19 Haziran 2011 Pazar

Fransa Kürtlere Saygılı Olmalı!

“Fransa, Kürtlere dönük politikasını gözden geçirmelidir. Bütün baskılara rağmen biz, demokrasiye saygı duruyoruz. Bize saygı duyulmadığında, bizler de buna göre tutum alırız. Biz şunu söylüyoruz; Fransa bu tutumundan vazgeçmelidir. Gidip Türkiye ile anlaşmalar, ekonomik pazarlıklar yapsın, ama Kürtler bir pazarlık aracı değildir.”
Yeni_Özgür_PolitikaKürt halkının onurlu mücadelesinin en yoğun ve sertleştiği çatışmalı süreçler 90’lı yıllarla başlar. Ülkede günlük yüzlerce kaybın yaşandığı, köylerin boşaltıldığı, gerilla ile TC güçleri arasında çatışmaların üst düzeye çıktığı 90’lı yıllarda, Kürt Özgürlük Hareketi’ne yönelik saldırılar ülkede olduğu gibi Avrupa’da da paralel bir biçimde gelişmeye başlar. Bunun ilk bayrağını Alman devleti çeker. Türk devleti ile kurduğu ekonomik siyasi çıkarlar, sattığı askeri malzeme bunun başlıca nedenlerinden biridir. Aynı dönem savaşın Kürt halkı üzerinde yaratmış olduğu bir diğer ezme politikası da zorla göçtür. Bu zorunlu göç alanlarından en büyüğü Almanya ve bunu diğer Avrupa ülkeleri takip eder.

Almanya, Kürt siyasetçilerine dönük yasak, baskı ve tutuklama girişimlerini 93’lerden sonra hız verir. Bayrak yasakları, kurum kapatmalar, gazete baskınları, televizyon kapatmaları vb. saldırılar yıllar içerisinde sistemliliğinden bir şey kaybetmeden devam etti. Aynı saldırı dalgası bir süre sonra Fransa’da da Kürt yurseverlere yönelir. Almanya kadar kapsamlı olmasa da toplu gözaltı ve tutuklamalar 93’te başlar. Savaşın en yoğun olduğu dönemlerde Avrupa’da yaşanan bu saldırılar, Fransa’da 2006 yılına kadar Almanya’daki gibi bir sistemlilik göstermemektedir. Fransa’da 2006 yılından itibaren “PKK terör listesindedir” gerekçesiyle devam eden sistemli bir saldırı konsepti gelişti. 2005 yılında “terörle mücadele” başlığı altında Fransa’da bulunan iç, dış ve genel istihbarat birimleri üst bir oluşuma giderek, Avrupa’nın diğer ülkeleriyle bir kordinasyon oluşturdu. Bu kordinasyonun oluşturulmasının temel amacı “terör örgütleri hakkında istihbarat paylaşımı” olarak tanımlandı.

Ardından, yine 2005 yılında Sarkozy’nın önerisiyle Fransa Terörle Mücadele Yasası’nın kapsamı genişletildi. Gözaltı süresi 96 saate çıkarıldı. Gerektiği durumda bu süre uzatılmaya açık bırakıldı. Terör kapsamına giren tüm soruşturma, inceleme, tutuklama ve gözaltı yetkisi Fransa’da bulunan dört anti terör yargıcına bırakıldı. Her türlü yetkiyle donatılan bu savcıların emriyle Kürt yurseverler, kurumları, politikacıları izlemeye alındı. Finasman, “terör örgütüne eleman kazandırma” vb. gerekçelerle 2006 yılından bugüne kadar 154 kişi gözaltına alınıp sorgulandı. Bunların büyük bir çoğunluğu 8 ayla 2 yıl arasında değişen sürelerde cezaevinde tutuldu. 5 yılı aşan sorgu süreci, günlük imzaya tabi tutma vb. tüm baskı ve sindirme politikasıyla kontrol altında bir Kürt hareketi yaratılmak istendi. Türkiye ile kurulan ekonomik-siyasal ilişkiler çerçevesinde operasyonlar yürütüldü. Halen 9 Kürt politikacısı Fransa’da tutukluyken; bugüne kadar alınıp serbest bırakılan Kürt politikacılar adli kontrol altında belli bölgelerle sınırlı bir hareket serbestisine sahip olarak dışarda bulunuyor.

Tarihsel sorumluluk!
2006 yılında başlayan ve 2007 yılında ev baskınları, kurum baskınlarıyla gözaltına alınıp tutuklandıktan sonra serbest bırakılan 18 Kürt politikacı 20 Haziran’da ilk defa mahkeme önüne çakacaklar. Bu davanın ana isimlerinden olan ve Türkiye’nin iade talebi üzerine Fransa’da iki yıl boyunca tutuklu kaldıktan sonra adli kontrole tabi tutulan ve son operasyonda yeniden tutuklanan Nedim Seven, kendisiyle tutuklanmadan önce yaptığımız son söyleşide, Fransa’nın Kürt politikası ve uygulamaları üzerine şu değerlendirmelerde bulundu:

Nedim Seven: Bu konuda bir yargı sürecim var ve devam ediyor. Bunu yazılı bir savunma haline de getirdik. Bu ay (Haziran) mahkememiz yapılacak. Bu yazılı savunma mahkeme döneminde incelenebilir. Bu, daha açık ve somut verilerle kamuouyunu bilgilendirmek amacıyla tekrar işlenmesi gereken bir konu. Kürtlerin tarihsel olarak böylesi bir haksız süreçle karşı karşıya kalmalarında en temel sorumlulardan biri Fransa’dır. Diğeri de İngiltere. İlk Ortadoğu paylaşım anlaşması 1916 yılında başlamıştır. San Roma anlaşmasına göre petrol paylaşımı sözkonusudur. Hala bu devam etmektedir. 1916-20’ler sürecidir. I. Dünya Savaşı dönemi Almanlar, İngilizler, Fransızlar Ortadoğu’da vardır. Lozan Anlaşması öncesi yapılan paylaşım adeta İngiliz ve Fransızlar tarafından düzenlenmiştir. Bugün bu kadar sorunlu olan anlayış kaynağını oradan almaktadır. Bir yanı budur.

Diğer yanı ise, Kürt aşiretlerin Osmanlı döneminde çok büyük direnişi olmuştur. Fransızlar oradan Kürtler tarafından kovulmuştur. Oysa Türk tarihinde, hatta filmlerinde bu gerçek başka türlü gösterilir. Ama bu gerçeği yansıtmıyor. Orada Kürt aşiretleri direnmiştir. Sürecin bir de böyle bir yanı vardır. Tarihsel arka planda bunlar da var. Bugün yaşanan sorunun temelinde Fransa’nın da tarihsel sorumluluğu vardır. Siyasal anlamda PKK’nin mücadelesine başlamasıyla, NATO’nun Gladio şahsında PKK’ye karşı bir mücadele komsepti var. Bu 1982’lerde Almanya’da gelişiyor. Kimi provokatörlerle, PKK’yi tasfiye etmek isteyen güçlerle bir işbirliği yapılmıştır. Almanya Gladiosu PKK şahsında Kürtlere karşı mücadele yürütmüştür. Dikkatle incelendiğinde 1999 yılına kadar süren çok keskin savaş döneminde Alman devleti, askeri anlamda Türkleri desteklemiştir. Türk askeri birliklerinin kullandığı tank, silahlar, köy korucularının elindeki silahlar, Alman silahlarıdır. Bunu Türk generalleri bile açıklamıştır. Düsseldorf davasıyla da bu somutlaşmıştır. Önderliğimizi, öncülerimizi yargılaması da bunu göstermiştir. PKK’yi kriminalize edip yargılamaya çalıştı. Ama yapılan siyasi savunmayla tarihsel olarak bu tersine çevrilmiştir.

93’ten sonra başlayan süreç!
Fransa’da bu konseptin içerisinde 93’lerden itibaren yer almaya başlıyor. 93’lerde Almanya ve Fransa Avrupa’da PKK’yi tehlikeli örgütler listesine alıyor. Fransa aynı dönem 100’e yakın Kürt siyasetçisini içeri alıyor. Derneklerini kriminalize ediyor. Sonra bunlar boşa düşüyor. Tazminat ödemek zorunda kalıyorlar. Fransa savcıları, “Biz PKK’yi 93’ten beri terörist olarak görüyoruz” diyorlar. Oysa gerçek öyle değil, kriminalize etmelerine rağmen böyle bir ibare yok. PKK’ye terörist nitelemesi yapılmıyor. Asıl olarak 11 Eylül sonrası başlıyor. Amerika şer üçgeni diye bir şey ortaya atıyor: Terörist olanlar, terör yanlısı olanlar, terör yaratan ülkeler... Bu temelde Afganistan, Irak vb. ülkeleri terörist devletler ilan ettiler. İslamcı bazı hareketleri, ilerici sosyalist, devrimci halk hareketlerini de terör örgütü kapsamına aldılar. Bu listeye PKK de yerleştirildi. Türkiye ile olan çıkarlarından dolayı 2002’de PKK listeye alındı. Ne tesadüftür ki bu Euro para sistemine geçişe denk geliyor. Bu tamamen çıkar siyasetidir. Birleşmiş Milletler de buna uygun yasayı 2002’lerde oluşturdu. BM’yi ekonomik olarak finanse eden zaten ABD. Bu nedenle ABD istemiyle bu gelişti. Bu kirli konsept böyle oluştu.

PKK en kapsamlı savaşımı 90’lı yıllarda veriyor. İlginçtir, bu dönemde PKK terör listesinde yer almamaktadır. PKK 7. kongresinde “ben savaşı durduruyorum ve yeni bir paradigmayla yürüyorum” diyor ve PKK 2002 yılında terör listesine alınıyor. PKK’nin bugüne kadar Avrupa ülkelerinde yürüttüğü bütün çalışma açık ve legaldir. O güne kadar yürütülen çalışmalar nedeniyle Avrupa ülkelerinin hiçbiri PKK ya da PKK şahsında yürütülen çalışmaları terör olarak nitelememiştir. Lokal yönelimler olmasına rağmen bu genel bir hat izlenmemiştir. Ki yapılan hukuksal mücadele sonrası bu listeden PKK çıkarılmıştır. Ama hukukçular tarihi siyasal çıkarlar gereği bugün de 2004 listelerini gerekçe göstererek, PKK’yi ‘terörist’ olarak ilan etmekteler.

Fransa 2005 yılında terörle mücadele ‘öncülük’ rolünü aldı. Daha sonra yasalarını buna uygun şekilde yeniden düzenledi. Türkiye ile ilgili çıkarlarını buna göre düzenledi. Bu sadece PKK’ye karşı değil. ETA’ya karşı, radikal islamcılara karşı da böyle bir politika izledi. Bütün bunların arka planında siyasi-ekonomik çıkarlar çok açık bir biçimde görülmektedir. Kürtlere yapılan yönelimler çok açık görülüyor. ETA içinde aynı şekilde yürütülmektedir. Bunun devamında Fransa’nın 2009 yılında NATO’daki askeri görevini etkinleştirmesi gelmiştir. Bu aşamadan sonra PKK’ye karşı hukuki ve siyasi baskısını giderek arttırmıştır.

Yeni merkez Paris!
2006 yılında jandarma, istihbarat güçlerini, polisi, ulusal polisi, özel görevlileri bu operasyonlarda kullandı. 2006’yla birlikte Terörle Mücadele Komisyonu’nun merkezi Paris oldu. PKK dosyasına bakanlar, Türkiye’nin göndermiş olduğu dosya ve tezler ekseninde bu süreci belirledi. Sözde belli insanları etkisizleştirince PKK’yi bitirecekler anlayışıyla, bir yönelim konsepti oluşturdular. Bu yönelim günümüze kadar sürüyor. Aktif olan kişileri ve kurumları etkisizleştirmeyi hedefliyorlar. Bütün bunu terör listesine dayandırıyorlar. Diğer Avrupa ülkelerinde bu bir baskı aracı olmasına rağmen hukuksal hiçbir altyapısı yoktur. Ama Fransa bunu 2005 yılında ceza kanununa indirgedi. Bu eksende geliştirilen bir konsept var. Fransa, bugün kendi rönesans tarihine ters bir yerde yürüyor. Ekonomik, siyasi çıkarları gereği bunu yoğunlaştırdı. Aslında tümüyle yok etme politikasından çok kontrol altına alma mantığını işletmekte. Örneğin verdiği cezalar çok uzun süreli değil. Adli kontroller uyguluyorlar. Burada amaç kontrol altına alarak, parça parça kontrol altına alınan bir PKK yaratmak istiyorlar. Kimi bireyleri düşürebilirler. Ama PKK ve önderlik hareketinde halk devrimcileşmiştir. Onların deyimiyle elimine etme siyaseti bir anlam taşımamaktadır. Boşa düşmüştür. Adli kontrol sismetiyle Kürtleri siyasetten, kurumlardan uzaklaştıramayacaklarını onlar da görmüşlerdir. Bunu artık anlamaları da gerekiyor.

