17 Temmuz 2011 Pazar

20 Askerin Ardından...

Yirmi askerin hayatını kaybettiği çatışmanın ardı ndan sarf edilen sözler, Başbakan Erdoğan’ın iddia ettiği “farklı şeyleri” anlamamızı kolaylaştırmaktadır. Başbakan’ın kastettiği şeylerin daha önce hiç yaşanmamış, hiç denenmemiş olduğunu varsayarak değerlendirmeye başlayalım. Önümüzde iki ihtimal var. Gerçekten askerlerin kaybının verdiği acıdan ders çıkararak bir daha benzer şeyleri yaşamamak için köklü adımlar atmayı, sorunun tümden çözümüne yönelik politikalar geliştirmeyi göze almış bir psikoloji ve söylemin işaretleri var mı?  Ne yazık ki bu soruya olumlu cevap veremedi- ğimizde geriye bir ihtimal daha kalıyor ki, o da “terörle mücadele(!)” konseptinde bugünkünden çok daha sert politikalara yönelmekten başka bir anlam ifade etmemektedir.

Daha çok siyasetçinin KCK davası üzerinden tutuklanması, hatta yemin etmedikleri için seçilmiş vekillerle ilgili yargısal süreçlerin başlatılması, hayali beklentilere dayalı görüşmelerden geri adım atılması, gösterilere daha çok gaz sıkılarak müdahale edilmesi, medya üzerindeki baskının artırılması, askeri operasyonların doğrudan sınırötesi hedeşereyoğunlaştırılması vs...


Bütün bunlar doksanlı yıllardan daha yüksek dozda seyrederse, ülkeyi yönetenler Kürtlerin ayrılması nı kendi elleri ile hazırlayan kadrolar olarak tarihe geçecektir.


İttihatçı zihniyetin yüz yıl önce Balkan, Kafkas ve Anadolu halklarını sürüklediği felaketin bir benzeri yeniden yaşanmış olacaktır. Yapılan açıklamalar tüyler ürpertici nitelikte ve bir acının paylaşımından öte, yeni acıların yaşanması na davetiye çıkartır niteliktedir. Yılların İçişleri Bakanı ve bu sorunun nasıl çözülemeyeceğ ini en iyi bilmesi gereken isimlerden birisi olan Aksu, “Özerklik ilanının on üç askerin ölümünden daha feci” olduğunun altını çiziyor. Yeni İçişleri Bakanı ise, “Ölümlerin sebebini araştırmak gidenleri geri getirecek mi?” diyecek kadar oturduğu makamın sorumluluklarını taşı- maktan uzak sözler sarf etmektedir. Yeni Meclis Başkanı’nın herkes safını belirlesin çağrısı, üç partinin ortak deklarasyonunda karşılığı- nı bulan alışıldık cümlelerde somutlaşıyor.Yemin krizinin CHP’yi yıpratma pahasına aşılmı ş olması, Kürt siyasetinin parlamento ile ilgili daha net tutum alma zorunluluğunu beraberinde getirmiştir. Blok listesinden seçilen vekillerin Meclis’e girip giremeyeceği tümüyle “Özerkl  ” tartışmaları ile ilgilidir.


Özerklik ilanı sürecini engellemeye katkı sağlamadığı taktirde, mecliste Kürt siyasetinin temsili, kısa dönemde istenen bir durum olmayacak aksine dışlayıcı girişimlere öncelik verilecektir. Çatışmalı ortamın yoğunlaşması ve bunun çözümsüzlüğü derinleştirdiğinin fark edilmesi, hatta toplumsal kamplaşmanın yönetilebilir kriz olmaktan çıkmaya başlaması, özerklik konusunda geri adım atılmaması bir süre sonra yeniden ve daha sağlıklı ilişki kurma ihtiyacını doğuracaktır. Anayasal çözüm ihtiyacı siyaseti yeniden umut odağı haline getirecektir.  Asıl sorun o aşamaya kadar “dik durabilmek” ve daha etkin toplumsal güç ortaya çıkaracak genişliğe kavuşmaktadır.


Çatışmanın yoğunlaştığı dönemde, Türkiye toplumunun çözümden yana dinamiklerini harekete geçirebilen bir siyasal proje, gerçekten “farklı şeyler” olmasının tek yoludur. O zaman sadece gözü yaşlı asker ailelerinin değil, on yıllardır çocuklarının kemiklerine kavuşmayı bekleyen Kürt analarının da acısına da ortak olmayı bilen bir toplumsal vicdan, siyaseti şekillendirecektir.

Demokratik Özerkliğin İlanı

Amed’de olağanüstü toplanan DTK Genel Kurulu tarihi bir karar aldı. Kararı açıklayan DTK Eşbaşkanı Tuğluk, ‘Kürt halkı olarak Demokratik Özerkliğimizi ilan ediyoruz’ dedi

ORTAK VATAN ANLAYIŞI ESASTIR

Toplantının sonuç bildirgesini kamuoyuna açıklayan DTK Eşbaşkanı Tuğluk, “Uluslararası insan hakları belgelerinin tanımladığı haklar ışığında ortak vatan anlayışı temelinde, toprak bütünlüğüne ve Türkiye halklarının ulusal bütünlüğüne bağlı kalarak, Kürt halkı olarak Demokratik Özerkliğimizi ilan ediyoruz” dedi.

MECLİS’E KARARI TANIYIN ÇAĞRISI

Kürt ve Türkiye halklarını sahiplenme ve dayanışmaya çağıran Tuğluk, uluslararası camia ve Meclis’e de şu çağrıda bulundu: “Meclis’e Demokratik Anayasa metninde Demokratik Özerkliğin Kürt halkının statüsü olarak tanınması için çağrı yapıyoruz. Uluslararası camiayı da Demokratik Özerkliği tanımaya davet ediyoruz.”



‘Demokratik Özerk Kürdistan’ ilan edildi


Demokratik Toplum Kongresi (DTK), günlerdir tartışılan ve önemli kararlaşmaların sağlanacağı belirtilen olağanüstü toplantısı dün yapıldı. BDP Amed İl Binası’nda düzenlenen toplantıya, DTK Eşbaşkanları Ahmet Türk ile Aysel Tuğluk, BDP Eş Genel Başkanları Hamit Geylani ile Filiz Koçali, tüm BDP grubu milletvekilleri, belediye başkanları, sivil toplum örgütü, kadın ve gençlik temsilcileri, aydın, yazar, gazeteci, kanaat önderleri ve halk delegelerinin de aralarında bulunduğu 850 delege eksiksiz katıldı. Toplantı salonundaki Türkçe ve Kürtçe “Çağdaş bir mücadele ruhuyla Demokratik Özerkliği kuracağız” pankartları dikkat çekti.


İlerici insanlığa hayırlı olsun


Yaklaşık 6 saat süren olağanüstü toplantının ardından hazırlanan bildiriyi DTK Eşbaşkanlarından Aysel Tuğluk okudu. “Demokratik Özerklik İlan Belgesi” başlıklı bildiriyi okuyan Tuğluk, “Uluslararası insan hakları belgelerinin tanımladığı haklar ışığında ortak vatan anlayışı temelinde toprak bütünlüğüne ve demokratik ulus perspektifi temelinde Türkiye halklarının ulusal bütünlüğüne bağlı kalarak, Kürt halkı olarak Demokratik Özerkliğimizi ilan ediyoruz. Halklarımızın demokratik birliğine ve özgürce yaşama özlemlerine dair büyük gelişmelere vesile olacağına olan umut ve inançla Demokratik Özerkliğin ilanının halkımıza, Türkiye halklarına, Ortadoğu ve dünya halklarına ve tüm ilerici insanlığa hayırlı olmasını diliyoruz” dedi.


