28 Mart 2011 Pazartesi

Toplumsal Politikayla Özgürlük Bağlantısı da Görünür Bir Durumdur

Özgürlük adeta evrenin amacıdır diyesim geliyor. Evren gerçekten özgürlük peşinde midir diye kendime sıkça sormuşumdur.
 

Özgürlük adeta evrenin amacıdır diyesim geliyor. Evren gerçekten özgürlük peşinde midir diye kendime sıkça sormuşumdur. Özgürlüğü sadece insan toplumunda derin bir arayış olarak söylemleştirmek bana hep eksik gelmiş; mutlaka evrenle ilgili bir yönü vardır diye düşünmüşümdür. Evrenin temel taşları olarak parçacık-enerji ikilemini düşündüğümüzde, enerjinin özgürlük demek olduğunu çekinmeden vurgularım. Maddi parçacığın ise, mahkûm haldeki enerji paketçiği olduğuna inanırım. Işık bir enerji halidir. Işığın ne kadar özgür bir akışkanlığa sahip olduğu inkâr edilebilir mi? Enerjinin en küçük parçacık hali olarak tanımlanan kuantaların, günümüzde neredeyse tüm çeşitliliği izah eden etken olarak anlamlandırılmasına da katılmak durumundayız. Evet, kuantumsal hareket tüm çeşitliliğin yaratıcı gücüdür. Acaba hep aranan Tanrı bu mudur demekten kendimi alıkoyamıyorum. Evren-üstünün tıpkı bir kuantum karakterinde olduğu söylenirken de yine heyecanlanır ve olabilir derim. Yine acaba dıştan Tanrı yaratıcılığı buna mı denir demekten kendimi alıkoyamıyorum. 

Özgürlük konusunda bencil olmamak, insan indirgemeciliğine düşmemek bence önemlidir. Kafesteki hayvanın büyük özgürlük çırpınışı yadsınabilir mi? Bülbülün şakıması en değme senfoniyi geride bırakırken, bu gerçekliği özgürlük dışında hangi kavramla izah edebiliriz? Daha da ileri gidersek, evrenin tüm sesleri, renkleri özgürlüğü düşündürmüyor mu? İnsan toplumunun en derin ilk ve son köleleri olarak kadının tüm çırpınışları özgürlük arayışından başka hangi kavramla izah edilebilir? En derinlikli filozofların, örneğin Spinoza’nın, özgürlüğü cehaletten çıkış, anlam gücü olarak yorumlaması aynı kapıya çıkmıyor mu?

Sorunu sonsuz içeriği içinde boğmak istemiyorum. Ayrıca anadan doğma ‘mahkûmiyet’ halim olarak da söylemleştirmek istemiyorum. İspatı; Prometheus’un anısına birkaç cümle dışında, bir nevi özgürlük arayışı da olan şiir yazmayı hiç denemedim. Onun da imgesellik dışında bir anlamı olmadığı bilinmektedir. Fakat özgürlük anlamının korkunç takipçisi olduğum göz ardı edilebilir mi? 

Toplumsal özgürlüğü sorunsallaştırırken, bu kısa girişimiz konunun derinliği konusunda uyarıcı kılmak içindir. Toplumun zekâ yoğunluğu en gelişkin doğa olarak tanımı, özgürlük çözümlemesi konusunda da aydınlatıcıdır. Zekânın yoğun alanları özgürlüğe hassas alanlardır. Herhangi bir toplum zekâ, kültür, akıl gücü olarak kendini ne kadar yoğunlaştırmışsa, o denli özgürlüğe yatkın kılmıştır demek yerinde bir söylemdir. Yine bir toplum kendini bu zekâ, akıl ve kültür değerlerinden ne kadar yoksun kılmışsa veya yoksun bıraktırılmışsa, o denli köleliği yaşamaktadır deyimlemesi de doğru bir söylemdir.

İbrani kabilesi konusunda yoğunlaşırken, aklıma hep iki temel özellikleri takılır. Birincisi, para konusundaki maharetleridir. Paranın hükümranlığını hep ellerinde bulundururlar. Bununla dünyayı kendilerine bağlayabileceklerini, hatta hükümleri altına alabileceklerini hem teorik hem pratik olarak yetkince bilmektedirler. Buna maddi dünya hükümranlığı da diyebiliriz. Bence daha önemli olan ikincisini, yani manevi hükümranlık sanatını daha iyi becermeleridir. Önce Yahudi peygamberleri, sonra yazarları, kapitalist modernitede ise her tür filozof, bilgin ve sanat adamları ve kadınlarıyla neredeyse tarihle yaşıt bir manevi kültürel hükümranlık kurmuşlardır. Dolayısıyla İbrani kabilesi kadar zengin ve özgür başka bir kabile yoktur demek son derece doğru bir tespittir. Çağımıza ilişkin birkaç örnek vermek bu gerçeği fazlasıyla doğrulayıcı olacaktır. Küresel ekonomiye hükmeden finans-kapitalin gerçek hükümdarlarının ezici çoğunluk gücü İbrani kökenlidir, yani Yahudi’dir. Çağdaş felsefenin çıkışında Spinoza, sosyolojide Marks, psikolojide Freud, fizik biliminde Einstein adından bahsetmek, yüzlerce sanatsal, bilimsel ve politik kuramcıyı da bunlara eklemek, Yahudi entelektüel gücü hakkında yeterince fikir verebilir. Yahudilerin entelektüel âlemdeki hükümranlıkları inkâr edilebilir mi? 

Fakat madalyonun diğer yüzünde dünyanın öbürleri, ötekileri vardır. Bir tarafın maddi ve manevi zenginliği, gücü ve hükümranlığı, ötekilerin yoksulluğu, güçsüzlüğü ve sürülüğü pahasına gerçekleşir. Dolayısıyla Marks’ın proletarya için söylediği meşhur söz, yani “Proletarya kendini özgürleştirmek (başka deyişle kurtarmak) istiyorsa, tüm toplumu özgürleştirmekten başka çaresi yoktur” deyişi Yahudiler için de geçerlidir. Marks bu sözü sanki Yahudileri düşünerek söylemiş gibidir. Eğer Yahudiler özgürlüklerinden, yani zenginlik, zekâ ve anlam güçlerinden emin olmak istiyorlarsa, dünya toplumunu benzer biçimde zenginleştirmekten ve manevi olarak güçlendirmekten başka yolları yoktur. Yoksa başlarına her an yeni Hitler’ler peydahlanabilir. Bu anlamda Yahudi’nin kurtuluşu, yani özgürlüğü, ancak dünya toplumunun kurtuluşu ve özgürlüğüyle iç içe düşünüldüğünde mümkündür. İnsanlık için çok şey başarmış Yahudiler için en onurlu görevin bu olduğundan da kuşku duyulmasa gerekir. O halde ötekilerin yoksulluğu ve cehaleti üzerine kurulu zenginlik ve manevi itibarların gerçek bir özgürlük değeri taşımadığını korkunç Yahudi soykırımından da anlamak mümkündür. Özgürlüğün gerçek anlamı, biz-öteki ayrımını aşan ve herkesçe paylaşılabilen karakterde olmasıdır.

Merkezi uygarlık sistemini özgürlük sorunu temelinde değerlendirdiğimizde, giderek katmerleşen bir kölelikle yüklendiğini gözlemleriz. Kölelik üç boyutta da güçlü yaşatılır: İlkin ideolojik kölelik inşa edilir. Mitolojilerden korkutucu ve hükümran tanrılar inşa edilmesi, özellikle Sümer toplumunda çok çarpıcı ve anlaşılırdır. Zigguratın üst katı zihinlere hükmeden tanrı mekânı olarak düşünülür. Orta katlar rahiplerin politik yönetim karargâhlarıdır. En alt kat ise, her tür üretime koşturulan zanaatçı ve tarımcı çalışanların katı olarak hazırlanmıştır. Bu model günümüze kadar özde değişmemiş, sadece muazzam bir açılma-saçılma konumuna erişmiştir. Merkezi uygarlık sisteminin beş bin yıllık bu öyküsü gerçeğe en yakın tarih kurgusudur. Daha doğrusu, ampirik olarak gözlemlenen bir gerçekliktir. Zigguratı çözümlemek, merkezi uygarlık sistemini çözümlemektir; dolayısıyla günümüzün kapitalist dünya sistemini gerçek temeline oturtarak çözümlemektir. Sermaye ve iktidarın kümülâtif olarak sürekli gelişimi madalyonun bir yüzü iken, diğer yüzünde korkunç kölelik, açlık, yoksulluk ve sürüleşme vardır. 

Özgürlük sorununun nasıl derinleştiğini daha iyi anlıyoruz. Merkezi uygarlığın sistematiği, toplumun giderek özgürlükten yoksunlaştırılmasını ve sürü toplum derekesine düşürülmesini sağlamadan kendini sürdüremez, varlığını koruyamaz. Sistemin mantığındaki çözüm, daha fazla sermaye ve iktidar aygıtları oluşturmaktır. Bu ise, daha fazla yoksullaşma ve sürüleşme demektir. Özgürlük sorununun bu denli çok büyümesi ve her çağın temel sorunu haline gelmesi, sistemin doğasındaki ikileminden ötürüdür. Yahudi kabilesinin örnek konumunu boşuna sunmadık. Son derece öğreticidir. Özgürlüğü de, köleliği de Yahudilik üzerinden okumak, bu nedenle çağlar boyunca öneminden hiçbir şey yitirmemiştir. 

Paranın mı, bilincin mi daha çok özgürlük sağladığına ilişkin geleneksel tartışmayı da bu anlatım ışığında daha iyi kavrayabiliriz. Para bir sermaye birikim aracı olarak, yani artık-ürün ve değer gaspı olarak rol oynadıkça hep köleliğin aracı olacaktır. Sahibine bile hep katliamlar davet etmesi, paranın özgürlük için güvenilir bir araç olamayacağını gayet iyi açıklamaktadır. Para, enerjinin zıddı olan madde parçacığı rolündedir. Bilincin her zaman özgürlüğe daha yakın olduğu söylenebilir. Gerçeklik üzerine bilinç, her zaman özgürlüğe ufuk açar. Bilincin hep enerji akışkanlığı olarak tarifi de bu nedenledir. 

Özgürlüğü evrendeki çoğullaşma, çeşitlenme, farklılaşma olarak tanımlamak toplumsal ahlak açıklamasında da kolaylık sağlar. Çoğullaşma, çeşitlenme ve farklılaşma, zımnen de olsa, bağrında hep zeki bir varlığın seçim yapma kabiliyetini düşündürür. Bitkileri çeşitliliğe yönelten bir zekânın mevcudiyetini bilimsel araştırmalar da doğrulamaktadır. Bir canlı hücresindeki oluşumları şimdiye dek hiçbir insan elinden çıkma fabrika eli sağlayamamıştır. Belki Hegel kadar evrensel zekâdan (Geist) bahsedemeyiz. Ama yine de evrende zekâya benzer bir varlıktan bahsetmek tümüyle saçmalık olarak yargılanamaz. Farklılaşmayı zekâ varlığı dışında başka bir anlatımla dile getiremeyiz. Çoğullaşma ve çeşitlenmenin hep özgürlüğü çağrıştırması, temellerindeki zekâ kıvılcımlarından ötürü olsa gerekir. İnsanı bilinebildiği kadarıyla evrenin en zeki varlığı olarak tanımlamak mümkündür. Peki, insan bu zekâsını nasıl edinmiştir? Bilimsel (fiziki, biyolojik, psikolojik ve sosyolojik) olarak insanı evrensel tarihin özeti olarak da tanımlamıştım. Bu tarifte insan, evrensel zekânın birikimi olarak tanımlanmaktadır. Birçok felsefi ekolde insanın evrenin bir maketi olarak sunulması da bu nedenledir. 

İnsan toplumundaki zekâ düzeyi ve esnekliği, toplumsal inşanın gerçek temelini teşkil etmektedir. Özgürlüğü bu anlamda toplumsal inşa gücü olarak da tanımlamak yerindedir. Buna ilk insan topluluklarından itibaren ahlaki tutum denildiğini biliyoruz. O halde toplumsal ahlak ancak özgürlükle mümkündür. Daha doğrusu, özgürlük ahlakın kaynağıdır. Ahlaka özgürlüğün katılaşmış hali, geleneği veya kuralı da diyebiliriz. Eğer ahlaki seçim özgürlük kaynaklıysa, özgürlüğün zekâyla, bilinç ve akılla bağı göz önüne getirildiğinde, ahlaka toplumun kolektif bilinci (vicdanı) demek de daha anlaşılır oluyor. Teorik ahlaka etik denilmesi de ancak bu çerçevede anlam ifade edebilir. Toplumun ahlaki temelleri dışında bir etikten bahsedemeyiz. Şüphesiz ahlakî deneyimlerden daha yetkin bir ahlak felsefesi, yani etiği çıkarılabilir. Ama yapay etik olamaz. E. Kant’ın bu konuda da çok çaba harcadığı bilinmektedir. Kant’ın pratik akla etik demesi anlaşılırdır. Aynı zamanda ahlakı bir özgürlük seçimi, imkânı olarak yorumlaması günümüz için de geçerliliğini koruyan bir görüştür.

