12 Temmuz 2011 Salı

CHP İle Yemin Krizinde Çözüme Dair

http://www.ozgur-gundem.com//common/nuce/images/2011/07/nuce_11072011-121214-1310379134.85.jpg

Barkey: Asıl Muhalefet BDP

ABD Dışişleri Bakanlığı'nda 1998-2000 yılları arasında görev yapan Henri J. Barkey, seçimlere ilişkin ilginç değerlendirmeler yaptı. Akşam gazetesinden Şenay Yıldız'ın sorularını yanıtlayan Barkey, ABD'de "Bask örneği Türkiye'deki Kürtlere yetmeyecek, Türkiye'deki Kürtler daha ileri gitmeyi düşünüyorlar" diye yorum yapıldığını belirterek, "Güneydoğu'da kendi kendine çalışan bir organizma var ve bu organizma devamlı gelişip, değişiyor" dedi.

Çözümde adres belli

Seçimlerin en önemli galiplerinden birinin BDP olduğunu vurgulayan Barkey, "Çünkü, Türkiye'nin mevcut sisteminde bu kadar bağımsız milletvekili çıkartılması için sadece oy almak değil, kimin hangi oyu kime vereceği gibi muazzam bir organizasyon da gerekiyor. Seçimlerden çok güçlenerek çıkmış bir BDP var karşımızda ve artık Kürt sorununu çözme açısından adresin kim olduğu konusunda şüphe yok" diye konuştu. Hatip Dicle'ye giden halk oylarının gasp edildiğini söyleyen Barkey, "Demokratik çözüm arıyoruz ama devlet yine önümüzü kapatmaya çalışıyor diye düşünüyorlar. Muazzam kızgınlık ve bıkkınlık var Kürtlerde" dedi.

BDP'nin Amed'de (Diyarbakır) toplanmasının da kurumsallaşmanın getirdiği özgüvenle verilen bir mesaj olduğunu kaydeden Barkey, denklemin değiştiğini ve Kürtlerin yalvarmadığını söyledi.

Toplumsal güce ulaşılıyor

Kürt meselesinde roller ve konumların yavaş yavaş değiştiğini ifade eden Barkey, şöyle konuştu: "Toplumsal bir güce ulaştıklarını hissediyorlar. Kürtler kim olduklarını biliyorlar, güçlerinin farkındalar, kendi kurumlarını kuruyorlar, aslında bir süredir. Çok kurumsallaşmış, biraz ileri giden bir yapı var. O kurumsallaşma, yeni bir devlet değil, ama bir dereceye kadar devlete paralel bir algı oluşturdu. Kendi kendine çalışan bir organizma var ve bu organizma devamlı gelişip, değişiyor. Demokratik Özerklik ile 'Biz Güneydoğu'da bazı kararları kendimiz alacağız. Sırf merkez karar vermeyecek' diyorlar. Bu, bahsettiğim 'paralel kurumsallaşmanın' bir parçası..."

Yeni Dünya Krizi ve Türkiye


Dünya sistemi artık herkesin bildiği üzere kilitlendi. Bütün ekonomistlerin krizin bittiğini söylediği günlerde, Günlük gazetesinde 'bu krizin burada bitmeyeceğine' dair bir yazı kaleme almıştım. Ve hep beraber krizin nasıl büyük bir tsunamiye döndüğünü gördük. Krizin yapısını çözemeyen bütün ekonomistler bunun ' psikolojik'  bir durumdan kaynaklandığını iddia ederlerdi. Gerçi biz, genel anlamda hiyerarşik düzenin iktisadına su taşıyan bütün bilim adamlarının bu tarz yorumları sık sık yaptığını bilir ve görürüz. Ancak 'şimdiki durum artık psikolojik olmaktan çok kilitlenmiş bir sistem sorunudur' demeye başlayan birçok iktisat bilimcisini duymaya başladık. Bunun birçok başka sebebi de var, ama iktisadi anlamda artık bu gizlenemez bir hale geldi.

Şimdi herkesin aklında Türkiye için bir sorunun iki çatalı var. Nasıl oluyor da bütün dünyada krizler her yeri kasıp kavuruyorken Türkiye ekonomisi ayakta duruyor? Bir kısım ekonomistler Türkiye'nin cari açığından ötürü krize girmesi gerektiğini savunuyor. Aslına bakarsak bu iktisadi bir önermedir. Yani cari açığın belli bir büyüklükten sonra krize sebep vereceği varsayılır. Artık bu cari açığa öz cari açık ya da bunun gibi saçma sapan yakıştırmalar yapanlarla dolu ortalık. İktisat bilimini tersten okuyan bu arkadaşların bir türlü doğru zamanda teorilerini ortaya atamamaları iktisat bilimiyle birlikte onların da karizmalarını epey çizmiş gibi. Her şeye rağmen Türkiye ekonomisi son çeyrekte yüzde 11 gibi bir büyüme rakamına ulaştı. Şimdi bu arkadaşlar şaşkın şaşkın verileri okuyorlar. Yine yurtdışında yayın yapan birçok ekonomi dergisi Türkiye'nin kaynar kazan olduğunu, ekonominin tutuştuğunu söylüyorlardı ve söylemeye hala devam ediyorlar. Nedeni yine aynı; cari açık. Ne var ki biz bugün, Gündem gazetesinde hiçbirinin aklına gelmeyen bir durumu iddia edeceğiz. Cari açık, günümüz Türkiyesi için bir kriz sebebi değil adeta bir kriz erteleyicisidir.

Cari açığın krize sebep vereceğini düşünen zekalar aslında klasik ya da vülger diye aşağıladıkları iktisada o kadar önyargılı yaklaşırlar ki, iktisat biliminin temellerini reddederler. İşte bu 'bayağı' iktisadın en büyük temsilcisi Karl Marks'tır. Marks'ın söylediği her şeyi yanlış kabul etsek dahi, sermaye birikimi yasası onun sonuç olarak vardığı en doğru tespittir. İnsanlar ürettikleri kadar tüketim yapamadıkları için sermaye sürekli olarak bir elde birikir ve genellikle bu sermaye birikimi mal üzerinden olur.

Şimdi Marks'ın iddiası üretimin belli bir aşamasından sonra tüketilmeyen gelirlerin krize sebep olacağıdır. Bu iddia bana göre eksikli yanlarına rağmen dahiyane bir iddiadır. Eğer kriz sermaye birikiminden ötürü çıkıyorsa, pek tabii olarak bu tüketim eksikliğinin işaretidir. Doğal olarak yapılacak her ilave tüketim piyasadaki birikmiş değerin üzerinden borçlanarak yapılacaktır. İşte bu da mal birikimini zayıflatacak ve tıkanmanın gecikmesine sebep olacaktır. Türkiye'deki durum bugüne kadar tam olarak buydu. Yani her ne kadar cari açığı bile doğru hesaplayamıyor olsalar da, her nasılsa krizi istemeden de olsa bugüne kadar ertelemeyi başardılar. Bir nevi bu ürün fazlasının sistem içinde borçlanarak da olsa çözülmesini sağlayan hükümet, hiç istemeden bütün iktisatçıların karizmasını bir nebze çizdi. Bu sebepten ötürü kriz bugüne kadar çıkmadı.

Bu başarı belli ki birçoklarını sevindirmiş ve birçoklarını da kara kara düşündürmüş. Ancak atlanılan bir durum var; bu cari açık piyasayı ne kadar rahatlatacak? Yani piyasadaki sıkışma daha ne kadar devlet harcamaları ve dış ticaret açığıyla ertelenebilir? (Bunun böyle olmadığını iddia edenlere krizden sonra neden böyle olduğunu uzun uzadıya anlatırım, ancak bugün sadece bir özet geçeceğimiz için değinmeyle yetinmeyi uygun görüyorum.) Bu kriz artık ertelenemez bir sürece girmiştir. Önümüzdeki süreç Türkiye'de büyümenin en yüksek olduğu dönemde ani bir krizin habercisidir. Çünkü Türkiye ekonomisi tarihi büyüme rakamlarına ulaşırken aynı zamanda tarihi enflasyon rakamlarına da ulaşmış durumda. Yani artık Türkiye'de enflasyon sıfır ve eksili rakamlara doğru gidiş işaretleri vermeye başladı. Bu saatten sonra malların fiyatları gittikçe ucuzlamaya başlayacaktır. Bu ne demek oluyor? Artık mal üretimi öyle bir seviyeye geldi ki, üretilen mallar eskisine göre talep azalması yaşıyor. Yani insanlar eskisi gibi tüketmiyor veya eskisine göre misli bir üretim gerçekleşirken, ürettiklerinin sadece bir kısmını tüketebiliyorlar. İşte bu durumun sonucunda biz giderek büyüyen bir stok hareketi gözleyeceğiz. Aslında azalan enflasyon ve artan büyüme zaten bize bunu anlatır. Yani üretim tesislerinin depoları mal dolu ve bunu satacak müşteri bulmakta zorlanmaya başlanıldı.

Bu durumun devamında yaşanacak olanlar şöyle gelişecektir: Bu büyüme bir çeyrek daha sürse bile fiyatlarda aşağı doğru bir ivme yaşanacaktır. Bu aşağı doğru ivme işverenlerde zarar hissi uyandıracak ve stoklarındaki birikmenin tüketilemeyeceği kaygısıyla üretime ara verilmeye başlanacaktır. Böylece işsizlik rakamları gittikçe yükselecek ve stokların tüketilmesi de gittikçe daha zor bir hal alacaktır. İşte bütün bunların sonucu olarak, komşuda pişer bize de düşer misali, hayati ihtiyaçlar hariç tüm ihtiyaçların metalarında aşırı fiyat düşmesine rağmen bir talebin yaşanmaması sonucu, yani tüketimin olmaması sonucu, büyüme yerini çok hızlı küçülmelere bırakacaktır. Bu temelde gıda dışındaki bütün ürünlerde aşağı doğru bir hareket seyredeceğiz. Bu en iyi ihtimal ile kış aylarında iyicene belirecek bir patlak olacaktır. Cari açığın faturasıysa, işte tam kriz patlak verdiği esnada tahsil edileceği için, bizim krizimiz eşine ender rastlanır bir krize dönüşecektir. Neyse ki ezilenlerin zincirlerinden başka kaybedecek pek bir şeyi yok bu ülkede. Ve neyse ki, bu krizden çıkmanın bazı koşulları, kimse bilmese de var hâlâ Türkiye'de.

Türkiye Ekonomi Krize mi Gidiyor?


Türkiye ekonomisi 2011 yılının ilk çeyreğinde dünyanın en hızlı büyüyen ekonomisi oldu. Türkiye'de bu durum AKP hükümeti tarafından büyük bir artı olarak pazarlanırken uluslararası ekonomi çevreleri kısa ve orta vadede uygulanan ekonomik politikaların ciddi sonuçları olacağından endişeli.

Bu endişenin temelinde Türki
ye Merkez Bankasının Türk lirasının değerini gerçek değerinin oldukça altında tutmaya yönelik politikaları etkili oluyor.

Uluslararası ünlü internet sitesi Business Insider'da Paul Quintaro tarafından kaleme alınan analizde Merkez Bankasının son derece pervasız bir politika izlediğini ve Türkiye'de yatırımları bulunan
yatırımcıların bunun sonuçlarına hazırlıklı olması gerektiği kaydedildi. Yoruma göre Türkiye'de enflasyon oranlarının artmasına rağmen Türkiye Merkez Bankası faiz oranlarını düşük tutuyor ve bunun bir sonucu olarak da Türk lirasının yabancı para birimleri karşısında değer kazanması engelleniyor.

Türk lirası özellikle Euro ve Dolar karşısında zayıf kalınca Türkiye'nin ihracatı küresel pazarda artış gösteriyor. Türk lirası üzerinden fiyatlandırılan malları almak yabancı yatırımcıların işine geliyor.

Quintaro bu politikanın geri tepmesinden endişeli. Türkiye'deki enflasyon oranının sene sonunda yüzde 7,5'e kadar yükseleceği yönündeki tahminlere yer veren Quintaro, gelişmekte olan ülkelerde yüksek enflasyon oranlarının ciddi sosyal hareketlere neden olabileceğinin de altını çiziyor.

Quintaro'nun yorumlarına göre Türkiye enflasyonu kontrol etmek için ileride sert önlemler almak zorunda kalabilir. Ülkedeki cari piyasaların olumsuz etkileneceği bu duruma bağlı olarak ciddi bir ekonomik resesyon da ihtimal dahilinde. Bu yaşandığında da ihracat sektörü ciddi bir bunalıma girecek.

