13 Ekim 2011 Perşembe

Politik Katılım-Özgürleşme Geriliminde Kürt Kadınları (Söyleşi)

Handan Çağlayan ile Söyleşi

Delal Aydın: Bize biraz hayat hikâyenizi anlatabilir misiniz, nerede, nasıl bir ailenin içinde doğdunuz, nasıl bir öğrenim hayatı geçirdiniz, hangi işlerde çalıştınız?
 
Handan Çağlayan: Öncelikle Toplum ve Kuram dergisinin ortaya çıkmasında emeği geçen herkesi yürekten kutlamak istiyorum. Birçok açıdan sarsıcı, çok anlamlı ve heyecan verici bir çalışma. Sorunuza gelince, doğrusu öyle anlatacak çok şey yok. Belki tanıdığım ve güç aldığım kadınlardan söz etmek gerekir, biraz da Siverek’ten. Her kes için dünyaya geldiği yer özeldir ama Siverek’i özel kılan başka nedenler de var. Çok zengin bir kültürel yapıya ve köklü bir tarihe sahip bir yerden söz ediyorum. Bizim zamanımızda artık o özelliğini büyük ölçüde yitirmişti ama daha bizden bir kuşak öncesine kadar bir mahallede üç dört dil konuşuluyormuş. Çocukluğum 12 Eylül öncesi Siverek’te geçti. Oldukça canlı bir politik ortam vardı. Dernekler, konserler, gösteriler, kitaplar. Gençlerle sınırlı değildi politik hareketlilik. Siverek’e özgü lacivert çarşaflarının içinde, beyaz tülbentli kadınlar da katılırdı gösterilere. Aslında çarşıda pazarda çok görünmezlerdi ama mahallelerde akıp giden hayat içinde son derece etkiliydi kadınlar. Şimdi düşündüğümde, sırf bizim eski mahallede bile hikayesi anlatılması gereken o kadar çok kadın vardı ki. Liseli gençler de çok hareketliydi. Sadece politik açıdan değil. Kültürel açıdan da. Örneğin sosyal temaların işlendiği tiyatro oyunları sergilerlerdi. Benim lise yıllarım ne yazık ki 12 Eylül sonrasına denk geldi. Her şey değişmişti. Parasız yatılı bir kız okulunda okudum. Hemşire okuluydu. Yeri bu söyleşi değil ama parasız yatılı kız okullarının, hele de hemşirelik eğitimi verilenlerin, sınıfsal hiyerarşilerin ve geleneksel cinsiyet rollerinin inşa edilmesinde ve benimsetilmesinde başlı başına üzerinde durmaya değer son derece çarpıcı bir yeri var. Çoğu başka türlü okuma şansı olmayan öğrencilerin toplandığı bu okullarda, küçük kız çocuklarına aile içinde, meslek hayatında ve toplumsal yaşamdaki yerleri (ki tümü de eşitsiz, itaate ve tabi olmaya dayalı yerlerdir) belletilir, buna uygun davranmak üzere disipline edilirler. Bizde, bu genel özelliklere bir de 12 Eylül ruhu eklenmişti. Deftere tükenmez kalemle yıldız çizmek (kızıl yıldızı çağrıştırdığı gerekçesiyle!) ya da Erol Toy’un bir kitabını okumak, disiplinlik bir suç olarak değerlendiriliyordu örneğin. Bu tedrisatın ardından bir yıl kadar Diyarbakır’ın Elazığ’a yakın bir ilçesinde hemşirelik yaptım.

DA: Sonra?

HÇ: Sonra sosyal politika okumak üzere Ankara’ya geldim. Öğrencilik hayatım boyunca hemşire olarak çalışmaya devam ettim. O dönem hastanelerde gece çalışanların neredeyse tamamına yakını bu şekilde gündüz üniversiteye gidip gece çalışanlardan oluşuyordu. Gece nöbetlerinde, sağlık işkolunda sınıfa ve cinsiyete dayalı falan sorgulanıyor, tartışılıyordu. Tartışılan başka şeyler de vardı. Özallı yıllardaydık ve sağlığın ticarileştirilmesine yönelik ilk adımlar atılmaya başlanmıştı. Birkaç yıl sonra, 90 başlarında kamu emekçileri sendikaları kurulmaya başladı. Sağlık emekçileri sendikası Tüm Sağlık Sen’in kuruluşunda yer aldım. Fakülteden mezun olunca, mezun olduğum bölümde araştırma görevlisi olarak çalışmaya başladım ama uzun sürmedi. Bölgeyi kasıp kavuran ortam, ülkenin her yanını etkilemeye başlamıştı. Faili meçhul cinayetler sendikacıları da hedef alıyordu. Aralarında Tüm Sağlık Sen Diyarbakır şube başkanı Necati Aydın’ın da bulunduğu çok sayıda sendikacı arkadaşı bu şekilde kaybettik. Bu alt üst oluştan bizim payımıza düşen de cezaevi oldu. Kadınların sendikal katılımı konulu yüksek lisans tezimi, danışmanım Prof. Gülay Toksöz’ün olağanüstü desteği ile cezaevinde yazdım. Aslında sadece Gülay hocam değil, bu dönem üniversite çevresinden Serpil Sancar’ın, Yıldız Ecevit’in, Tülin Öngen’in, Burçak Özoğlu’nun ve daha birçok kadının yakın desteğini ve dayanışmasını hep yanımda hissettim. Bir yandan böylesi bir destek ve kadın dayanışmasından güç alırken diğer yandan da cezaevinde çok güçlü kadınlar tanıdım. Daha sonra Analar, Yoldaşlar, Tanrıçalar’ı ortaya çıkaracak izlenimlerim burada oluştu. Farklı yaş gruplarından, farklı coğrafyalardan pek çok kadın tanıdım, çok çarpıcı hikayeler dinledim. Kitapta sözünü ettiğim dönüşüme ve özneleşme sürecine sanırım ilk kez ve çok yakından burada tanıklık ettim. Daha sonra çeşitli siyasi partilerin kadın birimlerinde ve kadına yönelik şiddetle mücadele amaçlı kurumlarda çalıştım. Halen de sendika uzmanı olarak çalışıyorum. 

DA: Evet uzun yıllardır siyasetin içindesiniz. Sizi Kürt kadın hareketinde de aktif rol almış biri olarak tanıyoruz. Politikayla ilişkiniz nasıl gelişti? Kürt, kadın ve sınıf siyasetleri arasındaki ilişkiyi nasıl kurduğunuzu, bu üç alana da olan hassasiyetinizin nasıl geliştiğini bize anlatabilir misiniz? 

HÇ: Yaşam koşullarımız, çevremizde olup bitenler, yapıp edeceklerimizi, tercihlerimizi de etkiliyor. Sorunuzla ilgili pek çok etkenden söz etmek mümkün. Siverek’teki politik ortamdan bahsettim. O ortamda eşitlik, özgürlük gibi kavramlar, adalet arayışı çok değer verilen şeylerdi. 12 Eylül pek çok şeyi bastırdı ama zaman içinde bastırılan şeyler yeniden gündeme geliyor. Daha on sekiz yaşını doldurmadan, idealist bir halk sağlığı ekibiyle Diyarbakır’ın uzak ve unutulmuş mezralarını dolaşmaya başladığımda, çocuk felci ya da kızamık aşısı ile çocukları kurtarabileceğimize inanıyordum. Zamanla o çocuklar için bundan daha fazlasının gerektiğini fark etmeye başladım. Sonra aldığım sosyal politika eğitiminin, yeniden canlanan politik ortamın da etkisi olmalı. Eşitsizliklere, ayrımcılıklara karşı bir duyarlılık gelişince de tek bir alanla sınırlı kalmıyor haliyle. Her türlü eşitsizliğe karşı duyarlılık gelişiyor. Üstelik bu eşitsizlikleri insan kendi hayatında, yakın çevresinde tecrübe ediyorsa. 90’ların cehennemi ortamında Kürt sorununa duyarsız kalmak mümkün olabilir miydi örneğin. Kadınların dinamizmini mutlaka belirtmek lazım. 1990’lı yıllarda gösterilerde çok sayıda kadın vardı. Şimdi de öyle ama o zaman yeni bir olguydu bu. Çoğu, bizim mahallenin kadınları gibi beyaz tülbentli kadınlardı. O kadınları yeniden sokaklarda görmek etkileyiciydi. Sonra, az önce de sözünü ettiğim gibi kaybedilen sendikacı arkadaşlar oldu. Tüm bunların etkisi olmalı. 

Benzer bir süreç hayatımızın her alanında hissettiğimiz cinsiyet ayrımcılığı konusunda da geçerli. Özellikle yatılı kız okulu süreci ve sonraki çalışma yaşamı, hem sınıfsal, hem cinsiyete dayalı ayrımcılıklar konusunda yakıcı tecrübelerle doluydu. Bunları bütünlüklü bir şekilde anlamlandırma ise 80’li yılların sonlarına doğru tanışmaya başladığım feminizmle mümkün oldu. 

Dağınık olarak bahsettiğim tüm bu olguların birbirinden soyutlanamayacağını düşünüyorum. Eşitsizlikler bir şekilde birbirinden besleniyor. Sizin Tuzla Tersaneleri araştırmanız da sınıfsal süreçlerle etnik süreçlerin nasıl iç içe geçebileceğini çok çarpıcı bir şekilde gösteriyordu. Bu eşitsizliklerin karşısında tutum alırken de birini öbürünün önüne koyma lüksümüz yok. Örneğin Kürt sorunu, ne sınıf sorununa indirgenebilir ne de cinsiyet eşitsizliğinden türemiştir ama bunlardan kopuk olarak ele alınabilir mi? “Kürt sorunu” olarak ifadelendirilmesi de ayrıca problemli olan sorunlar kümesine, feminist perspektiften yaklaşılabileceğini, dahası yaklaşılması gerektiğini; çözüm denilen süreçte de kadınların ve yoksullar, emekçiler gibi kesimlerin aktif özneler olarak katılmaları gerektiğini, aksi taktirde bunun gerçek bir çözüm olmayacağını düşünüyorum. Benzer şey sınıf siyaseti için de geçerli. Sınıf soyut bir şey değil. Toplumsal cinsiyeti, etnisitesi ve daha başka farklı özellikleri olan insanlardan oluşuyor. Cinsiyet eşitsizliğine veya Kürt sorununa kör bir sınıf siyasetinin başarı şansı olabilir mi?

