal gaz olduğu belirtilmiş. Yakın zamanda ROJ Tv’de yayınlanan bir programda, “belirtilen olayla ilgili olduğu, bugün dahi orduda görev yapan bazı askerlerin bu olayda yer aldığı, olay ardından mağaranın önünde dizilen cenazelerin başına gelen rütbeli bir subayın olayda kimyasal silah kullanıldığını ikrar ettiği” belirtildi. 

Hakkari’nin Çukurca İlçesinde de 2009 yılının Eylül ayında meydana gelen bir çatışmada yaşamını yitiren ikisi kadın 8 PKK militanının kimyasal silah kullanılmak suretiyle öldürüldüğü ileri sürülmüştü. İddiayı doğrular nitelikte fotoğraf ve materyaller ele geçiren insan hakları kuruluşları bu materyalleri incelenmek üzere Almanya’ya gönderdi. Alman basını, Türk ordusunun PKK militanlarına karşı ‘kimyasal silah’ kullandığını belirtti. Alman insan hakları savunucuları ve siyasetçiler uluslararası soruşturma isterken, Hamburg Üniversitesi TSK’nın kimyasal silah kullandığını raporla ispatladı. Söz konusu olaya ilişkin ortaya çıkan fotoğrafları inceleyen Hans Baumann adlı bir uzman resimlerin gerçek olduğunu kanıtladı ve Hamburg Üniversitesi Hastanesi de militanların büyük bir olasılıkla kimyasal silahla vurulduğuna dair rapor verdi. 

Bu yıldan sonra da ordu mensuplarının kimyasal silah kullandığı yönünde haberler sürekli gelmeye devam etti. Ancak, iddiaların araştırılması için gerekli olan bağımsız uzman kurulların işletilmemesi nedeniyle yeterli ve ikna edici kesin bir sonuç ortaya çıkartılamadı. 

Son olarak 31 Temmuz 2011 tarihinde Hakkari’nin Şemdinli İlçesi’nde çıkan çatışmada yaşamını yitiren Bedran Kaya adlı PKK militanının kimyasal silahla öldürüldüğü ileri sürüldü. Bu iddia, Kaya’nın vücudunda herhangi bir kurşun izinin olmaması ve cenazesini yıkayanlar tarafından derisinin parça parça döküldüğüne dair bilgiler verilmesi üzerine ortaya çıktı.”(9) 

DR. ALİ KILIÇ

KAYNAKÇA:

1- NATO Genel Sekreteri açıklaması,NATO özel sitesi, 15 temmuz 2011
2- Jean Paul Sartre, Les Massacres, la guerre chimique en Asie du Sud Est- Paris Maspero, 1970,Cahiers Libres,P.7
3- L’OTAN,rôle et responsabilitės
4- BN - 77 / 11  Somali’de yaşanan kuraklığın yol açtığı kıtlık ve salgın hastalıkların ulaştığı boyut üzerine başlatılan insani yardım faaliyetleri kapsamında, acil ihtiyaçlarından oluşan insani yardım malzemesini göndermek maksadıyla, 1 adet yük gemisi görevlendirilmiştir
5- 22 Ağustos 2011 SAAT: 12:22 NO: BA - 12 / 11
6- 23 Ağustos 2011, SAAT: 10:10, NO : BA - 13/11
7- Robert Thompson, Defeating Communiste  Insurgency, Malaya and  Vietnam, Londres, Chatto and Windus,1966
8- TC DIB, özel sitesi.
9- 26 Ağustos 2011 tarihli İHD raporu,
10- http://www.hürriyet.com.tr/english/domestic/11376661.asp (İngilizce Turkish Daily News). 
11- Medyanın ve Kelimelerin Gücü PKK Haberlerinin Analizi  Serra Pehlivan, Başkan Özel Danışmanı, Savunma İşbirliği Ofisi-Türkiye  Kim Dixon, ABD Donanması İhtiyat Asli Teşkilleri bkz TC Genel Kurmay Sitesi, DefenceAgainstTerrorismReview Ciltl.3, No.1, Bahar 2010, s.71-88  Copyright© COE-DAT  ISSN:1307-9190.