25 Temmuz 2011 Pazartesi

İspanya'da Polis Müdürlerine ETA Soruşturması



İspanya’da Bask ülkesinin özgürlüğü için mücadele veren ETA ile (Euskadi Ta Askatasuna, Bask Ülkesi ve Özgürlük) 2006’da ‘ateşkes görüşmeleri’ yürüten sosyal demokrat hükümetin en önemli üç emniyet görevlisi hakkında, özel yetkili savcılık on gün önce soruşturma başlattı. Savcılığın “terör örgütü ETA’ya yardım etmek, silahlı çeteyle işbirliği yapmak ve devlet sırlarını teröristlere vermekle” suçladığı emniyet görevlilerinin adını ve statülerini yazarsak olayın boyutları daha iyi anlaşılır:


İspanya Eski Emniyet Genel Müdürü Victor García Hidalgo, Bask Özerk Bölgesi Emniyet Genel Müdürü Enrique Pamiés ve Álava (Araba) Özerk Bölgesi Polis İstihbarat Sorumlusu José María Ballesteros. Bu üç isim yetkileri dışında aslında ETA’yla mücadelede ülkenin en önemli uzmanları arasında sayılıyor. 
Evet, İspanya’ya bakarak biraz Abdullah Öcalan ile İmralı’da görüşenleri, biraz Hanefi Avcı’yı ve başına gelenleri, biraz da elbette Ergenekon’u düşünmemek elde değil. Ama adeta heyecanlı bir ‘siyasi polisiyeyi’ andıran İspanya’daki gelişmelere yakından bakıldığında, Türkiye’dekilerin mi yoksa İspanya’daki entrikacıların mı daha başarılı olduklarına karar vermek zor. Olup bitenlerin bize benzeyen birçok yanı olduğu gibi, “bunlar bizim elimize su dökemez” dedirten de çok yanı var. Şimdi olup bitenlere bakalım. 
    
BAKAN ETA’YA BASKINI ÖNLEDİ İDDİASI

İspanya İçişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Alfredo Pérez Rubalcaba, 21–22 Mayıs tarihlerinde yapılan İspanya yerel seçimlerinde sosyal demokratların ağır yenilgi almasından sonra, Başbakan José Luis Rodríguez Zapatero ile anlaşarak geçen ay hükümetteki bütün görevlerinden istifa etti. Zapatero, gelecek yıl yapılacak genel seçimlere kadar kendisinin görevi yürüttüğünü, Rubalcaba’nın gelecek yıl yapılacak genel seçimlerde sosyal demokratların başbakan adayı olacağını, partiyi seçime hazırlamak ve yeni ekibi oluşturmak için hükümetteki görevlerinden ayrıldığını açıkladı. Yani gelecek kongrede Rubalcaba, büyük olasılıkla Partido Socialista Obrero Espanol’un (İspanya Sosyalist İşçi Partisi-PSOE) başına geçecek ve seçimde Partido Popular’ın (Halk Partisi-PP) rakibi olacak. Konumuzla ilgisiz gibi görünen bu bilgileri biraz aklınızda tutun. Bundan sonra anlatılacakların bunlarla doğrudan ilgisi var.

Hem İspanya sağ basını hem de sağcı PP, hükümetin ETA ile ‘ateşkes’ ya da ‘silah bırakma’ görüşmeleri yürütmesini hep ‘terör örgütüyle masaya oturmak’ ya da ‘teröre yardım etmek’ olarak değerlendirdi. İktidarda sosyal demokratlarda olsa da, bu konuda özel yetkili savcılar ve özel yetkili mahkemeler de hep sağcılardan yana tavır aldı. Son yerel seçim döneminde tekrar gündeme getirilen eski bir iddia, ETA ile görüşmeleri ‘Zapatero adına yürüttüğü sanılan’ Alfredo Pérez Rubalcaba’nın başbakan adayı olacağını açıklamasının ardından, daha da yoğunlaşarak basında yer bulmaya başladı.


Sürekli “az sonra, az sonra” diyen TV sunucuları gibi yazdığımın farkındayım. Tamam, şimdi en önemli detayları veriyorum.  


Beş yıldır süren ve şimdi polis müdürlerinin soruşturulmasına neden olan iddia şu: “İçişleri Bakanı Rubalcaba, 2006 ilkbaharında Bask Bölgesi’nin Irun kentinde ‘Faisán’ adlı bir barda toplanan ETA üyelerinin gözaltına alınmasını engelledi. Bakan Rubalcaba, Emniyet Genel Müdürü Victor García Hidalgo’ya engelleme emri verdi. Hidalgo da emrindeki diğer polis yetkililerine emir vererek, operasyon öncesi teröristlere bilgi verilmesini sağladı.”


Neden? “Çünkü ETA, o dönem sosyal demokrat hükümetle yaptığı gizli görüşmeler neticesinde ‘şartsız ve sınırsız ateşkes’ ilan etmişti ve hükümet ETA’nın üstüne gitmek istemiyordu.”


BASKINI KİM HABER VERDİ?

Halk Partisi, bugün olduğu gibi o dönemde de ana muhalefetteydi ve ETA’yla masaya oturmamayı, ‘sözde ateşkes’e inanmamayı ve son ETA’lı kalıncaya kadar mücadeleyi savunuyordu. ETA konusunda tarihi boyunca oldukça irrasyonel bir tutum sergileyen Halk Partisi, El Kaide’nin Madrid’deki kanlı tren sabotajını da ETA’ya yüklemişti. (11 Mart 2004’teki bombalamada trende bulunan 191 kişi ölmüş ve 2.051 kişi yaralanmıştı.) Halk Partisi o zaman aslında ETA’ya ‘müsamahalı’ davranan İspanya solunu cezalandırmak istemişti. Çünkü ülkede, bombalama tarihinden üç gün sonra, genel seçimler gerçekleşecekti. Olay daha sonra El Kaide tarafından üstlenildi ve İspanya polisiyle çatışmaya giren, El Kaide üyesi olduğu sanılan 7 kişi bulundukları evi havaya uçurarak intihar etti. (Hoş, bu olayın da birçok yönü aydınlatılmadı.)