Ekonomik ve siyasi çıkarlar!
Bugüne kadar 154 kişi gözaltına alınmıştır. Tutuklamalar oldu. Bunlardan ilki gençlik dosyasıydı. Çok alelacele bir buçuk yıllık süreçte yargı süreci bitirilmiştir. Asıl amaç bir sonraki dosyalar için alt bir zemin ve hukuki bir dayanak oluşturmaktı. Birkaç kendini bilmez gencin davranışını, Kürtlere mal etmek istediler. Kürtleri, Kürt siyasetçileri kriminalize etmek istediler. Ama Kürt hareketi siyasal, propaganda, kültürel vb. tüm faaliyetlerinde Fransa’nın hukukunu çiğneyen ya da yasalara aykırı davranan bir noktada hiçbir zaman olmadılar. PKK adına ne Fransa’da ne Avrupa’da faaliyet yoktur. Şu ana kadar Kürtlerin yürüttüğü faaliyetler Fransa yasalarına göre açılmış dernek faaliyetleridir. Buna rağmen korkunç bir şekilde işçi, sığınmacı ya da Fransız vatandaşı olan Kürtler kriminalize edilmiştir. 20-30 yıl Fransa’da yaşamış insanlar kriminalize ediliyor. Gerekçe; “PKK’yi finanse ediyorsunuz.” Bu tamamen ekonomik, siyasi çıkar politikasıdır. Bu inkar edilemez. Her Türk devlet yetkilisinin ziyareti öncesi ya da sonrasında bu operasyonlar gelişmiştir. Bu çok çirkin bir siyasettir. Varsa bu insanlarımızın bir sorunu alsınlar. Bir Fransız’a nasıl yaklaşıyorlarsa, Kürtlere de böyle yaklaşsınlar. Bizler, Kürt toplumu içerisinde yasaya aykırı gelenler yoktur demiyoruz. Cezaevlerinde bu tür suçlardan yatanlarda var. Sarkozy’nin 6 valisi silah kaçakçılığından içerideydi. Bizim karşı durduğumuz nokta yurtsever Kürtlere, Kürt politikacılarına dönük kriminalize politikasıdır. Tezat tam da buradadır; silah kaçakçılığı yapan Sarkozy valisi 6 ay sonra özgür kalabilirken, Kürt politikacıları yıllarca imzaya tabi tutuldular.

Kürtlerinde kendini savunma hakkı vardır!
Fransa’da sorgu yargıçları kurumu var. Bunlar her türlü yetkiyle donatılmış durumdalar. Bu diğer Avrupa ülkelerinde yoktur. Fransa’da buna karşı bir mücadele de var. Fransa’da şu an 5 PKK dosyası sürüyor. Bunlardan sadece biri mahkeme sürecinde, diğerleri sorgu olarak halen sürüyor. Bizim dava 2006’da başladı. Biz, 20 Haziran’da ancak mahkemeye çıkabileceğiz. Ve bugünden şu söyleniyor: “Haziran’da yapılacak mahkemenin sonuçlarını hemen açıklamıyacağız.” Bu Türkiye’yle ilgili bir durum. Siyasal bir süreçtir. Dikkatli davranırsak, Kürtlerin lehine çevirebiliriz. Bizim söyleyeceğimiz Fransa kendi tarihine, Paris komününe, rönesansına geri dönmelidir. Kürtler ne Avrupa’da ne Fransa’da yasalara karşı bir pozisyonda değillerdir. Ama şu da var. Kürtlerde korumasız değildir. Bu kadar yöneldiğiniz bir halkın, kendini koruması kadar doğal bir şey olamaz.

Kendini bilmez Terörle Mücadele Komisyonları kendi tutumunu gözden geçirmelidir. Kürtleri bu kadar baskı altına almaya cesaret etmemeliler. Varsa bir çağrıları adreslerine göndersinler. Çağırdıklarında gelmemişler midir? Bugüne kadar hangi Kürt’ü Fransa devleti çağırdı da, Kürtler gitmedi? Bütün baskılara rağmen biz, demokrasiye saygı duruyoruz. Bize saygı duyulmadığında, bizler de buna göre tutum alırız. Kürtlerin de kendini savunma hakkı vardır. Biz şunu söylüyoruz; Fransa bu tutumundan vazgeçmelidir. Gidip Türkiye ile anlaşmalar, ekonomik pazarlıklar yapsın ama Kürtler bir pazarlık aracı değildir. Derneklerimiz 82 yılından beri var. Yasalara uygundur. Kürt evleri çocuk, yaşlı dinlenmeksizin maskeliler tarafından basılıyor. Bunların psikolojileri hiçbir biçimde dikkate alınmıyor. Bu tepki onlara döner.

100 bin düşman!
Aynı tarzı diğer göçmen gruplarına dönük de yapıyorlar. Romanlara karşı uygulamaları da gördük. Fransa, “yılda 25 bin insanı geri gönderdik” diye övünüyor. 25 bin insan aileleriyle birlikte düşünüldüğünde bu 100 bin insan yapar. Fransa 100 bin düşman kazanmıştır bu politikasıyla. Fransa göçmen politikası, Kürtlere dönük politikasını gözden geçirmelidir.

Kürtlerin demokratik faaliyetine yapılan saldırılar, açılan 5 dosyanın da Amerikan operasyonu olduğunu düşünüyorum. Daha önce ABD öncülüğünde Fransa ve diğer Avrupa ülkelerinin de katılım sağladığı Stuttgart’ta yapılan özel toplantı sonrası gelişen bir süreçtir. ABD 2006’da “biz operasyonların yöntemini göstermişizdir” demişlerdir.

Kürtler şunu çok iyi bilmelidir: Kürt halkının yürütmüş olduğu mücadele haklı ve meşru bir mücadeledir. Hiçbir gizli ve kapalı yanı yoktur. Bütün çalışma yasal ve demokratiktir. Finansmanı gerekçe gösteriyorlar. Bunun adı dayanışmadır. Yasaldır. Bu 20 yıldır yapılıyor. Bundan sonra da yapılacaktır. Kimseden de zorla alınmamıştır. Kimse bundan çekinmesin, Kürt halkı onurlu ve haklı mücadelemizle dayanışmaya devam edecektir. Kürtler bu konuda kendi kurumlarını sahiplenmelidir. Kürtler; halkını, değerlerini, önderliğini, kurumlarını sahiplenmeye devam etmelidir.

SELMA AKKAYA/PARİS

Geç Gelmek ve Geç Kalmak Üzerine - Öcalan’ın Yapmaya Çalıştığı


"Geç gelmenin faziletlerinden yararlanamayanlar geç kalmanın reziletleri içinde bunalırlar” diye bir söz vardır.
Ne var ki bu söz yükselen bir işçi hareketinin veya ezilenler hareketinin sürekli bir yükseliş eğilimi içinde bulunduğu bir dönem göz önüne alınarak ifade edilmiş ve kullanılmıştır. Bu nedenle bu söz belli tarihsel koşullar çerçevesinde doğrudur. Çünkü belli bir sınırdan sonra geç gelmek, sadece reziletler bahşeder geç gelene.

Modern tarih, aşağı yukarı on dokuzuncu yüzyılın başından yirminci yüzyılın sonuna kadar, zaman zaman kısa süreli gerilemeler görülse de, ezilenlerin ve işçi sınıfı hareketinin sürekli bir yükselişi olarak görülebilir.

On sekizinci yüzyılın sonunda Fransız devrimi olur. Gerçi üç beş yıl sonra, Thermidor ile bu devrimin gerileyişi başlar ve Napolyon’un imparatorluğu ile devrimin tüm değer ve kazanımları tasfiye olur ama onu 1830, onu 1848, onu 1871 devrimleri izler. 1871’den sonra belki büyük devrimler görülmez ama işçi hareketinin düzenli bir yükselişi, buna eşlik eden bir teorik ve entelektüel canlanma ve egemenlik vardır. İkinci Enternasyonal ve Alman Sosyal Demokrasisi bu dönemi karakterize eder. Avrupa’nın neredeyse bütün ileri ülkelerinde işçi hareketi, modern partileri örgütler.
Böyle bir ortamda Rus İşçi ve Sosyalist hareketi doğar. Ve sadece Avrupa ölçeğinde değil, Rusya ölçeğinde de aynı gidiş eğilimi görülür. İşçi hareketi hızla yükselir, buna eşlik eden müthiş bir entelektüel canlanma ve egemenlik vardır. En iyi beyinler sosyalizme akar.

İşte bu koşullarda, Rus sosyalist hareketi, geç gelmiş olmanın faziletlerinden yararlanır. Hem de çifte faziletlerden, öznel ve nesnel faziletlerden yararlanır.

Nedir bu faziletler?

Rus işçileri, İngiliz ve Fransız işçileri gibi, birkaç yüz yılı, yarı esnaf el işçiliğine dayanan izbe imalathanelerinde geçirmez, en modern fabrikalarda, en yüksek konsantrasyon (yoğunlaşma) içinde doğar. Bu nesnel fazilettir.

Öte yandan sadece maddi araçlar bakımından değil, “manevi araçlar” bakımından da benzer bir geç gelme avantajını yakalar. Lenin’in dediği gibi, Rus aydınları, sürgünler nedeniyle, Avrupa’nın en gelişmiş düşünce akımları, en gelişmiş örgüt tecrübeleriyle ilişkiye geçerler ve onları Rusya’ya taşırlar. Bu da öznel fazilettir.
Öznel ve nesnel koşulların bu muazzam denk gelişi ve bunun işçi hareketinin sürekli yükselişiyle bir arada bulunuşu ve bütün bunların Avrupa’nın en Asyalı, en antik devletinde gerçekleşmesi, dünya tarihinde bir eşi daha gelmemiş o muazzam Rus Devrimini ve Devrimci Kuşaklarını yaratır.

Ne var ki, Rusya’dan daha geç gelenler, geç gelmenin bu faziletlerini kaçırmış bulunurlar.

Yirminci yüzyılın başında hem artık kapitalizm emperyalizm aşamasına girdiği için, hem de 1920’lerden sonra Sovyetlerde bir bürokratik karşı devrim olduğu için bu gidiş, bu uygun korelasyon bir daha görülmez. Artık, modern kapitalist ilişkilere geç giren ülkeler açısından, geç gelmenin faziletleri işlemez olur, geç kalmanın reziletleri işçi hareketine ve sosyalist harekete damgasını vurur.

Bu ne demek? Nasıl bir mekanizmayla böyle olmuştur? Bunu biraz açıklayalım.

Marks, Kapital’de yaptığı kapitalist üretim ilişkilerinin analizinde, hep İngiltere’yi örnek olarak kullanmasına atıf yaparak, o zamanlar Avrupa’nın geri ülkesi olan Almanya’ya, “aldırmıyorsun ama bu anlattığım senin hikayendir” der. Yani yarın öbür gün sen de aynen burada analiz edilen kapitalizme has işleyiş yasalarının egemenliği altına gireceksin der.

Bu şu demektir, ileri bir ülke geri bir ülkeye geleceğini gösterir. Gerçekten de yirminci yüzyıl başına kadar, aşağı yukarı bu ilke geçerliliğini korur. Bu nedenle, kapitalist ilişkilere daha geç girmek, aynı zamanda geç gelmenin avantalarına sahip olmak anlamına geliyordu.

Ne var ki, yirminci yüzyılın başında, kapitalizmin emperyalizm aşamasına girmesiyle birlikte, artık ileri bir ülke geri bir ülkeye geleceğini göstermez. Yani az gelişmiş ülkeler ilerde gelişmiş ülkeler olamazlar, Almanya’nın, Rusya’nın geçtiği yollar artık tıkanmıştır. Yani az gelişmenin gelişmesi söz konusudur. Bu durumda, artık, geri ülkelerin işçi sınıfları için, bir Alman ya da Rus işçi sınıfı gibi, sonradan gelmenin avantajları işlemez.

Örneğin Rus İşçileri, Putilov fabrikalarında Fordizm öncesi ağır sanayi fabrikalarında doğdu, ama örneğin Türkiye İşçileri, yirmilerden sonra Fordist fabrikalarda doğmadı; hatta ağır sanayi bile olmadı, birkaç devlet tekeli haricinde bir tahta perdeciklerle ayrılmış küçük atölyelerin yarı esnaf işçisi olarak kaldı. Bütün Üçüncü dünya için bu geçerlidir.