DA: Biraz da akademik duruşunuzla ilgili sorular sormak istiyorum. Doktora teziniz ve bu teze dayanan "Analar, Yoldaşlar, Tanrıçalar: Kürt Hareketinde Kadınlar ve Kadın Kimliğinin Oluşumu" adlı kitabınız büyük ilgi uyandırdı. "Periferinin Periferisinden Sesler: Türkiye’de Kürt Kadınların Siyasete Katılımı" başlıklı makaleniz Rhonda Williams Ödülü’ne layık görüldü. Bunların dışında da önemli akademik çalışmalara imza attınız. Akademideki bir pozisyonda yer almak yerine şimdi bir sendikada eğitim uzmanı olarak çalışıyorsunuz. Bize bunun nedenlerini anlatabilir misiniz?

HÇ: Akademik faaliyetin üniversiteyle sınırlı olduğunu düşünmüyorum. Sabah 9 akşam 6 mesaisine bir türlü alışamamak gibi sıkıntılar dışında sendikada çalışmaktan şikayetçi değilim. Severek çalışıyorum. Ama akademideki bir pozisyonda olmamamda, mevcut üniversite sisteminin de payı var elbette. Bugün, öğretim görevlisi Özgür Sevgi Göral’ın üniversitedeki bir kadro için girdiği sınav kazanmış olmasına rağmen hak ettiği kadroya atanmamasıyla ilgili bir haber vardı gazetelerde. Atanmasının yapılmama gerekçesi ideolojik açıklama yaptığı gibi son derece saçma bir şeydi. Böyle bir gerekçe olabilir mi? Başka bir arkadaştan doçentlik dosyasının, “makalelerini aktivist gibi yazmış” gerekçesiyle yetersiz bulunduğunu duymuştum. Bu gerekçenin tek açıklaması, toplumsal siyasal yaşamda tutum sahibi olmaktan soyutlanmış bir akademik üretim isteğidir. Durum bu. Bana gelince, sınıfsal konuma, cinsiyete ve etnisiteye dayalı ayrımcılık pratikleri ve bunların arasındaki kesişmeler üzerine çalışıyorum ve mevcut üniversite sisteminin böylesi bir bileşen üzerine çalışmalar yapan birini ne ölçüde kabul edebileceğinin takdirini size ve değerli okuyucularımıza bırakıyorum. 

DA: Evet, anlıyorum. Peki, çalışmalarınızı yaparken aktivist ve araştırmacı konumları arasında bir gerginlik yaşıyor musunuz? Sosyal bilimlerde önemli bir yöntemsel problem olan “araştıran özne” ile “araştırılan nesne” arasındaki mesafe sizin pozisyonunuz için neyi ifade ediyor? Bununla bağlantılı olarak bilimde objektivite meselesine dair ne düşünüyorsunuz?

HÇ: Aslında araştırdığım alan benim için herhangi bir alan değildi. Yakından tanığı olduğum ve bir ölçüde de içinde çalıştığım bir alandı. Akademik entelektüel dünyada görmezden gelinen bu alanı görünür kılmayı, bütün karmaşıklığı içinde anlaşılabilir ve açıklanabilir bir şey olduğunu göstermeyi istedim. Akademik boyut, bu işi doğru düzgün yapmama yardımcı oldu. Bu açıdan her iki konum benim için birbirine dışsal değildi. Rhonda Williams ödülünün gerekçesi de buydu zaten. Akademik faaliyetle aktivist olarak yürütülen faaliyetlerin iç içeliği. Bu durum, yaptığım çalışmada gerginlik yaşamadığım anlamına gelmiyor tabi. Feminist literatür ve benzer deneyimlerle karşılaştırmalar, görünür kılmak istediğim alana, başka yönlerden ve aynı zamanda eleştirel bir bakış geliştirmeme yol açtı. Doğrusu bu bakış açısı olmasaydı eksik bir çalışma olacaktı. Ama ilkin zorlanma oldu. Arafta olmak gibi bir durum. Sonunda feminist perspektif belirleyici oldu ve çalışma beni nereye getirdiyse oradan devam etmeye karar verdim. Yaptığım araştırma beni başladığım yerden başka bir yere getirdi.
Araştıran özne araştırılan nesne arasında mutlak bir ayrım olması gerektiği ya da araştıranın değerlerden arınmışlığı ilkesine ise başından beri itibar etmedim. Feminist metodolojiyle yola çıkmıştım ve feminist yöntembilim, klasik pozitivist epistemolojinin ve metodolojinin bu tür argümanlarının eleştirisi üzerine yükselmiştir. Taraflı bir çalışmaydı yaptığım. Dar anlamda bir taraftarlılıktan söz etmiyorum. Yapılan araştırmanın kadın özgürlüğüne hizmet etmesi gibi bir ilkeyi de gözeten ve bu bağlamda ezilenlerden, kadınlardan yana bir taraflılıktı. Araştırmacı olarak gerçekte karşılığı olmayan bir değerlerden arınmışlık varsayımı yerine kendi konumumu net bir şekilde ortaya koymayı anlamlı buldum ve bunu yaptım.

DA: Kitabınıza dönersek, Kürt kadınlarının ulus inşa sürecindeki rolü nasıldır? Kadınlara yüklenen bu rol ya da roller ile kadınların mobilizasyonu arasındaki ilişki nasıl gelişti. Kadınlar bu rolleri aynen benimsediler mi?

HÇ: Genellikle ulus inşa süreçlerinde kadınlara geleneksel cinsiyet rollerinden türetilen sembolik roller verilir. Milliyetçiliği doğasından kaynaklanır bu. Enloe milliyetçiliğin erilleştirilmiş küçük düşürülmeden, erilleştirilmiş hafızadan ve erilleştirilmiş umuttan doğduğunu söyler. Çok doğrudur bu. Millet üzerine inşa edilen ideoloji ve kurgular son derece cinsiyetlendirilmiş şeylerdir. Milletin aile metaforuyla tanımlanması, onu aralarında akrabalık gibi doğal bağlar bulunan bir insan topluluğu olarak hayal etmeyi kolaylaştırır. Milletin aile ile özdeşleştirilmesi ise kadınlık erkeklik rollerini gündeme getirir. Erkekler bu ailenin koruyucuları, kadınlar da kıskançlıkla korunması gereken toprakları olur. Böylece “vatan borcu erkeklerin uğruna ölümü göze alması gereken namus borcu” olarak kodlanabilir. Milletin otantik kültürünün taşıyıcısı ve göstereni olmak gibi görevler verilir kadınlara ve tüm bunlar kadınların bedenlerini, cinselliklerini ulusal politikaların konusu haline getirirken esas yerlerini de ev, yuva olarak sabitler. Tabi kadınların rolleri bununla sınırlı değildir. Kimi etnik/ulusal hareketler de aktif katılımcı da olur kadınlar. Kürt hareketinde de aktif katılımcı rol ön plana çıktı. Doğrusu Kürt hareketinin Kürtlük kurgusu, yukarıda bahsedilen klasik bir milli kurgu değildi. Ataerkil bir baba figürünü içeren bir aile tahayyülüne dayanmıyordu örneğin. Kadınları otantik kültürün taşıyıcılarına indirgemediği ve toprakla özdeşleştirmediği gibi erkekleri de yegane kurucu özneler olarak tanımlamadı. Kadınları ve erkekleri –bazı zorlu görevleri yerine getirmek kaydıyla- aktif kurucu olmaya davet etti. Yeni, farklı ve eşitlikçi bir kurgu söz konusuydu. Kuşkusuz benzer bütün kurgular gibi Kürt hareketinin Kürtlük kurgusu da kadına, erkeğe, aileye ve aşka dair bir kurguydu. Bu kurguya göre “eski ailede/eski Kürtlükte özgürlük olmadığı için aşk ölmüştü. Eski kadın ve eski erkeğin aşkı yaşama imkanı yoktu. Gerçek aşk özgürlük koşullarında sağlanabilirdi.” Kadınlar bütün maliyetlerine rağmen bu davete icabet ettiler. Çünkü verili koşullarda hem resmi kimlik politikaları hem de toplumun barındırdığı cinsiyet ayrımcılığı kadınlara kendi hayatı üzerinde söz sahibi bir birey olma olanağı tanımıyordu. Kürt hareketinin daveti, böylesi bir vaadi içeriyordu. Kadınların politik mobilizasyonu ise sadece kendi hayatlarını değiştirmekle kalmadı. Hareketin söylemini ve siyaseti de dönüştürücü bir etkide bulundu. Sorunuza yanıt olarak, kadınların, kendilerine öngörülen rolleri dönüştürdüklerini belirtmek mümkün.

DA: Kitabınızda Kürt kadın dinamizminin ne “pasif unsurlar” ne de “özgürleşen kadınlar” olarak değerlendirilebileceğini söylüyorsunuz. Peki, bu dinamizm sizce nasıl ele alınmalı, bize anlatabilir misiniz? Yine Kürt kadınlarının sesine ulaşmayı hedeflediğinizi söylüyorsunuz; sizce bu ses neyi ya da neleri söylüyor?

