18 Eylül 2011 Pazar

Demirtaş: Devlet Karşısında Diz Çöken Namerttir

Gözaltılara ve operasyonlara tepki göstermek amacıyla Cizre'ye giden BDP ve DTK heyeti, Şırnak'ta da 10 bin kişi tarafından karşılandı. AKP hükümeti ve devletin gaz bombası, coptan başka bir şeyi temsil etmediğini belirten Demirtaş, ‘’50 kişi değil 50 bin kişi tutuklasanız da bu halk mücadeleye devam edecek, hepimizi tutuklamasanız namertsiniz. Bundan sonra devlet elinde ne güç varsa kullansın. Bu devlet karşısında diz çöken de namerttir’’ dedi. DTK Eş Genel Başkanı Aysel Tuğluk, Başbakan Erdoğan'ın direnen Kürt'ü "Terörist" olarak gördüğünü kaydetti.

Şırnak ve Cizre'de BDP ve belediye yöneticilerinin evleri ile BDP binalarına yapılan baskınlarda 35 kişinin gözaltına alınmasından sonra Diyarbakır'dan Şırnak'a giden BDP ve DTK heyeti, Cizre'nin ardından Şırnak merkeze geçti. Cizre'den yüzlerce araçlık konvoyla hareket eden heyete, yol güzergahında bulunan Kasrik (Qesrok) ve Kumçatı (Dêrguhê) beldelerindeki yurttaşlar yollara çıkarak, zafer işaretiyle desteklerini sundu. Şırnak girişinde ise evlerinin damları ve balkonlarına çıkan yurttaşlar zafer işaretiyle konvoyu selamladı.

Konvoy Karayolu Kavşağı'nda ise, 10 bine yakın kişi tarafından, alkış ve zılgıtlarla karşılandı. Karşılama sırasında bölgede konumlandırılan çevik kuvvet polisleri ile bir grup genç arasında arbede yaşandı. Gençlerin tepkilerine polis gaz bombasıyla karşılık verdi. BDP'lilerin araya girmesiyle kısa süreli gerginlik sona erdi.

BDP’li vekiller ile Mardin ve Şırnak il yöneticilerinin de aralarında bulunduğu yaklaşık 10 bin kişi BDP Şırnak İl binasına doğru yürüyüşe geçti. Yürüyüş esnasında PKK ve KCK bayraklarıyla ve PKK Lideri Abdullah Öcalan'ın posterleri taşındı.

‘BOTAN HALKI TOPYEKÜN DİRENECEK’


Yürüyüşün ardından BDP binası önünde toplanan kitleye yönelik, BDP Şırnak İl Başkanı Abit İke konuşma yaptı. Şırnak halkını Kürtlere yönelik başlatılan "siyasi soykırım"a karşı her yerde eylemde olduğunu dile getiren İke, "Arkadaşlarımız serbest bırakılana kadar Botan halkı topyekun direniş içerisinde olacaktır. Arkadaşlarımızın yaptığı suç ise biz aynı suçu işliyoruz ve işlemeye devam edeceğiz" dedi. İke, arkadaşları mahkemeye çıkarıldığında 10 binlerce kişiyle adliye önünde bekleyeceklerini ve direneceklerini belirtti.

DTK Eş Başkanı Aysel Tuğluk ise, "Biz barış, kardeşlik ve birlikte yaşam dedikçe karşımızdaki zihniyet halkımıza karşı bir savaş başlatıyor. Bu inkarcı zihniyet giderek faşizmi sonuna kadar uyguluyor" diyerek, bugün yaşadıklarının faşizmden başka bir şey olmadığını söyledi.

"Bu faşist politikaların uygulayıcısı da iktidarda olan AKP hükümetidir" diyen Tuğluk, şöyle konuştu: "Başbakan ve hükümeti, halkımıza teslimiyeti ve özgürlük davamızdan vazgeçmeyi dayatıyor. Asıl amaç Kürt halkının iradesini kırmaktır. Ancak biz başbakanın istemlerine boyun eğmeyeceğiz. Sayın başbakan; size akıl verenler yanlış akıl veriyorlar. Kürt halkı bitmeyecek ve özgürlük davasından vazgeçmeyecektir."

Önümüzdeki günlerde Federal Kürdistan Bölgesi'ne yönelik kara operasyonunun düzenleneceğini ve bu operasyona "Cehennem operasyonu" adının vereceğini ifade eden Tuğluk, "Bu halk kimliksizlik, statüsüzlük, baskı ve gördüğü işkencelerle zaten cehennemde yaşıyor. Kürt halkına cehennemi reva görenlere halkımız tarihten beri direnmiştir ve direnmeye devam edecektir. Başbakana göre direnen Kürt 'terörist'tir. Biz de diyoruz ki bir halkın haklı ve meşru taleplerini zulüm ile ortadan kaldırmaya çalışan 'terörist'tir" şeklinde konuştu.

‘BU ZULME DİRENECEĞİZ’

Tuğluk, şöyle devam etti: "Basın yayın organlarında bin 500 kişinin daha alınacağı belirtiliyor. Bin 500 değil 5 bin kişi tutuklasalar da bu zulme karşı direneceğiz." PKK Lideri Abdullah Öcalan'ın çözüm için çok önemli bir fırsat sunduğunu dile getiren Tuğluk; "Sayın Öcalan bir çözüm programı sunmuştur. Fakat çözüm projesinin gerekleri yerine getirilmiyor. Çözüm projesine karşı savaşla karşılık verilmiştir. Bu halkın siyasetçileri gözaltına alınıp tutuklanıyorsa ve sokak ortasında infaz ediliyorsa dağda gerillaya karşı operasyon düzenleniyorsa sayın Öcalan'a tecrit uygulanıyorsa biz ne yapmalıyız. Yapacak tek şey var direnmek, direnmek ve mücadele etmektir" diye konuştu.

DEMİRTAŞ HEPİMİZİ TUTUKLAMAZSANIZ NAMERTSİNİZ

Ardından konuşan BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş ise, "Biz bugün Botan halkının ortaya koyduğu dik duruştan ders çıkarmayanlara sesleniyoruz" diyerek, halkın siyasetçilerini ve gençliğini tutuklayarak sindireceklerini sananların Botan halkının yakın geçmişini unuttuklarını söyledi. "Şırnak halkı katliamlara boyun eğmedi bugün inkar ve imha politikalarına boyun eğmeyecek" diyen Demirtaş, "Mazlum Doğan'a, Beritan'ı ve Agit'i teslim alabilseydiniz bu halkı teslim alabilirdiniz. Bu halkın üzerine geldikçe küçülüyorsunuz. Burada devletin değeri bir gaz bombası ve cop kadardır. AKP hükümeti ve devlet gaz bombası, coptan başka herhangi bir şeyi temsil etmiyor. 50 kişi değil 50 bin kişi tutuklasanız da bu halk mücadeleye devam edecek hepimizi tutuklamasanız namertsiniz. Bundan sonra devlet elinde ne güç varsa kullansın. Bu devlet karşısında diz çöken de namerttir. Bizim ve halkımızın ne gücü varsa topyekun yapılan saldırıya karşı direneceğiz. Fedai ruhuyla çalışacağız" dedi.

Sırrı Süreya Önder: Kürtler Olunca Kimlikleri Topluyorlar

 
Taksim'de polisin ablukaya aldığı Sırrı Süreya Önder, ''Sözkonusu Kürtler olunca kimlikleri topluyorlar, zorla gözaltına alıyorlar Kimin savaş niyetinde olduğu bugün belli oldu'' dedi.

PKK Lideri Abdullah Öcalan'a yönelik yaklaşık iki aydır sürdürülen keyfi tecritte karşı Taksim meydanında basın açıklaması yapmak isteyen BDP’lilere polis sert müdahalede bulunarak 120 kişiyi gözaltına aldı.

Tam bir polis terörünün yaşandığı Taksim meydanını OHAL’i aratmayacak şekilde kuşatan çevik kuvvet ekipleri ve sivil polisler, yoldan geçen Kürt gençlerine kimlik kontrolü yaparak onları suçlu muamelesine tabii tutu. Bununla yetinmeyen polisler bu antidemokratik uygulamaya karşı tepki koyan BDP İstanbul Milletvekilli Sırrı Süreyya Önder’i kitleden tecrit ederek polis çemberine aldı. BDP İstanbul İl Başkanı Hüseyin Çalışır’a da bilinçli bir şekilde kimlik kontrolü yapmaları dikkat çekti.

Polis çemberi içinde gazetecilere seslenen Önder, söz konusu Kürtler olunca kimliklerin toplandığını, insanların fişlendiğini ve zorla gözaltına alındığına dikkat çekerek, “Burada kimin savaşa, kimin barışa niyetli olduğu apaçık ortadadır” dedi.

Taksim Meydanı’nda PKK Lideri Abdullah Öcalan’a yönelik ağırlaşan tecridi protesto etmek isteyen kitleye polis müdahalede bulununca Polis kuşatması altında gazetecilere açıklama yapan BDP İstanbul Milletvekili Sırrı Süreyya Önder polise sert tepki göstererek, burada yürütülmekte olan savaşa karşı barış idaresini ortaya koymak için bir araya geldiklerini, Bunun için mevcut yasalar çerçevesinde hiçbir engel olmamasına rağmen polisin bu keyfi uygulamasıyla karşı karşıya kaldıklarını belirti.

Konuşmasında Önder şöyle dedi: “Söz konusu Kürtler olunca kimlikler toplanıyor, insanlar fişleniyor, gözaltına alınıyor. Ve şu anda da gördüğünüz gibi, bizi de kitleden tecrit ediyorlar. Buna da ileri demokrasi diyorlar. Kimin savaşa, kimin barışa niyetli olduğu gayet açık ortadadır.”

FAŞİSTLERE GEÇİT, KÜRT HALKINA İSE ABLUKA

Açıklamadan sonra yolda rastladığı her esmer kişiyi gözaltına alan polisler, Sırrı Süreyya Önder’in yanında ki kitleyi zorla Taksim meydanından çıkartarak, darp ettiği gözlerden kaçmadı. Polislere saldırı emri veren Emniyet Müdür Yardımcısı Mehmet Altınok’tan başka birisi değildi.

Zeytinburnu’nda Kürt halkına ve iş yerlerine saldıran eli satırlı bıçaklı ırkçı saldırganlara müdahale edeceğine “ Siz rahat olun, bundan sonrasını biz hallederiz” diyen ve büyük tepki çeken Altınok, söz konusu Kürt halkı olunca nasıl da bir uygulamaya yöneldiği tüm çıplaklıyla ortaya çıktı.

Öte yandan polisin sert müdahalesi esnasında birçok kişinin yaralandığı ve yaralıların çeşitli hastanelere kaldırıldığı öğrenilirken Tarlabaşı ve çevresinde de gençlerle polis arasında zaman zaman çatışmaların çıktığı öğrenildi

Yeni Evanjelizm


Fethi SUVARİ / D Tipi Kapalı Cezaevi / DİYARBAKIR
Evanjelizm, İncil’ler hakkında “vaaz” demektir. Hz. İsa üzerinde yoğunlaşan bu bu vaazların amacı Hıristiyan olmayanları bu dine davet etmektir. Matta, Markos, Luka ve Yuhanna tarafından yazılmış  dört “kanonik” incilin her birine “Evanjel” denilir. Yunanca “iyi haber” Ya da “genel olarak kabul edilen gerçek” anlamına gelen “Evangelion”dan gelmektedir.