Yani geç gelmenin de sınırları vardır, belli bir noktadan sonra geç gelmek, artık sadece geç kalmak olabilir.

Böylece, belli bir sınırdan sonra, ki bu sınıra kabaca yirminci yüzyılın başı diyebiliriz, geri ülkeler için, bir Almanya, bir Rusya işçi hareketinin yaşadığı, geç gelmenin faziletlerini yaşama şansı yoktur; onlar artık sadece geç kalmanın reziletlerni yaşayabilirlerdi. Çünkü, ileri bir ülke geri bir ülkeye geleceğini göstermemektedir artık. Geri ülkeler bir gün gelişmiş ülkeler olmayacaklardır artık, onlar sadece daha az gelişmiş ülkeler olabilirler. Artık az gelişmenin gelişmesi söz konusudur.
Böylece geri ülkeler işçileri, maddi bakımdan en gelişmiş üretim içinde doğma ve gelişme olanağını yitirmişlerdir. Yani geç gelmenin faziletlerini yaratan nesnel koşul yoktur artık. Nesnel koşul sadece geç kalmanın reziletlerini yaratmaktadır.

Geç kalmışlık sırf nesnel koşullarla sınırlı olsaydı gene iyiydi, benzeri bir tıkanıklık ve geriliğe mahkum olma, örgütsel ve teorik düzeyde de gerçekleşir. Alman ve Rus sosyalist hareketi ve aydınlarının en ileri düşünce akımları ve politik mücadele deneyleriyle ilişkiye geçmelerinin aksine en geri düşünce akımları egemen olur. Yani öznel koşul da yok olur. Bu nasıl olur ve ne demektir?

Rus devriminin bir köylü ülkede tecrit olması ve iç savaşın yarattığı yıkımlar temelinde bürokrasi bir karşı devrimle iktidarı ele alır ve Fransız devriminden beri gelen yükselişin ürünü olan Rus aydın ve devrimcileri kuşağını 1930’lara gelindiğinde öldürüp tasfiye eder. Benzeri, Komünist Enternasyonal ve onun prestiji ve otoritesi aracılığıyla, dünyanın diğer ülkelerinde de yaşanır.

Böylece geri ülkelerde, eşitsizliklere tepki ve/veya Ekim devrimi etkisiyle sosyalizme yönelen, toplumsal mücadeleye giren aydınların veya sürgünlerde yaşayanların, daha önceki Alman ve Rus devrimcilerinin aksine, çağın en ileri fikir akımlarıyla ve örgüt biçimleriyle bir ilişkiye geçip onları özümleme şansı kalmaz.
Marks-Engels’ler Adam Smith, Ricardo; Hegel ve Feuerbach; Sen Simon, Owen, Fourier’lerin bıraktığı yerden başlıyorlardı; Lenin’ler ve Troçki’ler Marks-Engels’lerin bıraktığı yerden başlıyorlardı. Ama 1920’lerden sonra radikalleşen aydınlar, SBKP tarihleri, Kuusinen, Politzer, Stalin, Mao’ların skolastik kitaplarıyla başlamak zorundaydılar artık.

Artık öğrenilen, burjuva aydınlanmasından bile geri, Marksizm görünümünde ama özünde yöntemsel olarak bir skolastik ve eklektik Stalinizm’dir.

Yani emperyalizme geçiş nedeniyle işçi sınıfının üretim ilişki ve tekniklerinde geriliğe mahkum olması gibi, Sosyalist düşünce ve davranış da, çağın en geri düşünce ve teorilerine mahkum olur. Sonradan gelenin artık, daha da gelişmiş fikir akımları ve örgütsel deneyleri tanıması ve özümlemesinin yolu tıkanmıştır. Böylece öznel olarak geç gelmenin faziletlerini yaşama sansı da ortadan kalkmış, sadece geç gelmenin reziletlerine mahkum olunmuştur.
Gerek entelijansiyanın ve gerek işçi sınıfının bu geriliğe ve az gelişmişliğe; bu az gelişmenin gelişmesine mahkumluğu, birbirini karşılıklı olarak da beslemiştir. Böylece bir tersine seleksiyon dönemi başlamıştır. İşçi hareketinin yokluğu ve geriliği sosyalist teori, örgüt ve pratikleri kakırdatmış, bu kakırdamış örgüt, hareket ve düşünceler var olan sınırlı işçi hareketini demoralize etmiştir. Bunlar karşılıklı olarak birbirini beslemiştir.

Bu geriye gidiş, o dönemin sosyalist kuşakları arasındaki farklarda bile görülebilir.

Örneğin, henüz 1920’ler öncesinde, yani bürokrasinin zaferi öncesinde sosyalizmle tanışmış az gelişmiş ülke aydın ve devrimcileri, sonraki bütün Stalinist engellemelere rağmen, yine de az çok orijinal, yaratıcı eserler verebilmişlerdir. Ama 1920’lerin ortalarından sonra sosyalist olanlarda hiçbir teorik yaratıcılık görülmez.

Tipik örnek olarak, Meritegiu ve Kıvılcımlı zikredilebilir. Her ikisi de Stalinizmin zaferi öncesinin kuşaklarındandırlar. Bu ayarda devrimci ve teorisyenler sonraki kuşaklarda görülmez. Latin Amerika Stalinizmin etkilerine nispeten daha uzak olmasına rağmen, benzeri ayarda yeni teoriysen kuşakların ortaya çıkabilmesi için, ta 1960’ların yükselişlerini, Che’leri beklemek gerekmiştir. Che bile, teorik orijinalite ve genelleme yeteneği bakımından Maritegiu’ya hala uzaktır.

Türkiye’deki sosyalist hareket açısından da bu görülebilir. Son duruşmada bir Osmanlı aydnı olan ve Ekim devrimi rüzgarıyla radikalleşmiş Kıvılcımlı’yı göz önüne getirelim. Bir de, 1930’ların Roosevelt’i ortaya çıkaran, Amerikan işçi hareketinden etkilenmiş Mihri Belli’yi göz önüne getirelim. Mihri Belli, Amerika gibi bir yerde radikalleşmiş, dünyayı görmüş olmanın bütün öznel avantajlarına rağmen, aslında Ekim devrimiyle radikalleşmiş bir Osmanlı Aydını olan Kıvılcımlı’dan, sadece teorik çap ve derinlik bakımından değil, politik bakımdan da son derece geridir. Biri Üçüncü Enternasyonal’in lağvında bir felaket görürken örneğin, diğeri, kendisine teslim olunacak “millet gerçeği”ni, kendisine öykünecek bir durumu görür.

Benzeri, sanat alanında da görülebilir. Nazım Hikmet ile daha sonraki kırklar ve elliler kuşağının şairleri göz önüne getirilsin. Ekim devrimiyle sosyalist olmuş Nazım, hepsi için ulaşılmaz olmaya devam eder. Ama politik ve ideolojik olarak da Nazım’a göre çok geridirler, Nazım’ın şiirine bir İşçi sınıfı ve enternasyonalizmin kokusu sinmiştir her şeye rağmen. O sonraki kuşaklar ise çok daha milliyetçidirler, daha köylücüdürler, daha taşralıdırlar.

Hasılı geç gelmek her zaman bir avantaj değil, belli bir noktadan sonra, treni kaçırmak, geç kalmanın reziletleri içinde bunalmak demektir.

Yirminci Yüzyılın tarihi bir bakıma, geri ülkelerin sosyalist ve işçi hareketi göz önüne alındığında, öznel ve nesnel olarak geç gelmenin reziletleri içinde bunalışın bir tarihidir.
*
Şimdi bu geç gelme ve geç kalma ilişkisini, ulusal hareketler ve Kürt Ulusal Hareketi bakımından ele alalım. Çünkü Ulusal Kurtuluş Hareketleri aslında bu işçi hareketi ve sosyalist hareket rezileti madalyonun öbür yüzüdür aynı zamanda.

Yirminci yüzyılla birlikte, ileri bir ülkenin artık geriye kendi geleceğini gösterememesi yani az gelişmen gelişmesi ve yirmilerin ortalarından sonra, bürokratik karşı devrim, yani Stalinizm felaketi maddi ve manevi olarak; nesnel ve öznel olarak, en gelişmiş üretim,  teori ve örgüt pratiklerine dayanan modern bir sosyalist ve işçi hareketinin ortaya çıkış ve yükseliş şansını ve koşullarını geri ülkelerde yok etti.

Ama tam da bu tıkanış, onun yerine, esas olarak köylülüğe dayanan ulusal kurtuluş hareketlerini ortaya çıkardı. Bu hareketler kendilerini sosyalist olarak tanımladıkları için, onların yükselişi, işçi ve sosyalist hareketin yükselişi gibi göründü. Aslında, işçi ve sosyalist hareketin yükselişi gibi görünen, ulusal hareketlerin, köylülüğün yükselişiydi ve bu yükseliş de zaten işçi ve sosyalist hareketin geri ülkelerde olanaksızlaşması ve yok oluşu koşullarında mümkün oluyordu. Bunu sembollerle şöyle ifade etmek mümkündür. Çin’in bir Lenin’i, Troçki’si olamadığı için, (bunun öznel ve nesnel koşulları yoktu artık)  bir Mao’su olabiliyordu. Yani, işçi ve sosyalist hareketin rezileti, ulusal kurtuluş ve köylü hareketlerinin fazileti olarak ortaya çıkıyordu. Geri ülkelerde işçi ve sosyalist hareket, geç kalmanın reziletleri içinde bulanırken, ulusal hareketler, bu ulusal hareketlerin kendi gelişimi bakımından geç gelmenin faziletlerini  yaşamaya başladılar.
Daha çeyrek yüzyıl önce, Engels zamanında, ulusal hareketlere, Sudan’daki  Mehdi’ler öncülük ederken, birden bire İşçi hareketinin Stalinist yozlaşmaya uğramış biçimiyle bile olsa (ki üçüncü enternasyonalin ilk yıllarında böyle bir durum da yoktu) teori, mücadele ve örgüt gelenekleri, geri ülkelerdeki ulusal hareketlerin manevi araçları haline dönüşüyordu.

Aslında köylülüğün maddi yaşamında da benzer bir dönüşüm ortaya çıkıyordu. Artık modern ordularda mekanik silahları kullanmayı öğenmiş, radyo, gazete bilen, kara saban yerine pulluk kullanabilen başka bir köylülüktü bu.

Bu Çin ve Vietnam devrimlerinde çok açık görülür. Her ikisinin öncü parti ve kadroları, Ekim Devrimi öncesinin veya Ekim Devrimi yükselişinin ortaya çıkardığı kadro ve önderlerdir. Ulusal hareket, bu kadro ve önderleri devşirir, bir zamanlar işçi hareketinin burjuvazinin en iyi beyinlerini devşirmesi gibi, şimdi de ulusal hareket ve köylü hareketi, İşçi ve sosyalist hareketin beyinlerini, örgüt deneylerini devşirir. Ho Şhi Ming’ler, Mao Çe Tung’lar, hep Üçüncü Enternasyonal kadrolarıdırlar. Onlar Kıvılcımlı gibi, Ekim Devrimi rüzgarının sosyalist yaptığı insanlardır. Bu sosyalistler, kendi öznel niyetleri ve kendileri hakkındaki tanımları ne olursa olsun, nesnel olarak ulusal hareketleri ve köylü hareketlerini örgütlerler.

Ancak Stalinizmin olumsuz etkisi bizzat bu hareketler üzerinde bile kalite düşüşünde etkisini gösterir. Sosyalist harekettekine benzer, Mihri ve Kıvılcımlı örneklerinde değindiğimiz türden bir kalite düşüşü, ulusal hareketlerde de görülür. Bu partilere bakılırsa, Ekim devrimi ve öncesi kuşakların kalitesini sonraki kuşakların tutturamadığı görülür. Bayan Mao’lar veya Lin Piao’lar, Mao, Lui, Çu, kuşaklarının kenarına bile varamaz.

Bu geriye gidiş dünya ölçeğinde de görülür. Cezayir, Kongo Kurtuluş hareketlerinin teori ve önderlikleri, Mao ve Ho’lardan çok daha geridir. 1920’ler kuşağının düzeyine ta 1960’ların yükselişinden sonra tekrar bir yaklaşma eğilimi görülür, Amilcar Cabral ve Fidel Kastro gibilerde.

Yani Ulusal kurtuluş veya köylü hareketinin fazileti bile yirminci yüzyıl içinde bu fazileti yitirme eğilimindedir.
*
Ama sadece 20. Yüzyılın ulusal kurtuluş ve köylü hareketleri içinde böyle bir faziletten rezilete, Mao ve Ho’dan Bin Bella ve Lumumba’ya kayış söz konusu değildir. Çok daha geniş bir tarihsel perspektif içinde, burjuva devrimlerinin tarihsel evrimi içinde de bir rezilete kayış söz konusudur. Yani burjuva devrimlerinde de, belli bir sınırdan sonra fazilet olanağı ortadan kalkmıştır. Bu kavranılmadan, PKK’nın ne yaptığı ve ne yapmaya çalıştığı kavranamaz.