Yeniden ETA’ya, 2006’ya gelelim. Alfredo Pérez Rubalcaba, 2006’da da gündeme gelen bu iddialara elbette hem o zaman hem de şimdilerde cevap verdi. İspanya yakın siyasi tarihine ‘Faisán Baskını’ diye geçen olayın Rubalcaba’nın anlattığı versiyonu şöyle:


“Birincisi, Faisán bara yapılması düşünülen baskının İçişleri Bakanı’nın emriyle engellendiğine dair hiçbir kanıt yok. Zaten böyle bir şey asla olmadı. Baskın öncesi barın basılacağına dair oradakilerden birine bir telefon gelmiş ve herkes barı boşaltmıştır. Ne telefon dinlemelerde ne de daha sonra yakalananların ifadelerinde telefonunun polisten geldiğine dair bir bilgi yok. İkincisi, zaten uzun süredir gözetim altında olan bu bar, daha sonra basılmış ve o gün kaçtığı söylenen kişilerin de içinde olduğu 16 kişi yakalanmıştır. Ancak, burada yakalananlar Halk Partisi’nin iddia ettiği gibi ETA teröristleri değil, ETA’ya maddi destekte bulunduğu sanılan, ETA için ‘devrim vergisi’ topladığı iddia edilen sempatizanlardır. Ancak, Halk Partisi ve sağ basının tepkisi yüzünden zaten polis kontrolünde olan bu bardan, gerçek teröristlere ulaşma şansı kaçırılmıştır.”


Muhafazakâr El Mundo gazetesi o dönemde, Halk Partisi’nin sesi gibi yayın yapmış ve “Hükümet ETA’yla görüşme uğruna polisi örgütün yanında yer almaya zorlamaktan çekinmiyor” diye yazmıştı. Peki, baskını kim haber vermiş olabilir? Rubalcaba, barın bulunduğu kentin Bask Özerk Bölgesi’nde olduğunu hatırlatıyor sadece.

Halk Partisi, bu Faisan baskınının engellenmesi meselesini aslında ETA’yla görüşmeye karşı olan siyasetinin sembolü haline getirmiş durumda. Örneğin hiç gündemde değilken ve olayın üzerinden 4 yıl geçmişken Halk Partisi Avrupa Parlamentosu Milletvekili Teresa Jiménez-Becerril Barrio, Strasbourg’ta konuyla ilgili bir konuşma yaptı ve Avrupa Parlamentosu’ndan şunu istedi:


“Bar Faisan olayı hâlâ aydınlatılmadı. Avrupa Parlamentosu, Avrupa Birliği Temel Haklar Bildirgesi’ne uygun olarak terör kurbanlarının isteğini yerine getirmelidir ve İspanya’ya çağrıda bulunmalıdır. Bu istek de teröristlerle pazarlık yapılamayacağı ve teröristlerin cezalarını affa uğramadan tamamen çekmeleridir.”


HÜKÜMETİN BAŞARISI RAHATSIZ EDİYOR

2006’dan beri arada sırada gündeme getirilen bu iddiaları ülkenin tanınmış sağcı-muhafazakâr savcılarından Pablo Ruz, geçtiğimiz haftalarda birden bire oldukça ciddiye aldı ve üç önemli polis yöneticisi hakkında 13 Temmuz tarihinde soruşturma başlattı. İspanya siyasi gözlemcileri bunun nedeni olarak şu tezi öne sürüyor:

Sağcı Halk Partisi, yerel seçimlerde iktidardaki sosyal demokratların 10 puan önüne geçti ve hemen şimdi genel seçimler yapılmasını istiyor. Yani “sosyal demokratlar zaten ekonomik kriz ve başka nedenlerle köşeye sıkışmışken, toparlanamadan baskın seçime gidilmeli” diyorlar. 


Oysa soysal demokratlar eski İçişleri Bakanı Rubalcaba ile toparlanmaya çalışıyor ve seçimleri zamanında yaptırmaya uğraşıyor. Bu iddia ve soruşturma en çok Rubalcaba’yı yıpratıyor. Çünkü Halk Partisi, ‘terör destekçisi’ Rubalcaba’nın ülkeyi yönetecek özelliklerden uzak olduğu propagandasına başladı bile.


Acaba, Rubalcaba’nın yerine İçişleri Bakanlığı’na yeni getirilen Antonio Camacho mu Halk Partisi’ne ya da savcılara eski dönemle ve polis şefleriyle ilgili bilgi sızdırıyor? Hayır, çünkü Rubalcaba’nın İçişleri Bakanlığı döneminde Camacho bakanlık müsteşarıydı ve şimdi Camacho da Halk Partisi’nin hedefinde. Sağcılar, “Camacho işin içindeydi, en azından baskının engellendiğini görmezden geldi” diyor.


Suçlanan polisler ve hükümet, savcıya ateş püskürüyor. Örneğin Bask Özerk Bölgesi Emniyet Genel Müdürü Enrique Pamiés, Hanefi Avcı tadında, soruşturmayı ‘bu zamana kadar kendisine karşı yapılan en büyük hakaret’ olarak değerlendirirken; hükümet, savcı Ruz’un ‘saçmaladığını’ açıkladı ve kendisini hâkimler yüksek kuruluna havale etti. Rubalcaba, soruşturmanın tek bir nedeni olduğunu söyledi: “Çünkü ben adayım…”


ETA’NIN SİYASALLAŞMASI HAZMEDİLEMİYOR

Konunun ETA’yı ilgilendiren yanı da var elbette. ETA destekçileri, yerel seçimlere ‘bildu’ seçim ittifakıyla girdi ve Bask Bölgesi’nde birçok yerde yerel seçimlerin galibi olarak çıktı. (Ayrıntıları daha önce ‘Ve ETA yerel seçimleri kazandı’ başlığı ile yazmıştık.) ETA, 13 Temmuz’da, kendine yakın Gara gazetesinde ‘Bildu’nun başarısını önemseyen, ayrıca daha önce ilan ettikleri eylemsizliğin derinleşerek süreceğini bildiren, siyasal mücadelenin önemli olduğunu vurgulayan bir bildiri yayınladı.

Yani sosyal demokrat hükümetle uzun süren görüşmeler sonrasında ETA, silahlı eylemlerdense, siyasi eylemlere yönelmiş ve ‘terör’ü bırakmış olarak şimdi siyasi arenaya çıkmış oluyordu. Bu elbette Halk Partisi’ni rahatsız eden, sosyal demokratları başarılı gösteren bir durumdu. Halk Partisi açısından en kötüsü de, ‘bildu’nun terörü desteklememesine ve açık alanda siyaset yapıyor olmasına rağmen, Bask Ülkesi’nin özgürlüğü için mücadeleyi savunmaktan vazgeçmemiş olmasıydı. Halk Partisi’ne kalsa, bildu da yasaklanmalıydı. Belki de savcılar, ‘terörün uzantısı’ olarak gördükleri ‘bildu’ politikacıları hakkında da dava açacaktı ama henüz erkendi.