Evanjelizm’in temelleri ingiliz George Whitefield (1715-1770) Methodizm’in kurucusu John Wesley (1703-1791) ve Amerikalı filozof ve teolog Jonathan Edwards (1703-1785 tarafından atılmıştır) Evanjelizm sözlüğü protestan kilisesinin muhafazakar kesimini nitelemek için kullanılır. Evanjelikler, ABD yi kuran ve tutuculuğla bilinen protestan mezhebi “Puritenler”in devamıdır. Zamanla liberal protestanlar dışındaki tüm protestanlara Evanjelik denmeye başlamıştır. Bugünkü Evanjelizm Amerika’daki Hıristiyan toplumun en tutucu kanadını temsil etmektedir: Jmmy Carter, Ronald Reagan ve Baba Bush’un başkanlıkları döneminde adım adım gelişen Evanjelizm, oğul Bush döneminde küresel emperyalizmi yönlendiren güç haline gelmiştir.


Amerika’da da dini cemaatler 20.yy’lın başlarından 1940’lara kadar bir geri çekilme dönemi yaşayarak, oradaki vahşi kapitalizmin (puritenler kâr’ı kutsallaştırıyordu) yağmalarını seyrettiler. ABD, dünya hegemonyacılığına soyununca, epey yenilenmiş ve donanımlı olarak ortaya çıktılar. 1941’de “Amerika Hıristiyan Kiliseler Konseyi” ve “ulusal Evanjelikler Birliği” kuruldu. 1976 ile 1980 yılları arasında (yeşil kuşak projesinin olgunlaştığı zamanlar) Evanjelizm için en büyük gelişme dönemidir: Hıristiyan televizyonculuğunun (televanjelizm) başarısı ile politik bir akıma dönüştüler. Ülkemizdede bazı cemaatler (Milli Görüş, Fetullah Gülen Cemaati) aynı yolu takip etti.


1979 yılında rahip Jerry Falwell tarafından “Evanjelik Seçmenler Blok”unu seferber etmek amacıyla “Ahlaki Çoğunluk Hareketi” kuruldu. L. Caplan’ın dediği gibi, bugün ABD’de kökten dincilik, tutucu politik güçlerle ittifak içinde; devlete, aileye, kiliseye karşı yapıldığını öne sürdüğü “Liberal darbe”ye karşı mücadele bayrağını açan saldırgan bir dinsel harekettir. “bu benzerlikler nedeniyle, ülkemizde, F. Gülen hareketi ile Evanjelizm arasında paralel bir ilişki ve dayanışma olduğunu da iddia etmektedir. O zaman neden?


Yıpratma Yaklaşımları


Evanjelistler ve Gülen Cemaati, zamanımızda yaygın olarak kabul gören (özellikle, AB ülkeleri, Kanada, Avusturalya vd.) kimliksel zenginlik gibi kavramlar, kültürel çoğunluk, kurumsal farklılaşma (özerk ve bölgesel yapılar), dilsel zenginlik gibi olgulara düşman kesilirler, örneğin “AB çökme noktasına geldi” gibi manşetleri süsleyen söylemler, ekonomik krizden ziyade bu demokratik değerleri yıpratmaya yöneliktir. Dolayısıyla çoğulculuk, farklılıklar yerine “tek”çilik en önemli sloganları oluyor. Yani bir zamanlar “masonluk” referanslarının yerine “Yeni Evanjelizm” geçiriliyor.


Evanjelistler, 20.yy’ın başlarında büyük iş çevreleriyle (tekeller) ittifak yapmışlardır. Çünkü Evanjelizm, işçi sınıfı hareketine ve Sovyet Devrimi’ne şiddetle karşıydı. 1920’lerden itibaren “bolşevizme” ve özellikle Darvinizme” (o zamanlar Nurcular da varoluşlarını “bolşevik Baykuşlar”a karşı mücadelede görüyorlardı) karşı mücadele eden politik bir hareket oldular. 1979’larda tekrar yapılanan  Yeni Evanjelizm de bu eski ittifak’a yeniden sarıldı. Ve bu sımsıkı ittifaka (dağılan bolşevizm’den dolayı) yoksullara ve işsizlere her türlü devlet yardımına karşı çıkan bir yön de eklediler. Ayrıca emekçilerin kazanımlarını geri çekme ve “ katı bir iş hukuku” ile birlikte taçlandırdılar. Böylece muhafazakar ve şoven politik sağ ile sıkı bir işbirliğine girişerek “militarize bir teoloji” inşaa ettiler. Özellikle yerel polis teşkilatlarında etkili oldular, kadrolaştılar. Önce kendilerine mesafeli hatta güç paylaşımı gibi nedenlerden dolayı düşmanca davranan “milli savunma başta olmak üzere, ekonomi, kürtaj, eşcinsellik ve diğer “aile sorunları” konusunda saldırgan tutumlar” (F. Berktay) sergilediler.


Yaşlı Modernistlerin Yeni Yüzü: Dini Cemaatler


Din her şeyi aklamaya yeterlimidir? İslam ve Hıristiyan cemaatler, özelde Evanjelizm, dinin, “her türlü deneyimin anlamlı bir yere sahip olduğu, düzenli ve total bir evren yarattığı için” ( Falwell) etkili bir meşrulaştırma aracı işlevini gördüğüne inanırlar. Gülen Cemaati de bunun Osmanlı’daki müthiş işlevini iyi bilmektedir.


Osmanlı topraklarında medrese tümüyle dinsel bir olgudur. Müderrisleri (hocalar), hanedana sadakatleri denenmişler arasından seçilir padişahlar tarafından atanırdı. Bilim yaşamı hanedanın boyunduruğu altındaydı. Nadirende olsa hanedanın çıkarlarına aykırı görüşler ileri süren ve uslanmayan olursa, ilim erbabına başvurularak “kafirin katli fetvaları hemen çıkarılır”dı. (İ. Cem) medreseler vakıf yoluyla hanedana bağlıdır. Kadın kısmı medreseye giremez. Medreseler yaygın kurumlar değildir. 17.yy’da bütün imparatorlukta 120 medrese ve 9 bin öğrenci bulunmaktaydı. (İ.H. Uzunçarşılı)


Hanedan medreselerinin dışında, halkların kendi olanaklarıyla ayakta tuttuğu “Küçük Medrese” ve bunlara bağlı yaygın “Hücreler” ile dini cemaatlerin tekke ve zaviyeleri daha yaygın ve etkili idi. Tabiiki bunlardan bazıları büyüdükçe “militer bir teoloji”ye doğru evrilerek hanedanlıkla bağ kurdukları da oluyordu. Bektaşi tekkeleri, etkili ve yaygınlık kazandıktan sonra, yeniçerilerin zihinsel ve ruhani dünyasına hükmetmeye başlamıştı; yani her yeniçeri aynı zamanda bektaşi idi. Ama dini cemaatlerin çok büyük bir kısmı özerk, yerel halka hizmet eden ve demokratik modernite değerlerinin taşıyıcıları ve komünaliteleri idiler.


Krizle Birlikte Cemaatler Hareketlendi


Dinler tarihi boyunca, devletle bütünleşmemiş, devlete yaslanmamış dini cemaatler her zaman vardı. Hep kendilerini bir şekilde sürdürdüler. Modernist zamanda gerilediler. Taki 20. yy’ın başında kapitalist modernitenin her alanda krize girmesiyle, dini cemaatler yeniden canlandı. Bu zamanda dini cemaatlerde bir “çatallaşma”(ayrışma) yaşandı. Ya Kapitalist modernitenin yarattığı ulus-devlete eklemlenme ya da özerk ve eski komünalite değerlerine sarılma... Bu aynı zamanda kâr ve güç (ihvanlar vd.) ile moral (ahlaki) değerlerin yol ayrımıydı.


Kitlelerin arayışını karşılamada sol oldukça vurdumduymaz ve etkisiz kaldı. Avrupa’daki Aydınlanlama Dönemi’nin “Kardeşlik Örgütleri” ve “Komünlerini” yaygın bir şekilde bile yeniden oluşturamadılar. Kendi iç çekişmeleri içinde adeta “halkı” unuttular. En gelişmişi ise, kapitalist modernite krizlerinin “devrimleri” doğuracağı gibi kaderci bir gaflete düştüler. Diğer taraftan kendilerini Tanrı’nın seçilmiş ve görevlendirilmiş kulları olarak görmelerinden doğan özgüven duygusu ile birlikte, aynı zamanda kendi içinde sıkıca kenetlenmiş, denetleyici, dayanışmacı bir karakterdeki dini cemaatlerle örgütlendiler ve partileşmeye gittiler. İktidarları ele geçirmeye yöneldiler. Bu süreç, bölgemizde, ılımlı islam çerçevesinde tüm hızıyla ve katliamlarıyla sürüyor.


Ülkemizdeki bu cemaatler ve yazarları 20-30 yıl önce ve tabiiki bugünkü hükümet kadrolarının büyük çoğunluğu, modernistliğin tükenişini, dine geri dönüşün başladığını ve insanlığa “yaşlı modernizmin” (o, “tek dişi kalmış canavar!”) öğreticinin (ulus-devlet,kapital hariç) çözüm getiremeyeceğini vaaz ediyorlardı. Ama ihtiraslı bir şekilde modernistliğin ekonomi ve kentleşme politikalarını da savunuyorlardı. “Japonya gibi olmalıyız” diyorlardı. Kültürümüzü, yaşama biçimimizi koruyarak modernleştirmeliyiz. “şimdi ise, Japonya modeli terk edilip, ABD’nin yeni Evanjelizm’ini model almaya başladılar.


Ataerkil Ailenin Dirilişi


Yeni sağ ve mutlak ittifakı olan Evanjelizm ile Ilımlı İslami Cemaatler, kapitalist modernitenin bir kriz içinde olduğunu ve krizin suçlusunun da yüksek işçi ücretleri, işsizlere, yoksullara yapılan kamu yardımları ve devlet politikaları ile ataerkil ailenin çöküşü olduğunu ileri sürüyorlar. Özellikle AB gibi ülkelerin sosyal politikalarının (sağlık, işsizlik sigortası, kadınlar için pozitiv ayrımcılık gibi) lanaletlenmesi esastır. Çok kültürcülük, anadilde eğitim, yerel özerklik politikaları yüzünden AB’nin dağılacağını sürekli kendi basınlarında işliyorlar. Ve ülkemizin, yeni şekillenmeye başlayan ABD ve Çin gibi “baba” devletlerin stratejik ekseninde yer almasını ögütlüyorlar.


Bu “Yeni Stratejik Dünya’da” her düzlemde mutlak politik itaat ve sadece “dikey yapılanmalar” (merkezi) ile kadına ev dışında çalışmasını (kutsal ülkemizde olduğu gibi en azından üç çocuk doğurup bununla meşgul olmasını) olmazsa olmaz olarak görüyorlar. Gerçi Amerika’da da sadece erkeğin çalışıp aileyi geçindirmesi zor görünüyor. Bizde ise kadınların eve kapatılıp (tabiiki pek okumaları gerekmeyen yoksulların çocuklarını çalıştırılması sağlanarak) işsizliğin önlenmesi gibi “dahiane” fikirler de artık açıkça dillendiriliyor.