Özerklik yerini imhaya bırakmıştır


Mezopotamya’nın en eski halklarından olan Kürtlerin bugün inkâr ve imha politikaları sonucu soykırım tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğunu belirten Tuğluk, Türklerin Anadolu’ya ilk yöneldiklerinde aynı dine mensup Kürtleri dost bir halk olarak yanlarında bulduklarını vurgulayarak, 19. yüzyılda bozulan ilişkilerin 20. yüzyılda trajik bir hal aldığını söyledi. 1924 anayasasıyla Kürtlerin Türklük içinde eritildiği ulus devlete dayalı red ve imha politikaları meşruiyet aracı haline getirildiğni kaydeden Tuğluk, “En son 38 Dersim Katliamıyla, hakim olan Özerklik ilişkisi yerini Kürt halklarının inkar ve imhasına bırakmıştır” diye konuştu.


Kürtler tasfiye ediliyor


İnkar ve imha politikasının bugüne kadar acımasızca yürütüldüğünü, 20. yüzyıl başında kurulmuş Ortadoğu statükosu ve bu statükoyu kendi çıkarlarına uygun gören uluslararası güçlerden de destek aldığını vurgulayan Tuğluk, güncelde biçimsel değişiklikler olsa da özünde devam eden inkâr ve buna bağlı olarak geliştirilen tasfiye politikalarının devam ettiğini, eski statüko aşılıyor gibi gösterilmeye çalışılsa da yeni bir inkar statükosunun kurulmaya çalışıldığını kaydetti. Siyasi ve askeri operasyonların sürdürüldüğünü, genel seçimlerle açığa çıkan, Kürt halkının özgür iradesinin önünün kapatılmak istendiğini, Başta Hatip Dicle’nin vekilliğinin düşürülmesi ve tutuklu bulunan seçilmiş vekillerin serbest bırakılmamasının yeni statükonunun göstergesi olduğunu söyleyen Tuğluk, “Bırakalım Kürt sorununu çözmeyi yürüttükleri politikalarla Türkiye’de çürümeyi derinleştirdikleri gibi Kürt halkına da acılar yaşatmaktadırlar.  Kürt sorunu Kürtlerin halk olmaktan kaynaklı haklarını kullanamamaları, statü sahibi olamamaları her taleplerinin de baskı ve şiddetle red edilmesinden kaynaklıdır.”


Kürtler statüsüzlük istemiyor


Sorunun çözümünün Kürtlerin halk olarak tanınması, Türkiye halklarıyla birlikte eşitlik temelinde statüye kavuşmalarıyla olabileceğini kaydeden Tuğluk, şöyle konuştu: “Kürt halkı olarak inkâr ve imha politikası temelinde kurulan siyasi statüsüzlüğü reddederek özgürlük temelinde kendi toplumsal demokrasimizi de kurarak yeni bir statüye kavuşturmak istiyoruz. Kendimizi yönetme güç ve iradesine sahip olduğumuzu belirtiyoruz. Demokratik özerklik, sadece Kürt halkı için değil ,tüm Türkiye halklarının, inanç ve kültürlerin kendisini özgürce ifade edeceği ve kendi kendilerini yöneteceği bir çözüm modelidir.”


Sahiplenme çağrısı


“Demokratik Özerklik; bir devleti yıkmak yeni bir devlet kurmak değildir” diyen Tuğluk, “Uluslararası insan hakları belgelerinin tanımladığı haklar ışığında ortak vatan anlayışı temelinde toprak bütünlüğüne ve demokratik ulus perspektifi temelinde Türkiye halklarının ulusal bütünlüğüne bağlı kalarak, Kürt halkı olarak Demokratik Özerkliğimizi ilan ediyoruz. Demokratik Özerklik projesinin mimarı Kürt Halk Önderi Sayın Abdullah Öcalan’ın Demokratik Özerklik temelinde Demokratik Türkiye’nin inşasına daha fazla katkı sunması için gerekli koşulların yaratılmasını istiyoruz” dedi.  Kürt coğrafyasında yaşayan herkesi kendini “Demokratik Özerk Kürdistanlı” olarak tanıtmaya ve ilana sahip çıkmaya davet eden Tuğluk, “Başta kardeş Türkiye halkları olmak üzere tüm Ortadoğu halkları ile tarihsel bağlarını yeniden eşitlik temelinde kurmaya davet ediyoruz” diye konuştu.


Meclis tanısın


TBMM’ye de Demokratik Anayasa metninde Demokratik Özerkliğin Kürt halkının statüsü olarak tanınması çağrısında bulunan Tuğluk, Uluslararası camiaya da Demokratik Özerkliği tanımaya davet etti. Bildiri, dakikalarca ayakta alkışlandı.

Irak Parlamentosu ve Kürtler





Irak Temsilciler Meclisi 86 yıl önce 16 Temmuz 1925 tarihinde ilk toplantısını yaparak kuruldu. Parlamenterlerin 16’sı Kürt’tü. Bu dönemdeki Kürt parlamenterler her ne kadar isim olarak Kürt idiyseler de kendi Kürt kimlikleri ve özgür iradeleriyle mecliste bulunmamaktaydılar. Daha çok İngilizlerin istemleri doğrultusunda seçilen Kürt parlamenterler hiçbir zaman Irak Kürtlerinin gerçek temsilcisi olamadılar. İşin gerçekliğine bakıldığında Irak devletinin inkar ve asimilasyon politikalarının bir figürü olarak seçildikleri görülecektir.
87 yıl önce toplanan Irak Temsilciler Meclisi kuruluşunu 23 Haziran 1925 tarihinde ilan ederek, Irak’ın ilk resmi meclisi oldu. Meclis 16’sı Kürt toplam 88 parlamenterden oluşturuldu. Parlamenterler seçildikten sonra ilk toplantılarını 16 Temmuz 1925 tarihinde yaptılar. Bu dönemde seçilen 16 parlamenter ve daha sonraki dönemlerde seçilecek olan Kürt parlamenterlerin çoğu İngilizler ve Irak egemen güçlerinin çıkarları doğrultusunda hareket edecek olan Kürt aristokrat ve zengin tüccar aile çocukları olacaktır. Onun için Kürtler, 2005 tarihine kadar Irak Parlamentosu’nda tam anlamıyla temsil gücü bulmayacaktır.

İngilizler iş başında


İngilizler Irak devletini 1918 yılında kolonileştirdikten sonra 1921 yılında ise krallık rejimi olan bir hükümet ilan edildi ve Suudi Arabistan’da ikamet eden Faysal getirilerek devletin başına konuldu. İngilizlerin denetiminde olan Irak devleti, 27 Mart 1924 tarihinde kurucu meclisini kurdu. Kurucu meclis, kuruluşundan 5 ay sonra, 3 Ağustos 1924 tarihinde basın ve kamuoyuna açıklamış olduğu bir bildiri ile yapacaklarını şu şekilde ilan eder: “1- Irak ve İngiliz devletleri arasında bir protokol imzalanarak Irak devleti İngilizlerin kendi toprakları üzerindeki varlığını kabul eder. 2- Irak Anayasası’nın hazırlanması. 3- 1924 yılında parlamento seçimlerinin yapılabilmesi için seçim yasalarının hazırlanması karar altına alınmıştır.”


Irak’ın ilk parlamentosu


Irak’ta ilk parlamento seçimleri Kasım 1924 tarihinde gerçekleşti. Seçimler öncesi Arapların çoğunlukla yaşamış olduğu yerde sayım yapılmadığı için birçok sahtekarlıklar yapıldı. Kürtlerin yaşamış olduğu Musul vilayeti (Kürtlerin yaşamış olduğu tüm yerler dahildi) Irak ve Türkiye sınırlarının belirlenmesinden dolayı sayım yapılmış ve ondan dolayı da bu alanlarda çok fazla sahtekarlık yapılamamıştı. Seçim sonuçları 23 Haziran 1925 tarihinde açıklandı. Her bir parlamenter 20 bin oy ile seçiliyordu ve seçim dört yılda bir yenilenmek zorundaydı. Seçilen Irak Temsilciler Meclisi ilk toplantısını 16 Temmuz 1925 tarihinde gerçekleştirdi. O zaman meclis 88 parlamenterden oluşuyordu bu parlamenterlerden 16’sı Kürttü. Bu meclis toplam 54 toplantı gerçekleştirdi.

