12 Eylül 2011 Pazartesi

Ateşkes Dosyası

2 Ağustos 98 ateşkesinin üzerinden tam sekiz yıl geçti. Ve sekiz yıldır barış mücadelesinin zafere ulaşması için her ateşkesin yıldönümünde dergilerde ve gazetelerde barış konulu dosyalar hazırlandı. Ama gelinen süreç savaşın daha da yoğunlaşacağını gösteriyor. Ortadoğu da patlak veren İsrail’in Lübnan çıkartması bu savaşın sadece Türkiye’yle sınırlı olmadığını gösteriyor. Kendi ülkesinde ki savaşı daha da derinleştiren hükümet Lübnan’da “barışın” sağlanması için asker yollamayı uluslar arası güçlere karşı bir borç olarak görüyor. Türkiye tarihinde görmediği genişlikte bir güçle Kürdistan dağlarına çıkartma yapmışken, Kürt halkına ve onun özgürlük hareketine karşı topyekün bir saldırı başlatmışken bir yandan da barışı sağlamak için Lübnan’a gidiyor. Saymakla bitmeyen çelişkiler zincirinden bir tanesi de hükümet yetkilileri tarafından Hizbullah’ın halk tabanı olan bir hareket olduğu belirtilirken milyonlarca tabanı olan PKK’ye ise terörist örgüttür demekte ısrar ediliyor. Aynı handikabı Türk aydınları da yaşıyor. Lübnan’da Hizbullah taraftarı olan aydınlar nedense kendi ülkeleri söz konusu olunca tarafsız ve hatta PKK karşıtı görünümünde gözükmeye gayret gösteren bir yaklaşım sergiliyorlar. Bu savaşın böyle devam etmesinden şüphesiz her vicdan sahibi insan rahatsızlık duyuyor ve duymalıdır. Yalnız bu duyarlılığın bir sonuç açığa çıkarabilmesi için çözüm yolları cesaretli bir dille dile getirilmelidir. Ve çözümün ısrarlı bir takipçisi olunmalıdır. Dünyada yaşanan ulusal sorunların birçoğu tarafların diyaloga geçmeleriyle çözülme aşamasındadır. İRA ve ETA örneğinde de görüldüğü gibi diyalog süreçleri sonuç vermektedir. İrlanda Cumhuriyetçi Ordusu-IRA'nın silahlı mücadeleye son verip, ideallerini bundan böyle siyasal yollardan gerçekleştirmek için çalışacağını açıklaması Türkiye'de 'birilerini' çok sevindirdi. "İnşallah PKK'ye örnek olur" denilen tarihi sürecin ülkemizde de yaşanması için Kürt halkının özgürlük hareketi olan PKK ile devletin diyaloga girmesi gerektiği bilinen bir gerçek. Bu gerçekliğin İRA ve ETA örneklerinde nasıl yaşandığını sizler için araştırdık.

Sinn Fein ile IRA'dan alınabilecek dersler...

İrlanda'nın bağımsızlık mücadelesinin 125 yıllık bir geçmişi var. Bu tarihin 100 yıllık en önemli siyasi aktörü ise Sinn Fein partisidir. Nitekim İrlanda'nın özerkliği için mücadele 1880 yılında başlar. Sinn Fein'in kuruluşu ise 1905'tir. Partinin kuruluş amacı son derece çarpıcıdır:

İngiltere'nin biri İrlanda'nın boğazında, diğeri cebindeki ellerini çektirmek!

Sinn Fein'in siyasi faaliyetlerine paralel olarak silahlanmaya başlayan Katoliklere, İngiliz yanlısı Protestanlar da silahlanarak yanıt verecektir. Protestanların neredeyse dörtte üçü "özerkliği her türlü yola başvurarak engellemek için" taahhüt imzalar ve 1913 yılında bunu yaşama geçirmek için "Ulster Gönüllü Gücü" kurulur.

Avrupa'dan esen 1968 rüzgarı Kuzey İrlanda'ya kadar ulaştığında Katoliklerin barışçı gösterilerine İngiliz ordusunun ve Protestan milislerin saldırısı vahşice oldu. En ünlüsü tarihe "Kanlı Pazar" olarak geçen 1972'deki saldırıda 14 Katolik gösterici öldürüldü. Bu ve buna benzer saldırılara IRA'nın yanıtları da çok sert oldu. Yaklaşık 30 yıl süren çatışmalarda 3 binden fazla insan ölürken, 40 bine yakın insan da yaralandı. Çatışmaların en şiddetli dönemlerinde bile IRA ile İngiltere yönetimi arasındaki 'ilişkiler' hiç kopmadı. Bu ilişkiler, bazan hapisteki IRA militanları üzerinden geliştirilse de, genellikle Sinn Fein üzerinden sağlanıyordu. Tony Blair liderliğindeki İşçi Partisi'nin iktidara gelmesi, Kuzey İrlanda'daki çözüm umutlarını artırdı. Nitekim yapılan seçimlerde Londra'daki parlamentoya giremeyen Sinn Fein, bu seçimlerde son 40 yılın en büyük başarısını elde ederek, 2 sandalye kazandı. Sinn Fein lideri Gerry Adams ile Martin McGuinness Avam Kamarası'na girmeye hak kazandılar. Adams ve McGuinness seçimi kazandıktan hemen sonra, İşçi Partisi iktidarını hemen görüşmeleri başlatmaya çağırdı.

Parlamentoya seçilen Adams ve McGuinnes, 11 Mayıs günü Avam Kamarası'nın tüm imkanlarından yararlanma hakkı elde ettiler. Bunun üzerine, IRA'nın ölüm listesinde adları bulunan bakanlar ateşkes ilan etmeden ve IRA'nın şiddetten vazgeçtiğine dair güvence vermeden Avam Kamarası'na girmesine izin verilmemesi gerektiğini söylediler.

Blair, 25 Haziran'da barış görüşmelerinin Eylül'de başlatılmasını öngören bir takvim belirlemesi üzerine Sinn Fein, 18 Temmuz'da IRA'ya ateşkes çağrısı yaptı. Yanıt geçikmedi ve IRA, 19 Temmuz günü yeniden ateşkes ilan etti.

IRA ateşkesi Sinn Fein'e pazarlık yolunu açınca "önce silahsızlanma" diyen Protestanlar ayağa kalktı. İngiliz yanlısı Protestanların gürültülü itirazlarına rağmen, görüşmeler bazan açık bazan kapalı kapılar ardında devam etti. Dahası güven ortamını daha da artırmak isteyen Blair hükümeti, 1998'in ilk ayında, 1972 yılındaki Kanlı Pazar olayı için bağımsız araştırma yapılacağını açıkladı.

Taraflar "Hayırlı Cuma" anlaşmasına ulaştığında tarih 10 Nisan 1998'i gösteriyordu. Barış Anlaşması'nı onaylamak için 10 Mayıs günü toplanan Sinn Fein Kongresi’ne katılabilsin diye hükümlü 4 IRA militanı 24 saatliğine salıverildi. Militanlara kahramanlara yakışır bir karşılama töreni yapıldı. Buna benzer bir jest, İngiltere yanlısı bir mahkum olan Michael Stone için Protestanları etkilemek için yapıldı. Ulaşılan barış anlaşması halkın onayı için 22 Mayıs günü referandum yapıldı. Halkın yüzde 72'si "evet" dedi. Referandumdan güç alan Kuzey İrlanda Meclisi, 1999 yılında yürütme hakkına sahip bir hükümet seçti.

2002 yılı Ekim ayında Protestanların tavrı yüzünden Kuzey İrlanda kurumları askıya alındı. Biraz da Blair'in dayatmasıyla 2003 yılı Kasım ayında Kuzey İrlanda parlamento seçimleri yapıldı. Ancak hemen 2004 yılı başından itibaren Protestanlar Sinn Fein'in IRA'ya bilgi sızdırdığı iddiasını bahane ederek meclisi boykot etmeye başladı.

2004 yılının son günlerinde gerçekleştirilen 20 milyon sterlinlik soygun IRA'nın üstüne yıkılmaya çalışıldı. Her iki iddia yüzünden 2005 yılı başlarken Londra'da Sinn Fein milletvekillerine yönelik yaptırımlar tartışılmaya başlandı. Yaptırımlardan kasıt, onların dokunulmazlığını kaldırıp hapse atmak değil, yıllık 400 bin sterlini bulan yolluklarını kesmekti. Nisan ayında Sinn Fein, IRA'ya silahsızlanma çağrısında bulundu. Ted Kennedy, IRA'nın silahlı mücadeleyi sürdürmesi halinde Kuzey İrlanda'daki çözüme ABD'den verdikleri desteklerini keseceklerini açıkladı. Bu arada, İngiltere ile IRA arasında el altından sürdürülen pazarlıklar başarıyla sonuçlanacaktı.

Temmuz ayı sonlarında dokuz kez ömür boyu hapisle cezalandırılan bir IRA militanının serbest bırakılmasının ardından, IRA "silahlı mücadeleye son verdiğini; bundan sonra mücadelesini siyasal alanda sürdüreceğini" açıkladı. IRA, 2005 Eylülülünde silahlarının tümünü bağımsız komisyona teslim etti.

ETA'dan alınacak dersler!

ETA, Franco'nun faşist diktatörlüğüne karşı "bağımsızlık ve sosyalizm" hedefleriyle silahlı bir örgüt olarak kuruldu. Franco'nun 1975'teki ölümünden iki yıl sonra başlayan "demokratikleşme" sürecinin sonunda kaleme alınan yeni İspanya Anayasası 1979'da düzenlenen referandumda ülke genelinde kabul edildi; ancak Bask bölgesinde reddedildi. ETA da anayasada "ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının öngörülmemiş olduğu" gerekçesiyle eylemlerini sürdürmeye karar verdi.

Bu tarihten sonraki yirmi yıl boyunca ETA ağırlıklı olarak tekil hedeflere yöneldi, bu eylemleri sonucunda yaklaşık 700 kişi öldü. Bu dönemde aynı zamanda devletin, özellikle de on üç yıl aralıksız süren Sosyalist İşçi Partisi (PSOE) hükümetlerinin ETA'ya yönelik ağır saldırıları ve GAL adlı gizli örgütte somutlaşan resmi terörü yaşandı. Yüzlerce Basklı yurtsever işkenceden geçirildi, kaçırıldı ve öldürüldü, binlercesi ise hapishanelere tıkıldı.

1980'lerin ortalarında ise, ETA strateji değişikliği içine girmeye başladı. O döneme değin Bask ülkesinin kendi kaderini tayin hakkı sorununu, tüm İspanyol devleti ölçeğinde gerçekleştirilmesi gereken demokratik devrimle ilişkilendiren ETA, daha sonraları kendini bu süreçten ayırıp salt ulusal mücadeleye hasretmeye yöneldi. ETA'nın yeni hedefi artık, İspanya'daki tüm diğer ezilen uluslarla ve işçi sınıfıyla değil, Bask burjuvazisiyle stratejik bir ittifak kurabilmekti.

Bu anlayış çerçevesinde artık örneğin Madridli ve Barselonalı işçiler, ülke ölçeğindeki demokrasi, ulusal kurtuluş ve sosyalizm mücadelesinin vazgeçilmez öğeleri olmaktan çıkıp, ETA ile devlet arasındaki mücadelenin araçları haline dönüştüler. Böylece gündeme gelen Hiperkor, Vallecas gibi kitle ölümlerine yol açan çarşı bombalama eylemleri ülke ölçeğindeki sınıfsal ve ulusal dayanışmanın paramparça olmasına yol açtı, rejimin özellikle Bask'taki baskılarını daha da artırabilmesine zemin hazırladı.

Aznar iktidarının ikinci yılında ETA, "Egemenlik hakkına yönelik yolun açılabilmesi için" süresiz ateşkes ilan etti. Hükümet yetkilileriyle yapılan Zürih görüşmelerinde ise rejim beklendiği üzere ETA'nın Bask'ın kendi kaderini tayin hakkı talebini reddetti. Bunun üzerine, ETA tekrar eylemlere başladı. Sivillere yönelik eylemleri tepki toplarken, devlet operasyonlarla ETA'nın önder kadrolarını tasfiye etti.

Bask sorununun kökünü kazımak isteyen Aznar hükümeti, PSOE ile imzaladığı "terör karşıtı anlaşma" çerçevesinde baskılarını iyice artırdı: Egin ve Egunkaria gazeteleri -ETA yanlısı olduğu iddiasıyla- kapatıldı, başta Batasuna olmak üzere partiler ve toplumsal hareketler yasa dışı ilan edildi, yüzlerce kişi hapse atıldı. Ülkenin en önemli işveren örgütü, Bask parlamentosunun kapatılmasını istemeye başladı. Hükümet, Bask'ın en önemli iki çokuluslu şirketini Madrid'e taşıyıp denetim altına almaya yöneldi.

Ancak hükümetin bu girişimi, tepki çekti. Madrid burjuvazisine tabi olmak istemeyen Bask burjuvazisinin temsilcilerinden Bask Ulusalcı Partisi (PNV) söylemini radikalleştirdi, mevcut otonomi hakkının ötesinde egemenlik arayışlarına yönelebileceğinin işaretlerini vermeye başladı. Nitekim Bask'ta bugün sağcı partiler, otonomi çizgisine evrilirken; Aznar hükümetinin buna yanıtı ise, Bask burjuvazisini ETA'cı olmakla suçlamak ve Bask parlamento ve yerel hükümet başkanlarını hapsetmekle tehdit etmek oldu.

Mart 2004 seçimleri ardından Sol Birlik ve diğer ulusalcı yerel partilerin desteğiyle iktidar olan Sosyalist İşçi Partisi, bu sorunları Anayasa çerçevesinde tek tek yerel hükümetlerle görüşerek ve ulusal burjuvazilerin desteğini alarak çözmek istediği açıkladı. İlk adımı, Katalan burjuvazisiyle anlaşıp yerel hükümetin yetkilerini, neredeyse bağımsızlık anlamına gelecek kadar muazzam ölçüde genişletmek oldu. Herkes bunun ardından Bask sorununun ele alınacağından emindi.

Sonunda beklenen oldu ve ETA'nın hapisanedeki kimi liderleri 2004 yılı ortalarında kaleme aldıkları ortak açıklamada, "Bugün vermekte olduğumuz silahlı mücadele bir işe yaramıyor. Örgüt baskılara tamamen açık durumda ve reaksiyon yeteneğine sahip değil" denildi. ETA yönetimi, bildirinin kendilerini bağlamadığını belirtse de, eski liderlerin ortak mektubu, örgüt için bir dönüm noktası oluşturdu ve dahası Zapatero'ya açık bir davetiye niteliği taşıyordu.

Zapatero parlamentoda, "ETA'nın silahları bırakması halinde kendisiyle görüşme masasına oturabileceğini" ilan edince taşlar artık iyiden iyiye yerine oturdu, gözler ETA'ya çevrildi. Herri Batasuna'nun bu yöndeki bir talebi üzerine, ETA ateşkes ilan etti.

Madrit'teki merkezi hükümetin müzakereler yoluyla Katalonya'ya daha fazla özerklik tanımaya olumlu yaklaşmasının, Bask örgütü ETA'nın süresiz ateşkes ilan etmesinin nedenlerinden biri olarak görülüyor.

İRA ve ETA gibi birçok ülkede gerillalar ile devletler diyalog süreci başlatmış ve bu süreç sonuca doğru gitmektedir. Bu örneklerden yola çıkılarak Türkiye halkını daha fazla oyalamadan ve yine binlerce gencin ölümüne sebep olmadan bu sorunu çözmek gerekmez mi? Yani ETA daha düne kadar Türkiye devleti için de terör örgütüydü. İspanya devleti ETA ile diyaloga girerek bir kayıp mı yaşadı? Hayır, tam tersi demokratik güçlü bir devlet olmanın kapısını iyice açmış oldu. Eğer Türkiye devleti ve aydınları bunu görüp gerekli adımları atmazlarsa tüm sorumluluğun kendilerinde olacağını bilmelidirler. Bu gençlerin katili devletin ve aydınlarının söylediği gibi PKK değil “teröristle masaya oturulmaz” diyerek Kürt sorununun rantını yiyen devlet içerisinde güçlü bir örgütsel ağ ile kendini güç haline getirmiş olan ve şu an devletin yönetimini ele alan çevreler olduğu açık bir gerçektir. Hükümet bu güce teslim olmuş ve tek çare olarak ordu ile PKK’yi çatıştırarak ikisini zayıflatma ve gelecek seçimlerde tekrardan iktidar olma hesapları içerisinde gözüküyor. İnanmış olduğu İslam inancında bu tam anlamıyla “münafıklık” olarak tanımlanır. Yani sorunun çözüm yolunu bilmesine karşın bu sorunu çözmek için uğraşmamak, sorunun üzerinden rant hesapları yapmak münafıklık değil de nedir? PKK’yi cani ve kan emici olarak göstermek ve öyle tanımlamak en ucuz bir yaklaşım değildir de nedir? Durum böyle olunca sorunun çözümünde hükümet otomatikman kendisini devre dışı bırakmış durumdadır. Hükümet,“TMY ile ordunun istediği ne yetki varsa onları verdim ellerine, PKK’nin mali kaynaklarının daraltılması için de diplomatik faaliyet yürüttüm, artık ordu yapamazsa ben ne diyeyim. Elimden ne geldiyse yaptım, bundan ötesi benim işim değil.” Diyerek kendisini sıyırmaya çalışmaktadır. Durum böyle olunca Kürt sorununun görünürde ordu ve PKK olmak üzere iki muhatabı kalmış oluyor. Ordunun da son genelkurmaylık devir teslim töreninde genelkurmay başkanlığını devralan Yaşar Büyükanıt’ın konuşması çerçevesinde hareket edeceği düşünülürse savaş daha da derinleşecek gibi gözüküyor. Yani ufukta bir barış umudu şimdilik yok gibi. Yine binlerce gencin kanının toprağa karışacağı gözüküyor.

Başta da belirttiğimiz gibi defalarca barış dosyası yayınlandı şimdiye kadar. Çünkü insanlar umutlarının tükenmesini istemiyorlar hiçbir zaman. Özellikle de Kürt halkı bunu hiç istemiyor. Kendi özgürlük mücadelesinin eninde sonunda zaferle sonuçlanacağından emin. Dünyada ki diğer özgürlük mücadelelerinde olduğu gibi… Yalnız daha fazla acı çekilmesini istemiyor, daha fazla gencin ölmesini istemiyor. İşte bunun için Önderliklerinin barış perspektifleri doğrultusunda sürekli mücadele etmeye devam ediliyor.

Önderliklerinin uzattığı barış elinin tutulmasından başka bir istemleri yok. Yalnız sürekli barış eli boşta kalıyor ve barış savaşımının ısrarlı savunucusu olan Önderlikleri insanlık dışı uygulamalara maruz kalıyor. İşte bu durum karşısında çocuklarının ölüme gidişine ses çıkaramıyorlar. Bir anne çocuğunun ölümünü ve ölüme gidişini nasıl karşılar bilinir mi acaba? Kürt halk gerçeği olan bu durum anlaşılsaydı acaba aydınlarımız bu kadar rahat değerlendirme yapabilirler miydi; PKK’ye ve Kürt halkının Önderliğine ilişkin? Şu an yaşanan tam anlamıyla Kürt halkının ve onun özgürlük savaşımının anlaşılmaması ve anlaşılmak istenmemesidir. Çünkü eğer geçmişe doğru gözlüklerle bakılırsa Kürt özgürlük hareketinin barışın gelişimi için ne kadar çaba sarfettiği görülecek ve böyle kolay ucuz değerlendirmelere girilmeyecektir. Tarihte PKK 1993, 1995 ve 1998 tarihlerinde ateşkesler ilan etti. 1999'da ise daha da önemli bir adım atarak tüm gerillasını Önderliğinin çağrısıyla sınırdışına çıkarttı. Ancak atılan tüm bu adımlar devlet yetkilileri tarafından hep "taktik, pazarlık girişimi ve toparlanma hamlesi" olarak nitelendirildi, klişe haline gelen 'Devlet eşkiya ile pazarlığa oturmaz' sloganı ise her ateşkeste tekrarlandı. En son 2005 ateşkesi de aynı şekilde geçirildi. PKK’ye silahları bırakması çağrısı yapan aydınlar operasyonların durdurulması için açık bir çaba içerisine girmediler. Son olarak Koma Komalên Kurdîstan’ın barışçıl yollardan sorunun çözümü için üç aşamalı çözüm planına ve 1 Ekim 2006 ateşkesine karşı olumlu tepkiler geldi. Bu biraz daha barış umutlarını canlandırsa da sorunun çözümünün önünde engel teşkil eden güçler hala başta olduğu için yine temkinli yaklaşmak gerekiyor. İstemimiz daha fazla can ve değer kaybı yaşanmadan bu sorunun çözüme kavuşması için Önderlik muhatap alınarak PKK ile diyaloga geçilmesidir. Her ne kadar diğer ülkelerdeki sorunlarla ülkemizdeki sorunlar farklı olsa da çözüm yollarını geliştirecek ortak yan ise diyalogdur. Aksi halde barış savaşımlarını şimdiye kadar aralıksız sürdüren Kürt halkı; gerillasıyla, genciyle, kadınıyla direnişini sürdürüyor ve sürdürecektir. Topyekün bir imha savaşında kaybeden Kürt halkı ve O’nun Özgürlük Hareketi değil insanlık olacaktır.