Uzun vadede Türkiye ekonomisinin nüfus faktörü ile gelişmesini sürdürmesinin beklendiğini ifade eden Quintaro, ancak kısa bir süre sonra ülkenin yanlış ekonomik politikalar nedeniyle zor bir viraja girebileceğini de kaydetti.

Yorumda Türkiye ekonomisinin rakamlarda büyümesine rağmen büyük bir yatırım yapma açısından zor bir ülke olduğuna da dikkat çekildi.

"Demokratik Açılım" Mı, Ilımlı İslam Projesi Mi?

Bu projenin aktörleri AKP hükümeti ve Fetullah Gülen hareketidir. Projenin asıl sahibi ve sermayesi İsrail’e, uluslar arası arenadaki diplomatik ve siyasi desteği ise ABD’ye aittir.
 

Hile, oyun ve kurnazlık denildi mi Kürtlerde ilk akla gelen Osmanlılar olmuştur. Halada yaşlı dede ve babalarımız böylesi bir durumla karşı kaşıya geldiklerinde Osmanlılarda oyun bitmez derler. Bu durum geçmişten gelen güçlü tarihsel belleğin kendilerine kazandırmış olduğu bir hissiyattır. Bu hissiyat dede ve babalarımıza Osmanlının atmış olduğu her adımına kuşku ile yaklaşmasını emretmiştir. Osmanlı ve aynı geleneğin devamcısı olan Türk devletinin hile ve oyunlarıyla baş edilmek isteniyorsa atalarımızın bize miras olarak bırakmış olduğu çok kanlı ve ağır bedellerden elde edilmiş olan bu mücadele yöntemini yani bu hissiyatı dikkate almak zorundayız. Bu durumun ciddiyetini kavramak için çok uzaklara gitmeye gerek yok Kuzey Kürdistan’ın en son isyanı olarak bilinen 1938 Dersim İsyanın liderliğini yapan Seyit Rıza’nın idam edilmeden önce söylemiş olduğu son sözlerine başvurmak yeterli olacaktır. Seyit Rıza idam edilmeden önce kendi cellâtlarına dönerek “ ben sizin oyun ve hilelerinizle baş edemediğime, sizlerde bize boyun eğdiremediğinize yanacaksınız” der.

Bu güçlü tarihsel bellek Kürt halkı ve mücadelesinin AKP hükümetinin eliyle “demokratik açılım”  adı altında yeni Osmanlı oyunlarıyla yüz yüze olduğunu söylüyor. Bu oyun, içinde uluslar arası, bölgesel ve yerel (Kürtler) güçlerin rol aldığı bir konsept olduğunu düşünüyorum. Konsepttin esas amacının bölgede ılımlı İslam kılıfı altında büyük İsrail ve ABD’nin çıkarlarını güvence altına alma olabileceğini düşünüyorum. Biliniyor bölgede İsrail için en önemli sorun güvenlik sorunudur. Küçücük bir ülke olmasına rağmen tüm Arap âlemi yanında İran ve tüm Müslüman âleminin de birinci derece düşmanı ilan edilmiş bir ülkedir. Bölgede giderek yükselen radikal İslam’ın ise birinci dereceden hedefi konumundadır. İsrail’e karşı olan bu tepki ve düşmanlık olduğu müddetçe İsrail bölgede gücünün yüzde seksenini güvenliğe harcamak zorundadır. Dolaysıyla bölge kaynaklarından yeterince yararlanamadığı gibi dostane ilişkiler geliştirerek güvenle bakacağı bir gelecekte inşa edememektedir. Tüm bu tepkileri şiddetle bastırmakta mümkün olmadığı gibi şiddettin ancak tepkileri bir sarmal topu gibi büyüterek kendisine yönelttiğini fark etmiş olmalı. Bu tepkilerin çoğu ideolojiktir ve kaynağını yakın tarihte olduğu kadar eski tarihten de almaktadır. 

 İsrail’in bölgede ki güvenlik politikasının esas özü radikal İslami topluluklar ve güçlerin tepkilerini emecek, mücadele ruhundan uzaklaştırarak teslim alacak ideolojik bir silaha ihtiyaç vardır. Bununda Ilımlı İslam projesi olduğunu düşünüyorum. Bölgede ki halklar ancak ılımlı İslam projesiyle, bölgeyi tümden işgal edip kendi çıkarları doğrultusunda dizayn etmek isteyen ve “bu bir haçlı seferidir” diyen ABD ile yıllardır bölgeye kan kusturan Yahudi siyonizmini içine sindirerek kabul edebilirler.

Piyon Aktörler Gülen Ve AKP Hükümeti

Bu projenin görünürdeki aktörleri mevcut konumda AKP hükümeti ve Fetullah Gülen hareketi gibi görünüyor. Bu projenin yeni olmadığını yıllara dayanan bir hazırlık aşaması olduğu AKP’nin de bu projenin bir sonucu olarak ortaya çıktığını düşünüyorum. Proje Fetullah Gülen ile başlatılmış. Projenin asıl sahibi ve sermayesi İsrail’e, uluslar arası arenadaki diplomatik ve siyasi desteği ise ABD’ye aittir.

AKP hükümeti başta Türkiye’de olmak üzere bölgede bu projenin hayat bulması için harekete geçmiştir. 

Arkasına almış olduğu ABD desteği ile bölgede siyasi ve diplomatik alanda rolünü oynamaya çalışıyor.  Fetullah Gülen hareketi ise başta bölgedeki tarikat örgütleriyle kurmuş olduğu ilişki ve toplumsal alanda kurmuş olduğu yardım dernekleri, eğitim, sağlık ve ekonomik alanlarıyla toplumu bir ağ gibi sararak kurulacak siyasal rejimler için zemin ve kadro hazırlamaktadır.

Davos, Projenin İlk Tanıtım Raundu İdi

Erdoğan’ın Davos zirvesinde İsrail devlet Başkanı’na göstermiş olduğu tepki ile bu yeni süreç Türkiye’sinin dış dünyada modern ve İslami kimliğinin dışa vurumu olarak ılımlı İslam projenin ilk tanıtım raundu olarak start aldı. Bu projenin Müslüman ve Arap camiasında yer alabilmesinin en iyi yolu İsrail karşıtlığının yapılmasıdır. 

Nitekim Davos zirvesindeki “on minute” vakasından sonra Türkiye Dış İşleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Davos zirvesinin sonuçlarını toplamak için Arap ülkelerine yoğun diplomatik seferler düzenledi. Daha sonra tüm Müslüman ve Arap âleminde Türkiye bayrakları ve Erdoğan resimleri halk tarafından sokaklara taşındı. Bu durum olumlu sonuçlar doğurmuş olacak ki Erdoğan’ın İsrail karşıtı tavrında sertlik dozu giderek artı.  Erdoğan İsrail’in, Filistin’in Gazze şehrinde fosforlu bombalar kullanarak katliam yaptığını söyledi. Bu konuda Hamas ve Filistin direnişine sahip çıkan değerlendirmeler yaptı. Bu durum Gazze’de katliamı ve İsrail’in bir bütün olarak Filistin’de ki uygulamalarını konu alan dizi filmlerin çevrilmesine kadar gitti.  Karşılıklı açıklamalarla Türkiye ile İsrail ipleri gerdiler. En son ise İsrail, Türkiye’nin Suriye ile kendisi arasında ki aracı rolü kabul etmeyeceğini söyledi v.b. tüm bunların karşılıklı danışıklı dövüş olup ılımlı İslam stratejisi çerçevesinde paylaşılmış roller olarak planlandığını düşünüyorum.
Şimdi yazımızın başına dönüp Kürtlerle alakalı olan duruma bakalım,

Projenin Güney Kürdistan Ayağını Neçirvan Barzani Üstlenmiş

AKP hükümetinin kendisine verilen bu rolü sağlıklı oynayabilmesi için her şeyden önce Kürt sorunundan bir biçimiyle kurtulması gerekiyor.  Bunu yapabilmesinin iki yolu var. Birincisi sorunu gerçek muhataplarıyla samimice çözmeye çalışma, ikincisi ise sorunun gerçek muhataplarını saf dışı bırakarak Kürtleri tekrardan kandırma yoludur. Görünen odur ki AKP hükümeti ikinci yolu tercih etmiştir. Bu planın ilk adımı olarak DTP’ye karşı operasyonlar başlatarak DTP’yi ya bölme ya da teslim almaya çalışmıştır.  Daha sonra sözüm ona başlatmış olduğu “demokratik açılım” hikâyesiyle Kürt toplumu ve dış kamuoyundan destek almaya çalıştı.  Görünen odur ki Kuzey Kürdistan’da ortaya çıkan tablo AKP hükümetinin bu planlarını destekler nitelikte değildir. Bundan kaynaklı AKP hükümetinin “demokratik açılım” umudu tümden Güney Kürdistan’a kayarak, Güney Kürdistanlı güçlerin denetiminde olan Maxmur mülteci kampı ve PKK’den kaçanlar olmuştur. 

Şimdiden Güney Kürdistan’ın kimi kaynaklarından aldığımız bilgiye göre kampın boşaltılması için birkaç gün önce Irak, ABD, Türkiye ve Güneyli Kürtler bir toplantı yapmış. Bu toplantıda 15 Aralığa kadar kampın boşaltılması hedeflenecek eğer bu mümkün olmazsa yani Kürt halkı tarafından tepki ile karşılanırsa bu durum Irak seçimlerinden sonraya bırakılacak. 

Buna göre ilk etapta yapılması gerekenler;  güvenlik amaçlı kampın yerini değiştirilerek bu değişim esnasında kampın esas örgütlü gücünün dağıtılarak denetim altına alma,  üçlü koordinasyonun çalışmalarına açık hale getirilmesi için gerekli desteğin güneyli güçler tarafından sağlanması, kamp içinde para karşılığı adam satın alınarak dönüşün propagandasını gizli veya açık olarak yürütülmesi, güneyli güçler tarafından adım adım ambargonun geliştirilmesi, güneyde maxmurlulara iş imkânlarının kapatılması v.b bunun yanı sıra bölgede Neçirvan Barzani ve Yekgırtu İslami hareketine bağlı basın yayın organları özel olarak AKP’nin başlatmış olduğu bu “demokratik açılım” projesine destek sunacak. Güney Kürdistan halkını bu projenin dürüst ve samimi olduğuna inandıracak. Böylelikle buradan gelebilecek olası tepkilerin önüne geçilecek.
Diğer taraftan aynı kesimler PKK’den kaçıp güneye yerleşen kesimlerinde bu proje çerçevesinde dönmesi için üzerine düşen görevi yerine getirecek. Bu kesimlere yakın basın ve medya’ya bakıldığında hemen hemen her gün manşetlerinde açılımın propagandası yapılmaktadır. AKP’nin Kürt sorununu çözmek istediğini fakat PKK’nin buna pekte olumlu yaklaşmadığı söyleniyor. Yine Neçirvan Barzani her gün yeni bir açıklama ile bu projeye olan desteğini yenilemektedir. Ayrıca Neçirvan Barzani Maxmurluların dönüşü Hewler’den sağlanacak diyerek bu işi üçlü koordinasyon merkezine havale ettiğini itiraf etti. 

Hem Davutoğlu’nun Güney Kürdistan’a gelişine ev sahipliği yapması, hem Güney Kürdistan hükümetinden geniş bir heyetle Türkiye’ye gitmesi hemde son dönemdeki açıklarıyla bu sürecin Güney Kürdistan’daki rolünü Neçirvan Barzani’nin aldığı kesin görünüyor. Neçirvan Barzani AKP hükümetinden koparmış olduğu ekonomik taviz ve anlaşmalar karşılığında böylesi bir rolü üstlenmiş gibi görünüyor. 

AKP Seçim İçin Start Verdi

AKP, Maxmur, diğer mülteci kamp ve PKK’den kaçanları götürerek bir taşla iki kuşu vurmaya çalışmaktadır. Birincisi startını vermiş olduğu seçim için önemli bir propaganda aracı olarak kullanacak. Türkiye tarafına PKK’yi nasıl tasfiye ettiğinin mesajı verilmeye çalışılırken, Kürdistan halkını da o çokça güvenmiş olduğunuz PKK ve Maxmur kampının nasıl teslim alındığının propagandası yapılarak Kürdistan halkının umut ve inancını kırmaya çalışacaktır.
Bunun yanı sıra Güney Kürdistan güçleri ve kamuoyunun desteği ile son dönemde Kürdistan’da yükselen moral kırılarak seçimlerde Kürtlerin bu güne kadar kazanmış olduğu tüm mevziler ellerinden alınmak istenmektedir. Böyle bir havada yapılacak olan bir seçimle tekrardan tek başına hükümet kurarak Türkiye’de ki tüm güçleri tasfiye etmeye çalışmaktadır. Böylelikle devlet yapısının tüm kademelerini eline geçirmiş olacaktır. Böylece başarısız projenin ilk ayağı başarıyla tamamlanmak istenmektedir. 

