22 Mart 2011 Salı

Arap Aleminde 1848 Avrupa Devriminin Tekrari mi?-1


Bölüm I: Küresel Kapitalizmin Dinamikleri 

    Mısırda meydana gelen başkaldırı bu coğrafyadaki siyasal manzarada değişikliklere neden oldu. Atılan adımlar halkın demokrasi talep etme ilhamını körüklmiştiri. Mahdi Darius Nazemroaya iki faklı, ama benzer özellikler taşıyan tarihsel süreçler arasında paralel bağları kurarak, 1848 yılında Avrupa’da yaşanan olaylarda halkın kendisine yönelik tepkilerin karşısında durduğu gibi, Arap Âleminde halkın reaksiyon güçleri yaşanan devrim sürecinde karşı tepkileri olumsuzlamaları gerektiğine dikkat çekmektedir. Şimdilik momentum Arap halk kitlelerinden yanadır. Bu durum Arapların tarihten ders almaları gereken tek şansları olmaktadır.

rs1
******
    Tarihin tekerrürü mü? 1848’de Avrupa da yaşanan olaylar Arap Âleminde tekrar mı yaşanıyor? Buna ancak Arap Âlemi karar verebilir. Halkların kendi kaderini tayin etme hakkı kendi ellerindedir? Ancak, 1848’de Avrupa’da yaşananlardan ders almaları ve kapitalist sınıfın gelişmelerin seyrindeki rolünü ciddi bir şekilde irdelemeleri gerekir

1848 Avrupa İlkbaharı ve 2011 Arap İlkbaharı

    1848’de devrimci bir coşku Avrupa kıtasını kasıp kavurmuştu. Devrim dalgaları Fransa’dan harekete geçirilmişti. Devrim dalgaları, kitlesel isyan ve ayaklanmalardan oluşan bir tusunami şeklinde, Avrupa’nın geriye kalan kısmına vurmasına kadar geçen zamanda uzun süreli olmamıştı. İsyan dalgası, domino etkisi yaratarak, bir ülkeden diğer bir ülkeye geçmek suretiyle, söz konusu ülkeyi içine çekiyordu. Danimarka, Germenik Devletleri, İtalik Devletleri, Belçika, Wallachia ve Habsburg Avusturya İmparatorluğu halkların isyanlarıyla sarsıldı. Avrupa kıtasında başlanmış olan bu isyanların nedenleri günümüz Arap Âleminde yaşanmakta olan ayaklanmaların nedenleri ile aynı özellikleri taşımaktaydı.

    Ekonomik eşitsizlik, çalışanların haklarında suiistimal yaşanması, siyasal eşitliğin olmayışı gibi konular 1848’de Avrupa’da yaşanmış olan devrim dalgalarının nedenini teşkil etmekteydi. Sanayileşme, ekonomik ve teknolojik atılımlar, 1848 tarihi öncesi ve sonrasındaki Avrupalı toplumlarda, sosyo-ekonomik büyük değişikliklerin yaşanmasına neden olmuştur. Günümüzde bu olgu, değişik tarihsel kontekstler dâhilinde, Arap Coğrafyasında baş göstermiş bulunmaktadır.

    19. yüz yıl Avrupa’sında, servet konsolidasyonu ile karakterize edilen esaslı ekonomik değişimler kitlesel işsizliğin patlak vermesine ve insanların açlıkla karşı karşıya kalmasına neden olmuştur.
Neo-liberal reformların ve halkın tükettiği gıda maddelerinin artmakta olan fiyatlarının yaratığı ağırlık sonucunda bu olgu günümüz Arap Coğrafyasında yaygın olarak yaşanmaktadır. 

     İstihdam yetersizliğinin neden olduğu öfke, halk katmanları arasında fırsat eşitsizliğinin yaşanması, kamu kurumlarında rüşvete dayalı uygulamalar, devamlı artan ekmek ve gıda maddelerinin fiyatları, 2011 yılından bir kaç yıl öncesinden itibaren, özellikle Akdeniz havzasındaki devletler olmak üzere, Arap Âleminde yaşanmakta olan ayaklanmaların ve rejimleri protesto etme eylemlerinin başlama fitilini ateşlemiştir. Geçen süre zarfında yaşanan isyan ve protesto eylemleri Mısır, Tunus ve diğer Arap devletlerindeki çok gergin durumların başlangıcı olmuştur.

1848 Fransız Devrimi: Avrupa Tunus’u mu? veya İran mı?

    1848 yılında Fransa, toprak sahipleri, büyük sanayi ve bankacılık kuruluşları sahiplerinden oluşan bir sınıf tarafından yönetilmekteydi. 1789 Fransız devrimi sürecine kadar bu üçlü topluluğun (toprak sahiplerinden, büyük sanayi ve bankacılık kuruluşları sahiplerinden oluşan sınıf) yükselmesine ivme kazandıran emekçi sınıfının sömürülmesi olmuştur. Bu üçlü topluluk veya “büyük sermaye sınıfı” genel oy kullanma hakkını elinden alarak emekçi sınıfı sosyal haklarından mahrum bırakmıştır.

    Büyük sermayenin desteğinden fayda sağlayan,  “Burjuvazi Kralı” lakabıyla anılan Kral Louis-Philip I tarafından yeni bir ikametgâh kriteri uygulamaya konulmuştu. Bu uygulama, her bir Fransız vatandaşına bulunduğu bölgede 3 yıldan beri ikamet ettiğini kanıtlamak zorunluluğu getiriyordu. Bir emekçinin bulunduğu bölgede ikamet ettiğini ispatlayabilmesi için işvereninden onaylı belge alması gerekiyordu. Bundan dolayı, işçi sınıfı ve Fransa nüfusunun büyük çoğunluğu seçimlerde oylamaya katılmaktan mahrum kalıp büyük sermayenin eline esir düşmüştü. Oylama hakkını elde etmeyi imkânsız kılan değişen ekonomik şartlar nedeniyle, Fransız işçi sınıfı, iş bulabilmek amacıyla, bir bölgeden diğer bir bölgeye göç edip ikamet değiştiriyordu. İşsizlik Fransa’yı kasıp kavuruyordu. Örgütlü sermayenin eli altında hazır bulunan, sömürebileceği istihdam fazlalığı, büyük sayıda emekçilerden oluşan bir işgücü vardı. İşte sürdürülmesi imkânı kalmayan bu şartlar 1848 Fransız devriminin patlak vermesine neden olmuştur.

    1789 Fransız devriminde, Fransız işçi sınıfı, büyük sermaye sınıfı (büyük sanayi, bankacılık kuruluşları ve toprak sahiplerinden oluşan) ile işbirliği yapma yoluna gitmişti. İşçi sınıfı 1848’de farklı bir durum ile karşı karşıya kalmıştı. Büyük sermaye sınıfını meydana getiren üyeler kendi aralarında çatışmaya girmişlerdi. Fransız işçi sınıfı Fransa’nın yönetiminde ve Fransız toplumuna yön verme sürecinde söz sahibi olma hakkını talep ederek küçük burjuvazinin müttefiki oldu. Orléans Sarayı yerle bir edildi. İkinci Fransız Devrimi temelleri atılarak monarşi yönetimine son verildi.

    1848 sürecinden sonra emekçi sınıfı sosyal haklarını henüz güvence altına almamıştı. Mecliste az sayıda koltuğu elinde bulunduruyordu. Yeni vergi sisteminde iflas yaşandı. Ancak, kontrol mekanizması hala kapitalist sınıfın elinde bulunduğundan dolayı, kapitalist sınıf Fransa’da gerçek sosyo-ekonomik reformların yaşanmasını nötralize ediyordu. Bu sürecin sonunda Charles Louis-Napoléon Bonaparte’ı ikinci Fransız İmparatorluğu makamına taşıyan 1851 Paris darbesi meydana geldi. Fransa-Prusya Savaşında İmparator Bonaparte’ın yenilgisinden sonra, meydana gelen önemli diğer bir olgu, tarihçilerin “Paris Komünü” diye adlandırdıkları, 1871 yılında kısa süreli bir hükümetin kurulması gerçekleşti. Paris komünü sürecinde, sosyalist ve anarşistlerden oluşan karma bir hükümet yönetiminde, Sovyetler Birliğinin kurulmasından elli yıldan fazla bir süre önce, Fransa tarihin ilk sosyalist cumhuriyet hüviyetini kazandı. Fransa’nın Prusya işgali altındaki süreçte, Fransız ve Alman örgütlü sermaye sınıflarının arasında yapılan bir anlaşma ve stratejik bir anlayış doğrultusunda Paris Komünü lağvedilmişti.

rs2

     1848 Fransız Devriminden hangi dersler alınmalı? 

    1848 Fransız Devrimi, sermayenin işçi sınıfı taleplerinde ve toplumun esas yapısında nasıl manipülasyon yapabileceğini göstermektedir. Bu devrim aynı zamanda, siyasal liderlik bünyesinde değişiklikler yaşanmasına rağmen, kapitalist sınıfın ağırlıklı olarak devletin elinde olduğunu göstermektedir. Sonuç itibariyle, Fransa’da yaşanan 1848 devriminde çıkarılabilinecek bir ders, örgütlü sermaye esas toplumun bünyesini uyuşturmak üzere uygulanacak politikalarda planlı bir şekilde dalgalanmalar meydana getirmektedir. Yaşanan olgulara bu bağlamda bakacak olursak, tarih Arap Âleminde tekerrür edebilir.

1848 Devrimi, Refah Devleti ve Liberal Demokrasinin Yükselişi 

    1848’deki isyanlardan dolayı Avrupa’da yer yerinde oynamıştı. Yaklaşık olarak 10 yılık bir süre sonra bu isyanların etkisi bütün Avrupa’da hissedilmişti. Ancak, Avrupa’daki isyanlar henüz gerçek devrim anlamına gelmiyor, Avrupalı çoğu halk kitlelerin beklentilerine cevap verilmiyordu. Macaristan örneğinde olduğu gibi, milliyetçi hedeflere cevap verilmişti. O sıralar Macaristan’da egemenlik hükmü kalmamış olan Alman–Avusturya Cumhuriyeti hükmü şahsiyetinin de desteğiyle Habsburg İmparatorluğu lağvedilip, 1867 yılında Avusturya-Macaristan imparatorluğu kuruldu.1848 yılında gelişen olaylar aynı zamanda İtalya ve Almanya’nın birleşmesinde katalizör olma görevini de gördü.

    Avrupalı devletler yönetici sınıfların servetini artırmaya, konumlarını pekiştirmeye ve onları korumaya çalışan kleptokrasi yönetimleri olarak kalmaya devam ettiler. Genellikle, o zamandan beri yönetici sınıfına tanınmış olan ayrıcalıkların ve edinilen servetlerin ana çerçevesi günümüz Avrupa’sında da yerli yerinde durmaktadır. Bu durumun nasıl mümkün olduğunu?  sormamız ve de sorabilmemiz gerekiyor.

    Avrupa’da baş gösteren halk isyanları Avrupalı yönetici sınıfların düşünce yapısında da değişikliklere neden olmuştu. Aslında kapitalist sınıf olan yönetici sınıf, her zamanki gibi, kendi işiyle meşgul olma arzusunda idi, ancak, daha liberal ve üstü örtülü bir şekilde. Kapitalist yönetici sınıfın talimatı doğrultusunda devlet, hükümetin özel görevlilerini, kitlesel halk katmanlarını sözüm ona “barışçı kanallara ” sevk etmek amacıyla, siyasal kurumlar ve sosyal birliklerin içine sızmakla görevlendirmişti.

    Ana akım/orta sınıf Avrupa toplumları değişimin “gelişme” olduğu şeklinde düşünce oluşturma ve davranış geliştirme doğrultusunda ve de yavaşça seyreden bir değişim sürecinin gelişme ile sonuçlanacağı konusunda endoktrine edilmişti. Bilimsel teoriler de bu tarz kültürel davranış geliştirmeyi yansıtmaktaydı. Örnek olması açısında, 1848’de meydana gelen sosyal olaylardan kısa bir süre sonra Charles Darwin doğal seleksiyon teorisini İngiltere’de dünya kamuoyuna açıkladı. Darwin’in teorisinde kültürel eğilimin bir örneği olarak sunulan konu, değişimin tedricen meydana geliyor olmasıydı. Evrimden kaynaklanan değişimin tedricen veya yavaşça gelişen bir ilerleme hızına zorunlu olarak sabit olduğuna dair herhangi somut kanıt mevcut değildir. Değişimin yavaşça seyreden bir fonksiyon olduğunu gören yalnızca Darwin değildi. Tedrici gelişme konusunda görüşlerini dile getiren farklı alanlarda çalışmalar yürütmekte olan başka bilim insanı ve akademisyenler de vardı. Bu durum kapitalist sınıfın çıkarlarını korumaya zemin hazırlayan hâkim kültürel ortamdan kaynaklanıyordu.

    Kültürel temellere dayalı bu varsayımlar ana akım/orta sınıf Avrupa toplumlarının düşünce tarzına uygun hale getiriliyordu. Çünkü Avrupa toplumlarına değişimleri “gelişme” ve kalkınma/ilerleme açısında da “tedricen” olması gerektiği şeklinde sunulması kapitalist sınıfın çıkarına hizmet etmekteydi.  Örgütlü sermaye,  ana akım toplum tabakasını değişimin tedricen vuku bulacağı umudu içerisinde kalıp,  sabır gösterme kültürünü kabul etme doğrultusunda sosyalleştirmeye çalışmaktaydı. Bu olgu, Avrupa Birliği, Beyaz Saray ve hatta Arap rejimleri tarafında “geçiş dönemi” olarak tanımlanan olaylara çok benzemektedir.

    Kapitalist sınıf, daha sonra “refah devleti” şeklinde tanımladığı sosyal yapı içerisinde dönüşen ana akım toplum tabakasını teskin etmek amacıyla küçük çapta bazı ödünler vermiştir. Devlet, gerçek anlamda işçi sınıfı devrimlerinin baş göstermesini önleme konusunda hiç zaman kaybetmemiştir. Auguste Compte’un önceden öngördüğü gibi, toplumun sosyal tabakaları arasındaki farklılıklara bir çözüm yolu bulunmaması halinde, Komünizmin Batı Avrupa’da yaygın hale gelecek olmasını önlemek amacıyla, Batı Avrupa yönetimleri en kısa zamanda kendi toplumlarına siyasal bir çeki düzen verme ihtiyacını  hissetmişlerdir.

    1848’den sonra İngiltere ve Hollanda meşrutiyetin seyri dâhilinde yönetim bünyesinde değişiklik yapmış,  aşamalı olarak liberal demokrasiye geçiş yapmış ve anayasal monarşi haline gelmiştir. İkinci Dünya Savaşı sonuna gelindiğinde, Batı Avrupa ülkelerinden çoğu liberal demokrasinin yaşandığı ve “liberal refah devleti” tarafından yönetilen ülkelerdi.

    Refah devleti sıfatını kazanmak için iki evreden geçmesi gerektiğine işaret etmek lazım. İlk evre, devletin 1848’den sonra yükselmekte olan işçi sınıfının radikal doğasına karşı durma ihtiyacı. İkinci evre ise, İkinci Dünya Savaşından sonra Japonya ve Batı Avrupa’da komünist hareketin yönetimi ele geçirmesi ihtimalini önlemek amacıyla liberal refah devletine geçiş evresi.