Kaynak: www.komalenciwan.com

Yılmaz Güney'le Yapılmış Son Röportaj


Asimile olmuş bir Kürt olduğumu söylemek zorundayım. Annem bir Kürt’tü, babam ise Zaza Kürt. Tüm çocuklugum boyunca Kürtçe ve Zazaca bizim evde konuşulan dildi. 15 yaşına kadar Kürtçe konuşuyordum. Sonra ailemden koptum. 

Kürtler üzerine çalismalariyla taninan ünlü Fransiz gazeteci Chris Kutschera’nin Yilmaz Güney’le Duvar filminin çekimleri sirasinda 1983 yilinda yaptigi röportaji ilginize sunuyoruz.

Kürdistan Türkiye: Yilmaz Güney'in son filmi 

Paris’in kuzeyinde küçük bir köyde yer alan eski bir manastir birden bire Türkiye’nin bir parka yansimasi oldu. Ana giris kapisinin hemen üstünde Meryem Ana heykeline yukardan bakan bir yere Türkçe bir yazi yazilmis; “…Merkez Cezaevi”. Mustafa Kemal’in Türkiye’sini oven yazilar yazilmis her yere, örnegin; “Ne mutlu Türküm diyene!”
 
Manastirin ana bahçesinin içinde yeni insa edilen duvarlar avluyu daraltarak yeni bir bölüm olusturmus. Bu yeni yerde tutuklular kendilerini gözetleme kulesinden izleyen askerlerin bakislari altinda spor yapiyorlar. Ana binaya giden dar yolda Ankara plakali bir kadillak araba baslari geleneklere uygun biçimde örtülü olan kadinlarin ve genis paça pantol giyinmis erkeklerin arasindan yavasça süzülerek ilerliyor. 

Yilmaz Güney Cezaevleri Genel Müdürü’nün ani ziyaretini filme çekmekte o anda. Oyuncu ayni zamanda Fransiz Kültür Bakanligi’nda çalismakta olan bir Fransiz aktör. Her zaman gülümseyen, sabirli ve espirili Yilmaz Güney bir figüran ordusunu yönlendirmeye çalisiyor. 

Geçici ismi “Camlari kirin ki kuslar özgürlüge uçabilsin”, olan film (Güney’in Duvar filmi-çevirenin notu) bir cezaevindeki isyani anlatiyor. Güney’in son filmi Yol’da da cezaevi temasi islenmisti. 

Cezaevindeki çocuklar isyana önderlik ediyor. Yilmaz Güney Uruguay’li amatör bir aktöre cezaevi mutfaginda bir çocuk tarafindan biçakla tehtit edildigi anda nasil davranmasi gerektigini gösteriyor. Ama isyan bastirilacaktir ve film yeni gelen genç tutuklularin görüntüsüyle biter. 

Cezaevi içindeki atmosferi profesyonel olmayan oyuncularla yeniden yaratmak zor bir is, ama Yilmaz Güney “siirsel gerçekci” teknigini kullanarak bu sorunu asmaya çalisiyor. 

Filmi Bati Berlin ve Fransa’dan gelen çogunlugu Kürt 100 çocukla çekiyor filmi, ayrica 100’e yakin da yetiskin figüran ise asker, gardiyan, tutuklu, tutulularin akrabalari ve benzeri rolleri oynuyor. Ayrica yine 100’e yakin teknik eleman yer aliyor Yilmaz Güney’le filmin çekimleri boyunca eski manastirda kalan. 

Çocuklar böyle bir maceraya katildiklari için çok memnunlar. “Bati Berlin veya Paris’i bir düsünün, ama simdi onlar birer yildiz” diyor Tuncel Kurtiz, filmde rol alan tek profesyonel oyuncu olarak.  
Yilmaz Guney directing an actor
Normal zamanlarda bu manastir köyün okulu islevini görüyor. Bir duvarda ilkokul çocuklarinin duvarlara yazdigi kurallari okuyabiliyorsunuz hala, örnegin; “Ders sirasinda hayallere dalmak yasaktir.”
Yilmaz Güney birkaç büyük prodüktörün beraber çalisma teklifini reddetmis, çünkü kendi filmini özgür bir sekilde çekmek istiyor. Ama sonuç olarak anlastigi prodüktör oldukça kati çalisma kurallari koymus. Filmin senaryosu le ilgili hiçbir bilgi prodüktörün filmin gösterimi için seçecegi tarihten önce dis dünyaya yansitilamiyor. Bu röportaj çok önemli bir istisna. 

Chris Kutschera: Söyle bir geriye baktiginizda Sürü ve Yol filminizi nasil görüyorsunuz?

Yilmaz Guney:  Bütün yönetmenlik yasamim boyunca düsüncelerimi belirtmek için sürekli olarak dolayli araçlar kullandim, ve çok açikça itiraf etmeliyim ki bugüne kadar ki çalismalarimda istedigim herseyi ifade edemedim, filmlerimin özü veya tarzi anlaminda. Bu çalismalarimda ki egemen olan uzlasmadir. 

Sürü filmi aslinda Kürt halkinin tarihidir ama filmde Kürt dilini bile kullanamadim: eger Kürtçe’yi kullansaydik filmde rol alan herkes cezaevine gönderilirdi.
Yol filminde ise odakta olan Diyarbakir, Urfa ve Siirt’ti. Müzik araciligiyla Portrait of Yilmaz GuneyKürt  atmosferi yaratmaya çalistim. Film Almanya’da seslendirilmis olsa bile Yol’u Kürtçe yapmayi basaramadim. 

Chris Kutschera: Kürt oldugunuzu ne zaman farkettiniz?

Yilmaz Güney: Asimile olmus bir Kürt oldugumu söylemek zorundayim. Annem bir Kürt’tü, babam ise Zaza Kürt. Tüm çocuklugum boyunca Kürtçe ve Zazaca bizim evde konusulan dildi. 15 yasina kadar Kürtçe konusuyordum. Sonra ailemden koptum. 

O dönemlerde “Kürtler ve Kürtçe dili yoktur” türünden konusmalar duydum. Ama Kürtçe konusan sarki söyleyen insanlarda duyuyordum ve Kürtler’in çok zor kosullarda yasadiklarini görebiliyordum. Babam Siverek’li, ilk defa 16 yasindayken Siverek’i gördüm. Iste ne oldugumu o zaman anladim. Köklerinden koparilmis bir ailenin izdirabini ögrendim, babam dedi ki “Sen köklerinden koparildin”. 34 yasindayken annemin dogdugu Mus’u ve Jibran asiretini görebildim. Sürü filmi bu asirete ne oldugunu anlatan bir öykü.  

Chris Kutschera: Filmlerinizdeki karekterlerin Kürt ve konularinizinda Kürdistan’la ilgili oldugunu gözönüne alirsak; ülkenizden uzakta nasil film çekeceksiniz?

Yilmaz Güney:  Burada söyle bir sorunla karsikarsiyayiz; sadece bir profesyonel oyuncumuz var, Sürü filminde baba rolünü oynayan Tuncel Kurtiz. Diger tüm oyuncular ise amatör, birçogu daha once hiçbir filmde rol almamis. Türkiye’den profesyonel oyuncu getirmek imkansiz, Avrupa’da olanlari ise benimle çalismaya cesaret etmiyorlar hatta benimle konusmayi bile reddediyorlar. 

Chris Kutschera: Türk aktörler Venedik’te Altin Palmiye ödülü almis bir yönetmenler çalismak istemezler mi? 

Yilmaz Güney: Sakin zamanlarda devrimci sarkilar söyleyenler zor anlarda kapilar arkasinda saklanmayi tercih ederler. Bir Türk kameramanim var ama teknik ekip profesyonel degil. Setleri hazirlamak için bir tek profesyonel teknisyenim bile yok. Bir sonraki filmimin konusu cezaevleriyle ilgili. Karanligi, üzüntüyü ve manzara ve doga görüntüsü gerektirmeyen herseyi resmediyorum. 

Chris Kutschera: Neden cezaevi?

Yilmaz Güney: Iki neden var. Birincisi; Türkiye’nin su anda içinde buludugu duruma en uygun konu, ayrica ben henüz Avrupa’da film çekmeye hazir degilim.  

Chris Kutschera: Sonraki filminizde Kürdistan ne kadar yer edinecek?

Yilmaz Güney: Kürt sorunu çok zor bir konu. Birgün bir halkin dogum veya yeniden dogum kavgasini anlatan filmi çekmek isterim. Su anda bu zor bir mesele. Birisi Kürtler’in nasil bölündüklerini ve farkli durumlarla ilgili degisik perspektiflerini anlatmali. Bu sorunu objektif bir biçimde islemek zor. Tarih sadece zaferlerle dolu degil, tarih ayni zamanda basarisizliklar, yanlislar ve hilelerden olusur. 

Chris Kutschera: Yurdisinda film çekerken karsilastiginiz teknik sorunlardan bahsettiniz. Ülkenizle kesilmis olan köklerinizi nasil yaratacaksiniz? Ülkenizin insanlari ve dogasi ile ilgileniyorsunuz ama kendi yurttaslariniz tarafindan filmleriniz izlenemiyor. Bu sorunu nasil halledeceksiniz? Yurdisina mi yerleseceksiniz? 

Yilmaz Güney: Kesinlikle bu filmi insanlarimiza göstermenin bir yolunu bulmaliyiz ama nasil olacagini size anlatamam. Ikinci sorunuzla ilgili olarak; cezaeviyle ilgili olacak son filmimden sonra yapay ortamlarda ve sartlarda Kürdistan’la ilgili bir film çekmek istemiyorum. 

Chris Kutschera: Öyleyse Fransa’da kalisiniz kariyerinizde kisa bir ara dönem? 

Yilmaz Güney: Fransa’da bu filmi çekmek için özel bir izinle kaliyorum. Filmi gösterime sokmak için Fransa’da kalma iznim var. Ondan sonrasi, bilmiyorum. Simdi gelecekle ilgili konusmak istemiyorum. 

Kaynak: http://www.chris-kutschera.com/A/Yilmaz%20Guney.htm

Bu röportaj Ortadogu Dergisi’nin (The Middle East) Ocak 1983 tarihli sayisinda da yayinlanmistir. 

Ingilizce’den çeviren: Devrim Kiliç

27 Yıldır Sınırsız Saldırganlık

İlk sınır ötesi saldırı 25 Mayıs 1983’te düzenlendi. “Süpürge”, “Sızma”, “Tokat”, “Kartal”, “Atmaca Tokat”, “Balyoz”, “Çekiç”, “Murat”, “Sandviç”, “Güneş” ve 25’i aşarak 2010’da devam ediyor.

Türkiye, Güney Kürdistan’da HPG gerillalarının denetimindeki alanları önceki gün iki kez savaş uçaklarıyla bombaladı. 1983’ten itibaren 10’larca kez havadan ve karadan Güney Kürdistan topraklarına sınır ötesi harekat düzenledi. Türk devletinin ilkini 1983 yılında gerçekleştirdiği askeri operasyonun üzerinden tam 27 yıl geçti. Güney Kürdistan toprakları bu zaman dilimi içinde Türk ordusunun irili ufaklı onlarca kez askeri saldırısına uğradı. Türk devleti ‘güvenlik’ gerekçesi ile her defasında uluslararası hukuku da ayaklar altına alarak Güney Kürdistan’a sınır ötesi operasyonlar düzenledi. Her operasyon onbinlerce asker, korucu ve işbirlikçi ile yürütülürken, milyonlarca dolar maliyeti ile Türk halkı her operasyon ile biraz daha fakirleştirildi.

İlk operasyon 1983’te

Sınır ötesi operasyonlar Türkiye’nin pek de yabancısı olduğu bir olgu değil. 1983’ten bu yana Güney Kürdistan’a toplam 20’nin üzerinde askeri operasyon düzenlendi. 1983 yılında Ankara ile Bağdat arasında Sınır Güvenliği ve İşbirliği Anlaşması imzalandı. Anlaşma ile Bağdat TSK’ye sıcak takip yetkisi verdi. İlk operasyon 25 Mayıs 1983’te düzenlendi. 7 bin dolayında asker, Irak’ın içine 5 kilometre kadar girdi. Öte yandan Irak ordusu da Güney’de PKK kamplarına karşı operasyon düzenledi. Operasyonda KDP kampları da saldırıdan etkilendi. Operasyondan sonra KDP ile PKK arasında dayanışma anlaşması imzalandı.

Sıcak Takip Operasyonu’nu 1984 Ekim’de 2. operasyon izledi. Operasyonda PKK kampları hedef alındı. 12 Ağustos 1986’da ise 3. operasyon düzenlendi. Türk Hava Kuvvetleri, KDP kamplarını bombaladı, saldırıda 165 peşmerge öldü. KDP, PKK’nin saldırılarından sorumlu tutulduğu için cezalandırılmıştı. Sınır ötesine 4. operasyon ise 4 Mart 1987’de gerçekleştirildi. 30 Türk savaş uçağı 4 Mart 1987’de Sirat, Era ve Alamiş çevresindeki PKK kamplarını bombaladı. Türkiye 1988-1991 yılları arasında Güney Kürdistan’a operasyon düzenleyemedi. Çünkü Bağdat, 1988-1991 yılları arasında Türkiye’ye sınır ötesi operasyon izni vermedi.

1991’de 3 operasyon

1988’de son bulan sınır ötesi operasyonlar, 1991’de kaldığı yerden devam etti. Nisan 1991’de Türk ordu birlikleri 5. kez Güney Kürdistan’a girdi. Türkiye, 5-21 Ağustos 1991 tarihleri arasında helikopter ve savaş uçakları eşliğinde Güney Kürdistan’daki 24 PKK üssüne saldırdı. “Süpürge” adı verilen operasyon sırasında ARGK gerillaları Durji bölgesinde TSK ile mevzi çatışmasına girdi. Çatışmalar 15 gün sürdü. Türk Ordusu 1991 sonbaharı boyunca pek çok kez sınır ötesine girip çıktı. Ağustos operasyonunu 11 Ekim ve 25 Ekim 1991 tarihlerinde düzenlenen iki operasyon izledi. Operasyonlara KDP ve YNK de destek verdi. Operasyondan sonra Duhok, Zaxo, Hewlêr ve Selahadîn’e Türk güvenlik ve istihbarat örgütleri yerleştirildi.

İran’a da baskın

Türk ordusu, 1992 ilkbaharında Güney Kürdistan’a 8. kez operasyon düzenledi. Mart ayında savaş uçakları PKK kamplarına bomba yağdırdı. Ordu da karadan saldırdı. 25 Mart’ta savaş uçakları ikinci kez kampları vurdu. 6 Mayıs 1992’te TSK bir kez daha Güney Kürdistan’a kara operasyonu düzenledi. “Sızma Operasyonu” ile eşzamanlı olarak da İran’daki PKK kamplarına baskın yapıldı.

9’uncusu 20 gün sürdü

12 Ekim 1992’de Türkiye 15 bin asker, tank, helikopter ve hava gücü destekli askeri birlikle Güney Kürdistan’a 9. kez girdi. Sınır bölgesi boyunca şiddetli çatışmalar meydana geldi. ARGK mensupları TSK ile mevzi çatışmasına girdi. Çatışmalar günlerce göğüs göğüse 20 gün devam etti. Çatışmalar tarihe konvansiyonel savaş olarak geçti. TSK çatışmalarda bin 452 PKK’linin hayatını kaybettiğini iddia etti. İddialar PKK tarafından yalanlandı. Operasyon Batı’dan büyük tepki topladı.

1994’te 3 kez girildi

Türkiye, 10 Haziran 1993’de 10. kez Güney Kürdistan’a girdi. Ancak bu kez düzenlenen operasyon küçük çaplı oldu. Amaç sınır boyunca mevzilenen 2 bin PKK’liyi etkisiz hale getirmekti. 28 Ocak 1994 tarihindeki sınır ötesi operasyon tarihe en büyük çaplı hava akını olarak geçti. Saldırıda Zeli Kampı’ndaki mühimmat deposu hedef alındı. TSK operasyonda 200 ARGK’linin öldüğünü öne sürdü. 6 Şubat 1994’te yeni bir sınır ötesi operasyon düzenlendi. Mezre ve Kariyederî’deki PKK mevzileri hedeflendi. Operasyonun bilançosu 32 ölü olarak açıklandı. Sınır ötesi sızmaları önlemek için Türkiye, Nisan 1994’te 13. kez Güney Kürdistan’a girdi. 5 bin askerle yapılan operasyonda 15 kilometre içeri girildi. Mezre-Kariyederî’de şiddetli çatışmalar meydana geldi.

Büyük operasyon hezimeti

Türk ordusu, 20 Mart 1995’te, 13 general tarafından komuta edilmekte olan 35 bin askerle 14. kez Güney Kürdistan’a girdi. Operasyon Türkiye’nin düzenlediği en büyük operasyon olarak tarihe geçti. Irak topraklarına 60 kilometreden fazla girildi. Çelik Operasyonu ismi verilen harekatta hedefin, Haftanîn bölgesindeki 12 büyük PKK kampı olduğu duyuruldu. Operasyon başarısızlıkla sona erdi. Bunun üzerinde Türk medyasında KDP ve YNK suçlandı.

95 Temmuz’unda 45 gün

Türkiye Temmuz 1995’te tampon bölge oluşturmak için bir kez daha Güney Kürdistan’a girdi. Batı operasyona büyük tepki gösterdi. Operasyon tam 45 gün sürdü. Maliyeti ise 65 milyon dolar olarak açıklandı. Operasyonda 555 PKK’linin öldürüldüğü iddia edildi, ancak daha sonra rakamın abartılı olduğu ortaya çıktı. 5-11 Temmuz 1995’te Türkiye bir kez daha Güney Kürdistan’a girdi. 15 kilometre içeri giren ordu, PKK’nin KDP’ye saldırmasını önlemek istedi. Ancak harekat başarılı olamadı.

Siviller hayatını kaybetti

1996 yılının ilk sınır ötesi operasyonu 6 Mart’ta gerçekleştirildi. Ordu 12 büyük, 28 küçük seyyar PKK üslerine karadan operasyon düzenlerken, savaş uçakları da Haftanîn, Zap ve Qumrî Dağı’ndaki kampları bombaladı. Türkiye 1996’da 17. kez Güney Kürdistan’a girdi. Temmuz ayından itibaren savaş uçakları Irak’ı bombaladı. Mesud Barzani bombardımanda sivillerin yaşamını yitirdiğini belirterek bombardımanın acilen durdurulmasını istedi. Ancak yine de “Atmaca Tokat Operasyonu” sürdü. Operasyonda Sineht, Haftanîn, Aresindî Boğazı, Birkê Avda ve Kelareş’teki kamplar hedef alındı. 29 Aralık 1996’da Türk birlikleri bir tugay ile Güney Kürdistan topraklarına girmek oldu. Operasyon KDP tarafından da desteklendi.