Toplumsal politikayla özgürlük bağlantısı da görünür bir durumdur. Politik alan uzgören akılların en çok çarpışıp yoğunlaştıkları ve sonuç almaya çalıştıkları alandır. Bir anlamda katılan öznelerin kendilerini politik sanat aracılığıyla özgürleştirdikleri alan olarak tanımlamak da mümkündür. Toplumsal politika geliştirmeyen her toplumun, bunun karşılığının özgürlükten yoksunluk olarak kendisine döneceğini, bedelinin kendisine fatura edileceğini bilmesi gerekir. Politik sanatın yüceliği bu anlamda karşımıza çıkar. Politikasını geliştiremeyen her toplum (klan, kabile, kavim, ulus, sınıf, hatta devlet ve iktidar aygıtları) kaybetmeye mahkûmdur. Zaten politika geliştirememek demek, kendi vicdanını, hayati çıkarlarını ve öz kimliğini tanımamak demektir. Herhangi bir toplum için bundan daha ağır bir düşüş, kaybediş söz konusu olamaz. Özgürlük talebi bu tür toplumlar için ancak öz çıkar, kimlik ve kolektif vicdanları için ayağa kalktıklarında, diğer bir deyişle politik mücadeleye atıldıklarında söz konusu olabilir. Politikasız özgürlük istemleri vahim bir yanılgıdır.

Politikayla özgürlük arasındaki ilişkinin çarpıtılmaması açısından, iktidar ve devlet politikaları (Aslında politikasızlık demek daha doğrudur) ile aralarındaki farkın özenle çizilmesi gerekir. İktidar ve devlet aygıtlarının işleri için strateji ve taktikleri olabilir, ama gerçek anlamda politikaları olmaz. Zaten iktidar ve devletin kendileri toplumsal politikanın inkârının sağlandığı aşamada vücut bulurlar. Politikanın bittiği yerde iktidar ve devlet yapıları işbaşında olur. İktidar ve devlet politik sözün, dolayısıyla özgürlüğün bittiği yerdir. Orada sadece idare etme, söz dinleme, buyruk alma ve verme söz konusudur; kanun, tüzük vardır. Donmuş bir akıldır her iktidar ve devlet. Güçlerini de, güçsüzlüklerini de bu özelliklerinden alırlar. O halde devlet ve iktidar alanları özgürlüklerin arandığı, sağlandığı alanlar olamaz. Hegel’in devleti özgürlüğün sağlandığı gerçek alan olarak sunması, modernitenin tüm tahakkümcü görüş ve yapılanmalarının temelini oluşturur. Öyle ki, Hitler faşizmi bu görüşün nelere yol açabileceğini açıklayan örneklerin başında gelmektedir. Hatta Marks ve Engels’in öncülük ettikleri bilimsel sosyalizm anlayışında devlet ve iktidarın temel sosyalist inşa araçları olarak öngörülmeleri, farkında olmayarak özgürlüğe, dolayısıyla eşitliğe indirilmiş en vahim darbe olmuştur. ‘Ne kadar devlet, o kadar az özgürlük’ söylemini liberaller daha iyi fark etmişlerdir. Başarılarını da bu öngörülerine borçludurlar. 

Tahakküm araçları olarak devlet ve iktidarlar, özleri gereği, zorla el konulmuş artık-ürün ve değerlerin, yani toplam sermayenin değişik bir türünden başka bir anlam ifade etmezler. Sermaye devletleştirir, devlet sermayeleştirir. Aynı husus her tür iktidar aygıtları için de geçerlidir. Toplumsal politik alan ne kadar özgürlük doğurucuysa, iktidar ve devlet alanları da o denli özgürlük yitirim alanlarıdır. Belki iktidar ve devlet yapıları birçok kişi, grup ve ulusu daha çok zenginleştirip özgürleştirebilir. Ama Yahudi örneğinde gördük ki, bu ancak öteki toplumların yoksulluğu ve köleliği pahasına mümkündür; bunun sonu da soykırımdan savaşlara kadar her tür yıkımdır. Kapitalist dünya sisteminde politika en büyük kaybını yaşamıştır. Tarih boyunca merkezi uygarlık sisteminin zirve yaptığı bu aşamada, politikanın gerçek ölümünden bahsetmek mümkündür. Dolayısıyla hiçbir çağla kıyaslanamayacak ölçülerde günümüz çağında politik tükeniş yaşanmaktadır. Nasıl bir özgürlük alanı olarak ahlaki tükeniş günümüzün bir fenomeni ise, ondan daha fazla olarak politika alanının tükenişi söz konusudur. Dolayısıyla özgürlük istiyorsak, en başta toplumun kolektif vicdanı olan ahlakı ve ortak akıl olarak politikayı tüm yönleriyle ve entelektüel gücümüzle yeniden ayağa kaldırıp işlevsel kılmaktan başka çaremiz yok gibidir.

Özgürlük ve demokrasi arasındaki ilişkiler daha da karmaşıktır. Hangisinin hangisinden kaynaklandığı sürekli tartışmalıdır. Fakat her iki ilişki yoğunluğunun da birbirini beslediğini rahatlıkla belirtebiliriz. Toplumsal politikayı özgürlükle bağlantılı düşündüğümüz kadar, demokrasiyle de bağlantılandırabiliriz. Toplumsal politikanın en somut hali demokratik siyasettir. Dolayısıyla demokratik siyaset özgürleşmenin gerçek sanatı olarak da tanımlanabilir. Demokratik siyaset yürütmeden, genelde toplumun, özelde de her halkın ve topluluğun ne politikleşmesi ne de politik yoldan özgürleşmesi mümkündür. Demokratik siyaset özgürlüğün öğrenildiği, yaşandığı gerçek okullarıdır. Politikanın işleri ne kadar demokratik özneler yaratırsa, demokratik siyaset de toplumu o denli politikleştirir, dolayısıyla özgürleştirir. Politikleşmeyi özgürleşmenin ana biçimi olarak kabul edersek, her toplumu politikleştirdikçe özgürleştirebileceğimizi, tersi olarak da toplumu özgürleştirdikçe daha fazla politikleştirdiğimizi bilmek durumundayız. Şüphesiz özgürlük ve politikayı besleyen, başta ideolojik kaynaklar olmak üzere, birçok toplumsal alan mevcuttur. Ama esasta birbirini doğurup besleyen temel iki kaynak, toplumsal politika ve özgürlüktür.

Eşitlikle özgürlük ilişkisi çoklukla karıştırılır. Hâlbuki en az demokrasiyle ilişkiler kadar, ikisi arasındaki ilişkiler de karmaşık ve problemlidir. Tam eşitliğin bazen özgürlüğün bedel vermesi karşılığında sağlandığını görürüz. İkisinin birlikte olamayacağı, birinden taviz vermenin gereği sıkça vurgulanır. Özgürlüğün de bazen bedel olarak eşitlikten taviz vermeyi gerekli kıldığı belirtilir.
İki kavramın, dolayısıyla fenomenin doğası arasındaki farkı açıklamak, sorunu doğru belirtmek için gereklidir. Eşitlik daha çok bir hukuk terimidir. Fert ve topluluklar arasında fark gözetmeksizin, aynı hak paylaşımını öngörür. Oysa farklılık, evrenin olduğu kadar toplumun da esaslı bir özelliğidir. Farklılık aynı türden hak paylaşımına kapalı bir kavramdır. Eşitlik ancak farklılıkları esas aldığında anlamlı olabilir. Sosyalist eşitlik anlayışının tutunamamasının en önemli nedeni, farklılığı hesaba katmamasıdır. Bu da sonunu getirmenin en önemli nedenlerinden biridir. Gerçek adalet ancak farklılıkları temel alan bir eşitlik anlayışı içinde gerçekleşebilir.

Özgürlüğün farklılaşma kavramına çok bağımlı olduğunu belirlediğimizde, ancak eşitliğin farklılaşmaya bağlanması halinde özgürlükle anlamlı bir bağı kurulabilir. Özgürlükle eşitliği bağdaştırmak, toplumsal politikanın temel hedeflerindendir.
Bireysel ve kolektif özgürlük kavramları arasındaki tartışmaya değinmeden geçemeyiz. Negatif ve pozitif özgürlük olarak da tanımlanmak istenen bu iki kategori arasındaki ilişkiyi açıklamak halen önemini korumaktadır. Bireysel özgürlüğü (negatif özgürlük) şahlandıran kapitalist modernite, şüphesiz bunu toplum kolektivitesinin büyük tahribatı pahasına gerçekleştirdi. Bireysel özgürlüğün günümüzde toplumsal politikayı en az iktidar olgusu kadar tükettiğini belirlemek büyük önem taşır. Bireyciliğin toplum yıkıcılığındaki, özellikle de ahlakın ve politikanın inkârındaki rolünü aydınlatmak, özgürlük tartışmalarının can alıcı sorunudur. 

Bireycilikle atomize edilen toplumun hiçbir sermaye ve iktidar aygıtına karşı direnme takatinin kalmadığını söylediğimizde, toplumsal problemin kanserleşme riskini daha iyi anlayabiliriz. Liberal bireyciliğin toplumsal politika ve özgürlüğü tüketen temel kaynak olarak belirlenmesi, anlamlı bir çıkışa zemin sunabilir. Şüphesiz burada bireyselliği söz konusu etmiyoruz, bireyselliğin gerekli olduğunu tartışmıyoruz. Tartışılan, idealize edilerek toplumsal politika ve özgürlüğü tüketen ideolojik bireyciliktir, liberalizmdir. 
Kolektif özgürlüğü zaten tartışmış bulunuyoruz. Asıl özgürlüğün bireysellik kadar her tür topluluğun (kabile, kavim, ulus, sınıf, meslek vb.) kimliğini belirlemek, çıkarlarını sağlamak ve güvenliğini savunmaktan geçtiğini, bu temellerde anlam bulabileceğini önemle belirtmeliyiz. Bu temellerde ancak bireysel ve kolektif özgürlükler uyumlulaştığında başarılı optimal bir özgür toplum düzeninden bahsedebiliriz. Liberalizmin bireycilik anlamında şahlandırdığı özgürlükle reel sosyalizmin kolektivizm adına şahlandırdığı özgürlük arasında, ne kadar zıt kutuplar olarak tanımlansalar da, sıkı bir benzerlik bulunduğu, 20. yüzyıl deneyiminden ötürü açığa çıkmış durumdadır. İkisi de liberalizmin seçenekleridir. Devletçilik ve özelleştirme oyunlarının nasıl aynı el tarafından uygulandığını gözlemlediğimizde, söylenmek istenen hususlar daha iyi anlaşılacaktır.

Demokratik toplumun bireysel özgürlüklerle kolektif özgürlükleri uyumlulaştırmada en elverişli zemin olduğu, 20. yüzyılın büyük yıkım getiren bireyci (vahşi liberalizm) ve kolektivist (firavun sosyalizmi) modellerinin denenmesinden sonra iyice açığa çıkmış bulunmaktadır. Demokratik toplumun bireysel ve kolektif özgürlükleri dengelemek kadar, farklılıkları esas alan eşitlik anlayışını gerçekleştirmede de en uygun toplumsal politik rejim olduğunu belirtmek mümkündür.

5- TOPLUMSAL AKLIN GÜCÜ

İnsan türündeki zekâ seviyesinin kendine özgü toplumsal süreçle bağı ve gücü kavranmadan, toplumla ilgili hiçbir soruna ilişkin çözüm olanakları layıkıyla değerlendirilemez. Tür olarak insan aşamasındaki zekâ seviyesinin potansiyel ölçümü, başlangıç itibariyle spekülatif bir konu olabilir; bu mümkün de olmayabilir. Ama çok farklı bir zekâyla karşı karşıya olduğumuz, insanlık tarihindeki savaş olgusunun günümüz koşullarında çevrenin tam bir yok etmenin eşiğine getirilmesiyle iyice açığa çıkmış bulunmaktadır. Sadece sınıf tahlilleriyle, ekonomik reçetelerle, politik tedbirlerle, iktidar ve devletin azami birikimleriyle ekolojik ve toplumsal yıkımların önüne geçilemeyeceği anlaşılmaktadır; hatta kanıtlanmış gibidir. Sorunun daha köklü ele alınmaya ihtiyacı olduğu açıktır.
Aklın gücü üzerinde şüphesiz çağlar boyu sürekli durulmuştur. Çok yeni bir şey söylemiyorum. Aklın farklı bir tarafına dikkat çekmenin her zamankinden önemli hale geldiğini belirtmek istiyorum. Aklın toplumla bağı açıktır. Toplum gelişmeden aklın da gelişmeyeceği sıradan her tarih gözlemcisinin fark edebileceği bir husustur. Esas kavranması gereken, toplumsal varlığın hangi koşullarla akla meşruiyet tanıdığıdır. Kapitalist modernitenin, özellikle yakın dönem küresel finans-sermaye egemenliğinin, ‘simgesel akıl’ üzerinden korkunç kârlar sağlayarak yol açtığı çevre ve toplum yıkımının izahatı hiçbir toplumsal meşruiyet koşuluyla anlaşılamaz. Açıkçası ahlaklı, özgürlüklü ve politik toplumun hiçbir biçimi, ‘simgesel aklın’ vurgununu onaylamaz. Peki, toplumsal meşruiyet barajları nasıl ve kimler, hangi zihniyetler ve araçlar tarafından paramparça edildi? 