Kürt vekillerinin listesi


Irak’ın ilk parlamentosunda yer alan Kürt vekillerin ismi ve illere göre dağılımı şu şekildeydi: “Hewler’den; İbrahîm Yusif, İsmail Ruwandizî (Mir Muhamed Ruwandizî’nın torunu), Dawid Heyderî, Abdûlah Muxlîs, Sebîh Neşet. Süleymaniye’den; şair Ehmed Muxtar Begê Caf, tarih yazarı Muhemed Emîn Zekî Beg, Muhemed Salih Muhemed Alî, Mîrza Ferecî Hacî Şerîf. Kerkük’ten; Şêx Hebîb Talebanî, Refîq Xadîumûsucade, Neşet Ibrahîm, Muhemed Seyîd Hacî Humsên. Musul’dan; Hazim Şemsedîn Axa, Heybetula Muftî, Nûrî Birîfkanî.”


Yaşlılar Meclisi


Irak Anayasası’nın 31’inci maddesi gereği Temmuz 1925 tarihinde Irak Meclisi yeni bir karar alarak Yaşlılar Meclisi kurar. Bu meclis 20 kişiden oluşur, onlardan 5’inin Kürt olma zorunluluğu getirilir. O dönemde Yaşlılar Meclisi’nde yer alan Kürtler şunlardı: “İbrahîm Heyderî, Mela Sehîd Kerkuklî Zade, şair Cemîl Sidqî Zehawî, Abdûlah Safî û Şêx Qadirê Hefîd (Şêx Mehmûdê Berzincî’nin kardeşi.)” Bu isimlerden Şêx Qadirê Hefid yaşı küçük olduğundan dolayı bu meclise kabul edilmedi ve Kürtler dört kişiyle Yaşlılar Meclisi’nde temsil edildiler.


Kürt parlamenterlerin istemleri


Bu dönemdeki Kürt parlamenterlerin çoğu aristokrat, zengin ve Osmanlı döneminden beri aşiretlerin temsilciliklerini yapan ailelerdendiler. Bu dönemdeki Kürt parlamenterlerin çoğu İngilizlerin istemleri doğrultusunda seçilmişlerdi. Bunun için Kürt parlamenterler Irak devletini düşündükleri kadar Kürt halkını düşünmüyorlardı. Her ne kadar bu dönemde Şêx Mehmûdê Berzencî (1918-1932) isyanı başlamış olsa da bu dönemdeki Kürt parlamenterlerin en önemli istemleri eğitim ve öğretimin geliştirilmesi, yollar ve ziraatın geliştirilmesiydi.


Aynı şekilde Kürt parlamenterler 1924 yılında Irak Anayasası hazırlanırken de ciddi bir rol üstlenmediler. Bu şekilde de Irak’ın Kürt inkar ve asimilasyon politikasına destek sundular. Her seferinde Kürt parlamenterleri olarak tanınsalar da onlar hiçbir zaman Irak devletinin çıkarlarını Kürt halkının çıkarlarına tercih etmediler. Yanı başındaki isyanı görmemezlikten geldiler. Her zaman tercihlerini Irak devletinden yana kullandılar. İşin gerçekliğine bakıldığında Irak devletinin inkar ve asimilasyon politikalarının bir figürü olarak seçildikleri görülecektir. Bunu anlamak için o dönemdeki Kürt parlamenterlerin Irak devletinden isteklerine bakmak yeterli olacaktır.


İsteklerden bazı örnekler


Süleymaniye Milletvekili Muhemd Emîn Zekî: Kürdistan bölgesinde daha fazla okul açılsın, 20 yataklı bir hastane ve eczane açılsın.


Hewler milletvekilleri: Orta ve lise için Kerkük ve Bağdat’a gidildiği için bu milletvekilleri orta ve lise bölümlerinin Hewler’de açılması talebinde bulunmuşlar.


Kerkük milletvekilleri: Kerkük’te bulunan güzel sanatlar bölümünün kapatılmaması için başvuru yapılmış fakat başvuru kabul görmemiş.


Ruwandizî Mir Muhamed Ruwandizî’nin torunu: Irak kimliklerinde din ve etnik unsur da belirtilsin. Bu istek 30 yıl sonra 1957 yılında gerçekleşir.


Genel Kürt temsilcileri: Irak hükümeti her sene 15 Kürt öğrencisini Avrupa’ya okumak için göndersin. Oysa o dönemde her sene Irak’tan 3 tane öğrenci dışarıya okumak için gönderiliyordu. Hükümet ziraata önem versin, yol yapımı ve belediye hizmetleri geliştirilsin, basın özgürlüğü genişletilsin, gençlere ve aile kurumuna önem verilsin.


Krallık döneminde 16 seçim yapıldı

  • r Temmuz 1925 tarihinde seçim yapıldı. 16’sı Kürt 88 parlamenter seçildi, 54 toplantı gerçekleştirildi.
  • r Mart 1928’de seçim gerçekleşti. 14’ü Kürt toplam 88 parlamenter seçildi. 60 toplantı gerçekleştirildi.
  • r Kasım 1930’da seçim yapıldı. 15’i Kürt toplam 88 parlamenter seçildi. 62 toplantı gerçekleştirildi.
  • r Mart 1933’te seçim yapıldı. 14’ü Kürt toplam 88 parlamenter seçildi. 48 toplantı gerçekleştirildi.
  • r Aralık 1934’te seçim yapıldı. 14’ü Kürt toplam 88 parlamenter seçildi. 20 toplantı gerçekleştirildi.
  • r Ağustos 1935’te seçim yapıldı. 18’i Kürt toplam 108 parlamenter seçildi. 56 toplantı gerçekleştirildi.
  • r Şubat 1937’de seçim yapıldı. 20’si Kürt toplam 108 parlamenter seçildi. 33 toplantı gerçekleştirildi.
  • r Aralık 1937’de seçim yapıldı. 19’u Kürt toplam 108 parlamenter seçildi. 12 toplantı gerçekleştirildi.
  • r Haziran 1939’da seçim gerçekleşti. 23’ü Kürt toplam 108 parlamenter seçildi. 49 toplantı gerçekleştirildi.
  • r Kasım 1943’te seçim yapıldı. 26’sı Kürt toplam 118 parlamenter seçildi. 42 toplantı gerçekleştirildi.
  • r Mart 1947’de seçim yapıldı. 27’si Kürt toplam 137 parlamenter seçildi. 12 toplantı gerçekleştirildi.
  • r Haziran 1948’de seçim yapıldı. 23’ü Kürt toplam 137 parlamenter seçildi. 58 toplantı gerçekleştirdi.
  • r Ocak 1953’te seçim yapıldı. 24’ü Kürt toplam 137 parlamenter seçildi. 31 toplantı gerçekleştirildi.
  • r Temmuz 1954’te seçim gerçekleştirildi. 24’ü Kürt toplam 137 parlamenter seçildi. 1 toplantı gerçekleştirildi.
  • r Eylül 1954’te seçim gerçekleştirildi. 25’i Kürt toplam 137 parlamenter seçildi. 39 toplantı gerçekleştirildi.
  • r Mayıs 1958’de seçim yapıldı. 24’ü Kürt toplam 148 parlamenter seçildi. 6 toplantı gerçekleştirildi.
  •  

Abdulkerim Kasım ve Cumhuriyet

14 Temmuz 1958’de Albay Abdulkerim Kasım tarafından bir askeri darbeyle krallık rejimine son verildi. Kasım’ın darbeden hemen sonra yaptığı ilk iş anayasada değişiklik yapmak olur. Anayasada, “Cumhuriyet aynı zamanda Irak’ta birçok etnik grubun yaşadığı ama esas olarak Arap ve Kürt ulusların bileşiminden oluşur ve anayasa önünde eşit haklara sahiptir” denmiştir.


