22 Temmuz 2011 Cuma

Ekonomik Krizin 18 Alameti

Dünyada hemen hemen tüm uzmanlar kısa vadede ciddi bir ekonomik kriz beklentisi içinde. Hatta beklentiler yaşanacak bir krizin 2008'de piyasaları sallayan ekonomik krizden çok daha boyutlu olacağı yönünde.

Peki neye dayanarak böylesi tahminler yapılıyor? Gerçekten bir ekonomik kriz kapımızda mı? Yoksa spekülasyon mu yapılıyor?

2008 yılında dünyanın en büyük ekonomisi olan ABD'nin dış borcu 10 trilyon doların altındaydı. Bugün ise ABD'nin dış borcu 14 trilyon doları geçmiş durumda.

2008 yılında hiçbir AB ülkesi ekonomik kriz içerisinde değildi. Bugün en az 7 AB ülkesi ekonomik krizin eşiğinde.

Ve bu kez küresel ekonomik düzen büyük bir çatlakla karşı karşıya. İşin panik yaratan tarafı bu çatlak patlarsa 2008'in aksine dünyadaki büyük ülkelerin hükümetlerinin bunu yamayacak güçleri olmayacak.

Krizin kokusunu alan kısa vadeli satışlardan kar etmeyi amaçlayan fırsatçılar da bu nedenle sık sık spekülasyonlar yapıyor ve piyasalarda dalgalanmaya neden oluyor. Hiç şüphesiz ki bu fırsatçılar paranın kokusunu çok iyi alıyorlar.

2008'deki krizin öncesinde bankaların rezervlerinde erime yaşanmaya başlamıştı. Bugün de aynı durum söz konusu.

Avrupa'da dış borçlardan kaynaklanan kriz gün geçtikçe daha kötüye gidiyor. Eğer AB ülkelerinin aldığı önlemler sonuç vermezse büyük bir krizin patlaması artık an meselesi haline gelecek.

İşte ekonomik krizin bu haftaki 18 alameti:

1) Bankaların borsadaki değer kaybı artıyor. Bu hafta Bank of Amerika son bir yılın en düşük seviyesine yüzde 4'lük bir kayıpla geriledi

2) Bu sene Bank of Amerika'nın yaşadığı toplam kayıp yüzde 27'yi buldu

3) Bank of Amerika sermaye bandını 50 milyar dolara yükseltebileceği haber veriliyor

4) Goldman Sachs ve Morgan Stanley'in hisseleri son iki yılın en düşük seviyesinde

5) Citigroup hisseleri Pazartesi günü yüzde 2,5 düştü

6) Kredi derecelendirme kuruluşu Moody's Bank of America, Citigroup ve Wells Fargo'nun kredi notlarını düşürebileceğini duyurdu

7) Barclays Capital, Goldman Sachs, Bank of America, JPMorgan Chase ve Morgan Stanley şu anda ya personel çıkarmayı düşünüyor ya da personel çıkarmaya başladı

8) IMF'nin Avrupa direktör yardımcısı Yunanistan'ın borç krizinin bıçak sırtında olduğunu söyledi

9) Moody's İrlanda'nın kredi notuda bir değişikliğe gitmedi

10) Portekiz'in sunduğu hazine bono faizi yüzde 20'nin üzerinde faiz veriyor. İrlanda'nın bonolarının faizi 23, Yunanistan'ın bono faizi yüzde 35'in üzerinde

11) İtalya'nın en büyük bankasının hisseleri Pazartesi günü yüzde 6,4 oranında düştü

12) Pazartesi günü İtalya'daki hazine bonolarının faizleri son 10 yılın en yüksek seviyesindeydi

13) Yine aynı şekilde İspanya'nın hazine bonolarının faizi de son 10 yılın en yüksek seviyesindeydi

14) Almanya'nın en büyük bankasının hisse senetleri yüzde 7 oranında düştü. Bu aydaki toplam değer kaybı ise yüzde 23'ü buldu

15) Citigroup'un ekonomistlerinden William Buiter Avrupa Merkez Bankasının müdahalesi olmaması durumunda bağımsız ekonomik çıkış arayışları gerişebilir

16) Dünyanın en büyük şirketlerinden Cisco çalışanlarının yüzde 16sını işten çıkarma kararı aldı.

17) Borders Group tüm işlemlerini durdurarak işyerlerini tasfiye edeceğini duyurdu. Bu 10 bin 700 kişinin işsiz kalması demek

18) Kriz zamanlarında yatırımcılarının güvenli limanı olan altının ons başına fiyatı 1600 doları geçti

Bütün bu göstergeler hiç de alışık olduğumuz türden bir krizin yaşanmayacağını ortaya koyuyor. 2008'deki gibi bu krizin çok ani bir şekilde domino etkisiyle gerçekleşebileceği ifade ediliyor.

Küresel ekonomik sistemim yapısı kağıttan evlere benziyor. Bu yapı hiçbir denetim ve korumaya imkan vermeyecek şekilde dizayn edildiğinden bir kere kriz patlak verdi mi durdurmak oldukça zor.

Bu yapı daha çok kısa süre içinde çok kar elde edilmesine imkan sağlayacak şekilde biçimlendirilmiş durumda. Bankerler, finans kuruluşları bu sistemden besleniyor. Bir başka deyişle fırsatçılar krizi seviyor. Bugün Yunanistan'dan yüzde 30 faizle iki yıl vadeli bonolar almak için sıraya girenlerin hiçbiri maaşlı insanlar değil. Hepsi büyük kuruluşlar. Ve kriz derinleştikçe faizler artacak ve kazanan yine onlar olacak.

SERDAR EROĞLU

Rusya'da Rejim Giderek Otoriterleşiyor


Rusya’daki Parlamento seçimleri için politik süreç başladı. Seçimler için yapılan ilk düzenlemelerden biri yüzde 7’lik barajın yüzde 5’ e indirilmesi oldu. Partiler aday belirleme çalışmalarını sürdürüyor. Duma Başkanlık karşısında fazla etkili bir kurum olmamasına rağmen hemen sonrasında yapılacak olan devlet başkanlığı seçimlerinin zeminini hazırlaması açısından önemli. Vilademir Putin, yeniden devlet başkanı adayı olacağının güçlü sinyallerini veriyor. Sinyaller şaşırtıcı olmasa da başvurulan yeni yöntemler alışılmışın ötesinde.

Bunların başında "Bütün Rusya Halk Cephesi"nin kuruluş çalışmalarıdır. Başbakan tarafından kurulan bu cephe otoriter rejimleri aşan yeni ve ilginç bir örneği ifade ediyor. Devletin (yasama, yürütme, yargı gibi) temel kurumları ve medyanın yanında bir de emek örgütlerini, sivil toplum kuruluşlarını, entelektüel katmanlarını iktidara bağlı tek bir örgüt çatısı altında birleştirmek siyaseti tekelleştirmeye yol açabilir.

Görüşlerine başvurduğumuz Yabloka Partisinin Başkan yardımcısı Alexander Shubin seçimlerde seçmenin değil idari yapının belirleyici olacağını ifade etti.

Şüphesiz ki devlet yönetiminin direk sivil sahaya inerek yönetmeye çalışması çağdaş demokratik dinamiği olumsuz etkilemesi açısından düşündürücü. Bu cephe için bazıları amacın Ortadoğu’dakine benzer protesto dalgasının yükselmesini önlemek amacıyla toplumsal güçleri kontrol etmeye yönelik girişimler olarak değerlendirse de gerçekte parlamento ve devlet başkanı adayının belirlenmesinde de önemli bir platform rolü oynaması öngörülüyor. Politikada fazla cesur olmayan Medvedev bile bunun ülkedeki siyasi rekabeti ortadan kaldıracağını ve her şeyin önceden kararlaştırıldığı bir siyasi sistemin geleceğinin olmayacağını söyledi.

MUHALEFET ENKAZ HALİNDE

En az bunun kadar tehlikeli olan iktidara karşı mücadele edebilecek gerçekçi bir muhalefet ve alternatif bir liderin yokluğudur. Seçimlere katılacak olan ve başında gayrı ciddi politik kimliği ile kuşku yaratan Vladimir Jirinovski’nin bulunduğu Rus Liberal Demokrat Partisi isminin tersine aşarı sağcı politika yürütüyor ve parlamentoda iktidarın yedek müfrezeleri rolündedir.

Benzer bir role soyunan Mikhail Prokhorov merkez sağ partilerden Hak İş’in (Pravaya Dela) başına geçti. Prokhorov için en çarpıcı değerlendirme Newsweek yazarlarından Owen Matthews’dan geldi. Prokhorov’u Kremline radikal eleştiriler yöneltmeyecek güvenli bir muhalif aktör olarak değerlendirip iktidarın ülkedeki mutlak hâkimiyetinin, güdümlü muhaliflerin desteklenmesiyle sürdürüldüğünü yazmıştı.

Tüm bunların yanında siyasi Partiler kanunu Kremline sadece var olan siyasi partilerin faaliyetlerini sınırlandırma imkânı değil aynı zamanda hangi partinin kurulması hangisinin ret edilmesi imkânı da tanıyor. Örneğin Adalet Bakanlığı eski başbakanlardan Mihail Kasyanov liderliğinde ki Halkın Özgürlüğü Partisi'nin (PARNAS) seçim için kayıt başvurusunu reddetmesi gibi. AP bu kararı ülkede siyasi çoğulculuğu engelleme olarak değerlendirdi.

Aynı şekilde Batı tarafından desteklenen Gary Kasparov gibi muhalif gruplar ise gerek iktidarın kısıtlamalarından gerekse toplunun reel durumundan uzak kalmalarından dolayı ciddi bir varlık gösteremiyorlar.

KOMÜNİST PARTİ OYLARINI ARTIRABİLİR

Rusya’daki seçimlerde İktidara karşı ana muhalefet partisi rolündeki Komünist Partisinin durumu son derece önemli. Ancak bu partinin durumunu anlatmak için her şeyden önce doğru literatür sorunuyla karşılaşılacaktır. Bu sadece içinde bulunduğu sistemle ilgili değil kendisinin yaşadığı ideolojik politik tutarsızlık sorunuyla da ilgilidir. Rusya Federasyonu Komünist Parti (RFKP) seçimlere tutarsızlıklar, liderlik sorunu örgütlenme hataları ile gidiyor. Geçtiğimiz günlerde değerlendirme toplantısı yapan parti seçimlerde yüzde 30-35 arası oy almayı hedeflediklerini açıkladı.

Bu toplantıda son yılların en uzun konuşmasını yapan Zuganov Birleşik Rusya Partisinin kurmak istediği “Bütün Rusya Halk Cephesi”ni eleştirerek buna karşı kendi “Halk Cephesi” ( yâda Halkın Milisleri) örgütünü kuracaklarını duyurdu. Bunun yanında ücretsiz eğitim ve sağlık hizmetlerini de içeren ve iktidar olmaları halinde izleyecekleri politikaları belirleyen bir rapor sunup aday belirleme çalışmalarını hızlandırdı.

Komünist Parti 1996 başkanlık seçimlerinde aldığı yüzde 40 oy (ülkedeki aydınlar oyların gerçekte bundan çok daha fazla olduğunu belirtmişlerdi) iktidarın avantaj ve hilelerine rağmen halkın sosyalizmdeki ısrarını orya koymasıydı. 1996 yılından itibaren Komünist partinin oyları sistematik olarak düşerek 2007 parlamento seçimlerinde yüzde 11.57 e indi.

Ülkedeki aydınlar Komünist Partisinin Başkanı için “uzun süredir iktidar perspektifi ve yeteneğini kaybederek parlamentodaki büyük fraksiyon olarak varlığını sürdürmeyi hedeflediğini” belirtiyorlar.

Bu durumu Yabloka Partisinin Başkan yardımcısı ve önemli entelektüellerinden Alexander Shubin şöyle değerlendiriyor: “RFKP şansı seçmenin iradesiyle değil idari yapısı tarafından belirlenecek. Bu idari yapı da bundan çok fazla rahatsız değiller. Çünkü ne onları gerçek bir muhalefet ne de halkın savunucuları olarak görüyorlar. Zuganov’un siyaseti de çok sadıktır. Komünist partinin lider kadrosunda ideolojik oportünizm var. Bu solcularda ideolojik hoşnutsuzluğa, yerel yönetimlerde bölünmelere yol açtı. Özellikle yerel organizasyonlarda (özellikle Moskova’da) yöneticiler muhalefeti bastırmada hiçte demokrat gibi davranmadılar Bu anlaşılırdır çünkü daha radikal liderler başa gelseydi ya parti dağıtılırdı yâda kısıtlama getirilirdi tıpkı Yabloka Partisine yapıldığı gibi.”