Aklın yıkım gücü karşısında yapım, onarma ve sağlıklılaştırma rolü kimlere aittir? Bu rolü hangi zihniyet kuralları ve araçlarla gerçekleştirmekten sorumludurlar? Bu sorunlar hayatidir ve mutlaka cevaplarını isterler.

I. Wallerstein’ın kapitalist dünya-sistem adını verdiği düzenin ortaya çıkışı üzerinde büyük önemle durmasını çok önemsiyorum. Ayrıca Fernand Braudel’in konuyu adeta kılı kırk yararak çözümlemeye çalışmasını da çok ufuk açıcı buluyorum. Samir Amin’in konuyu özellikle Ortadoğu İslamî uygarlıklarının yıkımıyla bağlantılı olarak ele alan kapitalizm çözümlemelerinin de kısmen öğreticiliği vardır. Çok sayıda düşünür konuya hassasiyetle yaklaşmaktadır. Varılan ortak sonuçlar Avrupa’nın devlet geleneğinin zayıflığı, kilisenin çözülmesi, Cengiz Han’ın Moğollarının İslam uygarlığını tarumar etmesi etrafında dönmektedir. Kafesteki aslana benzetilen kapitalistik gelişme, bu koşullar altında kapının açık hale gelmesinden fırsat bularak, öncelikle Batı Avrupa’da hâkim olmuş; sonra sırasıyla tüm Avrupa’ya, Kuzey Amerika’ya ve günümüze doğru tüm dünyaya saldırısını başarıyla tamamlamıştır denilmektedir. Daha önce kafeste tutulan güç dünya hükümranlığına gelirken, önceki hükümranlar ise demir kafese alınmıştır. Toplumun Leviathan tarafından demir kafese tıkılması eğretileme olarak söylemleştirilmektedir. Max Weber’in ünlü deyimiyle kapitalist modernitenin, bürokrasisinin toplumu demir kafese alması söz konusu edilmektedir. Tüm ünlü sosyologların, çok açık olmasa da, biraz suçluluk psikolojisiyle, korkakça ve fısıldayarak dile getirmek istedikleri vahim toplumsal tablo böyle sunulmaktadır. 

Şahsen soruna daha kapsamlı ve merkezi uygarlık sistemiyle bağlantılı olarak bakıyorum. Hatta biraz da simgesel-analitik aklın gelişim tarihiyle irtibatlandırılması gereğini düşünmekteyim. Analitik aklın merkezi uygarlık sisteminde attığı adım şüphesiz devsel niteliktedir. Ancak tüm uygarlık yapılanmaları benzer etkiyi ortaya çıkarırlar. Diğer önemli bir etkeni insan aklının simgesel özellik kazanarak analitik çözüm yeteneğine kavuşması olarak belirlemek, uygarlık etkeni kadar önem taşımaktadır. Çünkü kapıyı uygarlık etkenine açan analitik akıldır. 

İnsana kadar tüm canlılar şaşmaz akıl ilkeleriyle çalışırlar. Doğal veya duygusal akıl da diyebileceğimiz bu akıl tarzı içgüdüselliğe yatkındır. Etkilenmeler çok ani tepki vermekle karakterize edilir. Bitki ve hayvanlardaki etki-tepki bu konuda çok öğreticidir. Üreme, korunma ve beslenmekten ibaret olan yaşamlarını içgüdüsel akılla çok öğrenilmiş tarzda yürütürler. Hata payı yok denecek kadar azdır. Ben konuyu cansız varlıklar alanına da taşırmaktan yanayım. Örneğin dünyamızın yerçekimini bir içgüdüsel akıl olarak düşünürsek (Ben böyle bir düşünce taşıyorum), her nesnesi, hatta zerresi onun itme ve çekme etkisini gücü oranında yaşar. Etkiden kaçış çok sınırlıdır. Ancak ışık gücünde kaçışlar mümkün olabilir. Evreni ilkesiz, başıboş sayan felsefeler bu anlamda bana pek doyurucu gelmez. Evrenin belli bir zekâyla hareket ettiğine dair görüş, üzerinde epeyce durmayı gerektirir.

İnsandaki zekânın tuhaflığı, bu evrensel zekâyı ihlal yeteneğidir. Belki ışık örneğiyle insan için bir üstünlük olarak da bu zekâ biçimi (analitik zekâ) yorumlanabilir. Ama evrenin akıl tarzının ezici ağırlığıyla çelişmesini nasıl çözümleyeceğiz? Belki ‘kaos teoremi’ konuya kısmen açıklık getirebilir. Bilindiği üzere, kaos teorisinde büyük düzensizlik içinde düzen aranır. Düzen kaossuz mümkün değildir. Bu yaklaşımdaki haklılık, doğruluk yönleri inkâr edilemez. Fakat burada da sorun, toplumsal kaosun (bunalım, kriz dahil) etkisi altında insan yaşamının ne kadar süre ve nasıl bir mekân içinde sürdürülebileceğidir. Çünkü toplumun kaotik süreçlere dayanma süresi ve mekânı sınırlıdır. Sürenin çok uzaması ve mekânın (ekolojik çevrenin) aşırı tahribi rahatlıkla toplumların sonunu getirebilir. Tarihte çok sayıda toplumun bu durumlara düştüğünü gözlemlemekteyiz. İnsanların neredeyse ilkel topluluklar halinde varlığını sürdürdükleri uzun süre boyunca (yaşamlarının yüzde 98’lik süresi) bu kaotik ortamda yaşadıklarını bilmekteyiz. Neolitik ve uygarlık düzenleri altında geçen yaşamın süresi toplam yüzde iki’nin altındadır. Özcesi, kaotik sürenin uzaması belki de tümüyle yaşamı sonlandırmaz. Fakat bu sefer tehlike daha farklıdır. Uygarlık öncesi kaotik süreçle sonrası arasında bariz bir fark vardır. Uygarlık çevreyi sadece insan toplumu için değil, tüm canlılar için tehlike sınırlarına çekmiştir. Daha da kötüsü, toplumların bağrındaki sermaye ve iktidar her saat kanser tarzı (aşırı kentleşme, orta sınıflaşma, işsizleşme, milliyetçileşme, cinsiyetleşme, önlenemeyen nüfus artışı) yayılmaktadır. Bu kanser tarzı büyümenin mevcut haliyle devamı bile, uygarlık öncesi klan dönemini mumla aratacaktır. Kanserle gelen kaotik süreç, yeni düzenlerden çok, toplumun ölümüyle de sonuçlanabilir. Abartılı bir yargıda bulunmuyoruz. Sorumluluk duyan insanlar, bilim insanları bu konuda her gün daha ağır yargılarda bulunuyorlar.

Denilebilir ki, toplumsal kanserolojik gelişmelerin analitik akılla ne ilişkisi vardır? O halde bu aklı biraz daha yakından tanıyalım. Simgesel akıl öncü bir rol oynamıştır. Bunun en açık görünümünü işaret dilinden (Bedensel hareketler ağırlıktadır) simgesel dile geçişte görüyoruz. Artık beden hareketleri yerine, üzerinde anlaşılmış bazı (işaret edilenlerle fiziki, biyolojik bir bağı olmayan) ses öbekleriyle anlamsal bağlar kurulabilmektedir. Örneğin, ‘göz’ü ele alalım: Ses öbeğinin gözle hiçbir fiziki bağı olmadığı halde, bu tanımda uzlaşan herkes, ‘göz’ sesinden ‘göz’ü aklında canlandırır. Simgesel dilin kuruluşu böyledir. Antropolojik çalışmalar bu dilin başlangıcını Doğu Afrika kökenli son göç dalgasını gerçekleştiren Homo Sapiens gruplarına bağlasalar da (yaklaşık 50–60 bin yıl önce), asıl patlamasını Ortadoğu coğrafyasında gerçekleştirdiğinde birleşmektedirler. Özellikle Semitik ve Aryen dil grupları bu tezi güçlendirmektedir. 

Simgesel dil yapısının düşünce üzerinde muazzam bir etkisi olmuştur. Beden dilinden kurtulmak ve kelimelerle düşünmek, en büyük zihniyet devrimlerinden belki de ilkidir. Bu bir yandan insan türünün hayvanlar âleminden kopuşunu hızlandırırken, öte yandan toplumların simgesel dil kuruluşları etrafında kümelenmelerine büyük ivme kazandırır. Çünkü aynı ses düzenlerini konuşanlar, giderek hem daha farklı, hem de zekâ gücü kazanmış olarak birliklerini geliştirirler. Toplumları artık simgesel dilleri kimliklendirmektedir. Neolitik devrim bu dilin önemli katkısıyla gerçekleşmiştir. İşaret diliyle bu devrimsel aşamaya varılması zordur. Daha sonraları uygarlığa nasıl geçiş yapıldığı çokça işlendiği için tekrarlamayacağım. Fakat ‘Verimli Hilal’ denilen Zagros-Toros dağ sisteminin etekleri ve Mezopotamya ovalarının gelişmelerin ana beşiği rolünü oynadığını iyice bilmekte yarar vardır. 

Anlatılanlar simgesel aklın olumlu etkisini ortaya koymaktadır. Sakıncasını ise, çevreden kopuşu başlatmasında görmek gerekir. Daha önceki toplumlar doğal çevre toplumlarıdır. Ana-yavru ilişkisinde olduğu gibi doğanın kucağındadırlar. Simgesel düşünce gücü bu tarz yaşam ihtiyacını zayıflatmıştır. Çünkü yeni toplum kendi yeni diliyle çevreyi adlandırmakta, dolayısıyla yeni kullanım yolunu da açmaktadır. Bitkiler ve hayvanlar âlemi üzerinde büyük bir hegemonyanın yoludur bu yeni yol. Simgesel dilden önceki düşünce tarzları hep duygusal akılla gerçekleştirilirdi. Duygusal aklın en temel özelliği, etki ve tepkisindeki vazgeçilmez öğe olarak duygularıyla düşünmesidir. İçtendir, yalansızdır, hileden uzaktır. Bir ananın çocuğuna içtenlik dışında yalancı ve hileli davrandığı kolay kolay gösterilemez. Bitkiler ve hayvanlar âlemindeki zihin de böyle çalışır. Aslan görününce, av hayvanlarındaki zihnin olduğu gibi duygularına yansımasını hep görürüz. İkisinde de hile yoktur. Ama insanın simgesel dilinde binbir hileli, yalanlı ve içten olmayan (duygusallık taşımayan) düşünce okumak mümkündür. Bu düşünce tarzının korkunç tehlikesi, asıl büyük tahribatını uygarlık sürecine geçişle gösterecektir.

Sermaye ve iktidar birikiminde simgesel dil vasıtasıyla gerçekleşen analitik düşünce belirleyici rol oynar. En başta bu düşüncenin yalana dayanan, hileli ve içten olmayan gücünü kullanarak, toplumu tutsak etmekte ve sömürmekte büyük yetenek kazanılmış olmaktadır. Bilindiği üzere, insan beynindeki ön sağ ve sol loblar bu iki zekâ konusunda işlevsellik kazanmışlardır. Analitik düşüncenin gerçekleştiği lob en son gelişen kısımdır. Bedenin geri kalan tüm bölümleri duygusal zekânın izini taşır. Analitik düşünce kısmının üstünlük kazanması, tüm bedenin izini taşıyan düşünce üzerinde etkili olmaktadır. Bu gelişme de giderek insanın tüm karakterini yeniden biçimlendirmektedir. Bu müthiş bir gelişmedir. Olumlu yönde kullanılması insan türü için dünyayı sürekli bir ‘bayram yerine’ çevirebilir. Olumsuz yönde çalıştırılırsa, ezici çoğunluk ve çevre canlıları için cehenneme de çevirebilir. Tıpkı nükleer güç gibidir. Bu enerjiyi çok iyi kontrol etmek kaydıyla toplumun hizmetinde kullanmak büyük yararlar sunar. Kontrol edilmediğinde ise, küçük bir Çernobil örneğinde (Ama daha korkuncu savaşta kullanılanıdır) ne tür sonuçlara yol açtığı bilinmektedir. Analitik akılda ben biraz kontrolsüz nükleer patlama tehlikesini görmekteyim. Tehlikenin de ötesinde, bizzat ve giderek yoğunlaşan biçimde toplumu ve çevreyi nükleer bombardımana tabi tuttuğu kanısındayım. Ayrı nükleer bombaya ihtiyaç olmadan da, dünya kapitalist sisteminin elindeki, emrindeki analitik akıl bombaları daha şimdiden toplumu ve çevreyi yaşanmaz durumun kıyısına taşımışlardır.

Şüphesiz simgesel dil ve analitik düşünce kendi başına olumsuzluk taşımazlar; sadece olumsuzluklara uygun koşul sunarlar. Asıl olumsuzluk zincirini başlatan, sermaye ve iktidar aygıtlarındaki gelişimdir. Uygarlık olarak kavramlaştırdığımız sermaye ve iktidar birikim sistemi, özündeki varlık nedeniyle yalancı ve hileli olmak ve duygusal zekâdan yoksunluğu taşımak durumundadır. Baskı ve sömürü aygıtları başkalarının besinleri ve güvenlikleri üzerine kuruludur. Bunların tepkisiz karşılanmayacağı, yaşamın doğası gereğidir. Sürdürülmesi ancak iki yoldan mümkündür: Ya ideolojinin meşruiyet sağlayıcı yumuşak gücüyle, ya da iktidarın çıplak zor gücüyle. Kontrolün çoğunlukla bu iki yoldan sağlandığı tarihsel bir gerçekliktir. Sermaye ve iktidar ancak hile, yalan ve zora başvurulduğunda geliştirilecek varlıklardır. Zihnin ana kısmı tam da bu aşamada buna uygun koşul sunmaktadır. Buna çarpıtılma ve saptırma etkisi de diyebiliriz.