Maxmur Kampı PKK’siz Havayı Bile Solumaz

AKP hükümetinin hesaplamadığı önemli bir şey vardır. Oda PKK’nin Kürt halkı içindeki gücü ve etkisidir. PKK onaylamadan AKP hükümetinin Kürdistan’da hiçbir planının başarıya ulaşması mümkün değildir. Bu durumu Maxmur kampı üzerinde ki hesaplaşma ile daha net göreceğiz. Maxmur kampı PKK’siz tek bir adım atmayacağı gibi PKK’nin içinde olmadığı tek bir planı onaylamaz. Hele bu plan kendileri üzerinden PKK’yi tasfiye etmekse canı pahasına da olsa ona onay vermeyecektir. 

Kürt hükümeti Maxmurların dönmesi için zorlayabilir, yerlerinden yurtlarında edebilir beklide evlerini başlarına yıkabilir. Ama onları asla PKK’siz bir çözüme razı edemez. Çok zorlasalar çoluk çocuk dağa çıkarlar. Bunu yapacaklarına inanıyorum. Buna ne Neçirvan Barzani’nin, ne Irak hükümetinin, ne ABD’nin nede AKP hükümetinin gücü yeterli olmayacaktır.  
               
Yusuf Ziyad

Sivas Katliamı ve Siyasal İslamcılar


 
Sivas katliamının 18. Yıldönümü. Türkiye tarihinin en alçakça ve insanlık dışı katliamlarından biri Sivas’ta yaşandı. 34 Alevi Kürt-Türk ve aydın diri diri yakıldı. İnsanlar cayır cayır yanarken etrafında ölüm dansı yapıldı. 
 
Sivas katliamı birkaç kişinin komplosu, provokasyonu veya suikastı değildi. Birileri oteli ateşleyip kaçmamıştı. Böyle olsaydı insanlar kendini dışarı atıp kurtulabilirdi. Aksine binlerce gözü dönmüş saldırgan içerde insanların olduğunu bile bile bu katliamı gerçekleştirmiştir. İnsanların yanan otelden çıkmasını engellemişlerdir.

 
Böyle bir katliam için hiç kimse binlerce insanı Madımak otelinin önüne toplayamazdı. Burada solcular var gidip yakalım denilseydi bile oradaki sayının onda biri toplanamazdı. 

Tarihsel bazı gerçeklerle güncel durum bir araya geldiğinde bu katliam gerçekleşmiştir. Kim ne derse desin orada Aleviler bulunduğu bilinerek yakılmıştır. Alevi düşmanlığı bu olayda başka kışkırtıcı etkenler de devreye sokularak arttırılmıştır. Bu atmosfer yaratılmış ve insanlar Madımak oteline yönlendirilmiştir. 
 
Her şeyi bir tarafa bırakalım, Alevi düşmanlığını yaratan zihniyet bu katliamdan sorumludur. Bu düşmanlık olmasaydı hiç kimse başka kışkırtıcı etkenler devreye soksa da binlerce insanı Madımak otelinin önüne yığamazdı. Bugün siyasal İslamcı denilen kesimler bu düşmanlığın yaratılmasından sorumludurlar ya da bunlar bu düşmanlığı yaratanların mirasçısıdırlar. Bu kesimler böyle bir düşmanlığı engellemek için hiçbir çaba göstermemişlerdir. Aksine bu düşmanlığı dini siyasete alet etmek için kullanmışlardır. Daha kısa bir süre önce Başbakan Erdoğan’ın Kılaçdaroğlu’nun Alevi olduğunu meydanlarda vurgulamasının nedeni budur.  Böylece Kılıçdaroğlu’nun Sünnilerden oy almasının önüne geçmek istemiştir.
1993 yılında Sivas’ta katliam yaşanmasının nedeni bu siyasal İslamcı zihniyettir. Şimdi bu kesimler “derin devlet bu olayı yaptırmış” diyerek kendilerini temize çıkarmak istiyorlar. İlk önce sorgulanması gereken, bu binlerce insan oraya nasıl birikmiştir? Alevileri yakmak için neden o kadar istekli olmuşlardır? Bu zihniyet sorgulanmadan bu olayı şuraya, buraya yıkmak istemek kendi zihniyetlerini ve suçlarının üstünü örtmektir. 
 
Siyasal İslamcılar, AKP yandaşları ve Fetullahçıların o sırada bu olaya nasıl yaklaştıklarını bilmek önemlidir. O zaman bu olayı nasıl değerlendirdiler? Bu çok önemli bir veridir. Bu cenahın tümü o zaman en kolay buldukları gerekçe Aziz Nesin’dir. Aziz Nesin’in varlığı bir tahrikmiş. Yani katili değil, maktulü suçlayan bir anlayış o dönemdeki siyasal İslamcı basının hâkim görüşüdür. 

O zamanki siyasal İslamcı basın incelenir ve bir araya getirilirse bu olaya nasıl baktıkları görülür. Bu bakış, olayın ortaya çıkmasına neden olan esas zihniyeti de ortaya koyar. Aslında “Sivas katliamı ve İslamcı basın” adıyla hemen bir kitap çıkarılabilir. O zaman bu siyasal İslamcı basın ve siyasetin kimler tarafından nasıl kullanıldığı anlaşılır. Doğrudur, bazıları siyasal İslamcıları ve siyasal İslamcı basını bu ve bunun gibi katliamlarda kullanmışlardır. 
 
1993 yılı aynı zamanda siyasal İslamcıların derin devlet tarafından en fazla kullanıldığı yıllardır. Derin devlet, kirli devlet, Gladio, Ergenekon, ne derseniz deyin bunların 1993 yılındaki en temel sorunu PKK ve Kürt Özgürlük Hareket’iydi. Bütün çabaları bu hareketi ezmekti. Bunun için her yolu kullanmayı mubah görüyorlardı. Bu nedenle siyasal İslamcı kesimleri de kullandılar. Hatta Kürdistan ve Kürtlerin yoğun yaşadığı metropollerde siyasal İslamcıların önünü açtılar. Kürtlerin PKK'nin etkisi yerine onların etkisine girmesini tercih ettiler. 

 
Sivas katliamın olduğu günler aynı zamanda Hizbul-Kontra eliyle faili meçhul cinayetlerin gerçekleştiği günlerdir. Madımak otelinde insanların yanmasına göz yumanlar, aynı zamanda sokak ortasında insanların katledilmesine de göz yumuyorlardı. Faili meçhul adı verilen cinayetler devlet güçlerinin gözleri önünde yapılıyordu.
1993 Temmuz’unda Kürdistan'da on kişi bir araya gelseydi polis ve asker onların üstüne kurşun yağdırırdı. Ancak Madımak önünde diri diri insan yakanlar ise seyredilmiştir. O dönemin başbakanı Çiller yakanları kastederek “vatandaşlarımız zarar görmemiştir” diyebilmiştir. 
 
Sivas katliamı süreci aynı zamanda Alevi Kürtler başta olmak üzere Alevilerin Kürt Özgürlük Hareketi'ne sıcak baktığı süreçtir. Sadece Kürt değil, Türk Alevi gençleri de Kürt Özgürlük Hareketi saflarına koşmaktadır. Aleviler demokratik taleplerle Türkiye'deki sisteme karşı mücadele etmektedir. O dönemde Kürt Özgürlük Hareketi’ni yalnızlaştırmak için hiçbir gücün demokrasi mücadelesi vermesi istenmemektedir. İşte böyle bir süreçte Hizbul-Kontra cinayetlerinin bir versiyonu olarak Sivas’ta Alevi katliamı gerçekleştirilmiştir. Sadece Alevi düşmanı sıradan halk değil, Sivas’taki siyasal İslamcıların basın ve siyasal alandaki kanaat önderleri bu katliamın örgütlenmesi ve yönlendirilmesi içinde yer almışlardır.
Siyasal İslamcılar 1996 yılına kadar derin devlet tarafından kullanılmıştır. Ancak bunlar PKK'ye karşı kullanılırken palazlanıp güç olmuştur. İşbirlikçi siyasal İslam’ın önünü açanlar bu defa da sınırlamak istemişlerdir. Ancak atı alan Üsküdar’ı geçmiştir.
Siyasal İslamcılar Sivas olaylarının yıldönümünde bir özeleştiri vermelidirler. Yoksa Sivas olayının sorumlusu ve suçlusu olmaya devam edeceklerdir. Bu olayı başkalarının üstüne yıkarak kendi sorumluluklarından kurtulamazlar. Derin devletin bu olayda eli olabilir. O dönem Kürt Özgürlük Hareketi’yle buluşmasını engellemek için Madımak katliamı üzerinden Alevilere gözdağı vermişlerdir. Ancak bu olayı birkaç kişi gizli olarak yapmamıştır. Alevi düşmanlığı ile beyinleri doldurulmuş toplumsal güç bazıları tarafından harekete geçirilmiştir. Bunu harekete geçiren de Sivas’taki siyasi İslamcı güçler ve onların basınıdır. 

Kuşkusuz bir kullanma ve kullanılma vardır, ama zihniyetleri nedeniyle Alevi katliamında kullanılacak güçler var olduğu için kullanılmıştır. Dolayısıyla bu gerçeklik görülmeden sadece birileri kullanıldı demek olayı küçümsemektir. Ortada bir ajanın kullanılması yoktur. Zihniyeti ve politikası Alevi düşmanlığı üzerine kurulmuş toplumsal ve siyasal bir gücün içinde yer aldığı bir katliam söz konusudur.

Mizgîn Delîla

‘Stratejik Derinlik’ ve Takkiyecilik

AKP süregelen hükümetlerin çok gerisinde bir çizgide olup ’takkiyeci politikalarla dünya kamuoyunu ve Kürt Halkını kandırmaya çalışıyor. 
 
‘Stratejik Derinlik’ Başbakan Erdoğan’ın eski danışmanı ve şimdinin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu‘nun kitabının ismidir. Soğuk savaş öncesi ve sonrası dünyadaki uluslararası sistemi tetkik etmektedir. Özgün olarak ta Türkiye’nin Osmanlı mirasıyla olan bağlantılarını irdeleyerek, Osmanlı’nın zamanında işgal ettiği topraklarla olan organik bağları vurgulanaraktan bunun üzerinden bir gelecek tasavvur etmektedir. Bunun yanı sıra stratejik araçlar ve bölgesel politikalar; NATO, AB, IKO, D-8 vb. uluslararası örgütlere dair yapı analizleri, bu kurumlarla Türkiye‘nin yeri ve oynadığı rol ve soğuk savaş sonrası dönemde takınması gereken tutumu inceliyor. İlk bakışta herhangi bir kitap olarak görülebilinir, lakin yazarı ve yazarının devlet içindeki konumu göz önüne getirildiğinde sıradan bir analiz olarak bakılıp geçilemez. Aynı zamanda yakın tarihte Türkiye siyasetine yön veren, dış-ilişkilerini bu tezler üzerine kurma söz konusudur…Takkiye, fıkhi bir kavram. Kelime anlamı ‘örten‘, ‘koruyan‘ anlamına geliyor. İslam felsefesinde ‘kalbi imanla dolu olduğu halde, baskı karşısında yalan söyleme meşruluğunu ‘ifade ediyor. Tabi İslam felsefesindeki birçok kavramda olduğu gibi, bunun uyarlanışı çok farklı bir hal alıp, kurnazlık, yalan atma ve komploculuk halini alıyor.