2 Helikopter düşürüldü

14 Mayıs 1997’de Türkiye Güney Kürdistan’a 19. kez girdi. Hava destekli “Balyoz” adı verilen operasyona 50 bin asker katıldı. Operasyon sırasında iki helikopter PKK tarafından düşürüldü. Operasyondan sonra TSK yaz boyunca Güney Kürdistan’da kaldı. “Balyoz Operasyonu”na tam 50 bin asker katıldı. Askeri yetkililer, bu operasyonla bir daha ‘Kuzey Irak’ topraklarına girmenin anlamının kalmadığını savundular. Eylül 1997’de Türkiye yeni bir operasyon düzenledi. 100 tankla gerçekleştirilen operasyonda 10 bin asker görev aldı. Birlikler 13 Ekim’de geri döndü. Ancak bin asker sınır boyunca konuşlandırıldı. TSK, 4 Aralık 1997’de yeni bir hücum başlattı ve Xakurkê bölgesine girdi. 20 bin askerle düzenlenen ve “Çekiç” ismi verilen operasyon yıl sonuna kadar devam etti. Operasyona KDP de destek verdi. Operasyonda TSK, PKK’ye karşı gerilla tarzı savaş yöntemlerini kullandı.

Göçerler hedef oldu

TSK, 1998 ilkbaharında bir kez daha 40 bin askerle Güney Kürdistan’a girdi. Operasyona “Murat” ismi verildi. 1999 yılında Türkiye, Öcalan’ın Suriye’den çıkarılmasını fırsat bilerek 24. kez Güney Kürdistan’a girdi. Bu operasyona ise “Sandviç Operasyonu” ismi verildi. Ancak operasyonlardan bir sonuç çıkmadı. Türk savaş uçakları 15 Ağustos 2000 tarihinde ise Lolan ve Xakurkê arasında kalan bölgeye bomba yağdırdı. Bombardımanda tam 30 Kürt göçer yaşamını yitirdi.

7 yıl sonra yine vuruldu

2007’nin Ekim ayında Türk Meclisi’nin “askere sınır ötesi harekat yapma” iznini veren tezkereyi onaylamasıyla Türk ordusu bir kez daha sınır ötesi operasyonlarına başladı. 16 Aralık 2007 tarihinde TSK, Güney Kürdistan’ın Zap, Avaşîn, Xakurkê bölgelerini Türk Hava Kuvvetleri’ne ait savaş uçaklarının katıldığı hava harekatı ve karada konuşlu ateş destek vasıtalarıyla vurdu. Bu operasyondan 6 gün sonra yani 22 Aralık 2007’de Güney Kürdistan’daki bazı bölgeler Türk savaş uçakları tarafından 40 dakika boyunca bombalandı. Takiben 26 Aralık 2007’de TSK, Zap bölgesini sabah saatlerinden itibaren nokta operasyonu ile vurdu.

2008’e operasyonla başlandı

Türkiye 2008 yılında da sınır ötesi operasyonlarını sürdürdü. 15 Ocak 2008’de Zap-Şivê, Avaşîn-Basyan ve Xakurkê bölgeleri savaş uçakları tarafından bombalandı. 4 Şubat 2008’de de Türk savaş uçakları, Avaşîn-Basyan ve Xakurkê bölgelerini saat 03.00’den itibaren saatlerce havadan vurdu.

Zap’ta ağır yenilgi

21 Şubat 2008’de de Türk ordusu Güney Kürdistan topraklarını önce havadan bombaladı. Hava bombardımanı sürerken, karada konuşlu uzun menzilli silahlar da operasyona katıldı. Hava operasyonun ardından sınır ötesi kara harekatı başlatıldı. Türk askerlerinin hedefi Zap’tı ancak HPG gerillalarının etkili direnişi nedeniyle bölgeye giremediler. TV’ler Zap’taki operasyonu saat saat verirken, TSK burada ağır bir yenilgiye uğradı. “Güneş operasyonu” adı verilen harekat başarısız olunca, dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt komutasındaki Türk ordu birlikleri, 29 Şubat’ta Zap’tan geri çekilmek zorunda kaldı.

Geçmişten Günümüze Kuzey Kürdistan'da Legalite ve Parlamento Deneyimleri -2

C - 1923 – 1990 ARASI KÜRTLERİN LEGAL FAALİYETLERİ

Yukarıda belirtildiği gibi Türkiye ile Birinci Paylaşım Savaşı’nın galip devletleri arasında imzalanan Lozan “Barış” Antlaşması ile Türkiye ile Kürdistan’ı işgal eden bu devletlerle, her cephede yerini alarak savaşmış olan Kürtler, görmezden gelinerek inkar edilmiştir. Bu inkar ve sonrasında dayatılacak imha yaklaşımı, kurulan devletin ve onun meclisinin, ülke gerçekliğine karşıt ve asli unsurlarından olan Kürtlere düşmanlık temelinde gelişimi demek oluyordu. 84 yıl sonra, 27 Nisan 07 tarihli Genelkurmay muhtırasında bu düşmanlık net cümlelerle ifade edildi.  Daha önce de aynı kurum Kürtler için, “sözde vatandaş” nitelemesinde bulunmuştu.

Lozan ile resmileşen bu durum günümüze dek süren ve git gide ağırlaşan tarihi sorunları beraberinde getirdi. 1938’e dek art arda ve yoğun olarak süren Kürt isyanlarının temel nedeni de başlatılan bu inkar ve imha yaklaşımıydı. Büyüklü küçüklü otuza yakın isyanın kanlı bir biçimde bastırılmasından sonra Kürt ve Kürdistan’a ilişkin özel planlama ve programlar geliştirildi. Amaç fiziki imhayı sosyal, kültürel ve siyasi imha ile tamamlamaktı. Özellikle isyanlar sonrası girişilen bu faaliyetlere “betonlama” adı verildi. Bunun için Mustafa Kemal ve İsmet İnönü koordinatörlüğünde ve zamanın Kürdistan sömürge valisi Abidin Özmen’in pratiki yürütücülüğünde Kürt ve Kürdistan’ı stratejik olarak eritme ve yok etme harekatı başlatıldı. Esasında Lozan ile başlatılan bu süreç günümüzde tüm hızıyla sürdürülmeye çalışılmaktadır. Bu yolda epeyce mesafe alınmışsa da Kürt etnisitesi yok edilememiştir. Aksine Özgürlük Mücadelesi ile büyük bir yeşerme yaşanmaktadır. Bu yüzden de Neo İttihatçı ideologlar neredeyse her gün bu duruma hayıflanmaktadırlar.

Kürt ve Kürdistan’ı eritme stratejisi 

Cumhuriyet tarihi boyunca, TC ideolojisi ve onun sıkı bir sübjektivizm ve sistematik altında işleyen politika ve stratejileri, Kürt ve Kürdistan gerçekliği karşısındaki inkar ve imha organizasyonunu en ince ve detaylı boyutlarına dek planlayıp geliştirdi. Burada şunu tekrardan önemle vurgulamak gerekir: Yaklaşım ve yönelim son derece bilinçli ve programlıdır. Kürde yaklaşımın stratejisi, programı, taktikleri, üslubu ve hatta hangi durum karşısında hangi cümle ya da hangi kelimelerin kullanılacağı dahi netleştirilmiştir. Kürt ve Kürdistan başkalaştırılacak ve “Türkleştirilecek”tir. Oluşturulan bu formatın dışına taşan, milim düzeyindeki bir tutum, yaklaşım ve hatta sözcük, en ağır karşılıkla cezalandırılmaktadır. Türk devlet hukukunu, özü itibariyle oluşturan da bu inkar ve imha sistemidir.

1923’ten itibaren legal ya da illegal olsun Kürtlük adına en ufak bir çıkış, en sert karşılıkla bastırılmıştır. Devlet özellikle isyanlar sonrası “Kürt meselesi”ni önemli ölçüde hallettiğini düşünmüş, “tehlike”nin kalan boyutları için de belirtilen stratejiler geliştirilmiştir. Oysa çıkan yangını dışarıdan söndürmüş ve üstünü kapatmıştır. Yanma durumu ise için için sürmüştür. Nitekim en ufak açık bulduğunda tekrardan ortaya çıkmıştır. Burada Kürt halk gerçekliğinin tarihsel ve toplumsal özgünlüğü bilinçlerden kaçırılmıştır ya da gözü kara bir biçimde yok edileceği düşünülmüştür. Oysa böyle köklü ve derinlerden gelen bir gerçekliğin kısa bir sürede ve uygulanan yöntemlerle imhası imkansız olduğu gibi sorun daha da derinleştirilmiş ve yangın büyütülmüştür. 1970’li yılların ortalarında ortaya çıkan ve kısa sürede büyüyen PKK hareketi, bu durumun sonucu oldu. 

 
Burada konumuz daha çok Kürtlerin legal çalışmaları ve meclis deneyimleri olduğu için özellikle İkinci Paylaşım savaşı sonrasındaki bu tür çıkışlara ve sonuçlarına değineceğiz.

İkinci Paylaşım savaşı sonrası, Türkiye’de sadece CHP’den oluşan tek partili dönem sona eriyordu. Bu yıllarda kurulan Demokrat Parti, 1950 yılında tek başına iktidar oldu. Bu partinin Kürdistan ile ilişkisi tümüyle ağa ve feodal takımı üzerinden oldu. Elbette bu ilişki Kürt kimliğinin inkarı temelinde kuruluyordu. Bu parti zamanında Kürdistan’daki sömürü ve inkar sistemi derinleştirilerek sürdürüldü. Demin belirtilen işbirlikçi ağa takımı da bu stratejinin payandaları oldular. Bu dönemde Kürtlerin kendi kimlikleriyle en ufak bir örgütlenme girişimleri dahi söz konusu değildir. Bunun yerine devletin bilindik özel uygulamaları devrededir. Osmanlıdan beri gelenekselleşmiş devşirme ve başkalaştırma politikaları işlemektedir. Bilindiği üzere Osmanlı padişahı II. Abdülhamit, bu politikaları Kürdistan’da daha sistematik ve stratejik bir tarzda uygulamaya koymuştur. Hamidiye Alayları ve Aşiret Mektepleri yoluyla “sistemin Kürdü” yaratılmıştır. Demokrat Parti de uygulamalarıyla bu geleneğin sürdürücüsü olmuştur.   Örneğin bu yönlü 1957 yılında çarpıcı bir durum yaşanmıştır. Zamanın iktidarı olan Demokrat partinin genel başkanı Adnan Menderes, 1925 Kürt isyanının lideri Şeyh Sait’in aile çevresiyle ilişkiye geçer. Şeyhin torunlarından Abdülmelik Fırat seçimlerde milletvekili yapılmak istenir. Ancak yasaya göre yaşı tutmamaktadır. Önce mahkeme kararıyla yaşı büyütülür. Sonra da Meclis’ten çıkarılan özel bir kararla askerlik yapmadan milletvekili olmasının önü açılır. Yapılan seçimlerde Abdülmelik Fırat “milletvekili” yapılır. 

 
1950 sonlarına doğru ise bazı Kürt aydınları tarafından kısmi bazı bilinçlenme çalışmaları yönünde ilk girişimler başlar. Bunun üzerine hükümet, 22 Eylül 1959’da başlatılan bir operasyonla 50 kişiyi gözaltına alır. Bunlardan biri hücrede yaşamını yitirince 49 kişi kalır ve bu olaya da “49’lar olayı” denilir. 8 Ocak 1961’de Genelkurmay Askeri Mahkemesi’nde idam istemiyle yargılanırlar. Dava uzun süre devam eder ve sonuçta zaman aşımına uğrayarak düşer.
27 Mayıs 1960 tarihinde ordu, artık neredeyse on yıllık periyotlarla yapacağı darbelerin ilkini gerçekleştirir ve iktidara el koyar. Darbenin esas amacı, DP hükümeti’nin asker ve sivil bürokraside yaptığı değişikliklerin yanı sıra düzen değişikliğini çağrıştıran uygulamalarıyla Kemalist oligarşinin kaybettiği mevzilerin geri alınması olarak belirtilebilir. Darbenin muhatabı DP iktidarı ve yönetim kadrosu idi. Parlamento feshedilmiş, DP kapatılmış, Cumhurbaşkanı, Başbakan, Bakanlar ve DP Milletvekilleri ile Ankara, İstanbul ve İzmir il teşkilat yönetimleri Yassıada’da gözetim altına alınmışlardır.

Darbe Kürdistan’ın üzerine bir kabus gibi çökmüştür. Komando baskınları, işkenceler, gözaltılar ve tutuklamalar her tarafı sarmıştır. Darbeden dört gün sonra ise yurtsever ve devlet işbirlikçisi ayırımına gidilmeden bazı Kürt şahsiyetleri ve aşiret liderleri gözaltına alınmıştır. Toplam 485 kişi 1 Haziran 1960’da Sivas Kabakyazı'da bir kampta toplanmıştır. Devlet yetkilileri, kampta topladığı bu insanların “suç”larını, “Kürtçülük propagandası ve devlete isyan hazırlığı” olarak açıkladılar. Tutuklananların arasında ondört yaşında bir çocuk da bulunmaktaydı. 4 ay kadar tutulan bu 485 kişiden 55 aşiret ileri geleni ve ağası çıkarılan bir yasa ile 19 Ekim 1960’ta çeşitli Türkiye illerine sürgüne gönderilmiş, geriye kalan 430 kişi ise serbest bırakılmıştır. (Nokta Dergisi, Ocak 2007 sayısı)

27 Mayıs iktidarı bir yandan anayasada kısmi bazı reformlara giderken öte yandan tersinden Kürtlerin üzerindeki inkar ve imha sistemini derinleştirerek ve “özelleştirerek” sürdürmüştür. Bu durum, 1960'ta Milli Birlik Komitesi'nin (MBK) çıkardığı “af kanunu”yla kendini ortaya koyuyordu. Bu kanunla tüm siyasi tutsaklara “af” çıkarılırken, aralarında Canip Yıldırım, Naci Kutlay, Esat Cemiloğlu, Sait Elçi, Sait Kırmızıtoprak, Musa Anter, Muhsin Şavata ve Fevzi Kartal gibi Kürt şahsiyetlerinin de bulunduğu, "49'lar Davası" tutukluları affın kapsamı dışında tutulmuştu. Davada bu kişilerin “suç”ları, “yabancı devletlerin müzahereti ile devletin birliğini bozmağa ve devletin hâkimiyeti altında bulunan topraklardan bir kısmını devlet idaresinden ayırmağa matuf fiil işlemek” olarak belirtilmişti.

“49'lar Davası”nda alınan bu tutumun ardından gelen Sivas Kampı uygulaması, 27 Mayıs darbecilerinin yürürlükteki “Kürt stratejisi”ni nasıl sürdürdüklerini açıkça ortaya koyuyordu. Kampa götürülenler arasında, şimdiki AKP Genel Başkan Yardımcısı Dengir Mir Mehmet Fırat'ın dedesi Zeynel Turan, önde gelen Alevi işbirlikçi öncülerinden İzzetin Doğan'ın babası Hasan Doğan, eski DYP Milletvekili Sedat Bucak'ın babası Hakkı Bucak, Hak ve Özgürlükler Partisi (HAKPAR) Genel Başkanı Sertaç Bucak'ın babası ve dönemin Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi (TKDP) Başkanı Faik Bucak, Şeyh Said'in çocukları, Van'ın önde gelen ailelerinden Kartal Ailesi (bunlardan Kinyas Kartal Brukan Aşireti lideri olup, 1960'tan sonra Adalet Partisi milletvekili olarak 15 yıl milletvekilliği ve Meclis Başkanlığı yaptı), Hakkâri'den Ertuş'lar ve Diyarbakır'dan Ensarioğulları yer alıyordu. 7 Ekim 1960'ta çıkartılan 105 No'lu ‘Mecburi İskân Kanunu'yla sürgünler başlatıldı. Aralık 1960'ta kamptaki 485 kişiden 55'i Antalya, İzmir, Burdur, Muğla, Afyon, Isparta, Manisa, Çorum ve Denizli gibi Türkiye illerine mecburi iskâna gönderildiler. Kanunun gerekçesinde ise insana “pes” dedirtecek şu çarpıcı ifade yer alıyordu: "Sosyal birtakım reformları yapabilmek, Ortaçağın Türkiye'de yaşayan düzenini yıkmak, ağalık ve şeyhlik gibi müesseseleri yok etmek... Vatandaşın sömürülmesine engel olmak gayesiyle bu kanun çıkarılmıştır." (Nokta Dergisi, Ocak 2007)

Bu gerekçe Osmanlı komploculuğu ve ikiyüzlülüğünü aratmayan bir niteliktedir. Çünkü mahkum edilen söz konusu fiiller, bizzat devletin Kürde ve Kürdistan’a dayattığı strateji ve politikaların ta kendisi olmaktadır. Yani Kürdistan’da işbirlikçi ağa ve şeyhler aracılığıyla Ortaçağ düzeni tesis edilmekte ve Kürtler her türden vahşice bir sömürü sistematiğine tabi tutulmaktadır. Nitekim devlet Sivas kampına aldığı çoğu ağayı sonradan milletvekili yapmıştır.
1961 yılına gelindiğinde hazırlanan yeni anayasanın kabul edilmesinden sonra bazı sol çevrelerde sosyalist bir parti arayışları başladı. Bunun sonucu olarak işçi kökenli 12 sendikacının öncülüğünde, 13 Şubat 1961’de Türkiye İşçi Partisi (TİP) kuruldu. 1 Şubat 1962'de ise kurucular, partiye yeni bir lider arayışlarını sonuçlandırarak Mehmet Ali Aybar'ı genel başkanlığa seçtiler. Bundan sonra bazı yurtsever Kürt çevreleri TİP içerisinde örgütlenmeye başladılar. Parti de Kürdistan’da epeyce rağbet gördü ve Türkiye illerine oranla daha hızlı örgütlendi. Öyle ki seçime girme hakkını Kürdistan’daki örgütlenmeleri sayesinde elde ediyordu.

TİP, 1965 genel seçimlerinde 276.000 oy alarak meclise 15 milletvekili sokmayı başardı. 54 ilde girilen seçimde alınan oy oranı ülke genelinde % 3’tü. Parti Kürtlerden ve Alevilerden önemli bir oy oranı almıştı. Kürdistan’dan da beş milletvekili çıkarmıştı (Kars, Malatya, Diyarbakır, Urfa, Antep). Buna göre TİP Kürdistan’da daha fazla başarılı olmuştu. Kürtler parti içerisinde de birlikte örgütleniyorlardı ve bu örgütlülükleri siyasi literatüre “Doğulular grubu” olarak geçti. Grup parti içerisinde etkin bir role sahipti. Bu grubun önde gelen şahsiyetlerinden M. Ali Aslan, parti genel başkanı M. Ali Aybar istifa ettiğinde onun yerine geçmişti. (Ruşen Aslan, Kürt Legal Hareketinin Tarihsel Gelişimi)

1960’lı yıllarda Kürt öğrenci ve aydınların öncülüğünde legal çalışmalar ve dernekleşmelere gidilmiştir. Kürdistan’da TİP’in de desteğiyle “Doğu Mitingleri” adıyla seri halk toplantıları gerçekleştirilmiştir. Tüm bu çalışmalar, 20. yüzyılın başındaki isyanlardan sonra yok edildiği söylenen Kürt gerçekliğinin ilk dirilme belirtileriydi. Fakat bu yıllarda da en ufak kıpırdanmalara cunta darbeleri, katliam, işkence, baskı ve tutuklamalarla karşılık verilmiştir. Bu dönemde Kürdistan’da yapılan “Doğu Mitingleri”, dönemin koşulları içerisinde yurtseverlik bilincinin gelişiminde etkili olan çalışmalardı. Doğu mitinglerinin ilki Silvan’da 3 Ağustos 1967 yılında yapıldı. Arkasından Diyarbakır (3 Eylül 1967), Siverek (24 Eylül 1967), Dersim (15 Ekim 1967), Batman (18 Ekim 1967), Ağrı (22 Ekim 1968), Suruç (17 Temmuz 1969), Hilvan (27 Temmuz 1969), Varto (2 Ağustos 1969) mitingleri yapıldı. Bu mitinglerde Kürt halkının uğradığı ayrımcılık ve zulüm, “Doğu” denen Kürdistan’ın geri bırakılmışlığı ve Türk ırkçılığının Kürt kimliğine saldırıları işleniyor ve bunlara yönelik tepkiler dile getiriliyordu. (Hikmet Bozçalı, DDKO’lu Siyasi Serüvenim, Kovara BİR, 5. sayı)

Ekim 1970 tarihinde TİP’in dördüncü büyük kongresi toplandı. Bu kongrede Kürt sorunu ile ilgili bazı kararlar alınmıştı. Bu kararlarda kısaca Kürt halkının varlığı kabul ediliyor ve “Doğu”nun geri kalması ile burada yasayan nüfusun etnik özellikleri arasında ilişkiler kuruluyordu. Bu kararlardan dolayı Anayasa Mahkemesince,  parti hakkında soruşturma açıldı. Siyasi Partiler Kanunun 89. maddesi; "siyasal partiler, Türkiye cumhuriyeti üzerinde milli veya kültür farklılıklarına yahut dil farklılığına dayanan azınlıklar bulunduğunu ileri süremezler..." demekte idi. Sonrasında 1971 sıkıyönetim döneminde Türkiye İsçi Partisi kapatıldı. Fakat TİP yöneticileri mahkemede, Kürt sorunu ile ilgili kararları savunmadı. Sonraki süreçlerde TİP, Behice Boran öncülüğünde 1975'te yeniden kuruldu ve Kürt sorununu görmezden gelerek “varlığı”nı yeniden sürdürdü.