HÇ: Pasif unsurlar yaklaşımı, kadınları toplumsal politik süreçlerin kurbanlarına indirgiyor. Özgürleşen kadınlar yaklaşımıysa, politik katılımı özgürleşme olarak değerlendiriyor. Oysa ne kadınlar içinde yer aldıkları toplumsal politik süreçlerin pasif birer kurbanı olarak değerlendirilebilirler ne de politik katılım tek başına özgürleşme olarak nitelenebilir. Politik katılım çok önemli ama özgürleşmenin bunu çok daha aşan bir süreç olduğu açıktır. Ben kadınların politik katılımını gerisindeki etkenlerle ve yol açtığı sonuçlarla birlikte bir praksis süreci olarak ele almayı önerdim. Bu bir dönüşüm süreci. Özel alan ile kamusal alanı mutlak şekilde birbirinden ayıran ve politik katılımı kamusal alanla sınırlı bir olgu olarak değerlendiren bir yaklaşımla, ya da klasik modernleşmeci bakışla anlaşılması mümkün olmayan bir süreç. Kürt kadınların politik öznelere dönüşmeleri süreci özel alanla politik alanı kesen bir alanda şekilleniyor ve her iki alanı da dönüştürüyor. Kadınlar iddia edildiği gibi pasif kurbanlar değiller, içinde dönüşmekle kalmadıkları, dönüştürdükleri bir sürecin özneleri durumundalar. 

DA: Araştırmanız boyunca karşılaştığınız zorlukları ve sizi etkileyen olayları/karşılaşmaları anlatabilir misiniz?

HÇ: Kadınları dinlemek başlı başına sarsıcı etkileyici bir deneyimdi. Bilirsiniz, küçük burjuvalar dinlemekten çok konuşular. Daha önceleri, eğitimci ya da bir partinin çalışanı olarak kadınlarla çok konuşmuştum. Ama ilk kez onlar konuşuyordu ve ben dinliyordum. Bu benim için gerçekten kendimi yeniden gözden geçirdiğim yeni bir ilişki tarzı oldu. Görüşmelerde araştırmayı yapan konumda olmamın, elimdeki kayıt cihazının görüştüğüm kadınlarla aramızda yeni bir hiyerarşi yaratmaması için çaba harcadım. Örneğin bu görüşmeleri niçin yaptığımı açık bir şekilde anlattım. Diğer görüşmelerden söz ettim. Başka açıdan zorlandığım yönler oldu. Örneğin belediyenin sosyal yardım birimi aracılığıyla gerçekleştirdiğim görüşmelerle yakınların kaybedilmesine ilişkin anlatıları dinlerken çok zorlandım. İlkinde tarif edemeyeceğim yoksulluk durumlarıyla karşılaştım. Böylesi bir yoksulluk karşısında elinden hiçbir şey gelmeden sadece tanıklık etmek ve soru sormak, kolay baş edilebilecek bir durum değildi. Yakınların kaybedilmesine ilişkin anlatılara kayıtsız kalmak da zordu. Kayıt cihazını kapatıp bir süre ara verdikten sonra devam ettiğimiz görüşmeler oldu. Bu anlatılar ya da görüşmeler sadece acıdan ibaret değildi elbette. Yaşanan en ağır kayıpların ardından ayakta kalmayı sağlayan süreçlere de tanıklık ettim. Acının paylaşılarak dönüştürülmesine. İki kızı bir iki yıl arayla kendini yakan bir anneyle görüşmemiz ve ardından birlikte mezarlığı ziyaret etmemiz bu açıdan çok öğretici bir deneyimdi örneğin. Görüşmek için evine gitmiştim. Kızlarının fotoğrafları duvardaydı. Daha yirmili yaşlarına gelmeden yaşamlarını yitirmişlerdi. Bir yandan evin havasına sinmiş derin bir acı vardı. Diğer yandan da devam eden bir hayat. İki kızını kaybetmiş olan anne bir hafta önce oğlunu evlendirmişti. Evin bir odası yeni evli çift için hazırlanmıştı. Elleri kınalı, kollarında bilezikler olan yeni gelin evin içinde dolaşıp çay servisi falan yapıyordu. Bir yandan düğün diğer yandan kaybedilenlerin acısı iç içeydi. Tesadüfen görüşmeye Perşembe günü gitmiştim. O gün, her Perşembe olduğu gibi mezarlık ziyareti varmış. Görüşmeyi tamamlayınca mezarlığa birlikte gittik. Onun gibi bir grup kadın vardı. Hepsi çocuklarını ziyarete gelmişlerdi. Ama yalnız kendi çocuklarını ziyaret etmediler. Hatta en başta kendi çocuklarından başlamadılar. Bir sürü mezarın başında durduk, hepsinden ayrı ayrı söz ettiler. Anılarını paylaştılar. Hem acılı hem de güçlüydüler. Belki sadece kendi çocuklarının çıplak acısıyla baş başa kalsaydılar böyle güçlü duramazlardı.

DA: Evet, belki de. Peki sizce Kürt kadınlarının politikayla ilişkilerinde yaşadıkları çelişkiler nelerdir. Onların sınıfsal konumları siyasetle ilişkilerini nasıl etkiliyor?

HÇ: Bundan birkaç yıl öncesine kadar çelişkilerin daha yoğun yaşandığını, şimdi görece azaldığını ifade etmek mümkün. Hareket bir yandan kadınları politik katılıma davet ediyordu ama diğer yandan da topluma ve kaçınılmaz olarak politik kurumlara içkin olan cinsiyetçi pratikler vardı. Çelişki kaçınılmazdı. Örneğin geçmişte siyasi partilerde kadınlardan geleneksel cinsiyet rollerine uygun bir katılım, daha doğrusu katkı bekleniyordu. Mahalle çalışması yapsınlar, mitinglere katılım sağlamak için çalışsınlar gibi. Bu süreç geride kaldı tabi. Bildiğiniz gibi şimdi siyasi partilerde güçlü bir karar gücüne ulaştı kadınlar. Ama doğrusu bu olumlu ilişkinin belirli gerilim alanları barındırdığını da düşünüyorum. Genel politik gündem ile kadınların gündeminin bire bir örtüşmediği durumda ilkinin belirleyici olma ihtimali var. Tabi bu da değişebilir. Koşulları var. Sınıfsal konumla ilgili sorunuza gelince, esas olarak en aktif katılım gösterenler, toplumun en alt toplumsal sınıflarından kadınlar. Bunu saptamak için çok uzun boylu araştırmalar yapmaya gerek yok. Mitinglere, parti kongrelerine bakmak yeterli. Benim HADEP’te aktif çalışma yapan kadınların profiline ilişkin incelememde de bu açık bir şekilde ortaya çıkmıştı. Bunun da anlaşılabilir bir şey olduğunu düşünüyorum. Üçte biri zorunlu göç deneyimi yaşamış kadınlardan söz ediyoruz. Yaşadıkları alt üst oluşla politik katılım arasında doğrusal bir ilişki var. Öte yandan özellikle yoksul toplumsal kesimlerden kadınlar için politik katılımın, dar aile akrabalık ilişkileri dışına çıkarak sosyalleşme olanağı bulabilecekleri tek kanal olduğunu ve bunun da göz ardı edilmemesi gerektiğini düşünüyorum.

DA: Biraz zor bir soru olacak belki ama Kürt kadınları için nasıl bir gelecek görüyorsunuz?

HÇ: Çok katmanlı, karmaşık bir süreç yaşanıyor. Bir yanda tarifsiz acılar, alt üst oluşlar, öte yandan olağan dönemlerde kolay kolay söz konusu olmayacak bir dinamizm, hareketlilik ve olanaklar. Kadın intiharının en yüksek olduğu kentlerin aynı zamanda kadınların siyasi partilerde ya da toplum örgütleri ya da belediyeler gibi alanlarda en yüksek temsil düzeyine ulaştıkları kentler olmaları başlı başına üzerine düşünmeye değerdir. Kürt kadınları, hayattan, acılardan, sokaktan ve eylemin öğrettiklerinden damıttıkları deneyimlerle kendi Rönesanslarını yaşıyorlar.

DA: Son olarak şunu sormak istiyorum; kitabınız yayınlandıktan sonra Kürtler’den ne gibi tepkiler aldınız? Bu tepkiler erkekler ve kadınlar açısından farklılıklar gösterdi mi?

HÇ: Erkeklerle kadınların tepkileri arasında bir farklılık var mı bilemiyorum. Bu karşılaştırmayı yapabilecek geri bildirimler almadım. Sanırım okuyan kadınların sayısı erkeklerden daha fazla oldu. Kadınlardan aldığım tepkiler ise farklı farklı oldu. Çok olumlu değerlendirenler, katıldıkları ve katılmadıkları yönleri samimiyetle tartışmak isteyenler oldu. Bu çok geliştirici bir yaklaşımdı. Çünkü kitabın girişinde de belirttiğim gibi bu, yapılacak tartışmalarla ve yeni çalışmalarla tamamlanabilecek bir ilk çalışmaydı. Dolayısıyla bu tür yapıcı bir tartışma ve diyalog çok geliştiriciydi. Aslında çalışmanın amacı da bir tartışma zemini yaratmaktı. Ama tepkilerin tümü böyle olmadı. Kitabın içeriğine ilişkin tartışmak, görüş bildirmek yerine toptan olumsuz tutum sergileyenler oldu. 

DA: Bu güzel söyleşi için size çok teşekkür ediyoruz.

HÇ: Ben teşekkür ederim.

Cezaevi: Değişen ve Görünmeyen Yüzler


Dâra ELHÜSEYNİ

…çünkü her iki duygu da [nefret ve fedakârlık] köleleştirilmiş
atalarımızın imgesiyle beslenir, torunlarımızın
kurtarılması idealiyle değil.
Walter Benjamin, “Pasajlar”, XII. Tez

foto 1

1925, Diyarbakır. 24 Haziran 1925 tarihli Vakit gazetesinde yer alan bu fotoğraf “İsyanla alakadar olmakla maznun Diyarbekirliler” altyazısıyla verilmiş  (Aktaran: Mehmet Bayrak). Şeyh Sait İsyanı, Türkiye kamuoyunda çoğunlukla “dinci”, “gerici” bir ayaklanma olarak aksettirilse de, fotoğrafta görülen kişilerin çoğunlukla Cemiloğulları  gibi aristokrat Kürt elitlerinden olması dikkat çekicidi.