Refah Devletinin Çöküşü ve Refah Devletinin “Komünist Tehditti ” bertaraf etmesindeki Direkt Bağıntısı 

    Genel anlamda, liberal refah devletinin varlığını sürdürmesi konusu birçok tartışmaların temelini teşkil etmektedir. Liberal bir refah devleti, esas itibariyle, vatandaşları arasındaki mevcut eşitsizlikleri asgari düzeye indirme programları olan devlettir. Bu programlar en düşük gelir düzeyine sahip toplum tabakası veya toplumun gelir düzeyi düşük üyeleri üzerine eğilmeyi veya en yaygın anlamıyla, söz konusu devletin vatandaşları arasında eşitsizlikleri en asgariye indirgeyen sosyal programlardır.

    Soğuk Savaş döneminin sona ermesinden ve Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra liberal refah devleti de çöküşe geçmiştir. Çöküş süreci, hükümetin daha sonra sosyal programların tasfiyesi işlemi içerisinde dönüşüme uğratan çerçeveleme programları düzenleyen mali krizlere atfedilmiştir. Buna karşılık, bu durumun tam tersini savunmaya yarayan konular da vardır.

    Liberal refah devleti yönetim şekli, Avrupa’da ve dünyada ciddi bir komünist yönetim opsiyonu olduğu zaman uygulamaya konulmuştur. İkinci Dünya Savaşından sonra Avrupa ve Asya’da köklü komünist hareketler ve komünizme büyük destekler vardı. İşçiler 1900’dan beri radikal hale gelmişti. Toplumun ana akım yaygın katmanlarının taleplerini karşılamak amacıyla Japonya ve Avrupa’da komünizme yönelebilecek herhangi bir eğilimi etkisizleştirmek amacıyla liberal refah devleti bulunmuştu. Aslında, emekçi sınıfların taleplerini yatıştırmak üzere böylesi bir çareye başvurulmuştu.

    Sovyetler Birliği ve Doğu Bloğunun dağılmasından sonra, Batı Bloğundaki kapitalist yönetici sınıfların komünizm tehdidine karşı ana akım toplum tabakasını sakinleştirmek üzere liberal refah devletine artık ihtiyaçları kalmamıştır. Yaşanan ekonomik krizlerin başlamasından sonra, sosyal programlarda yapılan kesintiler ve daha sert tasarruf tedbirleri refah devletine karşı uygulanmıştır. Marksist tarihsel analizler açısından, liberal refah devletleri işçi sınıfı ve ana akım toplum tabakasının taleplerinde erozyon yaratmak üzere kapitalist sınıfa hizmet etmiştir.

Demokrasiye karşı Kleptokrasi 

rs3
    
    Hangi “demokratik uygulamalara” dünya demokrasileri denilebilir? sorusunu sorulabiliriz. Bu soruya cevap verebilmemiz için demokrasiyihalkın kendi kendisini yönetmesi” olarak kabul etmemiz gerekir. Vatandaşın yönetim sürecine doğrudan katılımı ve çabası anlamına gelen Direkt Demokrasi en doğru anlamındaki demokrasi demektir. Direkt Demokrasi tartışmalı bir şekilde anarşizm ile aynı hizaya konulabilir veya aynı anlamda alınabilir.

    Temsili Demokrasi veya Dolaylı Demokrasi toplumun spesifik sayıda üyeleri ve toplumun bileşenleri yetki verilmiş bir kişi veya kişiler tarafından temsil edilmesi anlamına gelen bir yönetim şeklidir. Bir temsilcinin seçilmiş olması, her zaman temsil ettiği toplum katmanlarının demokratik taleplerini yerine getiren temsilci anlamına gelmemektedir. Temsili demokrasilerdeki temsil şekli, daha ziyade, halk demokrasileri denen yönetimlerde geçerlidir.

    Demokrasi gerçek anlamıyla daha uygulamaya konulmamıştır. Avrupa merkezli bakış açısına göre, Atina’nın siyasal bir sistem olarak demokrasinin beşiği olduğuna inanılmaktadır. Atina’da da demokrasi gerçek anlamıyla yaşanmamıştır. Atina’da mevcut olan endüstriyel köleliği dikkate almasak bile, Atina nüfusunun büyük çoğunluğu seçimlerde oylama sürecine katılmıyordu. Oy kullanabilenler bile zaman zaman etki altında kalıyor veya zorlanıyordu. Ayrıca, Atina site devletinde karar alma sürecinin seyrini manipüle eden bir elit tabaka vardı.

    Burada anahtar kelime “yön vermektir”. Atina’daki uygulamada olduğu gibi, liberal demokrasiler olarak bildiğimiz modern devletlere yönetici bir sınıf tarafından “yön verilmektedir”. Çeşitli kurumlar, sosyal faaliyetler, siyasal partiler, haber alma organları ve halka geçim vasıtaları sunmak marifetiyle bu yön verme uygulamasına geçilmektedir. Halk katmanları ne şekilde oy kullanacakları konusunda harekete geçirilmekte, gerçek irade birçok anlamda eksik kalmaktadır. Amerika Birleşik devletlerinde Barack Hüseyin Obama statüko dışında bir opsiyon olarak takdim edilmiştir. Aslında Barack Obama, Amerikan yaşam tarzını kontrol eden aynı kurulu düzenin yeni yüzünden başka bir şey değildir.
 
    Modern dünya demokrasileri şu ya da bu şekilde kleptokrasi yönetimleridir. Ampirik olarak, bu yönetimlerin kleptokrasi olduklarına dair çok sayıda veri mevcuttur. Erkeklerin, kadınların düşünce özgürlüğü, kendi bedenleri üzerinde tasarrufta bulunma hakkı ve yaşam tarzını seçmede özgürlüğü olmadığı sürece gerçek demokrasi olmayacaktır. Sosyal veya ekonomik konularda örgütlü sermaye gibi bir yapı tarafından kontrol edildikleri sürece, kontrol mekanizmasının insanların gerçek anlamda özgürlükleri üzerinde tahrip edici bir etkisi olacaktır. Kapitalist sınıf devleti kontrol etmiyor gibi görünüyor olsa da, bu sınıf devlet üzerinde çok büyük bir nüfuza sahiptir. Medya sektöründe ve ekonomik yaşantının yapı taşlarında olduğu gibi, devlet kapitalist sınıfa hizmet etmekte ve kapitalist sınıfın çıkarları doğrultusunda ana akım toplum yapısı üzerinde kontrolü sağlamaktadır.
 
    Anayasacıların haklı olarak konu üzerinde tartışmaya girdikleri gibi, demokrasilere yön verilebilir veya demokrasinin işleyişi manipüle edilebilir. Kapitalist sınıf, 1848’dan beri, kleptokrasiyi geliştirirken, gerçek anlamda demokrasinin bütün formlarında arızalar yaratmaktadır. Büyük sermaye devletin yönetim kademelerinde kendine bir yer edinmede her zaman başarılı olmakta ve liberalizmin kanatları altında varlığını sürdürmeye devam etmektedir.

NOT: Bölüm II’de Arap Âleminde Kendi Kaderini Tayin Etme Mücadelesi irdelenecektir.

Bu analiz 05 Şubat 2011 tarihinde Global Research.ca’da İnglizce yayınlanmıştır.

Çeviri : Nizamettin Karabenk

Mahdi Darius Nazemroaya Kanada’da mültidispliner araştırmalar yapan bir Sosyolog ve Bilim Adamıdır. Uzmanlık alanı jeopolitik ve stratejik konulardır. Orta Doğu, Orta Asya ve eski Sovyetler Birliği konularında konferanslar verip yazılar yazmaktadır. Çalışmaları İngilizce, İspanyolca, Fransızca, Almanca, İtalyanca ve Rusça dillerinde yayınlanmaktadır.

Arap Aleminde 1848 Avrupa Devriminin Tekrari mi?-2

   
    Bölüm II: Arap Âleminde Kendi Kaderini Tayin Etme Mücadelesi

Mısırda meydana gelen başkaldırı bu coğrafyadaki siyasal manzarada değişikliklere neden oldu. Atılan adımlar halkın demokrasi talep etme ilhamını körüklemiştir. Mahdi Darius Nazemroaya iki faklı, ama benzer özellikler taşıyan tarihsel süreçler arasında paralel bağları kurarak, 1848 yılında Avrupa’da yaşanan olaylarda halkın kendisine yönelik tepkilerin karşısında durduğu gibi, Arap Âleminde halkın reaksiyon güçleri yaşanan devrim sürecinde karşı tepkileri olumsuzlamaları gerektiğine dikkat çekmektedir. Şimdilik momentum Arap halk kitlelerinden yanadır. Bu durum Arapların tarihten ders almaları gereken tek şansları olmaktadır
******
    Tarihin tekerrürü mü? 1848 de Avrupa da yaşanan olaylar Arap Âleminde tekrar mı yaşanıyor? Buna ancak Arap Âlemi karar verebilir. Halkların kendi kaderini tayin etme hakkı kendi ellerindedir? Ancak, 1848’de Avrupa’da yaşananlardan ders almaları ve kapitalist sınıfın gelişmelerin seyrindeki rolünü ciddi bir şekilde irdelemeleri gerekir.

arap-1
    
    Araplar şimdilerde kolonyalizme karşı mücadele vermede ikinci dalga deneyimlerini yaşıyorlar. İlk isyan dalgasını birinci dünya savaşı ile İkinci Dünya savaşının sonuna kadar olan dönemde yaşadılar. Arapların kolonyalizme karşı verdikleri mücadele dönemi; Birinci Dünya savaşında Fransızların ve İngilizlerin desteğiyle Osmanlı İmparatorluğuna karşı olan dönemi ve İkinci Dünya savaşından önce ve sonra İngiltere, İtalya ve Fransa’ya karşı olan büyük isyanlar devresini ihtiva etmektedir.

    Modern dünyada neo-kolonyal güçler, orta çağda derebeyine bağımlı vasallar  gibi neo-kolonyal güçlerin çıkarlarına hizmet eden Arap liderlerini kontrol etmek ve Arap ülkelerinin ekonomik yapılarını denetim altında tutmak suretiyle,Arap ülkeleri üzerindeki  kumanda mekanizmasının  devamlılığını sağlamaktadır. Dolayısıyla, 2011 yılında olup bitenler, yozlaşmış Arap rejimlerine ve Arap halklarının başına getirilen diktatörler sayesinde, Arap ülkeleri üzerindeki yönetimi sağlayan yabancı güçlere karşı Arap isyanının yalnızca ikinci dalgası olmayıp, aynı zamanda, neo-kolonyalizme karşı verilen kapsamlı mücadelenin bir kısmını teşkil etmektedir.

    Tunus ile başlayan protesto ve isyan dalgası bütün Arap coğrafyasında yaygın hale gelmiştir. Cezayir, Yemen, Ürdün, İsrail işgali altındaki Filistin toprakları, Moritanya, Sudan ve Mısır bu aktivist eylemlerinden elektrik almışlardır. Bütün bu olup bitenlere bir de Lübnan’daki siyasal tansiyon, Amerikan kumandası altında faaliyet gösterip, Irak’ta devam eden yabancı işgali, Bahreyn’de yükseltilmeye çalışılan gerginlik ve Sudan’ın balkanlaştırılması çabaları da ilave edebiliriz.

    İlk bakışta, Arap Âleminin bir kargaşa içinde olduğu görülür. Oysa oradaki realite insanoğlu gözünün görebileceğinin çok ötesindedir. Arap halkları şimdi uyandırılmış değildir, bu halklar öteden beri uyanık idiler. Bu halklar ülkelerinin öz kaynakları ve mevcut varlıkları yabancı firmalara peşkeş çekilmekte ve rüşvet uygulamalarına bulanmış iktidar sahibi sınıf tarafından israf edilmekte olduğunu görmektedir. Arap halkları aynı zamanda, kendilerini yönetenlerin 2003 yılında Irak’ın istila ve işgal edilmesine destek verdiklerini de görmüştür. Bu halklar, kendilerini yöneten hükümetlerin verdikleri destek sayesinde İsrail’in, Filistinliler üzerine nasıl baskı uyguladığını, kendi rejimlerinin verdikleri zımni destek ile 2006 yılında Lübnan’ın nasıl saldırıya maruz kaldığını, Gazze Şeridine 2008 yılında İsrail askerleri tarafından yeniden nasıl hücum edildiğini, İsrail’in Gazze’de yaşayan insanları açlığa mahkûm etmesi faaliyetlerinde Mısır’daki rejimin nasıl destek verdiğini de görmüştür.

    Araplar yeni uyanmadılar. Bu halklar öfke ve kendi ülkelerindeki egemen sınıflardan kaynaklı hayal kırıklığı içerisinde gelişmeleri hep seyretmektedir. Arap halk kitleleri, bir bedendeki bağışıklık sistemi gibi, Arap coğrafyası bünyesine enfekte edilmiş hastalıklara karşı direnç göstermektedir. Araplar artık eyleme geçmektedir.

Yabancı Ülke Çıkarlarına Hizmet Eden Elit Komprador Arap Liderleri

    Arap halkları arasındaki sınıf kutuplaşması, zengin ve fakir arasındaki derin uçurum gibi yaygınlık arz etmektedir. Kuşaklar arasındaki mobilite, sosyal sınıf bünyesinde meydana gelen değişikliğin her bir bireyin yaşam seyrinde yarattığı etki, bir kuşağın kendi içerindeki mevcut hareketliliği, aile içinde var olan bir kuşaktan diğer bir kuşağa geçiş seyrinde meydana gelen değişim dumura uğramış olarak evirilmiştir.

    Arap halkları kendi ülkelerindeki yönetici sınıfın ve ülkelerini yöneten hükümetlerin yalnız rüşvete bulanmış yoz rejimler olmadığını, aynı zamanda, yabancı şirketlerin, batılı hükümetlerin ve yabancı devlet çıkarlarının yerel temsilcileri gibi görev yaptıkları gerçeğini de kavramıştır. Yerel Arap komprador elitlerin boyun eğdiği kapitalist sınıfı oluşturan tabaka asalak bir toplumsal katmandır. Çünkü bu katmanı oluşturanlar, neo-kolonyal efendileri adına halka ait olan ülkenin öz kaynakları ve mevcut varlıklarını sifon gibi çekmektedir.

    Komprador elitleri oluşturan yapı Mısır’da, Tunus’ta ve Lübnan’da ve Filistin yönetiminde hüküm sürmektedir. Cemal Mübarek  (babası Muhammed Hüsnü Mübarek tarafında iktidar makamına getirilen)  Amerika’nın en büyük bankacılık kuruluşu olan Bank of America Corporation adına çalışmıştır.

    Tunus’ta, Fransa ve Amerikan askeri okullarında yetiştirilen Zeynel Abidin Bin Ali iktidar koltuğunda iken ABD ve Fransa ekonomik çıkarlarına hizmet etmiştir.

    Lübnan’da ise Fuat Senyora Başbakanlık makamına gelmeden önce Citibank’ın eski bir memuru idi. Refik Hariri Lübnan Başbakanlık makamına oturmadan önce Fransız İnşaat Şirketi Ogre (Suudi Ogre firmasını kurmadan önce) ve ABD çıkarlarına hizmet eden Suudi Arabistan krallığına hizmet etmiştir. Yozlaşmış bir yapı olan Filistin Yönetiminde görev yapan Selam Fayad, yarı diktatör Mahmud-i Abas tarafından Filistin Maliye Bakanlığı makamına ve daha sonra Batı Şeria’da Filistin Yönetimi Başbakanlığı makamına atanmadan önce ABD Merkez Bankası ve Dünya Bankasından oluşan bankalardan birisinde görev yapmıştır.