Zaten savcılar, henüz ‘bildu’ politikacılarına karşı dava açmasa da, ETA’ya yakın gördükleri kişiler hakkında davaları sürdürüyor. Yine geçen hafta, özel yetkili mahkeme Audiencia Nacional, ülkenin tanınmış kadın avukatlarından Arantza Zulueta hakkında ETA’ya yardımdan soruşturma başlattı. Zulueta, ETA’lıların ve diğer siyasi tutukluların davasını almasıyla tanınıyor ve daha önce de ETA’ya yardım ve yataklıktan yargılanmış biri. Fransa ve İspanya’da yargılanan Zulueta’nın en ağır soruşturma konusu ise şuydu: Zulueta, ETA’nın silahlarını sakladığı yeraltındaki üç silah deposu hakkında bilgi sahibi. El Pais’in ‘polis çevrelerinden aldığı bilgiye göre’, şimdiki soruşturma ise, ETA’nın bombalamak istediği özel yetkili mahkeme Audiencia Nacional hakkında örgüte bilgi vermek, ETA’nın özel istihbarat ağı sorumlusu olmak.


TÜRKİYE’YE BENZİYOR MU?

İspanya Halk Partisi’nin ETA ile görüşmeye ve pazarlığa şiddetle karşı çıktığı için bu dolapları çevirdiğini söylemeye çalıştık. Peki, İspanya Sosyalist İşçi Partisi ve Başbakan Zapatero, ETA ile masaya oturmaya ve görüşmeye çok mu meraklıydı ya da ne kadar masada kalındı? Evet, sosyal demokratları masaya oturmaya ETA zorladı ve başta sosyal demokratlar da masaya oturdu. Ancak hem ETA’nın bazı ‘özensizlikleri’ hem de sosyal demokratların kararsızlıkları tarafları masadan kaldırdı. İspanya’da masa hâlâ ortada duruyor ve ETA, masanın başında olduğunu söylüyor.  Her ne kadar sağcılar masanın tekmelenerek devrilmesini savunurken, sosyal demokratlar görmezden gelse de, masanın kurulu olduğunu biliyorlar.   

“Türkiye ve İspanya ne kadar birbirlerine benziyor değil mi?” Bu soruyu sorduğum İspanyol gazeteci arkadaştan “evet” cevabını alamadım. Arkadaş daha güncel ve teknik meselelerle ilgiliydi. Şöyle cevap verdi: “Sizde çok çabuk tutukluyorlar, bizde hiç değilse tutuksuz yargılama var hâlâ…”


ETA: Siyasi ve ideolojik üstünlük elde ettik

ETA, 13 Temmuz günü Bask dilinde yayın yapan Gara gazetesinde yayınlanan bildirisinde, 10 Ocak’ta ilan edilen ‘kalıcı’ ateşkesten bu yana “kat edilen yolda daha ileri gitmeye hazır olduklarını" açıkladı. 2009’dan bu yana eylemsizlik sürecinde bulunan ETA, Bask ülkesinde barış için fırsat oluştuğuna ‘tamamıyla ikna’ olduğunu belirtirken, diyalog ve müzakere için alanın genişletilmesi çağrısında bulundu.
ETA, 22 Mayıs’taki yerel ve bölgesel seçimlerde Bask’ta elde edilen başarının ‘siyasi ve ideolojik olarak zafer’ anlamına geldiğini belirtti. Seçim sonuçlarının yeni bir dönemin kapısını açtığını kaydeden ETA, tüm aktörleri çözüm için çaba göstermeye çağırdı. ETA, bu yolda mücadele eden herkesle birlikte yürümeye hazır olduğunu açıkladı.

Bu bildiri, ETA’nın 6 ay önce ilan ettiği ‘kalıcı, genel ve kontrol edilebilir ateşkes’inden sonraki ilk bildirisi. 1959’dan beri sosyalist bir Bask Ülkesi için mücadele eden örgüt, bu bildiride, ‘bildu’ seçim alternatifinin başarısından sonraki siyasi durumu tahlil ediyor. Seçimlerde, 2009’dan beri yasaklanan Bask sol partileri yerine, böyle bir modelin denenmesini olumlu bulduğunu açıklayan ETA; devleti barış görüşmelerine militarist yöntemle değil de kitlesel halk hareketiyle zorlamayı daha doğru bulduklarını da açıkladı. 


İlk icraat Kral Carlos’un portresini kaldırmak

20 yıldır sosyal demokratların belediye başkanlığını elinde bulundurduğu San Sebastian’da yeni belediye başkanı ‘bildu’lu Juan Karlos Izagirre, göreve geldikten sonra ilk işlerinden biri olarak belediyedeki İspanya Kralı 1. Juan Carlos’un portresini kaldırmak oldu. Fotoğrafı kaldırırken Izagirre, “Bu portre bu şehri temsil etmiyor. Bu şehri artık hem İspanya’da hem de bütün Avrupa’da biz temsil ediyoruz” dedi.

Bask Özerk Bölgesi’ndeki 100’den fazla belediye gibi, Guipúzcoa’nın başkenti Donostia (San Sebastian) Belediye Başkanlığı’nı da kazanan ‘bildu’ hem sağcıları hem de sosyal demokratları üzmeye devam ediyor. Bildu’dan seçilen Izagirre, kendilerinin seçilmesinin Bask Bölgesi’nin ‘siyasi olarak normalleşmeye başlaması’ olarak değerlendirirken diğer partiler karşı atağa hazırlanıyor. Bütün partiler, yasa gereği portrenin asılması gerektiğini savunurken, kralın yazlarını bu şehirde geçirdiğini belirtiyor ve en azından bunun için portrenin kalmasını istiyor. Partiler, Izagirre’nin meşruiyetini sorgulamaya başladı.


Ancak, San Sebastian belediye başkanı, hiç ummadığı bir desteği de AB’den almış durumda. San Sebastian, 2016 için, Polonya’nın Wrocław kentiyle birlikte Avrupa Kültür Başkenti ilan edildi ve şimdiden Izagirre bütün Avrupa’da meşruiyetini kurmuş durumda.

Fetullah Gülen Cemaati Milli Görüş'ün Panzehiri miydi?