Dostoyevski, tutukluluk günlerini anlattığı “Ölü Evinden Anılar” kitabında bir toplumun uygarlık seviyesinin hapishanelerine girilerek anlaşılabileceğini söyler. Bu yazının sayfalarında kronolojik bir şekilde yer alan cezaevi/tutukluluk fotoğraflarında yer alan insanların Türkiye’deki uygarlaşma seviyesine dair söyleyecekleri çok şey olması çok da şaşırtıcı değildir. Ancak asıl olarak, bu fotoğraflardaki ortak payda, yani Kürtler ve cezaevi ilişkisi incelendiğinde, Cumhuriyet tarihi boyunca Türkiye özelinde Kürt toplumunun özgürlük/tolere edilme seviyesinin anlamlı ve çarpıcı bir tablosu gözler önüne serilmektedir.

foto 2

1960, İstanbul Harbiye Cezaevi. 1959 yılı itibariyle, Kürt aydın kesminde başlayan uyanıştan ve Irak’taki Kürtlerin hareketliliğinden rahatsız olan iktidar, MİT’in (o dönem MAH) de önerisiyle Kürt aydınlarına yönelik geniş tutuklamalara yöneldi. Tarihe “49’lar olayı” diye geçen bu tutuklama dalgası sonucu 50 Kürt aydını (Mehmet Emin Batu gözaltındayken hayatını kaybettiğinden geriye 49 tutuklu kalmıştır) tutuklanıp, idam cezasıyla yargılandı. Ortada herhangi bir delil olmamasına karşın, dava 1965’te zaman aşımına uğrayana kadar sürdü (Aktaran: Ayşe Hür).

Din adamları, büyük toprak sahipleri gibi Kürt toplumunun geleneksel ayrıcalıklı  kesimlerinden, okumuş, aydın kesimlerine; seçilmiş meşru milletvekillerinden politik aktivistlerine ve kadınlarından çocuklarına1 kadar neredeyse bir toplumun tüm kesimlerinin tarih boyunca cezalandırılma, kapatılma, ıslah edilme, disipline edilme vb. amacı ve kaygısıyla hapishanelerde yatmış olmaları, “işlenen suçların ve kabahatlerin2 doğal sonucu” gibi kuru bir hukuk diliyle açıklanabilir olmaktan çok uzak bir olguyu ve sürekliliği işaret etmektedir. Bu fotoğraflar alt alta konduğunda, değişen toplumsal profillerle Kürt toplumundaki değişimin izlerini de sürmek pekâlâ mümkündür ancak bu fotoğraflarda neyin değiştiği kadar neyin değişmediğini görmek yadsınamayacak öneme sahip bir zorunluluktur.

foto 3

1960, Sivas Kampı. 27 Mayıs 1960 askeri darbesi tutuklu bulunan 49’ların durumunda bir değişiklik yaratmadığı gibi, Kürt aydınlarına ek olarak dönemin toprak ağaları, aşiret reisleri ve şeyhleri de darbeden hemen sonra tutuklanıp Sivas Kabakyazı’da bir kampa kapatıldılar. Toplam 485 kişinin tutuklandığı bu olaya dair Milli Birlik Komitesi’nin “Türkiye’nin bütünüyle yalnız Türklerin vatanı  olduğu, başka gayeler taşıyan birkaç kişiye benimsetilecektir”  (Aktaran: Ayşe Hür) şeklindeki açıklaması Türkiye’de Kürtlere dair devletin algılamasına bir örnektir.

Toplum ve Kuram” dergisi olarak Kürt çocuklarını dosya konusu edinmemiz de çocuklar üzerinden indirgemeci ve sorunlu bir kategorizasyon üretimini tekrarlamaktan öte tam da bu “değişmeyen şey” yani bu fotoğraflarda açıkça görülebilecek olan süreklilik ile ilgili. Türkiye Cumhuriyeti tarihi boyunca merkezi otorite/iktidar tarafından bir suç ve cürüm teşebbüsünün ya da böyle bir potansiyelin etrafında kodlanmış, böyle bir teşebbüs ya da potansiyel ile beraber algılanmak istenmiş bir halkın maruz kaldığı “rutin” uygulamalar ve pratikler3 göz önünde bulundurulduğunda, Kürt çocukları meselesi (siyasi eylemliliğin bir öznesi ve/veya bir korku/nefret nesnesi olarak) yeni olduğu kadar belli tarihsel dinamikleri ve geçmişin geri yansımalarını da içinde barındıran bir konudur.

foto 4


12 Eylül 1980 darbesi sonrası Türkiye’nin ve Kürtlerin en karanlık sayfalarından  biri olan Diyarbakır Askeri Cezaevi’nden bir fotoğraf. Diyarbakır Askeri Cezaevi, 12 Eylül darbesinden önce de, 1971 Muhtırası sırasında Kürt aydınların ve muhaliflerin tutulduğu bir yer olmuştur.

Bahsi geçen kodlamanın ve algılamanın Kürt çocukları bağlamında da örnekleri rahatlıkla verilebilir. Diyarbakır’da ve Adana’da “taş atan çocuklar” hakkında incelemeler yapan “TBMM Çocuk Haklarını İzleme Komitesi”nin tespitine göre, Diyarbakır’da PKK adına taş attığı iddia edilen çocuklar için aynı suçtan beş ayrı suçlama yapılmaktadır: “Yasadışı gösteri yapmak, kamuya zarar vermek, terör örgütü adına suç işlemek, terör örgütünün propagandasını yapmak, devletin bütünlüğünü hedef almak”.4 Bu açıklamadan da anlaşılabileceği üzere taş atmak ile devletin bütünlüğü arasında kurulan ilişki sığ bir irrasyonellikten ya da zorunlu hukuki bir prosedürden çok geçmişten bugüne devam eden bu kodlama ve algılama ile yakından ilişkilidir. Bu duruma ek olarak, 31 Ağustos 2009’da Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in, Diyarbakır’da 2014 yılında tamamlanmak üzere biner kişilik iki cezaevinin dışında üç yüz kişilik bir “çocuk cezaevinin” de yapımına başlanacağı açıklaması5 da, Kürt çocuklarının eylemliliğine karşı benzer bir kodlamanın ve algılamanın ipuçları olarak görülebilir.6

Konuya dair başka bir örnek, 1990’ların başlarından itibaren köy boşaltmalar/yakmalar ile başlatılmış olan “Zorunlu Kürt Göçü” süreciyle batı metropollerinde yoğun bir şekilde gözükmeye başlayan göç mağduru Kürt çocuklarının kriminalize edilmesi üzerinden verilebilir. Sokak çocuğu, tinerci, kapkaççı gibi tanımlamalarla, alışılageldik “masum çocuk” ya da “düzen mağduru” gibi kategorilerden çok farklı bir yere konumlandırılan bu çocuklar, 2000’li yıllarla beraber, bir korku ve nefret nesnesi haline getirilerek Türkiye’de yükselen ırkçı ve şovenist dalganın hedefi haline geldiler. Türkiye kamuoyunda ideolojik ve özel bir anlama sahip olan “terör” kavramı da, medya haberlerinde bu çocuklarla ilişkilendirildi ve kapkaççı terörü, tinerci terörü gibi tanımlar medya haberlerinde sıklıkla görülür hale geldi. Bu haberlerde terör kavramının kullanımını bu kadar kolaylaştıran ya da normalleştiren etmen salt bu çocukların faili olduğu iddia edilen vakaların yarattığı dehşetle açıklanabilir olmayıp toplumsal bilinçaltındaki terör kavramı ile etnik bir grup (Kürtler) arasında kurulan ilişkisellik/özdeşleştirme ile de beraber düşünülmesi, tartışılması gereken bir meseledir.7

foto 55

1994’te dokunulmazlıkları  kaldırılan 10 DEP milletvekillinden Orhan Doğan, Leyla Zana, Selim Sadak ve Hatip Dicle tutuklanıp Ulucanlar Cezaevine konulmuştu.

Bu bağlamda, Kürt çocukları söz konusu olduğunda, salt çocukluk vurgusu üzerinden sıklıkla başvurulan pedagojik yaklaşımlar ve vicdan muhasebesi çağrıları konunun tam anlamıyla anlaşılmasında yeterli olmadığı gibi bu konunun Kürt meselesi eksenindeki politik, tarihsel, toplumsal hafıza ve sosyoekonomik bağlantılarını da bilinçli ya da bilinçsiz göz ardı etmektedir. Bu sebepten ötürü, bu pedagojik yaklaşım sonucu ortaya konan çözüm önerileri de bildik kalıpların dışına çıkamamaktadır. Bazı kesimler, bu çocukların eylemlerinden doğrudan anne-babalarını sorumlu tutmakta ve hedef göstermektedir. Diğer taraftansa, bu çocuklar için eğitim olanaklarının yaygınlaştırılması eylemci çocuklara devletin kolluk güçlerinin ve diğer yetkililerinin şefkatli bir şekilde yaklaşması, cezaevindeki çocuklara mesleki eğitim verilmesi gibi klişeleşmiş ve altı doldurulmamış çözüm reçeteleri dışında taş atan çocuklara badminton eğitimi vererek taş atmaktan vazgeçirmek8 gibi absürt denebilecek öneriler de kamuoyuna yansımaktadır.

foto 6


2001, İstanbul Gebze Cezaevi. Kürt siyasetinde kadınlar da aktifleştikleri ölçüde cezaevi pratikleriyle karşılaştılar. Çok fazla sözü edilmese de 12 Eylül darbesi sonrası Diyarbakır Askeri cezaevinde kadın tutuklular da yoğun baskı ve şiddet gördüler. Bu fotoğraf ise 2001 yılında Gebze Cezaevi’nde çekilmiş olup, fotoğrafta Kürt kadın siyasi tutuklar yer almaktadır.