Alexander Shubin muhalefetin durumuna ilişkin sözlerini şöyle sürdürüyor: “Diğer adaylar da var ama şu anda var olan politik modele bakarsak bunların seçilme olasılığı yok. Çünkü seçimlerde önemli olan toplumun iradesi değil yöneticilerdir. Ayrıca güçlü bir muhalifte yok zaten güçlü ve gerçekçi bir muhalefetin gelişmesini için hiçbir idari kaynak sunuluyor. Aslında bu çok tehlikeli bir durumdur eğer sosyal açıdan toplumun rahatsızlıkları büyürse ve bu bazı legal kanallardan kendini dışa vuramazsa o zaman yıkıcı dalgalara yol açabilir.”

SİYASETTE TEK MUCİZE DEVRİMDİR

Artık siyaset iktidarın imkânlarıyla planlanan sonuçları ölçülen bir insan faaliyetine dönüşüyor. Bunları değiştiren tek mucize devrimdir. Ancak devrim tanrısal değil toplumsal bir mucizedir. Unutmayalım ki Beşar Esad 2007 yılında yüzde doksanın üzerinde oy almıştı.

Bu Rusya için reel bir durumdur aşırı yetkilerle ve geleneksel siyasal davranışlarla otoriter bir liderlik ve iktidar geleneği var ve bu seçimleri istediği gibi planlıyor.

Yani Putin iktidarını yeniden planlıyor. Stratfor’dan By Lauren Goodrich “Rusya'da Gelişen Liderlik” tarzını iki zafiyete bağlıyor; biri ülkenin coğrafik savunmasızlığı ve büyük süper güçlerde kuşatılmış olması diğeri çok etnikli bir yapı üzerine kurulu olmasına.

Brzezinski’den uyarlanan bu geleneksel değerlendirmelerde demokratik bilincin ve koşulların geldiği düzeyle geçersiz kalıyor. Çünkü artık despotizm ve otoriterlik ek bir ulusal güvenlik tedbiri sağlamadığı tersine (Ortadoğu ülkelerinde olduğu gibi) istikrarsızlığa, kaosa ve dış müdahaleye zemin sunduğu görülüyor. Artık bu geleneksel değerlendirmeler anti demokratik yönetimleri eleştirmeye değil onların varlığını sürdürmelerini destekleyen meteryaller sunuyor.

Erdoğan'ın 'Korkut Eken'leri Sahaya Çıkıyor

 
Tansu Çiller'in başbakanlığı döneminde PKK ve Kürt halkına karşı devreye sokulan ve yüzlerce cinayette adı geçen ‘özel tim’ yeniden sahaya iniyor. Kuzey Kıbrıs dönüşü gazetecilerin sorularını yanıtlayan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, PKK’ye karşı polise görev vereceklerini söyledi.

Kürt meselesinin çözümünü ‘terör ile mücadele’ çerçevesinde değerlendiren Başbakan Erdoğan, iç güvenlikte polisin kullanılmasıyla ilgili çalışma yaptıklarını
belirterek, “Bölgelerin hassasiyetine göre adım atılacak” dedi.
PKK’ye karşı yeni yöntemlere başvurabileceklerinin mesajını veren Erdoğan, polise verilecek görev dışında üzerinde durdukları bir diğer konunun hudut birlikleri olduğunu belirterek, bunun için ilk etapta 5 bin kişilik bir yapı oluşturacaklarını söyledi.

Dolmabahçe'deki toplantıya benzer ancak daha dar kapsamlı toplantılar yapabileceklerini aktaran Erdoğan şunları söyledi: ‘’Farklı düşünmek zorundayız. Kötü niyetlilere karşı iyi niyetle taşıyamayız. Bağımsızlar dışlandıklarını söylüyor. CHP’yi nasıl çağırdıksa, onları da çağırdık. Neden dışlayalım. Açılımı her şeye rağmen devam ettireceğiz. Dolmabahçe’de yaptığımıza benzer, toplantılar yapabiliriz. Maalesef onlara katılmış bazı isimlerin, daha sonra süreci dinamitleme rolüne soyunması üzücü” yanıtını verdi

‘’İmralı’dan uzlaşma mesajına rağmen Silvan yaşandı. İmralı’nın örgüte etkisi var mı, yok mu? Bu durumda İmralı ile görüşmek anlamsızlaşıyor mu?’’ sorusunu Erdoğan ise şöyle yanıtladı: ‘’İşlerine geldiğinde İmralı ile uyumlu davranıyorlar, işlerine gelmediğinde uyumsuz oluyorlar. Dağdakilerin isimlerini anmak istemiyorum, ama çift başlılık ortada. Dağda da çift başlılık var. Böylece süreci haince işletiyorlar. Devlet, keyfi operasyon yapmaz. İstihbarat alırsa yapar. Bölücü terör örgütü silahı bıraksa, terör minimize olur. Bir istihbarat gelmedikçe de güvenlik güçleri operasyon yapmaz. Ama güvenlik güçlerinin silah bırakması istenebilir mi? Bu zaten onların birinci görevi, varlık sebebi.’’

Emniyet Genel Müdürlüğü de 2010 yılından itibaren Özel Harekat timlerini güçlendirme kararı aldı. Emniyet mart ve haziran döneminde Özel Harekat'a bin polis alımı yapılmasını planladı. Emniyet Özel Harekat Daire Başkanlığı 29 Mart 2010'da açılan 38. dönem kursa 600 özel timci aldı. 28 Haziran'da açılacak 39. dönem kursa ise 400 özel timcinin alınmasını planladı. Böylelikle Özel Harekat timlerinin mevcudunun 5 bin 450'den 6 bin 450'e yükseltilmesi planlandı.

Özel Harekat Daire Başkanlığı'nda yeni bir yapılanmaya gidildi. Daire Başkanlığı'ndaki şube müdürlüklerinin sayısı 4'ten 10'a yükseltildi. Özel Harekat yönetmeliğinde yapılan değişiklik sonrası Özel Harekat kursuna alınan amirlerin yaşı 33'ten 30, polis memurlarının yaşı ise 30'dan 28'e indirildi.

Özel Harekat timlerinin mevcudunun artırılması, Özel Harekat Daire Başkanlığı’nda yeni bir yapılanmaya gidilmesi, Özel Harekat’ın daha aktif hale getirilmesinin son saldırılardan çok önce planlandığına işaret ediyor.

Özel Harekat, çatışmaların tırmandığı 1990’larda özellikle Çiller hükümeti döneminde PKK ve Kürt halkına karşı kullanılmıştı. Özellikle Mehmet Ağar’ın Emniyet Genel Müdürlüğü döneminde ön plana çıkan Özel Harekat Daire başkanlığının büyümesinde adı Susurluk’la birlikte anılan İbrahim Şahin ve Korkut Eken’in büyük rolü oldu.

Karayılan: Bu Sertlik Türkiye'yi Böler!



KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan, Silvan çatışması ardından yayılan ırkçı saldırılara dikkat çekerek, bunun sorumlusunun Başbakan Recep Tayyip Erdoğan olduğunu söyledi. “Peki, biz de şimdi kalkıp Kürtlere, hadi siz de Türklere vurun, desek ne olacak?” diye soran Karayılan, “Sertlik diyorsanız bu sertlik Türkiye’yi böler. Çünkü Kürt halkı artık bastırmayla, öldürmeyle teslim olmayacaktır” şeklinde uyardı.
ANF’nin sorularını yanıtlayan KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan, Silvan’daki çatışmayı değerlendirirken, tek taraflı ateşkesin ölümleri durdurmaya yetmeyeceğini vurguladı. Karayılan, Silvan’daki olayın sorumlusunun askerleri oraya göndererek operasyon yaptıranlar olduğunu belirtti ve Türk medyasında olaya ilişkin spekülasyonlara tepki gösterdi. Karayılan, Kürtlere karşı ırkçı linç saldırılarına da dikkat çekerek, metropollerde yaşayan Kürtleri kendilerini korumaya çağırırken, kendilerini koruyamayan Kürtleri de Kürdistan’a dönmeye çağırdı.

ÖLÜMLERİN DURMASI İÇİN OPERASYONLARIN DA DURMASI GEREK

* 14 Temmuz günü Silvan kırsalında HPG gerillaları ile Türk ordu güçleri arasında bir çatışma yaşandı. Sonuçları itibarıyla gündemi çok meşgul ettiği gibi, birçok çevre tarafından çeşitli spekülasyonlar da ortaya atıldı. 22 kişinin yaşamını yitirdiği bu çatışma, hangi siyasi ve askeri koşullarda ortaya çıktı?


Bilindiği gibi biz hareket olarak en son sekizinci ateşkesi 13 Ağustos 2010 tarihinde ilan ettik. Fakat bu süreç boyunca AKP hükümeti ve Türk ordusu bizim ilan ettiğimiz bu eylemsizlik kararına karşılık fırsat buldukça operasyonlarını geliştirdi. Biz eylemsizliğin kalıcı olabilmesi ve artık ölümlerin hiçbir biçimde olmaması için bazı koşulları ifade etmiştik. Bu koşulların başında eylemsizliğin çift taraflı olması gerektiğiydi. Yani eğer sen insan ölümlerini durdurmak istiyorsan, bir taraf askeri harekati durdururken, öbür tarafın da durdurması gerekmektedir. Ama bir taraf ben eylemleri durduruyorum derken, karşı taraf ben bunu dinlemiyorum ve fırsat buldukça öldürme operasyonlarını yürüteceğim diyerek operasyona çıkarsa o zaman çatışmalar olur ve kayıplar da yaşanır.

SİLVAN’DA NELER OLDU

Bahar aylarından bu yana başta Amanos alanında 7, daha sonra Dersim alanında 7, Pazarcık’ta 3, en son Uludere alanında 10 arkadaşımız ve daha birçok yerde tek tek arkadaşlarımız ordunun tamamen tek yanlı, fırsat kollayıp operasyon gerçekleştirmesiyle katledilmişlerdir. Bunun karşısında biz ne yapacağız? Tabii ki, güçlerimize, ‘kendinizi savunun, sizi öldürmek üzere operasyona çıkan askerlere karşı savunma pozisyonunda olun’ denilmiştir. Bu hareketimizin genel bir kararıdır. Çünkü savunma bir haktır. Seni öldürmeye gelenler karşısında sen kendini savunmak durumundasın. Bu her canlının bir hakkıdır.

Silvan’daki olay da, bu çerçevede gelişen bir olaydır. Yani orada büyük bir askeri birlik, gerillayı orada bulup yok etmek için operasyona çıkmıştır. 14 Temmuz günü öğle saatleri sonrası temas sağlanmıştır. Bu temas içerisinde, gerilla birimi daha baskın davranıp, hızlı bir biçimde hamle yaparak kendisini imha etmek isteyen askeri birimi önemli oranda darbelemiş, kendisi de 2 kayıp vererek geri çekilmeyi başarılı bir biçimde sağlamıştır. Çatışma devam ederken Kobralar müdahale etmiş alanı yoğun bir biçimde vurmuş ve yangına yol açmıştır. Bu vuruşlarında bazı ölümlere yol açmış olması ihtimali yüksektir. Burada önceden planlı, örgütlü, tertiplenmiş herhangi bir saldırı yoktur. Burada, gerilla komutanının inisiyatifini kullanarak, güçlerini korumak üzere aktif savunma temelinde askere darbe vurması ve gücünü sağlama alması olayı vardır.

GERİLLANIN BAŞARILI BİR GİRİŞİMİ SÖZKONUSUDUR

Gerillanın başarılı bir girişimi söz konusudur. Burada gerilla, kendisini yutmak üzere çıkan askere karşı kendisinin kolay kolay yutulamayacağını gösteren bir eylem yapmıştır. İşin esası budur. Bunun başka olgularla bağlantılandırılarak değerlendirilmesi tamamen gerçek dışıdır. İşin gerçeği budur. Bu kadar arkadaşımızın tek taraflı bir biçimde hedeflenerek şehit edilmesi ardından hareketimizin ‘kendinizi savunun’ karar ve perspektifleri temelinde oradaki birimin kendini savunması temelinde girdiği çatışmada aktif davranması ve sonuç olarak gerilladan 2 askerden de 20 kişinin yaşamını yitirmesiyle sonuçlanan bir olaydır.