Ulusal Kurtuluş Hareketleri özünde birer burjuva devrimidirler. Burjuva devriminin kendi idealleri açısından ele aldığımızda, bu hareketlerin ve devrimlerin şu karakteristiği görülür.
Bu devrimler az gelişmişliğin gelişmesi nedeniyle ne modern burjuvaziye ne de işçi sınıfına dayanmazlar. Elbette işçiler ve en yoksullar her devrimde olduğu gibi bu devrimlerde de yer alır ve esas omurgayı oluştururlar ama bağımsız bir sınıf olarak var oluş değildir bu. Dolayısıyla bu devrimlere köylülük ve plebiyen bir karakter damgasını vurur.

Burjuvazi henüz devrimci olduğu çağda, ulusu, bir din, dil, soy ile değil, insan haklarıyla tanımlıyordu ve “ucuz devlet” diyerek bürokratik ve baskıcı devlet cihazına karşı çıkıyor, tüm örgütlenme ve fikir özgürlüklerini savunuyordu.

Burjuvazi Jakoben iktidarının yenilgisinden, Thermidor’dan sonra bütün bu temel taleplerinin hepsini terk etti. Ulusu insan haklarıyla değil, bir dil, etni, soy, tarih veya kültürle tanımlamaya başladı, böylece o ulus tanımının dışında kalanlar yurttaş olmadıkları gerekçesiyle insan haklarından otomatikman dışlanmış oluyorlardı. Bir köyün bile ayrılabildiği, bürokatik ve askercil olmayan demokratik cumhuriyetin, Birinci Paris Komünü’nün yerini, imparatorluğun imparatorsuz biçimi olan bürokratik, baskıcı militler devlet cihazları aldı.

Burjuvazi bu programı terk etti ama, işçi sınıfı bütün 19. yüzyıl boyunca, Demokratik Cumhuriyet bayrağıyla bu programı savundu. İkinci Paris Komünü özünde buydu. Ve bu 1917’ya kadar böyle geldi.

Ve bu dönem boyunca, burjuva devrimlerine işçi sınıfı ve sosyalist hareket öncülük ettiği sürece, burjuva uygarlığının devrimci döneminin talepleri ve idealleri aynı zamanda işçilerin talepleri olarak varlığını sürdürdü. Bu en açık biçimde Ekim Devrimi’nde görülür Ekim devrimi, burjuva uygarlığının ve devriminin bütün taleplerini gerçekleştirir. (Stalinizm bunları ortadan kaldırmıştır daha sonra. Stalinizm sadece sosyalist devrim açısından bir geri gidiş değildir, Burjuva devrimleri ve uygarlığının idealleri açısından da bir geri gidiştir, burjuva uygarlığının gerici biçimine bir dönüştür.)

Ne var ki, burjuvazinin terk ettiği, burjuvazinin devrimci döneminin ideallerini; Stalinist karşı devrim ile birlikte, fiilen İşçi Hareketi ve sosyalist hareket de terk etmiş olur. Sosyalist Hareket devrimci demokratik ulusçuluğu da, bürokratik ve askercil olmayan devlet talebini de terk eder tıpkı burjuvazi gibi.

Böylece gerici burjuvazi ve Stalinist bürokrasinın temsil ettiği sosyalist hareket arasında programatik olarak hiçbir fark kalmadı. Var olan sosyalist hareket de aynen burjuvazi gibi artık ulusu dil, kültür, soy vs. ile tanımlıyor; bürokratik, militer, baskıcı olmayan; her türlü düşüne ve örgütlenme özgürlüğünün bulunduğu bir demokratik cumhuriyet programı fiilen terk edilmiş bulunuyordu.

İşte, yirminci yüzyılın ulusal kurtuluş hareketleri, belki köylü hareketinin kendi gelişimi bakımından geç gelmenin avantajlarını yaşarken, burjuva devriminin idealleri açısından bakıldığında, Ulusal Kurtuluş Hareketleri bu bakımdan da bir gerilemeyi, dolayısıyla geç kalmanın reziletini ifade ediyordu.
Örnek olarak kürt Ulusal hareketini ele alalım. Şeyh Sait veya 60’ların Kürdistan dağlarında dolaşan “Şaki”lerine göre, (ki bu “Şaki”ler “Sosyal İsyancılar”dı ve PKK aslında tam da bu geleneğin üzerine oturmuştur.) dayandığı teori ve örgüt biçimleri ile geç gelmenin faziletini yaşar. Ama bu fazilet aslında dünya çapında, burjuva devrimlerinin otantik ideallerinden uzaklaşması rezileti içinde bir fazilettir.

Bunu anlayabilmek için Tarih’e çok geniş bir açıdan bakmak gerekiyor. Astronomiden şöyle bir örnek verebiliriz. Dünyamız güneşin etrafında dönüyor. Ama bu güneş denen yıldız da, Vega yıldızına doğru hareket ediyor. Vega yıldızı, güneş vs. hepsi, Samanyolu galaksisinin kollarından birinde dönüyorlar. Samanyolu galaksisi ise başka galaksilere doğru bir hareket içinde. İçinde bulunduğu galaksi yığını da daha büyük bir galaksi yığını içinde hareket ediyor o süper galaksi yığını da genişleyen bir evrende bulunuyor.

Dünyanın hareketini ancak bu bütün içinde daha derin ve genel olarak kavrayabiliriz. Evrene böyle baktığımızda, dünyanın güneş etrafındaki hareketi tüm önemini yitirir. Tarih’e de böyle bakmak gerekir ki günümüzdeki gelişmeleri anlayabilelim.

Örneğin Kürt Ulusal hareketini yirminci yüzyılın ulusal hareketleri içinde bir yere yerleştirebiliriz. Bu bağlamda Kürt Ulusal Hareketi, 68 yükselişine dayandığından, bu yükselişle ortaya çıkmış hareketlerle benzer özellikler taşır (Örneğin Tamil Kaplanları vs.). Bu bakımdan Ellilerin Cezayir ve Kongo’sundan ideolojik olarak daha soldadır. Bir Bin Bella veya Lumumba’dan daha sosyalisttir örneğin söylemi.

Ama yirminci Yüzyıl boyunca ulusal hareketleri göz önüne aldığımızda, Mao’ların, Ho’ların kuşağından daha geride oluşun damgasını taşır. Ekim Devrimi öncesi ve sırasının geleneklerine uzaktır. Öcalan hiçbir zaman bir Komünist Enternasyonal, yani bir Dünya Partisi militanı olmamıştır.

Ama onu aynı zamanda bir burjuva devrimi olarak ele aldığımızda, bütün bunların aslında burjuva devriminin ideallerinin burjuvazi ve işçi örgütlerince terk edildiği, dile dine dayanan bir ulusçuluğa ve bürokratik askerci, pahalı devlet ortadan kaldırma gibi bir hedefi olmayan,  burjuva devriminin ideallerinin terki anlamına gelen bir anlayışa dayandığı görülür. Yani yuvarlak hesap 1848 devrimi ve sonrasındaki bütün burjuva devrimlerinin dayandığı anlayışa dayandığı.

Ama Kürt Ulusal Hareketi bir yanıyla Komün’den Uygarlığa Geçiş olarak da görülebilir. Bu bakımdan, Ortadoğu’daki komün’den uygarlığa geçişlerin, yani bu geçişlerin önderleri olan peygamberlerin geleneği içinde de görülebilir.

Tıpkı dünyanın gerçek hareketinin tüm o yıldız sistemlerinin, galaksilerin, evrenin hareketinin bir toplamı olması gibi, Kürt Ulusal hareketi de, her hareket gibi, tüm bunların toplamıdır. Dar bir bakış açısından bir yükseliş gibi görülen aslında çok daha büyük ölçekte bir gerileme içinde küçük bir yükseliştir. Ama o çok daha büyük gerileme de çok daha geniş bir tarihsel hareket içinde, örneğin insanlığın uygarlığa geçiş serüveninde, bambaşka bir anlama sahiptir.
*
Burjuva devrimleri açısından 1848’den sonra gelmiş olmak ve hele 1920’lerden sonra gelmiş olmak, geç kalmış olmaktır, geç gelmenin fazileti değil, geç kalmanın rezileti söz konusudur. Devrimci ve Demokratik bir ulusçuluk ve devlet anlayışı değil; gerici ve bürokratik bir ulusçuluk ve devlet anlayışına dayanmak demektir.
Geri ülkelerdeki burjuva devrimleri olan bu ulusal kurtuluş hareketleri, otantik burjuva devrimlerin aksine ulusu dile, dine, etniye, soya, tarihe göre tanımlarlar; burjuva uygarlığın gerici biçimiyle damgalıdırlar. İlericilikleri bu gericilik içindedir. Keza Paris komünü tipi devlet ve demokrasi diye bir sorunları yoktur. Yani baştan bürokratik bir yozlaşmanın, bir Bonapartizmin damgasını taşırlar.

Buna Antik tarihten bir analoji ile örnek verilebilir. Örneğin Türkler ya da Berberiler İslamiyet içinde Rönesas yaptıklarında, bu kurulan devletler, çürüyen Emevi veya Abbasi devletlerin göre ilerici, demokratik bir karaktere sahiptirler; otantik İslam’a, nispeten daha yakınlaşma eğilimni temsil ederler. Ama bu Emevi ve Abbasilerin kendisi bizzat bir karşı Devrimi temsil ettiklerinden; İslam uygarlığının gericileşmesi olduklarından Berber ve Türklerinki bu gericilik içinde bir ilericiliktir ve otantik İslam devrimine göre bir gericilik olmaya devam eder. Otantik İslamda  örneğin tüm Müslümanlar silahlıdır ve halife seçilir. Ne Osmanlı’da ne de Selçuklu’da, ne de Endülüs’te bu görülmez artık. Fatih doğrudan doğruya Sultan olur. İlk dört halife devrimdeki gibi bir demokratik seçim ve herkesin silahlılığı dönemi hiç yaşanmaz. Bu tasavvurların bile ötesinde kalmıştır.

İşte aşağı yukarı burjuva uygarlığında olan da budur. Türklerin veya Berberilerin gericileşmiş İslam uygarlığı içinde nispeten demokratik ve ilerici reformlar yapmaları gibidir 1848 sonrası burjuva devrimleri. Bunu ister işçiler, ister köylüler yapsın, bu temel karakter ortadan kalkmaz.
*
Bu gidişin elbet hem öznel hem de nesnel nedenleri bulunuyordu. Nesnel neden, yine az gelişmişliğin gelişmişliği noktasındaydı. Az gelişmişliğin gelişmişliği güçlü bir işçi sınıfına olanak tanımıyor, bu da burjuva devrimlerinin otantik ve gelişmiş taleplerini bayrağına yazacak bir toplumsal temel yoksunluğunu yaratıyordu.

Öte yandan, Stalinizm aracılığıyla alınan teori ve örgüt öznel olarak da bu devrimci ve demokratik ideallere karşı bulunuyordu.
Böylece köylülüğe ve pleplere dayanan bu ulusal hareketler veya burjuva devrimleri, Jan Jak Rousseau’lara, Marks ve Engels’lerin bu geleneği sürdürüşleri anlamına gelen programlara değil; bunları tasfiye eden Stalinizmin programına dayanıyorlardı.

Bu nedenle, bu ulusal kurtuluş savaşları ve burjuva devrimleri, daha baştan bir bürokratik yozlaşmaya uğramış devrimler olarak ortaya çıktılar. Bir yandan, bir burjuva devriminin plebiyen ve köylü karakterini taşırlar, jakobendirler; bir yandan bu jakobenliği tasfiye eden bürokratik, baskıcı, militer, hasılı Bonapartist özellikler taşırlar. Tarih içinde birbirini izleyen bu iki farklı nitelik, bu devrimlerde bir arada bulunur.

Böylece geri ülkelerdeki burjuva devrimleri, aslında otantik burjuva devrimlerinden bile daha geri, gerici milliyetçiliğe dayanan; bürokratik, militer bir devlet cihazına karşı olmak diye bir sorunları olmayan  burjuva devrimleri olarak gerçekleşirler ve üstüne üstlük bir de bunu sosyalizm bayrağıyla yaparlar.