    Bunlardan başka, hemen hemen bütün Arap maliye bakanları küresel çapta büyük bankacılık kuruluşlarına bağlı şirket gibi çalışmaktadır. Hepsi de Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası Washington Ortak Görüşüne (Consensus) kesin olarak katılmaktadır.

 Devrimin Med-Cezir dalgaları Arap Coğrafyasını dönüştürmekte mi? Yoksa Amerika Arap Âlemine yeni bir düzen mi getirmekte?
arap-2
    
    Amerika, İngiltere, Fransa, İsrail ve bu devletlerin işbirlikçileri Orta Doğu ve Arap Coğrafyasında büyük kayıplar vermekle karşı karşıyadır. Kayıp verme süreci, Lübnan’daki yozlaşmış 14 Mart İttifak’ı çökme aşamasına geçtiği andan itibaren başlamıştır. 2008’den beri, Velid Canpolat ve onun Demokratik Topluluğu ittifaktan ayrıldığı zamandan bu yana,14 Mart İttifakı Lübnan’da parlamento çoğunluğu sağlayamamıştır. Yeni bir Başbakan’ın seçilmesi bu realiteyi gün ışığına kavuşturmuştur. Hizbullah Hareketi, Amal Hareketi, Özgür Yurtsever Hareketi, Marada Hareketi ve Lübnan’daki siyasal müttefikleri parlamentodaki manevra çabaları marifetiyle, Refik Haririnin oğlu Said El- Hariri’yi Lübnan Başbakanlık makamından uzaklaştırmıştır.

    ABD burada iki yönlı bir oyun sergilemiştir. ABD Dış Politikasının koyu bir taraftarı olan The New York Times gazetesi ABD Yönetimi Mısır’da sahne arkasında yönetilen bir demokratikleşme formu aradığını ima etmiştir. Ross Douthat şöyle bir açıklama yapmıştır : “ Olaylara yakından bakacak olursak, Başkan Obama Yönetiminin gerçek amacı, diktatörün askeri yardımcılarını iktidar koltuğunda tutmaya çalışırken,  Müberek olmaksızın yoluna devam etmek olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Beyaz Saray’ın şimdiki sahibi Obama’nın kendine has bir yol programı mevcut ise, demokrasiye varabilecek herhangi bir açılım çabası, CIA’nın bölgede icraatlarda bulunma konularında yaptığı işbirliğinde dolayı Washington tarafından çok iyi bilinen, bugünkü Başkan Yardımcısı, eski bir general ve Mısır İstihbarat Şefi, Amerika’nın sistem içerisindeki uygulayıcı adamı Ömer Süleyman tarafından perde arkasında manipüle edilecektir. Bu durum yumuşak başlı, savaş karşıtı bir kimsenin gösterdiği bir heyecan hali değildir. Soğukkanlı, reel politik bir durumdur.

    Mübarek’in iktidardan ayrılmasından sonra, Mısırdaki mevcut rejimin yapısı varlığını korumaya devam ettiği sürece, neo-kolonyal çıkarlara hizmet edilmeye devam edilecektir. Neo-kolonyal çıkarlar güvenceye alındıktan sonra Mübarek gelecekte feda edilebilir. Asıl olan rejiminde görünen yüzü değil, çıkarların korunmasıdır.

    Mübarek rejimi, doğru ya da yanlış olsun, Mısır’daki kitlesel halk protestolarının arkasında ABD ve İsrail olduğunu iddia etmektedir. Kahire bu iddiasıyla, ABD ve İsrail’in yanı sıra İran, Hizbullah, Katar ve Hamas’a, protestoların bir orkestra gibi yönetilmesinde yardımcı olduklarına dair suçlama getirmiştir. Mübarek rejimi tarafında yapılan bu suçlama, halkın rejimi protesto etme hareketini, Mısır’ı bölmeyi amaçlayan, halk hareketinin arkasında yabancı parmağı olduğunu vurgulayarak, yasal zeminden koparmayı ve şeytanileştirmeyi amaçlamaktadır.

    ABD Yönetimi, Mısır’da ve Tunus’ta kurulacak bir rejimde, devamlılığı sağlanmış bir diktatörlük veya dışarıdan demokratik siyasal bir sistem görüntüsü veren bir yönetim ile süre gelen kleptokrasi statükosunu korumaya çalışmaktadır. Başka bir deyişle, bugüne kadar süre gelen rejim yapısının özünde değişiklik yapmaksızın, biçimde değişiklik yapmayı hedeflemektedir. Böylece, Kleptokrasi, diktatörlük yönetiminde veya “sahne gerisinde” kotarılan bir demokraside işleyişine devam edebilecektir.

    Arap Coğrafyasında, yönetimlere karşı kitlesel halk protestolarında ivme kaydedildiğinden dolayı, ABD ve onun müttefikleri kendine bağlı “muhalif” gurupları protesto hareketleri arasına yerleştirmeyi “denemekte” ve kendi çıkarlarını koruyacak “acenteleri” iktidara taşımaya çalışmaktadır. Başka bir deyiş ile ABD siyasal açıdan işini sağlama almaktadır. Şayet Arap halk hareketleri bu sızma faaliyetlerine karşı temkinli olmazlarsa, Arap Âleminde baş gösteren demokratikleşme dalgası, yabancı güçlerin kontrolü altında devam eden, manipüle edilmiş bir demokrasi sürecine evirilmiş olacaktır.

Akdeniz Birliği ve Arap Coğrafyasında Demokratikleşme 

    ABD ve Avrupa Birliği bir ülkeye demokrasi gelmesinde veya halka özgürlük sağlamada model teşkil etmemektedir. Arap halklarının, bu tür dar kalıplar içerisinde tanımlanmış demokrasi ile kendilerine sınırlama getirmeden, demokratik talepler hareketini bu kadar ucuza satmamaları gerekmektedir. Bu halkların ne kültürel, ne de örtülü bir şekilde ırksal temellere dayalı, etno-santrik demokrasi okuma yapmaya ihtiyacı yoktur. Arap halkları gerekli yeteneklere sahip çoğunluğu olan halklardır.

    1995 Barselona Deklarasyonu yaygın ekonomik yeniden yapılanma, piyasanın serbestleştirilmesi ve Avrupa Birliği ile Arap Dünyası arasında serbest ticaret bölgesinin kurulması çağrısını yapmıştır. ABD -Orta Doğu Serbest Ticaret Bölgesi (MEFTA) projesi, Avrupa Birliğinin attığı adımlara paralel seyreden bir ekonomik projedir. Bu açıdan bakıldığından, ABD ve Avrupa Birliğinin sponsor olduğu, AB ülkeleri, İsrail, Türkiye ve Arap ülkelerinin muhtemelen entegre olacağı bir yol haritası vardır.

    Bu jeo-politik ve sosyo-ekonomik proje “Akdeniz Birliği” veya “Akdeniz Ülkeleri Birliği” adıyla bilinmektedir. Bu süreç Arap Coğrafyasında demokratikleşme prosesi adı verilen “tedrici” reformları öngörmektedir.

    Eski bir konu yeniden canlandırılmakta veya yeni bir konu oluşturmak için eski konu bir tarafa bırakılmaktadır. “Yeni Orta Doğu” projesi böylesi bir hedefi amaçlamaktadır. Bu projedeki amaç, Orta Doğu’daki ve Kuzey Afrika’daki eskiden kalma ceberut devletlerin gücünü azaltmak ve halkların projeye entegrasyonuna giden bir yolun alt yapısını oluşturmaktır.

    Muhtemel entegrasyonun önüne set çekmek üzere, toplumda kaosun yaşatılmasının prim kazandırdığı bu devletlerde, projeye uygun istikrarlı bir entegrasyona olanak vermek için, gelişme sağlamak amacıyla demokratikleştirme sürecine ihtiyaç duyulmaktadır. Bu açıdan, günümüz Türkiye’si bu ülkeler için model teşkil etmektedir. Türkiye Cumhuriyetinin kurulmasından bu yana, Ankara’da devlet yönetimi otoriter hükümetler veya Silahlı Kuvvetler tarafında yürütülmektedir. Ancak, şekil itibariyle, Türkiye nispi liberal denilebilinecek demokrasiye dönüştürülmüştür. Geçirdiği şekli değişim ve dönüşüme rağmen, Türkiye hala örgütlü sermayenin çıkarına hizmet eden kleptokrasi yönetimidir. Türkiye ile Ürdün, Lübnan ve Suriye arasında yapılan geniş kapsamlı bir seri ikili anlaşmalar aracılığıyla, Orta Doğuda bölgesel bir pazar ve bir blok oluşturmada Ankara ön plana çıkmaktadır.

    Ankara aynı zamanda, Zbigniew Brzeziski’nin ABD yönetiminin destek vermesi gereken bir adım olarak açıkladığı, İran ile bağlarını güçlendirmektedir. Brzeziski’ye göre Türkiye ile İran arasındaki bağların güçlenmesi uzun vadede Amerikan çıkarına olacaktır. Türkiye bu doğrultuda, İran, Suriye ve de Orta Doğu ülkeleri ile ekonomik entegrasyonu sağlamaya çalışmaktadır.

    Türk Hükümeti, Doğu halkları arasında, gelecekte bölgesel muhtemel bir lider figür olduğunu göstermek amacıyla, kamuoyuna karşı, bir program doğrultusunda İsrail’e karşı muhalefet yaparak şov yapmıştır. Bu bağlam dâhilinde, Türkiye bütün Arap Coğrafyasında ve İran’da çok yakın ilgi görmüştür. Türkiye 2010 yılında, devlet yönetiminde Arapça yayın yapan bir TV kanalı kurmuştur. Türkiye, İran ve Suriye resmi makamları nezdinde bir müttefik, stratejik bir ortak veya “Direniş Bloğunun”  üyesi diye anılacak kadar İran ve Suriye’ye yakınlaşmıştır. Atılan bütün bu adımlar, Orta Doğuda ve Kuzey Afrika’da bölgesel bir bloğun kurulmasına yönelik adımlar olduğunu göstermektedir.

    Avrupa Birliği ve Arap Dünyası arasında ekonomik entegrasyon süreci için eksik olan şey, “kurumsal demokrasinin” olmayışıdır. Önem arz eden birçok kurum tabiatı itibariyle demokratik olmayabilir. Finansal ve bankacılık sektörü kamusal alanın kontrolü ve sorumluluğu dışında faaliyet gösterecektir. Böylesi bir şartlar altında, muhtemeldir ki, devletin siyasal yapısını kontrol eden bankacılık sektörü olacaktır. Demokratik olarak görülen bazı uygulamalar suyun yüzeyine çıkacak ve bu uygulamalar demokratik olmayan güçler tarafında kontrol edilecektir.

Küresel Kapitalizm ve Arap Diktatörler arasındaki İttifak 

    Arap diktatör ve tiranların örgütlü sermayeye hizmet ettiğini görebilmek çok önemlidir. Bu hizmet onların ana görevidir.Bu şahıslar örgütlü sermaye tarafından oluşturulan küresel sistemin birer elemanıdır.
arap-3    Biraz gerilere gidecek olursak, 1977 yılında, Mübarek’in selefi Muhammed Enver Sedat rejimine karşı protesto ve isyanlar başlamıştır. Protestoların nedeni, Enver Sedat yönetimi tarafında uygulamaya konulan IMF’nin neo-liberal politikalarıydı. Hükümet IMF politikalarına göre vatandaşın günlük temel gıda maddelerine verdiği sübvansiyona son vermiştir. Temel gıda maddelerinin fiyatı yükselmiş ve Mısır yönetilmesi zor bir ülke haline gelmiştir. Sedat yönetimi, Mısır silahlı kuvvetleri eliyle zor kullanarak protestoları sona erdirmiş ve devletin verdiği sübvansiyonu tekrar uygulamaya koymaya söz vermiştir. 1977 protestoları bir hüsran ile sona erdirilmiştir. Bu gün de Mısır’da vatandaşın durumu çok kötüdür. Bir çözüm yolu bulmak amacıyla, ABD ve Avrupa Birliği askeri güç kullanma yerine başka seçenekleri aramaktadır.

    ABD ve Avrupa Birliği bir yandan Arap halklarının talep ettiği değişime ılımlı bir dille destek verirken, diğer yandan da, mevcut baskıcı rejimlerin iktidarda kalması için çalışmalar yürütmektedir. Bu rejimler örgütlü sermayeye hizmet ettiklerinden dolayı, ABD ve Avrupa Birliği bu rejimleri açıkça ve de örtülü bir şekilde desteklemektedir. Arap Coğrafyasında özgürlüğün olmasına karşı duran ABD ve Avrupa Birliğindeki kapitalist sınıfın olduğunu kaydetmek lazımdır. ABD ve Avrupa Birliğinin adı anıldığı zaman, yönetici kapitalist sınıfı bu kontekst dâhilinde dikkate almak gerekir. Amerika’da yönetimde bulunan hükümet ve Amerikan devleti ve de Avrupa Birliğine üye ülkeler bu kapitalist sınıfa hizmet veren temsilciler gibi görev yapmaktadır.

    Tunus’ta protestolar yatışmıştır. Eski rejimin yapısı hala da varlığını korumaktadır. Eskiden görev başında bulunan birçok bakan ve bürokrat makamlarını korumaktadır. Amerika’nın olaylara müdahil olduğunu gösteren açık bir girişim sırasında ABD’nin, Yakın Doğu Konularında sorumlu Dış İşleri Bakan Yardımcısı Jeffery D.Feltman, yeni hükümetin kurulma çalışmaları devam ederken, resmi makamlar ile görüşmeler yapmak üzere Tunus’a gitmiştir. Jeffery Feltman, Beyrut’taki görevi sırasında, Lübnan’ın çıkarları aleyhine çalışmalar yürüten ABD Büyükelçisi olarak bilinmektedir.
Daha da önemlisi, Tunus’taki yönetim Bin Ali’nin diktatörlüğüne dayalı olup, örgütlü yabancı sermaye çıkarları doğrultusunda işleyen çark hala da devam etmektedir. Tunus’ta başlayan protesto hareketi dünya halklarına ilham kaynağı olmuş, ancak sosyo-ekonomik değişim yaratacak devrim sürecine evirilmemiştir. Bu nedenle,  Tunus’ta kozmetik hafif bir yüz değişikliği meydana gelmiş olup, daha önceden mevcut olan aynı mekanizmalar ve aynı yapısal kurumlar, bu yüzeysel makyaj altında varlığına devam etmektedir.
Küresel sermaye Tunus’ta hala güçlü bir kaleyi elinde bulundurmaktadır. Akdeniz Ülkeleri Birliğini kurmak amacıyla, Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Avrupa Birliği ile Tunus arasında yürütülen Euro-Akdeniz Ülkeleri Ortaklığı gibi muhtelif ekonomik anlaşmalar marifetiyle, ABD ve Avrupa Birliğinin boyunduruğu Tunus’un boynunda kalmaya devam etmektedir. Tunus halkının,kendi toplumsal dokusunda tahribat yaratacak olan ekonomik anlaşmaları ve neo-liberal politikaları reddetmesi gerekir.

1848 Devriminden Ders Almak: 1848 Devriminin Akıbeti 2011’de tekrarlanıyor mu? 

    2003 yılında, Irak’a yapılan Anglo-Amerikan saldırısında olduğu gibi, dünyanın “ Süper Gücü” başını tekrar kaldırıp homurdanmaktadır. Zbigniew Brzezinski 1993 yılında, farklı bir söylem ve daha geniş bir şekilde bu süreci dile getirmiştir. Brzezinski bu sürece “Küresel Siyasal Uyanış” adını vermiştir.2008 yılında bu konsepti tekrar gündeme taşımış ve bu sürecin başlanabilmesi için yeni bir tur görüşmelerin yapılmasını savunmuştur.