Uygarlık tarihine bu paradigma ile bakıldığında sınıf, kent ve iktidar yoğunlaşmalarının muazzam bir analitik düşünce yapısı oluşturduğunu görürüz. Uygarlık süreçlerinde birkaç büyük durak vardır. Orijinal uygarlıklar olan Sümer ve Mısır toplumlarında M.Ö. 4000–3000 yıllarında başlayan uygarlık süreçleri, bugün bile büyüleyici etkilerini sürdüren büyük analitik zihniyet yapıları inşa etmişlerdir. Merkezi uygarlık tarihi boyunca geliştirilen tüm zihniyet yapılarının izlerini bu uygarlıklarda görmek mümkündür. 

Matematikten biyolojiye, yazıdan felsefeye, dinden sanata kadar toplumsal etkinliklerin uygarlık damgasını taşıyan tüm örneklerini burada orijinal biçimde inşa edilmiş halleriyle görürüz. Greko-Romen aşaması bu inşa sürecini daha da zenginleştirmiş ve analitik yapısındaki akıllılığı ilerletebilmiştir. İslam Rönesans’ındaki kısa hamleden sonra vücut bulan Avrupa’nın Rönesans, Reform ve Aydınlanma süreçleri, analitik düşünceyi doruk noktasına taşımışlardır. 

Tabii tüm bu tarihsel süreçlerde, başta Çin ve Hint uygarlıkları olmak üzere, diğer uygarlıkların katkıları da göz önünde tutulmalıdır. Beş bin yıllık uygarlık, mantığı itibariyle yaşamın diyalektiğinden kopmuş dev bir ur gibi büyüyen metafizik kalıplar yekûnu olarak da değerlendirilebilir. Mimarlıktan müziğe ve edebiyata, fizikten sosyolojiye, mitolojiden dine ve felsefeye kadar tüm sanat, felsefe, din ve bilim yapılarında sermaye ve iktidar birikimini devasa boyutlarda yansıtan gelişmeleri tarih diye okuyoruz. Korkunç talan seferleri olarak savaşlar bu uygarlığın zemin katıdır. Bu zemin üzerinde yükselen akıl, gerçeklik anlamında en büyük akılsızlıktır. İdeolojik hegemonyanın bir işlevi de aslında bu akılsızlığı, suç aklını, savaş aklını, hile ve yalan aklını, özcesi sermaye ve iktidar birikim aklını örtbas etmek, tersyüz edip göstermek, kutsallaştırmak, tanrısallaştırmaktır. Uygarlık tarihiyle iç içe gelişen tüm analitik düşünce kalıplarını, inanç ve sanatlarını yakından incelediğimizde, eleştiriye tabi tuttuğumuz bu gerçekleri tespit etmek zor olmayacaktır. 

Kapitalist canavarın (Hobbes’un Leviathan’ı) kafesten nasıl çıktığını ancak bu tarihsel gerçeklerin ışığında yetkince anlamlandırabiliriz. Bu canavarın sadece 16. yüzyıldaki zaaflardan yararlanarak kafesten kaçışı gerçekleştirmemiş olduğunu önemle vurguluyorum. 
Kadın örneğini konu açısından çözümleyerek bölümü noktalamak istiyorum. Şüphesiz feminist incelemeler yeni yeni gelişimlerle kadın gerçeğinin gün yüzüne çıkmasına önemli katkıda bulunuyorlar. Fakat o kanıdayım ki, bu çalışmalar büyük oranda erkek aklının egemenlik koşullarında yürütülmektedir. Ziyadesiyle reformisttir. Konuya tüm köktenliği içinde yaklaşım hayati önem taşımaktadır.

Biyolojik araştırmalar insan türünde kadının kök rolünü aydınlatmaktadır. Asıl gövdeden kopan kadın değil erkektir. Kadının duygusallığı, evrensel oluşum diyalektiğinden aşırı sapmamasından ileri gelmektedir. Özellikle uygarlık döneminde en alttaki konumunda bıraktırılması, bu yapısını günümüze kadar taşımasında etkilidir. Erkek akıl tarafından kadının duygu yüklü aklı hep ‘eksik’ olarak, kadının bizzat karakteri olarak yansıtılmak istenir. Erkek akıl, kadın üzerinde birkaç büyük operasyon yürütmüştür, yürütmektedir:

Birincisi, ilk ev kölesi haline getirilmesidir. Bu süreç korkunç sindirme, baskı, tecavüz, hakaret ve katliamlarla yüklüdür. Ona tanınan rol, mülklü düzene gerekli olduğu kadar ‘döl’ üretmektir. Hanedanlık ideolojisi bu döle çok bağlıdır. Kadın bu statü içinde mutlak mülktür. Yüzünü bile başkasına gösteremeyecek kadar sahibinin malı, namusudur.

İkincisi, seks aracıdır. Cinsellik tüm doğada üremeyle ilgilidir. Yaşamın devamı amaçlanmıştır. İnsan erkeğinde özellikle kadın tutsaklığıyla birlikte ve ağırlıklı olarak uygarlık sürecinde asıl rol sekse, cinsel arzunun patlamasına ve çarpıkça gelişimine tanınmıştır. Hayvanlarda çok sınırlı olan çiftleşme dönemleri (çoğunlukla yıllık), erkek insanda neredeyse yirmi dört saate çıkarılmak istenir. Kadın günümüze doğru seksin, cinsel iştah ve iktidarın sürekli üzerinde denendiği araçtır. Özel-genel ev ayrımları anlamını yitirmiştir. Her yer ve her kadın artık genel-özel ev ve kadın sayılır. 

Üçüncüsü, ücretsiz, karşılıksız emekçidir. Tüm işlerin zoru kendisine yaptırılır. Karşılığı, biraz daha ‘eksik’ olmaya zorlanmadır. O kadar aşağılanmıştır ki, gerçekten erkeğe göre çok ‘eksik’ kaldığını kabul etmekte, erkek eline ve hâkimiyetine dört elle sarılabilmektedir.

Dördüncüsü, en ince metadır. Marks, para için ‘metaların kraliçesi’ der. Aslında bu rol daha çok kadınındır. Metaların gerçek kraliçesi kadındır. Kadının sunulmadığı hiçbir ilişki yoktur. Kadının kullanılmadığı hiçbir alan da yoktur. Bir farkla ki, her metanın kabul görmüş bir karşılığı varsa da, kadında bu karşılık da koca bir ‘aşk’ yüzsüzlüğünden tutalım, “Anaların emeği ödenmez” martavalına kadar koca bir saygısızlıktan ibarettir.

Uygarlığın canavarlaştırdığı erkek aklı (binbir hilenin, yalanın, savaş canavarlığının, ideolojik çarpıklığın, kısacası toplum ve çevresini yıkan aklın, teneke sesinden başka ses vermeyen analitik aklın) onsuz edemediği kadına bu muameleyi uygun gördükten sonra, insan toplumuna, çevresine neler yapmaz ki! Bu aklı durdurmak, ancak yıktığı toplumsal ahlak ve politikayı öncelikle yerli yerine koymakla mümkündür. Daha doğrusu, ancak bu temelde başlangıç yapılabilir. Yalnız analitik aklın aldığı boyutlardaki rolü nedeniyle, uygarlık sistemlerine karşı demokratik uygarlık sistemini geliştirmenin önemi bir kez daha tüm yakıcılığıyla önümüzde görev olarak durmaktadır. Akla büyük değer biçmek asıldır. Toplumsal akıl bir gerçektir. Toplumun kendisi aklın yoğunlaştığı alandır. Umutsuz olmanın hiçbir anlamı yoktur. Tüm kutsallıklardan akan bir ses daha vardır ki, “Biz size aklı verdik, yeter ki şer yolunda değil, hayır yolunda kullanın. O zaman size gerekli olan her şeyi edineceksiniz!” der. Bu sesi gerçekten almalı ve anlamalıyız. Toplumun sağduyusu da denilen vicdanın sesi, vazgeçilmez ahlaki sesi de bunu der. Toplumsal politika denen özgürlük sanatının duyulur kılınma gereğini yerine getirmek istediği ses de bunu der. Demokratik toplum çalışmaları bu sesin pratiğidir. Demokratik uygarlık sistemi bu sesin teorisidir. 
Bundan sonraki bölümler, daha çok bu seslerin (analitik ve duygusal aklın el birliğinden çıkan sesler) somut kaynaklarına inmek ve gösterdikleri çözüm yollarına aydınlık getirmek amacında olacaktır.

Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi

Toplumsal Sorunlar

Sıkça vurgulamak durumundayım ki, tarih ‘şimdi’ olduğu gibi, şimdi’nin herhangi bir unsuru da tarihtir. Tarih ile şimdiki arasında büyük kopukluk bırakılması...




1- İktidar ve Devlet Sorunu

Sıkça vurgulamak durumundayım ki, tarih ‘şimdi’ olduğu gibi, şimdi’nin herhangi bir unsuru da tarihtir. Tarih ile şimdiki arasında büyük kopukluk bırakılması, her yeni uygarlıksal yükselişin ilk giriştiği meşruiyet sağlayıcı ve kendini ‘ezel-ebed’ kılmak isteyen propagandalarının sonucudur. Gerçek toplum yaşamında böylesi kopukluklar yoktur. Vurgulanan diğer husus, tarih evrensel kılınmadan, yerel veya tekil bir tarih inşasının anlam ifade edemeyeceğidir. Dolayısıyla ilk inşa edildikleri halleriyle iktidar ve devlet sorunu, çok az farkla günümüzün de sorunudur. Aralarındaki fark ise, zaman ve mekân koşullarının eklediği paylardır. Farklılık ve dönüşüm kavramlarına bu anlamı yüklediğimizde, yorumlarımızın hakikat payının artacağı açıktır. Farklılığı, dönüşümü ve gelişmeyi küçümseme veya önemsiz kılmayı da aynı sakıncalar içinde görmek gerekir. Evrensel tarih yoksunluğu ne denli körelticiyse, tarihsel gelişmeyi hep tekerrürden ibaretmiş gibi ele almak, farklılık ve dönüşümden yoksun saymak da o denli gerçeği perdeleyicidir. İndirgemeciliğin bu iki biçimine düşmemek büyük önem taşır. 
Günümüz açısından iktidar ve devlet konusunda yapılabilecek ilk tespit, toplum üstünde ve içinde olağanüstü hacim kazanmalarıdır. 16. yüzyıla kadar hükümranlık daha çok toplumun dışında, hem de göz alıcı ve korkutucu biçimiyle inşa edilirdi. Çağlar boyunca uygarlık bu yönlü çok çarpıcı biçimlere tanıktır. İktidarın resmi ifadesi olarak devlet, sınır çizgilerini özenle çizerdi. Devlet-toplum farkı ne kadar keskin çizilirse, o denli yarar umulurdu. Daha toplum içi bir olgu olarak iktidarda bile çizgiler açık seçikti. Erkek karşısında kadının, yaşlılar karşısında gençlerin, aşiret reisi karşısında sıradan aşiret üyelerinin, mezhebin ve dinin temsilcisi karşısında mümin cemaatin duruş çizgileri çok net kurallar ve adaplarla belirlenmişti. Ses tonlarından yürüyüş ve oturuşlarına kadar iktidar otoritesi ve yönetilen konusu ayrıntılı kurallara sahipti. Şüphesiz daha az olan iktidar ve devletin kendini hissettirmesi açısından otoritelerinin bu yönlü tesisi anlaşılırdır. Meşruiyet araçları, eğitim ve buna göre hizmet sunarlardı. 

Avrupa uygarlığındaki iktidar ve devlet otoritelerinde meydana gelen köklü dönüşümün farkı, giderek hızlanacak biçimde toplumun tüm gözeneklerine sızma ihtiyacı duymasıdır. Bunda iki temel etkenden bahsetmek mümkündür. Birincisi, sömürülen kitlenin büyümesidir. Yönetim büyütülmeden sömürü gerçekleşemezdi. Büyüyen sürünün çok çobana ihtiyaç duyması gibi, devlet bürokrasisinin şişmesi bu olgunun açık kanıtıdır. Buna yönetimin devasa büyümüş dış savunmasının iç toplumu bastırma payını da eklemek gerekir. Savaşlar her zaman bürokrasi doğurmuştur. Ordunun kendisi en büyük bürokratik örgüttür. İkinci etken, toplumun artan bilinci ve direnmesidir. Gerek Avrupa toplumunun sömürüyü derinden yaşamamış olması, gerek sürekli direnmesi, iktidar-devlet inşalarını hacimli kılmaya zorlamıştır. Burjuvazinin aristokrasiye, işçi sınıfının her ikisine karşı mücadelesi, Avrupa’da iktidar ve devlet inşasını derinleştirmeye zorlamıştır. Burjuvazinin (orta sınıf) tarihte belki de ilk defa bir orta sınıf olarak devletleşmesi, iktidar ve devletin konumuna büyük değişiklik getirmiştir. Toplumun içinden doğan bir kütlenin devletleşmesi, dolayısıyla artan iktidar olayı kendisini toplum içinde örgütlemek zorunda bırakmıştır. 