AKP’nin Kürt Sorununa yaklaşımı ‘Stratejik Derinlik‘ adlı kitap okunulduğunda daha iyi anlaşılıyor. Güncel olarak farklı tarihlerde çözüme dair yapılan açıklamalar, koca bir yalan olup, özünde dar partisel çıkarları hedeflemekten öte şuana kadar bir anlam ifade etmemiştir. Okuyanlar bilir, o kadar tarihi ve güncel analizler var, ama Türkiye’nin temel sorunu olan Kürt sorununun çözümüne yönelik tek bir vurgu, çözüm formülü yapılmayıp, mevzu-bahis bile edilmiyor. Ve bunu yazan Türkiye başbakanının danışmanlığını yapmış kişi ve mevcut durumda Türkiye dış ilişkilerinden sorumlu. AKP süregelen hükümetlerin çok gerisinde bir çizgide olup ’takkiyeci politikalarla dünya kamuoyunu ve Kürt Halkını kandırmaya çalışıyor. Değişik dönemlerde açıkladığı paketlerle, yapılan açıklamalarla herkesi umutlandırıp ‘sil baştan‘ yapabiliyor. Trajik-komik olan, kandırdığını sanmasıdır. Kürt Halkı birçok hükümete olduğu gibi AKP hükümetine de fazlasıyla şans tanıdı. Söylediklerine inandığı için değil, inanmak istedi ve bu şansı tanıdı ama başından beri ‘stratejik derinlik‘ içinde yerlerinin olmadığını ’açılan paketlerin, gerçek yüzün maskelemesi olduğunun idrakindeydi. 4. direniş hamlesi bu amaçla başlatılmıştır. Hangi sistem, hangi insan bu kadar kör olacak ki yanı başında yaşanan vahşeti görmeyecek, ‘ tarihdaşım’ , ‘ soydaşım’ , ‘ ümmet ‘ mantıklarından hareketle başka bir yerde yaşanan baskıyı dilinden düşürmeyecek. Şu çok açık bir gerçek ki; AKP’nin Kürt sorununda çözüm paketi: mutlak teslimiyet, imha ve asimilasyondur. Partinin yetkili kişileri: ‘Ermeni sınırına dayandılar’ ‘Diyarbakır’a şu dili öğretemedik ‘diyecek, bir başkası dış siyasette böyle bir sorunun varlığını bile kabul etmeyecek ve halka saldırmayı meşru gören bir siyaset izlenecek ardından bazı aydınların deyişiyle ‘AKP‘nin Kürt Sorununu çözme paketine’ inanacağız. Birde yıllardır bize izletilen bu tiyatroya inanmamız gerektiğini söyleyecekler. Herkes şunu çok iyi biliyor ki Kürt Halkı siyasal düzeyi yüksek bir halktır. Ne gözlerine mil çekilmiş aydınlara, ne de AKP’nin bu takkiyeci politikalarına inanır. Diğer hükümetlere tanıdığı şansın daha fazlasını AKP tanıyarak tiyatroyu izledi. Bunun anlamsız bir zaman kaybı olduğunu, AKP’nin diğer hükümetlerden bile daha tehlikeli bir siyasetin içinde olduğunu fark ederekten 4. direniş dönemine girdi. Diğer hükümetlerde olduğu gibi, AKP’nin bitişini getirecek olan Kürt sorunundaki çözümsüzlük politikasıdır. Tek partili sistem ve Özal’ın ANAP’ından sonra en şanslı hükümetlerin başında AKP geliyordu. Özellikle de sayısal bileşim açısından ciddi yasaların çıkarılmasını sağlayacak, ülkenin temel sorunu olan Kürt sorununun çözümünde ciddi adımlar atacak uluslararası destek ve zemine de sahipti. Her şeyden öte sorunun çözümünde baş aktör olan Kürt halk önderi Sayın Öcalan’ın tanıdığı fırsat birçok açıdan tarihi fırsatlardı. AKP bunları ne gördü, ne de görmek istedi. İmha, inkâr ve asimilasyon politikalarını daha da genişletip yayarak sürdürdü. Savaşların galibi yok diye bir söz var. Askeri literatürde bunun bir mantığı vardır ve anlaşılırdır. Bütün savaşların da müzakere sonucu bittiğini de unutmamak gerekir. Eninde sonunda bu noktaya gelinecektir. Olan tüketilen onca enerjiye, zamana ve nice gencecik insanlara olacaktır. Kürt Halkı uğruna bedel ödediği ideallerini gerçekleştirinceye kadar çizgisinden vazgeçmeyip, görkemli direnişini sürdürecektir. ’Stratejik Derinlikte‘ ısrar edildiği takdirde de AKP sonunu getirecektir. 

Mevcut gelişmeler “ AKP aklinin değil de “ , “ devlet aklinin “ sağduyulu davrandığı ve sorunun devamı durumun da yaşanacakları kestirdiği için akli selim bir tutum içerisin de olduğudur.

Baran Qewm

Dağdan İnmek mi, Dağın İnmesi mi?-2

Cengiz Çandar'ın TESEV için kaleme aldığı raporun eleştirel bir okuması

Cengiz Çandar, TESEV için hazırladığı rapordaki önerilerini "12 Haziran seçimlerinden sonra yeni anayasa sürecinde Öcalan'ın yol haritasının modifike edilerek ve rötuşlarla gündeme getirilmesi" varsayımı üzerine kurgulamış. Tarihinde görülmemiş bir krizle yeni yasama dönemine başlayan TBMM ve böylesi bir Meclis'te seçilmiş bir AKP hükümetinin bugünkü yaklaşımlarına baktığımızda, bu varsayım pek gerçekçi olarak görünmemektedir.


Bununla birlikte "Tek Devlet" olunamaması eleştirisinin de ne kadar maddi temeli olduğu üzerine düşünmek gerekiyor. Elbette "devlet" içerisindeki karar vericilerin belirli konularda farklı düşündükleri doğru, ancak "devlet tek sesli konuşmuyor", "hükümet niyetli, ama asker karşı", "AKP askerî vesayeti yıktı" gibi kimi sol liberallerin de dile getirdiği söylemlerin, eğer "devletin" ne olduğu konusunda hemfikir isek, doğru bir yanının olmadığını vurgulamamız gerekir. Burada devlet teorisi tartışmalarına gerek yok - "devlet" üzerine kaleme alınan onca külliyata, en azından Johannes Agnoli'nin "devlet" üzerine yazdıklarına bakmak, burjuva devletinin her zaman "tek devlet" olduğunu görmemize yardımcı olacaktır.


Yeni devlet partisi


Burada bir parantez açarak, Çandar'ın yeni anayasa süreci varsayımı hakkında bir not düşmek gerekir. Bir kere 12 Haziran 2011 Genel Seçimleri AKP'nin Yeni Devlet Partisi konumuna geldiğini ve bu konumunu da milliyetçi-muhafazakar Türkiye toplumunun ezici çoğunluğuna onaylattırdığını teslim etmek gerekiyor. Seçimlerden "AKP derin devlete geri adım attırdı" sonucunu çıkartmak yerine, devlet AKP'yi ele geçirdi sonucunu çıkartmak daha doğru olacaktır. Bununla birlikte, temeli 1908'de atılan ve halen varlığını devam ettiren askerî-bürokratik vesayet rejiminin sadece şekil değiştirdiğini görmeliyiz. Üniformalı kapitalistler olarak da nitelendirilen ordu yönetiminin politik, hukukî ve iktisadî (sadece OYAK'ı veya silah alınımında söz sahibi olan Türkiye Mehmetçiği Güçlendirme Vakfı'nı anmak yeter) imtiyazlarında değişiklik söz konusu değil. Ordu yönetimi ve kısmen AKP'nin eline geçen yargı bürokrasisi, "devlet" kararlarında halen etkin rol oynamaktadırlar. Türkiye'nin dış politikasının ve "güvenlik siyasetinin" belirleyici aktörü h‰len ordu yönetimidir. Genelkurmay başkanlarının eskiden olduğu gibi ikide bir kamuoyu önüne çıkıp, görüş belirtmiyor olmaları, bu gerçeği değiştirmemektedir.


Değişen, 2002 AKP'sidir. Farklı İslamcı, İslamist ve muhafazakar kesimlerin bir koalisyonu olarak yola çıkan ve iktidara gelmeden, vesayet rejimine karşı "İslamî" çekinceler koyan AKP, bugün (İhsan Eliaçık'ın deyimiyle) "kapitalizme abdest aldırmış", neoliberal politikaların ve emperyalist müdahale savaşlarının kabullenilmesini "Müslüman ülke yönetiminin bir gereği" (Cihan Tuğal) olarak kendisini destekleyen Müslüman kitlelere telkin etmiştir. Kapitalizmi İslamî referanslarla meşrulaştıran ve neoosmanlıcı emperyal hırsları ordu yönetiminin "güçlü ordu, güçlü Türkiye" politikaları ile birebir uyuşan AKP, aldığı kitle desteği ile askerî-bürokratik vesayet rejiminin en güçlü taşıyıcısı haline gelmiştir. (AKP'nin bu değişimi ile ilgili bilgileri C. Tuğal'in "Pasif Devrim-İslamî Muhalefetin Düzenle Bütünleşmesi" başlıklı kitabında bulabilirsiniz.)


Bu açıdan, "tek devlet olunamıyor" söylemi, bunların ve yeni anayasa sürecinin kozmetik rötuşlardan ileri gidemeyeceği gerçeklerinin üstünü örtmeye yaramaktadır. Zaten Öcalan da bunu bildiği için demokratik çözüm planının ana hatları üzerinde sadece "devletin temel kurumlarıyla hükümetin mutabakatının oluşmasını" yeterli görmemekte ve Kürt tarafı ile demokratik güçlerin desteğinin alınmasının zorunlu olduğunu vurgulamaktadır. Bunların gerçekleşmesi, Öcalan'ın "muhtemel uygulamalar-aşmalar"ının ön koşuludur.


Devlet merkezli yaklaşım


Çandar da önerilerine "güven ortamının yaratılması" ve "KCK Davası'ndan tutuklananların 'büyük bölümünün' serbest bırakılması ve davanın düşürülmesi" talebiyle başlamaktadır. Ayrıca TCK ve TMK'de de değişiklikler önermektedir. Her ne kadar "neden sadece tutuklananların büyük bölümü serbest bırakılsın da, hepsi değil?" diye sormak yerinde olsa da, Çandar'ın önerilerinin uygulamaya sokulması zorunlu adımlar olduğunu vurgulamak gerekir.
 



Bu tespit Çandar'ın, operasyonların durdurulması ve "eylemsizlik" durumunun kesinlik kazanması; garantör olarak bir "komisyonun" kurulması; seçim barajının yüzde 10'un altına çekilmesi; yeni anayasa ve yeni vatandaşlık tanımı; Kürtlere yeni bir "statü" kazandırılması; Abdullah Öcalan'ın çözümün partneri olması ve orta vadede serbest bırakılması ve "dağdakiler" için aşamalı af gibi yedi noktada sıraladığı talepler için de geçerlidir. Çandar'ın önerilerini hazırlarken Öcalan'ın ve Kürt siyasi hareketinin taleplerinden faydalandığı, bunlara atıfta bulunduğu çok açık olarak görülmekte. Aslında bunlar gayet de yerinde olan ve makul bir "devlet aklının" kabul edebileceği cinsten önerilerdir.

Ama her zaman olduğu gibi, "şeytan detayda saklı."
Birincisi, önerilerin hayata geçmesi, salt Kürt sorununun çözümünün değil, burjuva demokrasilerinin olmazsa olmaz şartlarıdır. Velev ki Kürt sorunu olmasaydı bile, eğer burjuva demokrasisi olacaksa, burjuva demokratik devletinin en asgarî koşulları yerine getirilmek zorunda. Yürürlükteki TC Anayasası'nın ve birçok yasa ile uygulamaların burjuva demokrasileriyle bir âlâkası olmadığını görmek için hukukçu olmaya gerek yok.

İkincisi, Çandar önerileriyle, "Kürt tarafının" bazı taleplerine yer verirken, Öcalan'ın önkoşul olarak belirttiği "demokratik çözüm planı üzerine mutabakat sağlanmasını" es geçiyor. Çandar'ın çözüm önerisinin ana mantığını "PKK'yi dağdan indirmek" ve bunun için "Öcalan'dan faydalanmak" oluşturuyor. Bu yoğunlaşma da Kürt siyasi hareketinin bütününü ve dolayısı ile demokratik bir katılımı devre dışı bırakıyor.


Üçüncüsü, Çandar'ın raporunun ana mantığı Kürt olmayan çoğunluk toplumunu dikkate almıyor. "Tarafların", yani devlet ile Öcalan'ın yapacağı müzakereler sonucunda alınacak olan kararların yukarıdan aşağıya uygulanması öngörülüyor. Bu mantık, "devlet yapar, halk uyar" yaklaşımının ve bir yanı ile devlet gücünün kutsanmasının dışa vurumudur. Demokratik değildir, çünkü halkın katılımını öngörmemektedir. Halbuki Öcalan başta aşağıdan yukarıya katılımcı bir yeni anayasa süreci olmak üzere, halkın ve demokratik güçlerin katılımını, radikal demokrasi sürecini ve sadece ülkenin değil, bütünüyle Ortadoğu'ya yönelik bir demokratikleşme sürecini gerekli görüyor. Öcalan'ın "Demokratik Çözüm Planı" ile Çandar'ın önerileri karşılaştırıldığında, Çandar'ın önerilerinin doğru noktalarda olmalarına rağmen antidemokratik ve devlet merkezli oldukları görülür. Kanımca rapora yöneltilecek en temel eleştiri de budur.