BU OLAYIN SORUMLUSU ASKERİ ORAYA GÖNDERENDİR

Bu olayın sorumlusu askeri oraya gönderen ve bu operasyona karar verenlerdir. Sokaklara çıkıp bizi teşhir etmek ve halkımızı linç etmek isteyenler öncelikle bu operasyona karar veren, bu askeri oralarda dağ dağ, tepe tepe dolaştırarak gerilla avcılığına çıkaran kurumlara hesap sormalıdır.

TEK TARAFLI ATEŞKES İNSAN ÖLÜMÜNÜ SONLANDIRMAZ

Çünkü bundan onlar sorumludur. Biz bunu yıllardır söylüyoruz. ‘Tek taraflı ateşkes olmaz. Tek taraflı ateşkes insan ölümünü sonlandırmaz. Eğer askerin ölümünü istemiyorsanız, askeri dağa çıkarmayın ve gerillanın yürüttüğü eylemsizliğe siz de uyun. Böylece hem barışçıl bir sürecin önünü açmış ve daha sağlıklı tartışma zeminini yaratmış olursunuz, hem de bu sorunun köklü çözümü için yol açmış olursunuz.’ Ama AKP hükümeti buna yanaşmıyor. Hem buna yanaşmıyor, hem de çatışmada asker kaybı olduğunda yandaş basını Ergenekon’dan tutalım da bilmem nereye kadar gerçekleri çarpıtıp halkı kandırmaktadır.

GERÇEK ŞUDUR…

Gerçek şudur: Biz bu sorunu barışçıl yollarla çözmek istiyoruz. Bunun için de eylemsizlik ilan etmiş bulunuyoruz. Eğer hükümet de iyi niyetliyse, o zaman o da askerini - polisini durdursun, diyalogla tartışmayla bu sorunun çözümü derinleşsin. Ama buna gelmedikleri gibi, fırsat kolluyorlar, rahat bir biçimde her yere girip çıkıyorlar. İstihbarat topluyorlar, keşifler yapıyorlar; gerilla birimini tespit edince de üzerine çullanıyorlar. Gerillalar tarafından tutuklanan 2 subayın oradaki görevleri nedir? İstihbarat toplamak değil midir? Bu kişiler halkı ajanlaştırma faaliyetlerini yürütmüyorlar mı? Yani siz sürekli gerilla güçlerini bitirme, öldürme peşinde olursanız, siz de ölebilirsiniz. İşin gerçeği budur.

O KADAR ÇOK ÇARPITMA VAR Kİ, ARTIK BASINI OKUYAMIYORUZ

*Türk basını, hükümet yetkilileri ve kimi çevreler bu eylemi, PKK’nin gelişen huzur ortamını bozmak amacıyla gerçekleştirdiği, bu çerçevede de Sayın Öcalan’ın düşünsel ve eylemsel düzeyde boşa çıkartıldığını öne sürüyorlar. Yine bazı kesimler bu eylemi 1993 yılında Bingöl’de 33 askerin öldürülmesi olayıyla benzeştiriyorlar. Bu konularda neler söyleyebilirsiniz?


-Evet, bu konuda çok büyük bir çarpıtma söz konusu. O kadar fazla çarpıtma var ki inanın, Türk basınını artık okuyamıyoruz. Çünkü okudukça insanın çıldırası geliyor. Yani çarpıtma, psikolojik savaş olur da bu kadar mı olur. Empati yok, gerçeklere doğru yaklaşma yok. Kendi kendilerine bir olay ve olgular dizisi yaratıyorlar, onun etrafında değerlendirme ve bağlantılarla gerçeğin üstünü tümüyle örten bir tablo çiziyorlar. Şu anda Türk basınının yürüttüğü tartışmaların çok önemli bir kesimi hiçbir biçimde gerçeğe isabet etmiyor. Sen askerini çıkarmışsın oraya, oradaki karşıt askeri birlik de kendini vurmak isteyeni vurabilir. Nitekim vurmuştur da. O kadar yalın. Evet, Önderliğimiz barışçıl çabalar yürütüyor. Önderliğimizle söz konusu devlet heyetinin yürüttüğü tartışma ve diyalog elbette önemlidir. Ancak bir taraftan İmralı’da diyalog varken, öbür taraftan asker ve polisin gerçekleştirdiği operasyonlar vardır. Bu operasyonlar karşısında güçlerimizin kendini koruma sorunu vardır. Bunu bizzat Önderliğimiz de söylemiştir. Bunu herkes görmek durumunda: ‘Savunma kutsal bir haktır.’ Bir canlıyı öldürmek üzere gelen bir saldırgan karşısında, o canlı kendini savunma hakkına sahiptir.

ÖCALAN’I BOŞA ÇIKARMA İLE NE ALAKASI VAR?

Silvan’daki olay da böyle bir olaydır. Önderliğimizi boşa çıkarmayla ne alakası vardır. Bu iddia bir çarpıtmadır, ortada öyle planlı, tertiplenmiş bir durum ve yeni bir karar söz konusu değildir. Onun için bu temelde yorumlarla geliştirilen senaryoların hiç birisi doğru değildir. Hareketimizin tümü Önderliğimizin temel çizgisini bütün gücüyle esas almaktadır. Aslında burada Türk devletinin, AKP hükümetinin ve Türk basınının Kürt halk gerçekliğini, siyasetini, önderliksel durumunu tarafsız bir biçimde ele alıp yorumlaması yoktur. Sürekli Kürt siyasal kimliğini bölüp parçalama peşinde ve zayıflatma amacında olma durumu vardır. Herkes aynı paralelde ve birbirini tamamlayacak şekilde konuşunca ‘bak kimse farklı konuşamıyor, herkes aynı kalıptan çıkmışçasına konuşuyor, demek ki burada çok seslilik yok, bastırma var’ diyen bu kesimler, farklı görüş belirtenler oldu mu da bu sefer de ona asılarak ‘çatlak oldu, bölünme var’ demektedirler.

CİDDİ BİR PSİKOLOJİK SAVAŞ YÜRÜTÜLÜYOR

Bu konuda hareketimize karşı çok ciddi bir psikolojik savaş yürütülmektedir. Hareketimizin içinde sanki şahinler varmış, güvercinler varmış gibi senaryolar oluşturularak, hiçbir maddi temeli olmayan safsatalar ortaya atılmaktadır. Ancak herkes bilmeli ki hareketimiz yekvücuttur. Bu bir. İkincisi, bu hareketin Önderliğiyle hiçbir sorunu yoktur, olamazda. Ancak sorun varmış gibi teoriler ortaya atılmaktadır. Evet, Önderliğimiz orada süreci yumuşatmak, barışı ilerletmek için çaba gösteriyor ama asker ve polis durmuyor, her gün vahşet uyguluyor. Bu uygulamalara karşı tabii ki Kürt halkı ve Kürt gerillası kendini savunacaktır, Önderliğini de esas alacaktır. Gerçek bu. Bakınız, tarihte ilk kez Kürt halkı bir Önderlik etrafında bütünleşmiştir. İllegal örgütlenmeleri, askeri güçleri, legal siyaseti, siyasal güçleri ve yasal demokratik örgütlenmeleriyle, herkes tek noktada birleşiyor ve Önder Apo’yu muhatap olarak kabul ediyor. Devlet ise bundan bir biçimde rahatsız oluyor; bu birlik ortamını bölmek istiyor. Mesela “Bir İmralı var, bir dağ var -dağ da iki başlı-, bir legal var, bir de Avrupa var” diyorlar. Neredeyse bizi onlarca parçaya bölecekler. Ancak gerçekte böyle bir şey yoktur, Kürt halkı ve Özgürlük Hareketi yekvücuttur ve sonuna kadar önderliğinin arkasındadır.

BLOK’TAN ÇOK RAHATSIZLAR VE PARÇALAMAK İSTİYORLAR

Seçimde Emek, Özgürlük ve Demokrasi Bloğu oluştu. Bu blok hem Kürt birliğinin gelişmesi için, hem de Kürt ve Türk halkları arasında bir halka olabilecek Türkiye sol hareketinden de bazı kesimlerin katılımıyla Demokratik Ulus eksenine yakın doğrultuyu da tutturdu. Bu önemli bir tabloydu. Şimdi bu bloğun içerisinde elbette ki farklı düşünen insanlar olabilir. Hepsi tek bir çizginin yetiştirdiği siyasal kadrolar değildir. Ancak bloktan birilerinin farklı bir şey ifade etmesiyle hemen çatlaklık var diyorlar. Tabii ki, burada blok siyaseti ekseninde siyaset yürütenler, özellikle de Kürdistanlı siyasetçiler şunu görmeli: Mücadelemiz ve halkımız karşısında bir psikolojik savaş vardır. Bu psikolojik savaş rahatça ve açık tartışmamızı sürekli çarpıtıyor ve önlüyor. Bir taraftan onlar arasında demokrasi yok derken, öbür taraftan ise kısmi bir tartışmaya hemen parçalanma var diyerek asılıyorlar, kitlelerin kafasını karıştırmaya çalışıyorlar. Sayın değerli siyasetçiler bilinmeli ki, bu mücadele karşısında bir özel savaş olgusu vardır. Bunun için düşüncelerini önce basın yoluyla değil de, önce kendi aralarında paylaşmalı ve tartışmalıdırlar. Diyelim Özerklik, DTK gibi bir yapı tarafından büyük bir çoğunlukla onaylanmış, kabul edilmiş, karar alınmıştır. Şimdi bunu zamanı mıdır, değil midir, diye basın üzerinden tartışmanın çok yararı olacağını sanmıyorum. Bu tür tartışmaları daha çok kendi aralarında yapmaları daha yararlı olur. Buna dikkat etmezlerse psikolojik savaş organları bunu hep işleyerek birliklerini zorlayabilirler. Blok eğer bir blok demokratik olacaksa elbette ki değişik fikirler olacak ve çok tartışacaktır. Ancak basın yoluyla şu doğrudur, şu yanlıştır deme değil de, farklı biçimde tartışmaları daha yararlı olur. Bana göre blok siyasetçileri bu tür konulara dikkat etmeseler karşı taraf bundan yararlanır. Çünkü Bloktan çok rahatsızlar ve parçalamak istiyorlar.

Egemen zihniyet ve sömürgecilik hiçbir zaman ne Kürtlerin birliğini ister, ne de Kürt Özgürlük Hareketiyle Türk solunun birleşmesini ister. Bu birlikteliğin oluşmasını engellemek için öteden beri derin devlet güçleri çok yoğun çaba sarf etmişlerdir. Bu nedenle, şimdi güçlü bir tablo ortaya çıkaran, seçimde başarı sağlayan Emek, Özgürlük ve Demokrasi Bloğunu parçalamak istiyorlar. Bunun için en ufak bir farklı bakışa ya da görüşe bu kadar asılıyorlar. Bunu öncelikle sayın blok üyeleri iyi görmeli ve buna dikkat etmeli. Bunlara açık kapı bırakacak yaklaşımlara girmemeye herkes dikkat etmeli diye düşünüyorum.

HALKIN KAFASINI BULANDIRMAYA, MORALLERİNİ BOZMAYA ÇALIŞIYORLAR

Bırakalım blok hareketini hareketimizin çok güçlü ruhsal, ideolojik birliği olmasına rağmen, neredeyse bizi bile birkaç parçaya bölecekler. Farklılığımız üzerine çarşaf çarşaf yorumlar yapıyorlar. Bunun hiçbir temeli de yoktur. Bu tamamen istihbarat kurumlarının kurguları sonucu geliştirilen, halkın kafasını bulandırmaya ve sempatizan yapımızın moralini bozmaya, kafasını karıştırmaya dönük psikolojik savaşın teorileridir. Hiçbir biçimde gerçeğe dayanmamaktadır. Hareketimizde ne kimsenin Önderliğimizle herhangi bir sorunu olabilir ne de birbiriyle her hangi bir iç sorunu vardır. Bu konuda çarpıtmanın düzeyi o kadar ilerlemiş ki, Hasan Cemal gibi birisi bile gitmiş, ruhunu üç-beş kuruşa satmış birisiyle konuşarak, onun konuşmasına itibar ediyor ve kendi köşesinde yer veriyor. Yani çarpıtma olgusu Türk basınında bu kadar ilerlemiştir. Ancak belirtmek gerekir ki, Bir kere söz konusu alıntının bile kendi içinde çelişkisi var: 2003’te bizden ayrılan birisi nasıl ondan bir yıl sonra, 2004’te alınan bir karar sonucu ayrılmış oluyor. Açık ki, öyle bir şey yok. Düşkünlük sonucu ruhunu satan ve pişman olmuş birinin, niye gençliğimi çaldın diye suçladığı ve tepkiyle dolu olduğu bir hareket hakkında doğru konuşması mümkün müdür? Niye bu düşünülmüyor? Yani bu işleri en yakından takip edenler bile böyle temelsiz bazı tespitlere varıyorlarsa, varın Türk basınının ne düzeye ulaştığını siz hesap edin.