Fettullah Gülen'in Gazze'ye insani yardım götüren gemilere İsrail ordusunun düzenlediği saldırı hakkındaki görüşleri, özellikle islamcı çevrelerde büyük tartışma yaratmıştı. Gülen, Wall Street Journal'a verdiği bu mülakatta,  Mavi Marmara gemisinde İsrail askerlerine karşı gösterilen direnişi "otoriteye karşı faydasız bir başkaldırı" olarak tanımlamış ve İsrail'den izin alınması gerekliliğine vurgu yapmıştı.
 
Gülen'in islamcılar arasında infial yaratan görüşlerini, ABD ile cemaat arasındaki yakın ilişkinin bir tezahürü olarak kabul edenlerin yanı sıra, iktidardaki AKP-cemaat ilişkilerinde baskından çok daha öncesine dayanan bir soğukluk olduğu da savunulan görüşler arasındaydı.
 
Vatan Gazetesi yazarı Ruşen Çakır da bugünkü yazısında Fettullah Gülen hareketi ile Milli Görüşçüler arasındaki ilişkiyi, "merkez" addedilen medyanın Gülen hareketine nasıl yaklaştığını, Gülen'in objektifler karşısına ilk kez çıktığı 1994 yılından bugüne dek irdeliyor.
 
İşte Ruşen Çakır'ın  o yazısı: 
 
 
Gülen üzerinden Erdoğan zayıflatılabilir mi?
 
Fethullah Gülen kamuoyunun karşısına ilk kez 1994 yılında, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın kuruluşu vesilesiyle İstanbul Dedeman Oteli’nde çıkmıştı. Ardından söz konusu vakıf üzerinden toplumun farklı kesimleriyle yoğun bir diyaloğa girişti. Onun ortaya çıkışıyla Refah Partisi’nin yükselişe geçmesinin, örneğin 27 Mart 1994 yerel seçimlerinde İstanbul ve Ankara büyükşehirleri başta olmak üzere birçok belediye başkanlığını kazanmasının eşzamanlı olması herhalde tesadüf değildi. Yine bir başka tesadüf olmayan nokta, Gülen ve kurmaylarının bu dönemde RP’nin önde gelen isimleri ve bu partiye destek veren çevreler yerine, merkez sağ ve sol partilerin lider ve temsilcileri ve RP’den ürken kesimlerin elitleriyle görüşmeleriydi. O tarihlerde Milliyet Gazetesi’nde çalışıyordum ve gerek Milliyet’te, gerekse diğer büyük gazetelerde görev yapan çok sayıda üst düzey yönetici ve yazarın Gülen cemaatini “RP’yi durdurabilecek bir ve belki de yegane güç” olarak gördüklerine, Gülen’in değişik davetlerine icabet edip kendisini cesaretlendirdiklerine bizzat tanık oldum.
 
Sonuçta Gülen hareketinin, RP’nin yani Milli Görüş hareketinin “panzehiri” olarak algılandığı oranda önünün açılmış olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Diğer bir deyişle RP güçlendikçe Gülen hareketi de güçlendi. Fakat 28 Şubat süreci her iki harekete de “geçici” olarak ciddi darbe indirdi. Unutmayalım, 28 Şubat’ın başlarında Gülen kendisini RP’den iyice ayrıştırmaya çalışmış, bu partinin gücünün nasıl kırılabileceği yolundaki önerilerini televizyon ekranlarından dile getirmiş, fakat TSK’yı ikna edememişti. atv’de aleyhine yayınlanan kaset Gülen’in “geçici tasfiyesi” nin başlangıcıydı ve işareti alan birçok kişi ve çevre Gülen hareketine vermiş oldukları destekleri gürültülü bir şekilde geri çekmekten bir an bile tereddüt etmediler.
 
Karşısındaki blokta gedik açtı
 
Yakın tarihimize bu hızlı bakışın ardından Gülen’in Wall Street Journal’a vermiş olduğu mülakata dönebiliriz. Dün Gülen’in Mavi Marmara katliamı hakkında konuşarak İsrail, ABD ve kendi cemaatine ayrı ayrı mesajlar verdiğini yazmıştım. Ama Gülen’in sadece bu kesimlere seslendiği söylenemez. Öncelikle kendisine mesafeli kesimleri de bu vesileyle muhatap aldığını düşünebiliriz. Şöyle ki Gülen hareketinin güçlenmesine paralel olarak, onu Türkiye’deki her kötülüğün başta gelen, hatta belki de tek sebebi gösterme yaklaşımı da gelişti. Özellikle Ergenekon süreciyle birlikte, “F Tipi” klişesiyle çok şey yazılıp söylenmiş olmasının bir bakıma cemaatin lehine olduğunu söyleyebiliriz. Fakat belli bir aşamadan sonra düşmanlarının bu kadar çok artıyor olmasının Gülen ve cemaatini rahatsız etmeye başlayacağı da açıktır. Hele bunlardan bazılarının Gülen hareketi aleyhine propagandalarını yurtdışına da taşıdıkları ve cemaatin “ılımlı” imajını yer yer zedelemeye başladıkları düşünülürse Gülen’in bir şeyler yapması da kaçınılmaz olacaktı.
 
Son günlerde “Fethullah Hoca’nın ilk kez bir çıkışını beğendim” diyen çok sayıda kişiyle karşılaştım. Yani AKP hükümetini “baş sorun” görenler, tıpkı RP dönemlerinde olduğu gibi Gülen üzerinden Erdoğan ve arkadaşlarını zayıflatmayı düşünmeye ciddi ciddi başladılar. Bu anlamda, amacı bu olmasa bile, Gülen’in bir-iki cümleyle karşısındaki blokta gedik açabildiğine şahit olduk. Eğer bu tür çıkışlarını sürdürürse, örneğin diyelim ki İran krizinde hükümetin tutumuna belli ölçülerde gölge düşürürse çok ilginç gelişmelere tanık olabiliriz.
 
Kardeş değil kuzenler
 
Tam da bu noktada Gülen’in İsrail krizi üzerinden hükümete belli mesajlar verip vermediğini tartışabiliriz. Son günlerde muhafazakâr medyada, Gülen’in sözlerinin hükümeti zor durumda bıraktığını kabullenmekle birlikte sorunun büyütülmemesi gerektiği konusunda çok yazı çıktı. Bunların tümünün ana fikri “düşmanlarımızı sevindirmeyelim”di. Gerçekten tek bir konu üzerinden AKP hükümeti ile Gülen hareketi arasındaki ittifakın sona ermesini beklemek isabetsiz olacaktır. Ama bir çatlağın oluştuğu da aşikârdır.
 