Kısacası Cengiz Çandar'ın meşakkatle hazırladığı belli olan çalışması, büyük bölümü ile Türkiye'nin bugünkü koşullarında alkışlanabilecek bir rapor olmasına rağmen, Kürt sorununun yegane çözüm yolu olan demokratikleşme süreci açısından hayli yetersiz kalmaktadır. Elbette bu tespit, soldan bakıldığında yapılan bir tespittir. Raporun böyle bir kaygısı olmaması tabii ki eleştirilmemektedir. Ancak, okunurken bu raporun devlet aklına hitap eden bir güvenlik siyaseti belgesi olduğu da unutulmamalı ve bu çerçevede değerlendirilmelidir.


Asıl mesele dağı indirmekte, dağdan inmek değil!


"Dağdan iniş" meselesine gelince; kuşkusuz silahların susması, şiddetten arındırılmış bir ortam, bugünkü durumla kıyas edilemeyecek derecede önemlidir. Ancak "PKK'nin silahsızlandırılması" ve akabinde "dağdan iniş"inin sağlanması bunun için yeterli olabilecek midir? Silahlı mücadeleye, şiddete yol açan nedenler ortadan kalkmadan, PKK güçleri önkoşulsuz teslim olsalar bile, şiddet kaynağı kurutulamaycaktır.


Devlet içerisinde, "sınırlı ve kontrol altında tutulacak bir eskalasyonla PKK'nin bitirilebileceği" senaryolarının alenen tartışıldığı, hatta bunun sonucunda da "beş-on bin insanın yaşamını kaybetmesinin kabul edilebilir bir riziko" olarak görüldüğü günümüzde, "dağdan iniş" için en asgarî güven ortamı dahi bulunmamaktadır. Kaldı ki Öcalan PKK'nin dağıtılması gibi bir konuyu da gündeme getirmemiştir. Yol Haritası'nda söyledikleri şunlardır:


"b-
İkinci Aşama: (...) Bu biçimde yasal engellerin kaldırılması halinde PKK, yasadışı konumdaki varlığını ABD, AB, BM, Irak Kürt Federe Yönetimi ve Türkiye Cumhuriyeti yetkililerinin içinde bulunacağı bir kurul denetiminde Türkiye sınırları dışına çıkarabilecektir. Daha sonra bu güçlerini kontrollü olarak değişik alan ve ülkelerde üslendirebilecektir. Bu aşamada önemli olan kritik nokta, PKK siyasi tutuklu ve hükümlerinin bırakılmasıyla, PKK silahlı güçlerinin sınırdışına çekilmesinin birlikte planlanmasıdır. 'Biri diğersiz olmaz' ilkesi geçerlidir.

c- Üçüncü Aşama: Demokratikleşmenin anayasal ve yasal adımları atıldıkça tekrar silahlara başvurmanın zemini kalmayacaktır. (...) KCK faaliyetlerinin yasallık kazanmasıyla PKK'nin Türkiye sınırları dahilinde faaliyet göstermesine gerek kalmayacaktır. Her bakımdan legal demokratik siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel faaliyetler esas alınacaktır."(a.b.ç.) Görüldüğü gibi Yol Haritası ne PKK güçlerinin dağıtılmasını, ne de "dağdan inmesini" öngörüyor.


PKK'nin devrimci ve antikapitalist karakteri


"Dağdan iniş"in sağlanması önerisinin bir diğer sorunlu yanı da, PKK silahlı güçlerinin istenildiği gibi manevra edilebilecek bir "sürü" olarak görülmesidir. Sanki PKK silahlı güçlerinin mensuplarının hiçbir siyasi düşüncesi yokmuş, "iş-aş" verildiğinde silahlarını bırakıp, paşa paşa teslim olacak köylü kitlesiymiş gibi görülmeleri, PKK'yi PKK yapan siyasi, felsefi, sosyal ve kültürel dünyanın varlığını kabullenmemektir. Son derece paternalist bir devlet anlayışının sonucu olan bu yaklaşım, TESEV raporunu belirlemektedir.

Aynı zamanda PKK silahlı güçlerinin varlığının, Türkiye'deki Kürt nüfusun küçümsenemeyecek bir kesimi için varoluş güvencesi olduğu, hatta Kürt nüfusun yerleşik olduğu bölgelerde olan fiili olağan üstü hal durumunun Türkiye'nin batısında da kurulmasını engellediği, görece demokrasinin uygulanmasına izin verilmek zorunda kalınmasını sağladığı da görülmelidir. Nuray Mert'in dediği gibi, modern ve seküler bir güç olan Kürt siyasi hareketi, PKK silahlı güçleri sayesinde bilhassa Kürdistan'da laik yaşam tarzının ve feodal ilişkilerin geriletilmesinin de bir güvencesi haline gelmiştir.


Abdullah Öcalan'ın geliştirdiği ve PKK öncülüğündeki Kürt siyasi hareketinin kabul ettiği Demokratik Konfederalizm ve Demokratik Özerklik siyaseti, bölgedeki radikal demokrasi deneylerinin tüm aksaklıklarına ve hatalarına rağmen, ulus devlet, iktidar ve gücün ötesinde Ortadoğu'yu kapsayan bir proje olarak, Türkiye'nin batısındaki demokrasi güçlerine, en başta Türkiye sosyalist hareketine "kopyalanması" gereken bir örnek durumundadır. Demokratik Konfederalizm ve Demokratik Özerklik, ulus devletin teritoryal sınırlarını sorgulamaya gerek bırakmadan, devlete rağmen devletin ötesindeki yapılanmalara gidişin, Paris Komünü geleneğinin yeniden yaşama geçirilmesinin olanaklarını sunmaktadır. Demokratikleşme ile kapitalizmin aynı anda var olamayacağı tespiti üzerine kurulu olan bu proje, demokratikleşmeyi bir süreç olarak algıladığından ve bu şekilde kapitalizmi aşacak bir dönüşümü olanaklı kıldığından, hem devrimcidir hem de antikapitalisttir. Bu nedenle Türkiye sosyalist hareketinin bu projeye bugüne kadar sahip çıkmamış olması, anlaşılır değildir.


Ezilenlerin 'demokratik ulus'ta buluşmaları


Türkiye'nin batısında HES karşıtı hareketlerden siyanür karşıtlarına, emek hareketinden sosyalist güçlere, feministlerden vicdan özgürlüğü taraftarı dindar kesimlere, LBGT hareketinden Alevilere ve Romanlardan gayrimüslim "azınlık" gruplarına kadar geniş bir kesim, Kürt halkı ile birlikte Türkiye'deki egemen rejimin mağdurlarını oluşturmaktadırlar. Bu kesimlerin, hiç kimsenin ulusal, etnik, dini kökenlerine, ten rengine, cinsiyetine ve cinsel yönelimine bakılmaksızın eşit ve özgür yurttaş olmalarını temel hedef edinecek, gerici ulusçuluk yerine "demokratik ulusu" öncelleyecek, eşitlikçi, özgürlükçü, antimilitarist, demokratik ve sosyal bir anayasanın, yeni bir Türkiye için toplumsal sözleşmenin oluşturulması amacıyla bir araya gelmeleri, günümüz Türkiyesi'nin en ivedi gereksinimi haline gelmiştir. Türkiye toplumundaki milliyetçi-muhafazakar çoğunluğa rağmen böylesi bir demokratik ve sosyal anayasa hareketinin kurulmasının ve etkisini geliştirmesinin olanakları mevcuttur. Ve böylesi bir hareket, Kürt siyasi hareketinin eşit göz hizasındaki doğal müttefiki olarak, Türkiye'nin dönüşümünü sağlayacak önemli bir siyasi güç olacaktır.


Bunun içinse "dağdan iniş"in değil, dağın ovalara, köy, kasaba ve kentlere inmesi, yani radikal demokrasi uygulamalarının, Demokratik Özerklik esaslarının, komünlerin ve kurtuluşçu, seküler ve eşitlikçi yapıların oluşması zarurîdir. Yani Paris Komünü esaslarının partilerden örgüt ve sendikalara, iktisadî yaşamdan toplumsal yaşama kadar, insana dair ne varsa, her yerde uygulamaya sokulması ve yoksul ve emekçi halkın doğrudan katılımı hedefleyen bir demokratikleşme mücadelesinin hedeflenmesi gerekmektedir. İşte o zaman PKK "Türkiyeli'leşebilecektir."


Gerçekçi değil mi? Peki, gücümüz yetmiyor diye sosyalizmi kurmaktan, bu uğurda mücadele vermekten vazgeçiyor muyuz? Tam tersine, bu hedefimizle bugün ve burada, verili koşullar altındaki iyileştirmeler için kavga veriyor, gündelik siyasi yaşama katılıyoruz.


Kanımca asıl gerçekçi olmayan, PKK silahlı güçlerinin "dağdan indirilmesi" ile Kürt sorununun çözülebileceği düşüncesidir. Gerçekçi olursak eğer, "dağın" Türkiye'nin her yerinde oluşmasını hedeflemeli, "ulusu" politik olmaktan çıkarıp, özele indirgeyerek, insanın tarihini yazmaya başlamalıyız.


* * *


Önümüzdeki günler sayılı. Ülkeyi ve dolayısıyla Ortadoğu'yu yangın yerine çevirme potansiyeli olan bir gelişmeye gebe bugünler. 15 Temmuz sonrasında Türkiye karar vericilerinin krizden çıkış için nasıl bir yol izleyecekleri belli değil. Cengiz Çandar'ın seslendiği devlet aklının, yapılan önerilere kulak vermesi yaşamsal önem taşıyor. Ancak devlet aklı imha ve yok etme siyasetinde karar kılarsa, ki PKK'yi yok etmek bugünkü şartlarda ancak yeni bir jenosid ile olanaklı olacaktır, 12 Haziran seçimleri öncesi Mahmut Alınak'ın bir yazısında dikkat çektiği senaryonun gündeme gelmesine neden olabilir.


Hiç kuşkusuz, ülke bıçak sırtında. Şimdiden tarafımızı doğru seçmek, doğru karar vermek zorundayız. Ya tarih yazacağız ya da "yeryüzünün lanetlilerinin" acı talihini paylaşacağız.


Uslanmaz bir sosyalist olarak, ben tarih yazmaktan yanayım. Ya siz?


BİTTİ

Dağdan İnmek mi, Dağın İnmesi mi?-1

Cengiz Çandar'ın TESEV için kaleme aldığı raporun eleştirel bir okuması

Gazeteci ve yazar Cengiz Çandar'ın "Dağdan İniş-PKK Nasıl Silah Bırakır? Kürt Sorunu'nun Şiddetten Arındırılması" başlığı altında TESEV için hazırladığı rapor hayli tartışıldı, tartışılıyor da. Raportör ve TESEV, raporun "karar vericilere yol gösterici bir işlevi" olduğunu vurguluyorlar ve rapor sayesinde "Kürt sorununun şiddetten arındırılarak nihai çözümüne kavuşturulmasıyla, bu içerikteki çalışma ve raporların gereğinin kalmamasını" umduklarını belirtiyorlar.


Rapor, kullanılan dil ve Kürt sorunundaki mevcut paradigmanın geçersizliğini savunması, bu noktada şimdiye kadar resmi dilde kullanılmamış ifadelere yer vermesiyle dikkat çekiyor. Yapılan tespitlere ve önerilere yüzeysel bakıldığında, şiddetten arındırılmış bir dille bir soruna yaklaşıldığı izlenimini veren raporun, eleştirel, özellikle "sol"  bir okumayla ele alındığında ise bir hayli sorunlu olduğu ortaya çıkıyor.


Bir kere raporun asıl sorunlu olan yanı, "o halde PKK'nin silahları nihai olarak susturması, bir başka deyişle 'dağdan iniş' nasıl sağlanacaktır?" sorusunu sorarak başlamasıdır. Bu şekilde asıl sorulması gereken temel soru, yani başta Kürt sorunu olmak üzere, ülkenin boğuştuğu tüm sorunları tetikleyen Türkiye'nin yapısal kurgusunun sorgulanması es geçilmekte, PKK'nin dağdan indirilmesinin Kürt sorununu çözecek yegane yol olduğu telkin edilmektedir.


Çandar "Çünkü PKK çözülmeden, ve dolayısıyla onun tartışmasız ve rakipsiz 'tek otoritesi' konumundaki Abdullah Öcalan'ın durumu ele alınmadan ve PKK'nin silahları bırakması sağlanmadan, Kürt sorununun çözülmesi imkansızdır" kesin tespitiyle devlet paradigmasına bağlı kalıyor ve güya yeni paradigma olarak "PKK'nin silahsızlandırılmasını" öneriyor.


Ana mantık: 'Talimatla çöz!'