Ataerkil ailenin dirilişi (biraz zedelenmişti) ile kadınların “özel eve” kapatılması programının asıl nedeni, güç gösterilerini, başkalarını kontrol etmeyi, şiddete rahatça başvurmayı, mutlak otorite ve egemenlik hırsını içeren “eril değerlere” geri dönülmesi ve zaten çok sınırlı olan kadın hak ve kazanımlarının yok edilmesidir. Bu şekilde gerilen ve yeni eski açmazlara sürüklenen toplum ve erkek, kadın cinayetleri, kadın intiharları ve boşanmalarda bir patlamaya yol açıyor. Zira yeni sağ ve  dini cemaat üyelerinin zihni “gereksiz sorgulamalardan” uzak ve “huzur” içinde olması gerekir. Sadece zihni değil, evinde mutlak teorisinin rahatlığının tadınada varmalıdır. Çünkü devletin teorisi önce evde sağlanır. Ayrıca cemaat üyeleri için, “inanmışlar, ruhların eşitliği ama cinslerin eşitsizliği” (Falwell) ilkesi hayatidir. Kadının konumu daima ikincildir.


Yeni Evanjelistler ve ülkemizdeki iktidarcı cemaatler, ayrıca, açıkça emperyalist bir politika izlenmesini, kendi misyonerlik faliyetlerini sekteye uğratacak her türlü muhalefetin şiddetle tasfiye ve bertaraf edilmesini isterler. Evanjelistler, Hz. İsa’ya yeni bir yorum getirirler. “İsa bir kuzu değil koç’tu”. (Falwell) İslami cemaatlerin böyle bir yoruma da fazla ihtiyaçları zaten yoktur.


Dünya ve insanlar, dini cemaatlere rağmen hızla değişiyor. En kötüsü bu değişim karşısında üniversiteler hızla cemaatleşiyor. Bilimden ve özerklikten kopuyor. Ama ABD’nin kendine göre bazı rasyonel (en azından hâlâ güçlü bir sivil toplum örgütlenmesini) mekanizmaları vardır. Hâlâ fikir ve örgütlenme özgürlüğü bulunuyor: bu da bir denge sağlıyor. Ülkemizde ve bölgemizde de bu özgürlükler bulunmuyor;  bu yüzden cezaevleri politik mahkumlarla dolup taşıyor. Yine ABD’de hukuk sistemi biraz olsa kapsayıcı, fazla iktidarın tekelinde değil; Yani ülkemizdeki gibi tüm muhalifler üzerinde terör estirilmiyor. Orada Evanjelizm’in tahribatları sınırlı oluyor.


Ülkemizde ve ayakta olan Bölgemiz’de dilini, kimliğini, kültürel zenginliğini ve özerkliğini geliştirmeye başlayan toplumlar ile zekasını ve onurunu, statü ve özgürlüğünü geliştirmeye başlayan kadınlara karşı katliamlar dayatılıyor. Çözüm imkanı yaratan Kürt Aydınlanmasına karşı her cepheden saldırılıyor. Uygarlık tarihinde ilk defa kadın özgürlüğünü Kürt Aydınlanması esas aldı: Bu özgürlüğü her şeyin üstünde tuttu. Kadının zekasını, yeteneğini ve ana-kadın özelliğini açığa çıkarttı. Yerli Evanjelistlerin saldırılarının bir nedeni de bu oluyor.

Sultan’da Yanmak!


Nuri FIRAT


Hücre içinde bir hücre düşünün.

Elleriniz kelepçeli, başınızı kaşımak isteseniz bile kaşıyamayacak halde bağlısınız.


Karşıda kameralar gözlerinizin içine bakıyor.


Oturağınız demirden ve küçücük...


Dik durmak zorundasınız, saatler boyu, günlerce. Uzanmak isteseniz de uzanamazsınız.


Havasızlıktan söz etmeye gerek bile yok. Hava size bir insaf kadar uzak, eğer hâlâ yüreklerinde birazcık insaf duygusu varsa havalandırma sistemini çalıştırırlar, ama insaf ne arar!


***


Van’dan İstanbul’a nakil edilen 5 mahkum, önceki gün Kayseri’de mavi ring aracında diri diri yanarak can verdi. Sağa sola bile kıpırdayamayacak kadar çaresiz bir halde demir koltuklar üzerinde eridi bedenleri, geriye kömür karası kemikleri kaldı...


***


Bu mavi ringlere sultan deniliyor. Oysa sultanlar gibi karşılanmıyorsunuz, tutulmuyorsunuz bu rignlerde. Yüzyıllar öncesindeki köleler gibisiniz ya da şehirler arası gezici sirklerin hayvanları gibi bir kafeste...


***


Ring aracı yandığında bile askerler kapıları açmıyor, çünkü içindekiler “kafesteki birer hayvan” onlar için. Oysa onlar ölümün yangın halini izleyecek kadar insanlığın dip noktalarına bile erişememiş birer hayvandılar da farkında bile değillerdi.


Bu kadar mı? Elbette, hayır! İzahat getiriliyor, deniliyor ki, teknik arıza veya kötü benzin ya da hararet...


Birazcık merhamet varsa eğer içinizde, elinizi yüreğinize koyun ve düşünün; ateşte eriyip kömürleşen bedenler insanlara aitti. Bu insanların taşınma biçimi zaten ölüme ramak bir noktadaydı. Sorun burada, başka gerekçeye ne hacet!


***


Ring aracı yandığında 1989’un yaz sıcağında Eskişehir’den Aydın’a 15 saatte götürülen, yol boyunca her türlü zulme maruz kalan ve böylece katledilen Hüseyin Eroğlu ile Mehmet Yalçınkaya’nın hikayesi akıllara geliyor.


Ringlerde bir şekilde zaten mezara gömülü gibisiniz, gerisi ölüme giden yolun biçimi kalıyor, ha yanmışsınız ha işkence görmüşsüz ne fark eder ki!


***


Aslında sadece bir aracın yanmasına tanık olmadık, bir bütün cezaevlerindeki vahşete tanıklık ediyoruz. Cezaevi sistemleri ve içeride yaşananlar da birer ring gibi. İmralı sistemi ve yaşanan tecridi, hasta tutuklulara yönelik zulmü, F tipi odalardaki işkenceyi hep bu gözle sorgulamadıkça mavi ringin anlamına varamayız.


***


Bütün bu yaşananlardan sonra şu kesin; bu sistemden sorumlu herkes insanlık suçu işliyor. Farkında mıyız, bilmiyorum ama gerçek bu.

Görüşerek Dövüşme

Ayhan BİLGEN
 
Devletlerin görüşme yolu ile siyaset yapması diplomatik bir yöntemdir.

Dövüşme ise bu siyasetin varlık nedenini, ana omurgasını oluşturmaktadır.


Türkiye ile İsrail ilişkilerinde gerilime dayalı söylemin egemen olduğu bu günlerde, “füze radarları erken uyarı sistemi” ile son derece stratejik bir jest yapılıyor.


İsrail’i doğrudan ilgilendiren bu adım, neredeyse sıcak savaş atmosferindeymişiz gibi gözüken günlerde gerçekleşiyor.


Her türlü askeri ve ticari ilişkiyi aşan bu girişim, sözlü sataşma ya da hedef göstermeye dayalı siyaseti meşrulaştırabilecek ölçektedir.


Türk devleti ile PKK ilişkilerinde ise tam tersi bir arka plandan söz edebiliriz.


En azından içeriği bir süre gizli tutulmuş da olsa görüşmeler devam ederken, dövüşmekten vazgeçmeyen bir siyaset tercih ediliyor.


Bir yandan görüşürken diğer yandan tutuklamaya, operasyon yapmaya devam eden bir devlet açısından görüşmelere yüklenen anlam bir kez daha analiz edilmelidir.


Tam görüşmelerle sonuç alınıyorken, Kürt tarafının bu süreçten rahatsız olarak silaha sarılıp süreci sabote ettiği iddiası neredeyse bütün zihinlere kazınmış durumda.


Konuya en ilgili gözüken yazar ve aydınlar bile, görüşmelerdeki havanın neden uygulamaya yansımadığını kurcalamak istemiyor.


Görüşen heyetin eğilimi ya da söylemini, arkasındaki siyasal irade ile mutlak uyumlu kabul ederek değerlendirme yapmak bazen son derece yanıltıcı olur.


Yayınlanan son görüşme, birçoğunun zihninde “madem tüm bunlar konuşulabildi ise yeniden savaşmak niye” sorusunu şekillendirdi.


Muhtemelen Özal’lı yıllarda dolaylı olarak yapılan görüşmelerden, İmralı Adası’nda yapılan son görüşmelere kadar tüm arka planı irdelediğinizde görüşmelere yüklenen anlam çok daha sağlıklı görülecektir.


Karşınızdakini istediğiniz noktaya çekemediğinizde ya da taleplerinizi tek taraflı olarak kabul ettiremediğinizde görüşmeleri kesmek, aslında size yönelen taleplere cevap verememenin sonucunda gelişir.


Adına görüşme yaptığınız siyasi iradeyi ikna edemediğinizde suçu masanın karşı tarafındakilere yıkarak çekilmek bilinen bir müzakere yöntemidir.


Yeniden masaya dönene kadar tarafların gücünü gösterme ihtiyacı da savaşın bir kuralıdır.


Sorunu zora dayalı yöntemlerle çözeceğine inanan taraf, bunu test etmekten geri durmayacaktır.


Hangi ölçekte ve ne kadar zamana yayılmış bir kavganın yaşanacağını bazen sadece tarafların gücü belirlemez.


Toplum psikolojisi hatta üçüncü taraf ülkeler de artık yeni gerilim denkleminin belirleyenleri konumundadır.


Masada iki taraf olarak konuşma yolu ile çözemediğinizi alanda çok tarafla çözmeye yeltenmek başkasının kanı üzerinden siyaset yapmaya yeltenmektir.


Savaşı sorunun nihai çözüm yolu olarak görmek mi daha eleştirilmeye değerdir, yoksa muhatabınızı daha gerçekçi psikoloji ile masaya çekmek için savaşmayı göze almak mı?


İkisi arasındaki farkı görmeden yapılan tüm değerlendirmeler haksızlığa dayanmaktadır ve hayal kırıklığına uğramaya mahkumdur.

İsrail-Türkiye Krizinin Arka Planı Üzerine -1

Murat ÇAKIR

Boşanma Davası

Yeni Zelanda’nın eski başbakanı Geoffrey Palmer’ın başkanlığındaki BM Araştırma Komisyonu’nun hazırladığı “Mavi Marmara” raporu, beklenildiği gibi Türkiye’nin sert tepkisine yol açtı. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül (“Rapor bizim için yok hükmünde”), Başbakan Recep T. Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu peşpeşe Türkiye’nin rapor hakkında düşündüklerini açıkladılar.

Aslında Palmer Raporu haftalar önce bitirilmişti. İsrail ve Türkiye’nin, ki her iki hükümet de önceden haberdar edilmişti, uzlaşabileceği umuduyla kamuoyuna açıklanması geciktirildi. Sonuçta uzlaşı umutları fos çıktı, çünkü Türkiye, İsrail’in özür dilemesinde, “Mavi Marmara” kurbanlarına tazminat ödemesinde ve en önemlisi, Gazze ablukasını kaldırmasında ısrar ediyordu. Ve bu talepler yerine getirilene dek İsrail ile olan ilişkilerin maslahatgüzâr seviyesine indirilmesine, projelerin dondurulmasına ve İsrail Büyükelçisi’nin yurtdışı edilmesine karar verildi. Böylece “Boşanma Davası” başlatıldı.


Gözler Türkiye’ye çevrilmişti. ABD ve AB yetkilileri, “İsrail-Türkiye ilişkilerinin geldiği noktadan büyük kaygı duyduklarını” dile getiriyor, BM Genel Sekreteri, krizin aşılması için iki ülke yönetiminin birbirleri ile konuşmasını talep ediyordu. İsrail ve Türkiye’deki yaygın basın, iki ülke arasında “Buz Çağı”nın başladığını ilan ediyor, aynı zamanda da yangına körükle gidiyordu.