    Oysa bu küresel siyasal uyanış kavramı yeni değildir.1848’de matbu yayın ve zamanın yeni iletişim araçları kullanılarak, aynı olayların gündeme taşındığına tanık oluyoruz. 2011 yılında aynı süreç internet ve sosyal medya üzerinde cereyan etmektedir. Sıfır toplamlı oyun veya çatışma bağlamı dâhilinde, ana akım toplumsal katmanlar eliyle meydana gelen siyasal uyanış projeleri, kitlesel kontrol faaliyetlerine yönelik olup, yönetici sınıfların uygulamaya koyduğu hareketlere bağlı bulunan tarihsel süreçlerdir. Ana akım toplum üyesi bireyler sıfır kazançlı oyun noktasına yaklaştığı oranda içinde bulunduğu şartların farkına varmış olurlar. Bu farkına varma durumu, ana akım toplum katmanlarının mutlak bir şekilde yönetici sınıfların kontrolü altına geçtiği anlaşıldığı oranda ortaya çıkacaktır.

    Tekrar sormamız gereken bir soru vardır: 1848 devriminden alınması gereken dersler nelerdir? 1848’de Avrupa’daki şartlar bu günkü Arap Dünyasında olan şartlar ile aynı özellikleri arz etmekteydi. Yoksulluk, işsizlik, çalışanların sömürülmesi ve özgürlüğün olmayışı gibi konular başını almış gidiyordu. Ana akım toplum katmanında kuralsızlık hâkimdi. Paris Komünü başına gelenler Mısır’da veya Arap Coğrafyasında herhangi bir yerde yaşanmaması gerekmektedir. Arap devrimlerinin gerçek olması ve toplumsal bünyede radikal sosyo-ekonomik değişimleri meydana getirmesi gerekmektedir.
Ayrıca, Mısırda, Muhammed El-Baradey, Mübarek rejimine alternatif olarak sunulmaktadır. El-Baradey Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (IAEA) eski Genel Müdürüdür. Bu göreve gelmeden önce, ilk olarak, Cemal Abdül Naser yönetiminde ve daha sonra El Sedat rejiminde Mısırlı eski bir diplomat olarak görev yapmıştır. Mübarek rejimi, Sedat rejiminin bir devamıdır. Bu açıdan bakacak olursak, El-Baradey gerçek bir alternatif olamaz. ABD, Avrupa Birliği ve İsrail çıkarlarına hizmet eden geçmişi vardır. Mısırı ve Arap Âlemini felce uğratan neo-liberal politikalara karşı çıkması mümkün değildir. El-Baredey, daha ziyade, küresel sermayenin çıkarlarına hizmet etmeye, Mısır’da iş başında bulunan kleptokrasi satükosünü korumaya ve yabancı politikaların talimatlarını yerine getirmeye meyillidir. El-Baradey Avrupa Birliği ve Amerikan yönetimi tarafında yetiştirilmiş ve “muhalif” figür olarak yedekte tutulmuştur.Devlet Başkanlığını istediğine dair raporlar 2010 yılının başından beri dolaşıma konulmuştur.

Arap Halkları Küresel Kapitalizmin Rolüne Karşı Durmalıdır.

    ABD ve Avrupa Birliği demokrasi ve özgürlüğün savunucusu değildir. Onlar kleptokrasiye destek vermektedir. Kleptokrasi rejimi muhtelif formalarda işleyişine devam edebilmektedir. Bu formlar tabiatı itibariyle demokratik veya otoriter olabilir. Kleptokrasi yönetiminin ön koşullu, milli elit sınıfının Batı Avrupa ve Amerikan küresel kapitalizmine itiraz ettiği İran ve Rusya’da olduğu gibi, yalnızca yerel kapitalist sınıfa değil de, küresel kapitalist sınıfa hizmet etmesi gerekmektedir.

    Halk katmanlarından yükselen bu protesto haykırışı yeni bir Orta Doğu coğrafyasının oluşum doğum sancıları mı? Araplar yeniden kendi siyasal kurumlarına mı kavuşuyor?

    Arapların, insanlığın uzun zamandan beri beklediği, tarih sayfalarında yerini almasının zamanı gelmiştir. Arap halkları, örgütlü küresel sermaye tarafından manipüle olmaksızın, devrimlerine devam etmek amacıyla, yüksek düzeyde koruma nöbetinde beklemeleri gerekmektedir. Avrupa Birliği veya başka yerlerden, istikrar fonu adı altında gelen yardım, kendilerine uzatılan yardım eli olamayıp, Arap halklarının yaşam seyrini kontrol altına almayı amaçlamaktadır.

    Ana akım Arap toplumları bu tarz mali manipülasyon süreçlerinin farkında olmaları ve Arap rejimlerinin ekonomik göbek bağlarını kesmeleri gerekmektedir. ABD ve Avrupa Birliği, hükümsüz kılınması gereken, hırsızlık ve sömürü anlamına gelen ekonomik anlaşmaları dayatmıştır. Toplumun politik güçleri ekonomik güçlere teslim olmamaları gerekir. Bu kontekst dâhilinde, kurumsal demokrasin de dikkate alınması gerekir. Aksi halde, 1848 Avrupa devrimi akıbeti 2011 Arap ilkbaharında tekrar yaşanacaktır.

    Halkın protesto hareketi sonucunda, yüzeye çıkabilecek başkaca bir “alternatif” ise, Arap hükümetleri görünüş itibariyle demokrasi rejimleri şeklinde kendilerini gösterecektir. Bu yüzeysel görüntü altında, aslında bir avuç sosyal azınlık için var olan kleptokrasi durumunu korumaya devam edilecektir.

    Bu durumda, statüko galip gelecektir. Açık bir diktatörlük yönetimi yerine, demokrasi rejimi veya demokratik yönetişim kisvesi altında sömürü düzenine devam edilecektir.

    Demokrasi, halkın sandık başına gidip, oy atmanın bir ritüel haline geldiği durumda, seçim yapma anlamına gelmemektedir. Demokrasi uygulaması aynı zamanda, ekonomik alanda sağlanan demokrasinin yanında, fikir hürriyeti ve yaşam hakkı konularında da odaklanmalıdır.

    Demokrasi rejiminin su yüzüne çıkabilmesi amacıyla, Arap Coğrafyası halklarının, yabancı çıkarlara hizmet eden otoriter rejimlerin sayısı ne olursa olsun, kendi siyasal sisteminin gerçek yapısına dayanarak, küresel kapitalizmin etkisini bertaraf etmeleri gerekmektedir.

Bu analiz 14  Şubat 2011 tarihinde Global Research.ca’da , İngilizce yayınlanmıştır

Çeviri : Nizamettin Karabenk

Mahdi Darius Nazemroaya Kanada’da mültidispliner araştırmalar yapan bir Sosyolog ve Bilim Adamıdır. Uzmanlık alanı jeopolitik ve stratejik konulardır. Orta Doğu, Orta Asya ve eski Sovyetler Birliği konularında konferanslar verip yazılar yazmaktadır. Çalışmaları İngilizce, İspanyolca, Fransızca, Almanca, İtalyanca ve Rusça dillerinde yayınlanmaktadır.



Devrimler ve Orta Doğu'da Habercilik


ind-1Bir devrim kadar insana heyecan veren, başka bir şey yok.

Devrim, her türden ve her sınıftan insanı içine çeker, daha cesur, daha cömert kılar ve her zaman olduklarından çok daha becerikli; her işin altından kalkılır. Uzun yıllar başları öne eğik duranlar, etliye sütlüye karışmayanlar birden bire özgürlükleri için hayatlarını feda etmeye hazırdırlar; ya da en azından sokaktaki çatışmayı evlerinin penceresinden filme çekmenize izin vermeye. Bir devrim, bir kaç günlüğüne de olsa, insanlara hep olmak istedikleri kişi olma fırsatı verir. Tunus, Mısır, Bahreyn, Libya; her biri kendine göre bir şekilde, bu insanın ruhunu canlandıran, özgürlük duygusunun sahnesi oldu.
"Hoşgeldiniz, hoşgeldiniz!"
Geçen gün televizyon ekibimle beraber Libya'nın merkezinden cepheye doğru ilerlerken, yola kurulu barikattaki devrimci asker böyle seslenmişti bize: “Hoşgeldiniz.” Ondan su, meyve, ekmek almamız için de ısrar etmişti...
'İsyancının dostu'
Bir devrimin yaşandığı ilk günlerde basın her zaman ayaklananların dostu olarak görülür. Bu doğru diye bir kaide yok, belki de hiçbir zaman doğru değildir; ama hükümete sadık kesimler uluslararası basını genelde, ülkeyi belaya sürükleyen yıkıcı sürecin parçası gördüklerinden, devrimciler de sizi heyecanla karşılarlar. Nihayetin de siz onların içinde bulundukları tehlikeleri ve yoklukları paylaşıyorsunuzdur, sizi bu yüzden severler. Elbette ki yaşananları bir de onların gözünden, ilk kez siz anlatıyorsunuzdur.
Libya lideri Albay Kaddafi 41 yıllık iktidarı süresince alışılmadık, kimi zaman ise zalimce bir tecrübe yaşattı. Sözde, halk için halk tarafından yapılmıştı bu: ve bu insanlar için, birden bire, dünya basınına çekinmeden eski sistemin ardında, aslında ahlaksız ve nefret edilen bir zümrenin olduğunu söyleyebilmek, başlı başına özgürlüğün ta kendisiydi. Bazen, halkın aslında ne düşündüğünün ortaya çıkması, Fransız İhtilali'nde olduğu gibi ancien, yani "eski rejimin" devrilmesi için yeterli gelmiştir.
1989'da Doğu Avrupa'daki devrimler, esasen halkların ayaklanıp devletin onlar için ve onlar tarafından yönetildiği düzmecesine meydan okumasıyla yaşanmıştır. O nedenle yabancı basın, tüm devrimlerde önemli bir rol oynar. Orta Doğu'da gazetecilerin rahatlıkla girebildiği 4 ülke - Tunus, Mısır, Bahreyn ve Libya - asıl, büyük sarsıntıların da yaşandığı yerler. Tunus, Mısır ya da Bahreyn'e girebilmek için özel basın vizesine ihtiyacınız yok ve Libya'nın Mısır'a komşu olan doğu sınırı, Kaddafi rejiminden kurtulan ilk bölgesi. Kolayca Kahire'ye uçup sınıra kadar otomobille seyahat ettik ve burayı kontrolü altında tutan Libyalı devrimcilerce kucaklandık.  Uluslararası basının giriş çıkışlarının çok daha sıkı kontrol edildiği ülkelerde; Cezayir, Yemen, Suudi Arabistan, Suriye, İran ve benzerlerinde ise dış dünyaya olan biteni göstermek çok daha güç; bu yerlerde devrim yapmak isteyenler, haliyle ortalığı bir birine katacak; Beyaz Saray, (İngiltere başbakanlığının bulunduğu) Downing Sokağı ve BM genel merkezinden bir biri ardına açıklamalar yapılmasını sağlayacak dış ilgiyi yaratamıyorlar.
Fransız İhtilali ve Libya
İrlandalı İngiliz siyaset adamı Edmund Burke, tarihin ilk modern devriminin, 1789'daki Fransız İhtilali'nin daha başlarında, devrimin sloganı olan "özgürlük, eşitlik ve kardeşliğin" kısa süre sonra yok olacağını, korkunç aşırılıklara: infazlara, işkenceye ve baskıya yol açacağını da öngörmüştü. İşte 1969'da Albay Kaddafi'nin darbeyle iktidara gelmesiyle yaşanan budur, ama o zaman gazeteciler girememişti. Aynısı 10 yıl sonra İran'da Şah'ın devrilmesiyle yaşandı; ama oraya girmek nispeten daha kolaydı. Şah'ın devrilmesinde hem basının ilgisi hem de Batı'nın hoşnutsuzluğu beraber rol oynadı. Tüm bu olayların haberini ben yapmıştım ama daha geçen Londra'da evimin yakınlarında yaşlıca bir İranlı mülteci sokağın ortasında bana bağırmaya başladı, "Gördün mü şimdi" dedi; "Sizin başlattığınız devrim, tüm dünyayı ne hale getirdi."
Bir ülke Batı'nın baskısına ne kadar açıksa, bu ülkenin liderlerinin de bir devrim yaşandığında çekilmesi, o kadar olası. Mısır Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek, Amerika'nın müttefiki olmasaydı, hala göz alıcı sarayında oturuyor olacaktı. Albay Kaddafi ise şimdiye dek tutunmayı başardı; çünkü çok aşırı uçta bir isim, uluslararası anlamda müttefiki olmadığından, kendi halkına tanklarla, uçaklarla saldırmasını önleyecek de kimse yok. Yani Batı'nın insan yaşamına gösterdiği dikkat, Batı’nın özgür basını fazla aşırı uçlarda gezinmeyen diktatörleri devirmekte başarılı; ama daha korkunç diktatörler karşısında aciz, üzerinde düşünülmesi gereken bir nokta bu.
Ekibim ve ben ise devrimden bir kaç günlüğüne uzaklaşıp Kahire'ye geldik. Günlerdir ne duş almıştık ne de giysilerimizi değiştirebilmiştik; ne kadar çok bombalamaya ve çatışmaya tanık olduk, sayamıyoruz. Devrimler, kime karşı olurlarsa olsunlar; temelde çok basit bir benzerliği paylaşırlar. Şimdi Libya'da olduğu gibi ya da geçen ay Mısır'da; habercilik, sizi aynı bundan yüzyıllar önce 1789'da Fransız halkının, baskının simgesi olarak gördüğü Bastille'i ele geçirmesiyle başlayan ayaklanma gibi bir sürecin parçası kılıyor. (bbc, 11.3.2011)