Raporun ana mantığının vurgulanması için sıkça Abdullah Öcalan'ın tek karar verici olduğu kanıtlanmaya çalışılıyor. Örneğin 16. sayfada "Öcalan, PKK'nin tartışmasız ve rakipsiz lideri konumunu 'ağırlaştırılmış müebbet hapis hükümlüsü' olarak pekiştirmiş ve PKK'nin silahlı mücadelesinin son bulması konusunda nihai karar mercii durumuna gelmiştir" diyerek, bunun altı çiziliyor. Öncelikle bilimsel metodolojiye dayandığını iddia eden bir rapordan, Abdullah Öcalan'ın mahkumiyetine sebep olan Türkiye hukuk sistemini de bir biçimiyle evrensel hukuk ve demokratik hukuk devleti esasları ile karşılaştırma yaparak kısa bir değerlendirmeye almasını beklemenin yanlış olmadığını vurgulamak gerekir. Rapor mahkumiyeti, başta TMK olmak üzere mahkumiyete neden olan yasaları ve muhakeme biçimini hiçbir şekilde sorgulamıyor. Halbuki böylesi bir sorgulama, en azından burjuva demokrasilerinin hukuk normları açısından yapılacak bir karşılaştırma, kuşkusuz raporun bilimselliğine katkı sağlardı.


Çandar'ın Abdullah Öcalan konusunda yaptığı liderlik tespiti muhakkak ki yanlış bir tespit değil. Ancak Çandar, Abdullah Öcalan'ın verdiği veya vereceği kararlarda Kürt halkı içerisindeki farklı dinamiklerin ve bilhassa Kandil'in ne kadar önemli olduğunu, Öcalan'ın görüşlerini geliştirirken bölgedeki gelişmeleri ve tarihsel bağlantıları ne denli önemsediğini hiç dikkate almıyor. Böylelikle devlet tarafından da telkin edilmeye çalışılan "lider kültü", "İmralı'nın talimatlarıyla hareket ediliyor" söylemi güçlendirilerek, Öcalan ve Kürt siyasi hareketi arasındaki, birbirlerini karşılıklı olarak etkileyen ilişkinin önemi yok sayılıyor.
Bu noktada rapora karşı bazı çekincelerini ifade eden Nuray Mert'e kulak vermek gerekir: Mert "Ancak bir lideri lider yapan temel etkenin onun toplum ile kurduğu iletişim, yani adına itiraz ettiği toplumun sesini duyurma kabiliyeti olduğunu unutmamak gerekir. Aksi halde, liderleri toplumların 'durduk yerde tapındığı' ve her söylediklerini dikte edecek birer 'buyrukçu' olarak görme hatasına düşeriz. O nedenle (...) Öcalan'ın sembol olarak yerini ve kilit rolünü hesaba katmak başka şey, bunun üzerinden hesap yapmak başka..." diyerek, raporda "Talimatla hareket etsinler, mesele çözülsün" mantığının aldığı merkezi konuma dikkat çekiyor. Mert son derece haklı, çünkü "PKK, BDP, Kürtler İmralı'daki caninin talimatlarıyla hareket ediyorlar" demek ile, "Öcalan emir versin, bu iş çözülsün" demek arasında hiçbir fark bulunmamaktadır. Ve raporda bu mantık bir kırmızı çizgi gibi baştan sona değerlendirmeleri belirliyor.

Önerilen paradigmanın neresi 'yeni'?

Çandar'ın "yeni paradigma" olarak sunduğu ve PKK'nin artık "Son Kürt İsyanı" olarak algılanması gerektiği tespiti de bir hayli sorunlu. Bir kere ABD ordusunun Stratejik Araştırmalar Enstitüsü gibi devlet aklını temsil eden kurumları referans olarak göstererek yapılan "isyan" ve "terörizm" tanımları izafidir, çünkü devletlere egemen olan aklın koydukları siyasi tanımlamalardır. Bu açıdan raporu, bir devletin "Güvenlik Siyaseti" için hazırlanmış olan bir metin çerçevesinde okumak yanlış olmayacaktır, ki bu da raporun bilimsel tarafsızlığı olmadığını kanıtlamaktadır.

Burada sözü gene Nuray Mert'e verelim: "PKK öncülüğündeki hareket, kendinden önceki isyan hareketlerini 'feodal' çerçevede ve ölçekte kalan hareketler olarak değerlendirerek yola çıktı. Bu çıkış, hareketin, sol siyaset bakışına dayalı ve sınıfsal dinamikleri vurgulayan bir hareket olması çerçevesinde değerlendirilebilir. Ancak bu çıkış aynı zamanda, hareketin 'ulusçu' karakterinin de ne denli 'modern' bir anlayışla yola çıktığını ve kendinden öncekilerden bu noktada ne kadar farklı olduğu gerçeğine işaret ediyordu. (...) O nedenle, bu 'Kürt isyanı' tabiri ve anlayışı yerine, 'Kürt siyasal hareketi' tabiri ve anlayışını koymayı daha doğru buluyorum."

Kanımca Nuray Mert iki temel noktada getirdiği çekinceler ile raporun özünü ve Kürt sorununun çözümü için taşıdığı sağlıksız bakış açısını ortaya çıkarmış. Bu da raporda yer alan "yeni paradigma" anlayışının aslında "yeni" olmadığını, tam aksine günümüz kapitalizminin yeni güvenlik siyaseti paradigması olduğunu göstermektedir.

Getirilen "isyan" tanımı olunca, bu tanımın mantıksal sonucu da "isyanın sona ermesi/erdirilmesi" olmakta ve Kürt siyasi hareketinin toplumsallaşarak (N. Mert) ileri sürdüğü siyasal ve toplumsal talepler ile Fırat'ın doğusundaki toplumsal dönüşüm bütünüyle yadsınmaktadır. Kürt sorununun gerçek çözümünü olanaksızlaştıran ise, tam da bu yadsımadır.

Gerçi Çandar raporunda örneklerle PKK'nin sol arka planını teslim etmekte ve 1995 sonrası değişimine atıfta bulunmaktadır, ama PKK'nin ve dolayısıyla Kürt siyasi hareketinin bugüne kadar gerçekleştirdiği dönüşümünü, Kürt halkının modernleşmesine yol açan etkinliğini, bölgedeki radikal demokrasi deneyimlerini ve parlamento -sokak- yerel demokrasi bütünselliği ile bu bütünselliğin "Kandil" üzerinde olan etkisini gözardı ederek, güya psikolojik çözümlemelerle demagojik telkinlere başvurmaktadır. Aslına bakılırsa, mantık silsilesi içerisindeki tutarlılık (!) da başka bir sonuca yol açmamaktadır. Güvenlik siyaseti paradigmasının "isyan" ve "talimatla hareket eden örgüt" tanımlamaları, kalkışmalara karşı uygulanması gerekli görülen devlet tedbirlerinin teorik temellerini koyan enstitülerin yaptıkları gibi "isyanın psikolojik boyutunu" örneğin bir Bejan Matur'dan yapılan alıntılarla açıklamaktan ve "lider kültü", "güvercinler-şahinler" ve "kutsal üçleme" gibi propagandatif ayırımlarla güya iç dinamikler analizini yapmaktan başka bir yol da bırakmamaktadır.

Müzakere anlayışları

Raporun 40. ve 83. sayfaları arasında kalan bölümleri tek tek ele almak hayli çekici gelse de, bazı tarihsel süreçleri aktarmaları ve raporun ana mantığını gerekçelendirmeye yönelik olmalarından dolayı, bundan vazgeçmek gerekti. Hoş, bu bölümün "Çözüm aracı olarak müzakere" gibi, Kürt siyasi hareketinin temsilcilerince de ifade edilen bir taleple başlaması, yüzeysel olarak bakıldığında, Türkiye'de Kürt sorunu bağlamındaki tartışmalarda önceki yıllara nazaran "ezber bozulmaya başladı" umutlarını yeşertebilir. Belirli konuların nihayet konuşulabildiği elbette teslim edilmeli, aynı TESEV'in ve raportörün iyi niyetli olmaları gibi. Ancak "ezber bozulmasının" ya da her şeyin artık konuşulabilir olmasının devlet büyüklerinin tanıdığı bir lütuf veya gerçekleri kabullenmeleri nedeniyle olmadığı, Kürt siyasi hareketinin toplumsallaşmasının ve fiili radikal demokrasi uygulamalarının dayattığı bir sonuç olduğu unutulmamalıdır.

Cengiz Çandar bu gerçeğe hiç değinmeden, devletteki karar vericilerin PKK'nin dağdan inmesini sağlamak için Abdullah Öcalan ile "müzakereye" oturmasını önermektedir. Doğru, Kürt siyasi hareketinin temsilcileri de aynı talepte bulunmaktadırlar. Ancak Çandar'ın "müzakere" anlayışı ile Kürt siyasi hareketinin müzakere anlayışı ve "nelerin müzakere edileceği" aynı şeyler değildir.

Çandar, raporunun 55. sayfasında Pratik Sonuçlar başlığı altında, "Devlet-Abdullah Öcalan görüşmelerinden" çıkarılması olanaklı olan genel sonuçları şöyle sıralamakta:

"1. İmralı'da Abdullah Öcalan ile sürdürülen diyalog, sorunu nihai olarak çözme amacına yönelik müzakereye dönüşmelidir;

2. Söz konusu amaçla yürütülecek müzakereler, Abdullah Öcalan'ın geleceği üzerine görüşmeyi de içermelidir;

3. Müzakere sürecinde, PKK'nin bölünmesi ya da zayıflatılması taktikleri üzerine yoğunlaşmaktan kaçınılmalıdır. Zira bu denenmiş ve sonuç vermemiş bir yaklaşım olmuştur. PKK'nin bölünmesi ya da zayıflatılması üzerine kurgulanacak bir müzakere yöntemi, gerek örgüt içinde bütünleşme ve dayanışmayı artıran bir sonuç verdiği ve tersine şiddet tırmanışını teşvik ettiği ve gerekse Abdullah Öcalan'ın üzerinde tasarlanan biçimde sonuç vermediği için, uygulanmamalıdır. (Bu tasarlanan sonuç alınsaydı, uygulanabilirdi diye okunabilir mi acaba?)

4. Bunun yerine, Abdullah Öcalan'ın örgütsel bütünlüğe sahip bir PKK üzerindeki otoritesini 'dağdan iniş'e yöneltecek mekanizmaların kurulması üzerinde durulmalıdır."

Yüzeysel bakıldığında hepsi "doğru" olarak tanımlanabilecek genel sonuçlar da, ne yazık ki aynı mantığın bir devamıdır. Sonuç olarak Abdullah Öcalan'ın bir "mesih" gibi buyrukta bulunması ve "PKK'nin dağdan inmesiyle" Kürt sorununun nihai çözümüne kavuşacağı beklenmektedir.

Öneriler iyi, ama...

Cengiz Çandar raporunu "dağdan inişi" sağlamak amacıyla bir dizi öneri ile bitirmiş. Önerilere baktığımızda, bunların Abdullah Öcalan'ın devlet yetkililerine verdiği ve 15 Ağustos 2009 tarihli Yol Haritası'nda yer alan "Demokratik Çözüm Planı" ile benzerlikler dikkat çekiyor.

Abdullah Öcalan sunduğu demokratik çözüm planının ana hatları üzerine devletin tüm kurumlarıyla hükümetin mutabakatının oluşması ve Kürt tarafı ile demokratik güçlerin de desteğinin alınması koşuluyla Birinci Aşama olarak şunları öneriyor: "PKK'nin çatışmasızlık ortamını kalıcı olarak ilan etmesi. Bu aşamada tarafların provokasyonlara gelmemeye, güçleri üzerindeki kontrolü sıklaştırmaya, kamuoyunu hazırlamaya devam etmeleri gereklidir."

Öcalan "Demokratik Çözüm Planı" der ve bu planın ana hatları üzerinde geniş bir mutabakatı zorunlu görürken, Çandar'ın raporunda çözüm olarak salt "dağdan inişe" odaklanması ve "demokratik çözümü" anmaması dikkat çekici. Mandela ile yapılan bir karşılaştırma ile bağlantılı olarak "PKK'nin zayıf konumda müzakereye çekilmesi" yaklaşımı da, alıntı yaptığı güvenlik siyaseti enstitülerinin yaklaşımlarıyla örtüşüyor.

YARIN: Devlet merkezli yaklaşım

AKP Değişime Direniyor


Türkiye kritik bir tarihi eşikten geçiyor. Türkiye’yi yönetenler ne kadar bunun farkında diye sorulabilir. Geniş bir kesimin bunun farkında olmadığı açıktır. Özellikle iktidar olan ve iktidarın nimetlerini ve gücün cazibesini paylaşanlar durumdan son derece memnun. AKP’ye yakın ve ona destek veren basın kesimi ise, hala muhalefeti hedef almakta ve AKP önünde engel gördükleri her kesimi bertaraf etmekle meşguller.