1970’li yıllar dünya çapında halkların özgürlük mücadelelerinin doruğa çıktığı dönemdir. Türkiye’de de 1968 gençlik hareketlerinin etkisiyle yoğun bir sosyalist gençlik hareketi ortaya çıkmıştır. Bu yüzden 12 Mart 1971’de asker bir muhtırayla tekrardan darbe gerçekleştirdi. Ama yoğun devrimci mücadeleyi durduramadı. Mücadele esas itibariyle illegal sahada yürümektedir. Legal çalışmalar ise daha çok dernekler aracılığıyla yürütülmektedir. Kürtler önceleri, “Doğu Mitingleri” nin yarattığı etkiyle, Devrimci Doğu Kültür Ocakları (DDKO), sonra da Devrimci Demokratik Kültür Derneği adıyla legal oluşumlara gidiyorlar. Türkiye’de Devrimci Gençlik Federasyonu da (Dev-Genç) son derece etkindir. Siyasetin yoğunlaştığı Ankara’da ise özellikle üniversite gençliği faaldir. TİP’in Kürt sorununu, en alt düzeylerde dahi tartışmak istediği için kapatılmasından sonra Türkiye Meclisi, 1920 Meclisi’nden sonra bir kez daha Kürtlere kapatılmıştır. Bundan sonra 1990 yılına kadar da Kürtler bir daha bu meclise giremeyecektir. Belirtildiği gibi 1970’li yıllarda, devrimci sosyalist Kürtler ve Türkler illegal mücadeleyi esas aldılar. Irkçı ve sömürgeci rejimin uygulamaları karşısında sonuç alacak başka yol da yoktu zaten. PKK’nin de şafak vakti bu yıllardır.

Halkların ve emekçilerin mücadelelerinin belli başarılar kazanması üzerine buna tahammül edemeyerek, darbe yapma alışkanlığıyla devreye giren Türk ordusu, 12 Eylül 1980’de en vahşi müdahalesinde bulundu. Devrimci mücadele ve onun potansiyeli adeta biçildi. PKK bu müdahalede çok değerli kadrolarını yitirse de, mücadele gücü ve potansiyelini esas itibariyle ülke dışına çıkarmayı başarmıştır. 12 Eylül 1980’den 4 yıl sonra artık Türkiye ve Kürdistan’ın gündemine PKK’nin başlattığı mücadele damgasını vuracaktır. Legal çalışmalar ise ancak 1990 yılında HEP’in meclise girmesi ve bazı basın yayın çalışmalarıyla tekrar başlayabilecektir.

D - 1990 SONRASI DÖNEM

Türkiye’nin tarihine bakıldığında, günümüze kadar sivil siyaset maskesi altında yürütülen, esasında ordu ve asker eksenli bir siyaset olmuştur. Dolayısıyla Türkiye siyasetinin demokratikleşmesinin önündeki en büyük engel, ordunun her dönemdeki müdahaleleriyle birlikte, siyaseti askeri hegemonik mantığa göre belirlemesi olmuştur. Bu anlamda son yıllarda bazı kozmetik değişiklikler yapılsa da, 12 Eylül 1982 askeri anayasası hükmünü sürdürmektedir. Darbeden sonra hazırlanan bu anayasayla birlikte Türkiye’de insan hakları ve özgürlükler gözetilmeden var olan tüm farklılıklar tek millet ve tek dil adıyla tanımlanmıştır. Kendi kimliğiyle yaşamak isteyen tüm farklı kesimler, anayasa ihlali yaptıkları gerekçesiyle ayrılıkçı ve bölücü olarak damgalanıp cezalandırılmaktadırlar.

1984 Atılımıyla beraber PKK hareketinin hamle kaydetmesi, ölü bir Kürt gerçekliği açısından dirilmeyi sağladığı kadar Türkiye içerisinde de şoven, ırkçı ve militarist gerçeğe bir darbe niteliğinde olmuştur. Özellikle PKK’nin Türk devleti karşısında uyguladığı strateji, Kürt hareketlerini, tarihten bu yana imha, inkar ve asimilasyon politikalarıyla bitirmeyle yüz yüze getiren Türk rejimine karşı, milat denilebilecek bir nitelikte olmuştur.
Kürtler “HEP”, devlet “hiç” dedi

Bunun sonucu olarak, askeri alanın yanı sıra ideolojik, siyasi, sosyal ve kültürel alanlarda da Kürt toplumunda önemli değişim süreçleri gelişir. Bu yazımızda daha çok legal siyaset ve parlamento deneyimlerini eksen aldığımızdan 1990’lara doğru bu alandaki gelişmeleri ele alacağız. Bilindiği gibi 12 Eylül askeri darbesinden sonra oluşturulan anayasa tümüyle Kürt gerçeğine kapalı ve inkar ile imhayı derinleştirerek sürdüren bir nitelikteydi. Ancak PKK’nin başlatmış olduğu silahlı savaşım bu sürecin karakterini temelden değiştirmiştir. Kürt halkında günden güne kimlik bilinciyle siyasal bilinç sıçrama yapmıştır. 12 Eylül sonrasında Turgut Özal, partisi ANAP ile iktidara gelerek hükümet kurdu. Özal genelde devrimci hareketler, özelde de PKK için ustalıklı ve tehlikeli strateji, politika ve taktikler geliştirebilen bir düşünce gücüne sahipti.  PKK’nin giderek güç kazanması ve kitleyi de serhildanlara kaldırması, Özal’ı arayışlara sürüklemiştir. Özal, PKK’yi siyasal alana çekerek tasfiye etmeyi planlarken, PKK de bilinçlenen kitle gücünü örgütlü bir yapıya kavuşturacak siyasal bir zemin arayışına girmiştir.

PKK’nin özellikle 1990’lı yılların başından itibaren başlattığı serhildanlar dönemi olarak bilinen süreç, Kürtler ve Türkiyeli demokratlar üzerinde bir hayli etkisini göstermiştir. Bu etki ile dönemin Erdal İnönü liderliğindeki SHP’nin, 14- 15 Ekim 1989 tarihinde Paris’te yapılan Kürt Konferansına katıldıkları gerekçesiyle 7 Kürt milletvekilini (Ahmet Türk, M. Ali Eren, Mahmut Alınak, İsmail Hakkı Önal, Kenan Sönmez, Salih Sümer, İbrahim Aksoy) Partiden ihraç etmesiyle başlayan arayışlar Halkın Emek Partisi’nin (HEP) kurulmasıyla noktalandı.

HEP, 7 Haziran 1990 günü 77 üyenin imzası ile Ankara’da kuruldu. Partinin kurucuları arasında SHP’den ihraç edilen 7 milletvekili ile daha sonra SHP’den istifa eden 4 milletvekili de yer aldı. SHP’nin önemli isimlerinden Aydın Güven Gürkan’ın kurucular arasında yer alması, DİSK eski Genel Sekreteri ve SHP Bursa milletvekili Fehmi Işıklar’ın kurucu Genel Başkan olarak seçilmesi bu partinin Kürt dinamiği üzerinden Türkiye siyasetine yeni bir dönem başlatacağına dair beklentileri beraberinde getirdi. Kürtlerin yanı sıra Türk, Çerkez, Laz gibi etnik kökene sahip farklı temsiller de söz konusuydu. HEP’te devrimci, demokrat ve emek sınıfına dayalı siyasal bir koalisyon sayılabilecek bir temsil de söz konusuydu. HEP başlangıç itibariyle Türkiye’nin siyasal arenasına önemli bir dinamizm kazandırmıştı. Ancak Türkiye “demokrasisi” bu dinamiği hazmedecek bir durumda değildi. Bunun bir nedeni Kürtlerin Türkiye siyaseti içerisinde kimlik kazanması iken fakat en büyük kaygıları ise PKK hareketinin başlattığı mücadelenin korkusu olarak da değerlendirilebilir. SHP’de başını Deniz Baykal’ın çektiği bir grup milletvekili, Kürt milletvekillerinin parti içerisinde öne çıkmasına karşı çıkarak, SHP Genel Başkanı Erdal İnönü’ye muhalefet etmeyi tercih ettiler. Özellikle Leyla Zana ve Hatip Dicle’nin öncülük ettiği Kürt milletvekillerinin parlamentodaki yemin töreninde Kürtçe olarak Türk ve Kürt halklarının bir arada özgürce yaşaması için siyaset yapacaklarını açıklaması, daha ilk günlerden itibaren kamuoyunda büyük bir linç hareketinin başlaması için bir araç olarak kullanıldı. Siyasal linç ortamında HEP’e yönelik kapatma davası açılınca, 25 Haziran 1992 tarihinde Özgürlük ve Demokrasi Partisi (ÖZDEP) kuruldu. ÖZDEP, 4 Temmuz 1992 tarihinde HEP’e katıldı. Demokrasi Partisi (DEP) ise 7 Mayıs 1993 tarihinde Yaşar Kaya’nın Genel Başkanlığı’nda kuruldu.

SHP içerisinde siyaset yapan 18 Kürt milletvekili, parti içerisindeki muhalif duruşları nedeniyle 10 Temmuz 1993 tarihinde SHP’den ihraç edilince, bu milletvekilleri iki gün sonra topluca DEP’e katıldı. Kürt milletvekillerinin farklı bir partide siyaset yapmaya devam etmesi devlet içerisinde büyük bir öfkeye yol açmıştı. Kısa bir süre sonra HEP kapatılırken, 4 Eylül 1993 yılında DEP Mardin Milletvekili Mehmet Sincar kontrgerilla tarafından öldürüldü. Devlet terörü sürerken, 16 Eylül’de DEP Genel Başkanı Yaşar Kaya, Ankara DGM tarafından tutuklandı. Aynı gün, çeşitli partilerden 14 Belediye Başkanı DEP’e katıldı. Kürt partilerine yönelik devlet baskısı sonucu 23 Kasım tarihinde ÖZDEP de kapatılırken, 2 Aralık tarihinde DEP’e de kapatılma davası açıldı. Bu baskı ortamında Olağanüstü Büyük Kongre’ye giden DEP, 12 Aralık tarihinde Hatip Dicle’yi Genel Başkan olarak seçti. 18 Aralık 1993 tarihinde ise DEP Genel Merkezi bombalandı. DEP, 25 Şubat 1994 tarihinde baskılardan dolayı yerel seçimlerden çekilme kararı aldı. 2 Mart 1994 tarihinde DEP milletvekillerinin dokunulmazlığı kaldırılarak, milletvekilleri parlamento çıkışında yaka paça gözaltına alınarak, Kürt siyasetçilerine yönelik bir darbe gerçekleştirildi. Bu tarihte bazı DEP milletvekilleri mecliste günlerce oturma eylemi yaptılar, en son meclisten çıkmak zorunda kalan milletvekilleri meclis çıkışında tutuklandılar. Tüm bu baskılara karşı 16 Haziran 1994 tarihinde DEP’in kapatılacağı ihtimaline karşı 11 Mayıs 1994 tarihinde 40 kurucu üye ile Halkın Demokrasi Partisi (HADEP) kuruldu.

Tarihten geleceğe dersler…

HEP, DEP ve HADEP sürecine kadar yaşanan bu serüvenin kısa da olsa bir özetini yapmaya çalıştık. Türk devletinin 90’larla birlikte ulusal bilinçte sıçrama yapan Kürt gerçekliğine karşı tarihte olduğu gibi bu süreçten sonra da imhaya dönük uyguladığı politika, legal alanda da aynı tarzda uygulandı. Zira devletin bu politikalarının yanı sıra Kürt temsilini Meclise taşımaya yönelik önemli mevziler elde edilmesine rağmen bunun toplumsal alt yapısını oluşturamama ve uzun vadeye dayalı siyasal bir zemin yaratamamanın nedenlerini sorgulamak daha gerçekçi olacaktır. Süreçleri doğru kavramak ve güçlü analizlere gitmek, geleceğe yönelik bunun stratejisini oluşturmak açısından büyük önem arz etmektedir.

Doğru bir siyasi anlayışın ve politik bir tutumun sahibi olamayan kişi ya da kişiler niteliksel bir sıçramayı yakalayamazlar. Bu sıçramayı yaratamayan politik bir güç sisteme eklemlenmekten kurtulamaz. HEP ve DEP süreçleri bu açıdan Kürtlerin kendi kimlikleriyle Mecliste ve legal alanda siyaset oluşturması açısından çok önemli deneyimlerdir. Yukarıda Cumhuriyetin ilk dönemlerindeki trajik tecrübeler açımlandı. Bilindiği gibi bu süreçlerden sonra on yıllarca süren bir ölüme ve imhaya yatırılma durumu yaşandı. Bu açıdan HEP’le başlayan legal süreç esas itibariyle tekrardan bir ilk olmaktadır. Bu nedenle birçok handikap ve risklerle dolu olması kaçınılmazdı. Nitekim öyle de oldu. Özgürlük Hareketinin legal mevziler kazanmasını hazmedemeyen rejim güçleri deyim yerindeyse “elinden geleni ardına koymadı.”  İncelikli yönelimlerden tutalım katletmeye kadar her yol denenmiştir. Devlet SHP üzerinden Kürtlerin bu partileşmelerini kendi çizgisine çekmeye çalıştı. O dönem ki legal parti bileşimleri ise henüz bu yönelimleri karşılayacak ve boşa çıkaracak yeterli bilinç ve tecrübeye sahip değildi. Milletvekillerinin önemli bir kısmı ise devletin alışılagelen klasik siyaset tarzı ve üslubuyla hareket ediyordu. Oysa Özgürlük Hareketi çizgisinin gerektirdiği siyaset tarzı bambaşkaydı. Çünkü her şeyden önce toplumu ve toplumsallığı esas alan bir ideolojik öz taşıyordu. Kürt halkı şahsında yaşanan; tarım devrimi ve yerleşik uygarlığın yaratıcısı olup da sonrasında gelişen egemenlik ve devletlerin boyunduruğu altında her türlü baskı ve katliama maruz kalma gerçekliği ile yine bu eksendeki yeni tarih bilinci geliştirilememiş ve kitlelere mal edilememiştir. Bunu içselleştirme çabasında olan milletvekilleri ise kısa sürede devlet tarafından “cezaevi”ne kapatılmışlardır. Yine önemle belirtilmesi gereken bir diğer boyut ise geçmiş siyasal birikimlerden yeterince sonuç çıkarmadan geleceğe yönelik üstlenilen misyona göre vizyon oluşturamamadır. Bunun yanı sıra kitlesel anlamda biriken önemli bir potansiyel olmasına rağmen bu kitleyi legal alanda işlevli kılacak ve demokratik hak arayışına yönlendirecek bir alt yapı oluşturulamamıştır. Parti kadroları başta olmak üzere kitleye de demokratik siyaset bilinci yeterince kazandırılamamıştır.

Yine diplomasi ve siyaset bilimleri konularında bir uzmanlaşma ve derinleşmenin olmayışı bir boşluğu beraberinde getirmiştir. Bununla bağlantılı olarak, Kürt ulusunun uluslar arası ilişkilerini başta hukuksal açıdan olmak üzere çeşitli yönleriyle ele alan bir yol izlenememiştir. Uluslar arası alanda Kürt halkının meşru davasının hukuki zemini yeterince yaratılamadığı için devletin şiddete dayalı tüm yönelimleri kendi “anayasal” ve “meşru” hakkıymış gibi algılanmıştır. Bu bağlamda devlet “terör” kavramını da istismar etmiştir. Terörün asıl kaynağının tarih boyunca ve günümüzde egemen zihniyet, iktidar ve nihayetinde devlet olduğu gerçeği işlenememiştir. Böyle olunca “terör”ün gerçekte ne olduğu ve nereden kaynaklandığı, büyük ölçüde devletin tekelinde kalan ve saptırılan hususlar olmuştur. En basitinden meclise giren milletvekillerinin kendi anadiliyle konuşması ve kendi kimliğine vurgu yapması, siyasal ve hatta fiziki bir linçin başlatılması için yeterli “neden” olarak görülmüştür. Bunun adı en yalın ifadesiyle “anayasal” kisveye büründürülen devlet terörüdür.
Tüm bu nedenlerden dolayı Kürt halkını ideolojik, siyasi, sosyal ve kültürel olarak temsil düzeyi zayıf kalmıştır. Bu anlamıyla dışarıdan sıkça ve suçlama amacıyla dile getirilen “Kürt partisi” dahi olunamamıştır. Diğer taraftan da HEP’le başlayan geleneğin tüm partileri hep “Türkiyelilik”e vurgu yapsalar da bunun gereklerine de ulaşılamamıştır. Dolayısıyla tam anlamıyla ne Kürt partisi ne de Türkiyeli bir parti olunmuştur. İki arada bir derede durumu aşılamamıştır. Son yapılan özeleştiri ise son derece ilginç olmakla birlikte yaşanan çözümsüzlüğü gözler önüne seriyor: “Türkiyelilik fikrini ön plana çok çıkardığımız için Kürtlük yanımızı ihmal ettik”

Oysa esas sorun yeni paradigma temelinde derinleşememe ve pratikleşememedir. Bu sağlandığı zaman “Kürtlük” ve “Türkiyelilik” ikilemi de aşılır ve buna mahkum kalınmaz. Demokratik, Ekolojik ve Cinsiyet Özgürlükçü teorik ve pratik bir açılım bu tür ikilemlere yer bırakmayan, ama buna kaynaklık eden sorunların çözümünü de içeren,  komünal bir gelişim ve örgütlenme akışkanlığını sağlayacaktır.

Çözümün sahası, kadının acılı zemini

Söz konusu legal parti geleneğinin cinsiyet özgürlükçü pratiğinin de irdelenmesi son derece önemli olmaktadır. İçinde yaşadığımız çağda cins çelişkisinin ana eksen haline gelmesi itibariyle tüm örgütlenmelerin demokratiklik ve özgürlük ölçütü, kadının kendi kimliği ile her alanda olduğu gibi siyasal alana da katılımıdır. Kadınların demokratik, eşitlikçi ve özgür bir toplumun yaratılması mücadelesinin temel özneleri olmaları gerektiği bilinci daha fazla gelişecektir. Dolayısıyla tüm parti ve örgütlerin anlayışlarını, iç tüzük ve programlarını bu esas üzerinden değerlendirip,  politikalarını da buna göre belirlemeleri kaçınılmaz olmaktadır.

Kadının kendi öz gücüne dayalı, cins bilinciyle sağlayacağı bir katılım, toplumun klasik ve geleneksel tabularına bir darbe olacağı gibi erkek egemenlikli sistem ve siyaset anlayışını da aşacak bir çözüm gücü olacaktır. Siyasal mücadele sahasında özellikle Kürt kadını açısından da tarihten günümüze kadar bakıldığında, Özgürlük Mücadelesinin sonucu, ilk kez bu kadar aktif bir katılım sağlandığı görülmektedir. Kürt kadınının siyasette yer alarak kendi özgücüne dayalı ve kendi kimliğiyle politika belirlemesi buna göre perspektif sahibi olması Kürt toplumundaki feodal ve geleneksel kalıpları alt üst etmesi anlamına gelmektedir.