Chomsky: Kuzey Afrika'da Türkiye'nin tutumu önemli
Libya lideri Muammer Kaddafi'nin isyan eden halkına karşı tank, roket ve uçaklar ile savaş açması farklı siyasi sistem ve duruşa sahip pek çok ülke ve kuruluşu yapılabilecekler üzerine düşünmeye zorladı. Chomsky, “Demokrasiler, izin verdiğimiz sürece yanılsamadır” diyor. Orta Doğu ve Kuzey Afrika devrimleri, seçenekleri diktatörlük ve siyasi İslamla sınırlı, itaat eden, edilgen Arap halkı algısını yıktı. Batıyı doğudaki diktatörlerle el ele verip halkları sömürmekle suçlayan sol da, ayaklanan halklarla nasıl hareket edilmesi gerektiğini tartışıyor.
Dünya solunun en önemli entellektüel isimlerinden dilbilimci Profesör Noam Chomsky, Amerika Birleşik Devletleri'nin kendisinin terörist olduğunu, totaliter bir rejimle yönetildiğini ve diktatörlükleri desteklediğini söyledi.
BBC: O halde, ABD ve Batı bugün nasıl olup da isyan eden halkları desteklemeye başladı?
NOAM CHOMSKY: Bence olan şu: defalarca denenmiş standart bir planı uyguluyorlar. Filipinler'de Marcos'a, Haiti'de Duvalier'e, Güney Kore'de Çun'a, Endonezya'da Suharto'ya yaptıkları gibi, asıl gözdeleri olan diktatörü daha fazla destekleyemedikleri bir döneme girdiklerinde - ki bu isyan ya da başka nedenlerle olabilir - ortaya çıkıp demokrasiye olan aşklarını ilan ederler ve rejimi korumaya çalışırlar.
'Türkiye ve Brezilya saygı duyulan devletler'
Chomsky'e göre, demokrasinin Batı ülkelerindeki versiyonu da bir yanılsamadan ibaret... Bu ülkelerde medya, toplumun hükümet politikalarına onay vermesini sağlayan bir mekanizma gibi işliyor. Arap dünyasında ise devrimlerini kısmen internet ile örgütleyen gençler yine medya yoluyla rıza imalatı mekanizmasını kırmayı başardı. Aynı mekanizmayı ABD'nin Wisconsin eyaletindeki Madison kentinde sendikal haklarını savunan çalışanlar da kırıyor.
BBC: Peki, Arap halklarını sokağa çıkaran taleplerin başında gelen demokrasi, solun “yanılsama” dediği Batı demokrasileri ise; bu, sol için ne kadar anlamlı?
NOAM CHOMSKY: Bu demokrasiler, biz onların yanılsama olmalarına izin verdiğimiz sürece yanılsamadırlar. Mısır'daki ayaklanmanın en kritik anlarından birinde, önemli Mısırlı sendika liderlerinden Kemal Abbas, Madison Wisconsin'deki protestoculara selam göndererek, desteklerini sunmuştu. Wisconsin'deki kamu çalışanları, demokrasinin saldırı altındaki unsurlarını korumak için sokaktalar. Mısır'da ise halk bu tür bir demokrasi kendilerine sunulmadığı için ayaklandı. Farklı yönlerde ilerliyor olsalar da, birbiriyle çakışan iki mücadele bunlar.
BBC: Batı toplumları ve yönetimlerinin, örneğin Libya'daki iç savaş karşısında ne gibi bir sorumluluğu var?
NOAM CHOMSKY: Öncelikle bizden bir şey yapmamız istenmedi. Bizden asıl istedikleri uzak durmamız. Bize söylenen "uzak durun, elinize yeterince kan bulaşmış durumda". Ne yapılması gerektiği sorusunu yanıtlayacak olan biz değiliz. Dünya'da yalnızca bir yokuz; örneğin Brezilya ve Türkiye gibi saygı duyulan devletler de var. (bbc, 9.3.2011)

John Simpson/BBC muhabiri 

Tarihsel Kapitalizmin Yörüngesi ve Marxizm’in Üç Kıtadaki Misyonu

Kapitalizmin Uzun Süren Yükselişi 

Kapitalizmin uzun süren tarihi birbirini izleyen üç farklı evreye ayrılır: (1) uzun bir hazırlık dönemi –1000 ile 1800 yılları arasında sekiz yüzyıl sürmüş olan olağan modernlik öncesi toplumsal örgütlenme biçiminden yani haraççı tarzdan çıkış evresi; (2) kısa süren bir olgunlaşma dönemi (on dokuzuncu yüzyıl), “Batı” kapitalizmin egemenliğini bu evrede kabul etmiştir; (3) (2007 yılında yazdığım kitabımın adı olan) “Güney’in Uyanışı”nın neden olduğu uzun süren “gerileme” evresi, bu evrede halklar ve ülkeler dünyayı değiştirmekte tekrar önemli roller üstlenmişlerdir ve dünyayı değiştiren bu dalgaların birincisi yirminci yüzyılda yükselmiştir. Kapitalizmin yeryüzünde yayılışından ayrılamayacak olan bir emperyalist düzene karşı yürütülen bu mücadele kapitalizmin ötesine, sosyalizme geçiş gibi kat edilmesi uzun sürecek yol üzerindeki potansiyel gerçekleştiricidir. Şimdi, yirmi birinci yüzyılda Güney halklarının ve ülkelerinin bağımsız olarak harekete geçirdikleri ikinci dalganın başlangıç dönemi içinde bulunmaktayız.

Sadece “feodal” Avrupa’ya değil modernlik öncesi dünyadaki bütün ileri toplumlara özgü iç çelişkiler kapitalist moderniteyi oluşturacak olan birbirini izleyen toplumsal-teknolojik yenilik dalgalarına yol açmıştır. En eski dalga Çin’de yükselmiştir. Çin’de değişiklikler on birinci yüzyılda Sung döneminde başlamıştır ve Ming ve King dönemlerinde daha da genişleyerek Çin’e teknolojik buluşçuluk ve kolektif çalışmanın toplumsal üretkenliği bakımlarından verimli olabilecek bir başlangıç kazandırmıştır. Bu öyle bir gelişme idi ki Avrupa’da on dokuzuncu yüzyıla kadar böyle bir dalga ortaya çıkmamıştır. “Çin” dalgasını Arap-Fars Halifeliği bölgesinde yükselen “Orta Doğu” dalgası izleyecekti. Bu dalga Haçlı Seferleri yoluyla ve bu seferler sonrasında İtalya’nın bazı kentlerinde ortaya çıkacaktı.
Son dalga eski bağımlı dünyanın modern kapitalist dünyaya uzun süren geçişi ile ilgilidir. Bu dalga ciddi olarak Avrupa’nın Atlantik kesiminde Amerikaları fethi ve Amerikalar ile karşılaşmasından sonra başlamış ve 1500 ile 1800 yılları arasında geçen üç yüz yıl boyunca merkantilizm biçiminde devam etmiştir.  Dünyaya yavaş yavaş egemen olmuş olan kapitalizm bu son toplumsal-teknolojik yeniliğin ürünüdür. Atlantik Avrupası’nda ve Orta Avrupa’da ortaya çıkmış olan tarihsel kapitalizmin Avrupai (“Batılı”) biçimi, ABD’deki ve daha sonra da Japonya’daki dölleri kendine özgü özellikler kazanarak gelişti. Bu özelliklerin en önemlisi önce köylülerin daha sonra da periferideki halkların, küresel kapitalizm sistemine bağımlılar olarak eklemlenmiş olan bu halkların mülksüzleştirilmesine dayalı bir sermaye birikimi tarzıdır. Bu tarihsel tarz bundan dolayı merkez ülkeleri ile periferi ülkeleri arasındaki çelişki ile kopmaz bağlarla bağlıdır ve bu çelişki bu sermaye birikimi tarzını sonsuzca inşa eder, yeniden üretir ve derinleştirir.
Tarihsel kapitalizm nihai biçimini on sekizinci yüzyılın sonlarında “makine fabrika”yı icat ettiği gibi yeni sanayi proletaryasını da yaratmış olan İngilizlerin Sanayi Devrimi ve modern siyasetin doğmasını sağlamış olan Fransız Devrimi ile almıştır. Kapitalizm on dokuzuncu yüzyılda kısa bir süre içinde doruk noktasına ulaşarak olgunlaşmıştır. Kapitalist birikim bundan sonra kesin biçimini almış, toplumu yöneten temel yasa haline gelmiştir. Bu tarz sermaye birikimi başlangıçtan itibaren yapıcı bir işlev yerine getirmiştir ve toplumsal emek üretkenliğinin çok büyük miktarlarda ve sürekli olarak birikmesini mümkün kılmıştır. Ancak bu birikim tarzı aynı zamanda yıkıcı bir işlev de yerine getirmiştir. Marx, sermaye birikiminin zenginliğin iki temelini, yani metanın yabancılaştırması yoluyla insanı ve doğayı mahvettiğine işaret etmiştir.
Ben kapitalizm üzerine yürüttüğüm çalışmalarda sermaye birikiminin yıkıcılığı konusunda özellikle üçüncü bir boyut üzerinde durdum: bu boyut, Marx’ın biraz gözden kaçırmış olduğu periferideki boyunduruk altına alınmış halkların maddi ve kültürel bakımdan mülksüzleştirilmesidir. Bu ihmalin nedeni kuşkusuz Marx’ın çalışmalarını yürütmekte olduğu o kısa dönemde Avrupa’nın hemen hemen sadece içte sermaye birikimine yoğunlaşmış gibi görünmüş olmasıdır. Marx işte bundan dolayı bu mülksüzleştirme dönemini geçici “ilk sermaye birikimi” evresi olarak görmüştür. Ben ise, tersine, bu mülksüzleştirme döneminin sürekli olduğunu belirtmiş bulunuyorum.
Ne var ki kapitalizmin kısa süren olgunlaşma döneminde ilerletici bir işlev yerine getirmiş olduğu reddedilemez bir gerçektir. Kapitalizm, maddi düzeyde olduğu kadar buna eşlik eden yeni politik ve kültürel bilinçlilik düzeyinde de sosyalizmin ve komünizmin kendi yerini almasını mümkün ve zorunlu kılan koşulları yaratmıştır. Bazılarının kabul ettiği, sosyalizm (ve hatta komünizm) üretim güçlerinin gelişmesini hızlandırdığı ve üretim güçlerini “eşitlikçi” bir gelir dağılımı ile bağlantılandırdığı için daha üstün bir “üretim tarzı”dır fikri doğru değildir.
Sosyalizm, insan uygarlığının gelişmesinde daha yüksek bir aşama olarak başka bir şeydir. Bundan dolayı, on dokuzuncu yüzyıl Avrupa’sında görüldüğü ve 1848’de Komünist Manifesto’da ifade edilmiş olduğu gibi işçi sınıfı hareketinin sömürülenler arasında kök salmış ve sosyalizm için mücadeleye yoğunlaşmış olması bir rastlantı değildir.  Sosyalizm uğrunda mücadelenin tarihteki ilk sosyalist devrim biçimini yani 1871’de Paris Komünü biçimini almış olması da bir rastlantı değildir.

 Tekelci Kapitalizm: Uzun Süren Gerileme Döneminin Başlangıcı

Kapitalizm on dokuzuncu yüzyılın sonlarında uzun bir gerileme dönemine girdi. Gerileme kavramı ile anlatmak istediğim sermaye birikiminin yıkıcı boyutlarının artık giderek artan oranda kapitalizmin ilerletici, yapıcı boyutu üzerinde üstünlük kazanmış olmasıdır. Kapitalizmin bu niteliksel biçim değiştirişi on dokuzuncu yüzyılın sonlarında yeni üretim tekellerinin kuruluşu ile birlikte gerçekleşmiştir. Bu yeni üretim tekelleri artık merkantilist dönemde olduğu gibi ticaret ilişkilerinin yürütüldüğü alanların ve fethedilen sömürge alanlarının da dışına taşmış durumdadır. Bu yeni tekeller 1870’lerde, Paris Komünü’nün yenilgisinden kısa sonra başlayan kapitalizmin ilk uzun süreli yapısal krizine verdiği yanıt olmuştur. Genel hatlarını Hilferding ve Hobson gibi tanınmış şahsiyetlerin ortaya koymuş oldukları tekelci kapitalizmin ortaya çıkışı klasik, serbest rekabetçi kapitalizmin ve aslında kapitalizmin kendisinin “gününü doldurmuş” ve “eskimiş” olduğunu göstermiştir.   Çanlar artık mülksüzleştirenlerin zorunlu ve mümkün olan mülksüzleştirilmesi için çalmaya başlamıştı. Kapitalizmin bu gerilemesi yirminci yüzyıl tarihine damgasını vurmuş olan ilk savaşlar ve devrimler dalgasında somutlaştı. Lenin, tekelci kapitalizmi “kapitalizmin en yüksek aşaması” olarak tanımlarken işte bu nedenle haklıydı.
Fakat, Lenin iyimser bir bakış açısıyla bu ilk uzun krizin sonuncu kriz olduğunu çünkü gündemde bir sosyalist devrimin bulunduğu kanaatindeydi. Tarih daha sonra gösterdi ki kapitalizm, iki dünya savaşı gibi bir bedel ödeyerek bu krizin üstesinden gelmiş ve hatta Rusya ve Çin’deki devrimlerin ve Asya ve Afrika’daki ulusul kurtuluş mücadelelerinin yol açtığı aksamalarını aşabilmiştir.  Ancak kısa süreli (1945-1975) tekelci kapitalizm canlanışını 1970’lerde başlayan ikinci ve uzun süreli bir yapısal sistem krizi izlemiştir. Sermaye bu yeni olumsuz gelişmeye benim “yaygınlaşmış tekelci kapitalizm” ibaresiyle tanımladığım biçimini almış olan ir niteliksel bakımdan yeni değişim ile yanıt vermiştir.
Kapitalizmin “uzun süreli gerilemesi”nin bu yorumundan birçok önemli soru ortaya çıkmıştır. Bu sorular gündemde olan “devrim”in özellikleri ile ilgilidir. Tarihsel tekelci kapitalizmin “uzun gerileme” dönemi sosyalizm ve komünizme “uzun geçiş” dönemi ile eşanlamlı olabilir mi ve bu geçiş dönemi hangi koşullarda gerçekleşebilir?
Atlantik merkantilizminden olgunlaşmış sosyalizme geçiş biçiminin başlangıcı diyebileceğimiz 1500 yılından sermaye tek taraflı birikim mantığına karşı mücadelelerin başlangıcı olan 1900 yılına kadar Batılılar (Avrupalılar, sonra Kuzey Amerikalılar ve daha sonra da Japonlar) oynanmakta olan oyunun ustası olma konumlarını sürdürdüler. Tarihsel kapitalizmin yeni dünyasının yapılarını tek başlarına Batılılar şekillendirdiler.  Fethedilmiş ve boyunduruk altına alınmış periferinin halkları ve ülkeleri dünyanın bu yeniden şekillendirilmesine karşı bütün güçleriyle mücadele ettiler ancak yenildiler ve bağımlılık konumlarına kendilerini uyarlamak zorunda bırakıldılar.
Avrupa-Atlantik dünyasının egemenliğine nüfus patlaması eşlik etti. 16. yüzyılın başlarında nüfusu gezegenin nüfusunun yüzde 18’ini oluşturan Avrupalılar yirminci yüzyılın başlarında dünya nüfusunun yüzde 36’sını oluşturuyordu. Oranı aynı soydan gelip Kuzey ve Güney Amerika’ya ve Avustralya’ya göç edenler yükseltti. Bu kitlesel göç olmasa idi tarihsel kapitalizmin köylü dünyanın hızla ortadan kalkışına dayalı birikim modelinin gerçekleşmesi mümkün olmazdı. Fethedecek bir “Amerikalar”ı olmayan sistem içindeki periferi ülkelerinde bu modelin yeniden üretilememesinin nedeni işte budur. Sistem içinde başkalarına “yetişmek” mümkün olmadığı için periferi ülkelerinin başka bir kalkınma yolunu tercih etmekten başka seçenekleri yoktur.