Bu devrimlerin hepsinde aynı özellikler görülür. Bir dile, dine, tarihe dayanan ulus tanımına dayanırlar Mao, Çin ulus devletini kurar, Ho, Vietnam’ı kurar. Sovyetler Birliği ya da Amerika Birleşik Devletleri  gibi, biri burjuvazinin devrimci döneminde, diğeri bu devrimci dönemin ideallerini taşıyan işçilerce kurulmuş her hangi bir kültür, din, dil, etni, tarih, soy göndermesi olmayan devletler kuran devrimler değildir bunlar. Bir dille, bir dinle, bir tarihle tanımlanmış uluslar kurarlar. Gerici bir milliyetçilikle damgalıdırlar.
Ve hepsi de istisnasız, bürokratik bir diktatörlüktür, demokrasi yoktur. Hiçbir zaman bir Paris Komünleri ve Sovyet iktidarı’nın ilk dönemleri gibi bir aşama yaşamazlar. Doğrudan, hiçbir demokratik özgürlüğün olmadığı bürokratik bir devlet olarak ortaya çıkarlar. Partiler değil, hepsinde istisnasız bir tek parti vardır ve o parti devlete egemendir.

Hasılı, yirminci yüzyılın geri ülkelerdeki burjuva devrimleri olan ulusal kurtuluş savaşları, sadece Ekim devriminden değil, burjuva devrimlerinden bile daha geri bir program ve ideolojiye sahiptirler. Bu çok büyük çaplı tarihsel gerileyiş ve gericileşme içinde bir ileri atılıştırlar.

Tekrar geç gelme ve geç kalma bağlamında sorun ifade edersek, sadece işçi sınıfı ve sosyalist hareket açısından değil; burjuva devrimleri açısından da, belli bir noktadan sonra, geç gelmenin fazileti değil, geç kalmanın rezileti geçerlidir. Burjuva devrimleri Fransız ve Amerikan devrimlerinden daha ileri gitmez. Daha geri gider. İşçilerin yaptığı burjuva devriminde, Ekim devriminde bir tek bu ileriye gidiş görülür. Ama 1920’lerden sonra bu da kalmaz. Ekim devriminden sonraki devrimler, ki hapsi özünde ulusal kurtuluş hareketleridir, bırakalım sosyalist devrimi bir yana; burjuva devrimi olarak bile, Amerikan ve Fransız devrimlerinden daha geri bir burjuva devrimciliğini temsil ederler.

Burjuva devrimini geç yapmak, örneğin Rusya’da olduğunun aksine, daha demokratik daha köklü, daha gelişmiş bir burjuva devrimi değil; daha yozlaşmış, gericileşmiş, bürokratik çarpılmaya uğramış bir burjuva devrimi anlamına gelmektedir.

Böylece geri ülkeler tarihin çifte lanetini üzerlerinde taşırlar.
İşçi ve sosyalist hareket açısından o kadar geç gelmişlerdir ki artık bir Alman ve Rus işçi ve sosyalist hareketi gibi, geç gelmenin faziletlerini yaşama şansı yoktur.

Burjuva devrimi açısından o kadar geç gelmişlerdir ki, artık burjuva devriminin tüm devrimci ve demokratik özelliklerini yitirmiş, sadece modernleşme aracı işleviyle sınırlanmışlardır.
İşte Kürt Ulusal Hareketi ve PKK tamı tamına böyle bir ortamda doğdu.

Mao, Ho, Tito, Kastro’nun Kürdistan’daki paralelidir Öcalan. Çin Komünist Partisi, Vietnam İşçi Partisi ne ise PKK da odur.
Daha baştan bürokratik bir çarpıklık içinde ama aynı zamanda yoksullara, köylülere dayanan plebiyen bir harekettir.
Lumumba, Bin Bella’lara göre bir ilerlemedir. Mao, Ho’lara göre bir gerileme.

Şeyh Sait, Hoybun, KDP’lere göre muazzam bir ilerlemedir; Ama Burjuva devrimlerine göre bir gerileme.
*
Ne var ki, Kürdistan Burjuva devriminin veya Kürt Komününün uygarlığa geçişinin veya Kürt Ulusal hareketinin üçüncü bir talihsizliği daha vardır: Bu devrim yirminci yüzyıl devriminin özelliklerine sahiptir ama, yirminci yüzyılın son günlerinde doğmuş bir yirmi birinci yüzyıl burjuva devrimidir ya da ulusal kurtuluş savaşıdır. Ortaya çıkışından, (1984 Şemdinli ve Eruh baskını’dır. 1989’da Bütün doğu Avrupa çöker ve yirminci yüzyıl biter. Yirmi birinci yüzyıl sosyolojik olarak 1990 yılında başlar. Yani yirminci yüzyılda topu topu altı yıl yaşamıştır.

Öylesine geç gelmiştir ki bu geç geliş, başarı için güçler ve dengeler bakımından sadece ve sadece bir geç kalışın rezileti olarak ortaya çıkmaktadır.

Tüm dünya dengelerinin politik ve askeri bakımından başarısını neredeyse olanaksızlaştırdığı bir dünyada yükselir. Zaten bu üçüncü geç gelmişliği aşma onu bir burjuva devrimi ve ulusal kurtuluş hareketi olarak geç gelmenin sorunlarıyla bir yüzleşmeye ve onu aşma çabasına zorlar.

Eğer Kürt Ulusal Hareketi, Altmışlı ya da yetmişli yıllarda ortaya çıksaydı, o günün dünyasında çok geniş bir hareket alanı olur ve muhtemelen seksenli yıllarda başarıya ulaşabilirdi. Yani başarı için gerekli dünya dengeleri açısından da bir geç kalma söz konusudur.

Seksenlerin sonunda tam yükseliş içindedir, Türk burjuvazisi uzlaşmaya eğilim gösterirken Sovyetler çöker. Bu yarattığı moral bozuklukları, dağılmalar, milliyetçiliği güçlendirmeler ile PKK’yı bütün müttefik ve dayanacağı çelişkilerden yoksun kılar, Türk devletine ve gericiliğine bir piyango çıkar adeta.

Buna rağmen PKK ayakta kalmayı, etkisini genişletmeyi başarır. Bunun üzerine Türk devleti susurluk düzenlemeleriyle bir uzlaşmanın yollarını oluşturma denemelerine girişir. PKK buna ateşkesle cevap vererek bu eğilimi güçlendirmeye çalışır. Ama Rakipsiz kalan ABD, Orta Doğu’ya egemen olma planını yürürlüğe koymuştur. Barzaniye sağlayacağı destek karşılığında Türk gericiliğine Öcalan’ı sunar. İnkar ve baskıya dayanan güçlere bir tür büyük ikramiye çıkar.

Buna rağmen Öcalan stratejik bir dönüş yapar ve politik inisiyatifi gene kazanır. Bu sırada 11 Eylül olur, dünya dengeleri değişir yine tecrit olur. Buna rağmen yine de Türkiye’de belli bir politik etki sağlar ama bu sefer ABD Irak’a girer. PKK onun sonuçları nötralize eder.

Her adımda şu görülmektedir. ABD’nin bölgedeki planları için Türk devletinin desteğini garantilemesi karşılığında PKK’yı ezme politikasına büyük bir destek. Bu durum PKK’nın bir politik ve askeri başarı sağlamasını olağanüstü güçleştirmektedir.

Bu politik ve askeri geç kalmışlığın sonuçlarından kurtulabilmek için PKK teorik, programatik ve sosyolojik geç gelmişlikten kurtulmaya çalışmaktadır. Öcalan’ın yapmaya çalıştığı özünde budur.
*
PKK’nın evrimi, ki Öcalan’ın evrimi demektir, Öcalan’ın ne yapamaya çalıştığı, yukarıda anlatılan geniş tarihsel bağlamlar içinde anlaşılabilir.

PKK ve Öcalan’ın yapmaya çalıştığı, yukarıda sözünü ettiğimiz, ona politik bir başarıyı engelleyen üçüncü geç gelmişliğinin yarattığı açmazdan kurtulmak için, bir ulusal kurtuluş hareketi ve bir burjuva devrimi olarak geç gelmişliğin reziletlerinden kurtulmaya çalışma çabasıdır.
Bu çaba iki yöndedir.

Birincisi, burjuva devrimlerinin otantik ideallerine, yani her hangi bir dile, etniye, tarihe dayanmayan bir ulusçuluğa geçiş çabası.

İkincisi, Bürokratik, baskıcı bir devlet yaklaşımından, bürokratik, baskıcı, militer olmayan, kitlelerin örgütlülüğüne dayanan bir devlet yaklaşımına geçiş çabası.

Kesin bir sınır çizmek mümkün değilse de, kabaca, “Sümer Rahip Devletinden Demokratik Uygarlığa” başlığıyla yayınlanan savunması, ulusun dile, tarihe göre tanımlamış bir ulusal hareketten ulusun dile ve etniye göre tanımlanmadığı bir ulusçuluğa geçiş çabası ve bunun teorik alt yapısının oluşturulması gibidir.
Bu Kürt ulusçuluğuna, komünün, peygamberlerin, burjuva devrimlerinin demokratik ve eşitlikçi ideallerinin damgasını vurması çabasıdır. Örneğin Türk ulusçuluğunda böyle bir nitelik hiç yoktur. Onun tek övündüğü, devletler kurması ve bunların mirasçısı olmasıdır. Halbuki Öcalan’ın kitabı, Buda’dan Zedüşt’e, Burjuva aydınlanmasından Komün’e tüm eşitlikçi ve insancıl bir mirasla kendini tanımlar.

Böylece Kürtlük kendini tüm insanlığın ortak mirasıyla tanımlayınca, politik olanın, bir dil, soy, etniyi ifade eden bir Kürtlükle tanımlanması ortadan kalkar; insanlıkla ve onun ortak mirasıyla tanımlanması yolu açılır.

Unutmayalım, Öcalan, ulusu dille, etniyle, tarihle tanımlamış bir ulusal hareketi dönüştürmeye çalışmaktadır. Onu Kürtlükle tanımlanmış bir ulusal hareket olmaktan çıkarıp, demokrasiyle, insan haklarıyla, eşitlik idealleriyle, insanların kardeşliğiyle tanımlanmış bir ulusal harekete dönüştürmeye çalışmaktadır. Bunu ise öncelikle Kürtlüğün içeriğini değiştirerek yapmaya çalışmaktadır.

Orta Doğu Demokratik Federasyonu, aslında politik olanın bir dille dinle etniyle değil, bir yer ile belirlenmesidir. Bu anlamda burjuva devriminin otantik ideallerine ger dönüş çabasıdır.

Gerek “Bir Halkı Savunmak” adlı savunma kitabında ve gerek diğer konuşmalarında  Öcalan’ın özellikle devlete karşı, halkın ve kitlelerin örgütlülüğüne vurgu yaptığı görülmektedr. Özellikle “Demokratik Konfederalizm” ve “Daha az devlet daha çok toplum” vurguları da burjuva devrimlerinin, proleter devrimleri tarafından da sahiplenilmiş militer, baskıcı bürokratik olmayan; doğrudan kitlelerin kendi inisiyatif ve örgütlenmelerine dayanan devlet biçimine, yani burjuva devrimlerinin otantik ideallerine dönüş çabasıdır.

Elbette Öcalan Klasik Marksist geleneğe çok uzaktır, onun Marksizm diye bildiği Stalinizm’dir. Bu nedenle Öcalan’da Marksizm’den uzaklaşma gibi görünen söylem, aslında Stalinizmden uzaklaşma; burjuva devrimlerinin devrimci döneminin ideallerine bir dönüştür. Ve bu anlamda, Marksizm aydınlanmanın mirasının geliştiricisi olduğundan; Öcalan Marksizm’den uzaklaştıkça (Ki bu Stalinizm’den, gerici bir milliyetçilik ve bürokratik bir devletçilikten uzaklaşmadır) Marksizm’e  daha yaklaşır.

Örneğin Öcalan, Marksist Kavramlarin iç tutarlılığı olan sistematiğini bilmediği için, bürokratik devlet’i devlet olarak anlamakta; ama hiçbir bürokratik yanı olmayan devletin; demokrasinin bizzat kendisinin devlet olduğunu anlamamaktadır. Dolayısıyla bürokrasinin olmamasınız ve tasfiyesini, devletin tasfiyesi ve aşılması olarak görmektedir.

Bu sosyolojik yanlış son derece normaldir. Öcalan, Marksizm diye Stalinizmi öğrenmiş geç kalmanın rezileti içinde doğmuş bir önderdir. Öte yandan, bu gün dünyada yükselen bir işçi hareketi ve Otantik Marksizmin bir canlanışı da yoktur ona bu devrimci demokrasiye doğru evriminde kavramsal araçlar ve itilim sağlayacak. Ortalığı bayağı post modern yüzeysel demokrasi ve çoğulculuk söylemlerinin kapladığı bir ideolojik iklimde, bu ideolojik ve teorik ortamın sunduğu araçlara dayanarak Stalinizm’den kurtulmaya, burjuva devrimlerinin otantik hedeflerine dönmeye çalışmaktadır. Ve bütün bunları, hapishanede, son derece elverişsiz koşullarda, adeta el yordamıyla yapmaktadır.