Bütün bunların  ışığında, ünlü çocuk gelişimcisi ve psiko-tarihçi Erik Erikson’un, çocukların sadece kültürel temaları yansıtan bir ayna ya da bir yaratık olarak değil, aynı zamanda da kültürün bir yaratıcısı ve dinamik bir güç olarak da incelenmesi gerektiği yönündeki tespiti (Onur, 1994: 22-23) böyle bir dosyanın hazırlanmasındaki temel motivasyonumuz ile fazlasıyla örtüşmektedir. Ki, Kürt siyasetinde politik taleplerin geçmişe oranla daha düşük bir profilde seyrettiği günümüz konjonktüründe, bu çocukların bir nevi otonom bir şekilde daha radikal bir siyasi söylemi ve eylem biçimini sahipleniyor olmaları9 da, böyle bir yaklaşımın gerekliliğini fazlasıyla işaret etmektedir. “Toplum ve Kuram” dergisi olarak ortaya koymak istediğimiz Kürt çocuklarını pedagojik bir rehabilitasyonun ya da bir normalizasyonun kapsamı içinde düşünülmesi gereken çocuklar olarak kodlamaktan öte bu kesimin kendi öznelliklerini, koşullarını ön plana çıkartabilmek; siyasi eylemliliklerini ve mobilizasyonlarını bir anomaliye ya da patlamaya indirgemek yerine bunları uygun bir tarihsel bağlama ve konjonktüre oturtarak anlamaya çalışmaktır. Böylesi bir yaklaşım, gerek merkezi otorite gerekse de kamuoyu/medya tarafından Kürt çocukları üzerinden yapılan tartışmaların ve bu çocuklara karşı geliştirilen tavırların politik ve toplumsal izdüşümlerinin ve içeriklerinin hakkıyla anlaşılması için de elzemdir.

Fotoğraf tutkusuyla da bilinen ABD’li muhalif entelektüel-eylemci Susan Sontag, fotoğrafın “gerçekliği olduğu şekliyle sabitlemenin bir yolu” olduğunu söyler. Ona göre, fotoğraf, uzaklaştığını ya da deforme olduğunu düşündüğümüz gerçekliği büyüterek önümüze sermektedir (Sontag, 2005: 193-94). Bu sayfalarda görülen fotoğraflar da benzer bir şekilde anlamlı bir gerçeği gözler önüne sermektedir. Günümüzde, Kürt çocukları artık bildik çocuk tanımlamaları yerine Benjamin’in bahsettiği “köleleştirilmiş atalar imgesi” ile fark edilebilir ve anlaşılabilir hale gelmiştir. Bu yüzden de, ne kadar göz ardı edilmek istenirse istensin ve ne kadar farklı yönlere çekilirse çekilsin, Kürt çocukları öyle ya da böyle Türkiye’deki uygarlık seviyesinin anlaşılması için en önemli göstergelerden biri olarak gözlerimizin önünde durmaktadır.
foto 7


2009, Adana. Radikal gazetesinden alınan bu fotoğraf ilk bakışta okullarda çekilen “toplu sınıf fotoğraflarını” anımsatsa da, örgüt üyeliği, örgüt propagandası yapmak, devletin bütünlüğüne karşı çıkmak gibi suçlardan yargılanan Kürt çocuklarının çektirdiği bir cezaevi hatırası resmi.

Notlar
1 Bu noktada bir hatırlatma yapmak gerekirse, Kürt çocuklarının siyasi eylemliklerinden ötürü yaşadıkları cezaevi tecrübeleri sadece son birkaç yıldaki gelişmelerle ortaya çıkmış yeni bir hadise değildir. Yakın geçmişten somut bir örnek vermek gerekirse, 12 Eylül 1980 darbesi sonrası Diyarbakır Askeri Cezaevi’nde özel bir çocuk koğuşuda (31.Koğuş) kurulmuş durumdaydı (Mavioğlu, 2006: 146). Mavioğlu’nun aktarımına göre, cezaevi idaresinin özel bir önem verdiği bu koğuş, devlet güdümündeki radikal İslamcı örgüt Hizbullah için kadrolar yetiştirecekti (2006: 147-48).
2 Elbette ki, burada bahsedilen suç ve c ürümler, halkı kin ve nefrete teşvik etmek, devletin ve milletin bölünmez bütünlüğüne karşı gelmek gibi politik kapsamlı suçlardır.
3 Bu pratikler ve uygulamalar her ne kadar böyle bir yazının kapsamını aşsa da, resim altlarında yer alan bilgiler bu konuda bir fikir verebilir.
4 Haberin tamamı için bakınız: http://www.habervitrini.com/kurt_aciliminda_ilk_adim_tas_atan_cocuklara-414770.html.5
5 Haberin tamamı için bakınız: http://www.haber7.com/haber/20090831/Diyarbakira-300-kisilikcocuk-cezaevi.php
6 Bakanın bu açıklamasından önceki yakın tarihlerde, TBMM İnsan Hakları Komisyonu, Türk Tabipler Birliği, Diyarbakır Barosu ve Diyarbakır Valiliği bünyesindeki İl İnsan Hakları Kurulu tarafından Diyarbakır E Tipi Cezaevi’ndeki sorunlara dair ayrı ayrı raporlar hazırlanmış, personel, uzman ve donanım eksikliğinden kaynaklı sorunlar dışında, çocukların da içinde olduğu siyasi mahkûmlara uygulanan ayrımcılıklar da bu raporlarda yer almıştır. Bütün bu raporlara karşın Bakanın sadece kalabalık koğuş eleştirisini dikkate alarak yeni cezaevlerinin yapılacağını açıklaması gayet manidar olup Kürt çocuklarına dair devletin geleceğe dair projeksiyonunu da ortaya koymaktadır.
7 Bu meselenin daha kapsamlı bir tartışması için Delal Aydın’ın bu sayıdaki çalışmasına bakılabilir.
8 Haberin tamamı için bakınız: http://www.badminton.gov.tr/index.php?haberId=237. Haberde yer alan şu ifadeler sözü edilen algılama eksikliğinin çarpıcı bir örneği olarak görülebilir: “Badminton Federasyonu Başkanı Murat Özmekik, özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde, bazı çocukların eylemlere karıştıklarını, polise taş attıklarını ifade ederek, “Biz taş yerine raket ve top diyoruz. Taşı atmakla badminton raketini savurmak arasında fiziksel hareket olarak fark yok” dedi… AKP Hakkari Milletvekili Özbek, birkaç hafta içinde projeye başlayacaklarını ifade ederek, “İlkaşamada Badminton Federasyonu’nun vermiş olduğu 3 bin topu Hakkari merkez ve ilçelerinde çocuklarımıza, öğrencilerimize dağıtacağız. Böylece orada yetişen çocuklar, sporla sayesinde sıkıntıların biraz uzağında kalabileceklerdir” dedi.” (Yazım hataları metne ait olup, vurgular eklenmiştir.)
9 Bu duruma dair kimi somut örnekler için Haydar Darıcı’nın bu sayıda yer alan çalışmasına bakılabilir.

Kaynakça

Benjamin, Walter. 1993. Pasajlar. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
Mavioğlu, Ertuğrul. 2006. Apoletli Adalet. İstanbul: İthaki Yayınları.
Onur, Bekir (yay.). 1994. Toplumsal Tarihte Çocuk: İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları.
Sontag, Susan. 2005. Fotoğraf Üzerine. İstanbul: Agora Kitaplığı.

Bu yazı Toplum ve Kuram Dergisi web sayfasından alınmıştır:


Kürtlere Karşı Recep Tayyip Çiller Darbesi

Türkiye bir darbeler ülkesidir. Sivil veya askeri fark etmiyor. Cumhuriyet denilen sistem, Osmanlı artıkları olan generallerin kurduğu bir darbe sistemidir. Bu dönemin darbesi de cemaate aittir. Birine askeri denildi, buna da sivil deniliyor. İdeolojik-politik mantık aynıdır: İnkarcılık üzerine kurulmuş sistemin korunması ve devam ettirilmesidir. Türk-İslam veya İslam-Türk ikisinin felsefesinde ‘dört tek’ler bulunuyor.

Özellikle 12 Eylül 1980’de gerçekleştirilen askeri faşist darbesi dahil olmak üzere Kürtlere yönelik çok yönlü sürdürülen savaşın en kapsamlısı ve tehlikesiyle karşı karşıyayız. Çillerleşen Erdoğan, devleti bütünlüklü olarak ele geçirdikten sonra, Kürtlere topyekun savaş ilan etti. Tek bir hedefe kilitlenmiş, Kürtleri bu coğrafyada silmeyi hedefliyor ve bunun için ne gerekiyorsa yapacağını yüzlerce kez tekrarladı.

Erdoğan ile Çiller’in Kürt politikası aynıdır. Bir madalyonun ters yüzleridirler. Bunun için yazının başlığına “Recep Tayip Çille Darbesi” dedim. Çiller dönemi, faili meçhul cinayetlerin en çok yaşandığı bir süreçti. Kürt işadamlarının ölüm listesini hazırladı ve Mehmet Ağar’ın denetiminde JİTEM ve Çatlı grubu tarafından uygulandı. 4000 köy boşaltıldı ve yakıldı. Kürt milletvekilleri parlamentoda yaka paça alınıp götürüldüler ve her biri 8,5 yıl ceza aldı. Onlardan Zana ve Dicle yeniden milletvekili seçildi. AKP, Dicle’nin vekilliğini kendi hukuklarını çiğneyerek zorla elinde aldı.

Bugün Erdoğan’ın izlediği yöntem Çiller’in yeni bir versiyonudur.  Yani Çillerleşen bir Erdoğan gerçeğiyle karşı karşıyayız. Bugün de MGK tarafından hazırlanan bir tutuklanma listesinin olduğu kamuoyuna yansıdı. Türkiye’nin dört bir yanında binlerce Kürt politikacısı, BDP yöneticisi gözaltına alınıyor ve tutuklanıyor.