Başlangıç Adımını Atma Görevi Periferi Halklarına ve Ülkelerine Geçmiştir

Daha önce de belirttiğim gibi 1871 Paris Komünü hem kapitalist merkezin parçası olan bir ülkede cereyan eden ilk sosyalist devrimdir hem de son sosyalist devrim olmuştur. Yirminci yüzyıl “periferi halklarının uyanışı” ile birlikte tarihte yeni bir sayfanın açıldığı yüzyıldır.  Bu yeni sayfanın ilk satırlarında İran (1907), Meksika (1910-1920), Çin (1911) ve 1905’te “yarı periferi ülkesi” olan Rusya devrimleri yer alır. Periferi halklarının ve ülkelerinin bu uyanışını 1917 Devrimi, Arap-Müslüman Nahda’sı (Uyanış-çev.), Jön Türk anayasası (1908), 1919 Mısır Devrimi ve 1885’te Hindistan Kongre si’nin (Hindistan Ulusal Kongresi adlı parti-çev.) kuruluşu daha ileri evrelere taşımıştır.
Tarihsel kapitalizmin ilk uzun süreli krizine (1875-1950) tepki olarak periferi ülkelerin halkları 1914-1917 yılları arasında özgürlükleri için mücadele etmeye başladılar ve Rusya, Çin, Vietnam, Küba gibi ülkelerde sosyalizm ve Hindistan ve Cezayir gibi ülkelerde de ulusal kurtuluş bayrağı altında seferber oldular. Bu ülkelerde değişik derecelerde ilerletici toplumsal reformlar gerçekleştirilmeye çalışıldı. Bu ülkeler, o döneme kadar (eski) “klasik” emperyalizm boyunduruğunun yasaklamış olduğu sanayileşme yoluna girdiler, emperyalizmi periferideki halkların, ulusların ve devletlerin ilk bağımsızlık çabaları dalgasına “intibak” etmeye zorladılar.  1917’den itibaren “Bandung Projesi”nin (1955-1980) istiminin tükendiği ve Sovyetizmin çöktüğü 1990 yılına kadar sahneye egemen olan çabalar bu saydıklarım olarak kaldı.
İhtiyarlamakta olan tekelci kapitalizmin bu iki uzun krizine uzun süreli Kondratief krizleri açısından bakmıyorum.  Ben bunları hem tarihsel küreselleşmiş kapitalizmin çöküşü hem de muhtemel bir sosyalizme geçiş süreci olarak görüyorum. 1914-1945 yılları arasında geçen dönemin de “İngiltere’nin hegemonyası”nın yerini almak amacıyla yürütülmüş “30 yıllık” bir istisnai savaş olduğu kanaatinde değilim. Bu dönem, bence, emperyalist merkezlerin periferi ülkelerinin (Doğu ve Güney ülkeleri) ilk uyanışına karşı yürütülmüş olan uzun bir savaş dönemidir.
Periferi halklarının uyanışının ilk dalgasının yorgun düşmesinin birçok nedeni vardır. Bu nedenler arasında hareketin içsel sınırlılıkları ve çelişkileri ve emperyalizmin dünya sistemini yönetmekte yeni yöntemler bulmak konusunda başarı sağlamış olması da yer alır. Emperyalizm, sistemi teknolojik buluşların denetimi, kaynaklara ulaşım, küreselleşmiş mali sistem, iletişim ve bilgileşim teknolojisi ve kitlesel imha silahları aracılığıyla yönetmeyi başarmıştır. Bununla birlikte kapitalizm birinci krizden tam bir yüzyıl sonra 1970’lerde başlayan ikinci bir uzun süreli kriz içine girdi. Bu krize sermayenin tepkileri bir öncekinin aynı oldu: sermayenin yoğunlaşması güçlendirildi. Sermayenin yoğunlaşması ise tekelci kapitalizmin yaygınlaşmasına, (“liberal”) küreselleşmeye ve parasallaştırmaya yol açtı.  Ne var ki ABD, Avrupa ve Japonya’dan oluşan Üçlü’nün yeni kolektif emperyalizminin zafer anı kısa sürdü (1990-2008 ikinci “altın çağ”, 1890-1914 yılları arasında yaşadıkları ilk “altın çağ”ın yankısı olarak kaldı). Zira yeni bir kaos, savaşlar ve devrimler dönemine girildi. Periferi uluslarının krizden daha önce başlamış olan ikinci uyanış dalgası bu kez emperyalist Üçlü’nün gezegenin askeri denetiminin dışındaki egemenlik alanlarını korumasına izin vermeyi reddedecekti.   Washington’daki siyasi yapı bu stratejik hedefe öncelik vererek, Batı’daki naif çoğunluk eğilimi olan “başka dünyacılık”tan farklı olarak,  mücadelede tehlike içinde olanın ve çağımızın belirleyici çelişkisinin ne olduğunu çok iyi bildiğini göstermiştir.

Genelleşmiş Tekelci Kapitalizm Kapitalizmin Son Aşaması Mıdır?

Lenin, tekellerin emperyalizminin “kapitalizmin en yüksek aşaması” olduğunu belirtmişti. Ben, emperyalizmi “kapitalizmin sürekli aşaması” olarak tanımlıyorum. Çünkü küreselleşmiş tarihsel kapitalizm merkez/periferi kutuplaşmasını yaratmıştır ve bu kutuplaşmayı yeniden üretmekten ve derinleştirmekten vazgeçmeyecektir. On dokuzuncu yüzyılın sonlarında ortaya çıkan ilk tekel kurma dalgası kapitalist üretim tarzının temel yapılarında niteliksel bir değişimi içeriyordu. Lenin bu süreçten sosyalist devrimin gündeme girmiş olduğu sonucunu çıkardı. Rosa Luxemburg da gündemdeki seçeneklerin “ya sosyalizm ya barbarlık” olduğu fikrine ulaştı. Lenin, elbette gereğinden fazla iyimserdi. Emperyalist rantın ve bu rantın transferinin devrimin Batı’dan (merkezlerden) Doğu’ya (periferiye) geçişi üzerinde yıkıcı etkilerde bulunabileceğini dikkate almamıştı.
Yirminci yüzyılın son otuz yılı içinde gerçekleşmiş olan sermayenin ikinci merkezileşme dalgası benim “yaygınlaştırılmış tekeller” adını verdiğim sistemin ikinci bir niteliksel değişimini ortaya çıkardı. Tekeller bundan sonra modern ekonominin zirvelerini denetlemeye başlamakla kalmadılar üretim sisteminin tamamı üzerinde dolaysız bir denetim kurdular.  Küçük ve orta ölçekli girişimciler, örneğin çiftçiler ve hatta tekel olmayan büyük işletmeler üretim ve üretim sonrası işlemleriyle birlikte fiilen mülksüzleştirildiler, taşeron firmalar haline getirildiler ve tekellerin katı denetimine sokuldular. Bu en yüksek merkezileşme aşamasında sermayenin canlı bir organik yapı olan burjuvazi ile bağları koptu. Bu son derece önemli bir değişikliktir. Çünkü belirli bir bölgede kök salmış olan ailelerden oluşan tarihsel burjuvazi yerini anonim bir oligarşi/plütokrasiye bıraktı. Bu oligarşi/plütokrasi sermayelerine farklı kişilerin sahip olmasına rağmen bütün tekelleri denetleyebilmektedir.  Son on yıllar içinde icat edilmiş olan mali işlemlerin çokluğu yabancılaştırmanın bu üstün biçimlerinin kanıtlarıdır: spekülatörler artık sahip olmadıkları şeyleri bile satabilmektedirler. Öyle ki mülkiyet ilkesi günümüzde önemsizden bile daha az olan bir konuma indirilmiştir.
Toplumsal üretkenliği olan emek elliğini yitirdi. Yüksek düzeydeki yabancılaşma paraya zaten üretkenlik erdemi atfetmişti. Oysa “para küçük insanlar yaratır”. Yabancılaşma oranı günümüzde yeni zirvelere tırmanmış bulunmaktadır: artık “zaman paradır” gerçeği yaşanmakta olduğu için zaman kendi değeriyle “kâr üretmektedir”. Sistemin yeninden üretiminin gerektirdiklerine yanıt veren yeni burjuva sınıfının statüsü, orta sınıfların üst katmanlarına mensup kişiler ya da “işleri”nin karşılığında oldukça yüksek ücret alan ayrıcalıklı kişiler olsalar bile “ücretli hizmetkârlar” durumuna indirilmiş bulunmaktadır.
Durum böyle olunca kapitalizmin başarılı olduğu söylenebilir mi? Hayır, söylenemez. Çünkü bu sorunun yanıtı tekellerin devletleştirilmesi gerektiğidir. Bu, tekellerin işçiler ve vatandaşlar tarafından yönetilmesinin olasılı bir toplumsallaştırılmasına giden kaçınılmaz ilk adımdır. Öte yandan küçük ve orta ölçekli işletmelerin çalışabilmesi için gerçek alanı yeniden yaratabilecek yeni bir makro ekonominin oluşturulmasının biricik yolu da budur. Bu alan yaratılmadıkça soyut sermayenin egemenliği altına girme mantığı dünya ölçeğinde demokrasi ve uygarlığı çökerterek “yaygınlaştırılmış ırk ayırımcılığı” yaratmaktan başka bir sonuç ortaya çıkaramaz.