Kimi keskin solcular, bu görünüşe bakarak, Öcalan’ın sosyalizmi ve Marksizmi terk ettiğinden söz ederek, bunda bir sağa kayma ve teslimiyet görmektedirler.

Halbuki biz şeyleri görünümüyle değil özüyle anlarsak, Marksizm’den Uzaklaşma gibi görünenin Marksizmin köklerindeki burjuva aydınlanmasına, dolayısıyla Marksizme bir yakınlaşma olduğu görülür.

Aslında Öcalan’ın liberter teorisyenlerle büyük bir rezonansa girmesi bir rastlantı değildir. Bu tam da Stalinist bürokratik devletçilikten uzaklaşmanın yansımasıdır. Bu anlamda, Öcalan, Liberterlere yaklaştıkça bir anlamda sosyalizme yaklaşmaktadır. Daha doğrusu, burjuva uygarlığının devrimci döneminin ideallerine ve programına yaklaşmaktadır. Bu ise, bu günkü dünyada İşçilerin de asgari programıdır.

İşçilerin önlerindeki ilk görev bulundukları devletlerin ulusu bir dil, din etni, soy ile tanımlamalarını ve bürokratik, militer ve baskıcı mekanizmalarını ortadan kaldırmaktır. Yani Engels’in dediği gibi, Demokratik Cumhuriyet’tir.

Somutlarsak, örneğin bu günün Türkiye’sinde, Türk devletinin Türklüğünü ortadan kaldırmak, onun her hangi bir dili, dini, etnisi olmaması, tüm yurttaşlarının istediği dili ana dil seçme ve o dilde eğitim görme hakkı; bürokratik, militer cihazın parçalanması ve bütün iktidarın halkın örgütlü girişim ve örgütlerinde toplanmasıdır.
Bu programa sahip bir işçi hareketi, Öcalan’ın formüle ettiği programla hiçbir zorluk duymadan otomatik olarak ittifak kurabilir ve kurmalıdır.

Elbette, işçi hareketi ve Kürt ulusal hareketinin ilerdeki hedefleri farklıdır. İşçi hareketinin hedefi demokrasiyi yok etmektir. Değer yasasının egemenliğini yok etmektir. Bu günkü dünyada fiilen bir apartheit rejimine varan ulusal sınırları yok etmektir. Ama bu sonraki bir sorundur.

Elbette Öcalan bu programı aynı zamanda bir Ezop diliyle, politik bir mücadele verdiği için, karşı tarafı tereddütte bırakacak, parçalayacak bir dille ifade etmektedir.

Bu programın özüne karşı olanlar onun bu biçimsel özelliklerinden hareketle onun egemen devletle ve Kemalizmle bir uzlaşma olduğunu söyleyerek, aslında kendi gerici milliyetçiliklerini gizlemeye ve kitleleri yanıltmaya çalışmaktadırlar. Nesneleri özüyle görme yeteneğinde olmayan, sadece görünümlerle hüküm veren sol da aynı koroya katılmaktadır.

Bu baylara göre suda yüzdükleri için ve balığa benzedikleri için balinalar balık; yılan balıkları yılan; yarasalar da kuşturlar. Her hangi bir sosyal hareketin, teorinin veya programın, görünüşünü değil, iç yapısını, anatomisini anlama çabaları yoktur.
Aslında böyle davranmak işlerine gelmekte, bizzat kendilerinin de ürünü oldukları gerici milliyetçiliği dışa vurmaktadırlar.

10 Nisan 2006 Pazartesi

demiraltona@gmail.com

http://www.demirden-kapilar.net/anasayfa
http://www.radikal-demokrat.net/anasayfa
http://www.akintiya-karsi.org/koxuz

İspanya'nın 60 Kentinde 'Sistem Karşıtları' Yürüdü


Ekonomik krizin kapısını çaldığı ve son aylarda yoğun gösterilere sahne olan İspanya'da yaklaşık 60 kentinde sokaklara dökülerek siyasi, ekonomik ve sosyal sistemi eleştiren binlerce kişi genel grev çağrısı yaptı.

İspanya'da, 15 Mayıs'ta internetteki sosyal paylaşım sitelerinden yapılan çağrılarla başlayan protestoların devamında, bugün de gösteriler düzenlendi.

Madrid'deki eylemde, başkentin 6 ayrı mahallesinden yola çıkan göstericiler, meclisin 200 metre yakınındaki Neptuno Meydanı'nda toplandı.

Kadın-erkek, genç-yaşlı, çalışan-işsiz, İspanyol-göçmen binlerce kişi hep bir ağızdan "Avrupa duy sesimizi İspanya krize karşı mücadelede", "Bu krizin faturasını biz ödemeyeceğiz", "Siyasetçiler bizi temsil etmiyorlar" şeklinde sloganlar atarak genel greve gidilmesini istedi.

Göstericilerin taşıdığı pankartlarda da "Demokrasi, neredesin", "Şiddet yapma", "Kamu sektörlerinin özelleştirmesine hayır", "Sol veya sağ. Bu ülke yaşlandı. Alternatif arıyoruz", "Birleşen halk asla kaybetmeyecek" gibi yazılar dikkati çekti.

Gösterilerde, uluslararası siber saldırı grubu "Anonymous"u destekleyenler de yer aldı.

11 Mart'ta euro bölgesi ülkeleri tarafından imzalanan ve 27 Haziran'da Avrupa Parlamentosu'nda onaylanması beklenen "Euro paktına" karşı çıkan göstericiler, sosyal haklarında ve maaşlarında daha fazla kısıntı politikasına "hayır" diyeceklerini, KOBİ'leri koruyacaklarını belirttiler.

Bu arada "Hemen Gerçek Demokrasi" ve "15 Mayıs Hareketi" adlı sivil toplum örgütlerinden verilen bilgilerde, İspanya'dakilere destek için dünya çapında 98 gösteri düzenlendiği kaydedildi.

Meydanları işgal eylemini geçtiğimiz haftalarda sonlandıran sistem karşıtları, bundan sonrası için bu tip gösterilerle veya meclis önünde siyasetçileri, banka ve işadamları örgütlerinin binalarında ekonomiye yön verenleri protesto ederek eylemlerine devam etmeyi planlıyor.

Seçim Sonuçları Üzerine İlk Değerlendirmeler-2

Kötü bir devrimci, sadece ayakları artık yere basmayan değildir; sadece, devrimci projenin gerçekleştirilmesinin toplumsal objektif ve sübjektif önkoşullarıyla olan bağını yitiren değildir. Ama kötü bir devrimci, aynı zamanda, varolan gerçekliklere, içinde yaşanılan ana, günlük rutinin ufak tefek şeylerine saplanıp kalan; Tarihin beklenmeyen ani ve keskin dönüşlerini önceden kestirebilme duygu ve düşüncesini kaybetmiş olup, geleceğe yönelikliği bir kenara iten ve yanardağ gibi patlayışlar tarafından geçilendir de. Bu anlamda da, geleceğin ufku olmaksınızn, gerçekliğin doğru ve tam bir kavranışı olamaz.” Ernest Mandel

Birinci yazıda AKP iktidarının aslında başarısız olduğunu iddia eder ve kanıtlarken, tam da mümkün olanla gerçek olan arasındaki makastan hareketle bu değerlendirmeyi yapıyorduk. Bu nedenle, yazı “var olan gerçekliklere, içinde yaşanılan ana, günlük rutinin ufak tefek şeylerine saplanıp kalan”lar tarafından anlaşılamadı. Bu nedenle, AKP’nin yenilgisinden, Blok’un zaferine veya tersinden söylemek gerekirse, AKP’nin zaferinden Blok’un yenilgisine, olanaklar ve gerçeklikler üzerinden bir geçiş yapalım.
Gerçeğin özü ancak hayallerin aynasında; yani mümkün olanla kıyas içinde anlaşılabilir. Bütün büyük devrimciler ve Marksistler her zaman bu yöntemi izlemişlerdir.

Bu yönteme sosyalist hareketin tarihinden artık klasikleşmiş olan şu örneği verebiliriz. 1930’lu yıllarda kapitalist dünya 1929 Büyük Buhranı ve onun sonuçlarıyla uğraşır, Hitler ve Roosevelt, aynı karakterde (savaş sonrasında yaygınlaşacak olan, Keynezyan, devlet siparişleriyle –otobanlar vs.- iç talebi artırarak ekonomiyi canlandırmaya çalışma) ama farklı sınıf kombinasyonlarına dayanan ekonomi politikalarıyla cevap verir ve aslında oldukça da başarısız kalırlarken; Sovyetler Birliği, kollektifleştirme ve sanayileşme dönüşümlerini yapıyor, bir tarım ülkesi bir sanayi ülkesine dönüşüyor, Betı’lı entelektüeller bile bu başarı karşısında Sovyetler’i övme yarışına giriyorlardı.

İşte ilk bakışta Sovyetler’deki bürokratik kastın ve karşı devrimin başarıdan başarıya koşar göründüğü bu dönemde, mutlak ve nispi değerlerle çelik, kömür, elektrik, traktör vs. üretimlerindeki devasa artışların birbiri ardından sıralandığı; herkesin bu başarılar karşısında yerlere kapandığı sıralar, Troçki Sovyetlere egemen olan bürokratik kastın aslında son derece başarısız olduğunu anlatıyordu “İhanete Uğrayan Devrim”de.

Troçki bu çalışmasında, önce verili rakamları ele alıp, mutlak değerlerle ve eski duruma göre başarıları sıralar. Ama burada kalmaz, Sovyetlerin bir bürokratik kastın egemenliğinde olmaması, gerçek bir sosyalist demokrasi olması koşullarında mümkün olan ve olabileceklerle kıyaslayarak, var olanın aslında başarısız olduğunu gösterir. Buradaki metodolojik ilke şudur: Gerçek ancak hayallerin aynasında anlaşılabilir. Mümkün olanlardan hareketle gerçeğin akıl dışılığı kavranabilir.

Evet, sadece “gerçek olan akli” değildir; “akli olan da gerçek”tir. Yani biz örneğin AKP’nin başarısını akli olarak açıklayabiliriz; ama mümkün olan açısından onun aynı zamanda akıl dışılık olduğunu da gösterebiliriz ve göstermeliyiz. Tarihe ve topluma böyle bir bakış olmadan ne dünü, ne bugünü anlamak mümkündür; ne de geleceğe ilişkin bir proje koyulabilir.

Kendine sosyalist diyenler genellikle gerçek olanın akli olmasıyla ilgilidirler. Örneğin, ikinci Dünya savaşında veya Kollektifleştirmede elde edilen zaferler ve üretim artışlarıyla kendilerini kandırırlar. Daha sonra Sovyetler çöktüğünde de bu sefer ne yapacaklarını şaşırırlar.

Hâlbuki gerek kolektifleştirme ve sanayileşmedeki üretim artışları, gerek ikinci dünya savaşının zaferleri aslında birer yenilgide zaferdiler. O kadar aptalca davranmayarak, çok daha az bir fedakârlık ve kayıplarla çok daha büyük sonuçlara ulaşmak mümkündü.

Örneğin, 1929 buhranında, dünyanın en örgütlü ve bilinçli proletaryası olan Alman İşçileri, Üçüncü Enternasyonal’in önce “sınıfa karşı sınıf” stratejisine kurban edilip bir tek ciddi savunma bile göstermeden Hitler’e teslim edilmeseydi; veya 1936 İspanya devrimi bu sefer “Halk Cephesi” denen tümüyle sağ politikalara teslim edilmeseydi; Hitler iktidara gelemez, gelse bile fazla duramaz, dursa bile arksında bir demokratik ve devrimci İspanya varken Sovyetlere saldıramazdı. İkinci dünya savaşı ve milyonlarca insanın ölümü bir kader değildi.

Bu, mümkün olana göre, bakılmadan, o başarı gibi görünenin başarısızlık olduğu; ilerleme gibi görülenin gerileme olduğu görülemez.

Ya da başka bir örneği Türkiye Tarihinden verelim. Cumhuriyet’in veya İkinci Meşrutiyet’ten beri gelen “devlet sınıflarının” modernleşmeci ve batılılaşmacılığından söz ediliyor, işte 100 yılda nerelerden nerelere geldik deniyor. Mutlak rakamlarla ortadaki büyüme vs. göz alıcı görünebilir.