Başta ABD ve İngiltere olmak üzere uluslar arası küresel güçlerin tam desteğini alan cemaatin devleti, Kürtlere karşı soy kırıma soyundu. Hedefe kilitlenen devlet, bütün kirli savaş yöntemlerini uyguluyor.  Geçen hafta İngiliz Genel Kurmay Başkanı’nın Türkiye yapmış olduğu ziyaretin merkezinde PKK’ye yönelik operasyonlar vardı. Sri Lanka’da olduğu gibi dünyanın en kirli savaş yöntemini uygulayan İngiltere, PKK’ye karşı izlenmesi gereken askeri yöntemler-taktikler üzerine deneyler aktardığı biliniyor.

 Kürt Toplumsal Hareketini teslim almak isteyen AKP devleti çok yönlü hilelere baş vuruyor. Kürtlere karşı askeri, politik ve örgütsel olarak tasfiye politikasını dayatıyor. Abartmaksızın diyebiliriz ki, Kürtler tarihin en büyük kuşatması ile karşı karşıyadırlar.
Sir Lanka ve Peru modelleri modellerine benzer denemeler yapmak isteyen AKP devleti, cemaatin polisiyle, ordusuyla, mahkemeleriyle saldırıyor.

Sri Lanka  modeli kamuoyunda çokça tartışıldı. Bilindiği gibi Sri Lanka küçük bir adadır.  Uzun yıllar İngiliz sömüresi olarak kaldı sonra Hindistan’ın denetimine girdi. Bu nedenle her iki ülke ile çok yakın ilişkileri olup, özellikle, İngilizlerin askeri ve politik egemenliği altındadır. Bundan dolayı İngiliz ve Hindistan’ın aktif desteğini alan Sri Lanka devleti,  Tamil Gerillalarına ve Tamul halkına karşı tam bir soykırım uyguladı.   On binlerce kadın, çocuk katledildi ve Tamil Eelam Kurtuluş Kaplanlarının doğal liderli dahil olmak üzere yöneticilerinin büyük bir kısmı yaşamını yetirdi. Esasen bir İngiliz modeli olan bu tasfiye yöntemi uzun bir süredir, aşamalı olarak Kürtlere ve Kürt Toplumsal Hareketine uygulanmaktadır. Kandile yönelik başlatılan hava harekatının süreklileştirilmesinin arka planında bu olgu yatıyor. Bunun için Kürt gerillalarına karşı kimyasal silah kullandığı tespit edilen general Özel, Genelkurmay Başkanlığına getirildi.

 Hedef gerillayı Medya Savunma Alanlarında hareketsiz bırakmak, askeri kabiliyetini zayıflatarak eylem gücünü kırmak. Buna paralel olarak da Kürtlerin örgütlü olduğu her alanda örgütlü gücüne saldırmayı uygulamaya koydu. Böylelikle askeri manevrası zayıflamış bir gerilla hareketinin toplumsal gücü zayıflayacaktır. Buna  bağlı olarak, örgütsel kurumları çökertilmiş, yöneticisiz kalmış bir Kürt toplumunu sosyal-psikolojik olarak yönlendirmek ve denetim altına almak daha kolay olacaktır. Bu yöntemler eş zamanlı yürütülüyor. Savaşın en kötü berbat yöntemleri uygulan cemaatin devleti, Kürt politikacılarına yönelik son yılların en büyük saldırısını gerçekleştiriyor. Hedef Kürtlerin iradesini, kararlılığını kırmaktır.

Devletin izlediği bir başka model ise Peru modelidir. Bilindiği gibi  ‘Aydınlık Yol’  Peru’da gerilla savaşı yürütüyordu. Yaklaşık 12 bin gerillası bulunan Maoist çizgiye sahip Peru Komünist Partisi’nin yani ‘Aydınlık Yol’ lideri felsefe profesörü Abimael Guzmán’nın da içerisinde yer aldığı merkez komitesi toplantı halindeyken yakalandı. Guzman yıllarca ne ailesiyle ne de avukatlarıyla görüştürülmedi.

Devlet, Guzman adına birçok kez açıklamalar yayınladı. Guzman’ın ‘silahlı mücadeleye son verdiği’ biçimindeki açıklamaları bir noktadan sonra etkili oldu. 12.000 gerillası olan ve kurtarılmış bölgeler yaratan ‘Aydınlık Yol’ bölündü.  Devlet Öcalan’a yönelik böyle bir yöntemi izleyeceği anlaşılıyor. Öcalan ile PKK arasındaki bağı kesmek istiyor. Burada birçok hesap yaptığı kesin.
Birincisi, Öcalan ile görüşmeleri keserek, bu süreci olağanlaştırmak ve  sıradanlaştırmak, kanıksatmak ve fiilen mevcut durumu kabullendirmek. Bu aynı zamanda bir denemedir. Kürt toplumumun tepkisi beklenenin altında kalırsa, bu kez Öcalan’a karşı yeni  saldırı yöntemleri devreye koyacaklardır.

İkincisi ise PKK’nin Öcalan hassasiyetinin farkında olan devlet, Öcalan ile bağları kesip bir bakıma PKK’ye karşı bir şantaj uygulamaktadır. PKK’nin hareket alanını daraltmak istiyor İdamın yeniden gündemleştirilmesi gibi tartışmaların arka planında da bu hile bulunuyor.

Üçüncüsü, Devlet, bizzat Öcalan adına bir  çok açıklama yapabilir.  Sanki Öcalan yapıyormuş gibi Öcalan adına yeni bir ateşkes ve hatta silahlı mücadeleyi bırakma çağrısı yapabilir. Devletin istemi doğrultusunda gerillaların sınır dışına çekilme kararı verdiği söylenir. Sonra bunu medyada tartıştırır. Özellikle Kürt halkı içerisinde politik bir kriz yaratarak güvensizlik geliştirmeyi hedefliyor. Esas amaç da Kürt Toplumsal Hareketi içinde ideolojik-politik çelişkiler yaratmak ve örgütsel parçalanmayı gerçekleştirmek.

Kürt coğrafyasını, Kürt halkını ve PKK’yi az çok tanıyan biri, ne Sri Lanka ne de Peru modellerinin başarılı olmayacağını bilir. Bu hileli yöntemlerle bir sonuç almayacağını anlar.
Kürt toplumunun örgütlülük ve bilinç düzeyi, PKK’nin toplumsal gücü ve ideolojik-politik perspektifleri bu oyunları kesin olarak işlevsizleştirecektir.

Devleti ise son oyunlarını çılgınca uygulamayı deniyor. Tutmayacağını herkes farkında ama inkar ve tasfiye politikasını esas alan güçlerin savaştan yana olanların başka alternatifleri yoktur. Bu da onların sonunu hazırlayacaktır.

Uygarlığın Taşıyıcısı: Kürt Özgürlük Hareketi


Ömer AĞIN
 


Kürt Özgürlük Hareketi’ne karşı AKP hükümetinin uyguladığı politik terör, bu terörle elde edilmek istenen amaca ters düşen bir politikanın ürünüdür.

Bu tür terör yöntemleri, “ideolojik” akımların kitle tabanını yok etme konusunda bir hayli başarıyla uygulanmış yöntemlerdir. Örneğin; Türk soluna ve hak arayanlara karşı cumhuriyetin kuruluşundan itibaren böyle bir politika izlenmiştir. Mustafa Suphiler öldürülmüştür. Daha sonra İsmail Bilen, Şefik Hüsnü, Dr. Hikmet Kıvılcımlı defalarca mahkum edilmiştir. Ardından 12 Mart’ta Denizler, Mahirler katledilmiştir. 12 Eylül’de ise son ve öldürücü darbe indirilmiş ve sonuçta Türk halkı “soldan”, “solcu” olmaktan vazgeçirilmiştir.


Cumhuriyetin kurulmasından az sonra, aynı yöntem Kürtlere karşı da uygulanmıştır. Sola uygulanandan çok daha kanlı ve kitlesel katliamlar yapılmıştır. Dersim bir tür Kürt-Alevi jenositidir. Burada amaç, eğitim, din kurumlarıyla paralel olarak devlet terörü uygulayarak Kürtleri asimile etmek olmuştur. Devlet bu eğitim, din, terör yöntemiyle asimilasyon politikasında kısmen başarılı da olmuştur. Halkımızın yetişmiş insanları, o yıllarda giderek artan bir şekilde Kürt olduğunu gizlemeye, çocuklarını “Türkler” gibi yetiştirmeye başlamıştır.


Fakat Türk halkını “solculuktan” vazgeçirten 12 Eylül Darbesi, Kürt coğrafyasında tersi bir sonuç doğurmuştur. “Devletsiz”, “örgütsüz” Kürdü, din, eğitim ve terörle “terbiye” edip, asimilasyonla Türkleştirme politikasına karşı büyük bir Kürt isyanı ortaya çıkmıştır.


Otuz yıl sonra, bu isyanın sonucu nedir?


Bu isyanın sonucu Türk devletinin asimilasyon stratejisinin, artık geriye dönüşü olmayan bir şekilde yenik düşmesidir. Devlet yenilmiştir. Asimilasyon artık mümkün değildir. Çünkü Kürtler artık yeniden Türkleştirmeyi kabul etmeyecek bir ulusal demokratik bilince ulaşmışlardır. Bu nitel bir değişimdir ve onu artık geriye döndürmek bilimsel olarak mümkün değildir. Türkleri diyelim ki Rum ya da Rus yapmak ne kadar mümkün değilse, Kürtleri de Türk yapmak artık umutsuz bir davadır.