Geçmiş HEP ve DEP pratiklerine bakıldığında kadın örgütlenmelerine öncelik verilmediği iç tüzüklerine de yansımaktadır. Yerel yönetimler, hukuk ve adalet, dış ilişkiler ve savunma, sosyal politikalar, çevre ve ekonomi bölümlerine ilişkin birçok karar olmasına rağmen kadının örgütlenmesine yönelik ciddi anlamda bir karara ulaşılmamıştır. Bu tür örgütlenmelerin, yoğunluk kazandığı dönem Halkın Demokrasi Partisi (HADEP) dönemi ile 1990'ların ikinci yarısında ortaya çıktığı görülüyor. HADEP'in ilk olağan genel kurulunun ardından parti meclisinde bir kaç kadının yer aldığı görülmüştür. Parti programında devletin ve toplumu demokratikleştirilmesi için yapılacakların sıralandığı bölümde; 'kadın-erkek eşitliği'nin sağlanması için yapılacaklara da yer verilmiştir. Zamanla kadınların katılımına paralel olarak HADEP’te kadın birimleri oluşturulmuştur. 1997 yılından itibaren kadın birimlerinin merkezileşmeye ve kendi içinde bir koordine oluşturmaya başlamaları değişimin işaretini vermiştir. Yerel örgütlerdeki kadınların, merkezi bir kadın birimi ile koordineli olarak çalışmaya başlamalarına paralel olarak parti içindeki cinsiyet ayrımcı pratiklerin farkına varmaya başlamaları ile eş zamanlıdır.

Asıl radikal değişimin ise HADEP'in 2000'de gerçekleştirdiği kongrede ortaya çıktığı belirtilmelidir. Bu kongre ile kadın ve gençlik kolları kendi yönetimlerini seçme hakkına sahip olan özerk örgütler olarak tanınırken, daha da önemlisi, ek 4. madde ile "pozitif ayrımcılık" ilkesinin tüzüğe eklenmesi olmuştur.

Bu kongredeki tüzük değişikliği oldukça dikkat çekici niteliktedir. Pozitif ayrımcılık ilkesini düzenleyen maddeye göre “HADEP'in karar ve yönetim organlarında kadınların emekleri ve katılım düzeyleri oranında yer almaları önündeki toplumsal engeller ortadan kaldırılana kadar pozitif destek sunulması gerekmektedir. Kadınların bütün yönetim ve karar organlarında 1/4 oranında temsil edilmesi gerekmektedir. Bu oranın bulunmaması durumunda var olan sayı ile yetinilecektir. Bu kuralın uygulanmasına ilişkin ayrıntılı düzenlemeler yönetmelikle belirlenir.” Görüldüğü üzere 90’lardan sonra Özgürlük Mücadelesinin zirveleşmesiyle beraber kadın mücadelesinin siyasal alana sıçramasına ve politik bir dil kazanmasına yol açmıştır. Sonrasında bu gelişim DEHAP ve DTP ile artarak sürmüştür. Son meclis tablosunda gerek genel gerekse DTP açısından nicel durum belli bir gelişimi işaret etse de belirleyici olacak olan, bundan sonra ulaşılan özgürleşme ve bilinç düzeyinin bu sahada ne derece temsil edilip pratikleşeceğidir. Bu sahadaki başarı düzeyinin, daha fazla dikkatlerin merkezinde ve daha etkili olacağı kuşkusuzdur. Ama bunu tüm mücadelenin merkezine oturtmak da gerçekçi olmayacaktır. Belirleyici çözüm sahası; iktidar ve erkek egemenliğinin an be an ölüme ve intihara sürüklediği, psikolojik ve sosyolojik cendereye aldığı ve sıkıştırdığı, her gün bin bir zorlukla boğuşan kadının acılı zeminidir.

SONUÇ

1990 yılındaki HEP deneyiminden sonra Özgürlük Hareketi, legal alanda bir kez daha Türk parlamentosuna –devletin çok çeşitli baskı, yönelim ve karşıt planlamalarına rağmen – 20’yi aşkın milletvekiliyle girdi. Bu, parlamentonun başta komisyon çalışmaları olmak üzere diğer fonksiyonel çalışmalarına katılım hakkı veren grup sayısına ulaşmayı ifade ediyor.

Özgürlük Hareketinin 30 yılı aşkın mücadelesinin sonucunda rejimin legal alanında önemli kazanımlar sağlanmıştır. Parlamentoya giriş de bunun sonucudur. Ancak bunun stratejik bir kazanım olarak değil de dönem açısından önemli bir mevzi olarak değerlendirilmesi daha gerçekçi olacaktır. Devlet bu kazanımı kullandırtmamak için öncesinde olduğu gibi sonrasında da elinden geleni ortaya koyacaktır. O halde bu kazanım en iyi biçimde nasıl değerlendirilecektir? Anlayış, yaklaşım, tarz ve tempo nasıl olmalıdır gibi sorular önem kazanmaktadır.

Her şeyden önce meselelere “legalite” penceresinden ziyade “meşruluk” açısından bakmak gerekir. Çünkü devletin kendisince legal olarak ifade ettiği sınırlar, öz itibariyle Kürdün inkar ve imhasını içermektedir. Sınırlı bazı özgürlükler içeren maddeler ise     “ama”larla daraltılmıştır. Legal sınırlar meşru hak ve mücadele anlayışı ile etkisizleştirilebilir. Kendi haklarının bilincine varmış ve onun yine bilinçli ve etkili mücadelesini veren insanlar başarıyı yakalar. Meşru hakların ortaya konmasında politika kadar hukuk biliminin yeri belirleyicidir.

Kürt parlamenterlerin esas faaliyet sahası Kürdistan olmalıdır. Milletvekili Kürdistan’da halkın siyasi, sosyal, ekonomik, güvenlik, kültürel ve diğer alanlarda, başta devletin yönelimlerinden kaynaklı zorluklarını, ihtiyaçlarını ve taleplerini bizzat zemininde yaşamalı, görmeli ve hissetmelidir. Halkla sürekli ve sistematik bir ilişkilenme içerisinde olmalıdır. Yanı sıra halkın örgütlü gücü olan sivil toplum örgütleri, dernekler, vakıflar, halk meclisleri vb yapılanmalarla eşgüdüm içerisinde olunmalıdır.  Bu yönlü ulaştığı tüm veri ve sonuçları planlamaya kavuşturarak, legal kanalları ve parlamentoyu azami derecede işletmeli ve kullanmalıdır. Bu yönlü rejimin çıkardığı tüm engelleri teşhir etmeli ve kamuoyunu sürekli duyarlı kılmalıdır. Tarz ve temposunda devamlılık, istikrar, kesintisiz duyarlılık esas olmalıdır.

En önemlisi Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın sağlığı, güvenliği, yaşam koşulları, uygulanan tecrit ve “hücre cezaları”, sürekli olarak soru önergeleriyle meclis gündemine getirilmeli ve komisyonlar da bu amaçla işletilmelidir.

Bunun yanı sıra yeni anayasa hazırlıkları bağlamında Kürt halkının haklarının tüm boyutlarıyla içerlendiği, faşist ve şovenist anlayışın ortadan kaldırıldığı ve özgürlüklerin esas kılındığı anayasa taslağı çalışmalarının geliştirilmesi son derece önemli olmaktadır.
Bu bağlamda kadın milletvekillerinin misyonunun daha bir ön planda olduğu, diğer kadın parlamenterlerin de cins bilinci ve özgürlüğü anlayışıyla bu çalışmalara katıldığı bir çalışma tarzı daha fazla başarı getirecektir.

Kürdistan Stratejik Araştırma Merkezi

Geçmişten Günümüze Kuzey Kürdistan'da Legalite Ve Parlamento Deneyimleri -1

Bu yazımızda Kürtlerin Osmanlı’dan günümüze, öncelikle parlamentolar olmak üzere legal çalışma alanlarındaki deneyimlerini irdelemeye çalışacağız. Elbette bu konuda kaynak sıkıntısının olacağı muhakkaktır. Çünkü her şeyden önce, egemen devletler, konu Kürtler olunca tekellerindeki kaynakları ya gizlemekte ya da tahrif edip çarpıtarak yayınlamaktadırlar. Bu çalışma da ulaşılabilen kaynakların objektif değerlendirilmesi sonucunda ortaya çıkmıştır. Ancak belirtildiği üzere kaynaklar son derece sınırlı olduğundan eksik ve yetmez olduğu belirtilebilir. Yine de eldeki veri ve bilgilerden hareketle konuya dair en geniş fotoğrafa ya da fikirlere ulaşılmaya çalışıldı.

A - OSMANLI DÖNEMİNDE KÜRTLERİN LEGAL DENEYİMLERİ

1800’lü yıllara kadar bir bağımlılık ve yer yer çatışmalar olsa da, Osmanlılarla büyük oranda barış içerisinde yaşayan Kürtler, II. Mahmut’un emirlik ve beyliklerini merkezi otoriteye bağlama faaliyetleri sonrasında rahatsızlık ve huzursuzluk duymaya başladılar. Bu durum bir isyan silsilesini de ateşledi. 1806 yılında “Babanzade Abdurrahman Paşa” isyanı bunun ilk halkasını oluşturur.

Osmanlı, girdiği bunalımlı süreçlerin ve ağır savaşların bedelini zor ve baskıyla halktan karşılamaya çalışır. Asker temini ve ağır vergilendirme, halkın en temel sorunu haline gelir.

Tamamen egemenlik altına alınmak istenen topraklar, imparatorluğun izni olmadan veya başka bir biçimde tapu verilmedikçe, tüm toprakların Osmanlı imparatorluğuna ait olduğu öne sürülür.

Emirliklerin otonom statülerine son vermek isteyen merkezi devletin yeni yaklaşımı ve hukuku, doğal olarak beyleri isyancı pozisyonuna düşürmekteydi. Bunun sonucu olarak, Osmanlı imparatorluğunda durmak bilmeyen ayaklanmalar baş gösterir. Çıkarılan yeni yasalarla da eyaletler kontrol altına alınmaya ve sınırlar korunmaya çalışılır.

Meşrutiyet, Meclis-i Mebusan ve Kürtler

19. yüzyılın ikinci yarısında, imparatorlukta yaşanan çalkantı iyice boyutlanır. Diğer taraftan da Batı’da gelişen halk hareketleri ve her alandaki tarihi değişimlerin etkisi günden güne etkili olmaya başlar. Osmanlı’da da yeşeren aydınlanma, padişahı ve yetkilerini zorlama ve sınırlama sürecine sokar. Başlayan aydınlanma hareketi üzerine, 23 Aralık 1876 yılında I. Meşrutiyet ilan edilir. Aristokrasi sınıfının katıldığı seçimlerle (bir bölümü de atamayla) oluşturulan Meclis-i Mebusan, Osmanlı imparatorluğunda “parlamenter sisteme” geçişin başlangıcı olur. Padişahın, o zamana kadar bazı “ferman”larla sınırlanmış da olsa, tek başına kullandığı otorite, bundan böyle kendisiyle meclis arasında taksim edilecekti. Oluşturulan meclis 115 üyeden oluşmaktaydı. Ancak bu mecliste kaç Kürt milletvekilinin yer aldığı bilinmemektedir. Zaten bu dönemde parçalanmadan arta kalan Osmanlı topraklarında “ümmet” ve “Osmanlı” kimlik duygusu hala ağır basmakta etnik ya da ulusal duygular ise yeni yeni yeşermektedir.

Sonraki süreçlerde, Kürt beyliklerine savaş açan II. Mahmut’un takipçilerinden II. Abdülhamit, bu politikaları değiştirmeden fakat Kürtlerle savaşmak yerine onlara karşı dost gibi görünerek kullanmayı daha akıllıca bulur. Kendi adıyla kurdurduğu Hamidiye Alaylarıyla birlikte İstanbul’da kurulan Aşiret Mektepleri faaliyetiyle de Osmanlı’ya, dar bireysel ve aşiretsel çıkarlar temelinde bağlı işbirlikçi bir tabaka yaratmayı amaçlar ve bunda epeyce de başarılı olur.
1800’lü yıllar boyunca süregelen Kürt hareketleri ve isyanlarında daha çok aşiret ilişkileri ön planda iken 1900’lü yıllara doğru ulusalcı bir akımın ortaya çıktığı görülür. İlk Kürtçe yayın olan Kürdistan gazetesi, 9 Nisan 1898 (9 Nisan 1314) tarihinde Bedirhan Bey’in oğullarından Mithat Bey tarafından Kahire’de yayınlandı. Toplam 31 sayı çıkan bu gazete, Kahire’den sonra Cenevre, Londra ve Folkstone’da (İngiltere) yayınlandı.

19. yüzyılın sonlarında ortaya çıkan ve giderek güçlenen İttihat ve Terakki fırkası, Kürtlerin ve Ermenilerin dikkatini çekerek, aydınlarının birlikte hareket etmelerini sağlar. Bu dönemde de, Kürtlere karşı Osmanlıcılık ve İslamcılık kavramları altında çok sinsi bir politika izlenir. Bu iki kavram çok iyi kullanılarak Kürtlerin eritilmesi hedeflenir. II. Abdülhamit döneminin sonunda, 23 Temmuz 1908’de, II. Meşrutiyetin ilanıyla aynı yılın Kasım ve Aralık aylarında mebus seçimi yapılır. Seçimlerin sonunda İttihat ve Terakki çoğunluğu sağlar. 4 Aralık 1908 – 1912 dönemi Meclis-i Mebusan’ında 142 Türk, 60 Arap, 25 Arnavut, 23 Rum, 12 Ermeni (bunlara 4 Taşnak ve 2 Hınçak mensubu dahildi), 5 Yahudi, 4 Bulgar, 3 Sırp ve 1 Vlah mebus bulunmaktaydı. İdeolojik altyapısı dönem içinde şekillenmeye devam edecek olan İttihat ve Terakki Fırkası yaklaşık 60 mebusun desteğine sahipti. Anlaşıldığı üzere Kürt mebuslar “Türk” ya da diğer bazı uluslardan gösterilmiştir. Bu dönem içinde sadece Babanzade İsmail Hakkı (Bağdat) Kürt olarak geçmektedir. Kürdistan vilayetlerinden ise 28 mebus görünmektedir.

II. Meşrutiyet döneminin ikinci Meclisi Mebusan'ı padişahın birincisini 18 Ocak 1912’de feshetmesi ve yapılan seçimlerden sonra, 18 Nisan 1912’de toplandı. Bu Meclis, 5 Ağustos 1912’de, içte ve dışta siyasi ortamın gerginleşmesi nedeniyle Gazi Ahmet Muhtar Paşa'nın önerisi ile feshedildi. Balkan Savaşı nedeniyle seçime gidilemedi ve sıkıyönetim ilan edildi. Bu dönemde Kürdistan’dan 41 mebus mevcuttur. Kürt olarak sadece şu isimler geçmektedir:

•    Babanzade Hikmet Bey (Süleymaniye, MUSUL,  İttihat ve Terakki)
•    Babanzade İsmail Hakkı (Divaniye, BAĞDAT, İttihat ve Terakki)
•    Babanzade Ahmet Naim Bey (Basra, BASRA, İttihat ve Terakki)
•    Muhammed Hamza Bey (Müntefik, BASRA, Bağımsız)

Babıâli Baskını sonrası şartlarında, 1914'te tek parti düzeninde seçime gidilmiş ve 5. Meclis-i Mebusan üyeliklerinin tamamını İttihat ve Terakki elde etmiştir. Bu Meclis 1. Dünya Savaşı boyunca bu haliyle faaliyetlerde bulunmuştur. Bu mecliste Kürt olarak tanıtılan hiçbir isme rastlanmamaktadır. Kürdistan’dan 5 mebus bulunmaktadır.

Son Osmanlı Mebusan Meclisi, 12 Ocak 1920'da ilk toplantısını, 18 Mart 1920'de son toplantısını yapmış, üyelerinin bazıları İstanbul'daki işgal güçleri tarafından tutuklanarak sürgüne gönderilmiş, önemli bir kısmı ise Ankara'ya geçerek kurulacak Büyük Millet Meclisi'nin 1. Dönemi'nin nüvesini oluşturmuş, resmen kapatılışı ise yine işgal güçlerinin baskısıyla padişah VI. Mehmet Vahdeddin'in 11 Nisan 1920 tarihli kararıyla gerçekleşmiştir. Bu mecliste Kürdistan’ın çeşitli vilayetlerinden 25 – 30 arası milletvekili görünmektedir. Kürt olarak tanıtılan hiç kimse yoktur. (Vikipedi, özgür ansiklopedi)

Bu meclislerde genel olarak İttihat ve Terakki fırkasının kendi siyasetine yakınlık duyan ve Kürt ulusal davasından uzak olan kişileri seçtiği tahmin edilmektedir. Osmanlı Meclislerinde mebus olmayan Kürt siyasetçilerinin genelde İttihat ve Terakki fırkasının yürüttüğü ırkçı (Türkçü) politikalarına güvenmeyerek uzak durmayı tercih ettikleri varsayılabilir. Kürtlerde bu durum yaşanırken, aynı tarihlerde Balkanlarda bu tavır daha farklıdır. Makedonlar, Bulgarlar, Arnavutlar ve Sırplar büyük oranda ulusal davaları gereği Osmanlı Devletinin meclisine mebus göndermeyi reddederek protesto etmişler ve üzerinde yaşadıkları topraklarda kendi ulusal meclislerini kurma çalışmaları yürütmüşlerdir. Bu bölgelerden Osmanlı meclisine mebus göndermek, bağımsızlıkları için mücadele eden gruplar tarafından suç sayılmaktaydı. Kürtlerde ise buna benzer,  Osmanlı meclisine karşı açıkça ortaya konmuş siyasi bir tepki görülmemektedir. 1908–14 yılları arasında mebus olan çoğu Kürt, bağımsız Kürt devletini hedefleyen 1880 Şeyh Ubeydullah isyanının tanığı olmaktadır. İsyandaki ulusal tavır 1908 sonrasında devam ettirilmemiştir. (Haydar Koç, Osmanlı Meclislerinde Kürt Mebusları)  
Kürtlerin bu yetersiz yaklaşımları ve dış destekten yoksunluk, İttihatçıları daha da cesaretlendirir. Bir yandan Kemalist hareketin güç kazanması diğer yandan abartılmış “Ermeni tehdidi” ve ulusal haklarının tanınacağı yolundaki vaatler, Kürtleri pasifize edip sisteme bağlar. Diğer yandan ulusal amaçlar doğrultusunda çok sayıda Kürt cemiyet ve dernekleri kurulur. Kürtçe ve Kürtlükle ilgili gazete ve dergiler çıkartılır. Söz konusu bu cemiyetlerde, gazete ve dergilerde, kurucu, üye ve çalışan çok sayıda Kürt aydını ve yurtseveri yer alır. Seyit Abdülkadir, Dr. Şükri Sekban, Babanzade Naim, Mehmet Ali Bedirhan, Ferit Fuat Paşa, Babanzade Şükrü, Müküslü Hamza, Mevlamzade Rıfat, Mehmet Şefik, Mehmet Mihri, Emin Ali Bedirhan, Mithat Bey, Bediiüzzaman Said-i Nursi, Dr. Abdullah Cevdet, Şerif Paşa, Cemilzade Ömer ve Kadri, Fuat Temo, Cerrahzade Memduh Selim, Kerküklü Necmettin Hüseyin, Abdülaziz Baban, Mutkili Halil Hayali, Prof. Babanzade İsmail Hakkı, Yusuf Ziya, Kemal Fevzi, Cemil Paşazade Kadri (Zinar Silopi) ve Ekrem, Koçgirili Alişan, Dersim’li Alişer, Dr.Nuri Dersimi bunlardan bazılarıdır.

1914 yılına gelindiğinde Batılı başkentlerin desteği ve Kürtlerin çoğunlukta olduğu bölgelerde “Ermeni Devleti”nin kurulacağına dair plan ve pazarlıkların olduğu yönünde yayılan haberleri alan Kürt ileri gelenleri ve aydınları, örgütlenmelerini sıklaştırmaya başlar.  Kendilerini Ermeni tehdidi altında hisseden bu çevreler, varlıklarını korumanın çarelerini arar. Yaşanan bu kaygılardan dolayı Kürt aydınları ve kurumları (dernek, örgüt, gazete, dergi vs.) bu tarihten sonra Kürdistan’a taşınarak örgütlenmeye çalışır. Ancak, Kürtlerin içinde bulundukları geri koşullar, feodal bölünmüşlük, gelişmemiş toplumsal doku, aşiretler arası düşmanlıklar gibi nedenlerle, Kürtler kendi özgün yollarını yeterince çizemedikleri gibi, güçlü bir toplumsal hareketi de yaratamadılar. Oluşturulan dernekler de dar ve güdük kalır. Ayrıca, bölgede etkili olan İngiliz, Fransız ve Ruslar, Kürtleri desteklemeleri bir yana onlara karşı her türlü komplo ve istismarı geliştirmişlerdir.