SİLVAN’IN 33 ASKER OLAYIYLA NE İLGİSİ VAR?

Yine, nasıl oluyor da buradaki bir kişi ne askeri örgüt içerisindedir, ne bir ilişkisi vardır, Silvan’daki bir takıma diyecek ki sen şunu yap. Böyle bir şey mümkün müdür? Her şeyden önce biz bir sistemiz. Biz bir örgütüz. Bu örgütün savunma merkezi, ideolojik, siyasal, sosyal ve ekonomik merkezleri var. Herkes kendi işini yapar. Sizin ismini zikrettiğiniz arkadaşlar, savunma merkeziyle ilgileri olmayan arkadaşlardır. Nasıl bağlantı kurabiliyorsunuz? Veya ruhunu satmış bir sosyal ajanın sözlerini nasıl referans alabilirsiniz? Yani eğer biz sorunu çözmek istiyorsak, gerçeklere temas ederek çözüme yaklaşabiliriz. Öyle afaki değerlendirmelerle veya hiç gerçekle alakası olmayan bir takım benzeştirmelerle kimse sorunu çözemez. Silvan olayının 1993’te 33 askerin öldürülmesiyle ne gibi bir alakası var? O olayda gerillanın yol kesmesi sonucu silahsız askerlerin teslim alınması var. Teslim alındıktan 1 saatten fazla zaman geçiyor ve ardından kurşuna dizilerek öldürülüyor. Bunu biz de şaibeli görüyoruz. Ancak Silvan olayında silahlı güçler karşılaşmış ve çatışma yaşanmıştır. Bu açıdan bu olayların birbirleriyle herhangi bir benzerliği yoktur.

20 ASKER DEĞİL DE 20 GEİRLLA YAŞAMINI YİTİRSEYDİ NE TEPKİ GÖSTERİLECEKTİ?

Açık ki, bizi süreci zorlamakla suçlayanlar aslında kendileri süreci zorlamaktadırlar. Çünkü, gerçekler ters yüz edilmekte ve hiç empati kurmama durumu söz konusudur. Yaşanan bu olaylarda bizim de insanlarımız yaşamını yitirmektedir. Onlar niye düşünülmemektedir? Mesela bu çevreler Silvan’da 20 asker değil de 20 gerilla yaşamını yitirseydi aynı tepkiyi gösterirler miydi? Hayır. Hatta belki hepsi değil ama çoğu alkışlardı. O zaman eğer çözüm için düşünülüyorsa daha gerçekçi değerlendirmeler ve yaklaşımlara ihtiyaç vardır. Gerçekçi yaklaşımlar olmayınca da işte Başbakan’ın açıklaması, çeşitli hükümet yetkililerinin açıklamaları ve Türk basınının dediğimiz bu değerlendirmeleri, bütün Türkiye’de bir hezeyan yarattı.

LİNÇ OLAYLARINDAN BAŞBAKAN SORUMLU

*Silvan olayı ardından Türk basınının yapmış olduğu haberler ve çeşitli çevrelerin açıklamaları sonucunda Türkiye’nin birçok şehrinde Kürtlere yönelik bir linç kampanyası başlatıldı; BDP binalarına dönük yürüyüşler yapıldı ve birçok bina ateşe verildi. Yapılan bu linç girişimleri hakkında neler söyleyeceksiniz?


Şu an Kürt halkına karşı her yerde linç olayları var. Bu linç olaylarının birinci elden gelen sorumlusu Başbakan’dır. Başbakan ne dedi: “Bundan sonra iyi niyet göstermeyeceğiz.” Ardından ise bir sürü insan Kürtlere karşı linç girişimlerinde bulundu. Ardından ise polis ateş kesildi. Türk polisi şimdi her yerde zulüm yapıyor. Bakınız iki gün önce Siirt’te gerçekleşen olay, tarihte gerçekleşmeyen bir şeydir. Bir taziyede 50-60 kişi oturmuş. Bunların bir kısmı seçilmiş kimseler, meclis üyeleri ve belediye başkanlarıdır. Siirt belediye başkanı da oradadır. Ancak polis ne yapıyor? Resmen girip herkesi tekme tokat yere seriyor. Bu olacak bir iş mi? Şimdi bunun sorumlusu Başbakan değil midir? Adalet ve kardeşlik bu mudur? Vicdan ve demokrasi bu mudur? Bir ilin ve bazı ilçelerin belediye başkanlarını yere sereceksin, coplayacaksın, sonra da ben halkın iradesine saygı duyuyorum diyeceksin. Bu ne biçim saygı?

KÜRTLERE SİZ DE TÜRKLERE VURUN DESEK NE OLACAK?

En son Erzurum’da Kürt emekçilerine karşı gerçekleştirilen saldırıyı Başbakan nasıl izah edecek? Bu kadar çarşaf çarşaf halkı tahrik eden gazeteciler, köşe yazarları bunu nasıl izah edecek? Peki, biz de şimdi kalkıp Kürtlere, hadi siz de Türklere vurun, desek ne olacak?

BU SERTLİK TÜRKİYE’Yİ BÖLER

Açık ki Türk basınının ve Türk hükümetinin bindiği at yanlış bir attır. Bu attan inilmelidir. Sertlik diyorsanız bu sertlik Türkiye’yi böler. Çünkü Kürt halkı artık bastırmayla, öldürmeyle teslim olmayacaktır. O sınırı geçmiştir. İşte biz diyoruz ki gönüllü birlik toplumsal kabullenmenin gelişmesi temelinde olabilir. Birbirini kabul etmek için önce gerçeklerle yüzleşmek gerekiyor. Herkesin kendi tarihiyle yüzleşmesi gerekiyor. Tarih içinde yaptığı yetersizlikleri bir bir göz önüne getirmesi gerekiyor, empati kurması gerekiyor. Ancak bu temelde Türkiye’de toplumsal uzlaşma olabilir. Bunun dışında toplumsal uzlaşmanın gelişmesi mümkün değildir. Hele hele böyle dinamitlemeyle, sürekli küçümseyerek bölüp parçalama senaryoları oluşturarak, işte teröristtir, bilmem nedir diyerek gerçekleri çarpıtarak her gün bizi tehdit ediyorlar sonra kalkıp diyorlar ki, PKK bizi tehdit etti. Siz her gün halkımızı sokak sokak tehdit ediyorsunuz. Açık ki, birlik ancak gönüllü birlik temelinde olabilir. Bu da bir yeni toplumsal mutabakata ve uzlaşmaya varmakla olabilir.

ŞOVENİST DUYGULARI AKP VE TÜRK BASINI PROVOKE ETTİ

Başbakan’ın, AKP hükümetinin ve Türk basınının önemli bir kesiminin geliştirdiği propaganda üslubu, Türk toplumunda şovenist duyguları harekete geçirmiş ve provoke etmiştir. Bu nedenle bir takım şovenist kesim ve çevreler sokağa dökülmekte, Kürt insanlarını hedeflemektedirler. Yine BDP binalarına yönelik, doğrudan yönelimler gerçekleşmektedir. Birçok yerde polis de gerekli tedbirleri almamakta, hatta bu tür kesimlere yumuşak yaklaşımlarıyla teşvik edici bir rol oynamaktadır. Örneğin Zeytin burnun’da polis müdürü sokağa çıkan topluluğa ‘siz gidin evlerinize biz bunlara yeteriz’ demektedir. Yani ‘bunlar hak etmiş ama siz şimdi evlerinize gidin’ mesajı verilmektedir. Bir polis müdürü böyle söylüyorsa o polis müdürü orada asayişi sağlayamaz. Tüm vatandaşlara karşı eşit ve adil yaklaşamaz. Çünkü ondan önce yapılan bir yürüyüşün ardından sokağa dökülmekte olan tepkici kesimlere diyor siz evlerinize gidin, biz onlara yeteriz. ‘Onlar’ dediği Kürt halkının çeşitli siyasal kesimleri ve gençliğidir. Burada açıkça görülen devletin doğrudan yürüttüğü baskılardan sonuç alınamaması nedeniyle bilinçli bir biçimde toplum Kürt halkına ve siyasal örgütlerine karşı harekete geçirilmekte ve böylece toplum sindirilmek istenmektedir. Bu bilinçli bir sindirme faaliyetidir ve çok tehlikelidir. Son çare olarak buna baş vurulması düşünülüyorsa bu çok tehlikeli bir düşünce ve uygulama biçimidir.

KÜRTLER FAŞİZAN SALDIRILARA KARŞI KENDİLERİNİ KORUMALI

Bu açıdan metropol ve Kürtlerin azınlıkta olduğu yerlerde yaşayan tüm halkımız daha dikkatli ve daha tedbirli yaklaşmalı, kendi örgütlülüğünü ve birliğini güçlü kılmalı, öz savunma sistemini kurmalıdır. Bu tür faşizan saldırılara karşı kendi öz savunma sistemiyle cevap vermelidir. Biz halk olarak artık hiç kimseden korkmayacak ve boyun eğmeyeceğiz.

KENDİLERİNİ KORUYAMAYANLAR KÜRDİSTAN’A ÇEKİLMELİ


Tüm Kürdistanlılar bulunduğu her yerde provokasyonlara gelmemeli ama provoke edilmiş olan kesimlere karşı da kendini örgütlü bir biçimde korumayı bilmelidir. Bu olanakların olmadığı yerde de farklı tedbirlere giderek, gerekirse kendini koruyabilecek, örgütlü kılabilecek yerlere çekilmeli veya Kürdistan’a gelmelidir. Yoksa bu gözü dönmüş faşizan çete grupları her türlü vahşi yönelimi yapabilirler. Nitekim bazı gençlerimizi aralarına alıp çok vahşice dövdükleri açık ortadadır. Bu tür uygulamaları Kürt halkına reva görenler her şeyi yapabilirler. Bunun için halkımız bulundukları her yerde kendi tedbirlerini almalıdır.

Yurtsever Kürdistan halkı ve gençliği faşist çevrelerin geliştirdiği linç saldırılarına ve AKP polisinin faşizmine karşı sessiz kalamaz ve sessiz kalmamalıdır. Siirt’te belediye başkanlarına ve halkımıza yapılanlar ve uygulanan vahşet tüm Kürt halkına yapılmış bir saldırıdır. AKP hükümeti alçakça intikam almakta ve Kürt halkını sindirmek istemektedir. Buna karşı tüm Türkiye ve Kürdistanlı barıştan ve demokrasiden yana olan güçler sessiz kalmamalı ve AKP hükümetinin halkımızın onuruyla oynama ve polis vahşetine karşı sesini yükseltmelidir. Bilinmeli ki AKP polisinin bu ırkçı saldırıları karşısında halkımız geri adım atmayacak ve derinişini daha da yükseltecek demokratik özerklikle taçlandıracaktır. Bir Kürt sanatçısı olan Aynur Doğan’ın Kürtçe türkü söylemesine bile tahammül edemeyecek düzeyde şövenist ırkçı duyguları harekete geçiren AKP hükümetinin teşvik ettiği linç politikaları ve polisin vahşetine karşı Kürdistan halkı serhıldanlarıyla cevap vermeli ve boyun eğmeyeceğini ortaya koymalıdır.

ÖZERKLİK İLANI İLE SİLVAN EYLEMİ TESADÜFEN AYNI SAATE DENK GELDİ

* Silvan çatışması ile aynı gün DTK tarafından Demokratik Özerklik ilan edildi. Hem Türkiye, hem de dünyanın birçok yerinde gündem olan bu tarihsel çıkış üzerine siz de 12 sayfalık bir bildirge yayınladınız. Demokratik Özerklik deyince Kürt halkı ne anlamalı ve bu çözüm modeli nasıl yaşamsallaştırılmalı?