Kürt sorunu onlar için can yakıcı ve tarihsel olarak çözülmesi gereken bir sorun olmaktan çok, AKP’yi rahatsız etmemesi gereken bir sorun. AKP’nin çizdiği sınırlar dışına çıkan BDP ve diğer Kürtler kötü Kürtlerdir ve tutuklanmaları, ezilmeleri olağandır. İktidar ve güç birikimi arttıkça kendilerine güvenleri artmakta ve değişimi, demokratikleşmeyi bir fazlalık olarak görmektedirler. AKP yandaşı basın üçüncü defadır iktidar olan ve yüzde elli oy almış bir iktidarı eleştirerek, demokratik talepleri yükselterek ülkenin önünü açma yerine hala AKP’nin önünü açmakla uğraşmaktadırlar.

Tüm Türkiye AKP’nin kontrolüne girsin. Tüm devlet kadroları AKP’li olsun. Tüm ihaleler ve hazine imkanları AKP’lilere sunulsun. Bu Türkiye’de bir değişimi ve demokratikleşmeyi ifade eder mi? Açık ki, bu tarzda iktidar olma ve devleti ele geçirme Türkiye’yi demokratikleştirmez. Bu açıdan Türkiye’yi yönetenlerin ve basının geniş bir kesimi tarihsel fırsatların pek de farkında değiller. Günlük çıkarlar ve iktidar nimetleri ufuklarını karartmaktadır.

Kürt tarafı barış ve demokratikleşme için oldukça istekli ve elinden geleni yapmaktadır. Güçlü bir kitle desteğine sahiptir ve kitlesi üzerinde etkilidir. Böyle dinamik bir kitle ve hareketin barış ve demokratikleşme yönünde gücünü kullanması büyük bir avantajdır. Bu gücü değişimin motoru olarak görme yerine etkisizleştirilmesi gereken bir güç olarak ele alınmaktadır.

Önemli bir psikolojik savaş malzemesi olarak da kitle gösterilerine alınan tavır ve geliştirilen söylemdir. “BDP, mahkemeleri ve parlementoyu sokak hareketleri ve eylemlerle tehdit ediyor“ denilerek bu hareketlerden vazgeçilmesi isteniyor. Kitle gösterileri ve sokaklar neden hedefleniyor? Sokaksız ve kitlesiz bir demokrasi nasıl varolabiliyor? Kitle gösterileri neden demokrasi dışı görülüyor? Arap baharı ve oralardaki gösteriler coşkuyla verilmekte ama iş Kürtlere geldi mi mahkum ediliyor ve üstüne devlet güçleri salınıyor.

KCK adı altında binlerce insan tutuklandı. İnsan avı sürmekte ve sürekli evler basılıp insanlar tutuklanmaktadır. Bu insanların hiçbiri herhangi bir şiddet eylemine karışmış değildir. Devletin mevcut politikalarını benimsemediği ve Kürt kimliğine sahip çıktıkları için hedef alınmaktadırlar. AKP ve yandaşı basın bu tutuklama ve baskıları kamuoyuna kabul ettirmek için yoğun bir propaganda yürütmekdirler. Basın, bu baskın ve tutuklamaları sorgulamak ve eleştirmek yerine, polisin verdiği tek yanlı bilgi ve teşhiri esas almaktadır.

Bu nasıl bir demokratikleşmedir ki ezilen bir halkın politikacıları hak isteminde bulunduğu için suçlanmakta ve hapislere atılmaktadır. Üstelik hiçbir demokratik ülkede olmayan yüzde onluk bir baraj engeline rağmen BDP’nin aktif çalışanlarını tutuklamak nasıl bir demokratik anlayışa hizmet ediyor?

Bütün bu engellere rağmen seçilmiş milletvekillerini hapiste tutmak ve bunu olağanlaştırmak nasıl bir zihniyete sahip olunduğunu gösteriyor. İlginçtir yine hükümet yandaşı basın organları bu garabeti ortadan kaldırmak için hükümetin harekete geçmesini istemek yerine BDP’yi suçlamayı tercih ediyorlar. YSK’nin seçimlere girmesine izin verdiği ve halkın seçtiği temsilciler salıverilmiyor ve bunu kabul edin deniliyor. Boykot ve protesto gibi gayet meşru ve demokratik tepkiler de suçlanıyor ve nasıl itiraz edersiniz diye yaygara yapılıyor. Meclisi ve devleti tehdit ederek siyaset yapamazsınız deniyor. Meclise gelin, orada çözüm arayın deniyor.

Mecliste nasıl bir çözüm aranacak? Meclis ve çoğunluk ortada. Doğal olarak AKP’nin sorumluluk alıp harekete geçmesi gerek. Ama böyle bir niyeti yok. Üstelik bu salıvermeme hükümetin bilgi ve onayı dışında da değil. Muhalefeti istediği gibi sıkıştırma ve gündemi istediği gibi yönlendirme keyfiyeti ortada. Burada ne bir iyi niyet ne de demokratik bir tutum görülmekdir. Güç ve çoğunluk bende istediğimi yaparım anlayışı belirgindir.

Görüldüğü gibi hükümet ve yandaş medyası yaşanan tarihselliği ve çıkan fırsatları iyi okumamaktadır. Kürtlerin ve Türkiye’nin bu değişim isteğini arkasına alıp hızla yeni bir anayasa üzerine yoğunlaşması ve anti demokratik yasaları ayıklaması gerekirken muhaliflerini nasıl sıkıştıracağını hesaplamaktadırlar. AKP ya tarihsel bir değişime ve çözüme damgasını vuracak ya da sorunları sürümcemede bırakıp zamanla aşılacaktır. 

Muzaffer Ayata

Öneş: Krizin Sorumlusu AKP

Yeni_Özgür_Politika MİT eski Müsteşar Yardımcısı Cevat Öneş: Hatip Dicle ve tutuklu bulunan diğer milletvekilleri, halk iradesiyle seçilmişlerdir. Bu durumda seçilenlerin parlamentoya girmesi gerekir. Siyasi iktidarın, hukuki eksiklikleri çok kısa sürede değiştiren bir irade beyanı ortaya koyarak, yemin etmeme gibi sonuçları sakıncalı olacak durumları yaratmaması gerekirdi.”

Bir türlü ‘olağan’ koşullara dönemediğimiz Türkiye’nin, Büyük Millet Meclisi ‘Egemenliğin ait olduğu millet’in seçimine rağmen eksik vekillerle açıldı. Önünde anayasa, Kürt meselesinin demokratik-barışçı çözümü gibi sorunlar olan Meclis, günlerdir daha öncelikli bir demokrasi krizini aşmak için formül üretmeye çalışıyor. Kısa zamanda aşılacak gibi görünen krizin belki bir yararı da olacak ve yeni anayasayı beklemeye tahammülü olmayan öncelikli yasal düzenlemeler gündeme alınacak.

Ancak Hatip Dicle’nin vekilliğinin AKP eliyle düşürülmesinin, yasalar bahane edilerek KCK tutuklusu milletvekillerinin cezaevinde tutulmasının, bu süreçte Başbakan’ın “Tükürdüklerini yalayacaklar” gibi sözlerinin, seçimler boyunca tutturduğu üslupla birlikte ele alındığında Kürtlerde oluşturduğu güven kırılması herhalde uzun süre onarılamayacak. Bu koşullarda anayasanın nasıl yapılacağını, Kürt meselesinin nasıl çözümleneceğini, AKP iktidarına ilişkin, liberal kanatta da artan güvensizliği eski MİT Müsteşar Yardımcısı Cevat Öneş’le konuştuk.

AKP seçimden büyük destekle çıktı. Seçimden önceki çatışmacı sert üslubunu seçimlerden sonra da sürdürmekte. Bunu nasıl yorumluyorsunuz? 

 Süreci doğru okumak gerekiyor. Türkiye’nin siyasal tarihindeki gelişmeyi doğru okumak ve kavramak meselesi önemli. Gündemdeki bütün tartışmaları o perspektif üzerinden yapabiliriz. Cumhuriyetin kuruluşu, yeni bir modern sistemin oluşumu içersinde özelikle 1946 ve 1950 seçimlerinde tek partili hayatın sona ermesi, demokratik bir sistemin başlaması bakımından çok önemli. 2002 seçimlerini ise vesayetin kırılma noktası olarak ele alıyorum. 12 Eylül 2010 referandum süreci, Türkiye’nin değişimci yapısını göstermesi bakımından önemliydi. 12 Haziran seçimleri ise hemen her temel konuda halkın, değişimci sese olumlu bir cevap verdiğini gösteriyor. AKP’nin aldığı yüzde 50 oy, muhafazakar kimliğin kendini AKP’nin siyasal hareketinde gördüğünü veya değişimi en çok o cephede gördüğü için desteklediğini gösterdi. BDP’nin oyunu yükseltmesi, bölge insanının sorunun çözümü için BDP’ye yeni bir irade verdiğini göstermektedir. CHP’deki oy oranında artış ise değişimden yana olanlara parlamentoda yeni bir görev verdiğini göstermiştir. Bu seçimler Türkiye tarihinde bir kavşak meselesidir. İşte bu kavşak meselesinden çıkış önemlidir.

İktidarın, toplumun verdiği bu mesajı yeterince algılayamadığını mı düşünüyorsunuz?

  İkinci bir tespiti de yaparak bu sorunuza cevap vereyim. Siyasal partiler farklı derecelerde de olsa sürece yeterince cevap verememişlerdir. Sivil yönetimlerin de, vesayet iklimi içersinde gelinen noktada kendilerini ciddi bir şekilde özeleştiri süzgecine koymaları gerekiyor. 2002 seçimleriyle başlayan AKP dönemi, özellikle 1999 Avrupa aday üyeliğiyle başlayan 2005’e kadar devam eden dönemde, demokrasiye nitelik kazandırma mücadelesiyle meşruiyet kazandı. Buraya kadar ifade ettiğim nokta; Türkiye siyasal hareketlerindeki demokrasi kültürünün yetersizliği.

AKP bu demokratik zihniyete sahip değil mi?

  AKP milli görüş geleneğinden geldi. Bir değişim geçirerek bu gömleği çıkardı. 2002 seçimleriyle iktidar oldu. Küresel konjonktür ve Türkiye’nin dinamikleri çerçevesinde, AB rüzgarından yararlandı ve kendi kimliğini bu süreç içersinde oluşturmaya başladı. Zaman içersinde kendisine muhafazakar - demokrat kimlik çerçevesinde ideolojik bir çerçeve çizdi. AKP bugüne kadar attığı olumlu adımlara rağmen ‘demokratik zihniyet’ konusunda yeterli performansı gösteremedi, o derinliği ülkenin gelişimi noktasına getiremedi. Diğer muhalefet partileri de böylesine zihniyet ve derinliğe sahip değildi. Ancak AKP’yi bir eleştiri süzgecine sokarken, vesayet sisteminin direnişini ve hala da devam eden bu yapısal sorunu dikkate almak gerekir.


Kürt meselesinin çözümünde hep ‘Türk kamuoyu’ gerekçe gösterildi. Artık bu gerekçe kalmadı mı?

  Son referandum ve seçim sonuçları Türk kamuoyunun bu meseleyi anladığını gösterir. Tüm siyasi hareketlerin, milliyetçi söylemlerle, kavramlarla oy potansiyellerini arttırma gayretlerine rağmen Türkiye toplumu “bu meseleyi çözün diye size oy veriyorum” dedi. Ben öyle okuyorum. Bana göre, artık siyasi partilerin milliyetçi kavramlarla oy devşirme dönemi kapanmıştır. Yani Türk kamuoyunu bahane etmek gerekçe değil. BDP’nin de meseleye bölgesel yaklaşımı ön plana çıkarmasının devri kapanmıştır. BDP de artık yalnızca kazandığı bölgelerle ya da belediyelerle ilgilenemez. Tüm Türkiye ile ilgilenecekler.

Hatip Dicle’nin milletvekilliğinin düşürülmesi AKP’li Haluk İpek’in başvurusuyla oldu. Başbakan da YSK kararını onayladı. Bu krizin bu kadar büyümesini mi beklemiyorlardı, yoksa aldıkları oya güvenerek, Anayasa dahil her konuda tek başına hareket etmeyi mi denediler?