Darbeler dönemi


Irak’ta 1958 ile 1968 yılları arası birçok askeri darbe gerçekleşir. Baas Partisi 1963 yılında yaptığı birinci darbeyle Abdulkerim Kasım’ı öldürür. 1968 yılında ise ikinci darbeyi gerçekleştiren Baas Partisi iktidarı tümden eline geçirir. 2003 yılına kadar da iktidardaydılar. Bu süreçte yapılan seçimler ise tamamıyla göz boyamaya dönük olan seçimlerdi. Ayrıca bu dönemde 11 Mart 1970 tarihinde Kürtlere otonomi hakkı verildi. Ve yapılan anlaşmaya göre statü 1974 yılına dek hayata geçirilecekti. Daha sonra 6 Mart 1975 tarihinde gerçekleşen Cezayir Anlaşması’yla birlikte Kürtler tümden tasfiye edildi.


Saddam Hüseyin ve parlamento


Saddam Hüseyin bu dönemde her ne kadar Kürtlere resmi olarak otonomi ve Irak Kürdistan Bölgesel Parlamentosu hakkı tanıdıysa da bu dönemdeki tüm Kürt siyasi oluşumlar verilen bu hakları tanımadı ve itibar etmeyerek “cahş (işbirlikçi)” parlamentosu olarak isimlendirdi. Çünkü Saddam Hüseyin bu hakları ancak ve ancak kendi Kürdü olana tanıyordu. Özgür iradesiyle Irak Kürdistan Bölgesel Parlamentosu ve otonomiyi yönetmesine izin vermiyordu.


Yeniden seçimler gündemde


2005’te seçim yapıldı. 58’i Kürt toplam 275 parlamenter seçildi. İlk defa bu dönemde Kürtler kendi bölgesel parlamentolarını kurdular, Irak Anayasası’nda Federal Kürdistan Bölgesi’ni kabul ettirerek kendi idari yönetimlerini oluşturdular. Uluslararası güçler ise bu durumu resmi olarak tanıdı. Daha sonra 2009’da seçim yapıldı. Bu seçimlerde de 57’si Kürt toplam 325 parlamenter seçildi. Kürtler kendi idari yönetimlerini daha da güçlendirmek için çaba içerisindedirler.

 

Irak kralları

Krallık rejimi Irak’ta 1921 yılında İngilizler tarafından kuruldu. Bu rejim 1958 yılına kadar devam etti. Yani 26 yıl 9 ay 11 gün süren bir rejimdi. Bu süreçte rejim 4 kral değiştirdi. Krallar, Faysal Hüseyin 1921-1923, Xazi Faysal 1923-1939, Abdulila Ali 1939-1953, Faysal Xazi 1953-1958 arası iktidarda kaldılar.


Irak cumhurbaşkanları


Irak cumhuriyet rejimi 53 yılık ömrü boyunca 8 cumhurbaşkanı dönemi yaşadı. Abdulkerim Kasım 1958-1963, Abdulselam Arif 1963-1966, Abdulrehman Arif 1966-1968, Ahmed Hesen Bekir 1968-1970, Saddam Hüseyin Mecid 1979-2003, Encumena Hukin (her ay biri yürütüyordu) 2003-2004, Xazi Hecil Yawer 2004-2005, Celal Hüsemedin Talabani 2005’ten bu yana cumhurbaşkanlığı yapıyor.

Kayıtdışı İstihdamda Sayı 10 Milyonu Aştı

AKP bir yandan işsiz sayısını düşük gösterirken bir yandan da emek sömürüsünü artıracak adımlar atmaya devam ediyor. Türkiye İstatistik Kurumu verilerine göre, nisanda istihdam edilen toplam nüfus 23 milyon 955 bin olurken, bunun 10 milyon 90 binini herhangi bir sosyal güvencesi bulunmayanlar oluşturdu.


Kayıtdışı istihdam 10 milyonu aştı


AKP bir yandan işsiz sayısını düşük gösterirken bir yandan da emek sömürüsünü artıracak adımlar atmaya devam ediyor. Hiçbir sosyal güvencesi olmadan çalıştırılan insan sayısı 10 milyonu aşarken, kıdem tazminatının kaldırılmasıyla birlikte bu sayının daha da artması bekleniyor. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre, nisanda istihdam edilen toplam nüfus 23 milyon 955 bin olurken, bunun 10 milyon 90 bin kişisini herhangi bir sosyal güvencesi bulunmayanlar oluşturdu. 2011 yılı Nisan ayında kayıtdışı istihdam oranı geçen yılın aynı dönemine göre 1.2 puan azalışla yüzde 42.1’e gerilese de, bir önceki aya göre 0.8 puan artış gösterdi. Nisan itibarıyla son 1 yıllık dönemde kayıtdışı çalışanların sayısında yaklaşık 343 bin kişilik artış yaşandı. Böylece son 1 yılda istihdam edilen 1 milyon 454 bin kişiden yüzde 23.6’sı kayıtdışı istihdam edildi. Nisan döneminde kadın çalışanlar içinde kayıtdışılık oranı değişmeyerek yüzde 58.6’lık düzeyini korudu. Geçen yıl nisan döneminde istihdam edilen 6 milyon 439 bin kadından 3 milyon 775 bini kayıtdışı istihdam edilirken, bu yıl 6 milyon 984 bin kadından 4 milyon 95 bininin kayıtdışı çalıştığı belirlendi. Böylece son bir yıllık dönemde istihdam edilen 545 bin kadından yüzde 58.6’sının (320 bin) kayıtdışı çalıştırıldığı belirlendi. Son bir yılda erkek istihdamındaki artış 908 bin kişi olurken, kayıtdışı çalışan erkek sayısı 23 bin kişi arttı. Böylece son 1 yılda çalışmaya başlayan erkek işgücünün sadece yüzde 2.5’inin kayıtdışı istihdam edildiği belirlendi.


Aile işçisi güvencesiz


Kayıtdışı “çalışanlar” içinde en büyük grubu ücretsiz aile işçileri oluşturdu. Büyük bölümü tarım kesiminde bulunan ve standart bir istihdamdan farklı olarak tarım ya da ticaretle uğraşan, ailesine yardım eden bu kişilerin toplam sayısı 3 milyon 244 bin kişi. Bunların yaklaşık yüzde 92.1’ini oluşturan 2 milyon 988 bininin sosyal güvenlik sistemine kayıtlı olmadığı görüldü. Normal bir istihdam olanağı elde edemediği için mevcut konumda yer alan bu kişilerin, ücretsiz aile işçisi şeklinde tanımlanması, Türkiye’deki işsizliğin boyutlarını da olduğundan küçük gösteriyor. Kayıtdışı çalışanlar toplamının 4 milyon 982 bini tarımda, 5 milyon 108 bini ise tarım dışı sektörlerde bulunuyor. Tarım sektöründe sosyal güvenlikten yoksun çalışanların oranı Nisan 2010’da yüzde 85.1 iken, bu oran 2011 Nisan’da yüzde 82.6’ya geriledi. Tarım dışı sektörlerde istihdam edenler içinde sosyal güvenlikten yoksun olanların oranı ise 2010 Nisan ayındaki yüzde 29.4’lük seviyesinden yüzde 28.5’e indi.