-Diğer bir çarpıtma konusu da DTK’nin Demokratik Özerkliği ilan etmesi ile Silvan’daki eylemin tesadüfen aynı saate denk gelmiş olmasıdır. Yani dağdaki gerillanın DTK’nin aynı gün Amed’de böyle bir karar alacağından haberinin olması mümkün değil, DTK üyelerinin ve yöneticilerinin de aynı gün Silvan’ın Dolapdere köyünde askerlerle gerillanın temasa geçeceği ve bu temas sonucu da gerillanın askerlere kayıp verdireceğini hesaplaması ve bilmesi açık ki söz konusu olamaz, bu mümkün değildir. Çünkü hareket halinde olan güçlerin karşılaşmalarının ne zaman olacağı belli değildir. Ama hemen hemen aynı saatlerde olmuş -sanırım arasında 1 saat falan fark vardır- bu iki olaydan sonra birçok kişi çıkıp ‘madem eylem yapıldı, askerlerimiz de öldü, DTK yöneticileri bu ilanı erteleyemez miydi?’ diyor.

GERİLLA ÖZERKLİK İLANINI NASIL BİLECEK?

İnsaf. Saate bak. Gününe bak. Onlar nasıl bunu bilecek? Kaldı ki o bir saat içerisinde hemen haberi duymaları da söz konusu olamaz. Bildiğim kadarıyla dağdaki bir çatışmayı şehirdeki bir insanın 1 saat içerisinde duyması mümkün değil. Buna rağmen maksat sadece Kürt siyasetini suçlamak ve onu daha ağır bir baskı altında tutmak olduğu için habire ‘niye ertelemediniz, niye tam da böyle bir günde ilan ettiniz’ demektedirler. Nereden haberleri olacak, nereden bilecekler? Kimse bunu düşünmüyor. Empati olmadığı ve de sürekli Kürt siyasetini baskı altına alma tutkuları olduğu için hiç orayı düşünmüyorlar. Her şeyi kendilerine göre dizayn edip ona göre yükleniyorlar. Biraz gerçekçi ve adil düşünülse durumun öyle olmadığı ve iddiaların boş bir temele dayandığı görülecektir.

BİZE GÖRE ÖZERKLİK İLANI ZAMANINDA VE İSABETLİ OLMUŞTUR

Bize göre DTK’nin yapmış olduğu Demokratik Özerklik ilanı, zamanında ve isabetli bir ilandır. DTK bu ilanıyla Kürdistan’daki kurum ve kuruluşları temsil eden iradi bir güç olduğunu ortaya koymuştur. AKP’nin Kürt siyasetini bastırmak üzere 14 Nisan 2009’dan bu yana yürüttüğü KCK operasyonu adı altındaki siyasal soykırım hezeyanına karşı ve en son çıkardığı parlamenter krizine ve ısrarlı bir biçimde Kürt iradesini ayaklar altına alma politikalarına karşı DTK’nin ortaya koyduğu tutum, çok şerefli bir tutumdur. Çok onurlu ve tarihsel bir çıkış ve ilandır. Kürt siyaseti başka ne yapabilir? Şimdi bazıları diyor ki zamanı ve zemini yoktu. Zemini çok güçlü olmayabilir ama bu siyasal duruşun çok önemli bir anlamı vardır. Bir hedefi ve çözüm tarzını ortaya koymaktadır. Kürt halkının ve siyasetinin çaresiz olmadığını ortaya koymuştur. Kaldı ki ilan bir sürecin artık bir aşamaya geldiğinin ilanıdır. Kürt halkı artık kendi kendini yönetmek istiyor. Bu açıktır. Kürt halkı polisin baskısından ve devletin uygulamalarından usanmış ve bıkmış bir halktır. Bu halk halen işkence ve resmen ilan edilmeyen sıkıyönetim uygulamalarıyla karşı karşıya kalmaktadır. Mesela Siirt’teki uygulama nedir? Sıkıyönetimlerde bile belediye başkanlarının ayaklar altına alınması gibi bir uygulama yoktur. Ama şu an Kürdistan Halkı bunu yaşamaktadır. Peki, sözüm ona o kadar çok demokrat kesilen basın-yayın organları bu Siirt olayından bahsettiler mi? Hayır. Çünkü onlar Kürt’tür ve “milletvekili de olsa, belediye başkanı da olsa köteği hak etmişlerdir.” Yine “Kürt gençleridir; madem dağa çıkmışlarsa, özgürlük istiyorlarsa ölümü hak etmişlerdir.” diye düşünüyorlar. Sömürgeci zihniyetin ta kendisi işte budur.

ÖZERKLİK ÖTEDEN BERİ KÜRDİSTAN’DA VAR OLAN BİR UYGULAMA

Özerklik, Kürdistan’da öteden beri var olan bir idari uygulama biçimi olmuştur. Özerklik, toplumların doğasında süre gelen ve Kürt toplumunda öteden beri doğal bir biçimde yerleşen bir sistemdir. Kürt halkıyla Osmanlı yönetiminin ilişkisi bir tür özerklik ilişkisiydi. Esasında özerkliğin ilanında geç bile kalınmıştır. 87 yıllık bir geç kalma vardır. Aslında 1924’te Cumhuriyet tarafından Kürtler yok sayılınca ilan edilmeliydi. Öncesinde Mustafa Kemal’in kendisi defalarca Kürt Özerkliğinden bahsetti. Ama sonra Lozan Antlaşması’nı arkasına alan, o zamanki Türk yönetimi 1924 Anayasası’yla Kürtleri yok saydı. Verdiği sözleri tutmadı. İttifaka ters davrandı ve sonra Kürdistan’daki doğal özerk yapıyı katliamlarla ortadan kaldırdı. En son Dersim’deki Tenkil ve Tebdil hareketinin esas amacı Dersim özerkliğini ortadan kaldırmaktı. Kürdistan’da en son özerklik 1938’de Dersim’de ortadan kaldırılmıştır. Yani özerkliği cumhuriyet ortadan kaldırmıştır ve o zamandan beri Kürt toplumu cumhuriyetle çelişkilidir. Eğer cumhuriyet Kürt halkıyla barışmak istiyorsa, Kürt halkının hakkı olan bu özerkliği teslim etmelidir. Kürt halkı kendi dili ve kültürüyle Türkiye sınırları içinde gönüllü birlik temelinde yaşamak istiyor. Kendi kendini yönetmek istiyor. Özerkliğin tarihsel arka planında bu gerçeklik var. Ama şimdi önerilen özerklik değil demokratik özerkliktir, demokratik özerkliğin dayandığı çok güçlü ve derin bir siyasal, felsefi perspektifi söz konusudur.

AKP’NİN İŞİ YOKUŞA SÜRMESİ HİÇBİR SONUÇ VERMEZ

Bugün önermekte olduğumuz Demokratik Özerkliğin dayandığı güçlü bir alt yapısı, demokratik modernite perspektifi vardır. Ve bu sadece Kürdistan için değil, tüm Türkiye için önerilen bir modeldir. Demokratikleşme modelidir. Yani demokratik özerkliğin dayandığı güçlü bir alt yapısı var. Türkiye’yi demokratikleştirme, Kürt toplumunu demokratikleştirip özgürleştirme çerçevesi olmaktadır. Aynı zamanda özerklik Kürt halkının doğal, uluslararası yasalar tarafından da kabul edilmiş bir hakkıdır. Türk devleti artık bundan kaçınamaz. AKP hükümetinin de işi yokuşa sürmesi hiçbir sonuç vermez. Kürt Halkı kimseden babasının hayrına bir şey beklemiyor. Demokratik Özerklik, Kürt halkının yıllarca verdiği büyük emek ve direniş temelinde ortaya çıkardığı bir sonuçtur. Ve artık uygulanmak durumundadır. Devlet bunu kabul etmezse elbette ki Kürt Halkı buna karşı mücadele edecek ve kendi öz gücüne dayanarak demokratik özerk yaşamını örgütleyecek ve geliştirecektir. Bu konuda Kürt Halkının haklı istem ve talepleri kadar yeterli oranda meşru mücadele araçları ve imkanı da bulunmaktadır.

Biz, Demokratik Özerkliğin çerçevesini, sizin de belirttiğiniz gibi 12 sayfalık bir bildirgede, geniş bir şekilde kamuoyuna sunduk. Demokratik Özerklik deyince nasıl ele almak, nasıl anlamak gerektiği orada geniş bir biçimde vardır. Türkiye koşullarına uygun bir çözüm modelidir. Hem Türkiye’yi demokratikleştirecek, hem de Kürt sorununu çözecek, kapsayıcı bir formüldür. Bu, Kürt halkının çözüm perspektifi durumunda olan bir formüldür. Yani Kürt halkının en geniş bileşimleri tarafından kabul görmüş, legal siyasetleri tarafından programa alınmış ve bugün hareketimiz tarafından da uygun görülen bir çözüm modelidir.

Şimdi görev bildirgede ortaya konulan çerçevede demokratik özerkliği pratikleştirme görevidir. Her yerde kurumlarını inşa etmek, işlevsel kılmak ve toplumun demokratik sistemini ve öz yönetimini kurmak gerekmektedir. Bütün yurtsever, demokratik kurum ve çevrelerin öncelikli olarak üzerinde durması gereken dönemin en önemli görevi budur. Kürdistan Halkı artık kendi demokratik sistemini kurarak kendi çözümünü ortaya koymalıdır. Bu dönemde özgürlük ve demokrasi mücadelesinin üzerinde duracağı yegane çerçeve budur. Demokratik özerkliği yaşamsallaştırmak ve onu korumak herkesin görevidir. Demokratik özerklik kurumlarını savunma, pekiştirme ve işlevsel kılma tüm özgürlük hareketinin birleşenlerinin üzerinde duracağı bir eksendir.

DEMOKRATİK ÖZERKLİK SADECE TÜRKİYE İÇİN DEĞİL

* Demokratik Özerklik yalnızca Kürt halkının özgürlüğü için mi ortaya konulmuş yoksa Türkiye’de yaşayan diğer halklar da bu proje içerisinde yer bulabilecek mi?


Demokratik Özerklik kuşkusuz sadece Kürt halkı için değil, bir önceki soruda da belirttiğim gibi tüm Türkiye için öngörülen, yani Türkiye’nin demokratikleşmesini hedefleyen bir projedir. Demokratik Ulus eksenini esas almaktadır. Demokratik Ulus, Başbakan’ın hep dediği gibi, ‘Tek, tek, tek, …’ değildir. Çoklu ulustur. Yani farklı dilleri, kültürleri ve toplulukları zenginlik sayan, onları bir tek demokratik ulus olarak toplumsallaştıran, topluma mal eden, bir formdur. Biz demokratik ulus ekseninde zaten demokratik özerk yapıların gelişmesi gerektiğini söylüyoruz. Yoksa özerk yapıları demokratik ulustan ayrı bir olgu olarak ele almıyoruz. Demokratik ulusun geniş bakış açısı çerçevesinde özerkliğin uygun düştüğünü yani onu tamamlayan bir model olduğunu ifade ediyoruz. Bu özerklik temelinde tabii ki Türkiye’de yaşayan ve Kürdistan’da bulunan Araplar, Terekemeler, Azeriler, Ermeniler, Asuri-Süryani halkımız, herkes, en geniş biçimde bunda yer almalı, bu yapılanma içerisinde bütün zenginliğiyle katılım göstermeli, katkı sunmalı ve özgür toplumun birer kültürel varlığı olarak demokratik ulusun zenginliği içerisinde özerk yapılanmaları içinde yer alarak her kültürel yapı kendisini özgür bir biçimde yaşayabilme olanaklarına kavuşmak durumunda olacaktır. Yani demokratik özerklik kapsayıcıdır, demokratik ulus eksenine dayanmaktadır. Herkesi kapsayan, bütün toplumsal farklı kültürel sorunları çözüme kavuşturan, demokratik siyaset, demokratik toplum ve ortak vatan eksenini esas alan bir çözüm modelidir.

BDP’NİN ÇÖZÜMLEYİCİ YAKLAŞIMI VAR

* Sayın Öcalan’ın Demokratik Ulus Kongresi - Partisi ve parlamentoda yaşanan krizlere ilişkin vermiş olduğu perspektifler var. Bu konuda neler söyleyebilirsiniz?