Ama bunun nasıl bir gerileme ve yenilgi olduğu ancak mümkün olanın aynasında görülebilir. Osmanlı’da pek ala ulusu Türklükle tanımlamayan demokratik bir ulusçuluk, Fransız ve Amerikan devrimlerinin ulusçuluğu üstün gelseydi (Ki bugün unutulmuş bu tarihte bu olanak da hiç küçümsenmeyecek bir alternatif olarak vardı); bugün bu topraklarda var olandan kat be kat ileri ve demokratik ve refah içinde bir yaşam bulunabilir nice acılar çekilmemiş olabilirdi.

Bu durumda Ermeni ve Rum katliamları, sürgünleri mübadeleleri olmaz, Osmanlı Almanların müttefiki olarak Birinci Dünya Savaşı’na girmez, Tarih bugün hayal bile edilemeyecek bambaşka bir yol izleyebilirdi.

Sadece Ermeni ve Rum katliamlarıyla bu topraklardaki üretim, kültürel ve entelektüel hayat vs. en az yüz yıl geriye gitti. Osmanlı’da bu katliamlar öncesinde bulunulan seviyeye ancak ellilerin veya altmışların Türkiye’sinde varılabildi. Böyle bir ülkede, nüfusun yarısına yakını Hıristiyan olacağından, gerçek bir laiklik olur; politik İslam’dan gelen bir parti böylesine güçlü olamazdı. Ve “Kürt sorunu” da zaten hiç ortaya çıkmazdı bile böyle bir demokratik ülkede. Çünkü böyle bir ülkede ana diliyle ve bu dilde eğitim hakkıyla kimsenin bir sorunu olmazdı. Ermeniler ve Rumlar, hala Tayip Erdoğan’ın demekte ısrar ettiği gibi,  “Azınlıklar” olmaz, demokratik bir cumhuriyetin eşit haklı yurttaşları olurdu.

Ancak böyle bir mümkün ve olası tarihin, ancak böyle hayallerin aynasında, var olanın, ilerleme ve başarı gibi görünenin aslında bir gerileme ve korkunç bir başarısızlık olduğu, bütün bunların yenilgide bir zafer olduğu görülebilir.

AKP’nin başarılarının da aslında başarısızlık olduğu ancak yine bu yöntemle anlaşılabilir. İlk yazıda göstermeye çalıştığımız bu oldu. Bu yazıda da aynı yöntemi bu sefer Kürt Özgürlük Hareketi ve Blok’un seçim başarısına uygulayarak, ortadaki yenilgiyi, ama bu yenilginin bir zafer gibi göründüğünü göstermeye çalışalım.
Gerek Blok bileşenleri gerek Özgürlük Hareketi şu an zafer sarhoşluğu içindelerken, aslında bir başarı değil bir yenilgi olduğundan söz etmek çok iticidir, hatta moral bozucu bulunacaktır. Bütün bunları bilip görecek kadar tecrübemiz var. Ama yine bu tecrübe bize göstermektedir ki, her zaman çoğunluğu oluşturanların kahkahalarına ve lanetlerine dayanma gücü gösterilmeden kimsenin dikkati ve saygısı kazanılamaz.

Öte yandan devrimciler için iktidar kendi başına bir hedef değildir. Devrimciler insanlığın kurtuluşunaazami katkı yapmakla yükümlüdürler. Ve bu güne kadarki bütün tarih göstermektedir ki, insanlığın hayrına denebilecek bütün katkılar, hiç bir zaman iktidar olamayanların, mağlupların katkılarıdır ve onlar sayesinde gerçekleşmişlerdir. Devrimciler genellikle yenilgilerinde gerçek zaferlerini kazanırlar. Ve devrimcileri yenenler, yenilgilerini zaferlerinde yaşarlar, yendiklerinin vasiyetlerini yerine getirmekten başka bir şey yapamazlar. Bir bakın şu ülkenin tarihine, sosyalistler hemen hep yenildiler, şimdi onları yenenler onların vasiyetlerini yerine getiriyorlar.
*
Bu kısa nottan sonra bu seçimlerin Blok ve Özgürlük Hareketi için niçin bir mağlubiyet anlamına geldiğini görelim. Tabii tıpkı AKP’nin başarısının aslında bir yenilgi olduğunu açıklayan yöntem ve bakış açısıyla.

İlk bakışta, bu seçimler Blok için tam bir başarıdır. Meclis’teki temsilci sayısında en büyük kazancı sağlayan, hem de bin bir zorluğa rağmen sağlayan partidir. Sandalye sayısını 22’den 36’ya çıkarmıştır.  Yani % 64 ölçüsünde bir kazanç.

Bu sonuç elbet daha iyi örgütlenildiği; bütün olanakların verimli ve akıllıca kullanıldığı; oy vermede çok zor olan dağılmaların başarılı yapıldığı anlamına gelir ama bir seçim, nihayetinde nüfusun büyük bölümünü kendi programına kazanma çabasıdır. Temsilci sayası değil, alınan oylar ve bu oylardaki değişme eğilimleri çok daha derine inen özcül bilgiler verebilir. Demokrasilerdeki temsilciliği düzenleyen sistemler, (Seçim Barajları, Dar Bölgeler vs.) gerçek oy oranlarıyla seçilmişlerin oranları arasındaki azami uyumu minimuma indirmeye (Nispi temsil oranlarını aşındırmaya) yöneliktirler. Bu nedenle, toplam nüfus, seçmenler ve oylar içindeki oran gerçek durum hakkında daha anlaşılır bir fikir verir.


Soru şudur: temsilcilerdeki bu % 64 artış, gerçekten toplumda bu oranda artan bir desteğin, yani yeni toprakların tarıma açılmasının veya ele geçirilmesinin sonucu mudur yoksa aynı alandan intensif tarım yöntemleriyle daha yüksek bir ürün almanın mı?



Cevap ikincisidir. Ve oy oranlarındaki değişimlere baktığımızda, aslında seçimlerin en başarısız partisi olarak Blok veya Özgürlük Hareketi ortaya çıkmaktadır. Çünkü, 2002’den beri seçim sonuçlarına bakıldığında, CHP ve AKP’nin oy oranlarındaki artışlarına karşılık, Blok’un veya Özgürlük Hareketi’nin oy oranı neredeyse aynı kalmıştır.

Tabii burada kendini kandırmak isteyenlerin, mutlak değerlerle yaptıkları değerlendirmeler hakkında da bir çift söz etmek gerekiyor. Bu gibi genel eğilimleri anlamaya yönelik değerlendirmelerde, genel yüzdelere ve bunların eğilimlerine bakmak gerekir. Kendini ve başkalarını kandırmak isteyenler ise ya mutlak değerlerle değerlendirme yaparlar ya da çok küçük alanlardaki ve zaman dilimlerindeki eğilimleri abartırlar. Bunun tipik bir örneği olarak Bianet’te çıkan “Kürt Politik Hareketinin Oyu İki Katına Çıktı” değerlendirmesi gösterilebilir.

Her Allahın kulu bilmektedir ki, aradaki dönemde Türkiye’nin nüfusu arttı, bu durumda ciddi, kendini ve başkalarını kandırmak istemeyen bir analizcinin en azından bu artış oranını hesaplaması gerekir.

Öte yandan sadece nüfus da artmadı, eski sistemde milyonlarca insan, ikameti olmadığından, seçmen kütüğüne kaydedilmediğinden vs. (Özellikle köyden şehre gelmiş Kürtler için en büyük handikaplardan biriydi bu) seçmen olarak görülmüyor ve oy da kullanamıyordu. Yeni sistem bu mahzurları büyük ölçüde ortadan kaldırmış ve oy kullanabilecek yaş ve durumda olanlar ile seçmen sayısındaki makas milyonlar ölçüsünde kapanmıştır. Yani aslında, esas desteği Kürt yoksulları ve kadınları arasında bulunan Kürt özgürlük hareketinin lehine çalışabilecek ve çalışması gereken önemli değişiklikler olmuştur.

Ciddi bir analizcinin bu değişiklikleri de katması gerekir gerçek eğilimleri tespit etmek bakımından.

Öte yandan, haberde sadece Kürdistan’daki illerdeki oylar hesaplamaya katılırken, başlık, “Kürt politik hareketi, Kürdistan’da şu oranda oy aldı” diye başlığın olması gerekirken, Kürt politik hareketi sanki bütün Türkiye’de oyunu iki katına çıkarmış gibi atılmaktadır.

“Kürt Politik Hareketi” denince Bloğa verilen tüm oyları dolayısıyla tüm Türkiye’yi hesaplamak gerekir. Bizzat Türk sosyalist hareketinden gelen adayların da ifade ettikleri gibi, Bloğunun oyları aslında Kürt Politik Hareketi’nin oylarıdır. Sosyalistlerin kazandırdığı oy muhtemelen Bloğa verilen oyların en iyi ihtimalle yüzde birinden fazlası değildir. Yani aslında ihmal edilebilir bir büyüklüktür. Türk sosyalist hareketinden gelen adayların önemi, onların aday olmalarının verdiği mesajdadır, getirdikleri oylarda değil.

Aşağıda bir örnek olarak Diyarbakır’da 2002 seçimlerinden beri oy, seçmenler ve Özgürlük Hareketinin veya Bloğun aldığı oylar görülüyor.



Kayıtlı Seçmen
Oy kullanan
BDP’nin Oyu
Oy Oranı
2002
615.000
437.500
236.600
% 54
2007
674.136
471.000
200.600
% 42
2009 (il merkezi)
449.000
370.000
234.000
%59
2011
866.000
723.000
411.000
% 56

Son seçimdeki seçmen sayısındaki artış, sadece nüfus artışıyla açıklanamayacak kadar büyüktür. Eski seçim sisteminde kayıtlı seçmende 5 yılda 50.00 kişilik bir artış olurken; 2007 ile 2009 arasında 4 yılda neredeyse 200.000 kişilik, dört misli fazla bir artış görülmektedir. Elbette bu ölçüdeki bir artış sadece normal nüfus çoğalması ve göç ile açıklanamaz, yeni seçmen sayasını belirleme yönteminin etkisi vardır. Ve bunun aslında klasik Kürt Politik hareketinin destekçisi olan şehirlerin yoksul tabakalarının, dolayısıyla Kürt politik hareketinin lehine olduğu ortadadır.


Bu tabloda esas görülen şudur: Özgürlük hareketinin oyu sadece yüzde iki artmıştır Diyarbakır’da.  2007 seçimlerindeki düşüşe göre ancak kaybını telafi ettiğinden söz edilebilir.

Yani iki seçim arasında etkili olan diğer faktörler de göz önüne getirildiğinde bu tam bir yenilgidir. Sadece bir kaçını göz önüne alalım.

2002 seçimlerinde, seçimler fiziki bir şiddet altında yapılmıştı, oy vermek için birçok riskleri göze almak anlamına geliyordu. Elbet bu seçimlerde de, polislerin ve jandarmaların sandığa yakın durması, bağımsızların adının küçük yazılması vs. gibi manüplasyon çabaları vardır ama 2002 ile kıyaslanmayacak ölçüde nitelik olarak farklıdırlar ve korku duvarını aşmışlık karşısında da etkisizdirler.
2002 Seçimlerinde Parti olarak girilmişti, birçok seçmen muhtemelen nasıl olsa %10 tutturulamaz diye muhtemelen başka partilere oy vermişti. Ama Bu seçimlerde bir tek oyun bile değeri vardı. Yani başka yere oy gitme ihtimali en azından daha düşüktü.
2002 seçimlerinde, o zamanlar Özgürlük Hareketi, bizim esas tabanımız seçmen olarak kayıtlı değil, oy kullanamıyor diyordu. Bu seçimde ise bütün bu tabanın oy kullanabilecek durumda olduğu, yani seçmen olarak kaydolduğu açıktır. En azından farkın çok küçük bir yüzdeye indiği söylenebilir.

2002 seçimlerinde, Özgürlük Hareketi, çok kötü durumdaydı. Öcalan’ın esir düşmesi, Barzani ve Talabani’nin ABD desteğiyle yıldızının parlaması; Öcalan’ın yaptığı strateji değişikliğinin henüz kavranamaması ve Devlete satılmışlık olarak görülmesi söz konusuydu. Bugün ise ABD’nin Arapların direnişi karşısında Barzani ve Talabani’ye kimi sınırlar göstermesi, PKK’nın kazandığı askeri başarılar; siyasaal alanda özellikle bağımsız ve genç milletvekillerinin yaptıkları; şimdiki muazzam mobilizasyon, strateji değişikliğinin kavranması ve eskiden teslimiyet olarak görülen strateji değişikliğinin şimdi bir deha ve uzak görüşlülük olarak görülmesi gibi bir sürü lehte fark bulunmaktadır.