Halbuki İsrail ve Türkiye birbirlerine “ikiz kardeşler” (Haluk Gerger) kadar yakındılar. Aralarındaki iktisadî ve askerî ilişkileri 1980’den bu yana derinleştirmiş ve stratejik ortaklıklarını kurmuşlardı. Peki, nasıl oldu da, kimi yorumcu tarafından “danışıklı dövüş, duygusal çıkış” olarak nitelendirilen 2009 Davos Krizi, Ortadoğu’yu bütünüyle etkileyebilecek bir krize dönüştü? Ardından neler gelebilir? Krizin arkasında yatan gerçek nedenler nelerdir ve kriz nasıl bir dinamik kazanabilir? ABD ve bölgedeki stratejik çıkarlarının oynadığı rol nedir? Gelişmeler, sahiden Türkiye’nin İslam dünyasının öncüsü olma olasılığına işaret ediyor mu? Okuduğunuz bu makale, bunlara ve benzer sorular yanıt bulma çabasından ibarettir.


Doğuştan ruh ikizleri


İsrail ve Türkiye arasında kızgınlaşan kavganın nedenlerine gelmeden, kısaca iki ülke ilişkilerinin tarihsel sürecine bakmak yol gösterici olacaktır.


Türkiye, İsrail’i ilk tanıyan ülkedir. 28 Mart 1949’daki resmî tanınma aktinden sonra 1950’de büyükelçilik düzeyinde ilişkilere geçilmişti. Her iki ülke elitlerinin yönlendirdiği bu ilişkiler, her zaman ulusal güvenlik siyaseti çerçevesinde değerlendirilmekteydi.


İsrail ve Türkiye kararvericilerinin yakınlaşmalarının iticisi ABD olmakla birlikte, temel nedenlerinden birisi, iki ülkenin de birbirlerine benzer spesifik konumlarının olmasıdır. Türkiye 1948’de de salt bir Ortadoğu ülkesi olarak nitelendirilemezdi. Türkiye, her zaman Batı ve İslam dünyaları arasında bir “menteşe” işlevini görüyordu. Fransa Başkanı Charles de Gaulle’ün dediği gibi, Türkiye “Boğaz’ların ve Ortadoğu’ya açılan kapının efendisi”ydi. Bu kapı, Avrupa’ya, Balkanlar’a, Karadeniz’e, Kafkaslar’a ve Ortadoğu’ya açılıyor, ülkeyi hem hepsinin bir parçası, hem de hiçbirine “ait olmayan” haline getiriyordu. Türkiye, farklıydı.


Farklı olmak İsrail için de geçerlidir, hele kuruluşunda. Hem bir Ortadoğu ülkesi, hem de siyasî ve ideolojik olarak Avrupalı’ydı. İsrail, kuruluşundan itibaren hep Batı’nın siyasî koordinatlar sistemi içerisinde yer aldı.


Farklı olma, etnik-dinî ve kültürel çeşitliliği içinde taşıma ve iki kutuplu dünyanın aynı kutbunda yer alma, iki ülkeye yakınlaşmaktan başka bir olanak tanımıyordu.


Ancak bu yakınlaşma her zaman inişli-çıkışlı oldu ve bölgedeki gelişmelerden, bilhassa Filistin sorunundan etkilendi. İsrail’in Arap ülkelerine karşı giriştiği 1956, 1967 ve 1973 savaşları, işgal ettiği topraklarda uyguladığı politikalar ve bir türlü üzerinden atamadığı kibir, Türkiye hükümetlerinin ilişkilerin seviyesini sürekli değiştirmesine neden oldu.


Başka bir neden de Türkiye’nin Kıbrıs politikasıdır. 1960 Garanti Antlaşması gereğince Kıbrıslı Türklerin garantörü olan Türkiye, kanlı 1963 olaylarından sonra hamisi ABD’ye dahi “kafa tutacak” bir politika izlemeye başlamıştı. Türkiye, 1964 “Johnson-Mektubu-Krizi”nden sonra ve bilhassa petrol bağımlılığı nedeniyle yeni arayışlara gitti. Arap ülkeleriyle yakınlaşma ile Kıbrıs Sorunu’nda destek alınması ümit ediliyordu, ama bu yakınlaşma İsrail ile olan ilişkilerin seviyesinin düşürülmesini de gerektirdi. İlişkiler artık sadece maslahatgüzar seviyesinde yürütülüyordu.


Türkiye kararvericileri, toplumda yaygın olan Filistin sempatisini de göz önünde tutarak, Filistin Davası’na sahip çıktıklarını gösterdiler. Uluslararası arenada Filistinlileri savunuyor, hatta 1967 Altı-Gün-Savaşı’nda İsrail’e yardım için İncirlik Üssü’nden savaş uçaklarını kaldırmak isteyen ABD’ye izin vermiyorlardı. Diğer yandan ise Sovyetler Birliği’ne, Arap ülkelerine gönderdiği askerî yardımlar için Türkiye hava sahası kullanıma açılıyordu. Bu konumlanış, 1975’de BM Genel Kurulu’nda kabul edilen 3379 nolu ve “Siyonizm, ırkçılığın ve ırkçı ayırımcılığın bir biçimidir” kararını Türkiye’nin desteklemesiyle zirve yapmıştı.


Yeniden yakınlaşma


Ancak Arap despotları, Türkiye kararvericilerinin beklentilerini yerine getiremiyorlar ve 20 yılı aşkın bir stratejinin boşa çıkmasına neden oluyorlardı. Bu zaman zarfında Türkiye, Soğuk Savaş’ın da etkisiyle ABD’ye daha da yakınlaşmış ve İsrail politikalarını gözden geçirir olmuştu.

Nitekim, 1980 askeri darbesinden sonra İsrail ile yakınlaşma yeniden hız kazandı. Bunda, ABD’nin teşvik etmesi kadar, 1979 İran Devrimi’nin de etkisi büyüktü. İktidarı ele geçiren Molla Rejimi, Türkiye’nin çıkarlarına ters düşen bir dış politika uygulamaya başladı. İsrail ve Türkiye hem güçlü bir müttefiklerini kaybetmiş, hem de bölgedeki etkinlik konusunda yeni ve hırslı bir rakip kazanmışlardı. İsrail ve Türkiye’nin işbirliği daha da önem kazanmıştı.

Cunta dönemi, Türkiye’yi neoliberal politikaların bir laboratuvarı haline getirmekle birlikte, devlet aklını İsrail lehine çevirdi. Cuntacılar açısından bu işbirliği son derece kârlıydı. İsrail, 1982 Lübnan İşgali sonrasında, cuntanın ASALA yöneticilerini öldürmek için neofaşist katilleri görevlendirdiği bir dönemde, Lübnan’daki ASALA kamplarında elde ettiği bilgileri Ankara’ya bildiriyor, ABD’deki AIPAC veya Jewıish Institute for National Securtiy Affairs gibi silah ve Musevi lobileri, 1989’da olduğu gibi, ABD Senatosu’nda “Ermeni Soykırımı Tasarısı”nın kabul edilmesinin engellenmesini sağlıyorlardı.


İsrail’le olan işbirliği, 1990’lı yıllarda daha da derinleştirildi, ki uzmanlar 1980’ler ve 1990’ların İsrail-Türkiye ilişkilerinde “Altın Çağ” olduğunu belirtirler. 1991’den itibaren karşılıklı olarak yeniden büyükelçi atanmasını, çeşitli iktisadî ve askerî antlaşmalar izledi. 1994’de hava kuvvetleri arasında pilot eğitimi üzerine bir antlaşma, 1996’da da askerî işbirliği üzerine kapsamlı bir antlaşma imzalandı. Askerî İşbirliği Antlaşması, bizzat dönemin Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı tarafından İsrail’de imzalandı.


Daha sonraları, 1998’de, ABD-İsrail-Türkiye Stratejik Partnerliği’ne dönüşen işbirliği, İsrail’e para kazandırıyor, Türkiye’deki askeri vesayet rejimine ise silahlı kuvvetlerini modernize etme olanağı veriyordu. İsrail, Türk F-4 ve F-5 jetlerinin modernizasyonunu üstlendi ve TSK’ye Phyton-4 roketleri, Popey hava-kara roketleri, Arrow roketsavar sistemleri ve saldırı helikopterleri için gece görüş sistemleri sattı. Oluşturulan ortak Stratejik Çalışma Grubu sadece ortak tatbikatları organize etmekle kalmıyor, aynı zamanda istihbarat işbirliğini de derinleştiriyordu.


1997’de İsrail ve Türkiye “diplomatik namlularının” ucunu Suriye’ye çevirdiler. 1997 Mayıs’ında dışişleri bakanları Turan Tayan ve Yitzhak Mordechai birlikte yaptıkları açıklamada Suriye’yi “terörizmi desteklemekle” suçladılar. Suriye üzerinde arttırılan baskı, Suriye’nin PKK Lideri Abdullah Öcalan’ı yurtdışına çıkmaya zorlamasına neden oldu. Ardından 1999’da ABD ve İsrail gizli servislerinin ortak operasyonu ile Öcalan Kenya’da kaçırıldı ve Türkiye’ye teslim edildi. İsrail, Türkiye’ye olan desteğini dışpolitikada da gösteriyordu: 1999’da Bakü-Tiflis-Ceyhan boru antlaşmasının imzalanması esnasında, İsrail projeyi desteklediğini açıkladı.


İktisadî ilişkilerin boyutu

 

İsrail-Türkiye arasındaki ticaret hacmi, TÜİK verilerine göre Türkiye’nin ticaret hacminin yüzde 1’ini oluşturuyor. 1996’da 446 milyon dolar olan ticaret hacmi, 2009’da 3,3 milyar dolara yükselmiş. TÜİK verilerine göre, sadece silah ticaretinin hacmi iki milyar doları aşıyor, ancak Türkiye’deki askerî-sanayi kompleksinin sahibi Türk Silahlı Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı tarafından yapılan satın almalar bu ticaret istatistikleri içerisinde yer almıyor.

Yeni Şafak gazetesi yazarlarından Fevzi Öztürk bir yazısında, “ilişkilerin bozulmasından ilk etapta İsrail savunma sanayi darbe alacaktır” tespitini yapıyor. Yüzeysel bir bakışla, Öztürk’e hak vermemek elde değil, çünkü silah satımı ve askerî yüksek teknoloji ürünleri İsrail ekonomisinin temel direğini oluşturuyor. Şu anda dondurulan projelerin, İsrail silah sanayini etkilemesi elbette söz konusu, ama kanımca Öztürk’ün vurguladığı oranda değil. Çünkü İsrail menşeili sayılacak 250 şirket Türkiye’de ticaret yaparken, doğrudan İsrail’in ortak olduğu sayısız uluslararası silah tekelleri üzerinden silah satımının devam etmesi söz konusu. Güncel kriz ile bağlantılı olarak, iktisadî ilişkilerin belirleyici olmadıklarını söylemek gerekiyor.


Stratejik ortaklıktan rekabete


2000’li yıllarda, özellikle 2002’den itibaren AKP iktidarıyla, İsrailli ve Türk elitlerin kurduğu ortaklığın temellerinin sarsıldığı görüldü. AKP iktidarıyla İsrail ilişkileri, değişen dışpolitik vizyonlar ve önceliklerce belirlenmeye başladı. Elitlerin stratejisi kof çıkıyordu.