Bu dönemde Osmanlı Devleti Trablusgarp, Balkan ve I. Paylaşım savaşlarına girer. Girdiği tüm savaşlardan yenilgi ve toprak kayıplarıyla çıkar. Kürdistan’ı işgal altında tutan çarlık Rusya’sı ise, 17 Ekim 1917 Devrimi dolayısıyla geri çekilir. I. Paylaşım savaşının hemen ardından, 21 Aralık 1918’de yeni seçimler yapılmak üzere eski Meclis feshedilir. Ankara’da olağanüstü yetkilere sahip ve Osmanlı hanedanının denetimi dışında bir meclisin açılması kararı alınır. Kurucu Meclis ve seçimlerle ilgili 19 Mart 1920'de bir bildiri yayınlar. 22 Nisan 1920'de yapılan çağrı ile parlamento 23 Nisan 1920 günü toplanır. Bir sonraki gün, 24 Nisan 1920'de San Remo Konferansı’nda kararlaştırılan Sevr Antlaşması, 11 Mayıs 1920'de incelenmek üzere Osmanlı Hükümeti'ne gönderilir. Kürt temsilci olan Şerif Paşa da 10 Ağustos 1920'de imzalan Sevr Antlaşma masasına oturur. Sevr Antlaşması"nın 62. maddesi, "Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı bölgelere yerel otonomi" verilmesini öngörmekteydi. 64. madde ise, "Kürt halkının bağımsızlık elde etmesinin yolunu açmaktaydı. 20 Ocak 1921’de ise Ankara’daki BMM’nde (Büyük Millet Meclisi) 24 maddelik çok kısa bir anayasa hazırlanır. Sergilenen politik yaklaşımlar sonucu, hazırlanan Anayasa’da, ayrıntılı hükümlere yer verilmez. Hak ve hürriyetler, yasama ve yargı gücü gibi temel konular, Anayasa'da belirtilmez. Açığa çıkan gerçeklik, birbirine yakın tarihlerde Kürtlere verilen vaatler ve temeli oluşturulmaya çalışılan cumhuriyetin kuruluş amaçları büyük bir çelişki arz etmektedir.

B - TC’NİN KURULUŞ SÜRECİNDE KÜRTLER

Alman-Avusturya ittifakıyla girdiği Birinci Emperyalist Paylaşım savaşından yenik çıkan Osmanlı İmparatorluğu, savaşın galipleri olan İngiltere, Fransa, İtalya ve Yunanistan arasında paylaşılarak işgal edildi. Anadolu (Türkiye) ve Mezopotamya (Kürdistan) topraklarında gelişen fiili işgale karşı bu topraklarda yaşayan halkların da direnişi gelişti. Ege’de Yunan ordusunun ilerleyişini, doğrudan kendi örgütleyip yönettiği Kuvvay-ı Seyyariye birlikleriyle Gediz’de durduran Çerkez Ethem oldu. Batı Kürdistan da gelişen Fransız işgaline karşı Tolhildan, Dilok ve Ruha’da Karayılan ve Sütçü İmam gibi yerel öncülerin örgütleyip geliştirdikleri milis hareketleri ortaya çıktı. Güney Kürdistan’da İngiliz işgaline ve onun Bağdat’taki kukla hükümetine karşı Şeyh Mahmut Hafid Berzenci ve Şeyh Ahmet Barzani-Mele Mustafa Barzani öncülüğünde topyekûn direniş gelişti.

Anadolu ve Mezopotamya halklarının tamamen kendi özgüçleriyle oluşturup geliştirdikleri bu kararlı direniş hareketlerinin, emperyalist işgale karşı yarattığı yüksek moral ve atmosfer, muzaffer Sovyet devriminin kuzeyden gelen zafer dalgasıyla da buluşunca, zamanın konjonktürel koşullarında ortaya, derinliği ve kapsamı bugünden o günlere kabaca bakılarak görülüp anlaşılması mümkün olmayan muazzam mücadele imkânları ve büyük kurtuluş umutları yarattı. Fakat ne var ki, ne Anadolu’da ne de Mezopotamya’da kendi başlarına örgütlenip gelişen bu direniş güçlerinin hiç birisi, söz konusu konjonktürel imkânları değerlendirerek, bölge halklarının özlemlerine ve çağın koşullarına uygun yeni bir toplumsal ve siyasal örgütlemeye dönüştürme güç ve yetisine sahip değildi. Olağanüstü özverili, sonsuz mücadele azim ve kararlılıklarına rağmen halkların, doğal toplumda çakılıp kalmış üretim biçimleri, üretim ilişkileri ve üretim güçleri ile bunun ürünü olarak oluşabilmiş toplumsal siyasal bilinç ve örgütlülük düzeyleri son derece geri ve yetersizdi.
Her şeyden önce sınıf mücadelesinin 20. yüzyılda doruğa ulaşarak, daha önce hiç olmadığı oranda derinleşen kaygan, keskin ve bıçkın zemininde gelişen bu direniş hareketlerinin öncüleri ve bu öncülerin harekete geçirdiği yığınlar, emperyalizm ve proleterya devrimleri çağına denk düşen bir sınıf bilincinden ve deneyiminden yoksundular. Bu coğrafyaya dışarıdan gelen yağmacı/talancı Selçuklu ve Osmanlı despotlarının, yerel işbirlikçileriyle birlikte bölgede kurdukları bin yıllık yağma ve talan düzeninin içinde; tarım devrimi ile yerleşik uygarlığın maddi ve kültürel bütün değerlerini yağmalarken, bunların yerine hiçbir şey üretmeden, tarım devrimi ve uygarlığın yaratıcıları ve geliştiricileri yerli halkları da kapalı toplum içinde bastırıp kıstırarak özellikle zihinsel düzeyde üretimin dışına iterek neredeyse kısırlaştırmışlardır. Tarım devrimiyle yerleşik uygarlığın yaratılıp yeryüzüne yayıldığı bu cennet coğrafyada, insanlık için toplumsal yaşam katlanılması zor, ağır bir zulüm; toplumsal mücadele de patolojik bir didişmeye, kendiliğindenci bir kör dövüşüne ve mazlum Ermeni halkına yapıldığı gibi soykırımcı katliamlara dönüşmüştür.

Halkların geliştirdiği mücadelenin ürünü olarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan sonra M. Kemal ve İttihatçı avenesi tarafından vatan haini ilan edilen fakat esasında, sade ve gözü pek bir direniş kahramanı olan Çerkez Ethem, galip devletler tarafından terhis edilerek lağvedilen Osmanlı ordusunda bir küçük zabit (çavuş) olarak bütünlüklü bir ideolojik çizgi, dünya görüşü ve dolayısıyla politik bir bilinçten yoksundu. O, küçük ve orta boy askeri birliklerle, büyük sonuçlar sağlayabilen yalın bir eylem adamıydı. Adına yakılan halk türkülerinde, “Fransız kurşunu değmez adama” diyen Karayılan’dan Sütçü İmam’a, Kürdistan’da gelişen yerel milis hareketlerinin öncüleri de her bakımdan yetersiz ve mahalli nitelikteydiler. Güney Kürdistan’da ise Şeyh Ahmet Barzani’nin, Barzan aşiretine uyguladığı; özel mülkiyeti ev ekonomisinin temel gereksinimleriyle sınırlayan ve kaynağını doğal toplumdan aldığı açıkça görülen bütünlükçü, paylaşımcı ancak cins bilincinden yoksun kadın eksenli yaşam uygulamaları (bunlar yitik tarihimize dönük kararlı arayışımızda dikkatle incelenmesi gereken tarihsel değerlerimizdendir) çarpıcıdır. Yine bu dönemde, çevredeki aşiret liderlerini örgütleyerek Osmanlı sarayından, anadilde eğitim ve öteki haklar için örgütlü resmi taleplerde bulunmuştur. Birlikte savaştıkları Şeyh Mahmut Berzenci’nin İngiliz işgal güçlerine karşı savaşırken yaralı olarak esir düşmesinin ardından, kardeşi Mele Mustafa Barzani ile emperyalist işgale karşı sürdürüp geliştirdiği kararlı direniş elbette ki her bakımdan takdire şayan olmakla birlikte, geneli kucaklayan, merkezi ve bütünlüklü bir toplumsal-siyasal örgütlü güce ulaşmaktan - Şeyh Mahmut Berzenci, Şeyh Ahmet ve Mele Mustafa’nın kişisel niyet ve yeteneklerinin çok ötesinde ve üzerinde seyreden tarihsel ve dönemsel gerçeklerden dolayı - yoksun kalmıştır.

Bu koşullarda, Osmanlı toplumsal yapısı içinde dönemin tek örgütlü gücü olan İttihat - Terakki çetesi, bölge halklarının emperyalist işgale karşı gelişen direniş eylemlerinin sonuçlarını ve bu halkların bütün potansiyel güç ve imkânlarını kendi yağmacı, çapulcu ve çeteci emellerinin potasında toparlayarak, bölge halklarının kuralsız asimilasyonu ve özellikle Kürt halkının inkârı ve imhası doğrultusunda kullandı.

Toplumsal yaşam ve mücadelede duyduğu zorunlu maddi ve zihinsel gereksinimlerini yerleşik bir toplumsal yaşam ve mücadele zemininde doğrudan kendi kol ve kafa emeğiyle üretme zihniyetinden ve yeteneğinden yoksunluk…  Bu yöndeki genel yaşam gereksinimlerini, oluşturup geliştirdiği egemen kaba güç örgütlenmesi (akıncı yağma çeteleri, düzenli ordu ve devlet araçları) ve ince kurnazlık (analitik zeka ürünü egemen politika) yöntemleriyle toplumları ve bireyleri korkutup katlederek, aldatıp dolandırarak yaşamayı kendine meslek edinmiş, sınıf dışı ama örgütlü lümpenler güruhu… İşte İttihat ve Terakki fırkası ve onun Osmanlı imparatorluğu içinde değişik amaç ve adlarla geliştirdiği tepeden inme kurumsal örgütlenmelerinin; Kürdistan ve Anadolu’da yüz yıllarca esen yağma, talan ve çapul fırtınasının bireyi ve toplumu iç sürecinde kırıp parçalayarak yatalak bırakan sadist saldırganlığının yazımıza konu olan versiyonunun adıdır. Yıkılan Osmanlı imparatorluğunun molozları üzerinde inşa edilen TC devleti ve Türk uluslaşmasının kuruluş sürecinde Kürtlerin yeri, rolü ve parlamento deneyimlerini özetlemeye çalışacağımız dönemin tarihsel gerçekliklerinin bazı belirgin özellikleri bunlardır.

“TC’nin ve Türk ulusunun temellerinin atıldığı, Kürtlerin ise inkâr ve imha hazırlıklarının el altından gizlice yapıldığı 1919–24 arası kuruluş sürecinde Kürtlerin rolü ve yeri nedir?” sorusunun resmi Türk tarihi kayıtlarındaki yanıtı sadece bir “hiç”tir (!).  Okul eğitimleri için hazırlanan her düzeydeki eğitim kaynaklarında, kamuoyuna sunulan öteki bütün döneme özgü belgelerde, resmi tarihte, resmi siyasette ve resmi sanat - edebiyatta Kürtler ve Kürdistan yoktur. Peki, gerçekten böyle midir?

İki Kongre:

Yer: Erzurum/Sivas – Kürdistan,
Temeli atılan: Türkiye Cumhuriyeti
Kuyusu kazılan: Kürtler

Bütün Osmanlı aydınları gibi İttihat Terakki fideliğinde yetişen ve kendisi de nitelikli bir İttihatçı olan M. Kemal, işgalci İngilizlerin vesayeti altında olan Sultan Mehmet Vahdettin’den aldığı yetki ve talimatla, Anadolu ve Kürdistan’da emperyalist işgalcilere ve İstanbul hükümetine karşı gelişen direniş hareketlerini tespit ve bertaraf etmekle görevli olarak, Mayıs 1919’da Samsun’a gelir. Oysa İstanbul’dayken çoğunluğu Osmanlı ordusundan terhis edilmiş asker, bürokrat, İttihatçı aydınlar ve bunların örgütleyip geliştirdiği gizli kurumlarla sıkı ilişki içinde olan M. Kemal, Sultan Vahdettin’in kendisinden tespit ve bertaraf etmesini istediği direniş hareketlerini denetim altına alıp toparlayarak, yeni bir devlet ve ulusun kuruluşu için kullanmayı tasarlıyordu. Gerçekte bu amaçla Samsun’a gelen M. Kemal’in, söz konusu amacına ulaşması için, kendisi gibi İttihat Terakki fideliğinde yetişmiş asker ve bürokrat elit bir örgütlü çevrenin dışında örgütlü gücü yoktu. Dahası böylesine sınırlı ve elit durumdaki M. Kemal ve örgütlü çevresinin, en başından beri tasarlayarak kararlaştırdıkları amaçları, Türk devlet ve ulus örgütlemesine ilişkin dost - düşman herkese ilan edebilecekleri aleni bir mücadele programları da yoktu. Lozan antlaşmasından sonra uygulamaya konulan ve o gün bugündür “Atatürk inkılâpları” ya da “Kemalist devrimler” olarak bilinip anılan program bileşenlerinin; Cumhuriyetin ilanından Hilafetin kaldırılmasına, Latin alfabesine geçişten, kılık-kıyafet düzenlemesine kadar hemen tümü İttihat Terakki’nin daha önceden hazırlayıp da uygulamaya geçiremediği program bileşenleridir. Bir başka deyişle Kemalizm, İttihatçı zihniyetin bu dönemin koşullarına uyarlanmış bir versiyonudur.

İttihat Terakki’nin bir de bilinen o yağmacı, devşirmeci ve çapulcu zihniyetinin ürünü olan programı vardı ki, yukarıdan aşağıya doğru devlet zoruyla uygulanacak kuralsız asimilasyon stratejisiyle bölgenin yerleşik halklarının inkar ve imhasının ürünü olarak bir Türk uluslaşmasını hedefleyen bu program, M. Kemal ve örgütlü asker, bürokrat ve İttihatçı çevresi tarafından, dönemin koşullarına göre politik-taktik boyutlarıyla düzenlenerek esasta olduğu gibi uygulandı. İşte Erzurum kongresi, M. Kemal ve çevresinin bu gizli programını uygulamaya koyma, Türk devleti ve Türk ulusunun kuruluş temelini atma; Kürtler için de Lozan antlaşmasına kadar sürecek olan korkunç bir alavere - dalavere ve aldatılma içinde geçen parlamento deneyimlerinin başlangıcı oldu.

M. Kemal ve örgütlü çevresinin hep birlikte içinde yetiştikleri İttihat Terakki fideliğinde, olduğu gibi özümseyerek devir aldıkları örtülü ve açık programları kesin ve net olmasına rağmen daha önce de belirtildiği gibi Anadolu ve Kürdistan halklarının yeterli bilinç ve örgütlülük düzeyi yoktu. Bu halklar kendi etnik ve kültürel dokuları içinde yaşamaktaydılar. Bunlardan, İttihatçıların ve M. Kemal’in oluşturmak istedikleri resmi Türk uluslaşmasına etnik temel olarak alınan Anadolu Türkmenleri, o yıllarda bile henüz çok ciddi halklaşma-sınıflaşma sorunları olan, çoğunluğu, niteliği ne olursa olsun devlete ve tekli toplumsal sistemlere karşı tepkili, parçalı boy toplulukları durumundalar.

Bu dönemin Osmanlı tebaası içinde, sayıları zaten çok sınırlı olan aydınların tıpkı M. Kemal ve avenesi gibi İttihat Terakki fideliğinde yetişmiş Mustafa Suphi, Ethem Nejat gibi TKP kurucuları; Eskişehir’de Yeni Dünya gazetesini yayınlayan Arif Oruç gibi gazeteciler; Tokat vekili Nazım beyin kurduğu Halk İştirakiyun fırkası üyeleri ve İttihat Terakki’nin kurucu öncü üyesi olarak 1920’de Bakü’de toplanan Doğu Halkları kurultayında bu kez de Sovyet komünistlerine dayanarak yeniden iktidar olma şansını deneyen Enver paşa; örgütlediği 600–700 kişilik seçme birlikleri Kuvvayi Seyyariye (taburlarından birinin adı “Bolşevik taburu”dur) ile Ege’de ilerleyen düzenli Yunan ordusunu Gediz’de durduran Çerkez Ethem… Hemen herkes samimi ya da yağmacı Enver paşa da en rafine haliyle görüldüğü gibi pragmatik (faydacı) temelde, kuzeyde gerçekleşen muzaffer Sovyet devriminin doğrudan ve çok yoğun etkisi altındaydı.
M. Kemal uzun söylevinin ilgili yerinde Samsun’dan bakarak genel durumu anlattığı yerde tamamen resmi bir ağızla, her zaman olduğu gibi yine politik davranır. Söz konusu ağır koşullardan çıkış için 1919’da geliştirdiği asıl düşüncelerini ve ulaştığı zorunlu sonuçları değil de bilinmesini istediği şeyleri söyler. M. Kemal, Samsun’da 1919’da İttihat Terakki’nin örgütlü egemen zihniyetinin uzantısı olarak bir Türk devleti ve ulus örgütlenmesini oluşturmak için o koşullarda öncelikle ne yapması, nerede ve kimlerle hangi adımları atması gerektiği noktasında tıpkı 848 yıl önce Selçuklu Sultanı Alpaslan’ın, Romen Diyojen komutasındaki Bizans güçleri karşısında düşündüğü gibi düşünmüş ve onunla aynı karara ulaşmıştır. 1071 koşullarında Kürtlerle savaşarak Kürdistan’dan geçemeyeceğini gören Alpaslan, yine Kürtlerle birleşmeden Malazgirt’te karşısında duran Bizans ordusunu yenemeyeceğini görüp anlamış ancak Kürtlerle birleşerek Bizans ordusunu yenebilmiştir. Bu anlamda Anatolya’nın kapılarını Selçuklulara-Türklere açan Kürtler olmuştur.

Yine 1500’lerde İran’da oluşan ve Kürdistan üzerinden Anadolu’ya yayılan Kızılbaş – Türkmen iktidarının, Osmanlılar için yarattığı hayati tehlikeyi önlemek ve Kürdistan, Irak, Suriye, Lübnan, Suudi Arabistan ve Mısır’ı kapsayan bütün Ortadoğu alanı üzerindeki yayılma emellerini, Kürtler olmadan hayata geçiremeyeceğini görüp anlayan Osmanlı Sultanı Yavuz Sultan Selim, bütün bunları İdris-i Bitlisi çevresinde toplanan dönemin belli başlı Kürt mirleriyle işbirliği içinde başarabilmiştir. Kürtler bu dönemde de Anadolu’da hızla yayılan Şah İsmail güçleri karşısında, Osmanlının bekasını sağladığı gibi Mercidabık ve Ridaniye meydan savaşlarında, yanında saf tuttuğu Osmanlının bütün Ortadoğu’ya yayılmasının önünü açmıştır.

19 Mayıs 1919’da çıktığı Samsun’da, genel durumu değerlendiren M. Kemal’i başarıya götüren, daha önce Alparslan ve Yavuz’u başarıya götüren aynı stratejik karar, yani 1919 koşullarında herkesten ve her şeyden önce Kürtlerle işbirliği kararı olmuştur. Resmi Türk tarihi bu gerçeği, Kürtlere karşı uyguladığı inkâr ve imha nitelikli kuralsız asimilasyon stratejisinin temel ve zorunlu bir gereği olarak, inkâr etse de M. Kemal’in 1919 koşullarında aldığı tarihi stratejik karar ve attığı stratejik adım budur.