2002 seçimlerinde, Kürt hareketi içindeki dindarlar ve Barzani ve Talabani’nin desteklediği milliyetçiler açıktan bloğa karşı tavır almışlar ve Türk solundan insanlarla ittifak yapılmasını ve parti olarak seçimlere girilmesini eleştirmişler, oy vermemişlerdi. Bu seçimlerde ise bu güçler bizzat Blok içinde yer almışlardır.


Türk solcuları bakımından da durum bugün için çok lehedir. Türk solundan çıkabilecek en iyi iki isim aday gösterilmiştir ve Medya’nın 2002 seçimleriyle kıyaslanmayacak ölçüde bir desteği vardır özellikle bu adaylar üzerinden.

Bu seçimlerde, Erdoğan adeta politikleşmiş Kürtleri Blok’un kucağına itmiştir Türk milliyetçisi ve anti demokratik vurgularıyla. 2002 seçimlerinde böyle değildi, aksine Avrupa Birliği Kriterleri üzerinden demokrasi savunuculuğu büyük bir vurgu taşıyordu.
2002 seçimlerinde bağımsızların dört yıllık çalışmasının ve tanınmışlığının izleri yoktu. Şimdi var, bir Selahattin Demirtaş Kürt olmayanların bile sempatiyle baktığı ve tanıdığı bir isimdir artık örneğin. Bunun yanı sıra adaylıkların Yüksek Seçim Kurulu’nca önce iptali ve sonra da kitabına uydurulup baskı karşısında geri adım atması, Blok için müthiş bir rüzgâr yaratmıştır.


Yani denebilir ki, bu seçimler Blok’un veya Özgürlük Hareketinin etkisini arttırabilmesi için olağanüstü ve her zaman bir arada bulunamayacak uygun koşullarda gerçekleşmiştir. Bunun sonucunun oylarda çok büyük bir artış olması gerekir. Hâlbuki görülen odur ki, bütün bu lehte faktörlere rağmen, 2002’de alınandan sadece %2 oranında daha iyi bir oy alınabilmiştir.


Bu şunu gösterir Özgürlük Hareketi veya Blok, bugünkü politika ve stratejisiyle ulaşabileceğinin azamisine ulaşmış bulunmaktadır. Yeni toprakları fetih etmediği takdirde, aynı alandan daha yüksek bir ürün alması da söz konusu değildir. Milletvekili sayısındaki yüzde 70’leri bulan artış, kimseyi yanıltmamalı ve sahte hayaller yaymamalıdır. Bu artış, aslında aynı alandan, birçok uygun koşulun bir araya gelmesi ve akıllıca taktikler uygulanması sonucu, azami verimle sağlanmıştır. Bundan sonra gerek koşullarda, gerek toprağın gücünü yitirmesine bağlı olarak verimlilik kaybı olur.


Burada daha saymakla bitmeyecek diğer etkenleri de sıralarsak, bütün bu elverişli koşullara rağmen sağlanabilen %2’lik bir artış, aslında Bloğun oyunun, eğer aynı 2002 koşullarında olsaydı, düşmüş oluğu anlamına gelir. Bütün bu elverişli koşullara rağmen sadece %2’mik bir artış, kelimenin gerçek anlamıyla bir başarısızlık ve yenilgidir.

Zaten aradaki 2007 seçimleri bunun ipucunu vermektedir. Eğer AKP seçimlerde ve öncesinde bir parça kendi amaçları açısından akıllıca bir politika uygulasaydı, Blok’un aldığı oylar düşerdi[1].


Yukarıdaki tablo ve analizde, Diyarbakır Kürdistan’ın bir örneği olarak alınmıştır. Türkiye ölçüsünde baktığımızda, Blok veya Özgürlük Hareketi çok daha kötü durumdadır, MHP gibi zaten geçmişin dünyasına ait bir hareket bir parti bir yana bırakılırsa, oyunu arttıramayan tek parti Blok veya Özgürlük Hareketi’dir.
Yukarıda Diyarbakır örneğini aldık Kürdistan’ın beyni ve yüreği olarak. Ancak bir ülkedeki toplumsal değişiklikler, nüfusun büyük bir çoğunluğunu en azından kazanmayı ve tarafsız kılmayı gerektirir.

O halde, Türkiye’nin tamamına bakalım. Bianet yazarının “Kürt Politik Hareketi” dediğinin oy oranı ne olmuş?



AKP
CHP
MHP
DEHAP-BDP
2002
34,29
19,38
8,35
6,23
2007
46,66
20,85
14,29
5,2
2009
38,78
23,12
16,04
5,68
2011
49,90
25,91
12,99
6,58

Görüldüğü gibi, bir önceki seçime göre AKP %3, CHP %5 artış sağlarken, en az artışı sağlayan Kürt siyasal hareketidir. Yüzde bir bile değil. Aday gösterilmeyen yerlerden alınacak oylar da katılsa anca biri bulabilecek bir artış. Daha önce sıralanan olağanüstü elverişli koşullar göz önüne alınırsa aslında bir artış bulunmamaktadır denilebilir.

Keza 2002 seçimlerine göre diğerlerinin kazançları çok daha dramatiktir (CHP % 6, AKP %15 civarında) ve “Kürt siyasal hareketi” oy oranını ancak yüzde yarım kadar arttırabilmiştir.
Bilindiği gibi Kürt siyasal hareketinin en azından on yıldır “Türkiyelileşmek” diye bir hedefi var. Bunun için seçimlerde her zaman Türk kökenli adaylar da koydu, birçok başka ittifak girişimlerinde de bulundu, ama bu istatistiklerin gösterdiği gibi, Kürtlerin belli bir bölümü dışındaki yeni hiç bir toplum kesimine ulaşabilmiş değildir. Bu tam bir başarısızlığı ifade eder.


Bütün bunlar şunu da gösteriyor. Kürt siyasal hareketi Kürt gettosunun dışına çıkamamıştır ve çıkamamaktadır. Bu yöndeki girişimlerinin hemen hepsi şu ana kadar başarısız olmuştur. Kürt hareketinin etkisi, çok küçük de olsa taraftarlarını çok etkili olarak örgütleme ve mobilize etme yeteneğindedir. Ancak bunun da sınırlarına gelinmiş bulunuyor, yeni topraklar tarıma açılmadığı veya ele geçirilmediği takdirde bir süre sonra böylesine yoğun olarak işlenen zemin, bir süre sonra tuzlanma, zayıflama emareleri gösterir ve muhtemelen gösterecektir.

O halde, bu seçimlere ilişkin şu sonuç kolaylıkla çıkarılabilir. AKP ve CHP yeni seçmen kitlelerine ulaşır ve tabanlarını genişletirken, Kürt siyasal hareketi, eğer olağanüstü koşulların sağladığı avantajların getirdiği oylar düşülürse, aynı kalmış veya gerilemiştir.
Diğer bir ifadeyle, kendi amaçları açısından, bir yenilgide, bir başarısızlıkta bir zafer kutlamaktadır Blok ya da Kürt Özgürlük Hareketi. Ve bu yenilgide zaferini, büyük ölçüde AKP’nin zaferde yenilgisi sayesinde kutlamaktadır. AKP de zaferini aslında Özgürlük Hareketi’nin yenilgisine borçludur. Özgürlük hareketi, radikal bir demokrasi programını tutarlı bir biçimde sunup savunamadığı için AKP bu başarıyı kazanmıştır.

Erdoğan’ın zaferini engelleyen dayandığı egemen sınıfın anti demokratik eğilimleri, ideolojik ve kültürel şekillenmesi iken Kürt Siyasal hareketinin hedeflerine bir türlü ulaşamamasının nedenleri ezilen köylülerin sınıfsal ve kültürel sınırlarındandır.
Bunun ayrıntılarını ve Özgürlük hareketinin bir türlü çıkamadığı bu gettodan nasıl çıkabileceğini gelecek yazıda ele alalım.
Aslında bunu yıllardır çeşitli yazılarımızda ele alıyoruz ama bundan sonra başka yazılarda ele alalım.

17 Haziran 2011 Perşembe


Demir Küçükaydın




[1] Bu arada şunu belirtelim, ilk yazıda, Errdoğan’ın taktiğini kendi amaçları açısında ele alıp, aptallık yaptığını söylüyoruz ve bu aptallığın onun bizzat sınıfsal eğilimlerinden, demokrat olmamasından kaynaklandığını belirtiyoruz. Ayrıca buradaki aptallık kişilerin değil sınıfların aptallığıdır, yoksa kişi olarak Erdoğan muhtemelen çok zeki de olabilir. Biz şahsen onun böyle aptal olmasından şikâyetçi değiliz. Onun aptallığı (ki bu aptallık onun sınıfsal eğilimleri, ufuksuzluğu, ideolojik şekillenmesi ile belirlenmiştir) sayesinde kazandıklarımızı kendi akıllılığımıza veya yeteneklerimize bağlamanın yanlış olduğunu belirterek aynı aptallığa düşmemeye çağırıyoruz Bloğu. Kimileri bu farklı soyutlama düzeylerini anlamıyor ve sanki AKP’nin aptallığına üzülmüşüz gibi bir anlam çıkarıyorlar. Yanlış. Bizim dediğimiz, düşmanımız aptallık yapıyor diye bizlerin bu aptallığın sonuçlarını kendi zekâsına yoran aptallardan olmamamız gerektiğidir.

Özetle, Erdoğan, hedefi olan Anayasayı tek başına hazırlama veya hazırladığını Halkoyuna sunma hedeflerine ulaşamadı ama tam da kendi ufuksuzluğundan ve demokrat olmamasından. Yoksa, 2007 seçimlerinde olduğu gibi, Kürtlerin istemlerine biraz göz kıpsaydı, demokrasi söylemi üzerinden propagandasını yapsaydı, Hem Kürdistan’da daha yüksek oy alır ve milletvekili sayısını yükseltirdi hem de MHP’yi baraj altına düşürür, iki cephede birden zafer kazanırdı. Erdoğan’ın sınırlarını göstermektedir bu zaferdeki yenilgisi. İki cephede birden yenilmiştir iki cephede bir zafer kendisinin neredeyse avucunun içindeyken.

Ayrıca Erdoğan bir parça demokrat olsa ve bunu tutarlılıkla savunsa, BDP ve CHP’ye giden oyları da alabilir ve yüzde doksan bir çoğunluk sağlayabilir. Bunun için yapacağı ve yapması gereken çok basittir: okullardan din dersini kaldırmak, diyaneti lağvetmek, devleti bütün dinler karşısında tarafsız kılmak. Böylece şehir orta sınıfları ve Alevilerin korkularını bir anda izale edip CHP’nin altını boşaltır; Genelkurmayı her türlü kitle desteğinden yoksun bırakır.

Kürtlerle ilgili de Mahalli idarelere geniş hareket alanı sağlamak ve Okullarda Kürtçeyi (ana dili) ikinci seçmeli ders olarak koymak. Bir de Af çıkarıp gerillaya ve Öcalan’a legal siyaset olanağı sağlamak. Sadece bu birkaç tedbirle bile, bütün muhaliflerini silebilir. Ve neredeyse yüzde doksanlara ulaşabilir.

Bunu da aynı nedenle, kendisine seçimlerde iki yenilgiye yol açmış olan sınırlılığı nedeniyle yapmadı ve yapamayacaktır. Yoksa biraz uzun vadeli ve bir parça, Avrupa burjuvazisi ayarında kimi düzenlemelerle bütün muhalefetin tozunu arttırması işten bile değildir.

Bütün bunlar bizim ölçülerimizle ciddi bir demokrasi bile değildir, her hangi bir Avrupa ülkesinin standartlarıdır ama bunu bile yapacak birikim, hazırlık, sınıfsal eğilim, cesaret ve vizyondan yoksundur.

(Bu satırları yazdığımızda, Hasan Cemal’in bugünkü yazısını görmemiştik. Erdoğan %100’e yakın bir oy hedeflermiş ve neden daha çok oy alamadık diye rapor istiyormuş. Yukarıdakileri yaparsa %90 alabilir. Gerçekten, Erdoğan’ın önünde pek az politikacıya nasip olabilecek korkunç elverişli koşullar var. Ama görülecektir önüne çıkmış bu eşine az rastlanır konjonktürü ve tarihsel koşulları nasıl bir mirasyedi gibi harcayacağı. Bunun ilk örneği Seçimlerde görüldü.

Hatta yukarıda sıralanan demokratikleşmeleri yaparsa, Suriye ve kuzey Irak gönüllü olarak Türkiye ile birleşirler ve Orta Doğu’da bir dev ortaya çıkar. Ortadoğu’nun su ve Petrol yatakları üzerindeki bu dev, dünya politikasının baş aktörlerinden olur. Bütün dünya Dengeleri değişir.