2001 krizinden sonra uygulanan tedbirlerin meyveleri, AB’ye yakınlaşma süreci ve iktisadî kalkınma AKP’nin pozisyonunu güçlendiriyor ve ekonomik büyümenin, G-20 üyeliğinin, ayrıca da enerji dağıtım merkezi olmanın arttırdığı stratejik konumun verdiği rüzgarı arkasına alan AKP, yeni devlet partisi olma yolunda ilerliyordu.


Türkiye, artık bölge gücü olmak istiyor, rakip olarak ise İran ve İsrail’i hedefine koyuyordu. AKP iktidarının emperyal yönelimli dışpolitikası bir tarafta ordu yönetiminin yeniden biçimlenmesini, diğer taraftan da askerî vesayet rejiminin güvenlik ve savunma politikalarının değiştirilmesini zorunlu kılıyordu. Rejimin, “Türkiye, etrafı düşmanlarla çevrili bir ülkedir” tespitine dayanan askerî doktrini, zamanla “komşularla sıfır sorun politikası”na dönüştürüldü. AKP’nin ikinci seçim başarısından sonra hem bu politikalar, hem de ABD desteğiyle yürüttüğü devlet içi iktidar kavgası derinleştirildi.


“Komşularla sıfır sorun politikası” çerçevesinde ebedî “düşmanlar” Ermenistan ve Yunanistan ile olan ilişkilerde ilerleme kaydedildi. AKP hükümeti, Kafkaslar’dan Ortadoğu’ya bütün yakın ihtilaf bölgelerinde aracı olmaya çalışıyor, hatta İsrail bile Türkiye’den Suriye konusunda destek istiyordu. 2008’de Türkiye’yi ziyaret eden İsrail Başbakanı Olmert, Erdoğan’ın yardımcı olma önerisini kabul etmedikten ve ertesi gün Gazze’ye saldırmasından sonra ipler koptu.


Ankara, İsrail hükümetinin bu tavrının arkasında, Türkiye’nin bölgesel güç olma hedefine verilen bir yanıtın da gizli olduğunu değerlendiriyordu. Bu açıdan, Erdoğan’ın 2009’da Davos’ta koyduğu tavrı, basit bir sinirlenme olarak değil, İsrail’in yanıtına verilen bir yanıt olarak değerlendirmek gerekiyor.


10 Ekim 2002’de ABD’deki Musevi lobileri toplantısında “ilişkilerimizin geliştirilmesi için bizzat uğraşacağını” ilân eden ve 2009 Ocak sonunda Amerikan Musevi Komitesi’nin “Profiles of Courage” ödülünü alan Erdoğan, aslında İsrail’in yürüttüğü Filistin politikalarının ve 2000’li yılların sonuna kadar gerçekleştirdiği saldırıların rahatsızlığını dile getiriyordu. Ama aynı süreç içerisinde, iktisadî ve askerî ilişkiler derinleşerek sürüyor, TSK İsrail’den silahlar alıyor ve İsrail’in su sorununu çözmesi planlanan bir içme suyu projesi üzerine çalışılıyordu. 13 Kasım 2007’de İsrail Devlet Başkanı Şimon Perez TBMM’de konuşma yaptığında, gözlemciler, Türk hükümetinin İsrail karşıtı retoriğinin iki ülke arasındaki ilişkileri belirlemediği tespitini yapıyorlardı.


Çelişkilerin bulandırdığı resim


İlişkilerdeki bu gidiş-gelişler, ortaya çıkan çelişkiler gerçek resmi görmeyi zorlaştırıyor. Bu nedenle Türkiye’deki yorumcular bile Erdoğan’ın “Davos Çıkışı”nı tam olarak değerlendiremiyordular. Çoğu yorumcu, Erdoğan’ın iç politikaya oynadığını ve krizin “danışıklı dövüş” olduğu görüşündeydiler.

 
Gerçekten de Erdoğan, Davos dönüşü bir “fatih” gibi karşılanmış, Arap gazeteleri bile onu “kahraman” ilan etmişlerdi. Ama diğer taraftanda İsrail ile olan ilişkiler tüm hızıyla devam ediyordu. TSK, PKK’ye karşı kullanmak için İsrail’den 10 Heron aracı satın alıyor ve İsrail’e gizli servis desteği için 167 milyon Dolar ödüyordu. Aynı tarihlerde, F-4 ve F-16 jetlerinin radar resimlerini değerlendirmek için açılan Datalink 16 ihalesi İsrailli bir şirkete verilmişti. 4 Haziran 2009’da ise bir gece oturumunda, 510 km’lik bir alanı kapsayan mayın temizleme işi TBMM’de kabul ettirildi. İsrail’e verilen bu ihale, 2009 Temmuz’unda Anayasa Mahkemesi kararıyla durduruldu.

Sadece Gazze katliamı değil, İsrail’deki büyükelçi Ahmet Oğuz Çelikkol’un, İsrail Dışişleri Bakanı Yardımcısı Danny Avalon tarafından 11 Ocak 2010’da televizyon kameraları önünde hakarete uğraması ve 9 kişinin ölümüyle sonuçlanan “Mavi Marmara” saldırısı dahi, sertleşen İsrail karşıtı retoriğin doğal sonucunu vermesine, yani ilişkilerin kesilmesine neden olmuyordu. AKP hükümeti sadece yürüyen projelerin “gözden geçirileceğini” ve ortak tatbikatların yapılmayacağını duyurdu. Henüz zaman olgunlaşmamıştı -17 Haziran 2010’da Taraf Gazetesinde yayımlanan bir haber “neden?” sorusunu yanıtlıyordu: Genelkurmay “Modernize edilen F-4 ve F-5 savaş uçaklarımız ile M60 tanklarımızın halen İsrail’den gelecek parçalara ihtiyaçları var. Bu nedenle askerî işbirliği mutlaka devam ettirilmelidir” buyuruyordu.


Zaman, 2011 Ağustos’unda ordu yönetiminin istifasıyla olgunlaştı. ABD icazetli Neo-Osmanlılar artık emperyal hırslarını daha açık ifade edebilirlerdi. Ve 1 Eylül 2011 tarihinde Palmer Raporu’nun New York Times’ta yayımlanmasıyla eskalasyon vidası çevrilmeye başlandı.


YARIN: Türkiye ve İsrail’in Aşil Topuğu: Kürtler ve Filistinliler


NOT: Bu makale, yazarın “Der Scheidungskrieg - Über die Hintergründe der aktuellen israelisch-türkischen Krise” başlıklı Almanca makalesinin kısaltılmış bir versiyonudur. Gazetede yayınlanması için çeşitli dipnotlarının eklenmesinden vazgeçilmiştir. Yazıyla ilgili dipnotları http://murat-cakir.blogspot.com adlı sayfada bulabilirsiniz.

Demirtaş: Bu Ülkede AKP Sorunu Var

Şırnak'ta yapılan KCK operasyonu sonrasında Cizre'ye gelen BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş, Kürt halkının özerkliğini ilan ederek kendi çözümünü yarattığını belirterek, "50 bin Kürdü tutuklasınız da Kürtler özgürlüklerini elde edecektir. Bu ülkede bir AKP sorunu vardır" dedi.

KCK adı altında BDP il ve ilçe yöneticileri ile il genel ve belediye meclis üyelerinin de aralarında bulunduğu 55 kişinin gözaltına alındığı Şırnak ve Cizre İlçesi'nde incelemede bulunmak üzere Diyarbakır'dan yola çıkan BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş ve DTK Eş Başkanı Aysel Tuğluk'u Cizre'de binlerce kişi karşıladı. Milletvekili Hasip Kaplan ve Altan Tan ile parti merkez yöneticilerinin de içinde yer aldığı BDP ve DTK heyetinin konvoyu, araçlarından heyet, İdil yolu üzerinden bulunan BDP Cizre ilçe binasına kadar yürüdü.

Yürüyüş sırasında 30 metre uzunluğunda yeşil, sarı, kırmızı flama, PKK, KCK bayrakları ile PKK Lideri Abdullah Öcalan'ın posterleri taşınarak, sık sık "Direne direne kazanacağız", "Baskılar bizi yıldıramaz", sloganı atıldı.

Parti binası önünde toplanan binlerce kişiye hitap eden DTK Eş Başkanı Aysel Tuğluk, Cizre halkının direnişten gelen bir halk olduğunu belirterek, "O Başbakan 'Kürt halkına ya teslim olacaksın ya da yeni strateji uygulayacağız' diyor. Başbakan bu halkı tanımıyor. Kürt halkının onur ve özgürlüğünü hiçe sayıyor. Ancak onuruna düşkün, özgürlüğüne sevdalı bu halk Başbakan'ın tehdit hizaya getirme politikalarına boyun eğmeyecektir. Devletin ve iktidarın Kürt halkına reva gördüğü, dağda iseniz öldürme, şehirde iseniz tutuklama ve linç etmektir" diye konuştu.

Şırnak ve ilçelerinde demokratik siyaset yürüten, Kürt halkının özgürlük mücadelesinde yer alanların gözaltına alındığını aktaran Tuğluk şunları söyledi: "Bu demokratik siyasetin yolunu kapatmaktır. Erdoğan'ın iyi Kürdü olacaksak bir şey yok. Özgür Kürt olursak tutuklama ve baskılara maruz kalıyoruz. Başbakan ülkenin sınırları dışına çıktığında demokrasi havarisi kesiliyor. Bu ziyaretlerinde halkın iradesine saygı gösterilmeli diyor. Ancak o saatlerde halkın iradeleri olan Kürt siyasetçiler gözaltına alınıyor. Kürt Halk Önderi Sayın Abdullah Öcalan barış elini uzatmıştır. Öcalan defalarca 'Gelin acılar yaşanmadan bu sorunu diyalogla çözelim' dedi. Ancak karşımızdaki zihniyet Kürdün hakkını tanımayarak, savaşta ısrar etmiştir. Sayın Öcalan'ın barış elini tutmayarak savaşta ısrar eden Başbakan ve hükümetidir. Yaşanan her ölümden Başbakan sorumludur. Barışsa barış ama Kürt halkına savaş ilan ederseniz, buna yanıtımız net olacaktır. Bu baskı politikalarına karşı sessiz kalmayacağız. Direnişimizi yükselterek yola devam edeceğiz."
Tuğluk'tan sonra konuşan BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş ise, Kürt halkı açısından Kürt sorununun çözüldüğünü belirterek, "Kürt halkı özerkliğini ilan ederek, kendi çözümünü yaratmıştır. Bu ülkede AKP sorunu var" dedi. "Şu saatten sonra Kürt halkına yönelik bu baskı, vicdansızlık ve ahlak dışı politikaların tek sorumlusu Erdoğan'dır" diyen Demirtaş, Şırnak ve ilçelerindeki hakim, savcı ve emniyet müdürlerine, "Hukuk uyguluyoruz diyorsanız bu doğru değildir. Siz siyasi otoritenin ve Başbakan'ın talimatını yerine getiriyorsunuz. Çünkü Şırnak ve Hakkari'de hukuk başka türlü işliyor" şeklinde seslendi.