Marxism’in Üç Kıtadaki  misyonunun gerekliği ve önemi

Benim tarihsel kapitalizm yorumumda sermaye birikiminin tarihsel biçiminin yaratmış olduğu merkez/periferi çelişkisi şeklindeki kutuplaşmasına özel önem vermekteyim. Bu bakış açısıyla tarihsel Marxizm’in geliştirmiş olduğu “sosyalist devrim” ve daha geniş bir ifadeyle sosyalizme geçiş konusundaki değişik bakış tarzları ele almaktayım. Önümüzdeki “devrim” -ya da geçiş- kaçınılmaz olarak tarihsel gelecek tasarılarının (vision-çev.) üzerine temellenmiş olanlardan olmayacağı gibi kapitalizmi aşmak için geliştirilmiş stratejilerden de farklı olacaktır.
Yirminci yüzyılın en önemli toplumsal ve politik mücadeleleri, doğrudan kapitalizmi hedef almak yerine, daha çok emperyalizme karşı yürütülmüş hareketlerdi. Bundan dolayı konu mücadelelerin çekim merkezinin değişiminin en azından potansiyel ve kaçınılmaz olarak kapitalizmi sorgulamak olup olmadığıdır.
Marx’ın teorisi, “dünyayı değiştirmek” uğruna yürütülen toplumsal ve siyasi eylem (en geniş anlamıyla sınıf mücadelesi) için gerçekliğin “bilimsel” olarak doğru ve anlaşılabilir biçimde kavranmasını gerekli kılar. Temel gerçekliğin, yani sermayenin toplumsal emeği sömürerek ürettiği artı değerin gerçek kaynağının ortaya çıkarılması bu mücadelenin olmazsa olmaz unsurudur. Marx’ın bu temel ve yalın katkısından uzaklaşılırsa iki yönlü bir başarısızlıkla karşılaşılır.  Eğer sömürü teorisi (değer yasası) herhangi bir şekilde dikkate alınmazsa gerçekliğin yorumunu sadece görünen gerçekliğe indirger ve bu teoriyi sadece metalaştırmanın gereksinmelerine boyun eğmek ile sınırlayan bir düşünce biçimi haline getirir. Oysa bu sınırlamayı sistemin kendisi zaten yaratmaktadır.  Aynı şekilde kapitalist sistemin emek değer teorisine dayalı eleştirisinden bu şekilde uzaklaşmak dünyayı değiştirmek uğrunda gerçekleştirilecek strateji ve mücadeleleri de etkisizleştirir. Bu yabancılaştırıcı ortamda teoriden böyle bir uzaklaşma olsa olsa hiçbir gerçek dayanağı olmayan “bilimsel” olma iddialarının ötesine geçemeyecek fikirler üretebilir.
Ancak Marx’ın ortaya koymuş olduğu fikirlere yapışıp kalmak da yeterli değildir. Bu yeterli olmayışın nedeni sadece “gerçeklik”in kendisinin değiştiği ve Marx ile başlamış olan gerçek dünyanın eleştirisinin geliştirilmesinde dikkate alınması gereken hep “yeni” unsurların var olması değildir. Bunlardan daha önemli olan neden Marx’ın Kapital’de ifade etmiş olduğu fikirlerinin, hepimizin bildiği gibi, tamamlanmamış olmasıdır. Marx, kaleme almayı planlamış fakat gerçekleştirememiş olduğu altıncı ciltte kapitalizmin küreselleşmesini incelemeyi tasarlamıştı. Bu görev, günümüzde de başkalarının çalışmalarını gerekli kılıyor. Tarihsel kapitalizmin küre üzerindeki yayılımı yaklaşımı sıkı sıkıya bağlantılı olan (merkez/periferi kutuplaşması aracılığıyla) eşit olmayan gelişmenin yerini değiştirerek (restore-çev.) “küreselleşmiş değer yasası” formülasyonunu savunmaya cüret etmemin nedeni budur. Bu formülasyonda “emperyalist rant”ın sermayenin üretimi ve dolaşımı ve artı değerin dağılımı süreçlerinin tamamı ile bütünleşmiş olduğunu savunuyorum. Mücadelenin kökeninde bu emperyalist rant yer almalıdır: emperyalist merkezlerde yürütülen sosyalizm mücadelelerinin sönmüş olmasının nedenini bu yaklaşımla açıklıyorum. Öte yandan kapitalist/emperyalist küreselleşme sistemine karşı periferi ülkelerinde yürütülen mücadelelerin anti emperyalist boyutlara sahip olmasını da bu emperyalist ranttır açıklar.
Marx’ın bu konuya ilişkin metinlerinin yorumuna burada dönmek istemiyorum. Eleştirel kavrayışı ve inanılmaz teorik zekâsı ile bir dev olduğu kuşku götürmez Marx en azından bu konuda çözümlenmesi gereken çok önemli konularla karşı karşıya kalıyor olduğunu en azından sezgileriyle fark etmiş olmalıdır. Bunu, Marx’ın İngiliz işçi sınıfının İrlanda’nın sömürgesel sömürülmesi konusundaki şovenist tutumunun felakete yol açan sonuçları hakkındaki gözlemlerine dayanarak söylüyorum.
Marx bundan dolayıdır ki ilk sosyalist devrimin İngiltere’den ekonomik bakımdan daha az gelişmiş fakat siyasi bilinç bakımından daha ileri seviyede olan Fransa’da gerçekleşmiş olması karşısında hiç şaşırmamıştır. Marx da Engels gibi Almanya’nın “geriliği”nin, burjuva ve sosyalist devrimleri tek bir potada eritip kaynaştırarak gelişmeye doğru ilerlemenin bir kendine özgü biçimini mümkün kılacağını ummuşlardı.
Lenin daha da ileri giderek tekelci kapitalizme geçişte niteliksel bir değişimin olduğunu belirtti ve buradan hareketle gereken sonuçları çıkardı: kapitalizm artık tarihin kaçınılmaz ilerletici bir evresi olmaktan çıkmıştır ve artık (kendisinin kullandığı kelimeyle) “çürümüş” bulunmaktadır. Başka bir ifadeyle kapitalizm “eskimiştir” ve (benim yorumumla) “bunamıştır”. Öyle ki gündeme girmiş olan sosyalizme geçiş hem zorunludur hem de mümkündür. Lenin, bu çerçevede bir periferi ülkesinde (“zayıf halka” olan Rusya’da) başlamasını tasarlamış ve gerçekleştirmiştir. Bundan sonra bir Avrupa devrimi eklentisinin gerçekleşmediğini görünce devrimin antiemperyalist mücadelenin hedefleri ile kapitalizme karşı mücadelenin hedeflerinin birleştirilebileceği Doğu’ya kaydığı sonucuna varmıştır.
Fakat bu koşullarda sosyalizme geçiş sürecinde uğrunda mücadele edilecek karmaşık ve birbiriyle çelişkili hedefleri ayrıntılı bir şekilde formüle eden Mao oldu. “Marxism”in  (ya da daha doğru bir ifadeyle tarihsel Marxism’lerin) gündemine yeni bir tartışma konusu çıktı. Bu yeni tartışmanın nedeni on dokuzuncu yüzyılın en yalın siyasi bilinci içinde var olmayan ve dünyayı periferideki halkların, milletlerin ve ülkelerin çıkarları doğrultusunda değiştirme çabalarının yer değiştirmiş olması idi.
Emperyalist ranttan aşırı kârlar biçiminde “sadece” egemen merkezin tekelleri yararlanmıyor, bu rant emperyalizmin apaçık sınıfsal yapısına ve işçilerin sömürülüyor olmasına rağmen toplumun bir bütün olarak yeniden üretiminin de asıl kaynağını teşkil ediyordu. Perry Anderson bu konuyu  incelerken “Batı Markxism’i”nin “yenilginin ürünü” (sosyalist perspektiften uzaklaşmanın ürünü) olduğunu açıkça ifade etmiştir. Bu Marxism esas olarak “akademik” çalışmalara ağırlık verip herhangi bir siyasi sonuç yaratmadığı ve “dünyayı değiştirmek” hedefinden vazgeçmiş olduğu için o dönemde reddedilmiştir. Sosyal demokrasinin liberalizme kayması ve dünyanın emperyalizmin egemenliği altına girmesi sürecinin hizmetinde ABD’nin “mutabakat” ideolojisini ve Atlantikçilik tutumunu benimsemesi sonucunu doğurdu.
Sosyalizm yönünde uzun bir yola girmiş olan bir dünyayı ifade etmek için yeterince açık olmayan bir ifade olan “başka bir dünya”nın dünya nüfusunun sadece (!) yüzde 80’inin yaşadığı periferi ülkelerindeki halkların sorunlarına bir çözüm bulunmadığı takdirde imkânsız olduğu apaçık bir gerçektir. Bundan dolayı “dünyayı değiştirmek” bu çoğunluğun yaşam koşullarını değiştirmek demektir. Değişimden yana eylemde bulunan güçleri mümkün olduğu kadar etkili hale getirmek için dünyanın gerçekliğini inceleyen Marxism kaçınılmaz olarak üç kıtada, yani Afrika, Asya ve Latin Amerika’da belirleyici işlev üstlenmiş bulunmaktadır.
Bunun önümüzdeki mücadele alanı ile ilişkisi nedir? Ben bu soruya (“bunamış”) emperyalist tekelci kapitalizmin (daha da bunamış olan) yaygınlaşmış tekelci kapitalizm haline gelişinin incelenmesi önerisi ile cevap veriyorum. Bu biçim değiştiriş 1970’lerde başlayıp henüz içinden çıkılamamış olan sistemin ikinci uzun krizine verilen niteliksel bir yanıttır. Bu değerlendirmeden hareketle iki sonuca ulaşmış bulunuyorum: (1) Emperyalist sistem, kendisini, periferideki “uyanış”ın ilk dalgasının kazandığı zaferin ortaya çıkarmış olduğu sanayileşmeye yanıt olarak Üçlü’nün bu kolektif emperyalizmi haline getirmiştir. Yeni emperyalizm, bu süreç içinde dünya sisteminin yeni denetim araçlarını da uygulamaya başlamıştır. Bu yeni araçların üzerinde yükseldikleri ortam esas olarak gezegenin ve kaynaklarının askeri yöntemlerle denetimi, oligopollerin yeni teknolojilere el koyarak kendilerini yüksek düzeyde koruma altına almış olmaları ve dünya mali sistemi üzerinde denetim kurmalarıdır. Her şeye tek başına egemen bir oligarşinin ortaya çıkışı ile birlikte çağdaş kapitalizmin sınıf yapısında da bir değişim gerçekleşmiştir.
“Batı Marxizmi” yaygınlaştırılmış tekelci kapitalizmin ortaya çıkışı ile yansıyan kesinleşmiş değişimi göz ardı etmiştir. Batı’nın yeni radikal solu içinde yer alan entelektüeller artık üretim sisteminin tamamına egemen hale gelmiş olan oligopollerin yoğunlaşmasının belirleyici sonuçlarını ölçümlemeyi reddettikleri gibi bu oligopollerin n siyasi, toplumsal, kültürel ve ideolojik hayatın bütün yönlerine egemen duruma gelmiş olduklarını da görmezden gelmektedirler. “Sosyalizm” (ve dolayısıyla “komünizm”) kelimelerini kelime haznelerinden çıkarmış olan Batılı entelektüeller artık mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmeleri ile ilgilenmemekte kendilerinin “insani yüzlü” olarak tanımladıkları “başka bir kapitalizm”i gelecek tasarısı olarak sunmaktadırlar. Bu tutumun doğal sonucu “post” söylemlere, yani post modernizm, post Marxizm söylemlerine kaymak olmuştur. Örneğin, Negri, benim çağımızın en önemli sorunu kabul ettiğim bu kesin değişim ile ilgili tek bir kelime bile etmemektedir.
Aslında gerçeklikten koparılmış yanıltıcı hayallerden ibaret bu kaçıkça saçmalıklar ile yeni bir dil oluşturuldu. Fransızca le peuple (ya da daha doğrusu les classes phopulaires), İspanyolca el pueblo (los clases populares) kelimeleri “herkes” kelimesinin eşanlamlısı değildir. Le peuple baskı altına alınmış ve sömürülen sınıflar demektir ve bundan dolayı, sermaye ile olan ilişkilerinin biçimlerine bağlı olarak, bu sınıfların farklı oluşlarına da vurgu yapar ve sınıfların bu özellikleri etkili somut stratejiler inşa etmelerini ve bu sınıfların değişimin aktif unsurları haline gelmelerini mümkün kılar. Le peuple ile İngilizcedeki people kelimelerinin anlamları farklıdır. İngilizce people, İspanyolca les gens (herkes) ve la gente kelimeleri ile eşanlamlıdır.  Avrupalı entelektüeller bu Yenidil (Newspeak-çev.) ile, Marxism’in dikkate aldığı ve Fransızca ya da İspanyolca formüle edilmiş olan bu kavramları göz ardı eder ve bu kavramların yerine Negri’nin kullandığı “çokluk” gibi bir bulanık kelimeyi kullanırlar.
Bizim yaşadığımız çağın koşulları ile herhangi bir benzerliği olmayan bir çağda yaşamış olan Spinoza’nın kavramına başvurarak, kavrama hiçbir şey eklemediği gibi kavramın anlamını belirsizleştiren bu “çokluk” kelimesine sözüm ona bir çözümleyici güç atfetmek felsefi sayıklamadan başka bir şey değildir.
Yeni Batılı radikal solcuların yeni moda siyasi teorisi yaygınlaştırılmış tekellerin egemenliğinin emperyalist karakterini de göz ardı eder ve onun yerine Negri’nin “İmparatorluk” gibi içi boş bir kavramı koyar. Bu Batılı merkezcilik, en uç yorumunda emperyalist rant hakkında herhangi bir fikir ileri sürmez. Oysa emperyalist rant yorumu dikkate alınmazsa ne toplumsal yeniden üretim mekanizmaları ne de bu mekanizmaların yol açtığı karşı çıkışlar anlaşılabilir.
Mao ise, tersine, emperyalizme karşı mücadelelerin yorumlanabilmesi açısından baştan aşağı devrimci ve “gerçekçi” (bilimsel ve kolay anlaşılır) bir bakış açısı sunmuştur. Bu bakış açısı, uzun sosyalizme geçiş yolu üzerinde birbirini izleyecek adımlar için sonuç alıcı stratejiler geliştirmeyi mümkün kılmaktadır. Mao, bu amaçla gerçekliğin halklar, milletler ve devletler gibi üç boyutunun hem farklılıklarını hem de birbirleriyle bağlantılarını ortaya koyar.
Halk (halk sınıfları) “devrim istiyor”. Bu demektir ki komprador egemen blok ile onun hizmetindeki devlet aracılığıyla uygulanan emperyalist kapitalizmin egemenlik sisteminin yeniden üretimini mümkün kılan sınıfa karşı boyunduruk altındaki ve sömürülen farklı sınıfları bir araya getiren bir egemen blok oluşturmak mümkündür.
Milletlerden bahsetmek, emperyalist egemenliğin (yerine istediğiniz kavramı kullanabileceğiniz) “uluslar”ın onuru olduğunu ve bu ulusların periferideki toplumların tarihi içinde oluşmuş olduğu gerçeğini reddediyor olmasına gönderme yapmaktır. Emperyalist boyunduruk “Batılılaştırma” ve ucuz hurdalığın büyütülmesi amacıyla uluslara kendine özgü özelliklerini kazandıran her şeyi düzenli olarak yok etmiştir. Bundan dolayı bir halkın kurtuluşu mensubu olduğu milletin kurtuluşu ile doğrudan bağlantılıdır. Mao’nun “Bütün ülkelerin işçileri birleşin”’ sloganını daha kapsamlı olan “Bütün ülkelerin, ezilen halkların işçileri birleşin!” sloganı ile değiştirmiş olmasının nedeni budur. Ulusların “kurtuluş” istiyor olması halkın mücadelesi ile çelişkili değil bu mücadelenin tamamlayıcı parçası olarak değerlendirilmiştir. Bundan dolayı söz konusu kurtuluş, geçmiş konusunda kültüralist yaklaşımın desteklediği bir yanılsama olan geçmişin yeniden kuruluşu değil, tersine, geleceğin keşfedilmesidir. Böyle bir kurtuluş sahte “modernite”nin doğal olmayan yollarla ithaline değil milletin tarihsel mirasının köklü bir şekilde dönüştürülmesine dayanarak gerçekleşir. Miras alınan ve dönüşümün sınamasından geçmiş olan kültür burada siyasi kültür olarak anlaşılmaktadır. Siyasi kültür ise gerçek kültür soyut olamayacağı için herhangi bir anlam taşımaz ve tarihsel bir sabit değildir. Öte yandan “dinsel” ve çok sayıda başka biçimi kapsayabilecek olan “kültür” kavramını tek bir biçimi ifade edecek şekilde kullanmamaya dikkat edilmelidir.
Devlete yapılan göndermenin temelinde, devletin, halk nezdinde olduğu kadar ulus nezdinde de meşruiyetinin dayanağı olan egemen blok ile ilişkilerinde gücünün göreceli özerkliğinin zorunlu kabulü yatar. Devletin bu göreceli özerkliği devlet varlığını sürdürdüğü sürece, yani en azından bütün bir komünizme geçiş süresi için göz ardı edilmemelidir. Ancak bundan sonradır ki artık bir “devletsiz toplum”dan söz edebiliriz. Bundan önce böyle bir “devletsiz toplum”u aklımızdan geçiremeyiz. Bunun nedeni sadece henüz dünyaya egemen olan emperyalizmin sürekli saldırganlığı karşısında halkın ve milletin ileriye doğru attığı adımların korunma altına alınması zorunluluğu değildir. Aynı zamanda ve belki de hepsinden daha önemli neden “uzun geçiş süreci içinde ilerlemek için…..üretici güçleri geliştirmek” de zorunluğudur.  Başka bir ifadeyle, hedef, emperyalizmin periferi ülkelerinde engellemekte olduğu şeylere ulaşmak ve tarihsel kapitalizmin dünyaya yayılışı ile sıkı sıkıya bağlantılı olan dünyanın kutuplaşmasının yarattığı mirası yok etmektir. Program, merkezdeki kapitalizmi taklit ederek o ülkelere “yetişmek” değildir. Yeri gelmişken belirtmeliyim ki “yetişmek” zaten mümkün değildir ve daha önemlisi arzu edilen hedef de değildir. Bu program “gerçekleştirilme sürecine halk sınıflarının hakikaten katıldıkları modernleşme ve sanayileşme” gibi iki farklı kavramın kabulünü dayatır ve bu sınıflar ileriye doğru götüren yol üzerindeki her evrede yarar sağlamalıdırlar. Bundan dolayı üretim güçlerin gelişmesinin sonunda sosyalizme “zorunlu” geçiş için gereken koşulları yaratacağı zamana kadar beklemelerini savunan genel kabul görmüş bakış açısını reddetmeliyiz. Üretici güçler sosyalizmin inşası imkanının doğduğu andan itibaren geliştirilmelidir. Devlet iktidarı “kalkınma” ve “sosyalizm”in birbiriyle çelişme halindeki gereksinmeleri arasındaki çatışmanın fiilen merkezinde bulunur.
“Devletler bağımsızlık istiyor.” Bu talep iki yönü itibariyle ele alınmalıdır: halk sınıfları karşısında bağımsızlık (özerkliğin aşırı biçimi); kapitalist dünya sisteminin baskılarından bağımsızlık. “Burjuvazi”,  daha geniş tanımıyla daima burjuva tarzı bir evrimden yana olan devletin kumanda konumlarındaki yönetici sınıf, hem ulusaldır hem de komprador. Koşullar egemen emperyalizm karşısında özerkliğini artırmaya elverişli ise bu egemen sınıf özerkliğini artırmayı tercih eder. Ancak koşullar buna elverişli değil ise egemen sınıf emperyalizmin gereksinmelerine “komprador”ca boyun eğmeyi tercih edeceklerdir.  Dayanağı bir halk bloku olsa bile  “yeni yönetici sınıf”ın (ya da “yönetici grup”un) konumu hâlâ belirsizdir. Zira, en azından kısmen bir “burjuva” eğilim tarafından ortaya çıkarılmıştır.
Uzun sürecek (sosyalizme-çev.) geçiş yolunda ilerlemenin başarısının ön koşulu gerçekliğin halklar, milletler ve devletler olarak üç seviyede doğru bir şekilde yorumlanmış olmasıdır.  Bu, bir halkın kaydettiği ilerlemelerin tamamlayıcılığını, milletin kurtuluşunu ve devlet gücü ile elde edilmiş başarıların güçlendirilip güçlendirilmemesi sorunudur. Ne var ki halk etkeni ile devlet etkeni arasındaki çelişkilerin artmasına izin verilirse o güne kadar elde edilmiş olan başarılar sonunda yok olmaya mahkûmdur.
Bu seviyelerden herhangi biri diğerleriyle doğru bir şekilde birleştirilmezse bir tıkanma olur. Soyut “halk” kavramının tek itibarlı varlık olduğu ve soyut “hareket”in iktidarı üstlenmekten kaçınmayarak dünyayı değiştirebilecek güç olduğu tezleri naif olmaktan öteye gidemez. Hegemonik blokun toplumsal içeriğinden bağımsız olarak görülen “ne pahasına olursa olsun” ulusal kurtuluş fikri siyasi İslam, Hinduism ve Budizm’e yönelme örneklerinde olduğu gibi düzeltilmesi neredeyse imkansız bir kültürel bakımdan geçmişe bağlanma yanılgısına yol açar ve aslında herhangi bir şeyi gerçekleştirebilirliği yoktur.  Bu yaklaşım iktidar kavramını doğurur. İktidar, halkın çıkarları doğrultusunda “başarılar elde etme”ye elverişli olarak değerlendirilir. Oysa aslında iktidar halk olmaksızın uygulanacaktır. Bu koşullarda otoritaryanizme ve yeni bir burjuvazinin cisimleşmesi sürecine geçilir. “Kapitalistsiz kapitalizm”den “kapitalistli kapitalizme” evrimleşmiş olan Sovyetizm sapması bunun en trajik örneğidir.
Periferideki halklar, uluslar ve devletler emperyalist sistemi kabul etmedikleri için “Güney fırtına bölgesi”, yani sürekli ayaklanma ve isyanlar bölgesidir. Tarih, 1917’den başlayarak periferideki halkların, ulusların ve devletlerin bu isyanları ve (var olan emperyalist kapitalist sisteme hâkim olan eğilimlerden bağımsızlık anlamında) bağımsızlık mücadelelerinin tarihinden ibarettir. Üretici güçlerin yeterince gelişmemiş olmasına ve sınırlılıklarına ve çelişkilerine rağmen, sistemin merkezinde nispeten daha kolay toplumsal düzenlemelerin yapılabildiği bir dönemde çağdaş dünyanın en belirleyici değişikliklerini işte bu mücadeleler gerçekleştirmiştir.
Güney ülkelerinin ikinci bağımsızlık mücadelesi dalgası başladı. “Yeni kurulmakta olan” ve başka ülkeler, halkları gibi Üçlü’nün egemenliğini sürdürmeye çalıştığı kolektif emperyalizm ortamında mücadele etmektedirler. Washington’un askeri müdahaleleri ve Nato müttefikleri de başarısızlıklarla karşılaşmışlardır. Dünya mali sistemi çökmektedir ve yerine özerk bölgesel sistemler kurulma süreci içindedir. Oligopollerin teknolojik tekeli dağıtılmış bulunmaktadır.
Güncel konu doğal kaynaklar üzerinde denetimi yeniden kurmaktır. Yabancıların sömürgeciliğini izleyen iç sömürgeciliğin kurbanları olan And ulusları günümüzde kendilerini siyasi düzeyde hissettirmektedirler.
Mücadele içindeki radikal solun halk örgütleri ve partileri Latin Amerika’da bazı liberal programları yenilgiye uğratmış bulunmaktadırlar ya da bazı ülkelerde bunu başarmak üzeredirler. Her şeyden önce köklü bir antiemperyalist içeriği olan bu mücadeleler uzun sosyalizme geçiş yoluna girme potansiyeline sahiptirler.
Bu iki olasılı gelecek birbiri ile nasıl bir ilişki içindedirler? İnşa edilmekte olan “başka dünya” her zaman belirsizler taşımıştır: içinde en iyiyi de en kötüyü de barındırır ve her ikisi de “muhtemel”dir. Tarihte, belirli bir tarihsel olaydan önce bize bir belirti sunan yasalar yoktur. Periferi halklarının, uluslarının ve devletlerinin ilk mücadele dalgası yirminci yüzyılda başladı ve 1980 yıllarına kadar sürdü. Bu dalgayı üç bileşeninin birbirini tamamlayıcılıkları ve çelişkileri üzerinde yeterince düşünmeksizin sadece bileşenlerini incelemenin bir faydası yoktur. Periferideki ikinci mücadele dalgası başlamış bulunmaktadır. Bu dalga öncekinden daha etkili olacak mı? Öncekinden daha ileri evrelere ulaşabilecek mi?