Bu durumda, bizimle savaşan hükümete söylemem gereken şudur: Sola karşı uyguladığınız yöntemi bize karşı uygulamayın. Bu, boşuna kan dökmeye yarar, başka bir işe yaramaz. Bir insanı zorla, döverek, ya da ikna ederek “solculuktan” vazgeçirmek mümkün olsa da, nasıl bir Türkü döverek Rum ya da Rus yapmak mümkün değilse, Kürdü de Türk yapmak mümkün olmadığına göre, uygulanan baskı hiçbir işe yaramaz.


Tam tersine sonuçlar doğurur. Ben Türk hükümetine şunu söylemek isterim: PKK’nin “alternatifi” bir “Türkleşmiş parti” değildir, artık bu olamaz. PKK’nin “alternatifi”, artık PKK’nin tam zıddı “milliyetçi ve İslami fundamentalist bir Kürt partisi” olabilir. Başkası mümkün değildir. PKK’nin “yenilgisi”nden doğacak boşluğu, AKP ya da her hangi bir Türk partisi dolduramaz.


Türklerle Kürtleri “İslamcı fundamentalizm” temelinde birleştirme hayalleri de boştur. Bu o kadar kolay olsaydı, bırakalım “Türkle Kürdü”, “Arapla Arap” İslam temelinde birleşebilirdi. İslam’ın “birleştirici” olduğu iddiası bir efsanedir.†


O nedenle, PKK’yi “tasfiye” planından Türkiye’nin kazanacağı hiçbir şey yoktur. Tam tersine: Bir an için Kürt coğrafyasında “milliyetçi ve İslamcı bir Kürt partisinin” PKK’den “boşalacak” yeri doldurduğunu düşünün. Ne olurdu. Şu olurdu: “Cihad” için hazırlanan Kürt gençleri, tıpkı Irak’ta, Afganistan’da, öteki Müslüman ülkelerinde olduğu gibi, Türkiye’nin metropollerinde “canlı bombalar” olarak Türkiye’yi kan deryasına çevirirdi. “Ellerinde yeşil cihad sancağı” ile yürüyen bu “canlı bombaların” karşısında AKP’nin “ılımlı İslam” siyaseti tenekeden bir kalkana dönüşürdü.


Kürt Özgürlük Hareketi, “ilkel milliyetçi” topraklarda büyümedi. Bölgenin “en gelişmiş kapitalist ülkesinin” modern bir hareketi olarak ortaya çıktı. Şu ana kadar eğer Türkiye bir Lübnan, Afganistan, Irak haline gelmediyse, bu ontolojik gerçeğin iyi analiz edilmesi gerekir.


Belli oluyor ki, MİT kadroları bu gerçek hakkında bilgilidirler. Özellikle eski MİT Müsteşar Yardımcısı Cevat Öneş’in yaklaşımları bize, Türk devletinin içinde bazı insanların bu derin gerçeği çok iyi anladığını gösteriyor. Onlar PKK’lilerle konuşuyorlar. Müzakere ediyorlar ve muhataplarının nasıl kişilikler olduğunu çok iyi gözlüyorlar.


“Tasfiye” çabaları tehlikeli sonuçlara gebedir. Türkiye Kürt coğrafyası, tüm Kürt parçalarının öncülüğünü boşuna yapmıyor. Bu öncülük eğer başarıya ulaşırsa, bölgeyi kana bulayan bütün “ilkel şiddet” unsurları yenilgiye uğrayacak, tüm Ortadoğu ve Kafkasya’da insan uygarlığına yaraşır bir yeni hayat boy verecek.


İşte AKP hükümeti, bugünkü imha siyasetiyle, yalnız Türkiye’nin değil, tüm bölgemizin geleceğini karartmaya çalışıyor.


Başarı şansı sıfırdır.

Uygarlığın Taşıyıcısı: Kürt Özgürlük Hareketi


Ömer AĞIN



Kürt Özgürlük Hareketi’ne karşı AKP hükümetinin uyguladığı politik terör, bu terörle elde edilmek istenen amaca ters düşen bir politikanın ürünüdür.

Bu tür terör yöntemleri, “ideolojik” akımların kitle tabanını yok etme konusunda bir hayli başarıyla uygulanmış yöntemlerdir. Örneğin; Türk soluna ve hak arayanlara karşı cumhuriyetin kuruluşundan itibaren böyle bir politika izlenmiştir. Mustafa Suphiler öldürülmüştür. Daha sonra İsmail Bilen, Şefik Hüsnü, Dr. Hikmet Kıvılcımlı defalarca mahkum edilmiştir. Ardından 12 Mart’ta Denizler, Mahirler katledilmiştir. 12 Eylül’de ise son ve öldürücü darbe indirilmiş ve sonuçta Türk halkı “soldan”, “solcu” olmaktan vazgeçirilmiştir.


Cumhuriyetin kurulmasından az sonra, aynı yöntem Kürtlere karşı da uygulanmıştır. Sola uygulanandan çok daha kanlı ve kitlesel katliamlar yapılmıştır. Dersim bir tür Kürt-Alevi jenositidir. Burada amaç, eğitim, din kurumlarıyla paralel olarak devlet terörü uygulayarak Kürtleri asimile etmek olmuştur. Devlet bu eğitim, din, terör yöntemiyle asimilasyon politikasında kısmen başarılı da olmuştur. Halkımızın yetişmiş insanları, o yıllarda giderek artan bir şekilde Kürt olduğunu gizlemeye, çocuklarını “Türkler” gibi yetiştirmeye başlamıştır.


Fakat Türk halkını “solculuktan” vazgeçirten 12 Eylül Darbesi, Kürt coğrafyasında tersi bir sonuç doğurmuştur. “Devletsiz”, “örgütsüz” Kürdü, din, eğitim ve terörle “terbiye” edip, asimilasyonla Türkleştirme politikasına karşı büyük bir Kürt isyanı ortaya çıkmıştır.


Otuz yıl sonra, bu isyanın sonucu nedir?


Bu isyanın sonucu Türk devletinin asimilasyon stratejisinin, artık geriye dönüşü olmayan bir şekilde yenik düşmesidir. Devlet yenilmiştir. Asimilasyon artık mümkün değildir. Çünkü Kürtler artık yeniden Türkleştirmeyi kabul etmeyecek bir ulusal demokratik bilince ulaşmışlardır. Bu nitel bir değişimdir ve onu artık geriye döndürmek bilimsel olarak mümkün değildir. Türkleri diyelim ki Rum ya da Rus yapmak ne kadar mümkün değilse, Kürtleri de Türk yapmak artık umutsuz bir davadır.


Bu durumda, bizimle savaşan hükümete söylemem gereken şudur: Sola karşı uyguladığınız yöntemi bize karşı uygulamayın. Bu, boşuna kan dökmeye yarar, başka bir işe yaramaz. Bir insanı zorla, döverek, ya da ikna ederek “solculuktan” vazgeçirmek mümkün olsa da, nasıl bir Türkü döverek Rum ya da Rus yapmak mümkün değilse, Kürdü de Türk yapmak mümkün olmadığına göre, uygulanan baskı hiçbir işe yaramaz.


Tam tersine sonuçlar doğurur. Ben Türk hükümetine şunu söylemek isterim: PKK’nin “alternatifi” bir “Türkleşmiş parti” değildir, artık bu olamaz. PKK’nin “alternatifi”, artık PKK’nin tam zıddı “milliyetçi ve İslami fundamentalist bir Kürt partisi” olabilir. Başkası mümkün değildir. PKK’nin “yenilgisi”nden doğacak boşluğu, AKP ya da her hangi bir Türk partisi dolduramaz.


Türklerle Kürtleri “İslamcı fundamentalizm” temelinde birleştirme hayalleri de boştur. Bu o kadar kolay olsaydı, bırakalım “Türkle Kürdü”, “Arapla Arap” İslam temelinde birleşebilirdi. İslam’ın “birleştirici” olduğu iddiası bir efsanedir.†


O nedenle, PKK’yi “tasfiye” planından Türkiye’nin kazanacağı hiçbir şey yoktur. Tam tersine: Bir an için Kürt coğrafyasında “milliyetçi ve İslamcı bir Kürt partisinin” PKK’den “boşalacak” yeri doldurduğunu düşünün. Ne olurdu. Şu olurdu: “Cihad” için hazırlanan Kürt gençleri, tıpkı Irak’ta, Afganistan’da, öteki Müslüman ülkelerinde olduğu gibi, Türkiye’nin metropollerinde “canlı bombalar” olarak Türkiye’yi kan deryasına çevirirdi. “Ellerinde yeşil cihad sancağı” ile yürüyen bu “canlı bombaların” karşısında AKP’nin “ılımlı İslam” siyaseti tenekeden bir kalkana dönüşürdü.


Kürt Özgürlük Hareketi, “ilkel milliyetçi” topraklarda büyümedi. Bölgenin “en gelişmiş kapitalist ülkesinin” modern bir hareketi olarak ortaya çıktı. Şu ana kadar eğer Türkiye bir Lübnan, Afganistan, Irak haline gelmediyse, bu ontolojik gerçeğin iyi analiz edilmesi gerekir.


Belli oluyor ki, MİT kadroları bu gerçek hakkında bilgilidirler. Özellikle eski MİT Müsteşar Yardımcısı Cevat Öneş’in yaklaşımları bize, Türk devletinin içinde bazı insanların bu derin gerçeği çok iyi anladığını gösteriyor. Onlar PKK’lilerle konuşuyorlar. Müzakere ediyorlar ve muhataplarının nasıl kişilikler olduğunu çok iyi gözlüyorlar.


“Tasfiye” çabaları tehlikeli sonuçlara gebedir. Türkiye Kürt coğrafyası, tüm Kürt parçalarının öncülüğünü boşuna yapmıyor. Bu öncülük eğer başarıya ulaşırsa, bölgeyi kana bulayan bütün “ilkel şiddet” unsurları yenilgiye uğrayacak, tüm Ortadoğu ve Kafkasya’da insan uygarlığına yaraşır bir yeni hayat boy verecek.


İşte AKP hükümeti, bugünkü imha siyasetiyle, yalnız Türkiye’nin değil, tüm bölgemizin geleceğini karartmaya çalışıyor.