Burjuvazi kendini dıştan iktidar ve devlete hükümran kılmayacak kadar büyük bir sınıflaşmadır. Kendini devletleştirdikçe, içte toplumsal çatışma içerisinde bulunacağı açıktır. Sınıf çatışması denilen olgu bu gerçeği açıklar. Burjuva ideolojisi olarak liberalizm, bu soruna çözüm bulmak için bin dereden su getirir. Fakat geçen sürede yaşanan, devlet ve iktidarın daha da büyümesi ve bürokratik kanserleşmedir. Toplumda devlet ve iktidar ne kadar büyürse, bu o kadar iç savaş var demektir. Avrupa toplumunda gelişen en temel sorun baştan itibaren bu nitelikte olmuştur. Büyük anayasa, demokrasi, cumhuriyet, sosyalizm, anarşizm mücadelesi iktidar ve devletin oluşum tarzıyla yakından bağlantılıdır. Günümüze doğru bulunan en gözde çare, kesin anayasal kurallara bağlanmış temel insan hakları, hukukun üstünlüğü ve demokrasidir. Kalıcı bir çözümden ziyade, devlet ve toplumu iktidar üzerinde uzlaşmaya zorlayarak, eskinin büyük kavgalı dönemini aşmaya çalışmaktadır. İktidar ve devlet sorunu çözümlenmemiştir. Sadece sürdürülebilir bir konuma taşınmıştır. 

Daha yakından bakınca, milliyetçilik, cinsiyetçilik, dincilik ve çeşitli bilimciliklerle toplum, iktidar ve devletin iç içeliği geliştirilerek, yani “Herkes hem iktidar hem toplumdur, hem devlet hem toplumdur” paradigmasına çekilerek, ulus-devlet sürdürülmeye çalışılmaktadır. Böylece içte sınıf savaşı bastırılıp, dışa karşı savunma pozisyonu hep açık tutularak, burjuva ulus-devletin çözümü bulunmuş varsayılmaktadır. Dünya çapında denenen sorun çözmekten ziyade bastırma yönteminin en belli başlısı bu olmaktadır. Ulus-devletin kendisinin azami devlet ve iktidar olmasının faşizm niteliği en açık biçimde Alman faşizminde gözlemlendi. 

Ulus-devletin ilk örneği, Hollanda ve İngiltere’nin İspanyol İmparatorluğu’na karşı direniş sürecinde kendini gösterdi. Ulus-devlet tüm toplumu dış güce karşı seferber ederek meşru gerekçesini yaratır. Ulusal toplum olma doğrultusunda başlangıçta nispeten olumlu öğeler taşımaktaydı. Ama daha doğuşunda sınıfsal sömürü ve baskıyı perdeleme görevi gördüğü açıktı. Ulus-devlet kesinlikle burjuva sınıf etiketini taşır. O sınıfın devlet modelidir. Daha sonra Napolyon seferleri bu modeli Fransa’da daha da güçlendirerek, Avrupa çapında yaygınlaşmasına yol açtı. Alman ve İtalyan burjuvazisinin geri kalmış olması ve birlik konusundaki zorlukları daha milliyetçi politikaları getirdi. Dıştan işgal, içten aristokratik ve işçi sınıfından gelen direnişler burjuvaziyi aşırı şoven, milliyetçi devlet modeline zorladı. Yenilgi ve bunalım, Almanya ve İtalya başta olmak üzere, birçok ülkeyi ya sosyal devrim ya faşizm ikilemine çekti. Kazanan faşist devlet modeli oldu. Belki Hitler, Musollini ve benzerleri yenildi; fakat sistemleri kazandı. 

Ulus-devlet, öz itibariyle toplumun devletle, devletin toplumla özdeşleşmesi olarak tanımlanabilir ki, faşizmin tanımı da budur. Doğal olarak ne devlet toplumlaşır, ne toplum devlet olabilir. Olsa olsa topyekûncu (totaliter) ideolojilerin savları böyle olabilir. Bu sloganların faşist niteliği bilinmektedir. Faşizm, bir devlet biçimi olarak, her zaman burjuva liberalizminin başköşesinde bir yere sahiptir. Bunalım dönemlerinin yönetim biçimidir. Bunalım bünyesel olduğundan, yönetim biçimi de bünyeseldir. Adı ulus-devlet yönetimidir. Finans kapital çağının bunalımının zirve yapmasıdır. 

Günümüzde küresel zirve yapan kapitalist tekelin devleti de en gerici zorba döneminde genel olarak faşisttir. Her ne kadar ulus-devletin çöküşünden bahsediliyorsa da, yerine inşa edilenin demokrasi olacağını iddia etmek safdillik olur. Belki de hem makro küresel, hem mikro yerel faşist siyasi oluşumlar gündemdedir. Ortadoğu, Balkanlar, Orta Asya ve Kafkasya’da olup bitenler dikkat çekicidir. Latin Amerika ve Afrika yeni deneyimler arefesindedir. Avrupa ulus-devlet faşizminden evrimle çıkış peşindedir. Rusya ve Çin’in ne olacağı belli değildir. Süper hegemon ABD her devlet biçimiyle alışveriş halindedir. 

Açık ki, iktidar ve devlet sorunu en ağır dönemlerinden birini daha yaşamaktadır. Ya demokratik devrim ya faşizm ikilemi gündemde en can alıcı önemini korumaktadır. Sistemin tüm bölgesel ve merkezi BM örgütlenmesi işlevsel olamamaktadır. Finans-kapital tarihin en küresel döneminde zirve yaparken, bunalımı en çok azdıran sermaye kesimi rolündedir. Finans-sermaye tekelinin siyasi-askeri karşılığı, topluma karşı yoğunlaştırılmış savaştır. Birçok dünya cephesinde yaşanan gerçeklik budur. Dünya sisteminin yapısal bunalımından hangi siyasi ve ekonomik oluşumların çıkacağı kehanetle değil, entelektüel, siyasi ve ahlaki çalışmaların düzeyiyle belirlenebilir. 
Kapitalist modernitenin en sanal sermaye tekeli olarak finans-kapital çağında, toplum tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar dağılmayla karşı karşıyadır. Toplumun politik ve ahlaki dokusu paramparça edilmiştir. Yaşanan, soykırımdan da ağır bir toplumsal olgu olan ‘toplumkırımdır’. Sanal sermayenin medya egemenliği, İkinci Dünya Savaşından daha ağır bir toplumkırımı yürüten silah konumundadır. Milliyetçilik, dincilik, cinsiyetçilik, bilimcilik ve sanatçılık (spor, dizi vb.) toplarını yirmi dört saat boyunca topluma kustururcasına vuran medya silahı karşısında toplum nasıl savunulabilir?

Medya da bir nevi ikinci analitik akıl gibi toplum üzerinde işlevseldir. Nasıl ki analitik akıl kendi başına iyi veya kötü değilse, medya da kendi başına nötr bir araçtır. Her silah gibi, rolünü kullanan belirler. Hegemonik güçler her zaman en etkili silahlara sahip oldukları gibi, medya silahının da hâkim gücüdürler. Medyayı ikinci analitik akıl gibi kullandıklarından, toplumun direnme gücünü etkisizleştirmede çok etkilidirler. Bu silahla sanal toplum inşa ediliyor. Sanal toplum, toplumkırımın başka bir biçimidir. 

Ulus-devleti de toplumkırımın biçimlerinden biri saymak mümkün olmaktadır. Her iki biçimde de toplum kendisi olmaktan çıkarılıyor, yönlendiren tekelin bir aracına dönüştürülüyor. Toplumsal doğayı basite almak çok tehlikeli olduğu gibi, kendisi olmaktan çıkarmak da sınırı belli olmayan tehlikelere açık tutmak anlamına gelir. Finans-sermaye gibi sanal tekel çağı da ancak kendisi olmaktan çıkmış toplumla var olabilir. İkisinin aynı dönemde ortaya çıkması rastlantı olmayıp, birbirleriyle bağ içindedir. Ulus-devletin kendisi olmaktan çıkmış (kendisini ulus-devlet sanan) toplumuyla medyanın baştan çıkardığı toplum, tam anlamıyla yenik toplumdur ve enkazından başka şeyler inşa edilmektedir. Böylesi bir toplumsal çağı yaşadığımızdan kuşku duyulamaz.

Sadece en sorunlu toplumu yaşamıyoruz, bireyine de hiçbir şey vermeyen toplumda yaşıyoruz. Yaşadığımız toplumlar sadece ahlaki ve politik dokularını kaybetmiş değiller, varlıkları da tehdit altındadır. Sorun değil, kırım tehlikesi yaşıyorlar. Eğer günümüzde sorunlar tüm bilimsel güce rağmen sürekli büyüyor ve kanserleşiyorsa, o zaman toplumkırım sadece varsayım değil, gerçek bir tehlikedir demektir. Ulus-devlet iktidarının toplumu koruduğu iddiası ise, en büyük yanılsamayı yaratıp tehlikeyi adım adım gerçek kılıyor. Toplum sadece sorunlarla değil, kırımla karşı karşıyadır.
   
2- Toplumun Ahlak ve Politika Sorunu

Sorunları bölmenin sakıncalarının farkındayım. Avrupa merkezli bilimin analitik aklı sınır tanımadan kullanarak geliştirdiği bu yöntemin görünüşte bazı kazanımları olsa da, hakikatin bütünlüğünü kaybetme tehlikesini birlikte taşıdığı göz ardı edilemez. Bu tehlikenin sakıncalı yönlerini sürekli göz önünde bulundurmak koşuluyla, toplumsal sorunu ‘sorunlar’ olarak bölme riskini taşıdığını bilerek yöntem kullanmayı sürdüreceğim. Epistemoloji bölümünde farklı yaklaşımları tartışmaya çalışacağım.
Toplumsal sorunların ilk bölümüne iktidar ve devleti boş yere almadık. Sorunların ana kaynağını oluşturması bunun temel nedenidir. Önce olanca ağırlığıyla toplumun üzerinde, 16. yüzyılla birlikte yoğun olarak içinde üslenen iktidar ve devlet ilişki ve aygıtlarının temel fonksiyonu, toplumu güçsüz ve savunmasız bırakarak tekel sömürüsüne hazır hale getirmektir. İktidar ve devletin rolünü böyle tanımlamak çok önemlidir. İktidar ve devlete sadece zor aygıtı ve ilişkilerinin toplamıdır demek ciddi eksiklikler taşır. En önemli rolünün toplumun güçsüz ve savunmasız bırakılması olduğu kanısındayım. Bu rolünü ise, toplumun ‘varoluş’ araçları olan ahlaki ve politik dokulaşmasını sürekli zayıflatıp iş yapamaz, rolünü oynayamaz duruma düşürerek gerçekleştirirler. Toplum ahlak ve politika dediğimiz iki alanı oluşturmadan varlığını sürdüremez. 
Ahlakın temel rolü, toplumun sürdürülme, ayakta kalma kurallarına sahip olma ve uygulama gücüdür. Varlık kurallarını ve uygulama gücünü yitiren toplum hayvan topluluğuna dönüşmüş demektir ki, bu halde istenildiği kadar kullanılıp sömürülebilir. Politikanın rolü ise, özünde topluma gerekli ahlaki kuralları sağlamak ve bununla birlikte temel maddi ve zihni ihtiyaçları gidermenin yol ve yöntemlerini sürekli tartışarak kararlaştırmaktır. Toplumsal politika, bu gerekçeler temelinde sürekli tartışma ve karar gücünü geliştirerek toplumu zinde ve açık görüşlü kılar; kendini yönetebilme ve işlerini çözme yeteneğine kavuşturarak onun en temel varlık alanını oluşturur. Politikasız toplum, başı kopmuş tavuk gibi, daha can vermeden sağa sola savrulan toplumdur. Bir toplumu işlevsiz ve güçsüz bırakmanın en etkili yolu, kendi öz varlığı, temel maddi ve manevi ihtiyaçları için zorunlu tartışma ve karar organı olarak POLİTİKAsız (siyasetsiz, İslami deyimle şeriatsız) bırakmaktır. Hiçbir yol bu denli sakıncalı olamaz.

Tarih boyunca iktidar ve devlet aygıtları ve ilişkilerinin ilk elde toplumun ahlakı yerine ‘hukuk’, politikası yerine ‘devlet’ idaresi adlı kurumları yerleştirmesi bu nedenlerledir. Toplumu iki temel varlık stratejisi rolünü oynayan ahlak ve politika gücünden alıkoyma, yerine hukuk ve hükümranlık idaresini koyma, her dönemin temel iktidar ve devlet görevleridir. Sermaye birikimi, sömürü tekelleri bu iki görev olmadan olmaz. Beş bin yıllık uygarlık tarihinin tüm sayfaları toplumun ahlaki ve politik gücünü kırmak, yerine sermaye tekellerinin hukukunu ve idaresini geçirmekle doludur. Uygarlık tarihi çıplak ve gerçek nedenleriyle böyledir ve doğru yazımı ancak bu nedenlerle anlam ifade edebilir. Tarihin tüm toplumsal kavgalarının özünde de bu gerçeklik gizlidir. Toplum kendi ahlak ve politikasınca mı yaşayacaktır, yoksa azgın sömürü tekellerinin hukuku ve idaresi doğrultusunda sürü gibi mi yaşatılacaktır? Sorunların ana kaynağı iktidar ve devletin hukuk ve idaresinin akıl almaz ‘kanserolojik büyümesi’dir derken, bu gerçeği ifade etmek istiyorum.