1919 koşullarında Türk ve Türklük kavramı, ideolojik olarak İttihatçı zihniyetin kendini ifade biçimi olmakla birlikte bu kavramların içi toplumsal, kültürel ve politik olarak neredeyse tamamen boştur. Tarihte Göktürklerden sonra, 1800’lerin ortalarında Fransız ve İtalyanlar tarafından tanımlanıncaya kadar anılmayan Türk ve Türklük kavramları, Osmanlı sarayında “Türkmenlik” çerçevesinde ama o da “bi idrak” (kavrayışsız, anlayışsız) olarak tanımlanmış ve anıla gelmiştir. Birinci Emperyalist Paylaşım savaşına birlikte katıldıkları Alman emperyalist ideologlarının, Orta Asya’ya yönelik emperyalist yağma emelleriyle Rus imparatorluğuna karşı müttefikleri Japon güçleriyle buluşup bütünleşme stratejilerinin ürünü olan Turancı, Kızılelmacı, Alman tarzı uluslaşmanın ırkçı versiyonuyla eğitilip yönlendirilen İttihat Terakki ve onun örgütlü zihniyet uzantısı olan M. Kemal ve örgütlü çevresi, kendi başlarına kayda değer bir örgütlü toplumsal güç değildiler. 1919 koşullarında bugünkü anlamda bir Türklüğün içi ve altı boştu ve esasında hala da boştur. Kürtler dışındaki bütün öteki halkların (Anadolu Türkmenleri, Çerkezler, Lazların vd.) birleşmesiyle de sonuç alınması imkânsızdı.

1071 ve 1500’lerde olduğu gibi 1919’un hem öznel hem de nesnel koşulları, herkesten ve her şeyden önce Kürtlerle buluşmayı, Kürtlerle birlik olmayı zorunlu kılıyordu. 1919 koşullarında M. Kemal ya da başkaları, kim ve ne adına çıkarsa çıksın, Kürtlere mahkûm ve muhtaçtılar. Dönem konjonktürünün stratejik gerçeği buydu. O koşullarda Kürtlerle birlik, “olursa iyi olur fakat olmasa da olur” değil “olmazsa olmaz” bir zorunluluktu. 1919 koşularının bu konjonktürel stratejik gerçeğini görüp anlayan M. Kemal Samsun’dan; Anadolu Türkmenlerine, Ege’de düzenli Yunan ordusunu durduracak kadar güçlü bir örgütlülüğe ulaşmış Çerkez Ethem ve onun ağabeyi Çerkez Reşit beyin şahsında Çerkezlere vb. değil, herkesten ve her şeyden önce Kürdistan’a, Erzurum’a gitti. Türkmenlerden, Lazlardan, Çerkezlerden ve öteki bütün herkesten önce Kürtlerle buluştu, Kürtlerle anlaştı. Merkezi ve genel bir direniş mücadelesi için önce Kürtlerin onayını ve gücünü aldı. Bugünkü devletin, cumhuriyetin ve Türk ulusunun çekirdek yapılanması Kürdistan’da (Erzurum),  Kürtlerin onayı ve gücüyle oluşturuldu.

Erzurum kongresinden üç yıl önce 1916 yılında Diyarbakır’da, 16. Orduda görevli olan M. Kemal, bu sırada pek çok Kürt önde geleni ile tanışmış ve yakınlık kurmuştur. M. Kemal’in Kürdistan’da görevliyken geliştirdiği bu ilişkileri, üç yıl sonra 1919 koşullarında değerlendirdiği dönemin Kürt önde gelenlerine örneğin, Cemil Paşazade Kasım Beye yolladığı ve işgalcilere karşı geliştirilecek bir kurtuluş mücadelesi için görüş ve önerilerini içeren telgrafından anlaşılıyor. M. Kemal’in birlikte mücadele için başvurduğu Cemil Paşazade Kasım Bey ve öteki pek çok Kürt önde gelenlerinden, ortak mücadele için samimi ve olumlu yanıtlar aldığı biliniyor. Dahası bu şahsiyet ile öteki pek çok Kürt önde geleninin, dönemin Doğu orduları komutanı Kazım Karabekir’e, gelişen emperyalist işgale karşı kendileriyle birlikte mücadele etme istek ve kararlarını resmen bildirdikleri de biliniyor. Bu koşullarda Samsun’dan (Lazistan) Erzurum’a  (Kürdistan’a) gelen M. Kemal, burada daha önce değişik yollardan bağlantı kurup ilişkilendiği Kürt önde gelenleriyle buluştu. Erzurum’da Kürt önde gelenlerinin “gönüllerini fethedip” güven ve desteklerini sağlayabilmek için onların ellerini öptü. Fakat tarih, M. Kemal ve İttihatçı avenesinin Kürtlere gösterdiği bu saygılı davranışın, tamamen önceden düzenlenmiş bir mizansen ve yağmacılara özgü tipik bir riyakârlık olduğunu göstermiştir. Bu koşullarda gerçekleşen Erzurum kongresine katılanların ulusal ve siyasal kimlikleri ve emperyalist işgale karşı aldıkları merkezi ortak direniş kararları, kongre belgelerinde kayıtlıdır. Söz konusu belgelerdeki kararlar, daha sonra Ankara’da kurulacak, merkezi yasama ve yürütme organı olan Büyük Millet Meclisi’nin (BMM) ve bu kurumun içinde ve üzerinde inşa edilecek olan devletin ve cumhuriyetin asli kurucusu olan Kürtlerin ve Türklerin ortak kararları olarak görülmektedir.

BMM’nin, devletin ve cumhuriyetin çekirdek oluşumu olan, Erzurum kongresinin Kürt öncülerinden Erzurum Albayrak gazetesinin sahibi ve başyazarı Süleyman Necati (Güneri) bey hatıra defterinde “Kürtler, Erzurum kongresinin bütün hedeflerine gönülden katılmışlardır” demektedir. M. Kemal de Erzurum kongresinden hemen sonra yaptığı konuşmada; “Kürtlerle Türkler birleştiler” demiştir. Erzurum kongresinin sonuç bildirgesinin 8. maddesinde; “milletlerin kendi mukadderatını (kaderini, geleceğini) bizzat tayin ettiği bu devirde, merkezi hükümetimiz de milletin iradesine tabi olmak zorundadır” denilmektedir.  Burada her ne kadar  “milletin iradesine” denilerek tekil bir ifade kullanılmış olsa da bu tekillik, her iki asli kurucudan birinin ileride alacağı ayrılıp ayrı devletini kurma hakkı da dahil her hangi bir karara, merkezi hükümetin uyacağını karar düzeyinde taahhüt etmektedir.

Erzurum kongresi olmasaydı Kürt - Türk birliği olmazdı. Kürt - Türk birliği olmasaydı BMM, cumhuriyet, devlet ve bugünkü Türk uluslaşması olmazdı. Erzurum kongresinin bu tarihsel niteliğine ve sağladığı sonuçlarına ilişkin, genel gerçeklikler böyle olmakla birlikte, daha sonra gerçekleşen Sivas kongresi, Amasya buluşması ve BMM’in oluşumu; TC’nin ve Türk ulusunun temel altyapısı olan bu kongrenin esasını ve ruhunu oluşturan Kürt - Türk birlikteliğine değil de Kürtlerin imhası temelinde salt ve son çözümlemede yapay bir Türk uluslaşmasına hizmet etmiş olmasını anlayabilmek için Erzurum kongresinin hazırlık sürecini, bu kongrenin arka planında yaşanan tarihsel gerçekleri görüp anlamak gerekiyor.

1919’un nesnel ve öznel koşullarını doğru okuyup, Kürdistan’da Kürtlerin onayını ve katılımını sağlamak için Erzurum kongresini tasarlayıp örgütleyerek gerçekleştirenin, M. Kemal’in kendisi ve 1919 koşullarında İttihat Terakkinin Kürdistan’daki örgütlü uzantısı olan Vilayet-i Şarkiye-i Müdafaa-i Hukuk cemiyetinin (VŞMHC) olduğu anlaşılıyor. Erzurum kongresine katılan Kürt delegelerin neredeyse tümünün söz konusu cemiyetin içinde ya da çevresinde örgütlü olarak İttihat Terakki içerisinde yetişmiş Kürt aydınları olduğu görülüyor. (Osmanlı imparatorluğu koşullarında başka aydınlanma zemini de yoktu). M. Kemal, bir yandan VŞMHC içinde ve çevresinde örgütlü olan, zaten kongre öncesinde Kürt ve Türk birlikteliğine ilişkin samimi istek ve kararlarını dönemin Osmanlı Doğu orduları komutanı Kazım Karabekir’e resmen bildirmiş olan Kürt önde gelenleriyle Erzurum kongresini örgütlerken aynı zamanda bu yönde istek ve kararlılık göstermeyen Kürt aydınlarının, Diyarbakır vb bölgelerdeki dernekleşme düzeyinde gelişen bağımsız çabalarını ise 9.ordu müfettişi olarak, verdiği talimatlarla kapattırarak engellemiştir.

Erzurum kongresi öncesinde Kürtlerin, Türklerle birlikte olamayan bağımsızlıkçı kesimlerini İngilizlerle işbirliği içinde olduğu gerekçesiyle tasfiye eden M. Kemal’in, kongrenin hazırlık sürecinde, Kürdistan’ın çeşitli bölgelerinden seçilen delegelerin kongreye katılımlarını, tamamen bilinçli olarak önceden belirlenmiş tasarımlar ve zor yoluyla engellediği görülmektedir. Erzurum kongresine katılan delegelerin dökümü ve Kürdistan’dan seçilen delegelerin akıbeti şöyledir:

 23 Temmuz’da başlayıp 7 Ağustos 1919’da sona eren kongreye, Erzurum’dan katılan 15 delege VŞMHC üye ve yöneticileridir. Bunlar arasında İttihat Terakkici Kürt aydınları da vardır. Trabzon’dan kongreye katılan 15 delege, İttihat Terakkinin Lazistan’da örgütlü uzantısı olan Trabzon Müdafaa-i Hukuk cemiyeti üye ve yöneticileridir. Kongreye katılan 23 delege VŞMHC’nin merkez yönetimi tarafından tayin yoluyla belirlenmiş delegelerdir. Kongreye katılan delegelerin 22’si Kürt’tür fakat bunların çoğu İttihat Terakkici ve bu partinin Kürdistan’daki uzantısı VŞMHC içindeki ve çevresindeki örgütlü Kürtlerdir. Kongreye mektupla davet edilen Cibranlı Miralay Halit Bey kendisinin ve Kürt aşiretlerinin Erzurum kongresinin kararlarını peşinen kabul ettiklerini ancak mazeretleri dolayısıyla kongreye katılamayacaklarını beyan etmiştir. Elaziz’den (Elazığ) seçilen Dr. Nazım Bey ve dört arkadaşından oluşan beş (5) Kürt delege, seçimlerden sonra Erzurum’a gitmek istediklerinde, Elaziz valisi Ali Galip tarafından zorla alıkonularak bırakılmamışlardır. Mardin’den Dr. Necati Beşkardeş, Sırrı Efendi Zade Ali ve Mütevelizade Hüseyin Hüsnü adında seçilen üç kişi, kongreye katılmak için Mardin’den hareket edip Elaziz’e geldiklerinde, Vali Ali Galip tarafından tıpkı kongrenin Elaziz delegeleri gibi zorla alıkonularak engellenmişlerdir. Diyarbakır’da, Erzurum kongresinden önce Müftü Hacı İbrahim Efendinin başkanlığında Muhafaza-i Hukuk cemiyeti kurulmuş ve bu kurum Erzurum kongresine göndermek üzere delegelerini seçmiş fakat bunların Erzurum’a gitmeleri, Diyarbakır valisi tarafından zorla engellenmiştir. Kürdistan’ın Dersim bölgesinden ise Erzurum kongresine katılan delege yoktur.

BMM, TC devleti ve Türk ulusunun oluşum-kuruluş temeli olan Erzurum kongresi, bu tarihsel gerçeklikler içinde yapılmıştır. Söz konusu koşullar içinde Kürdistan’a gelerek Erzurum kongresini gerçekleştiren M. Kemal ve İttihatçı çevresinin, süreç içerisinde bu kongre üzerinde inşa edecekleri devlet, cumhuriyet ve ulus örgütlenmesi tasarımlarında Kürtlerin yeri yoktur. Erzurum kongresi gerçeğinden de anlaşılacağı gibi M. Kemal ve çevresi için Kürtler, kendi Türkçü-tekçi emellerine erişmek için olmazsa olmaz niteliğinde zorunlu bir toplumsal, kültürel, askeri, ekonomik vb kaynak ve araçtan ibarettir. Nitekim oluşum ve kuruluş temeli Erzurum kongresinde atılan Türk devleti ve Türk ulusu bugün de hala başından beri uygulaya geldiği asimilasyon stratejisiyle inkâr ettiği Kürt halk gerçeğini, yaşamın ve mücadelenin bütün alanlarında imha yöntemiyle tüketerek kendi varlığını beslemektedir. Türkiye’de Kürt sorununun bu kadar ağır ve derin olmasının kökeninde yatan neden, modern Türk devlet ve ulus gerçekliğinin kendi gereksinimlerini, kendi kol ve kafa emeğiyle üretme zihniyet ve yeteneğinden yoksun ve bu anlamda köksüz ve güdük olma gerçekliği yatmaktadır. Modern Türk devleti ve Türk ulusu, kökü ve kaynağı yerleşik yaşamla toplumsal uygarlığın kökü ve kaynağı olan Kürt ve Kürdistan olgusunu bütün yanlarıyla yağmalayarak, kendisini yaşatma ve var etme çabasındadır. O bundan başka bir yaşam tarzı tanımamaktadır.

Sivas Kongresi

Yıkılan Osmanlı imparatorluğunun yerine Anadolu ve Mezopotamya’da bir Türk devleti ve Türk ulusu oluşturmak için, kendine özgü İttihatçı illüzyonlarıyla, hile ve riyakârlıklarla Erzurum kongresine Kürtlerin onay ve katılımını sağlayan M. Kemal ve İttihatçı çevresinin Sivas kongresi pratiği de, deyim yerindeyse evlere şenlik bir pratik olarak görülmektedir.

Öncelikle, Erzurum kongresinde seçilen kongre temsilciliği, Sivas kongresine götürülmez. Bunun nedenini M. Kemal şöyle izah eder: “Erzurum kongresinde bulunan delegelerin Sivas’a götürülemeyecekleri anlaşılıyordu. Kaldı ki geldikleri yerlerden, Doğu illerinin haklarını savunmak için yetki almış olan bu delegelerin, daha genel bir amaca ilişkin yetkileri yoktu. Gene bu nedenle Erzurum kongresinin, Sivas kongresine Doğu adına bir delege topluluğu gönderme yetkisi olmayacağı da açık bir gerçekti (Bunların böyle olduğuna neye göre ve kim karar veriyor? BN). Yeniden delege seçmeye kalkışmak ne ölçüde işe yaramaz idiyse, bir takım kuramsal düşüncelerin çerçevesi içinde sıkışıp kalmak da o ölçüde işe yaramazdı. En kolay ve çıkar yol VŞMHC temsilciler kurulunu (yani İttihat Terakkinin Kürdistan’daki örgütlü uzantısının temsilcilerini, bn.) Sivas’a götürüp kongreye katmaktı.”

M. Kemal’in izahı bu. Kendisini, yapılmış olan Erzurum kongresi ile yapılmak istenen Sivas kongresinin iradeleri üzerinde egemen bir güç olarak gören M. Kemal devamla, Erzurum’dan Sivas kongresine giderken; “sonunda Temsilciler kurulu üyesi olarak Erzurum’dan üç kişi, Erzincan’dan da bir kişi ve Sivas’ta bulduğumuz Bekir Sami beyle beş kişi olduk. Ve Sivas kongresini meydana getiren delegelerin belgelerini inceleme gereği duyulduğu zaman, ben orada şöyle bir belge yazdım ve altını Temsilciler kurulu mührü ile mühürledim.

Temsilciler kurulundan:

Mustafa Kemal Paşa
Rauf Bey
Bilginlerden Raif Efendi
Şeyh Fevzi Efendi
Bekir Sami Bey

Yukarıda adları yazılı kişiler, Doğu Anadolu adına Sivas kongresinde bulunmak üzere Erzurum kongresince görevlendirilmişlerdir. ---Mühür”

İttihat Terakki zihniyetinin hukuku, hukuksuzluktur. İşte böylesine hukuksuz ve meşruiyetten yoksun, İttihatçılara özgü “Ali Cengiz oyunları”yla, sağdan soldan, yolda giderken sokaktan toplanmış ne idüğü belirsiz sallabaşlarla gerçekleşen Sivas kongresi, zaten esasta İttihatçıların kendi aralarında İngiliz mandacılığı ve Hilafet üzerine gelişen it dalaşıyla geçmiştir.

Kuruluş sürecinin bu aşamasında Kürtler açısından dikkat çekici olan, Sivas kongresinden çok o günlerde gerçekleşen Amasya birleşimi ve Amasya protokolüdür. Gazeteci Ayşe Hür’ün Amasya protokolüne ilişkin şu araştırma notları oldukça dikkat çekicidir: “4–11 Eylül 1919 tarihleri arasında toplanan Sivas kongresinden hemen sonra İstanbul hükümetinin temsilcisi Bahriye Nazırı Salih Paşa, Padişahın Başyaveri Naci (Eldeniz) Paşa ile Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti adına M. Kemal, Rauf (Orbay) ve Bekir Sami (Kunduh) paşalar ülke meselelerini konuşmak için Amasya’da buluşarak, üçü kayıt ve imza altına alınmış, ikisi gizli sayıldığı için kayıt altına alınmamış beş protokol hazırlamışlardı. Bunlardan 22 Ekim 1919 tarihli ikinci protokolde “Sivas kongresi bildirisinin birinci maddesinde, Osmanlı devletinin düşünülen ve kabul edilen sınırları Türk ve Kürtlerin oturduğu araziyi kaplar, bu en asgari sınırdır. Bununla birlikte Kürtlerin gelişme serbestliğini sağlayacak şekilde ırk hukuku ve sosyal bakımdan daha iyi duruma getirilmelerine imkân sağlanmalıdır” denilmektedir.

TBMM ve Kürtler

Temelleri Kürdistan’da, Kürtlerle stratejik birliğin sağlandığı Erzurum kongresiyle atılan, Sivas kongresi ve Amasya protokolünde Kürtlere, Kürdistan’a ilişkin güçlü birlik vurgularıyla derinleştirilerek güçlendiren kuruluş süreci, TBMM’nin Ankara’da toplanmasıyla merkezi bir güç ve irade yoğunluğu kazandı. TBMM’nin kuruluşunda Kürtler de Kürdistan vekilleri olarak yerlerini aldılar. Kürt vekiller, hiçbir şekilde kimliklerini saklama ve inkar etme durumunda olmadılar. Meclis kürsüsünden kendilerini Kürt ve Kürdistan vekilleri olarak serbestçe ifade ettiler. Kuruluş BMM’sinde bu salt Kürtler için böyle değildi. Bugünkü Karadeniz bölgesinden BMM’ye katılan vekiller kendilerini, Lazistan vekilleri olarak ifade ediyorlardı. Adlarıyla anılan bir bölge olmamakla birlikte Çerkez vekiller de BMM’ye, Çerkez olarak katıldılar ve kendilerini Meclis kürsüsünde Çerkez olarak ifade ettiler.

Kuruluş BMM’si, İstanbul’da bulunan Osmanlı Mebusan meclisinde, emperyalist işgale karşı direnişi destekleyen mebusların Anadolu’ya geçerek Ankara’daki meclise katılmaları; ayrıca Anadolu ve Kürdistan illerinden seçilen delegelerin birleşiminden oluşmuştur. Bu mecliste dikkat çekici olan önemli olgulardan birisi, Türklük öğesinin değil de İslam öğesinin öne çıkarılması ve özellikle M. Kemal ile örgütlü çevresinin, resmiyette İslami temayı bilinçli olarak öne çıkararak geçiş sürecinde ortak ideolojik bir payda ve araç olarak kullanmasıdır.

M. Kemal, Mayıs 1920’de Mecliste yaptığı konuşmasında; “…. Kuruluşuna azmettiğimiz birlik yalnız Türk, yalnız Çerkez, yalnız Kürt, yalnız Laz değildir. Bunların tümünden oluşan bir İslam unsurudur” demektedir.