Başarı şansı sıfırdır.

Baro Mahkemeden Aşağı Kalmadı!

Kürtler söz konusu olduğunda adaleti unutan mahkemelere İstanbul Barosu da katıldı. İstanbul Barosu, 2004’te bir panelde “Kürdistan” dediği için hapis cezasına çarptırılan insan hakları savuncusu ve genel yayın yönetmenimiz Avukat Eren Keskin’e uyarı cezası verdi.

‘Kürdistan’a bir ceza da Baro’dan!


“En iyi Kürt, ölü Kürt” gibi ırkçı ifadeler kullanan Ergenekon avukatlarına dokunulmazken, müvekkilleri PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın durumu hakkında basın yayın organlarına verdikleri demeçlerden dolayı avukatlara ceza kesmesiyle gündeme gelen Av. Ümit Kocasakal başkanlığındaki İstanbul Barosu, imza attığı benzer bir kararla yine gündeme geldi.


Baronun ceza kestiği yeni hukukçu ise, insan hakları savunucusu ve gazetemizin genel yayın yönetmeni Av. Eren Keskin. Riha’nın (Urfa) Wêranşar (Viranşehir) Belediyesi’nce düzenlenen Kültür ve Sanat Festivali’ne katılarak, “Kadın - Toplum ve Aile” konulu panelde bir konuşma yapan Av. Keskin hakkında konuşmasında “Kürdistan” kelimesini kullandığı için Viranşehir Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından soruşturma başlatıldı. Soruşturma sonrasında Viranşehir Asliye Ceza Mahkemesi, “halkı kin ve düşmanlığa tahrik” suçlamasıyla Keskin’i 10 ay hapis ve 3 bin 300 TL para cezasına çarptırdı. Yapılan itiraza rağmen karar Yargıtay 9. Dairesi tarafından 13 Mayıs 2010 tarihinde onaylanırken, “hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına ve 5 yıl denetimli serbestlik süresine tabi tutulmasına” karar verildi.


Verilen cezada “hükmün açıklanmasının geri bırakılması” kararı verilmesine rağmen ceza sonrası hemen harekete geçen İstanbul Barosu, Keskin’den savunma istedi. Keskin’in “İleri sürdüğü düşüncelerinin sadece kendisini bağladığını ve bu nedenle herhangi bir makam karşısında kendini savunmayı doğru bulmadığını” belirterek savunma vermemesi üzerine baro, Keskin’e “uyarı cezası” verdi. Baro, kararı “Avukat, mesleğin itibarını zedeleyecek her türlü tutum ve davranıştan kaçınmak zorundadır” maddesine dayanarak verdi.


Kraldan çok kralcı baro


Karara tepki gösteren Eren Keskin şunları dile getirdi: “Artık kaçıncı yüzyıldayız? Demokratik hukuk ilkelerinden söz ediliyorsa bu tutumun sorgulanması lazım. Mahkemenin hükmü ertelemesine rağmen, İstanbul Barosu’nun uyarı cezası vermesi, baronun mahkemeye göre kraldan çok kralcı davrandığının bir göstergesidir. Ergenekon sanıklarının haklarını savunurken demokratik hukuk ilkelerini ağzından düşürmeyen baro, benim düşüncelerim nedeniyle yargılanmam söz konusu olduğunda aynı özeni göstermediği gibi, üye avukatına sadece düşünceleri nedeniyle uyarı cezası verebiliyor. Kimsenin haddine olamaz mesleki itibarımı zedelemek. Benim düşüncelerimi hiç kimse yargılayamaz.”

Üç Milletvekiline 150 Yıl Hapis İstemi


BDP milletvekilleri Leyla Zana, Nursel Aydoğan ile DTK Eşbaşkanı ve Wan bağımsız Milletvekili Aysel Tuğluk hakkında, 12 Haziran’da yapılan genel seçimler öncesinde yapılan seçim konuşmaları ve HPG’lilerin cenazelerinde yapılan konuşmalar nedeniyle toplam 150 yıl hapis istemiyle 3 ayrı dava açıldı.

Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı’nca hazırlanan üç ayrı iddianame, Özel Yetkili 7. Ağır Ceza Mahkemesi’nce kabul edildi. Hazırlanan iddianamelerde, Leyla Zana hakkında 4 kez “örgüt propagandası yapmak”, iki kez “Toplantı ve Gösteri Kanunu’na muhalefet etmek” iki kez de “örgüt üyesi olmamakla birlikte örgüt adına suç işlemek” iddialarıyla toplam 45 yıl hapis istendi.


Milletvekili Nursel Aydoğan hakkında hazırlanan iddianamede ise Aydoğan’ın katıldığı 4 ayrı etkinlikte, suç işlediği iddia edildi. Aydoğan’ın da 4 kez “örgüt propagandası yapmak”, 4 kez de “örgüt üyesi olmamakla birlikte örgüt adına suç işlemek” suçlarından toplam 72 yıla kadar hapsi istendi.


Aysel Tuğluk için hazırlanan iddianamede ise Amed’in Erxenî (Ergani) ilçesinde yapılan HPG’linin cenaze törenine katıldığı gerekçesiyle, 4 kez “örgü propagandası yapmak”, bir kez “Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’na muhalefet etmek” ve bir kez de “örgüt üyesi olmamakla birlikte örgüt adına suç işlemek” suçlarından 33 yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılması istendi.


İddianamelerin kabul edilmesi ardından, 3 milletvekilinin yargılanmasına önümüzdeki günlerde 7.Ağır Ceza Mahkemesi’nde başlanacak.

İnsanlık Hâlâ Sürükleniyor!

Nuri FIRAT
Tarih 12 Eylül’dü. 4 sivili vurdular, ikisini havan toplarıyla. Gerekçesini oluşturdular: PKK düğün alayına karışarak saldırdığı için bu siviller vuruldu!

Çatışmada yaşamını yitiren 2 PKK’liyi iplerle sürüklediler ve karakol bahçesinde “Vatan bir bütündür parçalanamaz” yazısı önünde sergilediler. Sonra çekilen fotoğrafları Kürt kurumlarına gönderdiler, adeta gözdağı verircesine...


***


İnfiale neden olması gereken ve Başbakan dönüş yok dese de, 1990’lı yıllara dönüşün bariz göstergesi olan bu vahşet manzarası ne yazık ki, görmezden gelindi. Vicdanın, ahlakın, dinin, imanın, erdemin bittiği böylece bir kez daha ilan edildi.


***


Gündem’in ilk kez yayınladığı fotoğraf, günler sonra bir gazetede “Kirli resim” başlığıyla yayınlandı. Üstelik, İHD ve Mazlum Der’in konuyla ilgili hazırladığı rapor çarpıtılan ifadelerle verildi. Hakkari Valisi de şöyle buyuruyor: “Ceset iple ters çevrilip altında bir düzenek olup olmadığı kontrol edildi. Halkın içinde sürüklemek gibi veyahut bir fiziksel davranış cesetlerin üstünde olmamıştır. Devletimizde zaten böyle şeyler yoktur.”

***


Birincisi kirli olan resim değil, bu vahşeti yapan rejimin ve zihniyetin ta kendisidir. Vahşet bu kadar çıplak bir şekilde ortadayken, çarpık ifadelerle gerçekleri geçiştirmenin de bir anlamı yoktur.


***


Vali Bey’e gelince; sizin devlet böyle şeyleri öyle bir yapar ki, kesinlikle siz de bunu çok iyi biliyorsunuzdur. Bu fotoğrafın o meşhur duvar yazısının önünde sergilenmesi ve Kürt kurumlarına tehdit amaçlı gönderilmesi, devletinizin niyetini ele veriyor. Öyle iple çevirdik diyerek kendinizi de bizi de kandırmayın!


Üstelik bu olup bitenler istisna değil, “Yapmaz” dediğiniz devletinizin ilk pratiği de değil. Alın size iki örnek...


***


Tarih 25 Ağustos 2005. Başbakan “Kürt sorunu benim sorunumdur” dedikten sadece 13 gün sonra... Batman Beşiri’de 7 PKK’li yaşamını yitirdi. Bunlardan Abbas Emani, sağ yakalandı, sorgulandı, infaz edildi ve cenazesi diğerlerininkiyle birlikte yakıldı. Fotoğraflarla bu belgelendi. Vahşet bununla sınırlı değildi; diğer 6 kişinin cesetlerinin akrep tipi aracın arkasına iple bağlanarak sürüklendiği de fotoğraflandı.

Sizin devlet, bu infazı ve vahşeti yapanları yargılayacağına, infazı gerçekleştirenleri teşhir ettiği ve “hedef gösterdiği” iddiasıyla Ülkede Özgür Gündem Gazetesi’nin yetkilileri hakkında dava açtı. Yani “Ben vahşeti yaparım, bunu duyurursan seni yargılarım” dedi.


***


Bir fotoğraf daha... Cudi Dağı Gûndikê Remo köyü Pikera alanında Temmuz 2009’da çıkan çatışmada yaşamını yitiren iki PKK’linin cenazesinin askerler tarafından yerlerde sürüklenerek tekmelendiğini gösteren görüntüler ortaya çıktı. Bu görüntü Meclis gündemine taşındı.

***


Bu iki örnek, son birkaç yılda yaşandı ve kulakların kesildiği, başların parçalandığı, gözlerin oyulduğu, cenazelerin panzerlerin arkasında sürüklendiği, cenazelere bile tecavüz edildiği 1990’lı yılların sürdüğünün göstergesi...


Özgür Gündem bundan tam 19 yıl önce, 16 Ekim 1992’de bir sivilin öldürüldükten sonra Alman BTR 60 tipi panzerin arkasında sürüklendiğini gösteren bir fotoğraf yayınladı ve şu başlığı kullandı: “İnsanlık sürükleniyor!”


İnsanlık hâlâ sürükleniyor!