Bir hususu daha açıklamakta yarar vardır. İlk hiyerarşi kurulduğunda ve toplum adına ‘tecrübe’ ve ‘uzmanlığın’ önem kazandığı durumlarda, adına ne dersek diyelim, devlet veya otorite fark etmez, yararlılık beklenir. Toplum eğer devleti ve otoriteyi (iktidarı) hepten olumsuzlaştırmamışsa, bu iki yararlılık beklentisi nedeniyledir. Yani devlet ve otorite adına tecrübe ve uzmanlık bekleyerek işlerini kolaylaştıracağını sanmaktadır. Katlanmasının en önemli gerekçeleri bu iki etkendir. Tecrübe herkeste bulunmaz. Uzmanlık da herkesin işi olamaz. Fakat otorite ve devlet, tarih boyunca bu iki haklı beklentiyi istismar ederek, en tecrübesiz ve uzmanlıktan yoksun beceriksizlerin hukuk yerine entrika, tecrübe yerine aylaklık alanı haline getirdi. Büyük yozlaşmalar ve felaketler bu büyük saptırma ve tersyüz etmeyle yakından bağlantılıdır. 
Tarihte özellikle orta sınıfın kanserolojik gelişmesini ifade eden burjuvazinin, toplumun orta yerine, ‘göbeğine’ oturarak kendi en bencil çıkarlarını ‘hukuk’, en soysuz yönetimini ise ‘anayasal idare’ olarak sunması, bunun için iktidar ve devleti sınır tanımaz ‘aygıt’ ve sözde ‘uzmanlık’ alanlarına bölerek çoğaltması tam bir felaket olmuştur. Toplum “yağmurdan kurtulayım derken doluya tutulmuştur”. Burjuvazinin akıl inceliği olan liberalizmin sınır tanımaz ‘cumhuriyet’, ‘demokrasi’, ‘anayasa’, ‘idarenin küçültülmesi’, ‘devletin ve iktidarın sınırlandırılması’ tartışmaları gerçeği perdelemek kadar, tersine ifadelerle yüklü anlamlar olarak değerlendirilmelidir. Antikçağ kadar bile burjuva orta sınıfının anayasa, cumhuriyet, demokrasi, idarenin küçültülmesi, devlet ve iktidarın sınırlandırılması yeteneği yoktur. Çünkü bu soylu kavramları işlevsiz hale getiren, orta sınıfın maddi yapısıdır, onun varlık tarzıdır. Toplum ilkçağların bir kralını, bir hanedanlığını zorbela taşırken, sınırsız hale gelmiş burjuva aygıt ve hanedanlıkları nasıl taşısın? Bilerek ‘burjuva aile ve hanedan’ kavramını kullanıyorum. Çünkü aynı kaynaktan geliyor. Tüm yönetim ve kural sanatını önceki büyük soylu aristokrasi ve kral güçlerinden devşirmiştir. Öz yaratım yeteneği yoktur. Devlet ve iktidar ilişkilerinin toplumdaki kanserolojik etkisi bu sınıfsal doğasından kaynaklanır. Orta sınıfın doğası faşizm yüklüdür. 

Dolayısıyla toplumun ahlaki ve siyasi (politik) dokularının kötürümleştirilerek iş göremez hale getirilmesi en temel sorunların başında gelir. Şüphesiz ahlak ve politik dokular, alanlar tümüyle yok edilemez. Toplum var oldukça, ahlak ve politika da var olacaktır. Ama iktidar ve devletin bir uzmanlık ve tecrübe alanı olmaktan çıkması, çıkarılması nedeniyle yaratıcı ve işlevsel yeteneklerini yerine getirememektedir. Günümüzde en ince gözeneklerine kadar iktidar ve devlet aygıt ve ilişkileri sızdırılarak (medya, her tür istihbarat ve özelleştirilmiş operasyon birlikleri, ideolojik öğretiler vb.), toplumun nefessiz, kendini tanımaz, hiçbir ahlaki ilkesini uygulayamaz, en temel ihtiyaçları için politik tartışma yapamaz ve karar (demokratik siyaset) oluşturamaz duruma düşürüldüğü çok açıktır. Yine günümüzün çok tartışılan ve gerçek hükümran güçleri olan ‘küresel şirketler’in, yani ‘ezel-ebed’ tekellerin tarihin en büyük sermaye patlamasını bu dönemde gerçekleştirmeleri, toplumun bu hale düşürülmesiyle yakından bağlantılıdır. Toplum düşürülüp dağıtılmadan, bu kadar sanal yolla, yani hiçbir üretim aracına el değdirmeden paradan para kazanma gerçekleştirilemezdi. Tekellerin tüm tarih boyunca kazandıkları ve günümüzün bu en hacimli havadan kazanımları, toplumun varlığından, sırtından ve beyninden boşaltılması temelinde gerçekleştirilmektedir. Çünkü “havada para yoktur!” 

Tekrarlamalıyım ki, yalnızca sınırsız çoğaltılmış iktidar ve devlet aygıt ve ilişkileri toplumu bu duruma düşürmüyor. Hegemonyanın en az bunun kadar etkili diğer ana kaynağı olan medya aracıyla toplumun ideolojik fethi gerçekleştiriliyor. Milliyetçilik, dincilik, cinsiyetçilik, bilimcilik, sanatçılık (sanatın endüstrileşmesi, özellikle sporun) saptırmalarıyla sersemletilmeden, sadece devlet ve iktidar aygıt ve ilişkileriyle toplum bu denli düşürülemez; küresel sanal (finans-kapital, para-sermaye kastediliyor) şirketler, tarihsel tekeller, toplumu kendisi olmaktan çıkarıp toplumkırım uygularcasına bu denli sınır tanımaz sömürüye tabi tutamazlar.

3- Toplumun Zihniyet Sorunları

Şüphesiz bir toplumu sömürüye açık hale getirmenin ilk koşullarından biri olan ahlak ve politika yoksunluğuyla, bu iki dokunun düşünsel temeli olan toplumsal zihniyet çöküşü sağlanmadan, bu yoksunluk gerçekleştirilemez. Tarih boyunca egemenler, sömürgen tekeller amaçları için ilk iş olarak ‘zihniyet hegemonyasını’ bu nedenle inşa ederler. Sümer toplumunu verimliliğe, dolayısıyla sömürüye açmak için, Sümer rahiplerinin ilk iş olarak tapınak (Ziggurat) inşa etmeleri bu gerçeği çok açık bir biçimde kanıtlamaktadır. Sümer tapınağı, tarihin bilinen ve etkisi halen süren toplumsal zihni fethetme ve çarpıtmanın orijinal kaynağı olması açısından da büyük önem taşımaktadır. 

Toplumsal doğanın en esnek zihni yapılanmalardan oluştuğunu önemle belirtmeye çalıştım. Toplumun en zekâlı doğa olduğu iyi anlaşılmadıkça, anlamlı bir sosyoloji geliştirilemez. Dolayısıyla toplumu sömürü kaynağı olarak gözüne kestiren zorbalar, egemenler, kurnazlar, ilk işleri olarak toplumun zekâ ve düşünme olanaklarını zayıflatmayı, ilk tekeli zihniyet tekeli yani tapınak olarak geliştirmeyi temel görev edinmişlerdir. Tapınak orijinali itibariyle iki işlev birden görür. Birincisi, zihni egemenlik, hegemonik araç olarak son derece önemlidir. İkincisi, toplumu öz zihni değerlerinden koparmak için çok elverişlidir. 

Toplumun öz zihniyeti kavram olarak iyi anlaşılmayı gerektirir. İnsanlık daha eline ilk taş ve sopayı aldığında bu işi düşünerek yapmıştır. İçgüdü değil, analitik düşüncenin ilk tohumları söz konusudur. Deneyim biriktikçe toplumun gelişmesi, özünde bu düşünce yoğunlaşmasıdır. Bir toplum ne kadar deneyim, dolayısıyla düşünce yoğunlaştırırsa, o denli yetenek ve güç kazanır. Kendini daha iyi besler, korur ve üretir. Bu süreç toplumsal gelişmenin ne olduğunu ve neden çok önem taşıdığını açıklamaktadır. Toplum kendini sürekli düşündürdükçe, ortak akıl veya vicdan da dediğimiz ahlaki geleneğini, yani kolektif düşüncesini oluşturur. Ahlak bu nedenle çok önemlidir. Çünkü o toplumun en büyük hazinesi, deneyim birikimi, ayakta kalma gerekçesi, yaşamını sürdürmesinin ve geliştirmesinin temel organıdır. Bunu yitirirse dağılacağını, yaşam deneyiminden ötürü çok iyi bilmektedir. Adeta içgüdü keskinliğiyle ahlakı önemsemektedir. Eski klan-kabile toplumlarında ahlak kurallarına uymayanların cezası ölümdü ya da toplumun dışına atılıp ölüme terk edilirlerdi. Halen çok saptırılsa da, ‘namus cinayeti’nin kökeninde bu kurallar yatmaktadır. 

Ahlak kolektif düşünce geleneğini temsil ederken, politikanın işlevi biraz daha farklıdır. Daha çok güncel kolektif işler üzerinde tartışmak ve kararlaşmak için düşünce gücünü gerektirir. Güncel yaratıcı düşünce politika için şarttır. Yine de kaynak olarak, düşünce birikimi olarak ahlaka dayanmadan ne politik düşüncenin, ne de politikanın kendisinin yapılamayacağını toplum çok iyi bilmektedir. Politika günlük kolektif (toplumun ortak çıkarı) işler için kaçınılmaz bir eylem alanıdır. İşler konusunda farklı, hatta aykırı düşünceler olsa bile, tartışma ve karar almaları için şarttır. Politikasız toplum ya başkalarının kurallarını sürü misali takip eden, ya da başı koparılan tavuk misali zıplayan hayvandan farksızdır. Toplumun öz düşünce gücü bir üstyapı kurumu değildir; toplumun beynidir. Organları ahlak ve politikadır. 

Toplumun diğer organı, kutsal mekân olarak elbette tapınaktır. Ama bu tapınak hegemon güç (hiyerarşi ve devlet) tapınağı değil, kendi öz kutsal mekânıydı. Toplumun öz kutsal mekân arayışı, arkeolojik buluşlarda başköşeyi işgal etmektedir. Günümüze kadar ayakta kalan belki de tek önemli yapıdır. Bu gerçeklik tesadüfî sayılamaz. Toplumun ilk kutsal mekânı tüm geçmişinin, atalarının, kimliğinin, ortaklığının temsil edildiği yerdir. Toplu anma, ibadet yeridir. Kendini hatırlama, yâd etme mekânıdır; geleceğe taşımanın işaretidir; bir arada olmanın önemli gerekçesidir. Toplum, tapınak ne kadar dikkat çekici, görkemli, güzel yaşanmaya değer yerde inşa edilirse, o denli temsil kabiliyeti ve yaşamsal değeri olacağının bilincindeydi. Dolayısıyla en çok görkemlilik tapınaklarda sergilenirdi. Sümer örneğinin de yansıttığı gibi, tapınak aynı zamanda üretim araçlarının, emekçilerin depo ve barınak yeriydi. Yani imece usulü çalışmanın yeriydi. Yalnız ibadet değil, toplu tartışma ve karar yeriydi. Politik merkezdi. Zanaatkâr yuvasıydı. İcat yeriydi. Mimar ve bilginlerin hünerlerini denedikleri merkezdi. İlk akademi örneğiydi. İlkçağın tüm kehanet merkezlerinin tapınaklarda olması tesadüfî değildir. Bütün bu etkenler ve daha yüzlercesi tapınağın önemini ortaya koymaktadır. Bu duruma da rahatlıkla toplumun ideolojik, zihniyet merkezi demek gerçekçi olacaktır. 

Urfa’daki dikilitaşların ördüğü harabe on iki bin yıl öncesine aittir. Daha tarım devrimi yapılmamıştır. Ama o taş oymacılığı ve dikiminin, anlamı çok gelişkin insanların ve dolayısıyla toplumun varlığını gerektirdiği açıktır. Kimlerdi onlar, nasıl konuşuyorlardı, nasıl beslenip çoğalıyorlardı? Düşünce ve adetleri nasıldı? Geçimlerini nasıl temin ediyorlardı? Bu soruları yanıtlayacak hiçbir iz yoktur. Yalnız dikilitaş anıtı, büyük ihtimalle tapınak kalıntıları geriye iz olarak kalmıştır. Bugün bile sıradan köylüler o taşları oyup, anlamlı biçimde o yere çıkararak dikme gücünde olmadıklarına göre, demek ki o insanlar ve toplumları bugünkü köylüler ve köy toplumlarından geri değillerdi. Sadece buna benzer hususları tahmin edebiliyoruz. Urfa’nın kutsallığı (saptırılmışsa) da, belki bu tarih ötesi gelenekten bir ırmak misali süzülüp geliyor. Bu anlamda toplumsal tapınağın varlığını ve önemini tartışmıyorum. Hegemonik tapınağın varlığını ve işlevinin önemini tartışıyorum. 