Önderliğimizin bu konulara ilişkin verdiği perspektif çok açık ve nettir. Ek olarak söyleyeceğim her hangi bir şey yok ama içini doldurmak gerekiyor. O perspektifi pratikte daha da derinleştirerek uygulamak önem taşıyor. Biz Demokratik Ulus Kongresi’nin güçlü bir ortak mücadele platformu olacağına inanıyoruz. Aslında bu çok önceden yapılmalıydı. Ama en son, seçimler öncesinde oluşan Emek, Özgürlük ve Demokrasi Bloğu bir tablo ortaya koydu. Görüldü ki böyle başarılabilinir. Bu cesaret verdi. Bize göre seçimden bu yana bu kadar beklemek aslında hatadır. Hızla bu blok hareketini esnek, çatı partisi olabilecek bir partileşmeye dönüştürmek gerekiyor. Bu da Demokratik Ulus Kongresi - Partisi olabilir. Bizce de bunun için zaman yitirmeden harekete geçme, Türkiye ve Kürdistan’daki tüm sol, sosyalist, demokratik yurtsever kesimleri içine alacak şekilde geniş bir bloklaşma hareketini geliştirme zorunluluğu kendisini dayatmış bulunmaktadır.

Parlamenterlerin boykotu konusunda krizi aşma yönünde BDP’nin çözümleyici yaklaşımı vardır. Fakat her şey hemen olsun anlamındaki yaklaşım daraltıcı olabilir. Bunu zaman içerisinde çözmek üzere bir ortak mutabakat temelinde çözüme kavuşturmak mümkündür. ‘Tutuklu milletvekillerinin durumu bir anayasal sorundur. Politik bir sorundur. Biz bunu yasal ve anayasal çerçevede çözeceğiz’ biçiminde bir mutabakat formülünü Önderlik ortaya koymuştu. Bizce bu eksende yaklaşılabilir. Eğer hükümet tarafı da olumlu yaklaşırsa elbette ki bu sorun bu biçimde çözüme kavuşabilir ama temel ilkelerden vazgeçme değil, zamanla hepsini çözme ya da adım adım çözme perspektifi temelinde yaklaşmak gerekiyor. Eğer hükümetin de bu temelde bir yaklaşımı söz konusu olursa tabii ki çözümleyici bir süreç gelişebilir. Bu konunun sorunun genel çözümü açısından bir önemi vardır. Şimdi ortada protokoller vardır. Eğer bu protokoller ekseninde sorunun çözümü geliştirilecekse, bu parlamenter krizinin çözülmesi de işte buna ön ayak olabilir.

SORUN DİYALOG VE BARIŞÇIL YÖNTEMLERLE ÇÖZÜLMELİ

Biz açıkça şunu söylüyoruz: Bu sorun diyalog ve barışçıl yöntemlerle çözülmesi gereken bir sorundur ama bir taraftan baskı-öldürme, bir taraftan da çözme tutumu bir arada yürümez. Biz çözüme açık oluruz ama kendimizi de savunuruz. Biz bir gücüz, bizi doğru tanımaları lazım. Dolayısıyla koşullar oldukça çözümleyici yaklaşımı elden bırakmamak lazım. Ama karşı taraf kendini kilitleyip teslimiyeti dayatırsa ne parlamenterler kabul eder, ne halk kabul eder, hiç kimse hiçbir yerde hiçbir zeminde teslimiyeti ve onursuzluğu kabul edemez. Ama biz onurlu, adil bir barışa varız. Bu açıdan ara sorunları bu şekilde çözme temelinde bir girişim söz konusu olabilir.

Esas önemli olan tüm Kürt siyasetinin özelliklede bu dönemde, esas alması gereken olgu, öncelikle kendi arasında ekipleşmesidir. Güçlü bir siyasal duruşu sağlayabilmesi için önce güçlü bir ekip halinde olmayı başarmalıdır. Yoksa her biri bir köşede oturmuş, kendi dünyasında, kendi içinde kapalı bir yapı olmaz. Demokratik tartışma üslubuna sahip, karar aldıktan sonra tavır birliğine ulaşabilen, oldukça iç tartışmaları zengin, bütünleyici bir yapıya ulaşmaları gerekiyor.

ÖZGÜRLÜK MÜCADELESİ TARİHSEL BİR SÜRECE GİRDİ

Özgürlük mücadelesinin çok önemli tarihsel bir sürece girdiği açıktır. Demokratik Özerkliğin ilanı aslında bu anlamda sorunun çözümü süreci itibarıyla yeni, tarihsel bir süreçtir. Bu süreç bir çözüm sürecidir. Artık başarma sürecidir. Hiç kimse bunun önünde duramaz ama bunun öncüleri mutlaka kolektif öncü olmayı başarmalıdır. Tek ben yaparım, ben ederim, ben şuraya buraya dayanırım olmaz. Bakın düşman ne kadar uğraşıyor. Bizi parçalamak ve bölmek için olmadık şeyler ortaya atıyor. O zaman bizim de kendi bireysel duruşlarımızı değil -elbette ki bireyin kendi ilkesel duruşu şart- öncelikle halkımızın mücadelemizin bu tarihsel aşamasında herkesin yüksek özveri, fedakarlıkla katılım göstererek güçlü bir duruşu sergilemeye dönük çaba göstermesi gerekmektedir. Bu olmadan başarının gelişmesi söz konusu değildir. Bu açıdan sorunlara cevap olma, var olan sorunları çözme, böylece nihai olarak bu tarihsel süreci başarıyla tamamlama ancak bu perspektiften yaklaşılarak olabilir. Örgütlenme, önce kendinden başlatılarak geliştirilebilir. Şimdi bazı yapılar belki halkla fazla ilgilenmemiş, mesela çok kolektif tarza ihtiyaç hisseden bir ortamdan gelmemiş olabilir ama herkes bilmelidir ki işler kolektif bütünleşme ve ortaklaşmayla olur. Bireysel bazı demeçler ve çıkışlarla hiç kimse hiçbir yere varamaz. Tabanı sürüklemek, tabanı yürütmek, halka güven vermek ancak bu bütün bir organizasyonun güçlü bir bileşeni olmakla mümkündür. Bu açıdan öncelikle iç düzenini, ahengini, uyumunu, kolektif yapılanmasını güçlü bir biçimde oturtmak gerekiyor. Eğer bu oturursa daha güçlü ve başarılı sonuçlar ortaya çıkarmak mümkün olacaktır.

HİÇBİR KÜRT GENCİ KENDİNİ YAKMAMALI

* Geçtiğimiz günlerde Muş’un Bulanık ilçesinde genç bir Kürt kızı (Evrim Demir) bedenini ateşe verdi ve yaşamını yitirdi. Sayın Öcalan ve hareketiniz tarafından bu konuda daha önce birçok kez gençlere ve halka yönelik çağrılarınız olmuştu. Bu konudaki düşüncelerinizi kısaca alabilir miyiz?


Muş Bulanık’ta genç bir devrimci olarak Evrim Demir’in bizler açısından kutlu bir gün olan 14 Temmuz’un yıl dönümünde bedenini ateşe vermesi, Kürdistan gençliğinin yaşadığı fedai ruhun dışa vurumudur. Elbette ki anlamlıdır. Saygın bir eylemsel duruştur. Bunun için Kürdistan gençliği ve halkı Evrim Demir’e sahip çıkmıştır ve her zaman fedai ruha sahip çıkacaktır. Fakat açıkça söylüyoruz ki, bu eylem biçimi yanlıştır. Önderliğimiz de bunu belirtiyor. Hiçbir Kürt genci kendini yakmamalıdır. Ben burada Evrim Demir, Mustafa Malçok gibi yüreği devrimle yanan genç fedai arkadaşları kendini yakmaya değil, onları saflara katılmaya çağırıyorum. Bu tür arkadaşlar gelmeli, gerilla saflarına katılmalı, eğer daha ileri bir fedai düzeyine ulaşmak istiyorlarsa Ölümsüzler Taburu’na katılmalıdır.

Hareketimiz içerisinde, şimdiye kadar pek açıklanmayan ve kendisini tümüyle fedai eyleme hazırlayan Ölümsüzler Taburu vardır. Ben böyle fedai gençleri Ölümsüzler Taburu’na katılmaya çağırıyorum. Gidip bir köşede kendini yakacağına, gelip fedai ruh üzerine ideolojik ve felsefik yoğunlaşma ile birlikte askeri formasyon kazanma ve bu temelde Önder Apo’nun çizgisinde Kürdistan Özgürlük Hareketi’ne hizmet eden güçlü bir militan olma, Zilanların, Beritanların ve Kemal Pirlerin yolunda ruhunu yücelterek yürümeye çağırıyorum. Kendini yakma değil, saflara katılmaya, Ölümsüzler Taburu’nun ölümsüz birer üyesi olmaya çağırıyorum. Bu tarz bir eylemin bizler tarafından tasvip edilmesi mümkün değildir ama duruşun kendisi anlamlı ve saygındır. Fedai bir ruhu temsil etmektedir. Bu açıdan bu fedai ruhu, bu tarz kendini yakarak değil, Ölümsüzler Taburu’na katılarak yücelmeyi, mücadelenin başarısı için öncü konumda rol oynamayı daha anlamlı buluyor, bu temelde böyle genç yoldaşlara katılım çağrısını yapıyorum.

Asıl Mesele Özerkliği Meşrulaştırmamak!

Sanki bu ülkede kirli bir savaş yokmuş gibi, ilk kez bir çatışma yaşanıyorcasına “ahlakî” çağrılar yapılmakta, “derin PKK” benzeri propagandatif tezlerle, Kürt siyasî hareketinin “kendisini dizginlemesi” talep edilmektedir.
Savaşın sürdüğü bir coğrafyada ölümlerin olmaması olanaklı mıdır? Hem savaş sürer, hem ölümler devam eder, toplumsal parçalanmışlık derinleşir, yaşamın her alanı güvenlik politikasınca belirlenir, hem de “demokrasi”, “demokratik çözüm” olabilir mi? Savaşı sonlandırmayan bir ülke normalleşebilir mi? Peki, her ne kadar seçmenin yüzde 95’inin temsil edildiği doğru olsa da, antidemokratik yasalara ve bir cunta anayasasına göre seçilmiş olan, daha ilk gününde derin bir meşruiyet krizi ile işe başlayan ve böylesine bir meclisin, genel kurulunun eksik oturumunda seçilen bir hükümet, sahiden “demokratik” midir?

Eğer tuzunuz kuruysa, ülkenin imtiyazlı bölgelerinden birinde oturuyorsanız ve toplumsal parçalanmışlığı, tek devlet sınırı içerisinde birbirlerinden politik, toplumsal, ekonomik ve kültürel açıdan tamamiyle farklı iki ülke olduğu gerçeğini kaale almıyorsanız, bu soruların hepsine “evet” yanıtını verebilirsiniz. Ama eşitlik, hakkaniyet, barış, gerçek bir demokrasi ve onurlu bir yaşam gibi kaygılarınız varsa, o zaman yaşadığınız ülkedeki gelişmeleri salt ülke değil, küresel ilişkiler bağlamında da sorgularsınız. İnsana dair ne varsa, şüpheyle bakarsınız. Çünkü şüphe yaratıcıdır, soru sorma ve yanıtlar aramaya teşvik eder.

Ancak soracağınız soruları ve bulacağınız yanıtları belirleyecek olanın kendi varoluşunuz olduğunu unutmamalısınız. Çünkü bilinci belirleyen varoluştur, tersi değil. Bu nedenle ilk önce kendi duruşunuzu sorgulamalı, düşüncelerinizi ve vardığınız sonuçları hep farklı bakış açılarıyla yeniden değerlendirmelisiniz. Belki kolaycılığa kaçmak olacak, ama herhangi bir düşünceyi veya herhangi bir gelişmenin değerlendirmesini önce “kime yarıyor” ve “acaba benden zayıf olanı nasıl etkileyecek” sorularıyla ele almanız, hakkaniyetli bir karar vermenize yardımcı olacaktır. Bu yüzdendir ki hep “en zayıfın perspektifinden bakmayı” bir ilke olarak en başa koymanın doğru olduğuna inanırım.

Efsaneler ve fildişi kuleleri


Silvan Çatışması’nı tartışma biçimi, özellikle Fırat’ın batısındaki kesimlerin, egemenlerin efsanelerinden ne denli etkilendiklerini ve gazete sayfalarındaki liberal söylemin – belki de farkında olmadan – oluşturulan yeni hegemonyayı nasıl hergün yeniden üretip, güçlendirdiğini göstermekte. Sanki bu ülkede savaş, hem de kirli bir savaş yokmuş gibi, ilk kez bir çatışma yaşanıyorcasına “ahlakî” çağrılar yapılmakta, “derin PKK” benzeri propagandatif tezlerle, Kürt siyasî hareketinin “kendisini dizginlemesi” talep edilmektedir.