Başbakan Erdoğan'ın "İyi niyet beklemesinler, Habur anlayışı bitti" sözlerine atıfta bulunan Demirtaş, şöyle devam etti: "Başbakan Erdoğan böyle diyerek Kürt siyasetçilerinin tutuklanması için talimat verdi. Ancak biz biliyoruz ki Başbakan'ın bu talimatını Botan halkı nezdinde bir hükmü yoktur. Bu halk Başbakan'ın kölesi değildir. Gençler, gözaltına alınan bir arkadaşının yerini on gençle doldurmalıdır. 90'lı yıllardan bu yana bir buçuk milyon kişi PKK üyesi olduğu gözaltına alınarak tutuklandı. Bu nasıl terör örgütüdür ki bir buçuk milyon üyesi var. O zaman PKK'nin üye sayısı AKP'nin üye sayısından daha fazladır. Kenan Evren'den Erdoğan'a kadar zihniyet değişmedi. Bu halka 'Gerekeni yapacağız' diyerek tehdit edenlere bu halk gereken yanıtı vermiştir. Vermeye devam edecektir. Şırnak'ta son 2 yılda 500 Kürt siyasetçisi cezaevindedir. Ellerinden gelse bütün Botan halkını cezaevine koyacaklar. Burada yanlış olan Botan halkının yürüttüğü politika değil, Başbakan'ın yanlış olan politikalarıdır. Başbakan Kürt siyasetçilerini cezaevine bırakacağına faşizmi cezaevine atsın. Biz kendi topraklarımızda eşit ve özgür bir biçimde yaşayıncaya kadar geri adım atmayacağız. 500 kişi değil, 50 bin kişiyi de cezaevine atsanız Kürt halkı özgürlüğünü elde edecektir."

Gaz Bombası Sebahat Tuncel'i Yaraladı




Saat 15:54 İtibarıyle Haberin Güncellenmiş Hali;

İstanbul polisi bir kez daha Kürt milletvekillerine saldırdı. Sebahat Tuncel, polisin saldırısı sonucunda yaralandı ve hastaneye kaldırıldı. Polisin Kürtlere saldırısı, Taksim'i OHAL dönemine benzetti.

İstanbul'da PKK Lideri Abdullah Öcalan'a yönelik tecridi protesto etmek isteyen göstericilere polis saldırdı. Polis, bir kez daha hedef aldığı BDP Milletvekili Sebahat Tuncel'i gaz bombasıyla yaraladı.

BDP'liler tecriti protesto etmek için Taksim Meydanı'na yürümek istedi. Ancak polisin sert tutumu sonucunda bazı partililer gözaltına alındı.

Saldırıda yaralanan Tuncel, partililer tarafından Taksim İlkyardım Hastanesi'ne kaldırıldı. Uzun bir süre nefes almakta güçlük çeken ve biber gazının yoğun etkisine maruz kalan Tuncel, bir süre yerinden kalkamadı. Tuncel'in bir süre doktor kontrolünde tutulduktan sonra taburcu edildi.

Öte yandan protesto gösterisine polis sadece karadan değil; havadan da müdahale etti! Polis helikopterleri uzun bir süre Tarlabaşı Mahallesi'nin üzerinden Kürtleri takibe aldı!

YÜZÜ AŞKIN GÖZALTI

Polisin, protesto gösterisinde 121 kişiyi gözaltına aldığı öğrenildi. İstanbul Emniyet Müdürlüğü Güvenlik Şube müdürlerinden Mehmet Altınok, olayların ardından Beyoğlu İlçe Emniyet Müdürlüğü önünde açıklamada bulundu. Altınok, 121 kişinin gözaltına alındığını söyledi.

POLİS DAHA ÖNCE DE TUNCEL'E SALDIRMIŞTI


Türkiye tarihinde hiçbir milletvekiline uygulanmayanlar; Kürt vekillere hak görülüyor. Hatip Dicle'nin vekilliğinin düşürülmesine tepki için gerçekleştirilen protestolarda da Sebahat Tuncel'i polis darp etmişti. Polisler Tuncel'i yerlerde sürüklemişti.  

...............................................................................................................

 

PKK Lideri Abdullah Öcalan'a yönelik tecride karşı İstanbul'da BDP'lilerin düzenlemek istediği protesto gösterisine polis gaz bombalarıyla saldırdı. BDP Milletvekili Sebahat Tuncel hastaneye kaldırılırken, çok sayıda BDP'li gözaltına alındı.

BDP İstanbul İl Örgütü'nün çağrısı üzerine PKK Lideri Abdullah Öcalan'a yönelik son dönemde uygulanan tecrit ve askeri operasyonlara karşı tepki göstermek amacıyla Taksim Tramvay Durağı'nda yapılması planlanan basın açıklaması polis engeline takıldı. Yapılması planlanan açıklama öncesi yığınak yaparak meydanı ablukaya alan polisler, meydandan geçen herkesi kimlik kontörlünden geçirmesi dikkat çekti. Meydana çok sayıda polis yığılırken, polis helikopterleri de havadan meydanın ve Tarlabaşı Mahallesi üzerinden uçtu.

Polis ablukasına rağmen gruplar halinde meydana çıkmak isteyen ve aralarında İstanbul Milletvekilleri Sırrı Süreyya Önder ve Sebahat Tuncel ile parti yöneticilerinin bulunduğu BDP'lilerin önü polis tarafından kesilerek alana girmelerine izin verilmedi. Meydana çıkmak isteyen grupların etrafını çeviren polis, çok sayıda kişiye yaka paça gözaltına aldı. Gözaltına alınan kişiler meydana getirilen polis araçlarına bindirildi.

SEBAHAT TUNCEL HASTANEYE KALDIRILDI

OHAL görüntülerine sahne olan Taksim Meydanı'nda BDP'lilere dönük polis müdahalesi yaşandığı esnada Milletvekili Sebahat Tuncel'in de aralarında bulunduğu 60-70 kişilik partili bir grup, farklı bir noktadan alana girerek Taksim Tramvay Durağı noktasında oturma eylemi başlattı. Eylemlerini sonlandırmaları yönündeki taleplerinin Tuncel'inde aralarında bulunduğu BDP'lilerce reddedilmesi üzerine polis burada bulunan gruba da gaz bombalarıyla saldırdı.

Saldırıda fenalaşan Tuncel, Taksim'deki ilk yardım hastanesine kaldırıldı. Buradaki saldırıda da çok sayıda kişi gözaltına alınırken, gerginlik sürüyor…


AKP KCK ile Görüşüyor BDP'lileri Tutukluyor

Şırnak'ta BDP yöneticileri ve İl meclis üyelerinin de aralarında bulunduğu 55 kişinin gözaltın alınmasına tepki gösteren Şırnak Milletvekili Hasip Kaplan, "AKP, KCK'nin 1 numarası ile görüşürken BDP'liler tutuklanıyor" dedi.

Şırnak Milletvekili ve BDP Grup Başkanvekili Hasip Kaplan, Şırnak'ta aralarında BDP'li yöneticiler ve il meclis üyelerinin de bulunduğu 55 kişinin gözaltına alınmasını eleştirerek, PKK-MİT görüşmelerine katılan KCK’li Sabri Ok'u kast ederek, "AKP bir yandan KCK davasının bir numarası ile görüşürken diğer yandan binlerce DTP, legal, seçilmiş siyasetçiyi soruşturdu, tutukladı, kelepçeledi" dedi.

Hasip Kaplan, Şırnak ve Cizre'de düzenlenen KCK operasyonunu sosyal paylaşım sitesi Twitter'den sert dille eleştirdi. Bugün genel başkanları Selahattin Demirtaş ile birlikte Şırnak ve Cizre'ye gideceklerini söyleyen Kaplan, internete düşen PKK-MİT görüşmesine ait olduğu öne sürülen ses kayıtlarını gündeme getirerek şöyle dedi:

"AKP bir yandan KCK davasının bir numarası (Sabri Ok) ile görüşürken diğer yandan binlerce DTP, legal, seçilmiş siyasetçiyi soruşturdu, tutukladı, kelepçeledi. Şırnak'ta seçimde hezimete uğrayan AKP özel timle girmek istiyor, halkımız baş eğmeyecek. Şırnak'ta dışkı yedirdiniz, yaktınız, cinayet işlediniz teslim alamadınız. Botan halkı direnmek yaşamaktır diyor. AKP'ye hodri meydan. JİTEM'ciler, özel timciler nerede şimdi. Ersöz, (Levent Ersöz) Temizöz (Cemal Temizöz), Şahin (İbrahim Şahin). Şırnak halkı topraklarında er veya geç özgür yaşayacak, bu zulüm bitecek. Şırnak'ın 2 milletvekili, 500 partili, seçilmiş yöneticiler, sendika ve belediye başkanları içerde. Operasyonlar her seçim sonrası hep sürdü, AKP kaybediyor. AKP seçimde hezimete uğradığı Hakkari ve Şırnak illerine terör bahanesiyle saldırıyor, terör estiriyor. AKP unutmasın Şırnak emperyal sömürgeci, işgalci zorba bir anlayışla fethedilemez. Hz. Nuh'un diyarı Botan'ı susturamaz, zulüm payidar olmaz. Yüzde 80 oy aldığımız Şırnak halkının hepsini içeri alsanız da, bunun hesabını meşru yollardan er veya geç soracaktır. AKP muhalif şehirlere sefer, operasyon düzenleyerek faşist ırkçı zalim ayrımcı yüzünü gösteriyor, bunları deşifre edeceğiz."

Demirel, Erbakan, Çiller ve Baykal, Susurluk Cinayetlerini Biliyormuş

Eski özel harekatçı Ayhan Çarkın'ın faili meçhul cinayetlere ilişkin açıklamaları ardından yürütülen soruşturmada, Susurluk cinayetlerinin dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel başkanlığında toplanan hükümet üyeleri ve siyasi parti liderleriyle tartışıldığı ve konu hakkında tutunak tutulduğu, iktidar ve muhalefet liderlerinin cinayetlerden bilgi sahibi oldukları ortaya çıktı.

Radikal gazetesinde yer alan habere göre, Ayhan Çarkın'ın itiraflarıyla başlayan Susurluk dönemi faili meçhul cinayetlerine ilişkin soruşturmada, 'kumarhaneler kralı' olarak bilinen Ömer Lütfi Topal'ın öldürülmesiyle ilgili dosya da inceleniyor. Soruşturmayı yürüten Cumhuriyet Savcısı Hakan Yüksel, Topal'la ilgili Beyoğlu 1. Ağır Ceza Mahkemesi'nden gelen dosya da Susurluk kazasının ardından gündeme gelen Susurluk Çetesi ve işlenen faili meçhul cinayetlerle ilgili dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in başkanlığında toplanan liderler zirvesinin tutanakları devam eden soruşturmaya delil olarak girdi.

9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, 22 Aralık 1996 tarihinde Meclis'te grubu bulunan parti liderlerini Çankaya Köşkü'ne davet ederek Susurluk kazasının ardından yaşananları masaya yatırmıştı. Zirveye, dönemin Başbakanı Necmettin Erbakan, DYP Genel Başkanı Tansu Çiller, ANAP lideri Mesut Yılmaz, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal ve BBP lideri Muhsin Yazıcıoğlu katılmıştı.

Kumarhaneler kralı olarak bilinen Ömer Lütfi Topal, 1996 yılında, İstanbul'da evine giderken uzun namlulu silahlarla yapılan saldırıda hayatını kaybetmişti. Cinayetle ilgili olarak Topal'ın eski iş ortakları Ali Fevzi Bir ve Sami Hoştan ile Özel Harekatçı polisler Ercan Ersoy, Ayhan Çarkın, Oğuz Yorulmaz ve Mustafa Altunok ile sigortacı Serdar Özdağ ve Haluk Kırcı, Beyoğlu 1. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılanmıştı. Mahkeme, "mahkumiyetlerine yeterli, kesin ve inandırıcı kanıt elde edilemediği" gerekçesiyle bu kişilerin beraatine karar vermişti.

ZİRVEDE LİDERLER NELER SÖYLEDİ?

Cumhurbaşkanı Demirel: Elinizde ne kadar mahrem bilgi varsa burada açıklayın.