Mısır rahipleri de en az Sümer örneği kadar hegemonik tapınak oluşumunda rol oynadılar. Hint Brahmanları onlardan daha aşağı kalmadılar. Uzakdoğu tümüyle daha aşağı kalır durumda değildi. Güney Amerika tapınakları da hegemonikti. Boşuna gençler kurban seçilmiyordu. Tüm uygarlık çağlarının egemen tapınakları hegemonikti. Orijinalin kopyası gibiydiler. Toplumun egemenler yararına kullanıma hazır hale getirilmesi bu merkezlerin baş işleviydi. Tekelin askeri kolu dehşetengiz kelle koparıp kale ve sur duvarlarında kullanırken, ruhani kolu zihniyet fethiyle aynı işi tamamlardı. Her iki faaliyet toplulukların köleleştirilmesinde at başı rol oynadı. Biri korku, diğeri ikna üretti. Binlerce yıllık uygarlık toplumunun bu tarzdaki sürekliliğini kim inkâr edebilir?

Avrupa hegemonik uygarlığı bu konuda büyük biçim değişikliğini sağladı. Özünü ise olduğu gibi korudu. Toplumun üzerindeki devasa ulus-devlet aygıtlarının bununla yetinmeyip en ince ayrıntılarına kadar toplumun iç gözeneklerini kendine bağımlı hale getirdiği günlük gözlemlerdendir. Zihniyet oluşum merkezleri olarak üniversite, akademi, daha aşağıda lise, ortaokul, ilk ve anaokulun verdiği, kilise, havra ve caminin tamamladığı, kışlanın keskinleştirdiği, toplumun kalıntısı kalan zihni, ahlakı ve politik dokularının fethi, işgali, asimilasyonu ve sömürgeleştirilmesi net değil de nedir? Demek ki toplumun ‘kitleleştirilmesi’ sürüleştirilmesidir derken, bazı değerli yorumcular boş konuşmuyorlar. Aynı zamanda faşizmin toplumuna bu zihin sömürgeleştirilmesiyle gidildiği taze anılarımızdandır. Yakın tarihin kan banyosu da bu zihin fethinin sonucudur. 

Tekrarlamanın sakıncası yoktur: Milliyetçilik, dincilik, cinsiyetçilik, sporculuk, sanatçılık ikonlarını sallarsan toplumu –pardon, sürüyü-, kitleyi dilediğin her hedefe taşıyabilirsin. Zihnin fethi hiçbir zorun başaramayacağı kadar toplumu bugünkü küresel finans-sermayesine açık hale getiren gelişmenin temelidir. Bir kez daha Sümer rahiplerine ve tapınak icatlarına selam durmak gerekir! Ne yaman fatihlermişsiniz de, aradan beş bin yıl geçtiği halde, bugünkü son temsilcileriniz ve tapınakları ellerini sıcak sudan soğuk suya sokmadan tarihin en büyük sermaye birikimini gerçekleştirebiliyorlar! Tanrıların en güçlü imgeleri, gölgeleri (Zillullah) bile bu kadar kazanç sağlayamadılar. Demek ki, sermayenin sürekli ve kümülâtif birikimi boş bir kavram değilmiş. Zihni çarpıtmalar basit operasyonlar değilmiş. Dr. Hikmet Kıvılcımlı ve İtalyan Antonio Gramsci de hegemonik fethi benzer tanımlamalara kavuştururken, ulus-devletin çok en yüceleştirildiği dönemin hapishanelerindeydiler. Bildikleri yaşadıklarındandı. Ben de son tahlilde küresel sermaye ‘mahkûmuyum’. Onu doğru tanımamak, kendi zihnim şahsında (kimliğimde) toplumun öz zihnine ihanet olurdu.

4- Toplumun Ekonomik Sorunları

Ekonomik sorunlar denince karıncalar aklıma gelir. Karınca kadar ufak bir hayvanın bile ekonomik (ne de olsa her varlık için ekonomi beslenmedir) sorunları olmuyor. İnsan gibi gelişkin akıl ve tecrübe sahibi bir varlığın yaman ekonomik sorunları, hatta işsizlik gibi yüz kızartan durumlar nasıl yaşanıyor? Doğada insan zekâsının üzerinde çalışıp iş haline getiremeyeceği ne olabilir? Sorun kesinlikle ne doğal işleyiştedir, ne de çevreyle ilgilidir. İnsanın zalim kurdu kendi içindedir. Her ekonomik sorun, başta işsizlik, toplumun sermayeleştirilmesiyle bağlantılıdır. 

Marks’ın sermaye tahlili şüphesiz değerlidir. Bunalım süreciyle ilgili işsizliği de açıklamaya çalışır. Acı olan odur ki, pozitivizmcilik hastalığı onu da çok kötü durumda yakalamıştır. Bilimcilik hastalığı çok daha kapsamlı tarihsel-toplum analizini yapmasını engellemiştir. Benim yapmaya çalıştığım şey sermayenin ekonomi olmadığını, tersine ekonomiyi ekonomi olmaktan çıkarmanın etkili aracı olduğunu tanımlamaya çalışmaktır. Bunun için en başta gelen nedenim, toplumun gelişiminde kâr ve sermayenin hiçbir zaman hedef olmadığı, yer bulmadığıdır. Zengin, refah içinde toplum düşünülebilir. Ahlak ve politika buna açıktır. Ancak toplum ihtiyaç ve işsizlik içinde kıvranırken, etrafta zenginlik ve sermayeden bahsetmek, suç olmanın ötesinde toplumsal kırımla ilgili olmalıdır. Uygarlığı bizzat sorun yumağının kendisi olarak tanımlamak, sermaye tekeline dayanmasından ötürüdür. 

Rosa Luxemburg, sermayenin gerçekleştirilmesini kapitalist olmayan toplum koşuluna bağlarken, çok önemli bir hakikatin kıyısında seyretmektedir. Kıyıdan daha içeri yürüyebilseydi, onun sadece kapitalist olmayan toplumun varlığına bağlı olmadığını, o toplumu kene gibi emerek şiştiğini, bundan bir damla kanı da işçiye içirerek kendisine suç ortağı haline getirdiğini görebilecekti. Net vurguluyorum; işçinin çabasını da inkâr etmiyorum. Ama sermaye oluşumunun işçinin emeğine ancak çok cüzî miktarda bağlanabileceğini, hatta felsefi-tarihsel-toplumsal düşünülürse bu cüzî miktarın da anlamını yitireceğini belirtiyorum. Endüstriyalizmin toplumun ve çevrenin sırtından bir vurgun olduğu, ekolojik sorunlardan ötürü giderek açığa çıkmaktadır. Günümüzde işletme yöneticilerinin ve usta işçilerin toplumun en ayrıcalıklı kesimi haline geldiğini, bunun karşılığının çığ gibi büyüyen işsizlik olduğunu hangi bilgi ve izan sahibi insan inkâr edebilir? Gelişmiş endüstri katmanları, tekelci ticaret ve finansal kesimler, yani sermaye tekelleri ‘çok hisseli ortaklık’ projeleriyle işçi kavramını iyice anlamsızlaştırmışlardır. İşçinin giderek sermaye tekelini topluma bağlayan kayış rolüne indirgendiğini görmek önemlidir. Reel sosyalizmin rolü nasıl devlet kapitalizmi olarak, bir ‘tavizci işçi’ olarak tanımlanabilirse, klasik özel kapitalizmin de benzer tavizci işçisi vardır. Bunlar her zaman toplum içinde bir arada olagelmişlerdir. Geriye kalan toplum, Rosa’nın aklına gelen kapitalist olmayan toplumdur. 

Dikkat edilirse, burada kapitalist olan ve olmayan fark tarif edilmektedir. Rosa’da her ikisi de toplum biçimidir. Ben daha farklı olarak, kapitalizmi bir toplum biçimi olarak değil, toplumun üzerinde artık-değer sızdıran, ekonomiyi kurutan, işsizliği doğuran, devlet ve iktidarla kaynaşıp güçlü ideolojik hegemonya araçlarını kullanan geniş bir şebeke, örgütlenme olarak değerlendiriyorum. Bu örgütlenmenin içine son dönemde tavizci işçi kesimini de eklemişlerdir. Tekelci ağın içeriğini bir kez daha böyle tanımlarken, birçok yanlış anlamayı gidermeyi amaçlıyorum. Özellikle ‘kapitalist toplum’ kavramının tuzak karakterini deşifre etmek durumundayım. Kapitalist tekele böyle bir sıfat bağışlamak fazlasıyla lütufkârlıktır. Sermaye şebeke, örgütsel ağ oluşturabilir. Mafyanın da değme bir sermaye şebekesi olduğu çok iyi anlaşılmalıdır. Sermaye şebekesinin mafya olarak adlandırılamamasının tek nedeni, toplumdaki hegemonik gücü ve resmi iktidarla bağlantılarıdır. Yoksa mafya kadar bile etik kuralları olmayan bir şebeke olarak kalacaktı. 
Şu hususu da önemle eklemeliyim ki, orta boy sanayici, tüccar ve tarımcıyı kapitalist saymıyorum. Bunlar büyük ölçüde gerçek ekonomik ihtiyaçlar için olup, sermaye tarafından çok yönlü kıskaca alınsalar da, üretim yapmaya çalışan toplumsal kesimlerdir. Ayrıca pazardaki küçük meta alışverişini ve bu metaları küçük işletmelerinde gerçekleştirenleri de kapitalist saymıyorum. Çeşitli meslek sahipleri haliyle kapitalist sayılmaz. Tavizci kesim dışındaki tüm işçiler, köylüler, öğrenciler, memurlar, zanaatkârlar, çocuklar, kadınlar toplumun belkemiğini oluşturur. Kapitalist olmayan toplum olarak bu tanımı geliştirmeye çalışıyorum. Yani çoğu Marksist’in sandığı gibi kapitalist olmayan toplum derken feodal, Asya tipi, yarı-feodal gibi kavramlarla dillendirilen toplumu kastetmiyorum. Bu kavramların gerçeği öğretici kılmadıklarına, daha çok perdelediklerine dair ikna olmuş durumdayım. Kaldı ki, bu çözümlemeyi sadece 16. yüzyıl sonrası Avrupa’da merkezileşen sermaye şebekeleri için değil, tarih boyunca artık-değer gasp eden tüm sermaye şebekeleri (ticaret-siyaset-askerlik-ideolojik, tarımsal, endüstriyel tekeller) kapsamında geliştiriyorum. Günümüz küresel finans sermayesinin bu çözümlemeyi çarpıcı biçimde doğruladığını görmek için fazla incelemeye gerek olmadığı açıktır. 

Toplumsal doğanın anti-sermaye karakterini görmek kilit önemdedir. Binlerce yıllık yürüyüşünde toplum, sermaye birikiminin en çürütücü etkiye sahip olduğunun farkındaydı. Örneğin sermaye birikiminin etkili yöntemlerinden biri olan faizciliği mahkûm etmeyen hiçbir din yok gibidir. 

Günümüzde çığ gibi büyüyen işsizliği sermayenin ucuz işçi, esnek işçi yaratmak için geliştirdiğini söylemek çok eksik bir değerlendirmedir. Gerçeğin bir yönü bu olmakla birlikte, asıl nedeni sermayenin toplumu kâr peşinde koşturan faaliyetlere bağlamasıdır. Kâr-sermaye için faaliyet kesinlikle toplumun temel ihtiyaçlarıyla örtüşmez. Eğer toplumun doyurulması için yapılan üretim kâr getirmiyorsa, toplumun açlık ve yoksulluktan kırılması -Nitekim günümüzde milyonlarca insan bu durumdadır- sermayenin umurunda bile değildir. Örneğin eldeki sermaye miktarı biraz tarıma yatırılsa, asla açlık sorunu kalmaz ve olmaz. Ama tam tersine, sermaye tarımı sürekli boşaltıyor, bozuyor. Bunun nedeni tarımda kâr oranının ya hiç olmaması ya da çok düşük olmasıdır. Paradan dev miktarda para kazanılırken, hiçbir sermayedar tarımı düşünmez. Sermayenin karakterinde bu tür düşünceye asla yer yoktur. Eskiden devlet tekel olarak tarıma çok yardım yapardı. Ama karşılığını da ürün veya para-vergi olarak alırdı. Şimdiki sermaye piyasaları bu yönlü devlet faaliyetlerini de anlamsızlaştırmışlardır. Aksi halde o devletler iflasla karşılaşmaktan kurtulamazlar. 

Demek ki, sermayenin toplumun ana gövdesini giderek işsiz ve yoksul bırakması günlük, geçici politikalar nedeniyle değil, yapısal karakteri nedeniyledir. Çok ucuza çalışılmak istense de toplumdaki işsizliğin çözülemeyeceği, incelemeye gerek olmadan sıradan bir gözlemle rahatlıkla anlaşılabilir. Artık-değer üzerine kurulu kârlılık politikaları ve sistemi ortadan kalkmadan, toplumun işsizlikten ve yoksulluktan kurtulamayacağını bir kez daha iyi bilmek gerekir diyorum. 