Zira AKP ile Gülen hareketi çok farklı geçmişlere ve yaklaşımlara sahiptir. Örneğin AKP adımlarını küresel sistemi gözeterek atmakla birlikte, kimi durumda ona “rağmen”, hatta bazen ona “karşı” hareket ettiği de olmaktadır. Gülen cemaatininse güç odaklarına “rağmen”, hele onlara “karşı” stratejiler geliştirdiği pek görülmez.
 
Kısacası bazılarının sandığı gibi AKP ile Gülen hareketi arasında bir “kardeşlik” bağından söz edilemez, olsa olsa “kuzen” olduklarını söyleyebiliriz. Hal böyle olunca bu iki odak arasında ittifaklar kurulabilir ve herhangi birinin çıkarlarının tehdit altına girmesi durumundaysa bu ittifaklar pekala bozulabilir.

Gülen Hareketi 'Politikleşmiş Bir Cemaat' (Röpöotaj)

Seçim sonuçlarını ve cemaatlerin tutumlarını değerlendiren Burhan Sönmez, “Türkiye’de muhafazakârlık ve dini vurgu, her zaman birbirinden beslenmiştir, ama AKP ile ortaya çıkan durum, Milli Görüş geleneğinin, merkez sağın söylemini de bünyesine almasıdır. Bu sayede, merkez de eskisine nazaran dinselleşmiştir” yorumunu yapıyor.

Fethullah Gülen cemaatinin, kendi dışındaki cemaat ve tarikatları büyük ölçüde gerilettiğini ve etki alanlarını daralttığını belirten Sönmez, sözlerini şöyle sürdürüyor: “AKP ve Gülenciler, merkez sağda çekim merkezi oluşturdu ve büyük bir pasta yarattı. Bu pastadan istediği payı alamayan tarikatlar ise AKP yerine MHP’ye yöneldi, görüntüde. Burada, büyük bir kütleden söz etmek mümkün değil. Hizbullah geleneğinin başta Diyarbakır olmak üzere Kürdistan illerinde yürüttüğü ‘mustazafcı’ örgütlenme ise ayrıca dikkate değerdir.”

Burhan Sönmez

Seçim sonuçlarından başlayalım. Tabloda ilk göze çarpan nedir?

İlk sonuç, siyasi kamplardaki temerküz, yoğunlaşma ve kemikleşmedir, diyebiliriz. Merkez sağ, artık bir büyük parti ile onun çeperinde yer alan irili ufaklı partilerden oluşmuyor. AKP, kendi kulvarında yer alan partilerin hepsini kadük hale getirdi. DP, BBP, Saadet Partisi gibi farklı üsluplara sahip partiler, dört yıl önceki tabanlarını kaybederek, yok olma çizgisine düştü. Böylece AKP, kendi denizinde neredeyse hiçbir adacık bırakmadı. Sağın ana renklerinin tek bir tabloya sığdırılması, aslında bu haliyle bir renksizlik ve ahenksizlik resmidir. Bu durum, yeterli bir demokrasiye değil, yetersiz demokrasinin iyice yetmezleşmesine yol açar.


AKP merkez sağa yerleşti, ama klasik merkez sağdan farklı bir niteliğe sahip değil mi?

Bizim bildiğimiz merkez sağ Demirel’lerin, Mesut Yılmaz’ların çizgisiydi. AKP’nin farkı, neo-liberalizmin yerli acentesi olmasında veya bölgesel bir güce dönüşme gayretinde değil, siyasi söyleminde ve iç bünyesinde ortaya çıkıyor. Klasik muhafazakârlık ile İslamcılığı, dizginsiz liberalizmle bütünleştirerek, sınırlarını öteye taşıdı. Türkiye’de muhafazakârlık ve dini vurgu, her zaman birbirinden beslenmiştir, ama AKP ile ortaya çıkan durum, Milli Görüş geleneğinin, merkez sağın söylemini de bünyesine almasıdır. Bu sayede, merkez de eskisine nazaran dinselleşmiştir. Benzer bir süreç bundan on beş yıl önce MHP açısından söyleniyordu. Yüzde yirmilere varan oylarıyla MHP’nin, merkez sağa yerleşeceği varsayılıyordu. Ama onların konjonktürel çıkışı, bünyedeki kalıcı bir değişimle karşılık bulmadı. O zamanlar Tansu Çiller’in yanında siyaset yapan Mehmet Ağar “Derin devlet ile derin millet birleşti, artık derin Türkiye var” demişti. Bu seçimlerde, biliyorsunuz, AKP’yi destekledi.

Ana muhalefetin durumu burada nasıl görünüyor?

Tartışmalı bir CHP var o kulvarda. Dili, son dönemlerde daha ekonomik ve toplumsal bir renk almaya başladı. Bu açıdan ‘sınıfsal’ bir hassasiyet taşıdığı sanılsa da, bir perspektife sahip olmadığı ve seçimlerde merkez sağın Mehmet Haberal ve Sinan Aygün gibi tartışmalı isimlerini alarak, o kesime de selam verdiği görüldü. Söylediklerini en ufak bir rüzgârda değiştirmeye hazır bir ideolojik yüzeyde durdu. Bunun şaşırtıcı olduğu da söylenemez.

Burada dini cemaatlerin, tarikatların etkisi nedir? Bazı tarikatlar, açıktan MHP’yi destekledi.

Bu destek, muazzam bir etki yaratmadı. Bunun asıl nedeni, merkez sağdaki yoğunlaşmanın yani temerküzün, bu alanda da yaşanmasıdır. Fethullah Gülen cemaati, kendi dışındaki cemaat ve tarikatları büyük ölçüde geriletti, etki alanlarını daralttı. AKP ve Gülenciler, merkez sağda çekim merkezi oluşturdu ve büyük bir pasta yarattı. Bu pastadan istediği payı alamayan tarikatlar ise AKP yerine MHP’ye yöneldi, görüntüde. Burada, büyük bir kütleden söz etmek mümkün değil. Hizbullah geleneğinin başta Diyarbakır olmak üzere Kürdistan illerinde yürüttüğü ‘mustazafcı’ örgütlenme ise ayrıca dikkate değerdir.

Peki, Türkiye demokratikleşiyor mu bu süreçte?

AKP’nin başarılarına ‘devrim’ demenin moda olduğu bugünlerde, buna kuşkuyla yaklaşmak daha iyidir. Alexis de Tocqueville’in on dokuzuncu yüzyılın ortalarında ‘Eski Rejim ve Devrim’ adlı kitabında otoriterliğin sürekliliğine yaptığı vurgu akla geliyor. AKP hükümetinin, kurumları kendi menziline çekmesi, demokratikleşmenin gerçekleştiği anlamına gelmiyor. Yıllarca YÖK bu ülkenin en çok şikâyet edilen kurumu oldu, ama onun başkanlığını ele geçirdikten sonra AKP’lilerin eleştirileri durdu. HSYK bu devletin geleneksel zihniyetini taşıyan kurumlardan biriydi, demokratikleşmesi gerekiyordu. Ama geçen yıl gördük, hükümetin bürokratları doğrudan müdahil oldu ve tek sesli bir listeyle HSYK’ya el koydu. Öğrencileri her gün yeni bir sürprizle şaşkına çeviren ÖSYM başkanı ısrarla korunuyor. Heykel yıkmak normal görülüyor, yayımlanmamış kitabın yok edilmesi dert edilmiyor. Başbakan’ın, Aleviliği meydanlarda açıkça ‘öteki’ olarak telaffuz etmesi, idamı savunması, Hopa’da ölen devrimci öğretmeni aşağılaması, cinsiyetçi dili vs. artık vaka-i adiyeden sayılıyor. Demokrasi, asıl olarak ötekilerin varlığıyla tanımlanabilen bir alandır. Ötekilerin özgüveni ve talep etme cesareti, demokrasinin eşiğini belirler. Çoğunlukçuluk ve onun biraderi totalitarizm ise, demokrasinin zıddıdır. Jean-Jacques Rousseau, ‘Emile’de, “hürriyet, insanı asil yapar” der. Bugün asil olmanın yolu, baskı mekanizmalarından değil, kendi yargılarımıza aykırı fikirleri yaşatmaktan geçer. Hükümetin görevi bunun alanını açmak olmalıdır.

Ama her iki kişiden birinin oyunu aldı, deniyor…

Demokrasi, seçim sonuçlarına saygıyı gerektirir, ama bunun anlamı, iktidara karşı sesini kısmak değildir. Saltanattan farkı budur. Demokrasinin asıl yüzünün, çoğunluğa rağmen kendi doğrunu söylemek olduğunu insanlık tarihi gösterdi. Ama bundan söz etmek bugün ülkemizde ayıp sayılıyor. Bu hoşgörüsüzlük, bir yandan güç sarhoşluğuyla açıklansa da, diğer yandan rejimin tarihsel olarak eski bir hülyaya bağlanmasıyla ilgilidir. ‘Güçlü Türkiye’ ifadesi, evvelden, ekonomik olarak kalkınan ülke fikrine denk geliyordu. Ama şimdi, bölgesel etki alanı büyüyen bir ülke anlaşılıyor bundan. Eskiden muhafazakârlar ‘küçük Amerika’ yaratmaya çalışıyordu Türkiye’de, şimdi ise ‘küçük ama müdahaleci Amerika’ yaratmaya niyetliler. Eski Osmanlı hülyasının politik gölgesidir bu.

Suriye olaylarında da bunun etkisi var mı?

Daha öncesinde, Libya’ya müdahale var. Ondan önce, Afganistan’daki işgal gücünde yer alma var. Yani ABD’nin istediği yerlerde görev alma aşkının, İslami tabanda bu kadar kabul görmesi ve hiç eleştirilmemesi dikkate değer. Bunun karşısında, İsrail’e yönelik muhalif bir dil kullanılması gönülleri okşamaya yetiyor. Fethullah Gülen’in Mavi Marmara’yı eleştirip İsrail’in yanında yer almış olmasının ise lafı dahi edilmiyor. Şimdi Suriye’ye doğru bakan siyasetçilerimizin iştahı kabarıyor. ABD, yayılmacı ve müdahaleci zihniyetini kendi toplumunda nasıl meşrulaştırıyorsa, bizim yeni egemenlerimiz de halk nezdinde yeni bir rıza ilişkisiyle ihtiyacı olan meşruiyeti sağlıyor.

Blok örgütlenmesi Kürt illerinde bir set çekti diyebilir miyiz buna karşı? Bir de Hopa’da yaşananlar var…

Kürt hareketi, kendi ‘müdafa-i hukuk’ hattını yaratarak, bölgede geniş bir kabul gördü. ‘Müdafa-i hukuk’ süreci, Kürt halkının en geniş kesimlerini ortak hedef etrafında bir araya getirme siyasetiydi, başarılı oldu. Sorumluluk artık AKP’dedir, bundan sonraki siyaseti, halkların kardeşliği umudunu olumlu veya olumsuz yönde etkileyecektir. Bu süreçte Hopa’da yaşananlar, Yevgeni Zamyatin’in ‘Biz’ adlı ütopya romanında söz ettiği ve büyük yenilginin içinde hâlâ teslim olmayan küçük insanların varlığına işaret eder. Bunların sesi, günlük siyaset için küçük ama insanlık için büyük bir sestir ve bazen suskunların hissiyatına tercüman olur. “Ben insanım” diyerek her şeye karşı ayakta durmaya çalışmak, filozofların Antik çağlardan beridir işaret ettiği ‘erdem’in gereğidir.
 
AKP ile Kürt hareketi arasındaki gerilim yıllardır siyasi bir zeminde yürürken, iki aydır din üzerinden de bir çekişme yaşanıyor. Özellikle ‘sivil Cuma’ olarak bilinen çıkışı nasıl değerlendirmek gerekir?

Henüz kimsenin tam bir değerlendirme yaptığına tanık olmadık, sadece karşılıklı suçlamalar izleniyor. Resmi yani devletçi Sünni zihniyet, Kürt halkının muhalif kesimlerindeki tepkiyi eleştiriyor, camilerin dışında namaz kılınmasını neredeyse ‘sapkınlık’ olarak tanımlıyor. Buradaki tepkinin, devletçi zihniyetin yansıması olduğu açıktır. Yoksa hangi din kitabı, devletin camisinde, devletin atadığı imamın arkasında durmayı ve resmi Diyanet kurumunun hazırladığı Cuma vaazında yer almayı emrediyor? İlginç olan, devletin dindarları ezdiğinden şikâyet eden ve onun laikliğini lanetleyen kesimlerin, şimdi devletin kurumlarına sonuna kadar sarılmasıdır. Devletin ve Sünni otoritelerin ‘resmi ilahiyatına’ tabi olmak istemeyen insanların başlattığı ‘sivil Cuma’ hareketinin, bir tür ‘sivil ilahiyat’ barındırmasından korkuluyor. Her şeyi kendi tekelinde görmek isteyen iktidar, buna demokrasiyi, özgürlüğü ve elbette dini dâhil eder. Oysa özgürlük, dini talep çeşitliliğinin de olmazsa olmazıdır. Alevilik ve diğer inanç biçimleri için olduğu kadar, Sünniliğin kendi iç dünyası için de geçerlidir bu. Bu dünyanın mührü resmi diyanetçilerin elinde değil. Yoksa özgürlük ve demokrasi, havada asılı kalan, isli ve ışıksız bir lambaya döner.