Özerklik Tartışılmadan Sorun Çözülmez! (Ropörtaj)

Yeni_Özgür_Politika ‘’Aydınların bile ‘Demokratik Özerklik’ kelimesinden çok haz etmediğini görüyorum. Buna tepki gösterilmesini anlayamıyorum. Zaten ta başından beri bu bir özerklik talebiydi. Ve bu sorunu, bu aşamadan sonra özerkliği tartışmadan halledemeyiz. Sorunu üniter devlet içerisinde kalarak çözelim demek çelişkidir. Zaten sorunun kaynağı üniter devlet.“  


Maltepe Üniversitesi Uluslararası İlişkiler ve AB Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Hüseyin Kalaycı, uluslaşma sürecinde olan, ancak ulusal kimliği üniter devlet tarafından tanınmayan Kürtlerin geldikleri aşamada „Demokratik Özerklik“i talep etmelerinin şaşılacak bir durum olmadığını söyledi. Kürt sorununun çözümü için BDP ve DTK’nin gündeme getirdiği ve DTK tarafından önceki gün ilanı gerçekleştirilen ‘Demokratik Özerklik’, bugüne kadar bir çok kesim tarafından, „yaşamda gerçeğini bulan bir proje“ olarak yorumlandı. Öte yandan üniter devlet yapısı içinde klasik çözümde direnen kesimler ise bu talebi kabul edilemez ve cumhuriyetin temeline yönelik bir saldırı olarak değerlendiriyor. Akademik çevrede ise dünyanın pek çok yerinde benzer sorunların çözümü için denenen yöntemler, Türkiye’de Kürt sorununda örnek olarak dile getiriliyor. Daha önce Kürt sorununun çözüm modeli olarak önerilen Bask, Katalanya, Chiapas örnekleri gündeme getirilirken, çok fazla bilinmeyen Kanada’nın Quebec sorunu üzerine araştırmalar yapan Maltepe Üniversitesi Uluslararası İlişkiler ve AB Bölümü öğretim üyesi Yard. Doç. Dr. Hüseyin Kalaycı, bu örneğin Kürt sorunu açısından incelenmesi gereken bir model olduğunu söyledi. Milliyetçilik, çok kültürcülük, federalizm üzerine araştırmaları bulunan ve Quebec sorunu üzerine yazdığı ‘Ulus Devletin Başağrısı: Ayrılıkçılık’ kitabı ile ulus devlet ve farklı kültürlerin çarpışma ve ayrılma noktalarını irdeleyen Kalaycı, ulus tanımı üzerinden Kürtlerin taleplerini değerlendirdi.

‘Devletleşmenin önünü kesmek için uluslar azınlık olarak tanımlanıyor’
Kürt sorununu öncelikli olarak bir ‘kimlik sorunu’ olarak tanımlayan ve bu açıdan da Kürt sorununun dünyadaki birçok azınlık sorunuyla benzeştiğini dile getiren Kalyacı, bu nedenle de sorunun öncelikli olarak siyasi bir düzlemde tartışılması gerektiğini belirtti. Yıllarca ‘terör’ olarak görülen sorunun aslında hâkim ulus olan Türklere karşı Kürtlerin artık azınlık konumundan çıkmak ve tanınmayan kimliklerini itibarlı, saygın bir kimlik olduğunu gösterme çabası olduğunu kaydeden Kalaycı, bu çerçevede Kürt sorununun bir Bask, Quebec, İskoç ya da Korsika sorunundan ayrı bir düzlemde ele alınabilinecek bir sorun olmadığının altını çizdi. Kalaycı’ya göre; „Devleti olmayan gruplar, ulus olarak tanımlanmıyor. Çünkü bu grupların, ulus olarak tanımlanması halinde devletleşme süreci de doğrudan başlamış oluyor.“ Buradan hareketle devletlerin kendi bünyelerindeki çoğunluk grubun ya da anayasal olarak tanınmış olan kimliklerin dışında bir başka ulusun mevcudiyetini kabul etmeme yoluna gittiğini, bu anlamda Kürtlerin ulus yerine etnisite ya da halk olarak tanımlanmasının yeğ tutulduğunu söyleyen Kalaycı’nın işaret ettiği bir diğer önemli nokta ise, objektif bir tanımı olmayan ulus’un, ulusluklarını tescil ettirmiş grupların tanımına bakılarak tarif edilmesi.

Ulus olarak tanınmayan bir ulus: Kürtler
Kalaycı, bu konudaki düşüncesini şöyle ifade etti: „Bu tarife bakılacak olduğunda belli bir sınır bilincinin olması -ki bu Kürtlerde mevcut- onları ayırt edici bir özelliğinin bulunması (Kürt dili bu da mevcut), o topraklarda uzun yıllar yaşamış olmaları. Bunlar olmaya da bilir ama baktığımızda tarihi toprakları da var. Ve artık siyasal örgütlenme içerisinde kendilerini bir kimlik olarak tarif etme olgunluğuna da erişmişler. Bu yüzden dışardan Kürtlere etnisite ya da halk dememizin onlar üzerinde bir etkisi yok. Onlar kendilerini ulus olarak tanımladığı için evet Kürtler bir ulustur.“

‘Ulusal haklar, bireysel haklara indirgenemez’
Ulusal kimliği reddetmenin bir yolunun bireysel haklar olduğunu, bunun İngiltere, Kanada ve Fransa örneklerinden de görülebileceğini belirten Kalaycı, bireysel haklara ihtiyaç olmakla birlikte Kürt sorunu ya da İskoç, Quebec ya da Korsika sorununun sadece bireysel haklarının tanınmasıyla çözülmesi olanağının bulunmadığını vurguladı. Kalaycı bu konuya itirazını, „Ulus devletler çağında ulus olduklarını öne süren grupların taleplerini bireysel haklar tanıyarak çözemeyiz, zira bireysel haklar dediğimiz aslında egemen olan grubun üyelerinin hakkıdır, bu da diğerlerinin egemen gruba asimilasyonu anlamına gelir“ sözleriyle dile getirdi. Arada kilometrelerce uzaklık olsa da Kanada’da Quebec sorunu konusunda önemli çalışmalarda bulunmuş olan Kalaycı, Kürt sorunu ile Quebec sorunu arasında dikkat çekici benzerlikler olduğunu da öne sürdü.

‘Kürt ile Quebec sorunları benzer’
Kanada’daki Quebecliler ile Kürtlerin haklar elde etme bakımından benzer sayılamasalar bile, benzer tarihsel süreçlerden geçtiklerini aktaran Kalaycı, ayrılıkçı partilere de sahip Quebeclilerin de 1982’de getirilen anayasayı kabul etmeyerek kısmen boykot ettiklerini, o günden bugüne de hâlâ bu anayasayı kabul etmediklerini anlattı. Kalaycı, Quebec’te iktidara gelen ayrılıkçı partinin iki kere ayrılık referandumuna gitmiş olmasına rağmen, kıl payıyla ayrılık lehine sonuçlanmadığını, Kanada’nın federalizm ve çok kültürcülük politikası ile Ouebeclilere geniş özerklik tanıması nedeniyle bu referandumların başarısızlıkla sonuçlandığını da ekledi. Yine dilleri konusunda geçmişte özellikle ekonomik mağduriyetler yaşamış olan Quebeclilerin bu konudaki talepleri nedeniyle epey kazanım elde ederken, Qubec’in Kanada’nın üniter devlet yapısı içerisinde tutulamayacağının öngörülmesi üzerine ülkenin Quebec’e geniş özerklik veren bir federasyona dönüştüğünü belirtti. Kalaycı, bu açıdan bütün azınlık gruplarının birbiriyle çok yakın ilişkide olduğunu, dünyanın herhangi bir yerindeki bir devletsiz ulusun kazanımının, dünyanın öteki ucundaki bir başka grubu doğrudan ilgilendirdiğini ifade etti.