Yoksa örneğin tarih boyunca çok sayıda toplumu doyuran, neolitik topluma on beş bin yıldır analık eden Mezopotamya ovalarında neden işsizlik, açlık ve yoksulluk kol geziyor? Kâr amaçlamayan bir üretim hamlesi planlansa, günümüz ölçülerinde yirmi beş milyon insanı rahatlıkla besleyebilecek ve üzerine fazla bırakacak bu ovaların ve insanlarının tek ihtiyacı sermayenin çalıştırmayan eli değil, tersine işsizliğin, açlığın ve yoksulluğun tek nedeni olan bu elin (özel veya devlet eliyle olması hiç fark etmez) yakasını bırakmasıdır. İhtiyaç duyulan tek şey, gerçek emekçi eliyle toprağın buluşmasıdır; buna fırsat yaratacak toplumsal zihniyet devriminin gerçekleştirilmesidir; toplumsal ahlak ve politikanın tekrar temel dokular, organlar olarak işlevine kavuşmasıdır; demokratik siyasetin bu nedenlerle dört elle ve gözle gerçek beyinlerle görevine koşmasıdır.

5- Toplumun Endüstriyalizm Sorunu

Tarım devrimi kadar önem taşıyan endüstri devriminin, binlerce yıllık tarihsel birikim temelinde, 18. yüzyıl sonu ve 19. yüzyıl başlarında niteliksel sıçrama yapıp günümüze kadar inişli-çıkışlı seyrini sürdürdüğünü belirtmek mümkündür. Nerede, ne zaman, nasıl duracağı, durdurulacağı kestirilememektedir. Bu devrim analitik aklın patlaması gibi bir özelliğe sahip olup, zaten bu aklın ürünüdür. Sermayenin kesin hâkimiyetindedir. Hiç şüphesiz sermayenin kendisi çoklukla endüstriyel araçların mucidi değildir. Ama onları sermaye aracına dönüştürmek için her zaman ivedilikle üzerinde durmuş, gerekli gördüklerini mülkiyetine geçirmiştir. Seri, ucuz üretmek, toplum için büyük bir gelişme imkânıdır. Akıl gibi toplumun hizmetindeki endüstri de değerlidir. Sorun endüstrinin kendisinde değildir, kullanılış tarzındadır. Endüstri tıpkı nükleer imkân gibidir. Tekellerin çıkarına kullanıldığında, ekolojik felaketlerden savaşlara kadar yaşamı en çok tehdit eden araca dönüşebilir. Nitekim kâr amaçlı kullanımı günümüzde iyice belirginleştiği gibi, çevresel yıkımı hızlandırmıştır. Sanal toplum doğrultusunda hızla yol aldırmaktadır. İnsan organlarının yerini hızla robotlaşma almaktadır. Böyle giderse insanın kendisi gereksizleşecektir. 

Çevrenin bugünkü halinde bile sadece toplumun değil, tüm canlı yaşamın tehdit altına girdiği ortak görüştür. Önemle vurgulamak gerekir ki, bu gidişte endüstriyi olgu olarak kendi başına sorumlu ilan etmek tam bir saptırmadır. Kendi başına endüstri nötr bir olanaktır. Toplumun varlık gerekçeleriyle bütünleştirilmiş bir endüstri, kesinlikle dünyayı insan için, hatta tüm yaşamlar için Üçüncü Doğa haline getirmede belirleyici rol oynayabilir. Böylesi bir potansiyel taşımaktadır. Böyle olursa endüstriyi kutsamak da gerekir. Fakat kâr-sermayenin ağırlıklı olarak kontrolüne girerse, dünyayı bir avuç tekelcinin dışında tüm insanlık için cehenneme de çevirebilir. Nitekim günümüzde gidişat biraz da bu yönlüdür. Bu gidişatın insanlığı derin bir endişeye kaptırdığı inkâr edilemez. Endüstriyel tekel olarak toplum üzerinde gerçek imparatorluklar kurmuştur. Bir tek ABD süper hegemonyasına karşılık, onlarca endüstriyel hegemon vardır. Siyasal-askeri hegemon durdurulsa bile, endüstriyel hegemonlar kolay durdurulamazlar. Çünkü artık onlar da küreselleşmişlerdir. Bir ülke merkez olarak dar gelirse, hemen başka bir mekânı, yeni ülkeleri, merkezleri haline getirebilirler. Ne malûm ABD’nin bir endüstri imparatorluğu yarın Çin’i merkez seçmesin? Koşullar daha elverişli olduktan sonra, bugün bile bunun yavaş yavaş mümkün olduğu gözlemlenmektedir.

Endüstriyalizm tarımı can evinden vurmuştur. İnsan toplumunun asli unsuru, varlık aracı olan tarım, endüstri karşısında büyük yıkım yaşamaktadır. On beş bin yıldır insanlığı var eden bu kutsal faaliyet, bugün kendi haline bırakılmıştır. Endüstrinin egemenliğine bırakılmaya hazırlanılmaktadır. Kâr-sermaye güdümlü endüstrinin tarıma girmesi, sanıldığı gibi seri üretim, bol üretim olarak yorumlanamaz. Genlerle oynanarak toprak, endüstri tekellerince suni döllenme gibi bir analık durumuna sokulacaktır. Nasıl ki yabancı bir spermle sağlıklı bir hamilelik, annelik mümkün değilse, genleriyle oynanmış tohumlarla toprağı döllendirmek, iyi bir analık durumuna sokamayacaktır. Endüstri tekelleri tarıma yönelik bu çılgınlığa hazırlanıyorlar. İnsanlık tarihi belki de en büyük karşıdevrimi tarımda yaşayacaktır, hatta yaşamaya başlamıştır bile. Toprak, tarım, her ikisi bir üretim aracı ve ilişkisi değildir; toplumun ayrılmaz, oynanmaz varlık parçalarıdır. İnsan toplumu ağırlıklı olarak toprak ve tarım üzerinden inşa edilmiştir. Onu bu mekânlardan ve üretimden koparmak, varlığına karşı en büyük darbeye maruz bırakmaktır. Kanser gibi büyüyen kent gerçeği, daha şimdiden bu tehlikeyi bütün çıplaklığıyla sergilemeye başlamıştır. Kurtuluş büyük ihtimalle ve büyük oranda tersi bir harekette görülmektedir: Kentten toprağa ve tarıma dönüş hareketi. Bu hareketin ana sloganı herhalde “var oluş için ya tarım, toprak ya yok olma” biçiminde belirlenecektir. Kâr-sermaye endüstriyle toprağı, tarımı bütünleştirip dost, simbiotik ilişkilerle bağlamıyor. Aralarına dağ gibi çelişkiler yığıp düşmanlaştırıyor. 

Toplumdaki sınıfsal, etnik, ulusal ve ideolojik çelişkiler; çatışmalar ve savaşlara kadar gidebilir. Fakat bunlar giderilmesi olanaksız çelişkiler değildir. İnsan eliyle inşa edildikleri gibi dağıtılabilirler de. Sermayenin aracı olarak endüstriyle toprak ve tarımın çelişkisi insan kontrolünü aşar. Toprak ve tarım milyonlarca yıl ekolojik olarak kendilerini hazırlamışlardır. Bozulmaları halinde, insan eliyle inşa edilemezler. Toprak imali insanın eliyle olmadığı gibi, tarımsal ürünleri ve diğer canlıları, örneğin bitkileri insan eliyle yaratmak da şimdilik olanaklı değildir, olanaklı olması da beklenemez. Zaten bu olanak insan olarak gerçekleşmiştir. Gerçekleşmiş olanı tekrarlamanın anlamı ve imkânı yoktur. 

Derin bir felsefi konu olduğu için fazla girmeyeceğim. Yalnız firavun, pramit tarzı mezarlarla nasıl kendi geleceğini hazırlamak istemişse, endüstriyalizmin robotlaştırıcı tarzı da pek yaşanılır bir gelecek yaratamaz. Bu, insana da saygısızlıktır. Doğa gibi muhteşem bir varlık ortadayken, robot ve kopyalarının ne anlamı ve önemi olabilir? Sermayenin kâr çılgınlığı burada bir kez daha karşımıza çıkıyor. Robotlar en ucuz üretimi gerçekleştirdi diyelim. Peki, kullanıcısı olmadan bunlar neye yarayacaklar? Endüstriyalizm bu yönüyle toplumu işsiz kılmanın en temel etkenidir; toplumun üretkenliğine karşı sermayenin en büyük silahıdır. Sermaye hem en az işçi çalıştırmada, hem de ucuzlamış fiyatlarla piyasayı dilediği gibi manipüle etmede endüstri silahını sıkça kullanmaktadır. Tekelci fiyatlar ve işsizliğin temel etkeni olan bunalımlarını (fazla üretim bunalımları) kaçınılmaz kılmaktadır. Sonuçta çürüyen mallar ve işsiz, aç, yoksul milyonlarca insan bu bunalımların kurbanı olmaktadır. 

Toplumun doğası ancak milyonlarca yılın ve uygun mekânın ürünü olan çevreyle sıkı bağlantı içinde kendini sürdürebilir. Hiçbir endüstriyel oluşum, evren harikası çevrenin yerini tutamaz. Daha şimdiden yerde, havada, denizde ve uzayda trafik felaket boyutlarına erişmiştir. Fosil yakıtlarla yürüyen endüstri, iklim ve çevreyi sürekli zehirlemektedir. Tüm bu felaketlerin karşılığı, iki yüz yıllık kâr birikimidir. Bu birikim bunca tahribatlara değer miydi? Bu yüzden yaşanan tahribatı toplam savaşlar yapmadığı gibi, verilen canlı kaybı da ne insan ne de doğa eliyle başka hiçbir tür olay yüzünden verilmemiştir.

Endüstriyalizm, bir tekelci ideoloji ve aygıt olarak, toplumun en temel sorunlarındandır. Derinden sorgulanması gerekir. Sadece ortaya çıkardığı tehlikeler bunun için yeterlidir. Canavarın daha da büyüyüp kontrolden çıkması, sorgulanmasını ve hakkında alınması gereken tedbirleri geç ve anlamsız kılabilir. Toplumun kendisi olmaktan çıkmasını ve sanal toplum haline gelmesini engellemek için, bu canavarı tekellerin elinden alarak, önce ehlileştirip, sonra toplumun doğasına dost kılmanın tam zamanıdır. 

Endüstriyalizme karşı mücadele ederken, endüstriyel tekniğin tekelci ideolojik yapısı ve kullanımı ile toplumun genel çıkarlarıyla uyumlu yapı ve kullanım tarzını birbirinden ayrıştırmak, bu yönlü bilimsel çalışma ve ideolojik mücadelenin en önemli görevidir. Sosyal ve sınıfsal konumdan bağımsız bir endüstriyalizme karşı mücadeleyi hümanistlik (insancıllık) temelinde verdiğini idea eden grupların amaçlarına ulaşmaları beklenemez. Bu gruplar objektif olarak amaçlarına ters düşüp, tekelcilik olarak endüstriyalizme hizmet eder duruma düşmekten kurtulamazlar. Endüstriyalizm sanıldığından daha fazla ideolojik, militarist ve sınıfsal karakterdedir. İdeoloji olarak bilim ve tekniktir. Hatta bu yönlü kullanımda olan bilim ve tekniğin en tehlikeli boyutlarını temsil eder. Endüstri canavarı kendi başına ortaya çıkmış değildir. Hatırlayalım: İngiltere burjuvazisi adada, Avrupa’da ve dünyada tarihi emperyalizm hamlesine girişirken, endüstriyalizmi hem örgütleyen hem de en kapsamlı ve hızlı kullanan sınıftı. Endüstriyalizm daha sonra sırasıyla tüm ülke burjuvazilerinin müşterek silahı olmuştur. Finans-ticaret-endüstri üçlüsü içinde en çok endüstri yüzyılları olan 19. ve 20. yüzyıllarda dünya çapında gerçekleşen burjuva egemenliği bu gerçeği açıkça kanıtlamaktadır. 

Ne yazık ki, Karl Marks ve reel sosyalist hareketin kapitalist olmayan toplumu gerici olarak ilan etmeleri ve sanayi burjuvazisiyle ittifakı stratejik olarak benimsemeleri, bilinçli olmasa da, tarihte amaçlarına en ters düşen ve hatta objektif olarak ihanet anlamına gelen hareketlerin en trajik olanı ve belki de başta gelenidir. Tıpkı üç yüz yıl boyunca barış dini olan Hıristiyanlığın devlet ve iktidarla ittifakının objektif ve çoğunlukla bilinçli olarak amaçlarına ters düşmesi ve ihanet etmesinde olduğu gibi. Hıristiyanlık da son tahlilde iktidar tekelinin cazibesine kapılarak çıkış amacına ters düşmüş ve uygarlık dini haline gelmekten kurtulamamıştır. İslamiyet’te olan ise, daha Hz. Muhammed hayattayken yaşanmaya başlanmıştır. Sonuçta iktidar endüstrisine yenik düşmüş oluyorlar. 
Eğer bugün çevre adına bütün insanlık kıyamet saatleri yakınmış gibi feryat etmeye başlamışsa, bu olayın tarihsel-toplum ve sınıf boyutlarını benzer örnek hareketler ışığında kavramak, toplumun varlık hareketi olarak benimsemek ve yeni bir kutsal dini hareket gibi mücadele etmek durumundadır. Ateşi nasıl ateşle söndürmek mümkün değilse, endüstriyalizm batağında yaşamayı sorgulamaksızın, ondan vazgeçmeksizin de ekolojik mücadele yürütülemez. Yeni Hıristiyanlık, İslamlık ve reel sosyalistlik trajediler yaşamak istemiyorsak, ders çıkarmak ve bilimsel-ideolojik, ahlaki-politik mücadeleyi doğru ele almak gerekir.

Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi