24 Mart 2011 Perşembe

Savcıya anlatacak çok cinayet biliyor

Ayhan Çarkın'ın Radikal'de yayımlanan sözleri üzerine savcılık soruşturma başlattı. Çarkın 'Savcıya anlatacağım çok cinayet var' diyor.

Radikal gazetesine yeni açıklamalarda bulunan eski Özel Harekât polisi Ayhan Çarkın, 1988’den itibaren işlenen faili meçhul cinayetler ve kamuoyunda yargısız infaz olarak bilinen öldürme olayları hakkında savcılıkta ifade vereceğini söyledi. Çarkın savcıya Behçet Cantürk, DEP’li vekillerin avukatı Medet Serhat, işadamı Savaş Buldan, MİT’çi Tarık Ümit, Dev-Sol’un muhalif liderleri Bedri Yağan, Sinan Kukul, kumarhaneler kralı Ömer Lütfü Topal cinayetleri konusunda bilgiler vereceğini ifade etti.

‘İlk kez rahat uyudum’

 
Radikal’e yaptığı ve önceki gün gazetemizde yayımlanan açıklamaları sonrasında 19 yıldır ilk kez huzurlu bir uyku çektiğini söyleyen Çarkın, “Eskiden kafam rahattı. Şimdi içim de rahat” diye konuştu. Radikal’e yeni açıklamalarda bulunan Çarkın, bazı sorularımıza “Bunu savcılara saklıyorum. Şimdi konuşursam gerçek suçlular kaçar” diyerek cevap vermedi.

Çarkın’ın yeni açıklamaları şöyle:
“Başta Mehmet Ağar olmak üzere tüm ekibi önce polisleri öldürttü. Muhsin Bodur adlı polisin Mecidiyeköy’de öldürülmesinden sonra 1993’e kadar 100’den fazla polisin öldürülmesine göz yumdu bu yöneticiler. Cinayetleri hep Dev-Sol’a yüklediler. Hanefi Avcı çözecek bu işi.”

Yargısız infazlar

 
Sinan Kukul ve Bedri Yağan ile yanındakilerin öldürülmesi olayları yargısız infazdır. Bedri Yağan’ın öldürüldüğü evden iki bebek çıkardım. Ben kurtardım onları. Tuzla’da TİKKO’cuların öldürülmesi yargısız infazdır. 12 Temmuz operasyonunda çatıştım. Bahçelievler’de 3.5 saat uğraştık. Onlar gerçek devrimciydi. Vuruştuk; asaletleriyle öldüler.

‘Gazi’yi Şevki Kul’a sorun’

 
Gazi olaylarında dahlim yoktur. Şefik Kul’u bulun. Siyasi Şube’de operasyon müdürüydü 1990’larda.

‘Susurluk kazası’

 
Ben duyunca Ankara’dan geldim. Çatlı’yı gördüm. Birisi onu vura vura öldürmüş eminim. Mercedes olaydan bir süre önce İstanbul Atatürk Oto Sanayi Sitesi’nde tamirdeydi. O arabayla oynandı. Tamirde bir şeyler oldu o arabaya.

İnfaz edilen polisler

 
Fadıl Şişman adlı arkadaşım da bizimle birlikte cezaevine girecekti. Esenyurt’ta 7.65 mermiyle öldürüldü. Ahmet Sakarya için beyin kanseri dediler. Bu arkadaşlarımız pek çok önemli cinayet işledi. Çok biliyorlardı yani. Sami Hoştan ve Veli Küçük ayrıca meslektaşım Oğuz Yorulmaz’ın öldürülmesi olayı nedeniyle de sorgulanmalı. O benden daha fazla şey biliyordu.

‘Ben vurdum’

 
Bahçelievler operasyonunda İbrahim Yalçın Arıkan evden fırladı ben de ona ateş ettim. Ama orada 20 kişilik operasyon timi vardı. Nasıl olduysa bu çocuğu ellerinden kaçırıverdiler. Çocuk da sokakta benimle karşılaştı. Uyanık davranmasam o can havliyle beni vuracaktı.

Bazı polisler ödüllendirildi

 
O dönem bazı polisler erken emekli edildi. Kim varsa hepsi alınmalı, sorgulanmalı… Siyasi Şube’deydiler, ödüllendirildiler. Mal varlıklarına bakılsın. Kim servet sahibi?

‘Ayhan Özkan öldürdü’

 
PERPA baskınında o kızı (Selma Çıtlak) Ayhan Özkan vurdu. Tamamı alınsın o polislerin.

Uyuşturucu

 
İbrahim Şahin bir İranlıyı verdi bana. Büyük uyuşturucu işindeydiler. Narkotik Şube’ye teslim et dedi; ama ben Güvenlik Şube’ye teslim ettim… Ondan sonra Şahin düşman oldu bana. Adı geçen iki İranlı öldürülmüş bu arada.

‘Kurtuldum’

 
Ömer Lütfü Topal cinayetinden gözaltına alındıktan sonra Ankara’ya götürülmem kurtarma değil infaz girişimiydi. Boğaz Köprüsü’nün ortasında kendimi arabadan attım. Pala lakaplı bir polisi öldürdüler sonra bu yüzden.

Topal olayına kafayı taktım

 
Ömer Lütfü Topal olayına özellikle kafayı taktım. Zaten kasetler var, kayıtlar var.

Çarkın, Radikal’e konuştu savcılık inceleme başlattı

 
İstanbul Başsavcılığı Susurluk davası hükümlüsü eski özel harekatçı Ayhan Çarkın’ın Radikal’e yaptığı itiraflarıyla ilgili inceleme başlattı.Avukatlar 62 maktül için 128 kişi hakkında suç duyurusunda bulundu.

Susurluk davasında çete üyesi olmak suçundan 4 yıl ceza alan eski özel harekatçı Ayhan Çarkın, geçtiğimiz günlerde Radikal’e yaptığı açıklamada, ‘terörle mücadele’ adı altında birçok cinayet işlediklerini belirtmişti. Birçok insana işkence yaptıklarını da söyleyen Çarkın, o dönemde JİTEM’in de birçok katliama imza attığını öne sürmüştü. Vicdan azabı çektiği için şimdi gerçekleri açıkladığını ifade eden Çarkın, “Ergenekon hepimizin çıkış noktası. Bizim çıkış noktamızdır. Ergenekon’dan şu anda kimse içeride değil. Hepsi dışarıda. Veli Küçük’ün Dağlık Karabağ’la da alakası var. Orada da bir Ergenekon var” demişti. Mehmet Ağar ve İbrahim Şahin gibi isimlerin de dinlenmesi gerektiğini de belirten Çarkın’ın açıklamaları üzerine İstanbul Özel Yetkili Savcılığı harekete geçti. Savcı Hakan Karaali, Çarkın’nın Radikal’de yer alan açıklamalarıyla ilgili olarak inceleme başlattı. İnceleme sonunda Çarkın’ın ifadeye çağırılıp çağırılmayacağı belli olacak.

Susurluk davası hükümlüsü eski özel timci Ayhan Çarkın hakkında avukatlar Taylan Tanay, Barkın Timtik, Oya Aslan ve Ebru Timtik suç duyurusunda bulundu. İstanbul Özel Yetkili Savcısı Hakan Karaali’ye sunulan dilekçede 62 ‘maktül’ün adı yer aldı. Eski İçişleri Bakanı Mehmet Ağar, eski Emniyet Müdürü Necdet Menzir, Emniyet Müdürü Reşat Altay, eski Emniyet Müdürü Hanefi Avcı, İzmir Emniyet Müdürü Ercüment Yılmaz, eski Özel Harekatçı Ayhan Çarkın’ın da aralarında olduğu 138 ismin şüpheli olarak yer aldığı dilekçede, “Ülke tarihinin en uzun ve en kapsamlı “terör etkinliğinin”; yani halka karşı kontr-gerilla/Özel Harp/Özel Harekât saldırısının adli hesabının sorulması gerekiyor” ifadesi yer alıyor.

Ergin Cinmen: Artık tekrar araştırma vakti

 
Susurluk çetesinin yargılandığı davada sanıkları küçük cezalarla kurtulmuştu. Ayhan Çarkın’ın Radikal’in açıklamalarının ardından şimdi geçmişten bu güne kalan sorular tekrar gündemde. Geçmişte yapılan hataları ve bugün yapılması gerekenleri o dönemin müdahil avukatlarına sorduk.

Avukat Ergin Cinmen: Savcılığın Ayhan Çarkın’ın ifadelerini delil başlangıcı olarak alıp soruşturmaya geçmesi fevkalade önemlidir. Elimizde, o dönem TBMM Susurluk Komisyon raporu var. Kutlu Savaş’ın Başbakanlık Teftiş Kurulu raporu var. Bunlar yeniden gündeme getirilmeli. O dönemler İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi, Çarkınları yargılamıştı ve dava, böyle bir örgütün altını çizmekle kendisini sınırlamıştı. Ancak örgütün işlediği iddia edilen suçlarla ilgi soruşturma yapmamıştı. Şimdi Çarkın, devletin kendilerini nasıl kullandığını söylüyor, suçlarını söylüyor. Şu an o suçları araştırmanın vaktidir. Sonuçta zamanaşımı henüz söz konusu değil.

‘Savcılara güven kalmadı’

 
Avukat Turgut Kazan: Özel yetkili savcılara tanınan yetkiye dayalı olarak yapılacak soruşturmalara inanamıyorum. Temel sorun budur. Hele hele İstanbul’da Türkan Saylan’a, Ahmet Şık’a ve Nedim Şener’e yapılanları gördükten sonra sağlıklı bir şey yapılacağına hiç inanmıyorum. O savcıların Türkiye’deki bütün işleri İstanbul’daki bir torbaya atarken, Mehmet Ağar’ın Ankara’da tek başına yargılandığını gördükten sonra inanmam mümkün değil.

‘Susurluk’u çözmek için MGK arşivleri açılmalı’

 
Eski TBMM Susurluk Araştırma Komisyonu Başkanı Mehmet Elkatmış, Ayhan Çarkın açıklamalarını çok önemli bulduğunu belirterek “Dosyaları özel yetkili savcı ele almalı. Milli Güvenlik Kurulu arşivleri açılmalı ve o zamanlar ne gibi kararlar verimiş, kim vermiş açığa çıkartılmalı” dedi.

Elkatmış, Radikal’e yaptığı değerlendirmede o dönemde yargının dosyaya yaklaşımını eleştirerek, “Yargı her zaman problem. Hiçbir zaman görevini layıkıyla yapmadı bu konuda. Hele de 28 Şubat sürecinde hiç yapmadı ve iş geçiştirildi. Derinlikli bir soruşturma yapmadılar, dosyayı kapatmak istediler. Brifing alan ve veren bir yargıdan ne beklenirdi ki zaten. Dosya kapatılmak istendi” dedi.

Elkatmış, eski polis Ayhan Çarkın’ın açıklamaları sonrası dosyanın yeniden açzılması durumunda Milli Güvenlik Kurulu (MGK) arşivlerinde yer alan bazı gizli belgelerin açığa çıkartılması gerektiğini söyledi. Susurluk dosyasıyla ilgili özel yetkili bir savcının görevlendirilmesi gerektiğini söyleyen Elkatmış “MGK aldığı kararlar ve icraatlar nasıl hayata geçmiş. Kapalı kapılar açılması lazım. MGK’nın teröre karşı mücadele için aldığı kararlar var. Bu kararları kim vermiş, kim almış” diye konuştu.

Seçimler ve Itiaatsizlikler


Seçimler ve itiaatsizliklerOkur arkadaşlarım seçimler üzerine yazı yazmamı istiyorlar. 2007 seçimlerinde yazdığım yazılara ekleyeceğim tek satır yoktur. Türkiye’de seçimler, yorulmuş ve tepeden tırnağa yolsuzluğa bulanmış muhafazakar, Türkçü, İslamcı ve Kemalist evlatların yenilendiği bir tiyatro sahnesidir. Hayır, bunlarınki tiyatro da değildir. Tiyatro ciddi bir iştir. Bunların yaptığı, siyasal soytarılıktır.
 
Ben onun için sistemin adını Türkiye Cumhuriyeti Krallığı koymuştum. 100 yıldır aynı anlayışlar, aynı anlayışların aynı adamları, yaşlanan veya ölen aynı adamların aynı karakterdeki çocukları Türk meclisine seçilirler. Kendileri dışında kalanlar seçilmesin diye bir de % 10 baraj koymuşlar. Bu yüzde on baraj şu anlama geliyor. Mecliste Siyasal İslam, muhafazakar Türkçülük ve Kemalistlerden başkası olmayacak.
 
Zaten olmuyor da… Kürtler olmasa solcu Ufuk Uras, ensesini görür, ancak meclisi göremez.
 
Anasının, babasının ismini ve dilini yasaklamış, yedi sülalesini katliamdan geçirmiş muhafazakar ve Kemalist Türklüğe koşan Kürtlerin seçilmiş olmasını kölelik zincirlerinin kalınlaştırılması olarak anlayın. Bu nedenle Kürtler, Türk siyasal seçimlerinde, dolgu yemi işlevi görürler. Dolgu yemi şu anlama gelir. Anadolu’da ve Kürdistan’daki uzun kışlarda ot tükenir ve hayvanlar aç kalır. Hayvan sahipleri, bahara ulaşmak ve karınlarını tok tutmak için az miktarda ota, hiçbir besin değeri olmayan saman katarak hayvanları doyururlar.
 
Türkler, Kürtlere seçimlerde saman muamelesi çekiyorlar. Partilerini ve devletlerini esenliğe kavuşturacak dolgu yemi olarak görüyorlar. Yani değersiz, yani sadece oyu alnması gereken ucube bir varlık…
 
Onun için mahkemelerde Kürtçe konuşan sanıklar için hakim ve savcılar şöyle diyor:
 
“Yaz kızım! Sanık, anlaşılmayan bir ses çıkardı!”
 
Dili anlaşılmayanın kimliği de anlaşılmaz. Anadolu ve Kürdistan’ı halklar ve fikirler mezarlığına çevirmiş muhafazakar İslamcı Türkçülüğün karşısında başka bir güç ve topluluk mu kalmış ki, % 10 barajını aşsın?
 
2011 seçimleri bu havada geçecek. Türkiye Cumhuriyeti Krallığında parlamentoya seçilecek dinci, muhafazakar ve Kemalist evlatların ismleri belirlenecek…
 
Biliyorum ısrarla BDP’nin ne yapması gerektiğini soracaksınız. % 10 barajının olduğu bir ülkede parti olarak seçime katılmak, insanlık dışı bu faşist ayrıntıya işlerlik kazandırmak olur. Hem ayrıca % 10 barajı aşılamaz. Geriye bağımsız adaylar kalıyor. Muhafazakar Türklüğün hakim olduğu Türk meclisine Kürtlerin 20 yerine 30 milletvekili sokması sistemin kılına zarar getirmez. Sömürgeci sistem tedbirlerini almıştır. Çok zorlayıcı olurlarsa bir kaçının milletvekilliğini iptal ederler. Tümden zorlayıcı olurlarsa partilerini kapatırlar…
 
Yani demem o ki, seçimlere bağımsız aday olarak asılmak iyidir. 20 yerine 30 milletvekili olarak seçilmek de iyidir.
 
Ama asıl iyi olan, bu tür seçimleri Kürdistan özgürlük yürüyüşünün bir kaldıracı olarak düşünmek… Meydanlara çıkmak, bağırmak, çığlık atmak, bayrak sallamak, özgürlük şarkıları söylemek… Merakla seçim sonuçlarını izlemek ve ısrarla İslamcı ve Türkçü siyasetin Kürdistan’ı terk etmesini istemek…
 
Bütün bunlar olurken, 20 milyon Alevi, 20 milyon Kürt, birkaç milyon solcu ve birkaç yüzbin Süryani, Yahudi, Rum ve Ermeni vatandaşı yönetim dışı bırakan Türkçü-İslamcı Krallığın temelden gelen çatırtılarını yine ben yine dinliyor olacağım…
 
Çanların, bu haksız ve zulüm düzeni için çalacağı o muhteşem günü dört gözle bekleyeceğim…
 
Yeni Direniş Dalgası
 
Barış ve Demokrasi Partisi ile Demokratik Toplum Kongresi DTK’nin başlattığı “sivil itiaatsizlik” eylemlerini coşku ile selamlıyorum. Kürdistan Ulusal Mücadelesi bir süre kendini tekrar edebilir, kendi içine kıvrılıp, kendi etrafında dönüp dolaşabilir. Fakat bu durum onun dipten gelen tarihsel akışını engelleyemez.
 
Kürdistan ulusal mücadelesi, Kürdistan’ı mezarlığa çevirmiş sömürgeci ve barbar güçlere karşı başlatılmış geriye dönüşü mümkün olmayan bir mücadeledir. Türk devletinin Kürdistan’daki varlığı fazladır, yabancıdır, gereksizdir ve hayat öldürücüdür. Bu güce karşı mücadele bir gülün, bir bitkinin, bir serçenin, avcıya yakalanmak istemeyen bir ceylanın hayat mücadelesi kadar kutsaldır.
 
Kötü olan, kirli olan, aşağılık ve ahlak dışı olan sömürgeci devlete uşaklık yapmaktır. Uşaklık, yaşamak isteyen bir gül filizini kırmak, bir serçenin kanatlarını yolmak, ceylanın boynuna diş geçirmektir.
 
Kürt halkı, doğadaki her canlı gibi yaşama savaşı vermeli ve kendine korkusuz ve ölümsüz tek gün yaşatmayan sömürgeci güçle hesaplaşacak nihai o günü dört gözle beklemelidir.
 
Kürtler unutmamamlıdır ki, yeryüzünde Türk devletinin baskısı altındaki yaşamaktan daha kötüsü yoktur.
 
“Sivil itiaatsizlik”, Türk devletinin Kürdistan’da cop, kalas, mermi ve biber gazından ibaret olduğunu bir kez daha anlatmaya yetecektir…
 
Yeni bir direniş dalgası başlatan Kürdistan halkını selamlıyorum…
 
Dünyanın neresinde bulunursak bulunalım, hangi inançtan olursak olalım, ülkemiz Kürdistan’a karşı olan sorumluluklarımızı ve görevlerimizi unutmayalım. 26 Mart’ta kutlanacak olan İsviçre Newrozunda buluşalım…
 
bildiricihasan@hotmail.com
Bu e-Posta adresi istek dışı postalardan korunmaktadır, görüntülüyebilmek için JavaScript etkinleştirilmelidir 

'Panzer benimdir, inmiyorum...'


Polis panzere çıkıp konuşma yapan Baydemir'i uyardı. Baydemir ise, "Bu panzer bizim vergilerimizle alınıyor. Nasıl belediye aracı benimse, bu panzer de benimdir. Ben inmiyorum' dedi.

BDP ve DTK tarafından başlatılan sivil itaatsizlik eyleminde polis barikatının önünde duran kitleye polis panzeri üzerinden hitap eden Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir "Halktan korkmayın. Kaadafi'nin akıbetinden korkun. Bizim buradaki polisle sorunumuz yok. Bizim sorunumuz Ankara ile. Ankara çözüme gelecek" dedi.

Baydemir konuşma yapacağı sırada panzerin hareket etmesi, kitlede büyük bir tepkiye neden oldu. Polis panzeri üzerinde Baydemir de zafer işareti yaparak polisin tutumuna tepki gösterdi. Panzerin ilerlemesi üzerine kitlede polisin arkasından giderek polis barikatını aşmaya çalıştı.

Panzere çıkıp konuşma yapan Baydemir'i polis inmesi için uyardı. Baydemir’e, "Lütfen devletin panzeri üzerinden iner misiniz" diyen polise Baydemir, "Bu panzer bizim vergilerimizle alınıyor. Nasıl belediye aracı benimse, bu panzer de benimdir. Ben buradan inmiyorum" yanıtını verdi.

Panzerin üzerinde yaklaşık 5 dakika kalan Baydemir, panzerin hareket etmesiyle birlikte dengesini kaybetti. Baydemir’in bir anlık düşme tehlikesi geçirmesi üzerine buradaki kalabalık, polisle tartışmaya başladı. Bu duruma sinirlenen Başkan Baydemir, panzerden atlayarak aşağı indi.

İLGİNÇ DİYALOGLAR

Oturma eylemi sırasında, bölgedeki görevli polis ile merkez arasında telsizden ilginç bir diyalog geçti.

''- Merkez! Belediye Başkanı Osman Baydemir, panzerimizin üzerine çıktı. Ne yapalım? İzin verelim mi müdahale mi edelim?"

"- Panzerin üzerinde ne işi var?"

"- Ne yapalım çıktı işte"

"- Üzerinde oturuyor şu anda hareket yapıyor"

"- Osman Baydemir, panzerin üzerinde oturuyor"

"- Şu anda üzerinden indi, durum normal."

ÇÖZÜMÜ HAYKIRIYORUZ

Ardından Panzerin üzerinden inerek konuşma yapan Baydemir, şunları belirtti:

"Bütün dünya ve Ankara bilsin ki bu duruş BDP ve DTK'nın ortak çağrısı ve duruşudur. Temenni ediyorum ki Türkiye'de demokrasi lehine, çözüm lehine yeni bir sayfa açacaktır. Tek taş, sopa, molotof yok bizde. Burada yüreğimizle, çığlığımızla, çözümü haykırıyoruz. Hala barikat açılmış değil. Bizim buradaki polisle sorunumuz yok. Bizim sorunumuz Ankara ile, Ankara çözüme gelecek. Bu eylemin bir anlamı dağdaki tek bir gerillanın yaşamını yitirmemesidir. Diğer anlamı da tek bir askerin ve polisin yaşamını yitirmemesidir. Çözüm halkın gücüyle gerçekleşsin diye buradayız. Kafamızı yarsalar bile şiddet kullanmayacağız. Metanet ve kararlığımızla barış ve çözüme giden kapıyı mutlaka açacağız. Bugün, yarın, öbür gün çözüm oluncaya kadar buradayız. Halktan korkmayın. Kaadafi'nin akıbetinden korkun."

Sabahat Tuncel Taşı Içeri Attı


Silopi'nin Habur Yolu kenarında yapılan Newroz kutlamasında devlet halka saldırdı. BDP'li vekil ile emniyet görevlisi arasında tartaklama yaşandı...

BDP'li Milletvekili ile polis yetkilileri arasında uzun süren yapılan görüşmeler de sonuçsuz kalınca, grup yürüyüşe geçti. Bunun üzerine
devet güçleri de yürümekte direnen gruba gaz bombası ve tazyikli su ile saldırdı.

Tazyikli su ile ıslandığı görülen BDP İstanbul Milletvekili Sabahat Tuncel ile destek kuvvet olarak Şırnak merkezden gelen ve adı öğrenilemeyen görevli bir başkomiser arasında tartışma başladı. Tartışma sırasında sinirlenen BDP'li Tuncel, görevli başkomisere, bağırarak tokatladı.

BDP'li Tuncel ile başkomiser arasında tokat olayından sonra şu konuşmalar yaşandı:

Tuncel : "... ne yapıyorsunuz? (Tokat atıyor). Ne yapıyorsunuz, ne yaptınız çocuklara" dedi.

BDP'lilerin araya girdiği gözlenirken, Milletvekili Tuncel, polis
le tartışmayı sürdürdü.

Başkomiser : "Sizi uyardık. Ama uymadınız. Bize taş attınız. Biz de müdahale etmek zorunda kaldık"

Tuncel : "Defolun gidin buradan. Bunun hesabını vereceksiniz"

Başkomiser : "Bir milletvekili olarak bana tokat attınız. Siz mi anlamıyorsunuz biz mi anlamıyoruz? Sizi ikaz ettik ama dinlemediniz"

Tuncel: "Nerde ikaz ettiniz. Böyle arkamızı dönerken su sıkmak kaleşliktir. Sizin gibi adi, bu halkın düşmanılığı yapmayın"

Başkomiser : "Terbiyesizlik yapmayın"

Tuncel : "Bir sürü yaralı var orda"

Başkomiser : "Siz taş attınız"

Tuncel : "Kim taş attı. Bunun hesabın vereceksiniz. Bu halka yaptıklarınızın hesabını vereceksiniz. Vurun beni öldürün. Ben burdayım. Beni öldürün"




                               ------------------------------------------------------------ 


Uzun yıllardır Newrozlar Kürdistan’da ve Batı’da büyük bir coşku, yoğun katılımlarla kutlanıyor. Bu kutlamaların artık bir geleneğe dönüştüğü söylenebilir. Her sene katlanarak artan katılımlarla bu sene PKK lideri Abdullah Öcalan’a ithaf edilen Newroz’da, sadece Diyarbakır’da bir milyonun üzerinde katılımla gerçekleşti. Bu sadece bizim coğrafyamız için değil, tüm Avrupa için de ulaşılması imkansıza yakın bir katılımdır. Dünyada da ortak bir politik amaçla bir araya gelecek bir milyon insanı örgütleyecek güç çok azdır. Bunca insanın ortak taleplerini dile getiren ortak sloganları haykırıyor olmaları da dikkate değerdir. 2011 Newroz’u bir anlamda Öcalan’ın demokratik özerklik modelinin ve onun yol haritasının onaylanması anlamındadır. Bu üzerinde ciddi düşünülmesi gereken bir güçtür.

Avukatları ile yaptığı görüşmelerde Öcalan, kendi değişi ile “ontolojik devletle” yürüttüğü görüşmelerde ilerleme kaydedildiğini söyledikçe, AKP hükümetinin saldırgan, provokatif uygulamaları pervazsızlaşıyor. KCK tutsaklarına 150 yıla varan hapis cezaları isteniyor, demokratik hakkını kullanan halka saldırılıyor, milletvekilleri taciz ediliyor.

Günümüz düşünürlerinden Slovaj Zizek, Kırılgan Temas adlı kitabında, direniş iktidar ilişkisini Foucault’a gönderme yaparak, iktidar ile direnişin içiçe geçmişliğinden bahseder. Buna göre, iktidar karşı iktidarı doğurur. Zizek bir makalesinde şöyle diyor: “Aynı masajı şiddetsiz de verebilirdiniz diyenleri ciddiye almayın. Herhalde verebilirsiniz. Ama hiç kimse mesajı duymaz. Onların sevdiği şey şudur, yüz kişi bir araya gelir bir mesaj yazar, bu günlük gazetede bir satır bile yer almaz. Mesajı içeri atmak için bazı pencereleri kırmak zorundasınız...”

BDP milletvekili Sabahat Tuncel’in Slopi’de ortaya koyduğu tavır bu nedenle iyi okunmalıdır. Tuncel, kişisel hiç bir hesap yapmadan, temsil ettiği insanların karşı karşıya kaldığı insanlık dışı uygulamaya tepki göstermiştir. Tavır koymuştur. Tuncel’in tavrını değerlendirirken, Türk polisinin saldırganlığının o güne mahsus, münferit bir olaymış gibi davranmak, ahlaki değildir.

Tuncel’in tepkisi, Ankara egemenlerinin seksen yıldır, polis, asker, JİTEM, Hizbikontra, korucu ve daha birçok araç yoluyla Kürt halkına uyguladığı zulmün bundan böyle devam edemeyeceğinin açık ve net uyarısıdır. Başbakan Erdoğan’ı dengesizleştiren de işte bu gerçeği çok açık bir biçimde hissetmiş olmasıdır. Erdoğan’a dengesini kaybettirerek, saygı sınırlarını unutturan açıklamalar yaptıran, polisine tokat atılması değil, iktidarının koruyucu garantisi, devlet terörünün bundan böyle cevapsız kalmayacağı gerçeğinin devletin yüzüne vurulmuş olmasıdır.

Tuncel bu tavrı ile sistemin meclise hapsettiği, ehlileştirilmiş milletvekili olmadıklarını göstererek, sistemin bir paradigmasının daha iflas ettiğini göstermiştir.

Tuncel’in tokadı bugüne kadar ayakta tutulmaya çalışılan zora dayalı korku iktidarının yıkılışının ilanıdır. O iktidarı bilinçlerde, yüreklerde yıkan tokattır. Tuncel’in tavrı kişisel, meşru öz savunma olarak okunmalıdır.

Polisin bu zulmüne ya iktidar varlığının gereğini yerine getirerek son verecektir, ya da halkın iradesi bundan böyle gereken tavrı gösterecektir.

Ankara egemenleri, zaman zaman milletvekillerinin sokak ortasında dövülmesine göz yumarak seçilmişlere de göz dağı vermeyi bir yöntem olarak kullanır. Tercih edilir milletvekili tipolojisinin bir gereğidir bu. Sokakta kitle desteği olmayan milletvekilinin sokakta muhalefet yapma şansı da yoktur bu nedenle. Oysa, Kürt siyasetinin dayandığı kitle son derece aktif, muhalefetini sokağa taşımayı bilen bir kitledir. Bu insanların oyu ile siyaset yapanların da buna sırtını dönmesi beklenemez.

Amaç provokasyon yaratmaksa, kısa süre önce Yüksekova’da yaşanan provokasyon girişimlerinin cevabı Yüksekovalılar tarafından verildi. Örgütlü Kürdler artık sabırlarının sonuna geldi. Kürtler korkuyu yendi. Ankara egemenliğinin, kendi iktidarını korumak üzere çıkardığı yasalarla polisi korumaya alıp, halk yığınlarını hedef haline getirme dönemi geride kaldı.

Sabahat Tuncel İstanbul milletvekili olmasına karşın, sistem partilerince çok sık telaffuz edilip, uygulanmayan, ”milletvekili seçildikten sonra tüm vatandaşların vekilidir” gerekliliğini de hayata geçiriyor. Tuncel, İstanbul’da olduğu kadar Silopi’de de sokakta halkın yanında demokrasi mücadelesi veriyor.

canerdem2126@gmail.com


Libya Üzerinde Olup Biten

İngiltere derin ekonomik krizini aşabilmek için savaş ekonomisi güdüyor. Arka bahçesi Kuzey Afrika’da hegemonyasını yitiren Fransa ise ‘eğitimli mösyö’ raconunun ne kadar sahte olduğunu hem Tunus’ta hem de Libya’da çok iyi gösterdi.
 

 
Arapların devrimlerine batılıların dolaysız müdahelesi gerçekleşti. Bir devrimin yenilgiden de beter başına gelebilecek en kötü şey dost görünümlü manipülatör dış müdaheledir ve Libya’da tam da bu oluyor. Bu yazıda bunu ele almaya çalışacağım. Bahreyn’e Suudi ordusunun devrim karşıtı güç olarak gitmesi 1848’de Prusya ordularının Paris’e yollanmasına benziyor. Devrim Bahreyn’de yenilecek midir, ayrı bir konu. Bekleyip görmek lazım.
 
Libya’ya müdahele konusunda en çarpıcı olay Fransa’nın yangından mal kaçırır gibi gerçekleşen saldırısı oldu. Çok belli ki Fransa saldırısını gerçekleştirdiğinde ittifak içerisinde olduğu ABD, İngiltere ve diğerlerinden bağımsız, fevri bir şey yaptı. Bu analizi geliştirecek olursak, Tunus’da olandan korkan Fransa’nın Kuzey Afrika sömürge sahasını kaybetmemek veya başka emperyal güçlere kaptırmamak için böyle davrandığını söyleyebiliriz.
 
ABD – İngiltere ikilisi Mısır hariç Kuzey Afrika sahasında yenidirler. Libya İtalya’ya bırakılmış; Cezayir, Tunus ve Fas Fransa’ya adeta tapulanmıştı. Tunus’ta kukla eli ile elinde tuttuğu iktidarı isyan halindeki halka kaybeden Fransa kuşkusuz bu kaybın genişleyeceğini düşünmüş olmalı ki durumu nasıl kurtaracağına dair panik haline girmiştir. Agresiftir. Çaresizliğinin işaretidir.
 
Libya’da gerçekleşen ayaklanmanın seyri Tunus veya Mısır’dan çok farklı bir görüntü verdi. Bin Ali ve Mübarek iktidarlarının akibetine giden yoldan ders alan Kaddafi, uzlaşma yerine isyanla başetmenin formülü olarak spekülasyonu ve devamı olarak şiddeti seçti. Kendi örgütlü iktidarına karşı örgütsüz isyancıların pek fazla şansı olmadığını hesaplamış olmalı.
 
Amerika ve müttefikleri de aynı şekilde düşünüyor olmalılar. Kendi kontrolleri dışında gelişen bu devrimleri kontrolleri altına almak istiyorlar ve bunun için uğraşıyorlar.
 
Gelişen Arap devrimlerinin en önemli karakteristiği Arap toplumunun kendi kendini yönetme isteği. Böylesi bir devrimin en son isteyeceği şey herhalde vesayet altına alınmak olur. Ve lakin, isyana liderlik edenlerin zor zamanlarda içine girebilecekleri “devrimin yenileceği” korkusu devrimin karakterine zıt, günü kurtarıcı kararlar almalarına sebep olabilir. Öylesi kriz durumların bilinçli bir şekilde yaratıldığını düşünün. İşte Amerika ve müttefiklerinin Libya’da devrim liderlerini o ruh haline soktuklarını ve zaman ilerledikçe her fırsatta da sokacaklarını; buna oynadıklarını düşünüyorum.
 
“Devrimciler ayaklansınlar, hatta gaza gelip / getirilip Kaddafi’nin üzerine yürüsünler, yenilsinler ama tam ezilmelerinden önce bizi ülkelerine, dolayısıyla devrimlerine davet etsinler”. Bu oldu. Daha da çok oldurmaya çalışacaklar.
 
Ne ki ABD ve müttefikleri kendi içlerinde tam bir uyum içerisinde değiller ve bunun işaretlerini şimdiden görebiliyoruz. ABD yönetiminin değişik kademelerinden değişik sesler çıkıyor, NATO’da tam bir uyum yakalanamıyor; Almanya bir türlü karar alamadı; Çin ve Rusya kazanılamadı, vs. Hatta Bulgaristan bile çatlak ses verdi konuyla ilgisiz olmasına rağmen.
 
Fransa Libya konusunda hep bir adım önde olma politikası güttü. Kimseyi beklemeden isyan hükümetini tanıdı, kimseyi beklemeden henüz devrilmemiş Kaddafi’yi tu kaka ilan etti, vs. Yukarıda değindik, öyle görünüyor ki kimseyi dinlemeden de saldırdı. Bunda pastadan en büyük payı kapma, veya diğerlerine pay kaptırmama telaşı olduğu belli.
 
Genel olarak batının tavrı ise pek acemice. Hazırlıksızlıklarına vermek lazım: uyguladıkları senaryo Saddam’a uyguladıklarına pek benziyor. Uçuşa yasak bölge ilan edilecek, diktatöre belli bir bölgeyi elinde tutması imkanı verilerek sanki bir iktidarı varmış görüntüsü yaratılacak, sonra her diktatörde şişkin olan yüksek ego kabartılarak meydan okuması durumları yaratılacak ve bunların toplamı olarak ellerinde tuttukları global medya ve yerel uzantılarıyla kendi meşruiyetlerini oluşturacaklar. Bu senaryonun Libya’ya uymayan kısmı, Saddam’ı gayrimeşru yapan Kürd ve Şii benzeri grupların yokluğu.
 
Diğer yandan, Libya’daki isyanın “destekçi” yabancı müdaheleyi benimseyeceğine dair şüpheliyim. En azından isyanın başını çekenler kriminal dosyası kütüphane raflarını dolduracak kadar çok olan ‘batılı dostların’ yardımlarına karşı çekimser kalacaklardır. Dolayısıyla önümüzdeki süreçte batılılar Kaddafi’yi değil de devrim liderlerini kuşatma stratejisi güdeceklerdir. İzletildiğiniz haberleri bir de bu yaklaşımla takip edin.
 
Her koşulda İngiltere ve Fransa’yı not edelim derim. Eski emperyal zamanlarının ihtişam ve zenginliğini unutmayan İngiltere bugün en agresif global güç ve saldırılabilecek neresi varsa saldırıyor. Derin ekonomik krizini başka türlü aşabilmesine zaten imkan yok. Savaş ekonomisi gütmektedir. Arka bahçesi Kuzey Afrika’da Tunus’la beraber hegemonyasını kaybeden Fransa’nın ‘eğitimli mösyö’ raconunun ne kadar sahte olduğunu da hem Tunus’ta hem de Libya’da çok iyi gördük.
 
Amerika’nın Libya’da Fransa’nın fevriliğine karşı izlediği politika “boka girmesine müsaade etmek” olacak gibi görünüyor. Fevri hareket etmesinin cezasını Fransa’ya şu ya da bu şekilde ödetecektir. Sonuçta iktidar sahibinin paylaşmayacağı şey güçtür ve ABD Fransa’ya hizmetsiz pay vermeye yanaşmayacaktır. Gelişmeleri beraber izleriz. Buradan bir ittifak çatırtısı çıkacağını sanmıyorum. Batı halen yek paredir. Amerika halen yeterden fazla güçlüdür. Yine de bu pürüz not edilmelidir.
 
Mehmed Husedin


mhusedin@yahoo.com
Bu e-Posta adresi istek dışı postalardan korunmaktadır, görüntülüyebilmek için JavaScript etkinleştirilmelidir 

Libya Gerçeği Türkiye`yi Korkutuyor


Arap ülkelerindeki isyan, gerginlik ve özellikle Libya`ya yağan bombalar Türkiye`yi korkutuyor. Türkiye gelecekten endişeli ve korkuyor.
 
Libya ve Kaddafi hakkında yazılanlar gerçeği tam yansıtmıyor. Kaddafi`yi diğer diktatötlerden ayıran çok önemli ama üzerinde fazla durulmayan halkçı yanı unutuluyor. Libya Türkiye`den daha fazla anti-demokratik bir yönetime sahip değil. Orada ne onbinlerce faili meçhul cinayet var ve ne de toplu mezarlar. Bu ülkede her ne kadar 42 yıllık bir Kaddafi liderliği varsa da Libya halkının her kesimi ve tüm coğrafyasında mahalle, köy, kent ve bölge meclis ve konseylerinde oluşan temsilcilikler ve meclisler bu ülkenin  yönetiminde söz sahibi. Tüm demokratik kriterleri yerine getirmekten aciz bir ülke olsa da zenginlikleri halkla paylaşan bir Kaddafi yönetimi.

 
Dünyanın her ülkesinde bugün halkın bir kesiminin desteklediği, diğerlerinin karşı olduğu sistemler hüküm sürüyor. ABD ve zengin Batı`da böyle. Geri kalmış eski sömürge ülkelerde ve özellikle müslüman ülkelerde  sistem yandaşı ve karşıtları arasındaki çelişkiler savaş ve vuruşmayla halledililirken, gelişmis ülkeler hem diyaloga başvuruyorlar ve hem de halklarına biraz demokrasi ve tüketme gücü sağlayarak belaları geçiştiriyorlar. Biraz demokrasiden anlayanlar seçimle dayanılmaz liderleri süpürürüyor; Bizim gibi geri kalmışlar ise silahla onları yok ediyor.

 
Türkiye`de bir lider 42 yıl iktidarda olmadı. Ama bu son 42 yılda başa gelenler Demirel, Erbakan, Ecevit, Evren, Özal ve Erdoğan. Ve ordu, polis gücü. Mafya ve çeteler. Taraf bir yargı ve yağcı bir basın. Sanki Türkiye`nin son 42 yılı demokrasinin tam oturtulduğu bir zaman dilimi. Sorunlar aynı. Baskı ve zûlum eskisinden daha fazla.
Eğer birileri polisi sillelemeye, sistemi koruyan düzen bekçilerine taş atmak istiyor ya da atıyorsa bu sistemin alkışı haketmediği anlamına gelir. Yani bu ve buna benzer olaylar bile bu ülkenin insan haklarına, demokrasiye ne kadar yabancı olduğunu gösterir.

 
Libya`yı Kaddafi yönetiyor. Peki Türkiye`yi kim yönetiyor? Son söz kimde? Tek kîşide değil mi? Yoksa parlamentonun, halkın siyasette  bir rolü mü var.
---------------
Türkiye bir NATO ülkesi. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, Libya hava sahasının kapatılması ve koalisyon güçlerinin Kaddafi’ye karşı askeri eyleme başlamasından sonra Türkiye korkmaya başladı. Türkiye bu karara karşı hem tepkili ve hem de olacaksa bir eylem bunun NATO güçlerince yapılması gerektiğini ileri sürerek koalisyon güçlerinin saldırılarını eleştiriyor. NATO ile yapılabilecek saldırıyı veto gücü ile engellemek istiyor.

 
Türkiye büyük hesaplar içinde ancak büyük bir çıkmazda olduğu da ortada. Sorunla ilgili bir çok temel konuyu bir yana bırakıp sadece Kürtlerle ilgili yanı ele alırsak, Türkiye’nin gelecekle ilgili kaygılı olduğu ve çok  korktuğu ortadadır..

 
Libya ve lideri ittifak güçleri tarafından bombalanıyor. Kendi halkının isyanını bastırmak isteyen ve Batı’ya arasıra kafa tutan bir lider iktidarda duramaz. Saddam bunu denedi ama yok olup gitti. Mısır ve Tunus liderleri de halk isyanı karşısında çaresiz kaldı ve iktidarı bırakmak zorunda kaldı.

 
Saddam’ın devrilmesi en çok Kürt meselesiyle ilgiliydi. Kürtler başkaldırdı, Saddam saldırdı.  ABD ve Batı Saddam’ıyok etti. Suriye ve İran’da sıradaki ülkeler olacak.

 
Türkiye işte bu nedenle hem çıkmazda ve hem de korkuyor. Ne isyancıları, ne iktidardaki anti- demokratik liderleri ve ne de ABD ve Batı’nın yanında yer almak istiyor. Ama duruş ve tavrını belirlemek zorunda. ABD ve Batı onu karar vermeye zorluyor.

 
Türkiye isyancıları desteklerse, Kürt halkına ve isyancılarına karşı saldırı ve tutumu sorgulanacak. Diktatör liderleri her ne kadar şimdiye kadar sahiplenmiş olsa da bugünden itibaren bu mümkün değil. Çünkü hem zaten olmayan sözde demokratik sistemi yara alacak ve hem de Batı ve ABD’yi karşısına almış olacak. ABD ve Batı’yı karşısına almak  ise Türkiye’nin parçalananmaya gideceği demek olacak.
--------
Düşünün! Bügün yarın bir kaç milyon Kürdün uzun sürecek bir başkaldırı ve isyana kalktığını ve bir kaç Kürt kentini ele geçirerek sistem kurumlarını ve güçlerini o topraklardan kovmaya çalıştığını düşünün! Devlet ne yapacak? Saddam ve Kaddafi’nin yaptığını. Yani halkı bombalayacak.

 
ABD ve Batı buna sessiz mi kalacak? Mümkün değildir. Zaten Akp liderinin arasıra Batı’ya kafa tutması ve Türkiye’nin Orta Doğu’da büyük rollere soyunması Batı ve ABD’yi müthiş rahatsız ediyor. Bu bir yana. Türkiye’nin dünya zenginliğinden bu son yıllarda pay kapması ve bunu büyütmek isteği de gelişmiş ülkelerin payının azalması demek oluyor ki Batı bunu kabullenemez. Ve yine Türkiye’nin Suriye ve İran gibi ABD ve Batı karşıtı  rejimleri korumaya alması da ABD ve Batı çıkarlarına aykırıdır.

 
Velhasıl Türkiye çıkmazda ve korkuyor. Bugün yarın Kürtlerin daha büyük bastırılamaz bir isyanıyla karşılaşabileceğinden korkuyor. Böyle bir isyanda ABD ve Batı’nın Kürt hava sahasının Türk savaş uçaklarına kapatılmasında korkuyor. Bu ittifakın Türkiye’yi bombalamasından ve parçalamasından korkuyor. Kürtlerin devletleşmesinden korkuyor.

 
Belki bu nedenledir ki Newroz’da fazla saldırmadılar. Belki bu nedenledir ki Newroz daha sakin geçti. Bu sakinlik, Newrozların büyük  isyanlara dönüşmesini engelliyor. Ama bir gün gelir ki halk durdurulamaz, hergün Newroz kalabalığı haline gelir. İste o zaman hiç bir güç Türkiye’yi parçalanmışlıktan ve bölünmüşlükten kurtaramaz.

 
Korku başa beladır. Bu korkunun yenmenin tek çaresi Kürtlerdir. Kürt halkının talepleri hayata geçirilmeden ve lideri serbest bırakılmadan; bu coğrafyada demokrasi ve özgürlük yeşermeden Türkiye bu korkudan uyanamaz. Korkuyla yatıp, korkuyla kalkmak çare değildir.

 
Türkiye, Kürdistan`ın büyük parçasıyla birlikte geniş bir coğrafyaya sahip bir ülke. ABD ve özellikle Batı yarın büyüyüp, başlarına bela olabilecek böyle bir ülkenin dünyada söz sahibi olmasını istemezler. Kafkaslar’a¸ Balkan`a, Orta Doğu ve Kuzey Afrika`da rol çalmak ve söz sahibi olmak için çabalayan bir Türkiye`nin dünya ekonomi ve politikasında sözü geçer bir ülke olmasını engelleyeceklerdir.
Yarın Libya’da olduğu gibi Türkiye’ye de bombalar yağabilir. Liderleri Saddam gibi idam edilebilir. Bu olmasa bile Mübarek gibi rezil olmak da vardır.

 
Rezilliği önlemenin tek yolu da yine Kürtlerdir. Beğenmedikleri, kart-kurt dedikleri Kürtlerin bu kadar güçleneceğini tahmin edemediler. Tahmin edemedikleri, içinde ,bugün korkuyorlar. Ancak kurtarıcılarının da çoğu zaman Kürtler olduğunu da anlamıyorlar. Bunu anladıkları ve Kürtlerin haklarını kabul ettikleri gün ne korkuları kalır ve ne de gelecekle ilgili endişeleri.
Ama bu halka karşı baskı ve zülum devam ederse şimdiye kadar dost bildikleriniz ülkenizi bombalarla yerle bir eder.
Ve sonra kendi şirketleriyle bu ülkeyi yeniden inşa ederek para kazanır. Her zaman, her yerde yaptıkları gibi…
Savaşla yakıp-yıkma yeni yatırımlarla daha da zenginleşme demektir. Bu gelişmiş ülkelerin temel politikasıdır.
Bunu engellemek demokrat, ileriyi gören politikacılara mahsustur.
Bu ülkede böyle politikacılar var mıdır?
--------
Nihayetinde Türkiye çıkmazda ve nerede ne yapacağını şaşırmış durumda.  Hangi tarafla dost görünmeye çalışırsa çalışsın para etmiyor. Çünkü gerçek yüzünü her kes biliyor.  Kürtlerin yardımıyla bu gerçek yüzü ortaya çıkacak, kendiyle yüzleşecek, Kürtlerin özgürleşmesine engel olmayacak. Saddam dönemi Irak ve Libya olmaktan  ancak ve ancak böyle kurtulabilecek.
 
 
cumalicotkar@live.se
Bu e-Posta adresi istek dışı postalardan korunmaktadır, görüntülüyebilmek için JavaScript etkinleştirilmelidir 

Niyetler ve Gerçekler

 
Niyetler ve gerçeklerTürk devletinin uyduruk uzmanlarına ve karşıtlık psikolojisi içinde kıvranan hastalıklı kişilere göre, Kürt mücadelesi geriliyor. PKK eski gücünde değil. Kitle bıkkın. Herkes herşeyi teslim etmeye hazır. Bu sorun çözülsün de nasıl çözülürse çözülsün diyen çok. Hatta dağdakiler inmek için bir habercik bekliyor.

İnanaçsızların, paralı uzmanların ve hastalıklı karşıtlık fikirlerine Türk pazarında yer arayan kişilerin bu yargıları gerçeğin kırıntısına bile denk düşmüyor. İnançsız kişi yaşlanıp yorgun düşünce sanıyor ki herkes kendisi gibi inançsız ve yorgun... Daha doğrusu insanlar kendi niyetlerini konuşturuyor.

Oysa niyetle ve umulan şeyle gerçeğin kendisi arasında dağlar kadar fark bulunuyor.

Bizler de görüyoruz, izliyoruz, konuşuyoruz.

Aklı başında Türk yazarları da gidip yerinde izliyor, gözlüyor ve izlenimlerini yazıyor.

Onlara göre de özgürlük isteyen Kürtler gittikçe kalabalıklaşıyor. Gençler çoğalıyor. Ruhta büyük kopuşlar yaşanıyor.

Düsseldorf'ta kutlanan Newroz'da gençlik köprülerden sel gibi akıyordu alana. 

Gençlik temel ölçüdür. Bir mücadelenin gençleri çoğalıyorsa direniş mirası devredilmiş demektir. Diyarbakır, Cizre, Hakkari, Van, İstanbul böyledir. Avrupa da böyledir. Türk devletinin uyduruk yasalarla bu gençleri yönetebilme veya engelleme şansı yoktur.
İktidardakiler, çevresinde kendisine inanmış üç kişi bırakmamış uyduruk tiplerle televizyon ekranlarında Kürtçülük oyunu oynamayı sürdürsün. Kürdistan halkı her alandan dalga gibi geliyor. 

İktidarlarlar tek koşulla yaşarlar: Kendi yasalarını halkın yasalarına uyarlamakla... Yoksa kısa veya uzun bir oyalanma süreci ardından dağılır giderler. 

Kürt halkının direnişle oluşturduğu yasaları bellidir: Özgürlük, eşitlik ve adalet... 

Bakışları bile kuşkulu inançsızların zihin bunaklığına ve Türk iktidarlarının kölelik mazeretlerine takılmadan daha çok direnmek ve mazeretsiz bir özgürlük istemek öncelikle Kürt gençlerinin görevidir. 

Direnen Kürdistan halkının ve dostlarımızın Newrozu kutlu olsun...
 

Libya Üzerine Aykırı Bir Yazı

 
Libya Lideri geçmişte bazı büyük hatalar yapmıştır. Lockerbie bunlardan biridir. Ama ABD yönetimi de geçmişte Libya’ya saldırmadı mı? Trablusgarb’a bombalar yağdıran ve Kaddafi’nin ailesinden insanları bu bombalarla öldüren NATO’nun Lideri değil mi? Ömer Muxtar’ı 20.000 Libyalının gözleri önünde asanlar İtalyanlardı. Bu büyük liderin tek suçu “Libya, Libyalılarındır” şiarı ile bağımsızlık savaşına girişmesiydi. İkinci Dünya Savaşı’nda Libya iki büyük gücün boğuşma alanlarından biri idi. İngilizler kazandı. Savaşın galibi İngiliz ve Amerikalılar İdris adındaki birini kral ilan edip kukla olarak oynatırken keyfleri yerindeydi. Çünkü ABD’liler onun “müsaadesi” ile Wheelus üssünü, İngilizler de Al-Adem üssünü kurmuş, Akdeniz’i Kıbrıs’taki üssü de kullanarak bir Anglosakson gölü haline getirmişlerdi.

Fransızlara gelince; bunlar nerede ise tarihleri boyunca dünyanın en şoven, en istilacı yöneticilerini çıkarmışlardır. Vietnam’dan ancak yediği dayak sayesinde çıktı. Cezayir’de 1,5 Milyon insanı öldürdü, sakat bıraktı.. Dillerini yasakladı.. Ama çekildi. Tunus’tan da mücadelesiz çıkmadı. Fransa işgali altındaki Bask ülkesi ortadan kaldırdı vs....


Libya’nın petrolü olmasaydı Batı’nın umurunda olmayacaktı. Fakat ne yapalım ki bu zıkkım var! İşte bu yeraltı zenginliği Libya’nın başına hep bela olmuştur. Kimsenin Libya’ya demokrasi gelmesini beklemek gibi bir düşüncesi olmadığını biliyorum. Irak’ta demokratik bir rejim kuracaklarını söyleyenler bir gün; “Irak Demokrasisi çok kirli bir demokrasi olacaktır” demişlerdi. Şimdi bir de Libya’ya bakın.. 40’ın üstünde aşiretten oluşan yarı bedevi yarı Araplaşmış bir coğrafyada nasıl bir demokrasi oluşabilir?


Gerçekçi olalım; demokrasi, kapitalizme tümüyle geçmiş olan milletlerin seçtiği bir yönetim şeklidir. Bu rejim bile hala Batı’da tüm kurumları ile işlememektedir. İşte Duçe Musollini’nin İtalya’sının yaşadıkları.. İşte Führer Hitler’in rejimi.. İşte İspanya’daki Franko falanjizmi veya Portekiz’i inim inim inleten Salazar rejimi.. İşte Japon rejimi vs.. Bu devletlerin tümü kapitalizme geçmiş coğrafyalarda hüküm sürmüşlerdi. Salak bir “Türk” lider olan Kılıçdaroğlu bile o uyurgezer tavrıyla “Libya derhal demokrasiye geçmelidir” emrini veriyor!. 40 aşiretin ceberut lideri “emredersiniz” diyerek demokrasiye geçecekler ve Libya imrenilen bir halk cenneti olacak.. İş mi bu!


Bu durumda ayağı yere basan bir tahlil geliştirelim:


Batı, uzun zamandan beridir diş bilediği Libya’ya bir meydan dayağı atarak Kaddafi’yi gömmeyi Tunus olayları başladığı günden beri tasarlıyor, ajanları vasıtası ile ortam hazırlamaya çalışıyor. Kaddafi Libya’sı son yıllarda Batı’ya ters gelecek hiç bir şey yapmamasına rağmen vurulacaktır. Kaddafi şahıs olarak daha dün sayılacak bir süre önce hem Fransa’da hem İtalya’da büyük değer verilerek karşılanmasına, Berlusconi tarafından eli öpülmesine rağmen vurulacaktır. Peki, o zaman Kaddafi Libya’sının suçu ne?


Batı’nın kayıtlarına göre şu affedilemez(!) suçlar işlenmiştir:


-1970’te İngiliz ve ABD üslerine el konulması..


-1973’te petrolün millileştirilmesinde başrol oynaması..


-Nasırizmin şampiyonluğunu yaparak İsrail’e karşı savaşanları desteklemesi..