  Hatip Dicle ve KCK davasında tutuklu bulunan diğer milletvekilleri, CHP’den seçilmiş diğer vekillerle birlikte bütünlüklü olarak baktığımızda, onlar halk iradesiyle seçilmişlerdir. Bu durumda normal olan; gelişmiş demokratik sistemlerde olduğu gibi seçilenlerin parlamentoya girmesi gerekir. Siyasi iktidarın, hukuki eksiklikleri çok kısa sürede değiştiren bir irade beyanı ortaya koyarak, yemin etmeme gibi sonuçları sakıncalı olacak durumları yaratmaması gerekirdi. Çözüm dilinin ortaya çıkması gerekiyor. Bu konuda birinci derecede sorumluluk iktidara düşüyor. Meseleye Türkiye ve küresel ölçekte bakmak gerekiyor. Bu dinamiklerin etkilediği kitlede ortaya çıkan irade; değişimi, dönüşümü ve çözümü zorlamaktadır. Bu kaçınılmazdır ve bundan dönüş yok. Bu talebe cevap veremeyen siyasal iktidarlar da önümüzdeki dönemde zayıflayacak ve değişimi kendi içersinde yaşayacaklar.

Ama ‘çözüm’ konusunda somut adım atmayan iktidar katlanarak desteğini artırdı…

  Sorunun çözümü çok nitelikli bir alt yapı ve irade gerektiriyor. İçinde bulunduğumuz şartlarda böylesine derinlikli bir kültürel bir yapı ve politika üretimi henüz yok. Sorunları çözmekle yükümlü siyaset henüz bu dinamiklerle uyumlu değil. Seçimlerle ortaya çıkan süreç, bu dönemin öncekiler gibi yönetilemeyeceğini, farklı bir paradigmanın uygulanması gerektiğini ortaya çıkarıyor.

Bu olmazsa dört yıl sonra bu destek kalmaz mı diyorsunuz?

  Kesinlikle kalmaz. O bakımdan, AKP’nin seçimlerdeki milliyetçi söylemlerle değerlendirilmemesi gerektiğini düşünüyorum. Çünkü birinci derecede anayasayı vurguladı. Yeni bir anayasanın öncelikli mesele olması çok önemli, çünkü yeni diğer siyasi partiler ve diğer kesimlerle uzlaşılarak yapılabilecek bir konu. O bakımdan eksik söylemlere, yanlış bazı adımlara rağmen partiler arası ilişkilerin gelişebileceği ve olumlu adımların atılacağını umut ediyorum. Ancak burada BDP ile ilgili değerlendirmeleri de, iktidara paralel şekilde yapmak gerekiyor. BDP de bu süreçte ana muhalefet partisi değildir ama ana muhalefet partisi rolü derecesinde önemli bir yer işgal etti. Hatta yeni anayasanın inşasında ve siyasal, hukuki ve idari yapının değiştirilmesi ve kurumsallaşmasında BDP’nin yapıcı politikası öncelikle tayin edici olacaktır.

Öcalan, devletle yapılan bir protokolden bahsediyor ve görüşmelerin önemli bir aşamaya geldiğini söylüyor. Öyleyse bu uzlaşmanın siyasete yansımasına kim engel oluyor?

  Öcalan’ın bu şartlarda bir protokol yaparak anlaştığı konusunu ben biraz iyimser buluyorum. Ama Öcalan’ın da ifade ettiği gibi görüşmeler nitelikli olmaktadır, kapsayıcı ve gelişme kaydetmektedir. Yeni anayasanın felsefesi ve temel ilkelerinin açıklanması ile birlikte Öcalan’la yapılan görüşmelerin de devamlılık kazanacağını ve sürekliliğe sahip bir müzakere şeklinde oluşacağını tahmin ediyorum.

Niye bununla paralel gitmiyor iktidarın tavrı?

  Kürt meselesi, Türkiye’nin iç politikasında ciddi bir şekilde kullanılabilen, tüm siyasetleri çok etkileyen bir olay. Hatta iktidarın varlığını etkileyen bir olay. İktidarın kendi içerisinde gruplaşan milliyetçi yapının dahi bu mesele içerisinde konuşulması, değerlendirilmesi gerekiyor. Başbakanın milliyetçi sloganlarla oy çoğunluğuna dayanan, anayasa değişikliği için ihtiyaç duyduğu milletvekili sayısını yükseltmeye dayanan taktiksel seçim performansını gördük. Bana göre bu yapılmasaydı daha demokratik adımlar atsaydı, AKP’ye daha fazla oy kazandırabilirdi. İktidarın adımları, Bakanlar Kurulu oluştuktan ve parlamento işlemeye başladıktan sonra doğru şekilde izlenebilir.

Mevcut ‘fırsat’ın heba edilmemesi için nasıl bir perspektif gerekiyor?

  Meselelere dinamikler açısından baktığımız vakit, siyasi iktidar biliyor ki; artık PKK meselesi barışçıl bir şekilde dönüşüme uğramak zorundadır. PKK biliyor ki; artık silahla hak talep etme süreci sona ermiştir. Gerek Türkiye’nin iç dinamikleri açısından, gerekse bölgesel ve küresel dinamikler açısından da bu böyledir. Çok canımızı acıtan sonuçlar ortaya çıkmıştır ama PKK siyasal bir harekettir ve hedefi; bir hak talebini ortaya çıkarmaktır. Hedefini ayrılmak olarak ortaya koymamıştır. O halde böylesine bir yapı içersinde ve karşımıza fırsat olarak yeni anayasa meselesi çıkmıştır. Yeni anayasa demek, toplumsal uzlaşı demek. Türkiye Cumhuriyeti Kürt-Türk birlikteliği temelinde oluşturulmuştu. 1920’nin uzlaşısı; Kürtlerin bu ülkenin ‘azınlık unsuru’ değil, ‘asli unsuru’ olduğu şeklindeydi. Asli unsur olan ve Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran bir yapının, bir milletin bugün hedefi ne olabilir? Amacı sadece Türkiye’nin gerçekten eşit demokratik vatandaşlarının oluşturduğu, üreten mutlu olan bir yapı.

Peki neden Başbakan sürekli kamuoyuna tersi bir mesaj veriyor? Bu nedenle Kürtlerle arasında ciddi bir güven krizi doğdu. Bu nasıl aşılacak? 

 Bu noktaya Cengiz Çandar’ın son TESEV raporunda da değiniliyor. Kürt sorununun çözülmesi için çok nitelikli bir demokrasiye geçmek gerekiyor. Derinlikli bir demokrasi gerekiyor. Yani paradigmanın yüzde yüz değişmesi gerekiyor. Kürtlere, Alevilere, azınlıklara bakışta yılların tortuları var, ama bu tortular kitleler üzerinde değil, toplumsal değişim iradesine rağmen siyasette var. O paradigma değişmiyor ve o paradigma içerisinde siyasal parti çıkarları veya siyasal hareketlere hakim olan grupların güçlerin çıkarları ön planda. Paradigmanın değişmesi demek, zihniyetin değişmesi demek.

Bu noktada siyasi iktidar, siyasi partiler hazırlıklı değiller ama hayat zorluyor. Değişecek ve değişmek zorundalar. Bütün mesele bu, yani sürecin kısa veya uzun olması. Şimdi işte burada Sayın Başbakanın ustalık hükümetini göreceğiz.

İktidar hangi adımları atmalı ki uzlaşma zemini doğsun?

  ‘Ustalık hükümeti’ de bana göre ilk olarak; tutuklu milletvekillerimizin sorununun çözüleceğine ilişkin adımlar atmalı. Mesela yeni anayasayı beklemeden, Terörle Mücadele Kanunu’nun değiştirilmesi gereken maddeleriyle ilgili, seçim kanununun değişmesi gereken maddelerinin değiştirilmesi, ceza muhakemeleri kanununun tutukluluk süreleriyle ilgili maddelerinin değişmesi, Özel Yetkili Mahkemelerin kaldırılması gerekir.

Yakın zamana kadar AKP’ye destek vermiş aydınlardan bazıları, AKP’nin yeni anayasayı da kendi iktidarını tahkim etmek üzere oluşturmak isteyeceği, demokratik ilkelerden uzaklaştığı görüşünde. Siz bu yorumlara katılıyor musunuz?

  Katılmıyorum. Bunların doğruluk payı var. Ama vesayet sisteminin çeşitli taktiksel yaklaşımlarla AKP’yi bitirme konusundaki ısrarı karşısında AKP kendisini savunmak durumunda kalıyor. Bir de açıkça ifade edelim; Türkiye’nin siyasal yapısında iktidar olan siyasetlerin hakim olma duygusu ve demokrasi kültürünün kurumsallaşmamasının yarattığı bir durum. AKP’nin tek hakim güç olabilmesine, küresel dengeler de, Türkiye’nin demokratikleşme dinamikleri de müsaade etmez.

Bunun tam tersi bir yorum da var. Suriye başta olmak üzere bölgesel gelişmeler nedeniyle, Ortadoğu’da kendisine biçilen rol ve bunun üzerinden açılmış krediye dayanarak AKP’nin Kürt meselesinde bu milliyetçi ve çatışmacı üslubu seçtiği yönünde…

  Bana göre bu doğru değil. Çünkü kendi iç sorunlarını çözemeyen bir siyasi iktidarın Türkiye’nin sınırları dışında hedefi olamaz. Yani, Kürt meselesini, Alevi meselesini yada diğer demokratik sorunlarını çözemediği takdirde Türkiye’nin o vizyoner dış politikasının hiç bir anlamı kalmaz. Ortadoğu’da cereyan etmekte olan gelişmeler esasında Türkiye için de riskler yaratan bir meseledir. Bu risklere karşı Türkiye’nin rolünü oynayabilmesi için -tabi ki burada özellikle de ABD-Türkiye ilişkileri çok ön plana çıkıyor- demokratikleşme standartlarını yükseltmesi, kendi sorunlarını çözmesi önemlidir.

Yeni anayasa meselesinde AKP, CHP ve MHP ‘ilk üç maddenin değişmezliğinde’ anlaşır gibi görünüyorlar. Bu durum da değişir mi?

  Nasıl bir Türkiye istiyoruz? Tüm mesele bu. Hele ki BDP, PKK açısından bir bölünmeden bahsetmediğimize göre, ayrı bir Kürdistan’dan bahsedemediğimize göre, biz etnik meseleleri de aşan bir yeni Türkiye’den bahsediyoruz. 21. yy’ın değerleri çerçevesinde meseleye yaklaşımdan bahsediyoruz. Böylesine temsilin yüksek oranda oluştuğu yeni parlamento içerisinde, yeni anayasa da yapılabilir. Anayasanın ilk üç maddesi dahil değiştirilebilir. ‘Değiştirilemez madde’yi kabul etmiyorum. Çünkü zaten bunlar da 1980 anayasasının ürünüdür. Türkiye ancak faşizme kaymada, bir diktatörlük yapısını oluşturmada veya otoriter, totaliter yapıların oluşturulması noktasında o maddelere karşı duyarlı olabilir ama demokratikleşmeye nitelik kazandırılmasıysa mesele, her şey değişebilir. Tek bayrak konusunda tartışma yok. Tek dil konusunda tartışma yok. Resmi dilin Türkçe olmasına itiraz yok. Ülke bütünlüğü konusunda tartışma yok.

O halde tartışılan ne?

  Kürtçe’nin resmi eğitim dili olarak kullanılması meselesi. Bunu ciddi tartışmamız gerekiyor. Senelerdir yanlış eğitilen bir toplumla farklı saplantıların ortaya çıkarıldığı bir iklim var. Bu zamanla aşılacak bir olay ama anayasada yasaklayıcı hiç bir hüküm bulunmayacağının garantisi anayasayla ortaya konur. Bana göre BDP’nin de, sivil toplum örgütlerinin de bu konuda da hassas olmaları gerekir.

Bir de ‘demokratik özerklik’ meselesi var. İçi doldurulmamış şekilde veya tartışıldığı gibi çoğulcu yapıyı reddeden, sanki PKK’nın gelip kontrol ettiği, tekli bir sistem gibi algılanan, Kürtlerin içinde bile tartışılmakta olan bir konuyu, tartışmalar sonuçlanmadan Türkiye kamuoyuna götürmek uygun değil. Esasında bu olay bir yerel yönetimler meselesi. Ama bu da süreç içerisinde gelişebilecek bir olay. Fransa’da, İspanya’da hala bu özerklik meselesi tartışılan, geliştirilen bir konu. Anayasayla yasaklanmamış, Türkiye demokratikleştikçe özerkliğini arttıran bir yapı ortaya çıkabilir. Ama bunun bir etnik yapıyla bağlantısı olmadığının da halka inandırıcı şekilde anlatılması gerekir. Bu konu da BDP’nin, PKK’nın hassas olması gerekir. Başbakanı eleştirirken, BDP’nin kendi milletvekillerine de bir çeki düzen vermesi gerektiğini görüyoruz. 

  İNCİ HEKİMOĞLU