‘Uluslaşmayı ithal eden Türkiye, demokratikleşmeye direniyor’
Kalaycı, Kürtlerin taleplerini sadece kültürel bazda ele almayı hatalı bulduğunu dile getirirken, bu konuda da şunları söyledi: „Kürtler, bugüne kadar bunca acıyı sadece kültürel hakları elde etmek için çekmediler, kültürel haklar zaten insanların doğal hakları. Kürt hareketi de diğer bütün ulusal azınlık hareketleri gibi doğası gereği siyasaldır, siyasal talepler içerir. Daha basit ifadeyle, Kürtler kendi kendilerini yönetmek istiyorlar. Bu kendi kendini yönetmek, ayrı bir devlet çatısında olabileceği gibi bir devlet içerisinde genişletilmiş biçimde haklar ya da özerklikle de olabilir. Bunu bir nevi iktidar talebi olarak da görmek lazım.“

‘Demokratik Özerklik, şaşırılacak bir talep değil’
Özerklik istemenin, çoğunluk gruptan ayrı olma, ayrı muamele görme ve kendi kendini yönetme isteğinden kaynaklandığını kaydeden Kalaycı, Kürtlerin bu talebine kimsenin şaşırmaması gerektiğini söyledi. Kalaycı, özerkliğin artık bu kadar yüksek bir sesle Kürtler tarafından dile getirilmesinden sonra, bundan daha aşağısına inecek bir pazarlık payı olmadığını düşündüğünü de ifade etti. Kalaycı, „Türklerin, Kürtlerin haklarına en sıcak bakan aydınlarının bile ‘demokratik özerklik’ kelimesinden çok haz etmediğini görüyorum. Evet, belki özerklik tartışmaları için henüz hazır değiliz ama ben ne zaman hazır olunacağı konusunda da şüpheler duyan biriyim. Bu gayet doğal ve bir akademisyen olarak buna şaşırılmasını veya tepki gösterilmesini anlayamıyorum. Zaten ta başından beri bu bir özerklik talebiydi. Ve bu sorunu bu aşamadan sonra özerkliği tartışmadan halledebileceğimizi düşünmüyorum. Mutlaka bu sorunu üniter devlet içerisinde kalarak çözelim demeyi çelişkili buluyorum. Zaten sorunun kaynağı üniter devlet. Ulus devlet anlayışının sorunun kaynağı olduğunu bir yandan teslim de ediyorlar. Belki İspanya gibi bir yola başvurabilirler. İspanya da anayasasına göre üniter ama uygulamada federal bir devlet „ dedi.

‘Bireysel haklarla çözülmez, kolektif haklar mutlaka tanınmalı’
Anayasal güvence konusunda karamsar olan Kalaycı, Basklıların, Quebeclilerin bunca yol kat etmelerine rağmen anayasal tanınmayı elde edemediği göz önüne alındığında Türkiye’deki mevcut demokrasi sistemi içerisinde bu talebin gerçekleşmesinin çok güç olduğunu söyledi. Kalaycı, önümüzdeki yıllarda Kürtlerin yine de büyük kazanımlar elde edeceğini söylemek için kâhin olmaya gerek olmadığını ifade etti. Kalaycı’nın kolektif hakların nasıl kabul edileceği sorusuna ise verdiği yanıt şu şekilde: „Ulusallaşma süreci geri dönülmez bir süreçtir. Kürtler kendilerini ulus olarak tanımladıktan sonra ve buna göre siyaset üretmeye, buna göre siyasi söylem benimsemeye başladıktan sonra, bunları savuşturmak artık kolay değil. Kürt sorunu sadece demokrasi ve adalet meselesi değil. Bunu bireysel hakları tamamen vermiş olan Kanada çözemediyse, kolektif haklar mutlaka tanınmalı. Ama şunu unutmayalım ki anayasasından da anlaşılabileceği gibi İspanya bile üniter anlayışından sapmamış olsa bile hakları tanımak zorunda. O yüzden de bu tür haklar verilirken kolektif haklar olduğu söylenmeden veriliyor. Üniter yapısını koruyan Fransa’da da aynı durum söz konusu, Korsika’ya önemli yetki devri yaşandı. Türkiye’de de uzun bir dönem boyunca bu yol takip edilecek.“

‘Kürtler, Türklerin hatasına düşmekten kaçınmalı’
Kalaycı’nın Kürt sorunun çözümü konusunda özellikle altını çizdiği noktalardan biri de batıdaki Türklerin ikna edilmesinin gerekliliği. Ders verdiği üniversitelerde dahi etnisite ve ulus kavramları üzerinde akademik olarak yaptıkları açıklamaların ardından öğrencilere, „Kürtleri hangi kavram içerisinde tanımlayacağız?“ diye soru yönelttiğinde mevcut eğitim sisteminden kaynaklı ‘vatan haini’ cevabı alabildiğini aktaran Kalaycı, batıdaki Türklerin mutlaka ikna edilmesinin şart olduğuna dikkat çekti. „Kürtlerin, acılarından, gördüğü kötü muamelelerden Türklerin artık haberdar edilmesi lazım ya da Türklerin, Kürtlerin kendileriyle eşit insanlar olduğunun anlaşılması noktasına getirilmesi gerekir“ diyen Kalaycı, eleştiri yönelttiği bir nokta daha var. Çözüm isteme konusundaki sabırsızlığını anlamakla birlikte milliyetçiliğin ve ulus devletin mağdurları olan bazı Kürtlerin, Türklere karşı bir milliyetçi dil kullanmaya başlamasını eleştiren Kalaycı, bu tersten ırkçılığın hak arama mücadelesinde Kürtleri, Türklerin düştüğü hataya sürükleyebileceğini söyledi. Kalaycı, ulus devlet ideolojisinin ve milliyetçiliğin mağduru olan Kürtlerin kendi ulus devletlerini kurma çabasıyla bu ideolojiyi başka bir biçimde yeniden üretmesi nedeniyle sorunun kaynağının aslında sapa sağlam kaldığını belirtti.
ÖMER ÇELİK - SERKAN DEMİREL /DİHA-İSTANBUL

Kürdistan Özerklik Bildirisi ve Kendi Askerini Vuran Ordu

Kürdistan tarihinde, önceki gün Diyarbakır’da bir ilk yaşandı. Kürdistan sivil inisiyatifi Demokratik Toplum Kongresi, önceki gün Diyarbakır’da altı saatlik çalışmadan sonra, “Kürt halkı olarak, Demokratik Özerkliğimizi ilan ediyoruz“ içerikli bildirisini yayınlıyor, 850 delege bildiriyi okuyan Kongre eş Başkanı Van Milletvekili Aysel Tuğluk’u, ayakta alkışlıyordu.

Her kesimden delegenin katılımıyla Kürdistan halk birliğini temsil eden Kongre üst sivil inisiyatifi olarak dün, yayımladığı bildiriyle “inkarcı, soykırımcı rejimden vermeyi beklemiyor, hakkımı alıyoruz” diyordu.

Aysel Tuğluk’un okuduğu ve içeriğini yan sütunlarda okuyacağınız bildirinin ayrıntılarına girmeyeceğim. Fakat, Kürdistan isyanın irade beyanı olarak tarihi önemde, ileri bir adım olduğu gerçektir. Asıl önemli olan ise bildirinin ruhudur. “Ölüm nereden ve nasıl gelirse gelsin” diyen ruhu...

Kürdistan, özgürlük sevdası uğrunda 40 bin can, 4 bin köy feda etmiştir. 4 milyon insanı mültecidir. Kongre bildirisi, Kürdistan’ın kayıplarıyla, cehennem köprülerini geride bırakıp, korku çemberini yardığını anlatıyor, anlayabilene.

Nitekim, zindan bekçileri zaman kaybetmeden ertesi gün harekete geçmişlerdir. Kürdistan, karşı karşıya bulunduğu zorluk da budur:
Muhatabının dünyayı anlayıp, algılama akılı, mantık ile anlama yeteneğinden yoksun, çareyi yok edici, korkutup, sindirici terörde araması...
Oysa kanın durması için, Kürdistan’ın sunabileceği asgari öneridir, bu. Üstüne atlamaları gerekirken, hala sopa gösteriyorlar.

Öte yandan, İspanya’da Bask ülkesi, Kanada’da Qebek, İrlanda, İzlanda, hatta Afrika’daki Darfur örnektir ki, çağımız el altında kalmış son halkların kurtuluş sürecidir. Yok etmenin ayak sesi soykırımlar, cinayet ve zindanlar, özgürlüğe susamış halkların mücadelesini kıramadı, durduramıyor. Kürdistan’ın bunlardan aşağı olmadığını anlamak için, daha ne kadar kan akıtacaklar bilemiyorum.

TC, Amerikanın “koç başı” olarak dünün “dost ve kardeş” Libya ile Suriye rejimleri kapısında, bugün “özgürlük havarisi”dir. Ama aynı TC, esir Kürtlerin tepesinde bombacı...

Utanma duygusu, insanlık vicdanı hangi dağda otluyor, bilemiyorum, ama Kürdistan gerilla gücü, saldırmazlık kararıyla suskun, buna karşılık Türk ordusu genel taarruzda.