-Arap Milliyetçiliği temelinde anti-emperyalist bir tutum takınması…


-Bazı gerçek terörist eylemler gerçekleştirmesi..


-Afrika Birliği çerçevesinde oynadığı anti-emperyalist rol..


-Arap petrol şeyhlerine karşı takındığı yıkıcı tavır..


-Veee Petrol rezervlerinin iştah kabartıcı seviyede olması..


Batı’nın iddiasının aksine muhalif denilen isyancıların ipleri kuşku götürmez bir şekilde ADB ve Fransa’nın elindedir. Eğer biraz kafa işletirsek durum gün gibi ortada. Düşünün.. Nasıl oluyor da ortalık sakin iken birdenbire ağır silahlı bir takım adamlar çıkıyor ve şehir üstüne şehir düşürüyor. Kaddafi güçleri karşı taarruzla onları geri püskürtünce başlıyorlar bağırmaya; “hani müdahale güçleri nerede?”. Tam da bu sırada Bahreyn’de nüfusun %70’ini teşkil eden Şii Araplar isyana başlayınca Batılılar ’ın “anlayışla” karşıladığı bir Suudi saldırısı ile “halk” kırımdan geçiriliyor, susturuluyor. Aynı zulmü yapan Yemen yönetimi de kayrılıyor.. Bu anlayış karşısında Katar Libya’ya saldırmak üzere dört uçağını gönderiyor..


Bu özet tespitlerin ışığında şunu söylüyorum: Libya’ya karşı yürütülen harekat bir istila harekatıdır. Kaddafi’nin direnme hakkı devredilemez ulusal bir haktır. İsyancılar ise açık bir şekilde işbirlikçidirler. Putin’in dediği “bu bir haçlı seferidir” sözleri geniş ölçüde doğrudur. Duçe Erdoğan bu yeni seferde eski Türk Beyliklerinin haçlı seferlerindeki uğursuz rolünü oynayarak istilacıların işlerini kolaylaştırmaya çalışmaktadır.


Bütün bunların yanında ben, Kaddafi’nin Kürtler hakkında söylediklerini, onlara yaptığı yardımı unutmak niyetinde değilim..



A Sirac Kekuyon

Paylaşım Merkezi mi, Birleşmiş Milletler mi ?

 
AKP iktidarının daha önceki birçok olayda olduğu gibi Libya olayında da ikili bir politika izlediğini görüyoruz. Bir yandan kamuoyuna işgale karşıymış mesajları vermekte, diğer yandan pastadan olabildiğince pay kapmak için emperyalistlere ülkemizdeki üsleri kullandırtıp her türlü desteği sunmaktan kaçınmayacağı en kısa zamanda meydana çıkacaktır.

2010 yılının son günlerinde Tunus’ta başlayan ve zamanla Mısır, Cezayir, Fas gibi Kuzey Afrika ülkelerinde, yeni yılla birlikte Bahreyn, Ürdün, Yemen ve şimdilerde de Suriye gibi Ortadoğu coğrafyasındaki onlarca yıllık diktatörlüklerin birer birer yıkılmaya başladığını gözlemlemekteyiz.

Bu ülkelerdeki halk ayaklanmaları, kalkışmalar ve isyanlar genel anlamda benzerlikler gösterse de, her bir ülkenin benzeşmeyen koşullarının da olduğu, emperyalistlerin bu ülkelerle ilişkileri, bu ülkelerdeki halk ayaklanmalarına bakış açıları ve davranışlarının çok farklılıklar gösterdiğini de tespit etmeli; özellikle uluslararası siyaset arenasında ABD emperyalizminin önceleri Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) dediği, daha sonra “Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Bölgesi ile Müşterek bir Gelecek ve İlerleme için Ortaklık İnisiyatifi Projesi”adıyla duyurduğu, Fas’tan başlayıp Pakistan’a, Türki cumhuriyetlerine kadar olan coğrafyayı içine alan, özünde söz konusu ülkelerdeki yer altı yerüstü tüm zenginliklerin emperyalistlerce yeniden paylaşılmasına hizmet eden kuramı iyi okumalıyız. 

Bugüne kadar Tunus’ta, Mısır’da ve diğer ülkelerdeki diktatörlüklerle işbirliğini sürdüren ve insan hakkı ihlallerine gözlerini, kulaklarını tıkayan, o diktatörleri her türlü şekilde destekleyen, ancak faşist diktatör Kaddafi’nin halk muhalefetini kanlı bir şekilde bastırmasını gerekçe gösterip, başını ABD’nin çektiği, Fransa ve İngiltere’li emperyalist paylaşımcılar daha önce Hiroşima’da, Vietnam’da, Nepal’de ve Irak’ta yaşattıkları vahşeti bir kez daha “özgürlük, demokrasi ve sivil halkı korumak” adına Libya halkına  yaşatmaya başladılar. Emperyalistler geçmişte buna benzer vaadlerle işgal ettikleri hiçbir ülkeye demokrasi, insan hakları getirmemişlerdir. Tam tersine her seferinde daha fazla sömürü, daha fazla kan ve gözyaşı yaşatmışlardır. “Şafak yolculuğu” dedikleri, özünde karanlık bir geleceğe hizmet eden, geliştirilmiş füzeler, savaş gemileri ve uçaklarla takviye edilmiş bu son saldırıyla da Libya doğalgaz yataklarına ve petrollerine hakim olmayı gizlemeye çalışmaktadırlar.  Onlar sivil Libya halkını korumayı değil, bombalamayı seçmişlerdir.
 
Bahreyn’de, Yemen’de halkların özgürlüklerini görmezden gelen emperyalistler, üstüne üstlük ABD’nin en büyük işbirlikçilerinden olan Suudi Arabistan’ın Bahreyn topraklarına askerlerini sokup tankların yardımıyla krallığa karşı ayaklanan halk muhalefetini azgın bir şekilde bastırmasını desteklediler. Bahreyn ve Yemen’de muhalif halkın katledilmesini seyreden emperyalist katiller, nedense Libya’da birden bire insan dostu oluverdiler, duyarlı oldular.
 
      Özellikle ABD’li emperyalistlerin bugüne kadar zaman zaman uygulamaya koymak istediği, ama her seferinde kesintiye uğrayan “Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Bölgesi Projesi için Muammer Kaddafi belki de bilmeden onlara adeta yardımcı oldu. Emperyalist katiller Kaddafi’nin halk üzerindeki kanlı ve faşizan saldırılarını fırsat bildi ve Libya topraklarına saldırdılar. Bu saldırılarını da aslında artık “Dünya Paylaşım Merkezi”  olarak adlandırmak istediğim (BM) Birleşmiş Milletler güvenlik Konseyi kararıyla meşrulaştırmaya çalışıyorlar. Ayrıca bu saldırılarını 2.Emperyalist Paylaşım Savaşından sonra sözde bir savunma örgütü olarak kurulan, ama giderek ABD’nin güdümünde batılı emperyalistlere hizmet eden ve de sömürgeci bir savaş aygıtına dönüştürülen NATO kararlarıyla meşrulaştırmaya çalışıyorlar.
Ve tüm dünyanın gözünün içine baka baka, daha önce Körfez Savaşında Kuveyt’in işgal edilmesini, Irak işgalinde kimyasal silahları ve Irak’lıları Saddam’dan kurtarmak için, Afganistan’da El Kaide’yi bahane ettikleri gibi, bu sefer de Libya’lı sivilleri Kaddaffi’den korumak için Libya’ya girdiklerini söylüyorlar. Emperyalistlerin sözcüleri hergün asıl amaçlarının Kaddafi’yi ele geçirmek olmadığını söyleyerek, bir bakımdan gerçek amaçlarını da itiraf etmiş oluyorlar. Evet, artık tüm dünya kamuoyu da bilmektedir ki, 2007 de Sarkozy’nin tüm seçim masraflarını karşılayan, İtalya ile çok sıkı fıkı olan, servetinin büyük bölümünü İngiltere’de saklayan, oğlu ile Barack Obama’nın “kanka” olduğu Muammer Kaddafi asla emperyalistlerin gerçek hedefi değildir... Emperyalist teröristlerin asıl amacı Kaddafi’nin diktatörlüğünü sona erdirmek ve sivil Libyalıları korumak da değildir. Asıl hedefleri Libya petrolleridir, Libya’daki doğalgaz rezervleridir. 

 
AKP iktidarının daha önceki birçok olayda olduğu gibi Libya olayında da ikili bir politika izlediğini görüyoruz. Bir yandan kamuoyuna işgale karşıymış mesajları vermekte, diğer yandan pastadan olabildiğince pay kapmak için emperyalistlere ülkemizdeki üsleri kullandırtıp her türlü desteği sunmaktan kaçınmayacağı en kısa zamanda meydana çıkacaktır. ABD yetkililerince Türkiye’nin Libya’da “Koruyucu Güç” rolünü üstlendiği açıklaması, AKP iktidarının gizli pazarlıklarını kamufle etmeye hizmet etmektedir.
 