Kapitalizmin Krizi Sona Eriyor Mu?

Kapitalist sistemin iktidarı elinde tutan  oligarşileri günümüzde, tıpkı 2008 mali krizinden önce olduğu gibi sistemi yeniden kurmaya çalışmaktadırlar. Bu oligarşilerin bunu başarabilmeleri için kendilerinin üstün iktidarlarına meydan okuyamayacak bir “mutabakat” aracılığıyla halkları ikna etmeye ihtiyaçları vardır. Bu oligarşik iktidarlar, iklim sorunu başta olmak üzere ekolojik sorunlar konusunda güzel sözlerden ibaret bazı uzlaşmalara gitmeye, egemenliklerinin görünümüne ekolojinin korunması ile ilgili bir renk katmaya çalışmaktadırlar ve hatta “yoksullukla savaş” gibi toplumsal reformlar “iyi yönetişim” gibi siyasi reformlar gerçekleştireceklerine dair imalarda bulunmaktadırlar.
Ancak halkı yeni bir mutabakata ikna etme oyununda yer alma çabaları bu mutabakatın kavramları daha iyi ve açık bir şekilde ifade edilse bile başarıya ulaşamayacaktır. Çünkü bu, ölümcül yanılsamalar yaratacak bir oyun olmaktan öte bir şey değildir. Zira küresel sistemin krizinin ortaya çıkarmış olduğu karşı koyuşlara verilen yanıtların öncelikle emekçilere fayda sağlayacak iktidar ilişkilerine geçişi, periferi halklarının çıkarları doğrultusunda bir uluslar arası ilişkiler sistemini gerekli kılar. Birleşmiş Milletler’in düzenlediği bütün küresel konferanslar tahmin edildiği gibi bu yönde hiçbir sonuç doğurmamıştır.
Tarih bu yeniden kurma girişiminin küresel kapitalist sistem için zorunlu bir gereklilik olduğunu göstermiştir. Yaşlanmakta olan kapitalizmin ilk uzun süreli krizine yanıtı 1914 ile 1950 yılları arasında gerçekleşti. Bu dönemde periferi halklarının çıkarlarına karşı olan çatışmalar emperyal güçlerin egemenliğini kurması şeklinde çözüldü. Bu arada farklı derecelerde de olsa halkı oluşturan sınıfların yararına iç toplumsal ilişkiler (düzenlemeleri-çev.) gerçekleştirildi. Küresel kapitalizm güçleri bu şekilde İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemin üç sistemi için ortamı hazırladılar: o dönemin gerçekten var olan sosyalizmi, Bandung’un (Bandung Konferansı’nın-çev.) ulusal ve halka dayalı rejimleri ve Kuzey ülkelerinde toplumsal demokratik uzlaşma. Bu ortamın yaratılması periferi halklarının bağımsız mücadelelerinden dolayı zorunlu hale gelmişti.
Kapitalizmin ikinci uzun süreli krizi 2008 yılında yeni bir evreye geçti. Amansız bir uluslar arası çalışmalar ortamı başlamış ve elle görülür gözle tutular hale gelmişti: periferi halklarının  anti emperyalist içerikli mücadeleleri yaygınlaştırılmış tekellerin egemenliği için bir tehdit oluşturacak mıydı ve  egemen sınıfların krize yanıt olarak uyguladıkları tasarruf politikalarının kurbanlarının toplumsal mücadeleleri ile bu mücadeleler arasında bağlantı kurulacak mıydı? Başka bir ifadeyle egemen iktidarlar sistemi buhrandan kurtarmaya dönük bir strateji uygulamaya çalışırken halklar kendilerini kriz halindeki bir kapitalizmden kurtaracak bir strateji izleyecekler miydi?
Egemen iktidara hizmet eden ideolojilerin istimi tükenmiştir. Bu ideolojiler,“krizden sonraki dünya” ile ilgili içi boş açıklamalar yapmaktadırlar. CIA yalnızca sistemin yeniden kurulması öngörüsünde bulunabilmektedir ve “ortaya çıkmakta olan pazarlar”ın liberal küreselleşme sürecine katılımlarının ABD’ye değil Avrupa’ya zarar vereceği tahmininde bulunmaktadır. CIA derinleşen krizin, şiddetli uluslar arası ve toplumsal çatışmalardan başka bir yöntemle “aşılamayacağı”nı kabul edemez. Bu krizin nasıl bir gelişme göstereceğini hiç kimse bilmiyor: bu kriz iyi yönde, sosyalizme geçiş yönünde gelişebileceği gibi çok daha kötü bir yönde, dünya çapında ırk ayırımcılığı yönünde de gelişebilir.
Periferi ülkelerindeki iç parçalanmışlığın aşılması ve bu mücadelelerin savunma aşamasının ötesine geçmesi (kazanılmış hakların korunması) için bu ülkelerdeki toplumsal mücadelelerin siyasi bakımdan radikalleşmesi gerekiyor.“Hareketler”in sosyalizme götürecek uzun yola girmek için gereken hedefleri belirleyerek gerçekten yetkinleştirilmelerini ancak bu radikalleşme sağlayabilir.
Bu hareketlerin güçlendirilebilmeleri için somut projelerini gerçekleştirilebilir kılacak bir makro politik ve ekonomik koşullar çerçevesinin var olması gerekir. Bu koşullar nasıl yaratılacaktır? Bu noktada devlet gücü gibi son derece önemli bir konuya gelmiş bulunuyoruz. Yenileştirilmiş ve hakikaten halkçı ve demokratik bir devlet günümüz dünyasının küreselleştirilmiş koşullarında etkili politikalar uygulayabilir mi?  Bu soruya soldan verilecek olumsuz yanıt devleti tuzağa düşürerek genel bir siyasi değişiklik ortamında minimal bir küresel mutabakata ulaşmayı amaçlayan girişimleri yaratmıştır. Oysa bu yanıt ile olumlu sonuçlar ortaya çıkamaz. Muhtemelen bölgesel düzeylerde yürütülecek uygun eylemlerle pekiştirilmiş ulusal düzeyde gelişmeler üretmekten başka bir çözüm yoktur. Periferi ülkelerindeki hareketlerin kapitalizmin ötesine geçmeyi gündemlerine koyarak farklı toplumsal temeller üzerinde nihai yeniden inşa sürecinden önce dünya sistemini dağıtmak ve bağlantılarını koparmak gibi bir hedefleri olmalıdır. Bu ilke, sırası gelmişken belirteyim, Asya ve Latin Amerika’da bu doğrultuda hareket etmeye başlamış olan Güney ülkeleri için geçerlidir. Kuzey ülkelerine gelince, Avrupa (ve yuro) kurumlarının dağıtılması gerektiği ne yazık ki radikal sol tarafından bile henüz öngörülmemektedir.

Enternasyonalizm İşçiler ve Halklar için Vazgeçilmezdir

Yirminci yüzyılda ilk kurtuluş dalgasının hızını kaybetmesinin nedeni Güney’in uyanışının sağladığı gelişmelerin sınırlı kalmış olması ve çelişkilerin bu sınırlılıktan dolayı şiddetlenmiş olmasıdır. Kuzey halklarının (burada belirtilmesi gerekiyor) desteklediği ya da en azından kabul ettiği açık savaş açma boyutuna kadar ulaşmış olan merkezdeki emperyalist devletlerin sürekli düşmanlığı bu çelişkiyi büyük ölçüde pekiştirmiştir. Emperyalist ranttan faydalanmaları Kuzey’deki halk güçlerinin enternasyonalizmi reddetmesinde kesinlikle önemli bir etken olmuştur. Bazen oldukça güçlü bir başka tutumu benimsemiş olan komünist azınlıklar çevrelerinde etkili alternatif bloklar oluşturmayı başaramamışlardır. Sosyalist partilerin genel bir tutum olarak “antikomünist” kampa katılmaları da emperyalist kampın kapitalist iktidarlarının başarı kazanmasında büyük rol oynamıştır. Gelgelelim, bu partiler yirminci yüzyılın ilk mücadele dalgasının kırılmasından hemen sonra “ödüllendirilmediler. Tekelci kapitalizm müttefiklerini başından savdı. Bu partiler yenilgilerinden ders çıkarıp radikalleşeceklerine bizim iyi bildiğimiz “sosyal-liberal” konumlara kayarak teslim olmayı tercih ettiler. Emperyalist rantından Kuzey’in toplumlarının yeniden üretilmesindeki belirleyici rolünün kanıtıdır. Böyle bir kanıta ihtiyaç olup olmadığı ayrı bir konudur ama bu ikinci teslimiyet trajediden çok komedi olarak yaşanmıştır.
Enternasyonalizmin yenilgisi geçtiğimiz yüzyılda sosyalizm deneyimlerinde otokrasiye doğru otoriter kaymalarda da rol oynamıştır. Rusya’da ve Çin’de devrim süreçleri sırasında  özgün ve yaratıcı demokrasi biçimlerinin ortaya çıkmış olması bu ülkelerin demokrasi için yeterince “olgunlaşmış” olmadıkları yargısının doğru olmadığını göstermiştir. Gelgelelim, emperyalist ülkelerin, halklarının da desteğini alarak gösterdikleri düşmanlık zaten güçlüklerle dolu olan koşullarda demokratik sosyalizm uygulamalarının hayata geçirilmesini daha da güçleştirmiştir. Bu, periferi kapitalizminin mirasının bir sonucudur.
Periferideki halkların, ulusların ve devletlerin yirmi birinci yüzyılda ikinci uyanış dalgası bundan dolayı daha az iyi olan ve hatta daha güç koşullarda başlamış bulunmaktadır. (Anlamı yaygınlaştırılmış tekelci kapitalizmin iktidarının gereksinmelerine teslimiyet olan) ABD’nin “mutabakat” adı verilen ideolojisi; yerleşik düzen karşıtı demokrasi potansiyelinin etkililiğini yok eden “başkanlık” rejimlerinin benimsenmesi; sahte ve uzaktan yönetilen bireyciliğin ve (erdemlilik kabul edilen) eşitsizliğin her türünün övgüye tabi tutulması; ikincil NATO ülkelerinin Washington yerleşik düzeni tarafından uygulanan stratejiler içinde bir araya getirilmesi- bütün bu koşullarda emperyalist küreselleşme blokunun ayrılmaz parçalarından biri olan Avrupa Birliği’ne doğru hızla ilerleyişin ortamını hazırlamıştır.
Bu koşullarda bu askeri projenin çökmesi üç kıtanın halkları, milletleri ve devletlerinin mücadelelerinin üstlenmiş olduğu ikinci kurtuluş dalgasının başarıya ulaşması için birinci derecede önemi olan bir husustur ve bu başarının ön koşuludur.  Bu gerçekleşinceye kadar bu mücadelelerin günümüzde ve gelecekte gelişme kaydetmesi garanti altına alınamaz. 21. yüzyılın sorunları 20. yüzyılınkilerden farklı ise de bunun böyle olması 20.. yüzyılın ihya edilebilirliğinin imkânsızlığı anlamına da gelmez.
Bu trajik senaryo her şeye rağmen tek olasılık değildir. Sermayenin işçilere karşı saldırısı sistemin merkezlerinde devam etmektedir. Genellikle bilinen bir gerçektir ama burada da belirtmeden geçmek istemedim, bu, sermayenin periferi halklarına karşı elde ettiği zaferlerle güçlendiği zamanlarda sistemin merkezlerindeki işçi sınıflarının mevzilerine de cepheden saldırabileceğinin kanıtıdır. Bu koşullarda artık mücadelelerin radikalleşeceğini tahmin etmek yanlış olmayacaktır. Avrupa siyaset kültürünün mirası henüz varlığını sürdürmektedir ve bu miras küreselleşmenin gereksinmelerini karşılayacak bir enternasyonal bilincin yeniden doğuşu için elverişli ortamı yaratacaktır. Bununla birlikte bu doğrultuda bir gelişmenin karşısına emperyalist rant engeli çıkacaktır.
Emperyalist rant tekellerin tek istisnai kar kaynağı olmakla kalmaz. Bu rant toplumun bütün olarak yeniden üretiminin de önkoşuludur.  Aslında demokratik olmayan mevcut “demokratik” seçim modelini her ne pahasına olursa olsun korumaya çalışan halkın bu unsurlarının dolaylı desteği, orta sınıfların ağırlığı halk sınıflarının radikalleşmesinin yaratacağı potansiyel gücü ortadan kaldırabilir. Bundan dolayı üç kıtaya yayılmış olan Güney’deki gelişmeler geçen yüzyıldaki gibi sahnenin en önünde yer almaya devam etmesi muhtemeldir. Ancak bu gelişmeler etkilerini göstermeye ve emperyalist rantın alanını dikkate alınabilecek derecede sınırlamaya başladığı andan itibaren Kuzey halkları yaygınlaştırılmış emperyalist tekellerin gereksinmelerine boyun eğdiren stratejilerin başarısızlığını anlamakta daha elverişli bir konuma geçeceklerdir. Radikal solun ideolojik ve siyasi güçleri bundan sonra halkların ve işçilerin dayanışması temeli üzerinde yükselen büyük kurtuluş hareketi içinde yerlerini alacaklardır.
Bu yeniden doğuşun gerçekleşmesini yürütülecek ideolojik ve kültürel savaş belirleyecektir. Bu mücadelenin stratejik hedefi, bence, İşçilerin ve halkların Beşinci Enternasyonali’nin kurulması olmalıdır.

 Samir Amin 
 Çeviri: Oktay Etiman