En son, Silvan dağlarına saldırdılar. Karşılık görünce, adeta insan öldürüp kan görme sevinciyle uçak ve helikoptere taarruz veriliyor, sonra yanmış 13 asker cesedi, yedi yaralı taşınıyor, cinayetin yükü de gerillaya yükleniyordu.

Çünkü, Türk Genelkurmayının açıklamasına göre, gerilla el bombası atmış, yangın çıkmış ve 13 asker anında yanıp ölmüş, yedi tanesi de yaralanmıştı. Türk televizyonları, bunun üzerine, ölüm dansı havasına geçmiş, şurada, burada ücreti mukabilinde istihdam edilen “paralı Kürt entelektüelleri”ni de ekranlarda dolaştırarak, Kürt gerilla güçlerini durup dururken, asker öldüren kara emelli göstermeye başlamışlardı.

Bu arada Kürt güçlerini, “ileri demokrat”, dahası Anayasayı değiştirmeyi düşünen iktidarı zor durumda bırakmakla suçluyorlardı. Sanki gerilla, Türk ordusu yok edici azimle dağı, taşı sarmamış da, onu yok yere kışlasında kıstırmış gibi...

Kimse, ordunun taarruzundan bahsetmediği gibi, ağız birliğiyle, “kendi askerlerini yangın bombasına tutan ordu” olgusunu da yalanla sıvıyorlardı. Çok bilmişlerden hiçbiri, bir el bombasının onca insanı öldüren yangına sebebiyet veremeyeceğini düşünemiyor, düşünen varsa bile buyuran efendinin sözü üstüne söz söyleyemiyor, tanık korucunun “uçak ve helikopterler, kendi askerlerine yangın bombaları yağdırdı” anlatımını duymuyordu.

CNN muhabiri Ferit Demir’in dün ekrana çıkardığı başka bir tanık da, “altı tane helikopterin bomba hücumuyla yangın çıktı” dediği halde Türk devletinin entelektüel korucuları yalanlarını tekrarlıyorlardı.

Ayrıca Türk ordu birliklerinin, birbiriyle savaşmaya dair ilk sabıkası değildi bu. Akdeniz’de, kendi gemisini batırması bir yana, iki yıl önce, mayın döşediği araziye askerlerini sürüp yedi tanesini bir arada öldürtmüştü. Gece karanlığında, karşılıklı mevzilenip, birbirine kurşun yağdırmaları, ayrı mesele...

Nitekim İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin de, Kürdistan gerillalarının yemek yiyen askerlerin üstüne el bombası atıp, 13 askeri öldürdü yalanını doğrulamıyordu. Bakan, tersine kendi askerini bombalayan ordu olgusunu dolaylı bir dille doğrulayarak, şöyle diyordu:

“Yangın çıkmıştır, yangının sebepleri şu anda çıkmış olan yangını geri getirecek değildir. Yanan ağaçlar orada kaybolan canları geri getirecek değil.”

Ölümlerin her türlüsü kötü, insanlık belasıdır. Ama “terörist öldürüldü” sevinç naraları atan, Türk medyasının “göz yaşları sel oldu, aktı” demeye hakkı var mıdır, bilemiyorum. Türk ordusu dün, baştan başa bütün Kürdistan’da taarruz halindeydi. Hiç biri, “sen orada ne yapıyorsun?” demiyordu.

Ölüm seferleriyle kanın durduğu görülmemiştir, çünkü. Kanı durduracak olgu insanlığın dilidir. Ne yazık ki, o da bunlarda yok. Çok yazık...

akahraman61@hotmail.com

Kürtlerin İşi Zor

Kürtlerin işi zor derken zorluk, Türk siyasetiyle yarışmaktan ve onların basın ile siyasetini ikna etmek sıkıntısından kaynaklanıyor. Türk basını, Türk hükümetleri ve Türk devleti Kürdistan ve Anadolu üzerinde kurduğu iktidarı paylaşmaz. Sıkıntıdan paylaşacakmış gibi göründüğü bir anda, ters bir vuruşla Kürtlerin tümünü yan yatırır. Kürt ve Türk toplantılarının baş konuğu Cengiz Çandar özerklik ilanı için “laf salatası” dedi.

“laf salatası” demişse, olayın “laf salatası” olarak kalma ihtimali az değildir. Çünkü Kürt siyasetçilerinin ve sorumlularının en çok itibar ettiği Türk gazetecisi Cengiz Çandar’dır. Brüksel’deki Kürt yöneticilerle en çok içli dışlı olan da o dur. Fakat PKK yöneticilerinden Mustafa Karasu, Cengiz Çandar ile ilgili iyi bir açıklama yaptı:

“AKP’ye diyet ödüyor,” dedi.

Türk basınındaki Kürt dostu görünenlerin tümü, Türkün ulusal çıkarları karşısında Kürdün topunu satar. Ama Kürtler bu satışın niteliğinden yine bir şey anlayamazlar. PSK eski genel Sekreteri Kemal Burkay, Temmuzda Türkiye’yi demokratikleştirmek için döneceğini açıkladı. Turistik bir gezinin Türkiye’nin demokratikleşmesine en ufak bir katkısının olmayacağını herkes biliyor.

Bir ülke düşünün ki, vali, kaymakam, bürokrat, bakan, emniyet amiri, komiser, bucak müdürü, bu mesleklerin hiç birinde sol eğilimli biri yok. Hepsi Hitlerin SS birlikleri gibi tek tip, yani Türk-İslam Sentezi elamanlarından. Sosyalist ve Alevi kimlikli Kemal Burkay, tepeden tırnağa Türkleştirilmiş, sağcılaştırılmış ve dindarlaştırılmış Türk devlet mekanizmasının nesine demokratik katkı sağlayacak?

Kürtler bir türlü ulusal özgürlüklerini sağlayamadıkları gibi, Kürt halkının cellatlarıyla sağlıklı ve tutarlı bir ilişki de kuramıyorlar.

Kürtlerin işi gerçekten zor. 13 Türk askeri ve iki PKK gerillasının hayatını kaybettiği Silvan çatışmasından sonra film yeniden başa sarıldı. Aynı Türk filmini defalarca izlemenin ne kadar bıktırıcı olduğunu hepimiz biliyoruz. Film aynı, fakat zaman ve nesiller aynı değil. Eski bir filmi yeni zamanda yeni nesillere izletmenin etkisi de bir iki hafta ile sınırlı.

Anadolu ve Kürdistan coğrafyasındaki Türk –Kürt kapışmasının her iki halkın bundan sonraki kaderini çizeceğini batılı strateji uzmanları da biliyor. Onun için Türkiye’deki Kürt sorununa kimse dokunamıyor. Amerika ve Avrupa da dokunamıyor. PKK ve Türk devleti de bir adım ilerisine dokunamıyor. Soruna gerçek anlamda dokunulsa iktidarın ve coğrafyanın çatırdayarak çökeceğini herkes biliyor. Bu nedenle herkes sorunu oyalıyor.

Sorunu oyalamak çok kötü bir şey değil. Bir sorunu çözmeye gücün yetmiyorsa oyalayacaksın. Bir çok yazımızda söylemiştik. Kürt sorunun erken çözümü yoktur. Ayrıca Türk devletinin Kürt sorununu çözecek takati de yoktur.

Çözüm adına konuşulan şeyler, sorunun sıkıştırması karşısında ağızdan kaçan şeylerdir. Sosyalist kimlikli Kemal Burkay, Türkiye’deki dinsel ve ırkçı gericiliğin reforumcu bir özelliğinin olmayacağını bilmez mi? Aile hayatını ve çevre ile ilişkilerini 1500 yıl önceki dinsel buyruklara göre düzenleyenlerin yönetiminin, dini her türlü dünyevi işlerin dışında tutmaya çalışan çağdaş insanın beklentilerinin karşılığı olmayacağını da bilir herhalde.

13 Askerin hayatını kaybetmesinden sonra faşist kitleler BDP binalarını linç kuşatmasına aldı. Aynur Doğan Kürtçe şarkı söylediği için sahnede linç edildi.