Kuzey Afrika’da ve Ortadoğu coğrafyasındaki halklar, devrimci önderliklerden, organize edilmiş muhalif bir hareket tarzından yoksun olsalar da yıllardır karşı karşıya kaldıkları baskı, zulüm ve sömürüyü sona erdirmek için bir başkaldırıyı başlatmışlardır.  Bu ülkelerdeki sorunlar ve olaylar yine bu ülkelerin iç dinamikleri tarafından çözümlenecektir.
 
Emperyalistler Libya ve diğer ülkelerdeki halkların özgürlüklerini düşünüyorlarsa, bu ülkelerdeki diktatörlere, işbirlikçilerine silah vermekten vazgeçmelidirler. Bu ülkelere hangi gerekçe ile olursa olsun emperyalist bir saldırı asla kabul edilemez. Hele de kuruluş amacı “dünya barışını, güvenliğini korumak ve uluslararası ekonomik, toplumsal ve kültürel bir işbirliği oluşturmak” olan, adına da Birleşmiş Milletler denilen oluşumun böylesine insanlık dışı bir saldırı kararı alması asla kabul edilemez. BM kuruluş ilkelerine uygun olarak Birleşmiş Milletler olarak kalmalı, Dünya Paylaşım Merkezi olarak değil…
 
Emperyalistlerin daha önceleri çeşitli ülkelerde “özgürlük, demokrasi” için gerçekleştirdikleri saldırıların o ülke insanlarına daha fazla gözyaşı, daha fazla katliam ve daha fazla sefalet getirdiği gerçeğini bilmekteyiz. Bu gerçekten hareketle dünyanın mazlum halklarıyla Türkiye halkları ve anti-emperyalist güçler Libya halkının yanında olmalı, saldırıyı her platformda protesto etmeli, emperyalistlere karşı bir direniş örgütlemeli ve emperyalistlerin bu son saldırıları mutlaka sona erdirilmelidir.
 
Erdal YILDIRIM
23 Mart 2011
 
erdal.yildirim58@gmail.com
Bu e-Posta adresi istek dışı postalardan korunmaktadır, görüntülüyebilmek için JavaScript etkinleştirilmelidir 

BDP'li Kadın Vekiller Hedefte

 
Meclis'te bulunduğu 4 yıldan bu yana, yargı ve güvenlik baskısının yanı sıra siyasi baskıyla da karşı karşıya olan BDP'de özellikle kadın milletvekillerinin hedef tahtasına konulması dikkat çekiyor.

Daha önce Emine Ayna, Fatma Kurtulan, Pervin Buldan ve Sevahir Bayındır hedef haline getirilirken, şimdi de Sebahat Tuncel hedef yapıldı.


Seçim barajına, oy pusularının CHP, MHP ve AKP tarafından değiştirilerek bağımsız adayların seçilmesinin zorlaştırılmasına rağmen bütün engelleri aşarak meclise gelen BDP'li milletvekilleri mecliste bulundukları 4 yıl boyunca ciddi baskılarla karşı karşıya geldi. Başbakan ve AKP hükümeti tarafından uzun süre dışlanarak, "terörü kınamazlarsa ellerini sıkmam" tavrıyla karşılaşan BDP'liler, köşe yazarları tarafından da zaman "her bir şehide karşılık bir BDP'li öldürülmeli" şeklindeki açık ölüm tehditlerine maruz kaldı. Bu siyasi baskının yanı sıra, başından beri, ciddi yargı kıskacına alınan BDP milletvekilleri hakkında şimdiye kadar, sadece yaptıkları konuşmalardan ve katıldıkları etkinliklerden dolayı 21 Milletvekili hakkında 632 fezleke hazırlanarak toplam 2 bin 330 yıl ceza istendi.


Askerleri aldığı için hedef haline geldi


Bu denli ciddi yargı ve siyasi baskıya maruz kalan BDP'liler, aynı zamanda belli dönemlerde ciddi psikolojik baskılara da maruz kaldılar. Psikolojik baskılara maruz kalan BDP'li milletvekillerinin başında da BDP'li Kadın Milletvekileri geliyor. İlk örnek, BDP Van Milletvekili Fatma Kurtulan'ın eşi PKK'de olduğu için hedef tahtasına oturtuldu. "Teröristin eşi Mecliste" haberleriyle başlayan kampanya bir süre sonra, Gerilla'da çekilen bir fotoğraftaki kadının Fatma Kurtulan olduğu iddiasıyla başka bir boyut kazandı. Bu tartışmalardan sonra Kurtulan hakkında hakaretlerle birlikte linç kampanyası başlatıldı. Hatta Kurtulan hakkında devletin resmi kanalı olan TRT 1'deki haberlerde son derece hedef gösterici bir haberde, "İddiaya göre, Fatma Kurtulan PKK'nin kadın militanları arasında yer aldı. Bu iddiaya göre Fatma Kurtulan da tıpkı resmi nikahlı kocası gibi TC'nin birlik ve beraberliğine kurşun sıkan hain teröristlerden" sözleri yapılan hakaretlerden sadece bir örneği oluşturuyordu. Kurtulan'a yönelik başlatılan kampanya'nın 21 Ekim 2007 tarihinde Dağlıca'daki çatışmada PKK'ye esir düşen askerlerin aralarında Fatma Kurtulan'ın da bulunduğu DTP heyeti tarafından Kasım 2007 tarihinde kurtarılmasından sonra gelmesi dikkat çekiyordu. Kurtulan'a yönelik psikolojik baskı ve linç girişimi 2008 yılının ikinci yarısına kadar devam etti.


Arınç'ın sözleri hala akıllarda


Kürt sorunun çözümüne yönelik zaman zaman yaptığı açıklamalardan dolayı hedef tahtasına oturtulan bir diğer isim ise BDP'li Emine Ayna oldu. Ayna, eş başkanlık yaptığı dönemlerdeki açıklamaları, "sivri" bulunuyor ve partide yaratılan "Şahin-Güvercin" ayrımı üzerinden "Şahin" grubun temsilcisi olarak gösteriliyordu. Ayna'ya yönelik tepkilerde DTP'nin kapatma davasının sonuçlanacağı Aralık 2009 tarihinde yoğunlaşmaya başladı. Özellikle AKP hükümeti tarafından başlatılan "açılım süreci bitti" açıklamasına yönelik organize bir kampanya başlatıldı. Ayna'ya yönelik zaman zaman, "çirkin vb" kişisel hakaretleri de içeren açıklamalarla birlikte, Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, 21 Aralık 2009 tarihinde yaptığı bir açıklamada, Ayna'ya şu sözlerle saldırıyordu:


"Şöyle bir noktaya geldik... İki muhalefet partisi bize karşı. DTP'de o noktaya geldi sonunda. Biz bu işlere karşıyız. Hatta bir kadıncağız var içlerinde - hanımefendilerden özür dileyerek söylüyorum- kahkahalar atarak 'açılım bitti' dedi. Çok garip bir yaratık, Allah akıl fikir versin. Sonra daha yetmedi, İmralı´dan haber geldi, `Ben de bu açılıma karşıyım sokak hareketlerini başlatın.' O karşı, bu karşı da onlar nasıl bir araya geldiler ben ona hayret ediyorum."


Seçimlerden sonra, Cemil Çiçek'in "Ermenistan sınırına dayandılar" kaygısına neden olan Iğdır'ın BDP'li kadın milletvekili de bir süre sonra hedef gösterilen isimler arasında yer aldı. Buldan, İstanbul'da adli bir operasyonda gözaltına alınan kayınbiraderi Nihat Buldan'ın gözaltına alınmasıyla ilişkilendirilerek uzun süre gündemde tutuldu. BDP'li kadınlara yönelik baskılar sadece yargı, siyaset ve psikolojik baskıyla da sınırlı kalmadı. En son BDP Şırnak Milletvekili Sevahir Bayındır, Şırnak'ta katıldığı bir miting'de fiziki saldırıya maruz kalarak, ciddi şekilde yaralandı. Aynı yerde, Sebahat Tuncel de benzer bir girişimin hedefi haline gelince, gösterdiği tepki nedeniyle psikolojik saldırının muhatabı oldu.


Fiziki saldırılar


BDP'li kadın milletvekillerine yönelik yürütülen bu kampanyalarla birlikte, BDP'li vekiller ve siyasetçiler çoğu zaman fiziki saldırılara da maruz kaldı. Bugünlerde hedef tahtasına oturtulan Bengi Yıldız 15 Şubat 2008 tarihinde ilde yaşanan olaylarda polisler tarafından darp edildi. 2008 Newroz kutlamaları sırasında Siirt Emniyet Müdürü Cuma Ali Aydın'ın BDP Siirt Milletvekili Osman Özçelik hakkında, " Ben terör örgütünü terörist ilan etmeyen bir milletvekiline el uzatmam" demesi, Başbakan Erdoğan'ın siyasi tutumunu sürdürdüğünün işareti oluyordu. Ayrıca, DTP'nin siyasi yasaklı lideri Ahmet Türk, onlarca polisin gözleri önünde 12 Nisan 2010 tarihinde yumruklu saldırıya maruz kaldı ve burnu kırıldı. Kısa süre sonra bu kez fiziki saldırı hedefi Akın Birdal oldu. Daha önce silahlı saldırıdan kurtulan Birdal, bu kez Eylül 2010 tarihinde Bursa'da katıldığı bir mitingde saldırıya uğradı.

DİHA