Aslında Türkiye egemenlerinin hakkını teslim etmek gerekiyor: toplum üzerindeki etkinliklerini ve hegemonilerini çok sağlam temellere oturtmuşlar. Efsaneleri öylesine etkileyici ki, eleştirel zihinler bile güncel gelişmeler üzerine olan değerlendirmelerini bu efsaneler üzerinden kurguluyorlar. Sanki ülke bu dünyada değilmiş, ekonomik ilişkiler ötesinde hiçbir küresel bağlantı yokmuş gibi Batı-Türkiye merkezli gözlüklerle dünyayı açıklamaya çalışıyorlar. Böyle olunca kavramlar anlamını yitiriyor, politik kararlar ve reel gelişmeler arasındaki bağlantılar kopuyor, toplumsal dinamikler ahlakî ve duygusal yaklaşımlarla açıklanmaya çalışılıyor.

Gazeteci Ahmet Altan, liberalleri, solliberalleri ve kimi demokrat kesimi esir alan paradigmayı göstermek açısından iyi bir örnek, çünkü yazılarının ana mantığı bu paradigma üzerine kurulu. Altan örneğin 17 Temmuz 2011 tarihli Taraf gazetesinde şöyle yazmakta:
“The Economist bir araştırma yapmış, yeryüzünde nüfusu yetmiş milyonu, adam başına milli geliri onbin doları geçen ülkelerin bir listesini yapmış.

Dünyada bu tanıma uygun altı ülke varmış. Amerika, Almanya, Japonya, Rusya, Brezilya ve Türkiye. Bu altı devden biri, içinde birbirimizi öldürerek yaşadığımız Türkiye.

Zaten ekonomik rakamlara baktığımızda durum muhteşem. Nüfusu yetmiş milyonu, milli geliri onbin doları geçen altı devden biriyiz, geçtiğimiz dönem dünyanın en hızlı büyüyen ülkesiyiz, Avrupa’da ülkeler ardı ardına çöküntüler yaşarken sapasağlam durabilen nadir ülkeler arasındayız, bütçemiz fazla veriyor, işsizlik istikrarlı bir biçimde azalıyor. Bir cari açık sorunumuz var. Onu da halletmek için yollar arıyorlar.”(a.b.ç.)

Altan’dan yaptığım bu alıntı, kısa ve öz olarak anılan kesimlerin paradigmasını olduğu gibi yansıtıyor. Aslında Ahmet Altan’ın yazdıklarının tutar doğru dürüst bir yanı yok. Burjuva ekonomistleri bile verileri okurken, gelişmenin sosyal yönüne öyle ya da böyle bakarlar. Bir kere bir ülkenin refah ülkesi olup olmadığının en önemli kıstası, kişi başına düşen millî gelirin yüksekliği değil, bu gelirin nasıl dağıldığıdır. Yani orta sınıfların üst kesiminden veya sermaye plazalarından baktığınızda devasa bir yükselme olarak görülen onbin Dolar, yoksul ve emekçi halk kitlelerinin perspektifinden bakınca, sömürünün büyüklüğü haricinde başka bir anlam ifade etmez. Diğer yandan hiçbir sorgulama yapılmaksızın alıntılanan ve oluşturulan düşünceye temel olan bütçe veya işsizlik verileri de hayli izafîdir. Çalışan nüfusun yarıdan fazlasının enformel sektörde ve sosyal sigorta güvencesi olmaksızın istihdam edildiği bir ülkede “işsizliğin istikrarlı bir biçimde azaltılmasından” bahsetmek, ekonomiden bihaber değilse yazar, açıkça bilinçli bir demagojidir. Carî açığın, uluslararası malî piyasalardan gelmiş olan spekülatif sermayenin ufak bir kriz anında ülkeyi terk etmesiyle ne hâle geleceğinden bahsetmiyorum bile. Bu işin bir yanı.

Diğer yandan “devletin” ne olduğunu bildiklerini varsaymamız gereken Ahmet Altan ve onun gibi düşünenler, ki bu listeye Halil Berktay v.b. bir sürü isim katılabilir, “ekonomimiz muhteşem”, “altı devden biriyiz”, “bütçemiz fazla veriyor” gibi sözlerle, kendilerini ne denli ulus devletle ve egemenlerle özdeşleştirdiklerini göstermektedirler. “Biz”leşme, sanki Türkiye’de sınıflar ve katmanlar yokmuş, herkes eşitmiş gibi, “sınıfsız, imtiyazsız toplum” efsanesinin devamıdır ve her zaman ulusalcı, dolayısıyla savaş kışkırtıcısı şöven “birlik ve bütünlük” propagandasını üretir. Bununla birlikte “bir cari açık sorunu var, onu da halletmek için yollar arıyorlar” cümlesinde olduğu gibi, “büyüklerimiz” veya “devletimiz her işi çözer, yeter ki güvenin” türünden devlet merkezli paternalist yaklaşımın dışa vurumudur. Devlet, “biz”leştirilince, devletin ve yönetenlerin politikaları ve aldıkları kararlar “bizim kararlarımız” olur, devlet “biz” yerine geçer. Öyle olunca, aslolan “devlet” ve “devlet için yapılan her şey mübah”, demokratik kontrol, halkın kararlara katılımı, sosyal ve demokratik hukuk devleti anlayışı yerine de “tek devlet, tek bayrak, tek millet” geçerli olur. Bu nedenledir ki, egemenler arası çelişkiler silah zoruyla, yani ülkeler arası savaşlarla çözülme (!) yoluna gidildiğinde, “vatanımız ve milletimiz” için can verenler biz oluruz.

Tarih sayfalarındaki, muharebe meydanlarının çiçekler ve çoşkulu marşlar eşliğinde “vatanımız” için savaşa yollanan yoksul ve emekçi çocuklarının cesetleri ile dolu olduğunu gösteren onca örneği bilmelerine rağmen, zekâlarından şüphe duymadığımız Türkiye entelejensiyasının önde gelen isimlerinin “72 milyon nüfus yek vücut” misâli devleti böylesine “biz”leştirmesi, son derece vahim bir durumdur ve entelejensiyamızın düşünce sefaletini göstermektedir.

Ah, şu PKK bir olmasa...


Yeni hegemonun “nomenklaturası” hâline gelmiş olan bu entelejensiyanın paradigmasını belirleyen bir diğer efsane, Taraf yazarı Maskar Esayan’ın bir yorumuna atığı başlıktaki gibi, “PKK’nın Öcalan’ı bitirme planı”dır. Bu, genellikle Yıldıray Oğur ve Emre Uslu gibi bazı gazetecilerin de yazılarında sürekli işledikleri “derin PKK” ve “PKK kendisini ancak savaşla var edebilir” mitleri üzerine kuruludur. Kaynağı genellikle TSK’nin psikolojik savaş birimleri olduğu şüphe götürmez haberleri sorgulamadan olduğu gibi alıp, ama PKK tarafından yapılan açıklamaların bütünsel bağlantısından koparılmış bölümlerini yorumlayarak verip kurguladıkları resimleri gerçekmiş gibi göstermekte, sürekli tekrarlayarak ve yeni efsaneler katarak Kürt siyasî hareketini bölme amaçlı bir saldırılar zinciri hâline getirmektedirler.

Bütün bunların üzerine ise “vesayet geriletilmiş, asker kışlasına geri sokulmuştur” efsanesi yerleştirilmektedir. Böylece Kürt siyasî hareketine “bak, şu kadar zenginleştik, ordu siyasete müdahale edemiyor artık, AKP hükümeti yeni anayasa yapacak, sen de silahını bırak, teslim ol, sana izin verilenle yetin, gel meclise siyaset yap, sorun çözülsün” denilerek, devlete eklemlenmesi istenilmektedir. Maskar Esayan’ın yazdığı gibi, “Türk tarafı koskoca bir orduyu, onun yargı, bürokrasi, medya ve iş dünyasındaki uzantılarını inine sokarken, Kürtlerin beş bin kişilik bir silahlı gücü terbiye etmeye yanaşmamaları düşünülemez” denilerek, sürekli olarak Kürtlerin “PKK içindeki savaş konseyini tasfiye etmeleri” telkin edilmektedir. Bu da PKK’nin dağdan inmesinin, Kürt Sorunu’nu çözecek yegâne yol olduğu kurgusunun bir sonucudur.

Ahmet Altan’dan, Maskar Esayan’a ve Halil Berktay’a kadar Taraf gazetesinde yazı yazanların büyük bir kesiminin yazılarını okuduğumuzda, bu yaklaşımların ortak ana mantık olarak karşımıza çıktığını görürüz. Bu nedenle de Taraf gazetesinin yeni devlet partisi AKP’nin hegemonyasını güçlendirme ve kamuoyunu manipule etme gibi bir misyonu olduğunu iddia etmek, sol bakış açısından pek yanlış olmayacaktır.

Askerî-bürokratik vesayet rejiminin geriletilip geriletilmediği konusunda bugüne kadar hayli yazılıp çizildi (Bkz. http://kozmopolit-blog.blogspot.com/2011/07/dagdan-inmek-mi-dagn-inmesi-mi.html) ve bence bu iddia yeterince çürütüldü. Yeni devlet partisi AKP ile üniformalı kapitalistlerin birlikte oluşturdukları yeni hegemonyanın, her ne kadar liberallere ve solliberallere “demokratikleşiyoruz” heyecanını verse de, bir efsane olduğunu görmek için en zayıfın perspektifinden fırlatılacak tek bir bakış yeterli olacaktır.

Nomenklaturanın fildişi kulelerinden yaptığı önermeler sorun çözücü, barış getirici değil. Tasfiye sonucu oluşacak olan bir “barış”, ancak “egemenlerin barışı” olacaktır, ki bu yoksul ve emekçi halk kitlelerine savaş anlamına gelmektedir. Geniş bir tabana dayanan halk hareketine dönüşmüş olan Kürt siyasî hareketini ve en önemli taşıyıcısı olan PKK’nin tasfiye edilmesini beklemek, hatta bunu Kürtlerin kendilerinin yapmaları gerektiğini savunmak, niyetten bağımsız, Kürt Sorunu’nu yeni bir jenosid ile çözmeye bel bağlamaktır. Çünkü PKK’nin, Kürt halkı fiîlen yok edilmeden tasfiye edilmesi artık olanaklı değildir. Halkla bütünleşmiş bir hareketi topyekün propaganda saldırıları ve amacı belli demagojiler ile bölmeye çalışmak ise, açıkcası saflıktır.

Bu açıdan Taraf gazetesi ve bu gazeteye yakın düşünen cenahtan Kürtlere gönderilen “çiçeklerin” fazlasıyla zehirli olduklarını görmek lazım. Bazı toplumsal gerçeklere vurgu yapmak, bazı doğruları tekrarlamak ve demokrasi-insan hakları-özgürlükler bağlamında ahlâkî telkinlerde bulunmak, bilinmelidir ki misyonun üstünü örtmeye yeterli değildir. Elbette hegemonun yanında yer almak, egemenlerin tarafını tutmak bir tercihtir. Bunu “Kürtler ve diğer ezilenler için yapıyoruz” demek ise ahlâksızlık. Ve her tercihin bir bedeli vardır. Tercihini egemenden yana yapanların ödeyecekleri bedel, tarihe yaptıkları ile yazılmaktır. Halklar kendi tarihlerini yazdıklarında, yazılı olanları kendince değerlendireceklerdir. İşte asıl o zaman taraf olmayan, gerçekten bertaraf olacaktır.

Devamı yarın...


MURAT ÇAKIR

AKP’nin Polisi Linç Bekçisi!