Aynı şeyler.

Üzerinde yaşadığımız dünya, canlı üretimi konusunda evrimini çoktan tamamlamış. Bu koşullarda, bu sıcaklıkta, bu atmosfer ortamında yeni bir canlı daha türeseydi şimdiye kadar türerdi. Dinazorların hayatında dünyanın koşulları farklıydı, o koşullar ortadan kalkınca dinazorlar da ortadan kalktı. Mevcut haliyle Türk devleti de Kürt sorunundaki evrimini tamamladı. Bu devletten yeni bir şey çıkmaz. Aksine sürekli eskinin tekrarı çıkar.

Türkiye’nin ve Kürdistan’ın üstüne abanmış olan ırkçı ve dinci gericiliğin ömrü de, batılı devletlerin İslam coğrafyasının kemiklerini kırma süresiyle orantılıdır. Fethullahçı iktidarın Amerikan korunmasına alınması da bundandır. Fransız basının Fethullah Gülen’i Amerika’nın ucuz ve geçici bir ajanı olarak nitelemesi de bundandır. Beş-on yıl sonra Türkiye, İran, Suriye ve Irak’ın durumu çok farklı olacaktır. Bu dört ülkeden birer özgür kürdistan’ın fışkıracak olması abartı sayılmamalıdır. Her şey mücadele, çıkarlar ve dünyanın yeni konumlanışıyla ilgilidir.

Onun için eski filmlerin tekrarını izlerken sinirlerinize hakim olmalısınız. Filmler eski olabilir, fakat zaman ve nesiller sürekli değişiyor.

Kürt sorunun çözülmesi, Türk İslamına ve Türk ırkına dayalı oluşturulmuş mevcut devletin çözülmesi oranında çözülecektir.

Bu, doğada yeni bir canlının türemesi için dünyadaki koşulların tümden değişmesi mantığıyla da orantılıdır.

Irak’ta Kürt sorunu nasıl çözüldü? Eski Irak devletinin yıkılmasıyla...

Suriye’de Kürt sorunu nasıl çözülecek? Suriye’deki mevcut rejimin devrilmesiyle...

İran’da Kürt sorunu nasıl çözülecek? İran’daki faşist rejimin yıkılmasıyla...

Türkiye’deki Kürt sorunu nasıl çözülecek? Kuzey Kürdistan’da Türk devletinin çökmesiyle...

Doğa ve toplum yasaları böyle buyuruyor...  

bildiricihasan@hotmail.com

Silahlı Mücadele ve Farqin(Silvan) Olayı

Farqin’de ki çatışmadan sonra TV ekranlarından Kürt silahlı kuvvetlerinin silahlarını bırakması ve şiddete dayanmayan demokratik yollarla hak aranılması  gereğine vurgu yapan tartışmalar yoğunca yapılıyor
 
Özetle ; Kürtlerin silahlı mücadeleye başvurmasının  tarihi bir hata olduğunu, sorunun çözümü önünde  ciddi engel teşkil ettiğini, yürütülen silahlı mücadeleden kaynaklı olarak Türk Devletinin Kürt toplumuna zarar verme meşruiyetini yakaladığını, eli silahlı gerillaların olmadığı  Kürdistan coğrafyasında; Türk devletinin baskıcı yönelim dayanaklarının  kalmayacağını, ayrıca silahların gölgesi altında barışın da konuşulmayacağını ifade ediyorlar.
 
Bu tartışmalar ve dile getirilenler fazla asker kayıplı çatışmalardan sonra genel de iyi değil kötü niyetlice  yürütülüyor, Kürt silahlı kuvvetlerinin eylem yönü psikolojik baskı altına alınmaya çalışılıyor.
 
Bu gibi durumlarda Kürt tarafının önemli bir bölümüne  ise her şeyi provokasyon ve komplo olarak görme havası hakim oluyor.
 
Yaşanılanlar bu anlayışın etkisi altında irdelenilmeye çalışılıyor.
 
Yanlış bakışlar ise doğru duruşları yaratmıyor.
 
Bu tür komplolar zincirine Farqin olayı da eklendi. Yanlış anlaşılmasın bugüne dek gelişen olaylardan hiçbirinin komplo olmadığını savunmuyorum.
 
Sadece Kürtlerden önemli bir bölümünün gereğinden fazla komplo anlayışı etkisi  altında düşündüğünü ve bu yaklaşımın olguları sağlıklı değerlendirmeye engel olduğunu, yanlış bir gündemi ve  paralel pratiği geliştirdiğini ifade etmek istiyorum.
 
Birkaç gündür BDP, heyetler şeklinde çatışmanın yaşanıldığı alanda araştırma yapıyor.
 
Israrla Türk ordusunun kayıplarını askerlerin bulunduğu alanın F-16’larca kasıtlıca bombalamasına bağlayarak, Türk kamuoyuna olayın bir komplodan ibaret  olduğunu ispatlamaya  çalışıyorlar.
 
Farqin olayı her ne kadar Demokratik Özerklik ilanının yapıldığı güne denk gelmişse de; Şélıman, Cumat, Zılek, Geliye Goderné alanlarında 14 Temmuzdan önce Kürt silahlı kuvvetlerinin 3 Kontra mensubunu gözaltına almasıyla,  özel birlikler ve kontralar eşliğinde başlamış operasyon sonucunda Kürt silahlı kuvvetleri ile Türk ordusunun temas yaşaması nedeniyle gelişen bir çatışmadan ibarettir.
 
Bu çatışmada Türk ordusu ağır kayıp vermiştir.
 
Genelkurmay ; 20 kişilik bir gerilla grubuna karşı yürüttüğü 5000 personelli operasyonun mağlubiyetini ise hikaye bir açıklamayla izah etmiş, çelişki uyandırmıştır.  
 
Hepsi bu…Ortada bir komplo yada provokasyon falan yok.
 
Son üç aydır eylemsizlik pozisyonuna rağmen 45 HPG gerillasının yaşamını yitirmesine ses çıkarmayanlar bugün kıyamet kopartmayı çok güzel başarıyor, “barış adına samimi değiller, bak nasıl eylemsizliğe rağmen pusu kuruyorlar” söylemleri altında barışseverleşip demokratlaşıyor, suçlu tarafın mağdurluğunu yaratmaya dönük  rollerini iyi oynuyorlar.
 
Silah bırakma çağrıları konusuna  dönelim.
 
İçerik açısından değeri olmayan, bilimsel tahlillere dayalı ele alınılıp tartışılmayan bir konu...
 
Nedenler tartışılmadan sonuç tartışılıyor, silahlı mücadele ise “neden” değil “sonuç” kategorisinde yer alıyor.
 
Bu nedenle tartışmaların bilim, ahlak ve vicdan  ışığında beş paralık değeri yoktur.
 
Hak aramanın demokratik mücadelesi demokratik olan ülkelerde olur.
 
En basit demokratik eyleme bile kurşun sıkıp insan öldüren bir devlet var.
 
PKK’nin silahlı mücadele başlattığı dönem Kürt sorununun konuşulmasının bile yasak olduğu bir dönemdir. 
 
1978-1984 yılları arası ve devamı dönemler hiçbir zaman demokratik mücadele verme zeminini taşıyan dönemler olmadı.
 
Bugün de aynı zemin varlığını koruyor.
 
Bu zeminin varlığı iyice bilinmesine karşın  PKK’nin silah zoru ve 40 bin ölümle zar zor konuşulmasını ve tartışılmasını sağlayabildiği bir sorun adına demokratçılık kılıfı altında barışseverlik yaparak Ankara ve İstanbul’dan ekran tartışmalarına katılmak ve bu şeyleri istemek sahtekarca oluyor.
 
Türk devleti Kürtler için demokrasi değil ölüm ve kıyımın beşiği oldu.
 
Bu beşik ise silahlı yollardan varlığını savunmak dışında Kürtlere bir seçenek bırakmadı.
 
Herşeyi özetleyen bu...
 
f.aras@windowslive.com