Başbakan Necmettin Erbakan: Bana MİT ve Başbakanlık ve Teftiş Kurulu'ndan gelen ön raporlar, şu ana kadar kamuoyuna yansıyanlardan çok vahim. İki önemli olay var. Bunları savcılar kapatmışlar. Biz yeniden soruşturma açtırıyoruz. Bunlardan bir tanesi Gaziantep'te Yaprak Televizyonu sahibinin kaçırılması olayı, diğeri ise Söylemezler olayı. Şu anda kamuoyuna yansımayan olaylar da var. Maalesef bazı siyasilerin yakınları da bu olaylara karışmış. İstanbul Emniyet Müdürü Kemal Yazıcıoğlu bana gelip Ömer Lütfü Topalı üç özel tim görevlisi polisin öldürdüğünü söyledi.

Süleyman Demirel:
İstanbul'a gittiğimde vali ve emniyet müdürü yanıma geldi. Yazıcıoğlu bana da üç özel tim görevlisinin Topal'ı öldürdüğünü söyledi.

Başbakan Yardımcısı Tansu Çiller: Biz Yazcıoğlu'nu Başbakan ve Cumhurbaşkanı'na bilgi verip bize bilgi vermediği, elindeki bilgileri savcılığa iletmediği için görevden aldık. Sayın Yılmaz bir çok şey söylüyor. Siz Abdullah Çatlı'yı tanımıyor musunuz? Senin kongrende senin için çalışmadı mı? Seninle birlikte çekilmiş fotoğrafları var.
ANAP lideri Mesut Yılmaz: Biz buraya polemik yapmaya gelmedik.

Başbakan Necmettin Erbakan: Buradaki konuşmaları gizli tutalım, kamuoyuna açıklamayalım.

Mesut Yılmaz: Neden gizli tutuyoruz böyle bir kararımız yok ki.

CHP Lideri Deniz Baykal: Evet böyle bir kararımız yok.

'Bu Dövmeleri Türkler Yaptı…''

“Ne istiyorsun, deyim mi ki bu dövmeleri Türkler yaptı? Niye? Bugün bu artık önemli değil…” Bu sözler Ermeni soykırımından kurtulmuş binlerce kadının sırlarını ifade ediyor. ‘Anneannemin Dövmeleri’ filminin rejisörü Syuzanne Khardalian, “Türkler bu kadınların sadece ellerini değil, onların kaderlerini de damgaladı, hatıralarına dehşet, utanç ve korku damgasını vurdular” diyor.

Rejisör Syuzanne Khardalian’ın 1915’teki Ermeni katliamına tanık olan ninesinin hayat öyküsünden yola çıkarak çektiği, ‘Anneannemin Dövmeleri’ filminin galası 21 Eylül’de İsveç’in başkenti Stockholm’da yapılacak.

Film, Ermeni soykırımını yaşayan unutulan binlerce kadının kaderleri ve onların bedenlerinde yapılan dövmelerin sırrını irdeliyor.

Syuzanne Khardalian, filmin yapımı tamamlandıktan sonra Ermenihaber’in sorularını yanıtladı. Anneannesinin dövmeler hakkında hiç konuşmadığını söyleyen Khardalian, “Onun beyaz eldivenleri vardı ve bu eldivenlerin altında dövmelerini saklıyordu. Sanki anneannem soykırım yıllarının bu kötü hatırasını silmeye çalışıyordu. Biz bile evde bu konuda hiçbir şey konuşmuyorduk, sanki bir tabu vardı” diyor.

16-17 yaşındayken Ermeni soykırımı hakkında hiçbir şey bilmediğini ifade eden Khardalian, anneannesinin, kendi iradesine bağlı olmadan, bu travmayı gelecek kuşaklarına verdiğini söylüyor. “Hepimiz şimdi anlıyoruz ki o zaman onun hakkında bir şeyler biliyorduk, ancak konuşmuyorduk” diyen Khardalian, filmin bu sırra varma süreci olduğunu belirtiyor.

DÖVMELERİN SIRRI

Khardalian’ın anneannesinin kızkardeşinin de dövmesi varmış, ancak o da geçmişini inkar ediyormuş... O da bu konu hakkında sessizliğini korurken, bir gün Khardalian sorduğunda ona, “Ne istiyorsun, deyim mi ki bu dövmeleri Türkler yaptı? Niye? Bugün bu artık önemli değil” diyerek, dövmelerin sırrını açıklamıştı.

Dövmelerin Ermeni kadınlara zorla yapıldığını söyleyen Khardalian, “Kimse onlardan izin sormuyordu ve kendi iradelerine karşı dövmeli bu kadınlar kurtarıldıktan sonra bu vahşetin izlerini silmeye çalışıyordu. Kimyasallar ile dövmelerini silmeye çalışan bu kadınların yüzlerinde koskoca yaralar vardı” diyor.

“UTANÇ YÜZÜNDEN KONUŞAMADIKLARIMIZ”


Kurtarılan dövmeli kadınların genelde Ermeni erkekler tarafından kabul edilmediğini belirten Khardalian’ın anlatımlarına göre, tecavüze uğrayan bu kadınlara 1924 yılında Beyrut’ta ilk plastik-estetik cerrah tarafından kızlık zarı diktirme operasyonları yapılıyordu.

Vahe Taşçyan’ın bir araştırmasına göre kurtarılan bu kadınlar özellikle dövmeli kadınlar Ermeni erkekleri tarafından kabul edilmiyordu. Khardalian, tarihlerinde böyle dehşetli sayfaların olduğuna işaret ederek, “Ve utanç yüzünden konuşmadık bu konuları” diyor.

Yeni nesildeki utancında genetik olarak anneannelerinden geldiğini söyleyen Khardalian, “Herhalde anneannemin sessizliğinin nedeni de bu utançtır” diyor.

“TÜRKLER ONLARIN KADERLERİNİ DE DAMGALADI”

Belgesel film aracılığıyla sorunun önemli duygusal taraflarının gösterilebildiğini ifade eden Khardalian, çektiği filmin insani olmasını istediklerini ve seyreden her kişinin de tartışılan sorunda kendisini görmesini amaçladıklarını söylüyor.

Filmi geç çektiği için üzüntüsünü de dile getiren Khardalian, “Keşke anneannem, beyaz eldivenleri altında sadece dövmelerini değil, kendi hayatının da bir kara sayfasını, geçmişinden vahşetli bir sırrı sakladığını daha önce anlatsaydı. Türkler bu kadınların sadece ellerini değil onların kaderlerini de damgaladı, hatıralarına dehşet, utanç ve korku damgasını vurdular” diyor.

Fatih mi Faşist mi?

AKP, 10. yılını kutluyor. Erdoğan bu kutlamalarda ve mikrofon bulduğu her yerde bağıra çağıra konuşuyor, hançeresini yırtıyor. Gözleri yuvalarından fırlıyor, ağzından alev fışkırıyor. Halkı tehdit ediyor, tahkir ediyor, tahrik ediyor ve yalan söylüyor. O şovuna devam ettikçe benim gözümde faşist darbe şefi Evren canlanıyor. Erdoğan başbakan mı yoksa faşist bir darbe lideri mi belli olmuyor.
Aslında AKP projesi baştan beri bir ABD-NATO projesiydi. Erbakan’ı tasfiye etmek için gündeme getirildi. O zamanın Genelkurmayı da en azından Erbakan’ı zayıflatır diye bunu onayladı. Buna rağmen 2002 seçimlerine aylar kala yapılan anketlere göre AKP oyları en fazla yüzde 15-20 arasındaydı. 

Birileri düğmeye bastıktan sonra Demirel’in, Özal’ın en ağır topları ve her daim derin devletin seçme kadroları olan Cemil Çiçekler, Köksal Toptanlar, Mehmet Dülgerler, Vecdi Gönüller vd. art arda AKP’ye doluştu. Fethullahçılık zaten baştan beri işin içindeydi. Liberaller de umutlarını AKP’ye bağladılar. Çürümüş bitmiş eski partilere karşı AKP demokratikleşmeyi sağlayacak bir parti olarak takdim edildi. Karşısındaki Baykal CHP’si, CHP’lilere bile güven verecek durumda değildi. Bu şartlarda AKP yüzde 35 oyla seçimleri kazandı ve iktidar oldu. Türkiye Ortadoğu’ya model bir Müslüman-demokrat ülke olacaktı. AKP Kürt sorununu çözecekti.

Oysa AKP ilk günden beri çözüm-açılım adı altında tasfiyeciliği ve imhayı gerçekleştirmeye çalıştı. PKK’nin barışçı çözüm çabaları ve eylemsizlik kararları AKP’yi rahatlattı. Ama bunu çözüm yönünde değerlendirmek yerine tam tersine tasfiye amacıyla kullandı. Bu amaçla başta din ve para olmak üzere her şeyi kullandı. Kürtler ve PKK içindeki farklılıkları kullanıp Kürtleri parçalama ve yutulacak küçük lokmalar haline getirmeye çalıştı. Osmancılık vb. belalar bu projenin ürünleridir. Ne var ki bütün bunlar kar etmedi. Kürt halkı 2007, 2009, 2011 seçimlerinde ve anayasa referandumunda AKP’ye ağır darbeler indirdi. 

Son 12 Haziran seçimlerinde oluşturulan EMEK-DEMOKRASİ VE ÖZGÜRLÜK BLOĞU bütün engellemelere rağmen büyük başarı kazandı. Sadece Kürt halkını değil tüm ezilenleri etkiledi ve hızla büyüme aşamasına geldi. Blok çalışmalarının yarattığı heyecan umuda dönüştü. Kirli savaş düzeninin gerçek muhalefet hareketi hızla örgütleniyor ve güçleniyordu. Korku sadece AKP zirvelerini değil, devletin derinliklerini de, zirvelerini de sardı. Erdoğan daha seçim öncesinden tehditlerini savurmaya başlamıştı. Bugüne kadar bütün açılım, çözüm, demokratikleşme projeleri boş çıkan, bunları ilk adımda yarım bırakıp kaçan AKP ve Erdoğan gerçek yüzünü göstermiş bulunuyor. Kürdistan’a ve Ortadoğu’ya yönelik işgal savaşı aynı zamanda faşist bir darbe anlamına geliyor. Erdoğan kendisini fatih olacak zannediyor. Özel savaş yanlısı apoletli medya da emrinde. Tek fark geçmişte savaş borazanlığının başını Atatürkçü geçinen ırkçılar yapardı. Şimdi Fethullahçı-dinci maskeli ırkçı faşistler yapıyor. 

Üç gün yedek subaylık ya da paralı askerlik yapmış medya generallerinin hepsi de uzman-azman kesilmiş. Bir yandan yalana dayalı sinir harbini yönetiyor, bir yandan da medya plazalarında strateji ve taktik belirliyorlar. Daha şimdiden zaferlerini kutluyorlar. Geçmişte görülmemiş kapsamda bir harekat başladığını ve PKK’yi ezeceklerini söylüyorlar. Tabii ki her faşist darbe gibi sadece PKK ve Kürtleri değil her türlü muhalefeti ezmeye çalışacaklardır. Temel ilkeleri 93’lerin “PKK düşmandır, PKK’ye düşman olmayan da düşmandır” yaklaşımıdır. Bu ilke gereğince hem bütün Kürtleri hem de tüm demokrasi güçlerini tehdit ediyorlar.