Gülen hareketi, ikili bir karakteri ve gerilimi kendi içinde taşıyor

 
“Cemaat, sivil toplum hareketidir” denir, ama yine de sürekli politikanın merkezinde görüyoruz onları…

Cemaatleri, daha doğrudan söylersek Gülencileri, sadece ‘sivil toplum’ kategorisi içinde tanımlamak, o yapıyı açıklamakta yetersiz kalır. Politik bir örgüt veya parti yapısı taşımasalar da, Gülen hareketi için ‘politikleşmiş cemaat’ demek daha açıklayıcı olur. Sadece eğitim, medya, banka ve şirketler alanında değil, doğrudan siyasetin ve devletin her kademesinde, emniyetinden adliyeye ve mülki bürokrasiye kadar bütün alanlarda partilerden daha aktif ve politikler. Sivil toplumsal örgütlenmeleri ve imkânları sonuna kadar kullanmaları, Gülencileri veya ‘mustazafcıları’ siyaset-dışı göstermeye yetmez. Din aracılığıyla, kalpsiz bir dünyanın kalbi olmaya çalıştıklarını söyleseler de, esasında yaptıkları şey, kapitalizmin azgın ve kirli sularını yeşil renge boyamaktan ve bunu iyi niyetli insanlara içirmekten ibarettir. Gülen hareketi bu açıdan ABD’deki dini akımlar ile Endonezya’daki İslamcı tarikatların bir karışımı gibi görünüyor.

220 milyon nüfusa sahip Endonezya’daki Muhammediye ve Nahda adlı iki dini hareketin toplam taraftar sayısı altmış milyon. Yirminci yüzyıl boyunca güçlüydüler Endonezya’da ama asıl gelişimleri, komünistlere karşı gerçekleştirilen 1965 darbesinden sonra oldu. Binlerce üniversiteye, hastaneye, bankaya vs. sahipler. Kendi içlerinden cumhurbaşkanı bile çıkardılar. Hem anti-komünizmleri, hem Batı sermayesi ve siyasetiyle iç içe olmaları, hem de İslami argümanı sonuna kadar kullanmaları açısından fazlasıyla benzeşiyorlar. Gülenciler bir farkla öne çıkıyor, kendilerini sadece ulusal bünyeyle sınırlamadan, neredeyse her kıtada yüzlerce merkezde faaliyet gösteriyor, küreselleşiyor. Dolayısıyla hareket şimdiden ulusal ve uluslararası, ikili bir karakteri ve belki de gerilimi kendi içinde taşıyor. Ülke ölçeğinde son yıllarda ön cephede fazla görünmeleri ile uluslararası sahnede dillendirdikleri düşük voltajın yarattığı çelişki, onların her şeyi denetlemeye yönelik tutkularının yönünü ve seyrini de belirleyecektir.
 
BirGün Gazetesi
 
19 Haziran 2011  

Fetullah Gülen'in Kürt Asimilasyonu

Cemaat yurdunda 2 yıl kaldı, karşılaştığı durumları kabullenemeyen Hakkarili S.D. bu defa dönen dolapları ve cemaatin iç yüzünü anlatmak istedi:

Bilindiği üzere uzun yıllardır bütün dünyada var olan Nur cemaati, Müslümanlığı kullanarak asimile politikası izleyen bir şahıs önderliğinde oluşturulan bir cemaattir. Bu politikanın en çok işlenmek istendiği yer ise Türkiye'nin doğusu, güneydoğusu ve Irak'ın kuzeyidir.


Osmanlı devletinden süregelen bu politika Fettullah Gülen tarafından yıllardır gayet başarılı bir şekilde devam etmekte ve ettirilmektedir. Türkiye başta olmak üzere birçok ülkede, insanlar bu cemaate hizmet etmektedir. Bu cemaate eğitim dünyası, iş dünyası, emniyet teşkilatı ve askeri ordudan bazı kesimlerdir ne yazık ki.


Ancak şu önemli nokta göz ardı edilememelidir: Türkiye'de nur cemaatine katılan insanların çoğu Kürt kökenli vatandaşlarımızdır.


Bu insanlar aslında bilinçli olarak bu cemaate katılmamaktadırlar. Nur cemaatinin bu insanlara sunduğu imkanlar genelde ilk başta gerçek amaçlarını yansıtmaz. Daha çok insanların inançlarını kullanarak ilk önce karşılık beklemeden bu insanlara yardım etmeye çalışırlar. Özellikle Saidi Nursi'nin risalelerini okutarak Kürtleri kazanmaya çalışırlar.


Saidi Nursi'nin Kürt olduğunu gerçekte kabul etmezler ama bir Kürt öğrenciye asla bunu anlatmazlar.


Bu genel açıklamadan sonra size biraz da Gülen cemaatinde yaşadığım birkaç şey anlatmak istiyorum. Ben Hakkarili bir öğrenci olarak yaklaşık iki yıl bu cemaatin içinde kaldım ve kaldığım bu süreç içinde sistemleriyle ve politikalarıyla ilgili çok şey öğrendim.


Onlarla tanışmam dershane dönemimde oldu; dershaneye Hakkari'de değil de İstanbul'da gitmeye karar vermiştim. İlk gittiğim zaman çok tedirgin olmuşlardı. Onlara Hakkari'den geldiğimi söylediğimde şaşırmıştılar çünkü Hakkari'den İstanbula gelip, birçok dershane varken F. Dershanesi'ni seçmem onlar için biraz şüpheli bir davranıştı.


Tabi ben bu kuşkulu düşüncelerini birkaç cümlemle yıkmaya çalıştım. Benim amacım sadece onların vermiş olduğu eğitimden faydalanmaktı ama prensiplerimden ödün vermemek asimile olmamak şartıyla.


Onlara katılan bir çok Kürt öğrenci onların ısrarlı teklifleri karşısında maalesef çabuk pes ediyor ve artık bir ömür boyu onlar için kölelik yaptığının farkında bile olamıyor.


Onlarla kaldığım dönemde amacım artık onların gerçek politikalarını gözlemek ve öğrendiklerimi artık tuzaklarına düşmesini istemediğim Kürt kökenli öğrencilere anlatmaktı.