Türkiye’de Hükümet ve basının kışkırtmasıyla harekete geçen ırkçı grupların polis gözetiminde Kürtlere yönelik linç girişimleri sürüyor. İstanbul’da BDP’ye saldıranlara polis, “Sağolun arkadaşlar. Biz yeteriz onlara” diye seslendi.
Silvan’da 20 askerin hayatını kaybetmesinin ardından AKP’nin hedef göstermesi sonucu BDP ve Kürtlere yönelik saldırılar devam ediyor; Zeytinburnu’nda 300 kişi BDP’ye saldırırken, Erzurum’da Kürt işçiler, 500 kişilik grubun saldırısına uğradı. İşçiler Erzurum’u terk ederek memleketlerine döndü. 50’si ise önce Amed’e giderek BDP ile İHD’lilerden yardım istedi.
Silvan’da 14 Temmuz’da çıkan çatışma sonrası 20 askerin hayatını kaybetmesinin ardından gerginlikler devam ediyor. Son bir haftadır Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) binalarına ve yer yer Kürtlere yönelik saldırılara yenileri eklendi. Önceki gece Zeytinburnu’nda 300 kişilik bir grubun BDP ilçe merkezine saldırmasının yanı sıra Erzurum’da da 200 Kürt işçiye, 500 kişilik bir grubun saldırdığı öğrenildi.
Emniyet amiri: Biz yeteriz onlara

Zeytinburnu’nun Veliefendi Mahallesi’nde bir grubun gece 12.00 sıralarında PKK aleyhinde slogan attığını iddia eden yaklaşık 300 kişilik grup taş ve sopalarla BDP binasına yürüdü. ‘Slogan atan grubun partinin camlarını taşlamaya başlaması üzerine polis tazyikli su ile gruba müdahale etti. Bir emniyet amirinin taşlı sopalı kalabalığa hitaben, „Sağolun, var olun arkadaşlar. Bizim işimizi zorlaştırmayın, biz yeteriz onlara“ demesi ise dikkat çekti. Irkçı gruptan bazılarının elinde döner bıçağı olduğu görüldü. Saldırıda BDP’nin tüm camları kırıldı.
Erzurum’da da ikinci saldırı

Öte yandan önceki gece Erzurum’un Aziziye İlçesi’nde 500 kişilik bir grup TOKİ inşatında çalışan Kürt işçilere saldırdı. Grubun elinde, taş, bıçak, sopa, kalas olduğu öğrenildi. Olay yerine polisin yanı sıra ilçe kaymakamı, emniyet müdürü, Erzurum Valisi ve jandarma gitti. İşçiler, jandarma ve polisin grup ile kendileri arasında barikat oluşturduğunu, gruplar halinde ilçeden tahliye edildiklerini ve memleketlerine döndüklerini söyledi.
50 işçi önce Amed’e gitti

50 işçiden oluşan bir grup da evlerine dönmeden önce Amed’e giderek BDP ve İHD’ye bilgi vererek yardım istedi. BDP’de İl Başkanı M. Ali Aydın ile görüşen işçiler saldırıyı anlattı.
İhsan Barut adlı işçi, „Türk işçileri aramızdan çıkarıp saldırdılar“ dedi. Barut, polisin tavrına tepki göstererek, „Polis sadece uzaklaştırmaya çalışıyordu. Gaz bombası ve cop kullanılmadı onlara karşı. Dayak yiyen biz olduk. Saat 20.30’dan gece 01.00’a kadar içerde rehin kaldık“ diye konuştu.
Kutbettin Çaçan adlı işçi de saldırganlardan kimsenin gözaltına alınmadığı bilgisini vererek,“Üstüne üstlük 2 arkadaşımız da polislerce dövüldü. Eğer bir devlet yetkilisi çıkıp bu insanlara ‘dur ‘demezse biz ne yapabiliriz? Kendi memleketimizde esiriz, onların memleketine gidiyoruz onların memleketinde de esiriz. Bu halk nereye kadar esir kalacak“ diye sordu.
Şirin Gümüş isimli işçi, 3 önce de saldırıya uğradıklarını hatırlattı: „15 kişilik bir grup çalıştığımız inşaatın şantiyesine gelerek bir arkadaşımızı darp etti. Arkadaşımızın kolu ve başı kırıldı. Bugün yine gelip saldırdılar, kaldığımız çadırlara molotof attılar. Ama buna rağmen önlem alınmadı.“

Tehlike çanları çalıyor

Başvuruları alan İHD Diyarbakır Şubesi bir basın toplantısı düzenledi. İHD’li Raci Bilici, saldırılarılardan BDP ile Kürtleri hedef gösteren Başbakan Erdoğan’ın sorumlu olduğunu belirterek, „Başbakan’dan saldırıları durduracak bir açıklama ve girişim bekliyoruz“ dedi. Basın toplantısında mağdur işçiler saldırı anını anlattı. İşçilerin hala olayın şokunu atlamadığı gözlendi. Devlet güçlerinin gözü önünde insanların linç edilmeye çalışıldığına dikkat çeken Bilici, „Bu gidişattan kaygı duymaktayız. Devlet yetkilileri ile emniyet mensuplarına tedbir alınması için çağrı yapıyoruz“ dedi. Bilici, İHD olarak işçiler için girişimlerde bulunacaklarını söyledi.
Erdoğan’a ‘vazgeç’ çağrısı

Toplantıya katılan BDP İl Başkanı Aydın da Silvan ardından ülkede faşizmin yeniden hortlatıldığını belirterek, siyasilerin yaptığı sorumsuz açıklamalar nedeniyle Kürtlere karşı adeta bir linç kampanyasının başlatıldığını söyledi. Aydın, saldırılardan sorumlu gördüğü Erdoğan ile AKP’ye şu uyarıyı yaptı: „AKP’nin bu politikalarının ülkenin hayrına olmadığını ve ülkemizi toplumsal bir iç çatışmanın eşiğine getirdiğini belirtmek istiyoruz. Başbakan’ı ve hükümeti bu konuda aklıselim politikalar üretmeye, bu faşist tutumlarından vazgeçmeye ve Türkiye’nin toplumsal iç barışı için barışçıl politikaları hayata geçirmeye çağırıyoruz.“

Marksizm, Komünizm, Sosyal Şovenizm


Marksist, komünist, sosyalist olmak ya da kendini öyle ifade etmek, kendini böyle ifade eden bir başka örgüt ya da kişiyle pratik, teorik görüş ayrılığına düşmek, Marksizm içi bir görüş farklılığı olarak değerlendirilebilir. Ama sosyal şovenizmle Marksizm arasındaki ayrılık, Marksizm içi bir ayrılık olarak nitelenemez. Sosyal şovenizm doğrudan karşı devrimci bir burjuva ideolojisidir. Dönemsel çıkar ilişkisi gereği, burjuvazinin tümü de her koşulda şoven değildir. Liberal, burjuva demokrat vb. gibi kategorik farklar taşıyan burjuva  içi ideolojiler de vardır. O nedenle, sosyal şovenizm Marksizm içi bir anlayış olmadığı gibi burjuva demokrat bir ideoloji de değildir. Sosyal şovenizm, burjuvazinin şoven, işgalci, sömürgen kesiminin, sendika aristokrasisi eliyle işçi sınıfının içine yerleştirdiği bir sapkın ideolojidir.

İdeolojilerin tümü insana dairdir. Söz konusu ideolojilerin tümünü insan ya da insanlar üretmişlerdir. Bu ideolojiler içerisinde inanca dair olan hariç, diğerlerinin tümü sınıflı toplum sürecinde, sınıflara denk olarak oluşmuş ideolojilerdir. Sınıflı toplum iki temel sınıftan -ezen ve ezilen- oluştu. Köleci toplum döneminde ezen köle beyleri, ezilen ise köleler olurken; feodalizmde ezenler büyük toprak sahipleri, derebeyleri, ağalar; ezilenler ise marabalar oldu.


Kapitalist toplumda ise iki ayrı  modern sınıf olan burjuvazi ile proletarya oluşmuştur. Kapitalist toplumda, diğer sınıflı toplumlardan farklı olarak, iki temel sınıf içinde küçük, orta burjuvazi, sendikal aristokrasi, küçük ve orta işletme sahibi köylüler gibi toplumsal katmanlar da oluşmuştur. Sınıflı toplumların bütün süreçlerinde, sınıf atlayan, sınıf değiştirenler olmuştur ama sınıflar değişmemiştir. Kapitalizm, sınıflı toplumların en sonuncusu olduğu, bu yapısı gereği, çok fazla katmanlara ayrıldığı, her katmanın da burjuva ve proletarya ideolojisinin yanında kendine denk bir ideoloji üretmesi nedeniyle, hem ideolojiler çoğalmış, hem de ideolojiler arasındaki, çizgi fazla silikleşmiştir.


Özellikle küçük burjuvazi ile proletarya arasındaki geçişlerin çokluğu hem sınıf yapısında, hem de ideolojik yapıda büyük bir sulanma yaratır. Ayrıca sınıf ideolojileri de her zaman sınıfın tümünü içermez. Örneğin faşizm, burjuva sınıfının bir ideolojisi ve sistemidir. Ama bütün burjuvalar faşist değildir. Komünizm işçi sınıfının bir ideolojisi, toplumsal sistemidir ama bütün işçiler komünist değildir. Kapitalist sistemde, katmanlar arasında oluşmuş olan belirsizliği, burjuvazi, bir takım yöntemlerle işçi sınıfını yozlaştırmada kullanır. Son dönemlerde burjuvazi, işçi sınıfını üretim sürecinin denetleyeni olmaktan çıkartıp, sürecin seyircisi haline getirdi. Nicel bakımdan güçten düşürmüş olduğu sınıfı, reel sosyalist sistemin çöküşünden sonra da, ideolojisizleştirip, nitel olarak da dibe vurdurdu. İşçi sınıfını ideolojisizleştirmede, sosyal şovenizmi, solun arasına sızdırarak, güçlü bir şekilde kullandı.


Başka ülkelerde olduğu gibi, Türkiye devrim mücadelesinin enternasyonal planda, ölümsüzleşen, gazi olan önemli değerleri var. Mihri Belli, Türkiye devrim mücadelesinin en eski gazisidir. Yunanistan iç savaşına katılmış ve gazi olmuştur. TKEP üyesi, Teğmen Ali (Cevat Saim Çelen) de Filistinlilerle birlikte Siyonizme karşı savaştı, mücadele içinde komutan oldu ve enternasyonalizm yolunda ölümsüzleşti. Filistin şehitliğinde Filistinli şehitler ile koyun koyuna yatıyor. Enternasyonal mücadelede, toprağa düşerek, ölümsüzleşen Mustafa Çetin, İmam Ateş yoldaşlarla birlikte Türkiye devrim mücadelesinin enternasyonal değerleri olmuşlardır. Aynı süreçte, Filistin’de PKK’nin de en az on şehidi olmuştur. Geçmişe baktığımız zaman, Türkiye ve Kürdistan devrim mücadelesinin enternasyonal planda yaratmış olduğu çok önemli değerlerinin olduğunu görürüz.


Bu enternasyonal komünist kişilik, kendine “komünist parti” diyen bazı yapılanmalar ve komünist parti üyesi olduğunu söyleyen kimi kişilikler için artık tarihte kalmış gibi. Bu tip, tüzel ve özel kişiliklerde, enternasyonal ideoloji, teori, politikanın yerini sosyal şoven ideoloji, teori, politikalar almıştır. Türkiye’de komünizm adına, Kürt Özgürlük Hareketi’ne karşı tavır ve tutumlara girenler var. Kürt halkının yanında yer almayan, onun öncülüğünü yaparak, bugünkü örgütlü ve politik düzeye çıkartan, Özgürlük Mücadelesi ile dayanışma içine girmeyen birey ya da örgüt Marksist, komünist, sosyalist olamaz. İster “yurtseverlik” ister “sınıf” adına yapsın sosyal şovenizmden başka bir şey yapmış olmaz, olamaz. Türkiye’de sosyal şovenizmin tek ölçüsü, Kürk halkı ve onun öncü gücü olan Özgürlük Hareketi’ne taraf olup olmamaktır. Karşı duruş sosyal şovenizmdir.


Hiçbir gerekçe bu nedeni, geçersiz kılamaz. Kendini ne olarak görürse görsün, kendine hangi sıfatı takmış olursa olsun o sadece bir sosyal şovendir. Destek olmak ise, demokratlıktır, devrimciliktir, ilericiliktir; kendini Marksist, sosyalist veya komünist olarak görüyorsa, kendini gördüğü gibidir. Ama karşı olmanın tek bir ideolojik sıfatı vardır: Sosyal şovenizm. Kaldı ki, özgürlük mücadelesine destek vermek sadece bir enternasyonal görev de değildir. Kendi ülkesinin işçisine, emekçisine, bir bütün olarak Türkiye halklarının mücadelesine doğrudan bir katkıdır. Kürt halkı, demokrasi, özgürlük, adalet, insani değerler alanında ne kazanırsa, bütün Türkiye halklarının kazanımı olacaktır. Kürt Özgürlük Mücadelesi’ne karşı durmak, Türkiye halklarının bütün bu hak ve çıkarlarına karşı durmak anlamına gelir.

Teslim TÖRE