“Mübarek Ramazan ayı bitince göreceksiniz” diyen Erdoğan sabredemedi. Ramazan’ı kana buladı. Kürtler kurşun yiyerek iftar açıyor. Belli ki tarihten hiç ders almamış. Turan hayaliyle Osmanlı’yı savaşa sürükleyen İttihatçılar, 600 yıllık Osmanlı’yı üç senede paramparça edip kaçtılar. Kaçtıkları yerlerde cezalarını çekmekten kurtulamadılar. Yeni Osmanlı’nın yeni İttihatçıları olan AKP ve Erdoğan halklarımızı kanlı bir bataklığa sürüklüyor. Halklarımıza boyun eğdirmek için, yeni faşist-ırkçı zulüm devrinde her yerde, herkese birçok ağır saldırılar yapılacağı açıktır. Bu saldırılara karşı en geniş güçlerimiz
i birleştirerek her yerde sonuna kadar direnmek aciliyet kazanmıştır.

AKP ve borazanları “Geçmişte görülmemiş bir operasyon”dan söz ediyor. Bu amaçla birçok devletle anlaştığını söylüyor. Tüm halklarımızın, emek ve demokrasi güçlerinin de geçmişte görülmemiş bir birlik içinde, geçmişte görülmemiş bir şanlı direnişi ortaya koyması gerekiyor. Ancak o zaman bu kana doymayan ırkçı savaş cephesine dur denebilir. Kendisini fatih zannedenlerin yüzlerindeki dindar-demokrat maskeleri yırtılıp atılabilir, faşist-ırkçı gerçek yüzleri ortaya konabilir. Başka devletlerle anlaşarak halka savaş açanların zulmüne son verilebilir.

SUAT BOZKUŞ
suatbozkus@hotmail.com

Kıyamete Çeyrek Kala

Birinci ve ikinci emperyalist paylaşım savaşlarının ana hedefi Ortadoğu bölgesi idi. Ama bir türlü kalıcı bir paylaşım yapılamadı. Halkların direnişi ve soğuk savaş şartları bunu olanaksız kıldı. Paylaşım sonuçlanamadığı için de İsrail devleti kurulduğundan beri Filistin ve Lübnan odaklı bir çatışma hep süregeldi. SSCB yıkıldıktan sonra ortaya atılan “Savaşlar-devrimler çağı bitti, barış çağı açılacak” söylemlerinin itibarı üç gün sürmedi. 

Tersine emperyalizmin “yeni dünya düzeni”ni yani yeni paylaşımları gündeme getirmesiyle dünyanın dört köşesini ateş sardı. Daha o zaman birçok bilim insanı bu durumu üçüncü paylaşım savaşı olarak adlandırmıştı. Ama bu savaşın öncekiler gibi 3-4 sene içinde bitmeyeceğini, aralıklı ve parça parça uzun yıllar sürebileceğini söylemişlerdi. 

Yaşananlar bu analiz sahiplerinin öngörülerini doğruladı. Balkanlar, Kafkaslar, Afganistan derken sıra esas hedef olan Mezopotamya ve Ortadoğu’ya gelmiş bulunuyor. Aslında kıyamet çoktan koptu da taksit taksit her yere yayılıyor.

Bir yanda bölgenin çağdışı despotik rejimlerine karşı demokrasi ve özgürlük isteyen halklar ve halkların isyanlarına rağmen ayakta kalmaya çalışan despotlar, bir yanda da halkların bu durumunu sömürerek bölgeden pay kapmaya çalışan emperyalist devler. Bu durumda bazen at izi it izine karışsa da ya da karıştırılsa da halkların özgürlük istemleri haklıdır ve kazanmalıdır.

Bu kargaşada her iki paylaşım savaşından sonra özgürlüğü ve iradesi gasp edilen Kürt halkı da yükselttiği özgürlük mücadelesiyle artık kölelik zincirlerini kırmak istiyor. Kirli çıkar koalisyonları kurularak üçüncü paylaşım savaşının da kurbanı edilmek istenen Kürt halkı büyük bir direnişle özgürlüğünü kazanmak istiyor.

Soğuk savaş yıllarında NATO’nun ileri karakolu olarak ayakta kalan ya da tutulan TC rejimi bugün de BOP’un taşeronu ve bekçisi olarak destekleniyor. AKP ise bu desteği Kürtleri ezmek ve bölgenin kabadayısı olmak için kullanıyor. AKP liderliğindeki Türkiye gerçekten model olabilir mi? Bu haliyle yani kendi içinde Kürtlerle savaşıp onları imha etmeye kalkışırken, dikta rejimine dönüşürken nasıl ve kime model olacak? Kürdistan fatihi olmaya kalkışırken ülkeyi ve bölgeyi kıyamet ateşinin ortasına doğru sürükleyerek kime model olacak?

Türkiye gerçekten model olmak istiyorsa, AKP ve Erdoğan dışarıya verdiği akılları öncelikle kendisi için kullanmalıdır. Yani ezilen halkın feryatlarını duymalı, savaşa-imhaya değil de barışçı-demokratik çözüme kafa yormalıdır. İstenirse bunun çok da zor olmadığı görülüyor. Basına sızan ya da sızdırılan devlet-PKK görüşmeleri bunu gösteriyor. 

Şimdi sorulması gereken ‘bunu kim, niye sızdırdı’dan önce varılan mutabakatların içeriği ve AKP’nin bunlardan niye yan çizdiğidir. Tartışılması gereken budur. Barış ve demokrasi güçleri bu mutabakatların uygulanması için harekete geçmelidir. Devleti ve AKP’yi buna zorlamalıdır. AKP de kırk tane devleti araya sokmayı bırakıp Sayın Öcalan’a uygulanan hukuk dışı tecride derhal son verilmeli, doğrudan görüşmelere yeniden başlamalıdır. Bu başarılamazsa gemi azıya alan AKP diktası İttihatçılar ve Enver Paşa gibi ülkeyi de bölgeyi de felakete sürükleyecek ve yüzyıllarca unutulmayacak bir felaket modeli olacaklardır. Bedelini de halklarımız acı biçimde ödeyecektir. 

AKP’nin Kürtlerin sırtından Ortadoğu kabadayılığını ilan etme gayretkeşliği boşa çıkarılmalıdır.

SUAT BOZKUŞ
suatbozkus@hotmail.com

Kürt Baharından Esintiler

Ortadoğu’nun Sultanı Kürt halkına cihat ilan edip saldırılarını havadan ve karadan sürdürürken, eski tebaa’sı Arap halklarının yedi sülalesini yeniden ihya etmek için, „aynı yoldan geçmişiz biz / aynı kandan içmişiz biz“ marşının eşliğinde başlattı büyük seferi.

Sultan, benliğinin derin kanallarında saklı olan anti-semitizmi yeniden kaşıyarak İsrail’e yağıp kükrerken, Türkiye Gazze’sinde, kapatıldıkları karanlık hücrelerden „hepimiz bir fidanın güller açan dalıyız“ diyerek seslenmekteydi dünya halklarına Kürt çocukları.
Takılıp bahtının rüzgarına, henüz bir tek çiçek açmamış Arap Baharı’nı selamlamaya gitti Güz’ün Sultanı. Oysa Arap coğrafyasında baharı görmeden yaz geldi geçti.
Sultan, hırsına yenildi; kör oldu gözleri. 

Kendi topraklarında renk renk saçılan Kürt Baharı’nı görmek istemedi. 

Sıradan halkın elinde yükselen demokrasiyi, kadının elinde büyüyen özgürlüğü, çocuğun elinde can olan gücü, dağ yamaçlarında yeşeren zengin yaşamı görmek istemedi.

O görmek istemedi, ama tarih doksan yıl boyunca hep aynı resmiyle görüntüledi onu: „Sömürgecilik.“ 

Ve, av olmamak için kalemi avcının elinden alan tarih yazıcıları, altını kalın çizgilerle çizerek yazdılar ki: „Sömürgecilik hiç bir zaman kalıcı bir sistem olamamıştır, doğası gereği olamaz da. Eski Osmanlı’nın kaçınılmaz sonu ne olduysa, Yeni Osmanlı’nın sonu da o olacaktır. Çünkü halklar, kimliksiz ve özgürlüksüz yaşanamayacağını acı deneylerle öğrendiler çağımızda.“ 

Aradığını bulmak için bakarsan, görürsün. 

Uzaklarda aramaya gerek yok: Özgürlüğün baharı Kürdistan’dadır.
***
Hayalleri gerçek olsa bu devlet medyasının... Yani, ezilse PKK tek tek katledilerek, 7 yaşından 70 yaşına kadar bütün KCK tutuklansa, HPG topa tutulsa, karınca yuvaları dahil dağ taş bombalanıp, kimyasalla doğa tüketilse... Yani ırkçı sömürgeci Türkiye Cumhuriyeti’nin düşleyebileceği bütün katliamlar yapılsa... Kürt halkının özgürlük hareketi tüketilebilir mi? 

Otuz küsur yıllık yakın tarih doğru okunmalıdır. Artık Kürt halkının genetik şifresinin anasır-ı erba’sıdır (dört temel materyal) kimlik, özgürlük, demokrasi ve halkların kardeşliği. Demokratik Özerklik, yarınların ütopyası olmaktan çoktan çıkmış bir „hemen bugün!“ görevidir halkların omuzunda. Bir demokratik devrim heyecanıdır bu topraklarda yaşanan. Sermayenin global efendilerine, cinsiyetin erkek efendilerine, politikanın rantçı efendilerine karşın ve bütün efendilik sistemlerine karşı yeni bir dünya kuruluyor Kürdistan topraklarında, ellerinden öptüğüm Kürt çocuklarının terlerinden damla damla süzülerek.

Hayalleri gerçek olabilse bu devletin mehmetcik medyasının, dünya batar, insan batar, doğa batar.

Ona göz verilmişti, görsün diye. Habur kapısından giren barış coşkusundan korktu. Barışın değerini bilmedi, hırsına yenildi; gerçeğe kapandı gözleri.
***
Benim için sürpriz değil yargının son kararı. Nasıl ki kadın kendince giyinince, erkeği tahrik etmiş sayılıp tecavüzü hak ederse bu ülkede, Kürtçe şarkı söyleyen de milli’yi tahrik edip ölümü davet eder elbette. Hak tanımaz bir egemenlik anlayışının, dizginlenemez iktidar hırsının yani sömürgeciliğin birinci kuralı değil midir bu beyaz soykırım? Anadilimi konuşmak istiyorum diyen çocuğa 15 yıllı hapisler; kimliğimin özgürlüğünü istiyorum diyen çocuğa 13 kurşunla ölümler... 

Efendiler buyurdu: „Kürtçe şarkı söylemek ağır tahriktir ve o Kürdü öldürebilirsiniz.“ 

Kürt basınının tarihinden bilirim yazmanın öldürülmek için neden olduğunu. 

Ahmet Kaya’dan, Aynur Doğan’dan bilirim bu ülkenin sanatçılarının çoğunun, ‘aydın’larının pek çoğunun Kürtçe şarkıya çatal kaşık fırlatan nefretini. 

Bir ülkede şarkılar öldürülüyorsa... batsın bu dünya! 

Batmadı dünya... 

Ne Ahmet öldü, ne Aynur sustu! 

Ve Qandil’e kalkan Habil’in uçakları bütün ışıklarını söndürmek istiyordu bahar sabahlarının. 

Ve Qandil, her sabah yeniden aydınlatmaya başlıyordu dünyayı, insan sıcağıyla.
***
Deneyle sabit olmuştur ki, Kürdistan’da, dağ yamaçlarından uzatmadan başını baharın müjdecisi çiğdemler özgürce, hiçbir zaman bahar gelmeyecektir Ortadoğu coğrafyasına.
Şimdi özgürlükle sulanan Kürt Baharı çağıdır. 

XWE METİN AYÇİÇEK
aycicek@gmx.net