Ben dershane dönemimde yurtlarında kaldım ve yurtta on kişilik bir odaya verildim. Odamı paylaştığım insanların hepsinin aileleri de bu cemaatin içindeydi. Benim gibi Doğu'dan gelmiş Kürt ve Alevi birkaç arkadaş da vardı. Bize karşı farklı davranış sergiliyorlardı.


Kürdüm dediğimde 'Yoksa sen Şafii mezhebinden misin?' diye sormalarına şaşırmıştım. Çünkü ben o ana kadar hiçbir zaman insanları inançlarına göre yada ırklarına göre ayırmayı oldukça önemli bir amaç haline getiren insanları çok yakından tanımamıştım. Aynı şekilde alevi arkadaşlarımı da dışlamaya ve Aleviliğin asla kabullenilmeyeceğini dile getiren öğrencilerle dolu bir Nur Cemaati yurduydu.


Bana sık sık, “Neden sünnet namazlarını kılmıyorsunuz, neden sadece farz namazlarını kılıyorsunuz?” diye sorular sorarlardı. Ben de bu sorulardan artık gayet sıkılmıştım. Hatta hiç unutmam biri bana, “Siz şafiler de bizim gibi Müslüman mısınız? Hz Muhammed'e inanıyorsunuz değil mi?” sorusunu yöneltince o arkadaşla tartışmıştım.


Sonra yavaş yavaş şunu anladım; Kürt olmak, mezhep olarak, ırk olarak onlar için onlardan ayrı görülüyordu ve sizler - bizler kavramının onlar için ne kadar önemli olduğu ortadaydı.


Odamda da bir sınıflandırma yaşadım ilk dört ay. Kürt olduğum için odamı paylaştığım insanlar benimle konuşmak istemediler.


İlk gün ben odadayken söyledikleri cümleler asla unutamayacağım cümlelerdi. “Kürtler karaktersizdir, aşağılık, bölücü ve güvenilmez insanlardır, zaten ailelerimiz de Kürtlerle asla arkadaş olmayın onlardan uzak durun diye bizi uyardılar” dediklerini duyunca o gece sabaha kadar uyuyamamış ağlamıştım.


Sabah yurt müdürüne gidip bu konuyu paylaşmak istediğim zaman daha çok üzülmüştüm; çünkü yurt müdürü bana yardımcı olmayıp onları savunmaya kalkışmıştı. Yurttaki öğrenciler arasında oldukça büyük bir ayırım vardı. Özellikle ailesi cemaate bağlı olanlar Kürt ve Alevi öğrencilerden çok daha üstünlerdi.


Onların Alevi ve Kürt öğrenciler üzerindeki asimile politikaları farklı kişiler tarafından uygulanırdı. Alevi öğrenciyi ikna etme işleri her zaman alevi kökenli hocalara verilir, Kürt öğrencileri de genelde Kürt olan hocalar ikna ederdi. Yani bizler ikna edilebilseydik bizim de onların gözüne girme şansımız yüksek olacaktı, tabi bir köle misali ama bunu asla kendimize yakıştıramazdık.


Yurtta kalan İstanbul Kürtlerinden çok sayıda öğrenci vardı. Bu arkadaşlarla cemaatle ilgili birçok şey konuştum. Özellikle cemaate neden ve nasıl girdiklerini sordum. Genelde verilen cevaplar aynıydı; çoğunun ailesi Doğu'dan Batı'ya gelirken maddi olarak çok kötü durumda olduklarını ve babalarının önce cemaatte küçük işlerle başlayıp sonrada iş adamı niteliğinde yurt dışında iş yapmaya başladıklarını söylediler. Ama babalarının yaptıkları işi net bir şekilde açıklamazdılar, hep bir muğlaklık vardı bu da benim kafamı karıştırmıştı.


Bir yerlerden öğrenmeye çalıştım. Sanırım bu aralar gündemde olan Deniz Feneri yolsuzluğuyla ilgiliydi.


Derslerimize giren bayan hocalar genelde tek tip olurlardı. Tekbir marka pardesüler, Vakko, Aker, Gucci ve Pierre Cardin markalı eşarplar kullanırlardı. Öte yandan Yahudi marka malları kullanmayın diye sürekli konuşmalar yaparlardı, özellikle Coca-Cola içmeyin derlerdi. Yine bir çelişkiydi bu çünkü kullandıkları tekstil markaları zaten Yahudilere aitti.


Dayanamadım bunu da sordum aldığım cevap çok komikti: “Peygamber efendimiz bize bir ortama girdiğinizde güzel giyinin diye buyurmuştur, ondan bu markaları kullanıyoruz.” Tabi ben yine onlara bu cümlenin Kur-an'da geçmediğini, kendileriyle çeliştiğini söyledim. Anladım ki gün gelecek bu söyledikleri mantıksız cümleleri tıpkı İncil nasıl değiştirildiyse Kuran'a geçirilip, kutsal kitabı değiştireceklerdi. İslamı kendilerine göre yorumlamaya çalışırlardı. Hatta Hz Muhammed'in aslının Türk olduğunu idda edenlerle bile karşılaştım.


İşte yine Türk-İslam sentezinden bir ayrıntıydı bu. Fettullah Gülen için de son ilah derler ve kitapları zorla okutturulur, hatta söyledikleri birer hadismiş gibi ezberlenilir.


Kısacası Gülen cemaatinin Amerika'dan beslenen bir cemaat olması maalesef halk tarafından pek anlaşılamıyor. Özellikle Kürt halkı bunu çok iyi göremiyor.


Onlardan en son duyduğum cümle şu idi: “Giremediğimiz tek yer Hakkari idi ama artık orayı da ele geçirdik sayılır.”


Tabi uzun zamandır Hakkari'de hatta Yüksekova'da Nur cemaatinin alt yapısı oluşturuluyor ve bu çalışmada ismini vermek istemediğim Yüksekovalı yurtsever öğretmen edasına bürünen birkaç eğitimci var ne yazık ki.


Gördüğümüz gibi her yerde aynı çelişki Kürt olup, Kürtleri yok saymaya ve onları asimile etmeye çalışan bu cemaate uşaklık etmek.


İstediğim tek bir şey var o da şu: Ne olur artık Kürt halkı Osmanlı'dan bu yana devam eden İslami asimile politikalara alet olmasın. Özellikle Hakkari'den Yüksekova'dan üniversite okumak için Türkiye'nin birçok yerine giden öğrencilerimizin bu asimile politikasına alet olmasını istemiyorum.


S.D.


Yüksekovahaber