Kuruluş BMM’sine Kürdistan illerinden katılan vekillerin çoğunluğu Kürt’tür. Bergeh Dergisinin 1990 yılında yayınlanan 4.sayısında yer alan Halit Sinan’ın konuya ilişkin yazısında, kuruluş BMM’sine Kürdistan illerinden katılan mebusların kimliklerine ilişkin geniş bilgi verilmektedir. Söz konusu vekillerin BMM deneyimleri, aynı zeminde yeni bir deneyime girilen bugünler için her bakımdan ibret alınması gereken acıklı ve can yakıcı deneylerle doludur. Bu süreçte yaşananları her Kürt, belleğinin en diri yerine özenle kaydetmeli ve bir daha asla unutmamalıdır.

1921’de çıkan Koçgiri ayaklanmasının ciddi bir boyut kazanması üzerine Meclis Başkanı M. Kemal, ayaklanan Kürtleri yatıştırmak amacıyla Ağrı Mebusu Şefik Bey başkanlığında bir ikna heyetini isyancılarla görüşmeye yollar. İsyanın önde gelenleriyle görüşen Şefik Bey onlara; “ben de Kürdüm, Kürdistan’ın bağımsızlığını ben de istiyorum, zaten Meclis bu hakları bize tanıyacak, isyana gerek yoktur” der. Bunun üzerine isyancı Kürtler uzlaşır. Fakat bu uzlaşmanın hemen ardından isyan güçleri ve halk vahşi bir katliama maruz kalır. Erzincan Mebusu Emin Bey Mecliste bu konuda yaptığı konuşmada, “orada (Koçgiri’de, bn) öyle bir mezalim oldu ki tüyler ürperticidir” demiştir. Koçgiri katliamının Meclise taşınması karşısında zorlanan M. Kemal, aslında doğrudan kendi talimatıyla Koçgiri katliamını gerçekleştiren askeri yetkili hakkında soruşturma açtırmak zorunda kalmıştır.

Diğer bir isyanda da Meclis Başkanı M. Kemal, Mardin bölgesinde Milli aşiretinin başlattığı ayaklanmayı önlemek amacıyla kendisine bağlı ve dini etkinliği olan Kürt mebus Şeyh Ahmet Şemsi başkanlığında bir grup Kürt mebus heyetini ikna ederek, ayaklanmanın liderleriyle görüşmeye yollamıştır. Bu heyet Eylül 1921’de, Bitlis ve Van yöresinde isyan liderlerinden olan eski Hamidiye komutanlarından Pir Zade Bekir, Derwinli Musa Beg ve Milli aşireti reisi Mirliva İbrahim Paşa ile görüşmüş; isyan liderleri bu görüşmede kuruluş meclisine şu taleplerini bildirmiştir:

“Otonom bir Kürt devleti tanınacaktır. Hükümet yanlısı jandarma ve memurlar Kürdistan’dan geri çağırılacaktır. Bölgede toplanan vergiler bölgeye tahsis edilecektir. Siyasi nedenlerle tutuklu bulunan Kürtler salıverilecektir. Beş yıllık görev süreli ve referandumla yenilenecek Kürdistan valisi bir defaya mahsus olmak kaydıyla meclisteki Kürt mebuslarca önerilecektir. Otonom hükümetin merkezi, Kürt şehirlerinden biri olacak ve on iki üyelik bir Kürt konseyi oluşturulacaktır.” (Hasan Yıldız, Fransız Dış işleri arşivi, Kürdistan dosyası)

Kuruluş BMM’sinde, 10 Şubat 1922’de yapılan gizli celsede (oturumda), “Kürdistan’ın özerkliğine dair yasa tasarısı” tartışılmış, tartışma sonucunda yapılan oylamada tasarı 64 ret oyuna karşı 373 oyla kabul edilmiştir. Bu gerçeği kuruluş BMM’sinin gizli zabıtlarından aktaran R. Oson’a göre oylamada verilen ret oyları Kürt vekillere aittir. Çünkü söz konusu gizli oturumda Kürtler, kendilerine verilen özerklik düzeyini yeterli görmediklerinden, oylamada ret oyu kullanmışlardır.

Güney Kürdistan’daki gelişmelere ilişkin de BMM’nin Temmuz 1922 tarihli bir başka gizli celsesinde alınan kararlar doğrultusunda, BMM adına Elcezire komutanlığına (bugünkü Kürdistan)  verilen talimatın birinci maddesinde; “Kürtlerin oturdukları bölgelerde hem iç hem dış siyasetimiz bakımından göreceli olarak yerel bir yönetim biçimini gerekli görüyoruz” denilirken, ikinci maddesinde; “ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, tüm dünyada olduğu gibi tarafımızdan da kabul edilmektedir” deniliyor. Güney Kürdistan’da İngiliz işgaline karşı Şeyh Mahmut Berzenci, Şeyh Ahmet ve kardeşi Mele Mustafa Barzani öncülüğünde, Kürt halkının gelişen direniş hareketini etkileyip denetim altına almak amacıyla geliştirilen bu taktik açılım da, Kürtler ve BMM ilişkisinde dikkat çekici ve ilginç bir noktadır. Bir başka tarihi belgede de M. Kemal, Sovyet Dış işleri komiseri Çiçerin’in mektubuna Meclis adına verdiği cevapta; “… Kürdistan da dahil diğer bölgeler için de ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı vardır” demiştir. (Yerasimus)

İhanetin resmiyete döküldüğü yer: Lozan

Kürtlerin Kuruluş meclisindeki deneyimleri, M. Kemal ve örgütlü çevresinin baştan sona kadar her bakımdan planlı, kapsamlı bir denetimi ve yönlendirmesi altında yaşanan esasında, apolitik olarak nitelendirilebilecek düzeyde edilgen bir deneyim gerçekliğidir.
Doğal toplumda çakılıp kalmış, egemen dünyaya yabancı Kürt halkının vekilleri için “söz”, kadın eksenli doğal toplumda oluşmuş sade ve naif ruhunun ve duygusal zekasının dolaysız dışa vurumu, içtenlikli ifadesidir. Bu anlamda bilinçli ya da kendiliğinden, doğal olarak kaynağına bağlı, aslına sadık Kürt verdiği sözü tutar, o aldatmaz. Kendi gücü ve imkanlarını aşan bir gelişme olur da sözünü tutamazsa, o zaman da mahcup olur, bunun ezikliğini yaşar. Kendisine verilen söze ise inanır çünkü herkesi kendisi gibi bilir… İttihatçı egemen zihniyetin yağmacı ve çapulcu pratisyenleri içinse söz, çıkarları gerektirdiğinde her koşulda herkese verilip, yine çıkarları gerektirdiğinde unutuluveren, içi boş ve anlamsız bir gürültüdür. Sözünde durmamak, sözünü tutmamak, eğer söz verilen taraf ya da kişi aldatılarak sonuca ulaşılmışsa bu, üstün bir “meziyet” hatta büyük bir “erdem”dir… Bu sınıf dışı ama örgütlü lümpen İttihatçı zihniyetin ileri düzeyde gelişmiş analitik zekası ve bir de bu zekanın bağlı olduğu güdü gerçekliğinin bir sonucudur. Bu anlamda sevgili bir yüreği, ruhu, iyicil bir ahlakı ve hukuku yoktur. Egemen analitik zeka ile egemenlik olgusunun altında ezilmiş edilgen duygusal zeka arasında yaşanan büyük aldatma ve büyük aldanma… Erzurum kongresinden 1924 Anayasasına kadar Kürtlerin kuruluş sürecinde yaşadıkları deneyimin özü de biçimi de budur.
Kasım 1922’de Lozan görüşmeleri resmen başladığında, Kürt sorununun hassasiyetini bütün yanlarıyla derinliğine gören, temel hak ve özgürlüklerin değil de kendi egemen çıkarlarının analitikçisi M. Kemal, Meclis’te Kürdistan vekillerine yeni ve daha kapsamlı vaatlerde bulunmuş, Kürdistan vekilleri de her defasında olduğu gibi hepsi ucuz ve en bayağı yalanlardan ibaret olan bu vaatlere yine inanarak kanmışlardır.

Diyap Ağa Dersim’in ileri gelenlerinden etkili bir Kürt aşiret lideriydi. M. Kemal ile Sivas kongresinde tanışmışlardı. Genel çıkarları için kullanmak üzere Kürt liderleri yanına çekmek isteyen M. Kemal, Diyap Ağa ile de sıkı bir dostluk kurdu. Onu ilk Meclis’e mebus olarak seçtirdi. Soyadı kanunuyla birlikte “Yıldırım” soyadını alan Diyap Ağa, Meclis’teki en ateşli konuşmaların hatibiydi. Diyap Ağa Kürtler ve Türklerin “ortak vatan” kurduklarının, fotoğraflardaki çok az yansımalarından biri olarak hafızalarda yer etti. 4 Kasım 1922 tarihli Meclis tutanaklarından anlaşıldığı kadarıyla Lozan ile ilgili istişare toplantılarında, Bitlis mebusu Yusuf Ziya Bey ile birlikte Türk-Kürt ortaklığının en ateşli savunucularındandı. Kürdistan vekilleri olarak Yusuf Ziya Bey ve Diyap Ağa, Kürtlerin Türklerle ortak vatanda kalmaları gerektiğine inanıyorlardı. Lakin Yusuf Ziya Bey, 1925’te M. Kemal’in talimatıyla idam edilecekti. 1926’da ölen Diyap Ağanın damadı Seyit Rıza ise Kürtleri inkar ve imha etmek isteyen İttihatçılara karşı 11 yıl sonra başkaldıracaktı (Hasan Yıldız, Fransız Dışişleri Arşivi, Kürdistan dosyası).

Yusuf Ziya Bey ve Diyap Ağa ile öteki Kürdistan vekillerinin Lozan sürecinde Kürt-Türk ortaklığı, Kürtlerin Türklerle ortak vatanda kalmalarına ilişkin inanç ve karalılıklarının resmiyetteki tek dayanağı, M. Kemal ve İttihatçı çevresinin, her zaman ve her konuda olduğu gibi Lozan sürecinde de kendilerine verdikleri asılsız sözleri, aldatma ve dolandırıcılık zanaatının çarpıcı örneklerinden olan asılsız vaatlerinden başka bir şey değildir. Kürt tarihçi ve araştırmacı Hasan Yıldız’ın büyük emeklerle gün ışığına çıkardığı belgelerdeki şu bilgiler, hepimiz için ibretliktir:

“Kurucu Meclis adına Lozan’a giden heyette Kürt vekil yoktur. Kürt tarafının Lozan antlaşmasında temsilcilerinin olmayışı ve Ankara’daki Kürt mebuslarının siyasal isteklerini, Kürt ulusal haklarından değil de Türklerden yana yapmış olmaları, Lozan’daki heyete, Kürt meselesini inkâr etme serbestisi sağlamıştır. Lozan antlaşmasının azınlık sorunlarıyla ilgili bölümünün sonucunda, Türk heyeti, Kürt kelimesinin hiçbir şekilde antlaşma metinlerinde geçmemesini ısrarla istemiş ve Kürtlerin haklarıyla ilgili korunmanın gündeme getirilmesini de engellemiştir.” (Hasan Yıldız, age)

Türk heyetinin temsilcilerinden olan Rıza Nur görüşmelerde Kürtlerin, “korunma ihtiyaçlarının olmadığını ve Türk yönetiminin altında bulunmaktan tamamıyla memnun olduklarını” söylemiştir. Buna karşın, Kerkük-Musul sorununda Türkleri sıkıştırmak amacında olan İngilizler, Kürt temsilcilerin de Lozan’da bulunmaları gerektiğinde ısrar edince, “M. Kemal’in talimatıyla iki Kürt mebusu Pirinç Zade Fevzi Bey ile Zülfü Zade Zülfü, Türk heyetine diplomatik destek sağlamak amacıyla Lozan’a gönderilmiştir. Türk heyeti tarafından Lozan konferansının hazırlık bölümüne alınan bu iki Kürt mebusu burada, ‘biz Kürtler Türklerle kardeşiz, ayrılmak istemiyoruz. Aramızda bir fark yoktur’ diyerek, konferans salonunu terk edip Ankara’ya geri dönmüşlerdir.” (Hasan Yıldız, age)

Nabza göre şerbet vermenin İttihat Terakki Zigguratından tescilli ustası M. Kemal, Lozan konferansından önce, 17 Ocak 1922 günü İzmit kasrında önceden düzenlenmiş bir mizansen çerçevesinde, gazetecilerin sorularını yanıtlarken öteki şeylerin yanı sıra bir gazetecinin “Kürt sorunu ve Kürdistan meselesi ne olacak? İç ve dış koşullar açısından bir değerlendirme yaparsanız iyi olur” sorusuna karşılık olarak şunları söylemektedir: “Anayasamız gereğince zaten bir çeşit özerklik olacaktır. O halde hangi bölgenin halkı Kürt ise onlar kendi kendilerini özerk olarak yöneteceklerdir. Bundan başka Türkiye’nin halkı söz konusu olurken onları da (Kürtleri) beraber ifade etmek gerekir. İfade olunmadıkları zaman bundan kendileri için sorun çıkarırlar. Şimdi Büyük Millet Meclisi hem Kürtlerin hem de Türklerin yetkili temsilcilerinden oluşmuştur.” (Hasan Yıldız, age)

Lozan görüşmelerinde Avrupalı devletler Kürtlerin “azınlık” olduğunda ısrar edince Türk heyeti başkanı İsmet İnönü, “Türkler ve Kürtler, Türkiye cumhuriyetinin ana unsurudur. Kürtler bir azınlık değil bir millettir. Ankara hükümeti hem Türklerin hem de Kürtlerin hükümetidir” diyerek buna karşı çıkmıştır. Lozan’da taraflar arasında Kürt sorunu üzerinde bu mücadele sürerken, Bitlis mebusu Yusuf Ziya Bey 3 Kasım 1922’de, Meclis kürsüsünde yaptığı konuşmada “Sevr”i bir paçavra olarak niteleyerek Kürt-Türk kardeşliğini vurguladı. Bir sonraki celsede ise Bitlis, Erzurum, Mardin, Muş, Siirt, Urfa, Pozantı, Diyarbakır, Van ve Kastamonu mebuslarının hepsi Türklerle Kürtlerin tek bir kütle olduğunu belirten ortak bir açıklamaya imza attılar. (Hasan Yıldız, age)

Kürtler için paçavra olanın Sevr mi Lozan mı olduğuna ilişkin karar, 15 Ağustos atılımıyla verilmiştir. 24 Temmuz 1923’te Lozan antlaşmasının imzalanmasından sonra Erzurum kongresinden beri verilen sözlerin vaatlerin, ayrıcalıksız tümü birden bire unutuluverdi. Emperyalist Birinci Paylaşım savaşında yenik düştükleri uluslararası güçlerden özellikle İngilizlerden korktukları için zorunlu olarak dikkate alıp öne çıkarttıkları uluslararası dengelerin gereği olarak, Kürtlere bol keseden verdikleri içi boş sözlerin ve sahtekarca vaatleri bir anda unutarak, Lozan antlaşmasıyla edindikleri uluslar arası “hukuk” ve “meşruiyet” zemininde, başından beri gizli tutukları asıl amaçlarını uygulamaya koyan M. Kemal ve çevresi, hemen seçimlere giderek ikinci BMM’yi oluşturdular.

“Birinci BMM’de üye olarak bulunan ve Kürdistan illerinden gelen mebuslardan çoğu Kürt’tü. Kimse kimliğini inkâr gereğini de duymuyordu. 24 Temmuz 1923 Lozan antlaşmasından sonra hem bu duruma hem de birinci BMM’de bulunan M. Kemal’e yönelik muhalefete son vermek amacıyla seçimlerin yenilenmesine karar verilmiştir. İpleri iyice eline geçirmiş olan M. Kemal, tek hakimi olduğu Cumhuriyet Halk Fırkası gibi bir parti aracına da sahip olmuştu. Bu yüzden ikinci dönem TBMM’de, Kürt milletvekilleri rahatça tasfiye edildi. İkinci dönem TBMM’de Kürt kökenli fakat yönetime uşak, Kürt kimliklerini yadsıyarak hizmet edenlere rastlamak mümkündü fakat onların da sayıları çok değildi. 1950’lere kadar Kürdistan milletvekilleri (meclise) yukarıdan atama ile gönderildi. Vekil olarak atanan bu kişilerin hemen tümü Türk kökenli ve Kürt düşmanlığıyla ünlü kişilerdi. Bunların arasında Kürt olduğunu yadsıyan “Kürt Türkleri”nin (!) sayıları bile eskiye oranla çok azdı. (Ruşen Aslan, Kürt Legal Hareketinin Tarihsel Gelişimi)

Erzurum kongresinden İkinci Meclise kadar yaşananlara bakıldığında, her düzeyde yetkililerinin bugün kendisini her fırsatta bir hukuk devleti olarak göstermeyi meziyet zanneden Türkiye cumhuriyeti devletinin nasıl bir hukuksuzluğun üzerinde inşa edildiği açıkça görülmektedir. Kürtler ve Kürdistan için hiçbir hukuki dayanağı, geçerliliği ve meşruiyeti olmayan, düzmece İkinci Meclisin onayladığı 1924 Anayasasının 88. maddesinde; “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibarıyla Türk ıtlak (Türk denilir) olunur”, denilerek inkâr edilen Kürtler o günden bugüne geçen 73 yıldır, devletin belirleyip bütün yöntemleriyle uygulaya geldiği kuralsız asimilasyon stratejisinin çarkında öğütülerek imha edilmeye çalışılmaktadır. Her şeyi dış dengelere bağlayarak iç dengeleri ve iç dengelerin bir tarafı olan Kürt halk gerçekliğinin iç dinamizmini, “bir Türk dünyaya bedeldir” megalomanlıklarının sonucu olarak dikkate almayan M. Kemal ve İttihatçı çevresinin pervasızca alıp uyguladığı bu kararın aptallık ve bayağılığı, 73 yıl sonra bugün bütün çıplaklığıyla açığa çıkmış ve anlaşılmıştır. Kendi devşirmeci yağmacı, talancı, çeteci köksüzlüğüne bakmadan, tarım devriminin yaratıcı gücü, toplumsal uygarlığın ana kaynağını inkâr ve imhaya kalkışan M. Kemal ve klasik İttihatçı avenesinin ve bugün gece yarısı muhtıralarında “Ne mutlu Türküm demeyenler düşmanlarımızdır” diyen Neo İttihatçılar, devlet olmanın her türlü ulusal ve uluslar arası imkanlarını tam bir kuralsızlıkla kullanmalarına rağmen yerleşik yaşamın, tarım devriminin, toplumsal uygarlığın yaratıcıları Kürtleri asimile ve imha edememişlerdir. Bugün gelinen yerde artık söz konusu olan Kürtlerin değil fakat sosyolojik olarak altı boş içi de kof olan verili Türklüğün asimilasyonu ve imhasıdır… Bu bizim asla istediğimiz bir şey değildir. Fakat hep denildiği gibi: “ava giden avlanır…”

Klasik ya da Neo İttihatçıların kendi aşağılık komplekslerinin dışa vurumu olarak, küçümseyerek aşağıladıkları, yok sayarak inkar ettikleri, yüz kızartıcı insanlık suçlarına tekabül eden yol, yöntem ve araçlarla imhaya çalıştıkları Kürt halk gerçekliğinin iç dinamizmi Sayın Öcalan’ın Önderliğinde toplumsal yaşamın ve mücadelenin bütün alanlarında bütün güzelliği ve görkemiyle açığa çıkmıştır. Sayın Öcalan’ın Savunmaları bu gerçekliğin ideolojik çizgi yoğunluğudur. Klasik ve Neo İttihatçıların dün olduğu gibi bugün de tek yanlı olarak bel bağladıkları dış dengeler de Lozan öncesini aratmayacak boyutlarda bozulmaktadır. 1919’da Erzurum’da işi düşünce çıkarları gereği el etek öpmelerin İttihatçı bir müzevirlik (ikiyüzlülük) olduğunu hesapsız bedeller ödeyerek anlayan Kürtler için şimdi Mecliste tokalaşmanın anlamı 23 Temmuz 2007 itibari ile “şimdi Türkiye Büyük Millet Meclisi hem Kürtlerin hem de Türklerin yetki sahibi vekillerinden oluşmuştur.” gerçeğini görüp, anlayıp hazmederek anayasal düzeyde kabullenmenin bir başlangıç, bir giriş jesti olabilir. Bu anlamda değilse anlamsızdır. “Kürtçe konuşan vatandaşlarımızla bir sorunumuz yoktur” sözleri ise Neo İttihatçı anlamsız sözlerdir.

Devam edecek...